LOKMAN SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
31, nüzûl sıralamasına göre 57, mesânî kısmının
birinci sûreler grubunun üçüncü sûresi olan Lokman sûresi Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sayısı 34
dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Lokmân
sûresi kitabımızın 31. sûresidir. Sûre adını içinde geçen Lokmân aleyhisselâmın oğluna ve tabi onun şahsında biz Müslümanlara
ulaştırdığı çok güzel nasihatlerini ihtiva eden konudan almıştır. Muhtevasından
da anlaşılacağı gibi sûre peygamber efendimizin Mekke’de dâvetini ortaya
koyduğu, inkâr ve karşı çıkışların başladığı, ama henüz işkencelerin hat safhaya
ulaşmadığı bir dönemde nâzil olmuştur. Sûrede İslâm’la şereflenmiş gençlere
yönelerek onlara çok hoş mesajlar sunulmaktadır. Ana-babaya itaat her ne kadar
Allah’a itaatten hemen sonra geliyorsa da, eğer onlar kendilerini Allah’a iman
ve O’na itaatten alıkoymaya, şirke ve küfre düşürmeye çalışıyorlarsa, kesinlikle
onların dinlenmemesi gerektiği, Allah’a isyan konusunda hiç kimseye itaat
edilmemesi gerektiği anlatılıyor. (Âyet 14-15) Aynı konuların Ankebût sûresinde de gündeme getirilmesi bu iki sûrenin aynı
dönemde nâzil olduğunu gösterir.
Sûrede
ayrıca küfür ve şirkin mantıksızlığı, iman ve tevhidin geçerliliği anlatılır.
İnsanlar akıllarını kullanıp, Allah’tan gelen vahye kulak verip körü körüne
atlarının yolunu, inancını taklitten vazgeçirilmeye dâvet edilmektedir. Gerek bu
kâinatta Allah’ın yaratıp nazarlarına sunduğu görsel âyetlere, gerekse elçisine
gönderdiği kitabının âyetlerine bakarak, onlar üzerinde derin derin düşünerek bu gerçeği anlamaya çağrılır.
Yine
sûrede peygamber aleyhisselâmın insanlığa sunduğu bu
mesajın ilk kez insanlara sunulmuş bir mesaj olmayıp, insanlığın başlangıcından
bu yana tüm Allah elçilerinin sunduğu mesajın aynısı ol-duğu ortaya konarak onu reddetmeye çalışanların
akılsızlıkları, düşünmeyen insanlar oldukları haber veriliyor. Ey insanlar,
kendi ülkenizde yaşamış olan Lokmân aleyhisselâmı
tanımıyor musunuz? Onun hikmet dolu tavsiyelerini duymadınız mı? Onun hikmetli
vecizeleri günlük hayatınızda, konuşmalarınızda zikredilmiyor mu? Şairlerinizin
şiirlerini süslemiyor mu? Niye düşünüp ibret almıyorsunuz denilerek insanların
akılları erdirilmek isteniyor.
1. “Elif, Lam,
Mim.”
Lokman sûresinin girişi Bakara
sûresinin girişine benziyor. Sûrenin ilk âyeti hurufu
mukatta âyetiyle başlıyor. Dinleyin Allah konuşuyor.
Dikkat edin bu âyetler Allah’tandır. Bu sözler Rabbinizin sözleridir. İçinizden
birisi konuşuyor olarak değil Allah konuşuyor olarak dinleyin ve hayatınızı bu
âyetlerle düzenlemek üzere duyar duymaz hemen dikkat kesilin ve îman
edin.
2,3. “Bunlar, iyi davranan
kimseler için rahmet ve doğru yol rehberi olan hikmetli Kitabın
âyetleridir.”
İşte hakim bir kitabın âyetleri.
Hayata hakim olan bir Allah’ın hakim bir kitabının âyetleri. Hikmet sahibi, ilim
sahibi bir Allah’ın mahza hikmet olan bir kitabının
âyetleri. Hikmet, bilgi kendisinden olan ve o bilgisinden, hikmetinden yeryüzüne
indiren, sizi bilgi ve hik-metiyle şereflendiren Allah’ın âyetleridir bunlar. İşte
Hakîm olan bir Allah’ın yine Hakim bir kitabının âyetleriyle karşı karşıyasınız.
Rab-binizin hikmetine muttali oluyorsunuz. Hikmet
doğru bilgi, doğru hüküm, Allah bilgisi ve bu hikmete ulaşma yolu da kitap ve
Resûlünün sünnetidir.
Evet biz Müslümanlar hikmet
sahibi olan, hikmetin kaynağı olan Allah’tan gelmiş bu kitapla hikmete
ulaşacağız ve hayata hakim olacağız. Kesinlikle bilelim ki bu kitabı okuyan, bu
kitabı tanıyan, bu kitapla beraber olan, hayatında bu kitabı hareket noktası
kabul eden ve yaptıklarını bu kitaba dayandırarak yapan kimse hikmet sahibi
kimsedir. Hikmet bilgiyle amelin, bilgiyle hayatın uyuşmasıdır. Hikmet bilginin
yaşanması, bilginin amele dönüşmesi ve bilginin yerinde kullanılmasıdır. Bilgiye
göre hayatın şekillenmesidir. Allah bilgisine, kitap bilgisine dayanarak insanın
sözlerinin şekillenmesi, düşüncesinin, bakışının ve inanışının şekillenmesidir.
Mü’minler bu kitap sayesinde hikmete ulaşacaklardır.
Bu kitapla beraberlikleri sayesinde hikmet sahibi olacaklar, İsâbetli kararlar
verecekler, tüm problemlerini Allah doğrularıyla çözümleyecekler ve hayatta
yanılmazlık özelliğine ulaşacaklardır.
Evet muhsinler için, Allah’ı görüyor muşçasına O’na kulluk
edenler için bu kitap rahmettir, hidâyettir, yol göstericidir. Sürekli Allah
kontrolünde, Allah murakabesinde olduklarının bilinci içinde Allah’a kul olamaya
çalışan mü’minler için bir hidâyettir, bir rahmet
kapısıdır bu kitap.
Peki kimdir bu kitabın
kendilerine rahmet olduğu kimseler? Kimdir bu Allah’ın kendilerine açtığı rahmet
kapısından girenler? Kim dir bu muhsinler, muttakiler? Ne özellikleri varmış onların? Nasıl
kimselermiş ki Rabbimiz onlara bu kadar değer veriyor? Niye Rabbimiz sadece
bunlara ayrıcalık tanıyor? Niye bunlara cennet var diyor da başkalarına demiyor?
Allah’ın beğenisine ulaşan bu insanlar kimlermiş? Bakın bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz onları şöylece tanıtıyor bize:
4. “O kimseler namazı kılarlar,
zekâtı verirler; âhirete de yakînen inanırlar.”
Onlar o kimseler ki namazı ikame
ederler. Namazı ayağa kaldırırlar onlar. Namaz egemenliğinde bir hayat yaşarlar.
Namazı hayatlarına hakim kılarlar. Evlerinde, mahallelerinde, şehirlerinde,
toplumlarında namaz ortamı hazırlamak için çırpınırlar. Namazın önündeki
engelleri kaldırmanın kavgasını verirler. Toplumlarının namazla şekillenmesi
için sa’y ederler. Namaza endeksli bir hayat yaşarlar.
Namazda aldıkları Allah mesajını hayatlarında görüntülerler. Bir saatlerini, bir
günlerini ve gecelerini namazla düzenlerler. Namazı muhafaza ederler. Namazı
korurlar. Namazda okudukları âyetleri hafızalarında canlı tutarlar. Allah’a,
Allah kullarına verdikleri sözlere sadık davranırlar. Allah emanetine, kullar
emanetine asla hıyanet etmezler. Irz ve namuslarını Allah’ın istediği gibi
muhafaza ederler. Hayatlarını Allah için ve Allah’ın belirlediği yasalarla
yaşarlar.
Zekâtlarını da verirler. Mallarının
Allah’a ait olduğunu bilirler. Namaz vasıtasıyla Allah’la kurdukları diyalogla
öğrenmişlerdir ki malları sadece kendilerine harcanmak üzere verilmemiştir.
Bilirler ki o malı kendilerine veren onda fakirlerin de hakkı vardır
buyurmaktadır. Bilirler ki hayat Allah için yaşanacak, mal Allah için fedâ
edilecektir. Bilirler ki hayat kendilerince yaşanmaz. Bilirler ki Allah
kendilerinden özveride bulunmalarını istemektedir. Bilirler ki kendilerine
verilen her nîmet Müslüman kardeşleriyle ortaklaşa kullanılacaktır. Bunun
yasasını da Allah koymuştur. Verirler hayatlarını Allah yolunda ve temizlerler
hayatlarını. Verirler mallarını Allah yolunda temizlerler mallarını. Verirler
bilgilerini Allah yolunda temizlerler bilgilerini. Verirler zamanlarını Allah
yolunda temizlerler zamanlarını.
Ve yine bilirler ki âhiret yakîn bir bilgidir. Âhirete yakîn bir bilgiyle
inanırlar ve o günden tir tir titrerler. Yakîn bilgi yüzde yüzden de kesin bilgidir. Onlar kendi
varlıklarına, bu dünyanın varlığına inandıklarından daha kesin âhiretin varlığına inanırlar. Çünkü bu dünyanın varlığını,
kendi varlıklarını kendi duyularıyla, kendi tecrübeleriyle bilmişler, anlamışlar
ama âhiretin varlığını Allah bilgisiyle, vahiy
bilgisiyle bilmişlerdir. Allah’la bilinen bilgi başka kaynaklardan elde edilen
bilgiden her zaman üstündür. Onun içindir ki yüzde yüzden daha kesin inandıkları
âhiret konusunda tir tir
titrerler. Âhireti, âhiretin
hesabını iki kaşlarının arasında bilirler. Âhiret
inancını hafızalarında hep diri tutarlar.
Ya o gün rezil olursam? Ya o gün kaybedenlerden olursam? Ya o gün Rabbim yaşadığım bu hayatı beğenmeyip beni
cehennemine gönderirse? Ya cenneti kaybedersem diye
korkarlar ve tüm hareketlerini bu inanca bina ederler. Evet gözleriyle görüyor
muşçasına âhirete îman ederler onlar. Âhiret inancı onların hayatlarına yön verir. Dünyayı bu
îmanla değerlendirirler. Ya o gün rezil olursam? Ya o gün kaybedersem? Ya o gün
Rabbim rahmetiyle değil de gazabıyla muamele ederse? diye hep bir korku içinde
hayatı değerlendirirler.
5. “İşte onlar Rablerinin yolunda
olanlardır, işte onlar saadete erenlerdir.”
İşte böyle inananlar, böyle
yaşayanlar Rablerinden bir nûr, bir hidâyet üzeredirler ve işte felaha erenler,
kurtuluşa erenler de bunlardır. Dünyada da âhirette de
umduklarına nail olanlar, korktuklarından emin olanlar bunlardır. Dünyada
başarıya ulaşanlar, âhirette de başarıyı kucaklayanlar
bunlar olacaktır. İşte dünyada da âhirette de
kazanmanın, başarıya ulaşmanın yolu böyle bir Müslümanlıktan geçmektedir. Bunun dışında insanı başarıya götürecek hiç bir
yol yoktur. Başka hiçbir yolun kazanç şansı yoktur. Bu yolu bize Rabbimiz
göstermiştir. Rabbimizin gösterdiği bu yola girer, namazı Allah’ın istediği gibi
ikame eder, zekâtı verir, gözlerimizle görüyormuş gibi âhirete îman eder, tüm hayatımızı bu îmana bina ederek
yaşayabilirsek kesinlikle bilelim ki hem dünya hem de âhirette başaranlardan, kurtulanlardan olacağız inşallah.
6. “İnsanlar arasında, bir
bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için gerçeği boş sözlere
değişenler ve Allah yolunu alaya alanlar vardır. İşte alçaltıcı azap bunlar
içindir.”
Ama insanlardan öyleleri de
vardır ki lehv el hadisi, boş sözleri satın alırlar.
Sözün boşuna, sözün eğlencesine yönelirler. Kitap ve sünnet konuşacakları yerde,
Allah’ın âyetlerini gündemlerine alıp konuşacakları yerde boş lafların içine
dalarlar. Hayatı kitap ve sünnetle değerlendirecekleri yerde kitabı ve
peygamberi bir kenara alıp kendi kendilerine bir değerlendirmenin içine
girerler. Niye yaparlarmış bunu? İnsanları Allah yolundan saptırmak için.
Bilgisizce, cahilce insanların Allah’a kulluğunu bitirmek için yaparlar bunu.
İnsanları çaktırmadan Allah yolundan alıkoymak için lehv el hadisi satın alırlar.
Yâni şarkı, türkü, roman, film,
eğlence, hikaye, masal, gibi şeylerle insanları meşgul edip onları Kur’an ve sünnete gitmekten alıkoymaya çalışırlar.
İnsanların beyinlerini, kulaklarını bu tür boş şeylerle doldurarak orada kitap
ve sünnete yer bırakmamaya çalışırlar. İnsanların gündemlerini değiştirler. Yok
ekonomiydi, yok kalkınmaydı, yok teknolojik gelişmeydi filan diyerek boş
sözlerle insanları kulluk endişelerinden uzaklaştırırlar.
Ve üstelik Allah âyetlerini de
alaya alırlar. Allah âyetlerini hafife alırlar, değersiz görürler. Bunların
modası geçmiştir. Bunlar karın doyurmuyor, bırakın şimdi bunları da hayatı
ilgilendiren ekonomik konulardan, sosyal konulardan bahsedelim derler. İşte
böyleleri için alçaltıcı bir azap vardır.
7. “Âyetlerimiz o sapık kimseye
okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık var da işitmiyormuş gibi büyüklenerek
sırt çevirir. İşte ona can yakıcı azabı müjde et.”
Böylelerine âyetlerimiz okunduğu,
hatırlatıldığı zaman, âyetlerimiz izlettirildiği zaman da müstekbir davranarak, kibirlenerek, eyvallah’sız ve ihtiyaçsız davranarak âyetlerimizden yüz
çevirirler. Sanki hiç duymamış, hiç işitmemiş gibi bir tavır alırlar. Sanki
kulaklarında bir ağırlık vardır. Sanki böyle kulaklarında hakkı duymalarına,
hakkı anlamalarına engel kılıflar veya sanki ısıdan izole etme veya elektrikten
yalıtma anlamına bir izole, bir tecrit bölgesi var.
Yâni Kulakları vardır ama onlarla
duymuyorlar. Allah kendilerine kulaklar vermiştir ama onlar bu kulaklarını
Allah’ın âyetlerini duymada kullanmıyorlar. Kendilerini cennete götürecek, kendi
lehlerinde sonuçlar doğuracak uyarıcıları duymuyorlar. Kulaklarını kendi
lehlerinde kullanmıyorlar. Kulaklarını kullanmayarak cehennemlerini hazır-lıyorlar. Duyuyorlar ama duymazdan geliyorlar. İnkâr
ettikleri için, red-dettikleri için sanki hiç duymamış gibi bir tavır
takınıyorlar. Halbuki Allah’ın âyetleri okunduğu zaman kulak verip icabet
etmeleri gerekiyordu. Oyunun, eğlencenin, şarkının, türkünün, boş şeylerin
peşine takılıyorlar. Öyle ya Allah’ın âyetleri karın
doyurmuyordu onlar için. Bir para getirmiyordu âyetler. Dünya onlar için çok
daha kârlıydı. Büyüklendiler, sanki hiç duymamış gibi Allah’ın âyetlerinden yüz
çevirdiler, ilgilenmediler.
Peygamberim, sen böyle insanlar için
acıklı bir azap müjdele. Azabın müjdelenmesi aslında mümkün değildir, ama burada
onlarla bir alay söz konusudur. Elbette onların bu tavırlarına münasip bir
ifadedir bu. Onlar Allah’ın âyetleriyle alay etsinler, Allah’ın âyetleri yerine
boş şeyleri satın alsınlar, elbette Rabbimiz de müjdenin konusu olmayan bir
azabı müjdelemekle onlarla alay edecektir. Cehennemi müjde konusu yaparak
onlarla alay edecektir. Lâyıktır bu azap müjdesi büyüklük taslayanlara. Lâyıktır
Allah’ın âyetlerini duymak, dinlemek istemeyenlere bu azap. Ama beri
tarafta:
8-9. “İnanıp yararlı iş
işleyenler için, Allah'ın vaadi gereğince temelli kalacakları nîmet cennetleri
vardır. O, güçlüdür, Hakimdir.”
Îman edip îmanlarının gereğini
yerine getirenlere, îman edip mü’mince, Müslümanca bir hayat yaşayanlara, kendilerine yaraşır sa-lih ameller işleyenlere,
fıtratlarına uygun ameller işleyenlere gelince onlar için naiym cennetleri, nîmet cennetleri vardır.
Evet işte Rabbimizin vaadi, Rabbimizin
değişmeyene yasası budur. Bir tarafta Allah’ı inkâr eden, Allah’ın âyetlerini
reddeden, Allah’ın âyetlerine karşı zâlimce bir tavır takınan, Allah’ın
âyetlerine kulak vermeyen, Allah’ın elçileriyle ilgilenmeyen, Allah’tan gelen
hayat programına değer vermeyerek kendi hevâ ve
hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşayanlara müjdelenen dayanılmaz bir azap,
diğer tarafta Allah’a îman eden, Allah’tan gelen hakim bir kitabın âyetlerine
kulak veren, Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluğa koşan, namazı ikame eden,
zekâtı veren, gayba îman eden ve yaşadıkları bu
hayatın sonunda çekilecekleri hesabın korkusuyla tir tir titreyen muhsinlere,
Müslümanlara vaadedilen bir cennet.
Onlar o Naiym
cennetlerinde ebedîyen ikamet ederler. İşte bu onlara Allah’ın vaadidir ve
Allah’ın vaadi haktır, gerçektir. O Allah Azîzdir, izzet ve şeref sahibidir, güç
ve kudret sahibidir, intikam sahibidir ve Hakîmdir. Hikmet sahibidir, kararları
hep İsâbetlidir.
10. “Allah gökleri gördüğünüz
gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada
her türlü canlıyı yaymıştır. Gökten su indirip orada her hoş çiftten
yetiştirmişizdir.”
O Allah gördüğünüz gibi gökleri
direksiz yarattı. Bakın gökyüzüne, ne direği var ne de bir bağlantısı. Evet
sizler de görüyorsunuz ki Allah semayı direksiz, payandasız, desteksiz yaratmış
ve öylece tutmaktadır. Gökyüzü ve onda bulunan gök cisimleri ay, güneş,
yıldızlar hiçbir direği, hiçbir
dayanağı, hiçbir payandası olmadan duruyor. Görünürde onları tutan hiçbir
şey yok. Sadece Allah’ın kuvvet ve kudreti var. İşte siz bunu gözlerinizle
görüyorsunuz.
Veya bir başka mânâsıyla gökyüzü
sizin görebildiğiniz hiçbir direk olmadan yaratılmış, yükseltilmiş ve
tutulmaktadır. Yâni aslında semadaki gök cisimlerini orada tutan cazibe denen
bir kısım direkler vardır, ama siz onları görmüyorsunuz.
Düşünebiliyor musunuz?
Dünyamızdan milyarlarca daha büyük fiziki kütleye sahip olan şu güneşi,
ayı, yıldızları, şu galaksileri,
nebülözleri, bildiğimiz bilmediğimiz şu gök cisimlerini orada tutmak kolay
değildir. Ama mutlak güç ve kudret sahibi Rabbimiz için hiç de zor değildir bu.
Mahiyetini anlayamasak ta Rabbimiz tutuyor onları orada. Onları ve bizi hikmet
ve kudretiyle konumlarımızda tutan Allah’tır.
İmtihan döneminin sona erip de
kıyametin kopup, hesap kitap döneminin başlayacağı ana kadar da Rabbimiz onları
yerli yerinde tutmaya devam edecek. Hak olan kitabımızın başka âyetlerinden
öğreniyoruz ki kâinât imtihan konumundan hesap konumuna geçme komutunu alır almaz Rabbimiz şu andaki tutuşunu
bırakıverecek. Her şeyin zimamını, gemini salıverecek
ve işte o zaman güneşin defteri dürülecek, yıldızlar yerlerinden sökülüp sağa
sola düşmeye, her şey birbirine vurmaya, her şey birbirine çarpmaya
başlayacak.
Evet şu anda ö gökleri, göktekileri
yerli yerinde tutan Allah’tır. Buna güç yetiren O’dur. Çünkü varlığın sahibi
O’dur. Gökleri ve yeri emriyle tutması Allah’ın âyetlerindendir.
Yeryüzünde de dağları atıverdi, dağları
serpiştiriverdi, dağları var ediverdi ki siz o yeryüzünde sarsılmayasınız,
dengenizi kaybetmeyesiniz diye. Arz sizi alabora etmesin diye yeryüzünde dağları
denge unsuru olarak yaratıyordu Rabbimiz. Ve yeryüzünde yine her türlü canlıyı
yaratıp yayıverdi Rabbimiz. Ve bu canlıların, bu varlıkların muhtaç oldukları
suyu da gökyüzünden indiriverdi. Ve bu hayat kaynağı olarak indirdiği suyla da
orada her faydalı bitkiden çift çift yaratıverdi.
Evet indirdiği suyla ölü
olan arzı, hiçbir hayat emaresi görülmeyen don bir toprağı canlandıran, harekete
geçiren ve orada sizin için faydalı her çeşit bitkiden çift çift bitiren Allah’tır. Düşünmüyor musunuz? Kim yapabilir
bunu Allah’tan başka? Kim indirir bu yağmuru ve kim diriltebilir bu ölü ve don
toprağı? Kim başlatabilir orada hayatı? Öyleyse bilesiniz ki göklerin ve yerin
yaratıcısı, göklerin ve yerin sahibi, dağların mâliki, yağmurun indiricisi ve
bitkilerin var edicisi Allah’tır. Tüm varlıkların var edicisi ve onların sahibi,
Rabbi, Mâliki Allah’tır ve kulluk ta sadece Onun hakkıdır.
11. “İşte bu Allah'ın
yaratışıdır. Ondan başkasının ne yaptığını Bana gösterin. Hayır; gösteremezler,
zâlimler apaçık sapıklık içindedir.”
İşte bunlar Allah’ın
yaratıklarıdır. Bu varlıkların tamamını Allah var etmiştir. Gösterin bakalım
Onun berisindekiler ne yaratmışlar? O’nun dûnunda, O’nun berisinde, O’nun
dışında şu insanların İlâh kabul ettikleri neyi yaratmışlar söyleyin bana. Var
mı onların yarattıkları bir şey? Bir yaratıcılık özellikleri var mı onların?
İşte Allah’ın yaratıkları gözünüzün önünde duruyor. İşte insanlar, işte
hayvanlar, işte bitkiler, işte dağlar, taşlar, işte gökyüzü, işte arz, işte
melek, işte cin, işte arş, işte kürsî, işte görünen ve
görünmeyen her şey. İşte tüm bu varlıkların yaratıcısı ve sahibi Allah.
Haydi şu Allah’ı bırakıp ta
tapındıklarınız, Allah’ı bırakıp ta arzularını, kanunlarını uygulamaya
çalıştığınız, Allah’ı bırakıp ta kendilerine dua ettikleriniz, kendilerine
sığındıklarınız ne yaratmışlar gösterin bana. Kim ne yaratabilmiş? Bırakın bir
şey yaratmayı, kendilerini yaratabilmişler mi bu sahte tanrılar? Yaratıcı
olmayanlar, kendini bile yaratmaktan aciz olanlar Rab olabilirler mi? İlâh
olabilirler mi? Egemenlik ve yetki sahibi olabilirler mi? Hiç aklınız yok mu
sizin? Hiç düşünmüyor musunuz?
Hayır hayır
bu zâlimler, bu Allah’a zulmedenler, bu kendilerine zulmedenler, kendilerini
Allah’a kulluktan uzaklaştırıp bu sahte tanrılara kulluğa koşanlar başka değil
apaçık bir sapıklığın içindedirler. Haydi göstersinler bakalım o tanrı
taslakları ne yaratmışlar? Bir tek sineği yaratsınlar, bir sineğin bir tek
kanadını yaratsınlar da görelim. Bir bitki tanesi, bir yağmur damlası, bir
yaprak, bir saç teli, bir tırnak yaratsınlar da görelim. Allah berisinde
egemenlik yetkisine sahip olduklarına inandıklarınız, yeryüzünde güç ve kuvvet
sahibi bildikleriniz haydi bir şey yaratsınlar da görelim. O zaman tamam onlara
da kulluk borcumuz vardır, onların yasalarını da uygulama minnetimiz vardır,
onları da hamd etme ihtiyacımız vardır diyelim.
Değilse nasıl oluyor da
Allah karşısında İlâhlık, Rablik, egemenlik iddiasında bulunabiliyorlar bu
insanlar? Nereden almışlar bu yetkiyi? Ve şu anda bu sahte tanrılara kulluk eden
şu zavallı kullar nasıl onları kendi hayatlarında egemen görebiliyorlar? Bu
zâlimler kimden almışlar bu yetkiyi?
12. “Andolsun ki, Lokmana, Allah'a şükretmesi için hikmet verdik.
Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki,
Allah her şeyden müstağnîdir, övülmeğe lâyık
olandır.”
Hikmet sahibi olan, hâkimiyet
sahibi olan, hayata hakim olan Allah bu hikmetinden, bilgisinden bir Nasibi
Lokman (a.s)’a vermiş. Andolsun ki Biz Bize
şükretmesi, Bize kulluk etmesi için Lokmânâ hikmet verdik. Evet hikmetin veriliş
sebebi Allah’a şükürdür. Hikmet ve şükür birbirinin mütemmimi, birbirinin lâzımı
iki kavram. Hikmet ve şükür, bilgi ve kulluk, ilim ve ibadet. Bunları
birbirinden ayrı düşünemezsiniz. Hikmet şükre götürür, bilgi Allah’a itaate,
Allah’a teslimiyete ve taate götürür. Eğer hikmet,
bilgi kişiyi Allah’a kulluğa, Allah’a şükre, Allah’ın istediği bir hayata
götürmüyorsa ona hikmet denmeyecektir, ona bilgi, ona ilim denmeyecektir.
İşte peygamberliği konusunda ihtilâf
olan kitabımızda Rabbi-mizin zikrettiği Lokman (a.s)
Allah’ın salih ve hikmetli kullarından birisidir.
Âlimlerimizin değerlendirmelerine göre Üzeyr, Lokman
ve Zül-karneyn Allah’ın elçileri midirler, yoksa değil
midirler bu konuda ihtilâf vardır. Ama kitabımız onlardan söz ediyor. Bunlar
Rabbimizin zikri ve beyanıyla bizim için yasal örneklerdir. Bilmiyoruz ama
peygamber değillerse bile Allah’ın onayladığı, hayatlarını bize örnek olarak
sunduğu örneklerimizdirler. Kehf sûresinin beyanıyla
Zülkarneyn (a.s)’a hem hikmet verilmiş, hem de büyük
bir mülk ve saltanat verilmiş. Bakaranın beyanıyla Üzeyr (a.s) in örnekliğine şahit oluyoruz. Ve Lokman (a.s)
da işte bu sûrede anlatılıyor.
Evet Rabbimiz Lokman (a.s)’a hikmet
vermiş ve hemen Ondan bunun karşılığında şükür istemiş. Öyleyse bizler de
hikmete ulaşma yolunda olacağız, vahiy bilgisine, Allah bilgisine ulaşma yolunda
olacağız. Yâni her an kitap ve sünnetle beraber olacağız ve ulaştığımız hikmetin
akabinde de Allah’a şükür, Allah’a kulluk göreviyle mükellef olduğumuzu
unutmayacağız. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
Ey Lokman, Biz sana hikmet ulaştırdık,
Biz sana bilgimizden verdik, öyleyse sen de hemen şükret. Bilesin ki kim
şükrederse kendisi için, kendi faydası için şükretmiş demektir. Ama kim de
küfreder, nankörlük eder, örter, örtbas ederse bilesin ki Allah zengin olandır,
gani olandır, müstağnî olan, Hamîd olan, hamde lâyık olandır. Hamîd olan,
hamd edilecek, övülecek, yüceltilecek olan, kulluk
edilecek olan sadece Allah’tır. İşte böylece Allah bilgisine ulaşan, Allah
hikmetiyle hikmete ulaşan Lokman (a.s) bakın bu hikmetinin gereğini şahsında
nasıl gösteriyordu? Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onu bize şöylece
anlatıyor:
13. “Lokman oğluna öğüt vererek:
"Ey oğulcuğum! Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak, büyük zulümdür"
demişti.”
Lokman (a.s) oğluna nasihat
ediyor, vaaz ediyor ve şöyle buyuruyordu: Elbette şu anda o değerli atamızın
oğulları olarak bu nasihatlerin, bu vaazların bize de yapıldığının bilinci
içinde inşallah bu âyetleri ele alalım. Rabbimizin anlatımı içinde atamızın
nasihatlerine iyi kulak verelim, îman edelim ve amele dönüştürelim inşallah.
Çünkü tamam, bizler nesep olarak bizden yüzyıllar önce yaşamış Lokman atamızın
oğulları olamayız, ama yol olarak, sistem olarak, inanç olarak Onun oğullarına
vasiyetleri aynen bizi de bağlamaktadır. Zaten bunun için anlatıyor ya kitabında Rabbimiz bize. Rabbimiz kitabında bunu
anlatırken elbette Lokman (a.s) ın oğluna yüklediği bu
yükü bizim üzerimize de yüklüyor. Bunlarla bizi de sorumlu tutuyor.
Hatırlayın Lokman (a.s) oğluna şöyle
nasihat ediyordu: Ey oğlum, ey oğulcuğum, zinhar Allah’a şirk koşma. Allah’a
zatı, sıfatları, fiilleri konusunda asla ortak tanıma. Allah’ın yetkilerine
sahip başka ortaklar kabul ederek sakın Allah’a yetki sınırlaması getirme. Rab
olarak, İlâh olarak, Melik olarak sadece Allah’ı bil, sadece Allah’ı kabul et.
Hayatının tüm konularında, hayatının tüm problemlerinde, hayatının tüm
birimlerinde varlığının başlangıcından sonuna kadar kulluğun, itaatin,
teslimiyetin sadece Allah’a olsun, hiç bir varlığı O’na ortak ederek şirk koşma.
Tüm peygamberlerini bununla uyarmıştır
Rabbimiz. Eğer şirk koşarsanız tüm amelleriniz boşa gitmiştir buyurmuştur. Tüm
peygamberlere dediğinin aynısını bize de söylüyor Rabbimiz. Peygamberler nasıl
şirke düşmemişlerse bizler de asla şirke düşmeyeceğiz. Hayatın temel yasası
budur.
Şirk en büyük zulümdür. Şirk zulümlerin
en büyüğüdür. Zulüm bir kimsenin hakkını gasp etmektir. Şirk ise Allah’ın
hakkını gasp etmektir. İnsan üzerinde en büyük hak sahibi onu yaratan, onu
yoktan var eden, her şeyini ona lütfeden Allah’tır. Allah’tan daha büyük hak
sahibi olamaz. En baş hak Allah’tır ve tüm diğer haklar Allah’a bağımlı olarak
gündeme gelir. Meselâ Kur’an haktır, ama onun hak
oluşu Allah’tan gelişi sebebiyledir. Peygamber haktır, ama Allah’tan gelişi
sebebiyle haktır. Âhiret haktır, ama Allah hak dediği
için haktır. İşte Allah’ın haklarını yeryüzünde kısıtlamak, gasbetmek, o hakkı
O’ndan alıp başkalarına vermek zulümlerin en büyüğüdür.
Ey Allah’ım, tamam, göklerin
sahibi Sensin, gökler Senin olsun, ama yeryüzüne karışmayacaksın. Sen benim
bedenimin, vücudumun sahibisin, ama irademe karışmayacaksın. Namazıma, orucuma,
haccıma karışırsın ama, hukukuma, eğitimime, kılık kıyafetime, kazanmama,
harcamama karışmayacaksın. Sen kalbimin, Sen damarlarımın, Sen saçlarımın
sahibisin, ama aile hayatıma karışamazsın demek zulümlerin en büyüğüdür. Bundan
daha büyük bir zulüm düşünülemez.
yÇ8Î! y²B«V«W«&
¬y²<«G¬7!«Y¬" «–@«K²9Ë¿! _«X²[Å.«:«:
14. “Biz insana, ana ve babasına
karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe
uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana
ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş
Banadır.”
Biz insana ana ve babasına karşı
iyi davranmasını tavsiye ettik. Evet Rabbimiz önce kendisine şirk koşmama emrini
verdikten sonra ikinci emir olarak bunu veriyor. Görüyoruz ki Rabbimiz kendisine
kulluk ve itaat istediği kitabının her bir yerinde kendisine kulluğun hemen yanı
başında ana babaya itaat ve iyilik istemektedir.
Çünkü onun annesi meşakkatten
meşakkate, sıkıntıdan sıkıntıya geçerek onu karnında
taşıdı. Evet anası büyük sıkıntılarla onu taşıdı. Sonra onu iki sene emzirdi.
Memeden ayrılması da iki sene oldu. Dokuz ay onu karnında taşıdı, sonra iki sene
de onu emzirdi. Gerçekten kolay değildir bu. Gündüz onun sıkıntısı, derdiyle,
gece uykusuzluğuyla büyük meşakkatler çekti onu büyütünceye kadar. Bir ömür
kendini çocuğuna fedâ eden ananın hakkını elbette Rabbimiz unutmayacak ve bunu
bir yasaya bağlayacaktır. Ve işte üzerinde kendisinden sonra en büyük hak sahibi
olan evlâda Rabbimiz şu emri vermektedir:
Bana şükret, ana babana da teşekkür et.
Bana şükret, varlığının Benden olduğunu bil. Sana verdiklerimi Benim yolumda
kullan. Bana kul ol ve ana babanı da ihmal etme. Tabii Allah’a şükür etmeyen bir
evlât ana babaya da teşekkürü ihmal edecektir. Allah hakkını tanımayan evlât
elbette Allah hakkından dolayı gündeme gelen ana baba hakkını da tanımayacaktır.
Veya kendilerine böyle bir evlât veren Rablerine şükretmesini bilemeyen ana
babanın evlâtları da çoğunlukla ne Rablerine, ne de kendilerine şükrü bilir
olmayacaklardır.
Öyleyse analar ve babalar
evlâtlarını evvela Allah’a hamd eder, Allah’a şükreder
bir şekilde yetiştirmek, eğitmek zorundadırlar. Bunu yapmayan ebeveynin
çocukları elbette kendilerine teşekkür borçlarının olduğunu bilemeyeceklerdir.
İşte böylece birbirini takip eden, birbirine bağımlı olarak gelişen yanılgılar
birbirini takip edecek, şükürsüz ana babaların evlâtları da hem onlara karşı,
hem de Rablerine karşı şükürsüzlüğü sürdüreceklerdir.
Ama unutmayın ki dönüşünüz
Banadır diyor Rabbimiz. Dönüşünüz Banadır ve yaptıklarınızın hesabını Bana
ödeyeceksiniz. Evet dönüşümüz Allah’a ise, hesabı O’na ödeyeceksek, bizi hesaba
çekecek Oysa o zaman O’nun istediği bir hayatı yaşamak zorundayız. O’na şirk
koşmadan, hiç kimseyi O’na ortak tutmadan, tüm hayatımızı O’na şükür yolunda,
O’na kulluk yolunda yaşayacağız ve sebebi varlığımız olan ana babalarımıza da
teşekkür edeceğiz. Ama şuna da çok dikkat edeceğiz:
15. “Ey İnsanoğlu! Ana baba,
seni, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya
işlerinde onlarla güzel geçin; Bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda
dönüşünüz Banadır. O zaman, yaptıklarınızı size
bildiririm.”
Eğer hakkında bilgin olmayan bir konuda
anan ve baban seni Bana şirk koşmaya zorlarlarsa, senden Bana karşı şirk
isterlerse, seni Bana ortak koşmaya mecbur ederlerse sakın o ikisine itaat etme.
Ama dünya konusunda onlarla iyi geçin. Onlara güzel muamelede bulun. Evet ana ve
baba Allah’tan sonra itaat edilecek, iyi davranılacak, Allah’tan sonra teşekkür
edilecek sahiplerimizdir. Bizim üzerimizde Allah’tan sonra en çok hak sahibi
olanlardır onlar. Onlarla iyi geçinmek, onlara itaat etmek zorundayız. Ama eğer
babamız anamız Allah’la bir çatışma içine girerler, bizden Allah’ın istemediği
bir şeyi yapmamızı isterlerse, bizi Rabbimize isyana teşvik ederlerse, bizi
Rabbimize kulluktan uzaklaştırmaya, Rabbimizle aramızı açmaya ça-lışırlarsa işte o zaman onların
istediklerine itaat hakları bitiyor.
Arkadaşlar, bu konuda, ana babaya itaat
konusunda kitabımızın önceki âyetlerinde de bilgi geçmişti. Müslüman ana
babasına Allah’ın istediği gibi davranmak zorundadır. Müslüman ana babasına
onların istedikleri gibi değil, Allah’ın istediği gibi davranmak zorundadır.
Çünkü ana baba ilimsiz olarak, vahiyden habersiz olarak çocuklarından bir şeyler
isteyebilirler. Çocuklarından Allah ve Resûlünün razı olmayacakları şeyleri
isteyebilirler. Öyleyse Müslüman sürekli ana baba karşısında Allah huzurunda
olduğunun bilinci içinde olmak ve onlarla ilişkilerinde Allah ve Resûlünü
gücendirmemeye gayret göstermek zorundadır. İşte Rabbimiz bu âyetiyle hem
evlâtları, hem de ana babaları uyarmaktadır.
Ey Müslüman evlâtlar, eğer ana
babalarınız ilimsiz olarak, Allah vahyinden, Allah bilgisinden, peygamber
bilgisinden habersiz olarak sizi Bana şirk koşmaya, sizi Bana isyana zorlayacak
olurlarsa sakın onlara itaat etmeyin. Sakın onları dinlemeyin. Ana babamız diye
sakın onların her isteklerini, her arzularını mutlak doğru zannedip, onları
yerine getirip onları putlaştırmaya kalkışmayın. Onların Benim ve elçimin
arzularına uyup uymadığını kontrol edin. Onların istekleri karşısında Benim
huzurumda olduğunuzu, onlardan önce Bana karşı sorumlu olduğunuzu, Benim onların
da, sizin de Rabbiniz olduğumu, onlardan önce Beni gücendirmemeniz gerektiğini
unutmayın.
Evet unutmamalıyız ki evlât olarak
bizler önce Rabbimize karşı sorumluyuz. Bakın âyetin devamında diyor ki Rabbimiz
dönüşünüz Banadır. Siz bilirsiniz, sonunda yaptıklarınızın hesabını Bana
ödeyeceksiniz. Sizi yoktan var eden, size sahip olduğunuz her şeyi veren Benim
ve sonunda yaşadığınız hayatınızdan hesaba çekecek olan da Benim. Yâni sizi
analarınız, babalarınız yaratmadı. Bu hayatı size onlar vermedi. Sonunda sizi
hesaba çekecek olanlar da onlar değildir. Hesabı onlara değil Bana
ödeyeceksiniz. Onların yargılarına değil Benim yargılarıma teslim olacaksınız.
O halde ana babalarınız istedi
diye sakın Beni darıltacak şeylerde onlara itaat etmeyin. Onlar sizden bir şey
istedikleri zaman önce Bana bir sorun. Ya Rabbi, Sen
bundan razımızın, değil misin? Bunu yapayım mı? Yapmayayım mı? diyerek o konuda
önce Benim onayımı alın. Eğer Ben demişsem ki evet kulum, Benim istediğim de
odur, Benim rızam da onu yapmandadır, yap onu; değilse anan baban da olsa itaat
etme onlara. Çünkü senin üzerinde onlardan önce hak sahibi Benim diyor Rabbimiz.
Öyleyse bir Müslüman olarak bizler Allah’a vereceğimiz hesabı bir tarafa bırakıp
ta, Allah’a değil de anamıza babamıza, ya da onlar
gibi diğer insanlara, topluma, güçlülere asla itaat edemeyiz. Allah’ı bırakıp ta
Onun berisindeki varlıkları asla putlaştırmayacağız.
Tabii bu âyetiyle evlâtlara bunları
söyleyen Rabbimiz ana babaları da uyarmaktadır. Nasıl? Ana baba evvela ilimle
hareket etmek zorundadır. Ana baba önce vahyi tanımak zorundadır. Ana baba
evlâtlarından isteyeceklerini Allah ve Resûlünün arzularına göre isteyecek
noktaya gelmelidirler. Ana baba ilimden habersiz, vahiyden habersiz olarak
kendilerini tanrılaştırıp Allah ve Resûlünü darıltacak şeyleri istememelidirler
evlâtlarından. Allah’a ve peygambere rağmen, Allah’ın kitabı ve Resûlünün
sünnetine rağmen ben anayım, ben babayım, ben böyle istiyorum, ben istediğim
için yapacaksın dememeliyiz. Kendimizi Allah ve Resûlünün önüne geçirip
putlaştırmamalıyız. Unutmamalıyız ki evlâtlar ve ebeveynler olarak hepimiz yarın
Allah’ın huzuruna gideceğiz. Hepimizin hesabını tutan, hepimizin hesabını
görecek olan O’dur. O’nun dışında herkesin yetkileri O’nun tarafından
belirlenmiş geçici yetkilerdir. İmtihan için verilmiş
yetkilerdir.
Ama dinin, îmanın, tevhidin, şirkin
dışında kalan dünya işlerine gelince bu konularda da onlarla iyi geçinin. Seni
dinden, îmandan çıkarıp şirke düşürmeyecek dünya konularında onlara itaat
edebilirsin. Onların gönüllerini alırsın.
Sen o zaman Bana yönelen kimsenin
yoluna tabi ol. Sonra unutmayın ki dönüşünüz Banadır, Ben size yaptıklarınızın
tamamını ve o yaptıklarınızın karşılığını haber veririm. Amellerinizin
değerlendirmesini Ben size haber vereceğim. Evet yaşadığımız bu hayatın sonunda
O’nun huzuruna gideceğiz. Sonunda O’nun değer yargısıyla karşı karşıya
kalacağız. Ve hiç birimiz O’nun değer yargısına itiraz edemeyeceğiz. Devam
ediyor Lokman (a.s) ın
tavsiyeleri:
16. “Lokman: “Ey Oğulcuğum!
İşlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya
göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu getirip meydana kor.
Doğrusu Allah Latiftir, haberdardır.”
Ey oğlum, ey oğulcağızım,
işlediğin bir amel, yaptığın bir iş bir hardal tanesi kadar bile olsa, yaptığın
o iş bir kayalığın içinde bile olsa, yahut göklerde ve yerde de olsa, en gizli,
en mahrem bir ortamda da işlemiş olsan bilesin ki Allah mutlak sûrette onu
getirecek ve değerlendirmeye alacaktır.
Evet ey oğlum, yaşadığın bu dünya
hayatında yaptığın iyiliklerin ve kötülüklerin hardal tanesi kadar bile olsa,
bunlar kayalıkların arasında gizlenmiş de olsa, göklerde ve yerde de olsa,
kimsenin muttali olmadığı bir tenhada da olsa, gecede veya gündüzde işlenmiş de
olsa kesinlikle bilesin ki Allah onları getirecek ve senin mizanına koyacak,
değerlendirmeye tabi tutacaktır.
Rabbimiz Zilzâl sûresinde de: Kim zerre kadar bir hayır işlemişse onu
görecek, kim de zerre miktarı bir şer işlemişse onun karşılığını görecektir
buyuruyordu. Öyleyse hiç bir iyiliği, hiçbir hayrı küçüktür diyerek göz ardı
etmemeliyiz. Büyük küçük her iyiliği işleyerek Allah’ın huzuruna iyiliksiz
çıkmamaya çalışmalıyız. Yine kötülükleri, günâhları küçük görerek onları
işlemekten yana, Allah’ın huzuruna kötülüklerle varmadan yana olmamalıyız. Yâni
ne bunlar küçüktür, değersizdir diye iyilikleri terk etmeden yana, ne de bunlar
küçüktür diye günâhları işlemeden yana bir tavır alalım. İyilikleri ve
kötülükleri onların büyüklüğüne küçüklüğüne göre değil onların kim adına ve kime
karşı işlendiğine bakalım, öylece tavır alalım.
Bir beşer oluşumuz hasebiyle
elbette bazen bazı kötülüklerden
uzaklaşmamız mümkün olmuyor. Ama unutmayalım ki bizi bizden daha iyi tanıyan
Rabbimiz kötülüklerin arkasından tevbeyi, dönüşü,
istiğfarı, yalvarıp yakarmayı göstermiştir bize. Yâni bilelim ki düştükten sonra
tekrar doğrulma ve Allah’a dönüş imkânına sahip kılmıştır Rabbimiz bizi. Biz
iyiliklerle, salih amellerle Rabbimize kulluk yolunda
olduğumuz sürece ufak tefek kusurlarımızı, falsolarımızı affettiğini müjdeliyor
Rabbimiz elhamdülillah.
Bilelim ki Allah Latîf ve Habîr’dir. Rabbimiz herkese, her varlığa karşı lütuf sahibi
ve herkesin, her varlığın iç dünyasına kadar bilen ve haberdar olandır.
Varlıkların en ince noktalarına kadar, kalplerinin içine kadar nüfuz eder. Yerin
derinliklerine kadar, göğün zirvelerine kadar her yere ve her şeye nüfuz eder.
Yâni Allah her şeyden haberdardır. O’nun bilgisinin dışında bir yaprak bile
düşmez, bir damla bile inmez. Allah her şeyden haberdardır, Onun bilmediği,
gözetlemediği hiçbir şey yoktur.
17. “Ey Oğulcuğum! Namaz kıl,
uygun olanı buyurup fenalığı önle, başına gelene sabret; doğrusu bunlar,
azmedilmeğe değer işlerdir.”
Ey oğulcuğum, namazı Allah’ın
istediği gibi ayağa kaldır. Sûrenin başında namazı ikame edenlere bu kitabın
hidâyet rehberi olduğunu anlatmıştı. Bakın Hakîm bir Allah’ın hikmetine muttali
olan Lokman (a.s) da burada hikmetinin gereği olarak oğluna ve bize namazın
ikamesini emrediyor. Ey oğulcuğum, namazı ikamet et. Namazı ayağa kaldır. Namazı
hayatınla özdeşleştir. Namazla hayatını düzenle. Namazla hayatın doğru orantılı
olsun. Namazsız bir hayatın olmasın.
İşte örneğimizin bize emri bu.
Biz kendimiz de namazsız bir hayatın sahibi olmamalıyız. Ve bizler de
oğullarımıza bunu emredeceğiz, bunu vasiyet edeceğiz. Kendimiz namazı ikame
ettiğimiz gibi çocuklarımızın da ikame etmelerini sağlayacağız. Onlara diyeceğiz
ki oğlum, sakın namazsız bir hayatın mahkumu olma. Kızım, sakın namazsız bir
hayatın insanı olma. Kendimiz Allah’ın istediği bir namazı ikame etmekle
birlikte, oğullarımızın kızlarımızın da namazı ikame eder olmalarını
sağlayacağız. Kesinlikle bilelim ki eğer hayatımızda namaz yoksa o hayat, hayat
değildir. Namazsız bir hayat dünyayı da ukbayı da
kaybettiren, Allah’ın gazabına ve cehenneme götüren bir hayattır bunu hiçbir
zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
Sonra marufu emret, münkeri de nehy et. İyilikleri
emredip kö-tülüklerden de
alıkoy insanları. Allah kullarını iyiliklerle karşı karşıya getir, kötülüklerden
uzaklaştır. İnsanları hayra çağır, hayra dâvet et. Hayra çağrıda bulun, hayra
dâvetiye çıkar, hayrı çağır, hayrı çağrıştır. Varlığın, hayatın hayrı
çağrıştırsın. Yâni ey oğulcuğum, seni görenler hayrı, hakkı, marufu
hatırlasınlar. Tüm hayatında marufun, iyiliğin, hakkın, tevhidin amiri olarak,
münkerin, İslâm’ın istemediği küfrün ve şirkin nehy edicisi olarak boy göster.
Evet
sürekli hayrı gündeme getiren, marufu yaşayan, marufu pratikte gösteren bir
mü’min ol. Allah’ın maruf dediği, iyilik dediği bir
hayatın kavgasına soyun. İnsanların cennet yollarını açıp, cehennem yollarına
barikatlar koy. İnsanların farkında olmadan süratle ateşe doğru sürüklendikleri
bir dünyada kollarını makas gibi açarak: Durun ey kalabalıklar! Bu yol çıkmaz
sokak! Nereye gidiyorsunuz? Bu gidişiniz sizi ateşe götürüyor! Gelin işte Allah
yolu buradadır! Gelin cennet buradadır! Cennet yolu buradadır! Felaha erenler
buradadır! Dünyada da, âhirette de başarıya ulaşanlar
buradadır! diyerek dâvetiye çıkar. İnsanların gözleri önünde güzel bir hayat
yaşa. İnsanların gözleri önünde tertemiz Müslümanca
bir hayat sergile ki onlar Allah’ın istediği güzel bir hayatın esaslarını
öğrensinler, görsünler.
Evet atamızın tavsiyesi gereği maruf
emredilecek, münker de nehy
edilecek. Maruf ve münkerle insanların hayatları
sorgulanacak. Müslümanlığımızın vazgeçilmez bir gereği olarak insanlara örfle
muamele etmekten, örfü tavsiye etmekten de vazgeçmeyeceğiz. Örf bilinen tanınan
şey demektir. Yâni örf kitap ve sünnet demektir. Kitap ve sünnet bilgisi
demektir. Yâni çevremizdeki insanlara Allah’ın kitabını Resûlünün sünnetini
ulaştırmaya çalışacağız. İnsanların dirilişi adına, insanların marufu
tanımaları, maruftan yana olmaları, münkeri tanımaları
ve ondan uzak durmaları adına her şeyimizi, malımızı, zamanımızı hattâ gerekirse
canımızı bile fedâdan çekinmeyeceğiz. İlk işimiz, ilk derdimiz bu olmamalıdır.
Okuyacağız kitabı, okuyacağız sünneti, okuduklarımızı anlayacağız,
okuduklarımızı içimize sindirecek, onlarla dolup taşacak insanlara
gideceğiz.
Tabii oğulcağızım, bunun için her
şeyden önce marufu ve münkeri bilmek zorundasın. Nelerin maruf, nelerin münker olduğunu bilmelisin ki birini emredip, ötekisini
menetme imkânın olsun. Önce bunun bilgisine sahip olman gerekir. Değilse Allah
korusun maruf diye münkeri emretmeye, münker diye marufu nehy etmeye
kalkarsın ve hata edersin.
Sana İsâbet edene de sabret. Elbette
sen insanların hayatlarına karışmaya, onlara iyilikleri emredip kötülüklerden
uzaklaştırmaya başlayınca elbette onlardan sana bit takım şeyler İsâbet edecek,
o zaman da sabret, Allah’a dayan, diren. Allah için yaşa. Allah için dirençli
ol. Allah’a kulluğundan, Müslümanca bir hayattan geri
adım atma, taviz verme. Allah’ın senden istediği hayattan tüm dünya üzerine
gelse de asla kaçmayı düşünme. Her şart altında Müslümanca kalabilmenin hesabını yap.
Doğrusu bunlar azm’il umûrdur. Yâni azmedilecek işlerdir, zor işlerdir.
Namazı Allah’ın istediği şekilde ikame, namazı tüm hayatta ayağa kaldırma,
namazın önündeki engelleri defetme, namazı hayata özdeş kılma, namazla hayatı
doğru orantılı yapma, insanların hayatına müdahale, insanlara iyiliği emretme,
marufun, îmanın, İslâm’ın, kulluğun kavgasını verme, kötülüklerin kökünü kazıma
ve bu uğurda insanlardan gelebilecek eziyet ve işkencelere sabredip, göğüs gerip
Müslümanca kalabilme bunlar gerçekten zor işlerdir.
Ama ey oğulcağızım, zorluğuna rağmen Allah için bunları gerçekleştirmen
gerekmektedir. Ve sizler, bizler ey Müslümanlar, zor da olsa bunları
gerçekleştirmek zorundayız. Allah için sabretmek, dayanmak, direnmek, dişimizi
sıkmak zorundayız.
18. “İnsanları küçümseyip yüz
çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç
kimseyi, şüphesiz ki sevmez.”
İnsanları küçük görme. İnsanlara
tepeden bakarak, onları küçümseyerek sakın onlardan yüz çevirme. Ve yeryüzünde
böbürlenerek, şımararak, gururlanarak, insanlara çalım satarak yürüme.
Kesinlikle bilesin ki Allah şımarıkları, böbürlenenleri, kendisini beğenip
insanlara tepeden bakanları asla sevmez. Bir insan kendisini nasıl büyük
görebilir? Bir insan Nasıl kendisinde ayrıcalık görerek diğer insanlara tepeden
bakabilir? Nasıl böyle kendisinde bir renk görebilir? Çünkü herkesin varlığı
bellidir. Hepimiz bir sudanız. Hangi birimiz böyle değil? Hangi birimiz
topraktan yaratılmamış? Hangi birimiz ölümlü değil? Hangi birimiz Allah
tarafından yaratılmamış? Hangi birimiz Allah’a muhtaç değil? Hangi birimizin şu
anda sahip olduklarını Allah vermedi? O zaman nasıl oluyor da mahza Allah’ın verdiği özelliklerle diğer insanlara tepeden
bakma hakkımız vardır? Allah’ın verdiği bir özelliğimizden dolayı diğer
insanları küçük görmeye hakkımız var mı?
Ey mağrur, ey şımarık insan,
farkın ne senin diğer insanlardan? Eğer ekonomik gücünse, siyasal gücünse,
askeri gücünse, kavmin kabilense, çoluk çocuğunun çokluğuysa, fizik güzelliğin,
ses güzelliğinse, bilginin çokluğuysa, makamının büyüklüğüyse bunları sen kendin
mi buldun? Bunları sana Allah vermedi mi? Bunların hepsi geçici değil mi? Bunlar
bu dünyada senin imtihan soruların değil mi? Bunlara sahip olmayanlara Allah
vermemiş değil mi? Sen sana imtihanın için verilmiş bu sahip olduklarınla
Allah’a kulluğa yönelirsen o zaman kazanacaksın. Değilse hakkın olmayan bu
gururunla, bu kibrinle Allah’ın kullarına tepeden bakmaya, Allah’a isyanda
kullanmaya kalkışırsan, onlara hava atmaya kalkışırsan kaybediyorsun demektir.
Bu sahip olduklarına kendinin
ulaştığını zannetme. Bu elindekilerin ebedî olduğunu, bir gün elinden
alınmayacağını sanma. Allah’ın bu âyetlerinden habersiz yaşayan, Allah’ın bu
değer yargılarından haberi olmayan şu dünya insanlığının gözünde fevkalade bir
değerin olabilir. Ama unutma ki ölümle birlikte bu değer yargıları bitecek ve
Allah’ın değer yargılarıyla karşı karşıya kalacaksın. Yarın bu servetin
kalmayacak. Yarın bu makamın bitecek. Yarın ellerin tutmayacak, gözlerin görmez
olacak. Yarın abdestini bile tutamaz hale geleceksin.
Yarın bu alkışlar bitecek. Yarın bu şöhret son bulacak. Derbeder bir şekilde
dünyada dolaşmak zorunda kalacaksın. Unutulacaksın. Kimse sana değer vermeyecek.
Kimse sana çiçek atmayacak. Kimse senin karşında secdeye kapanmayacak.
Öyleyse ne oluyor sana?
Geleceğini unuttun mu ki şu anda sahip olduklarınla Allah’a kafa tutmaya,
kullarına tepeden bakmaya çalışıyorsun? Yarın üzerinde mağrur dolaştığın bu
toprağın altına gireceksin ve insanlar seni eze, eze, çiğneye, çiğneye üzerinde
gezecekler. Ve şimdi gururla çalım atan sen hiçbir şey yapamayacaksın. Şu anda
seni alkışlayanlar, senin önünde eğilenler, seni şımartanlar yarın unutacaklar
seni. Kimin bitmemiş ki bu dünyada güç ve kuvveti? Kim ebedî kalabilmiş bu
dünyada? Firavunlar mı? Karunlar mı? Nemrutlar mı?
Öyleyse yeryüzünde, Allah’ın arzında
büyüklenerek, kibirlenerek yürümeyelim inşallah. Kimimiz malıyla, kimimiz
makamıyla, kimimiz siyasal gücüyle, kimimiz askeri gücüyle, kimimiz bilgisiyle,
kimimiz saltanatıyla insanlara çalım satmayalım. Kendimizde bir renk gör-meyelim. Hepimiz kul olduğumuzu, aciz ve ölümlü varlıklar
olduğumuzu unutmayalım. Doğduğumuz günü unutmayalım. Düşünün doğduğunuz gün hiç
bir şeyimiz yoktu. Kendimize ait bir evimiz olmadığı gibi, baba evinde bize ait
bir odamız bile yoktu. Bilgimiz yoktu, imkânımız yoktu, fırsatımız yoktu,
aklımız yoktu, gücümüz, kuvvetimiz hiçbir şeyimiz yoktu. Tüm bu sahip
olduklarımızı bize Allah verdi. O yokluk günlerimizi unutmayalım. Ve bir de
önümüzde gelecek güçsüz ve kuvvetsiz günlerimizi bir an bile gözümüzün önünden
eksik etmeyelim. Geçmişimizi ve geleceğimizi düşünelim de insanlara karşı mağrur
olmayalım. Bir gün başımıza bir kıyametin kopacağı şuuru içinde Allah’a karşı
mağrur olmayalım inşallah. Unutmayalım ki ölüm bize her şeyden daha yakındır.
Bir nefes kadar ölüm bize yakındır.
19. “Yürüyüşünde tabii ol; sesini
kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin
sesidir.”
Yürüyüşünde tabii ol, sesini de
kıs, sesini alçalt. Yüksek sesle, bağırıp çağırarak insanları incitme, kalpleri
kırma, insanları rencide etme, kimseyi rahatsız etme, kimseyi üzme. Evet
yürüyüşe dikkat. Ne haşin, sert, yeri çökertecek gibi azametli, kibirli yürü, ne
de bitkin, miskin yürü. İkisi arasında böyle orta halli, mütevazı bir şekilde
yürü ve sesini de konuşurken kıs. İnsanlara zorbalar gibi bağırıp çağırma.
Herkesi kırıp dökme. Çünkü seslerin en kötüsü, seslerin en çirkini bağırıp
çağıran eşeklerin sesidir.
Evet ses tonunu insanları
rahatsız edecek bir biçimde, iğrenç bir şekilde ortaya koyma. Her an Allah
huzurunda olduğunu unutma. Hayatın Allah yolunda olsun, Allah için, Allah’a
lâyık olsun. Konuşman Allah’ın âyetleriyle olsun, peygamberin sözleriyle olsun,
ağzından âyetler ve hadisler dökülsün. İnsanlar senden en çok âyet ve hadis
duysunlar. Düşüncen, dünyan Allah’a kullukla şekillensin. Böylece dünyan da
güzel olsun âhiretin de güzel olsun inşallah diyor
Lokman (a.s).
20. “Allah'ın göklerde olanları
da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nîmetlerini açık ve gizli
olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiç
bir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir Kitap bulunmadan
tartışanlar vardır.”
Bakmaz mısınız? Görmez misiniz?
Görmediniz mi? Göklerde ve yerlerde olanların tamamını Allah sizin emrinize
verdi. Her şeyi size Mûsâhhar kıldı Rabbiniz. Evet
görmüyor musunuz ki Allah göklerde ve yerde olanların tümünü sizin için yarattı.
Hepsini sizin hizmetinize sundu. Ve tüm nîmetlerini de size açık ve gizli olarak
bolca sundu, ulaştırdı. İşte gözünüzün önünde saymaya kalkışsanız sayıp
tüketemeyeceğiniz, aklınıza hayalinize gelmeyecek miktarda Allah nî-metlerini size sunmuştur. Şu anda görüneniyle
görünmeyeniyle, bilineniyle bilinmeyeniyle tüm göklerde ve yerdeki nîmetler
O’nun size lütfudur. Vahiy, kitap, suhuflar, hidâyet, bilgi, peygamber, bunları anlayacak kalp,
göz, kulak hepsi birer Allah nîmetidir bize.
Varlık, hayat, yeme, içme, giyim,
kuşam, hava, su, güneş, oksijen, gök, ay, yıldızlar, bulutlar, gece, gündüz,
göz, kulak, ağız, el, ayak hepsi Rabbimizin nîmetleridir. Bu hayatın devamını
sağlayacak rızklar, yiyecekler, elmalar, armutlar tüm bu zâhir ve batın
nîmetlerini sizin üzerinize yaydığını, saçtığını, yağdırdığını görmüyor musunuz?
Tüm bu nîmetleri size lütfeden
Rabbinizi niye tanımaya ya-naşmıyorsunuz? Niye tüm bu nîmetlerin vericisi olan
Rabbinizin sizin adınıza gönderdiği hayat programı olan kitabıyla
ilgilenmiyorsunuz? Niye bu nîmetlerin sahibine teşekkür etmiyorsunuz? Niye tüm
bu nîmetleri Ona kullukta kullanmıyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz bunu? Bu
nîmetleri veren kim? Allah. O zaman kulluk kimin hakkı? Sadece O’na, başkalarına
değil. Minnet, şükür, hamd, kulluk sadece bu
nîmetlerin sahibine, başkalarına değil. Bunu anlamıyor musunuz? Hal
böyleyken:
İnsanlardan öyleleri de vardır ki
bilgileri olmadan, cahilce hidâyetten de habersiz oldukları halde, aydınlatıcı
bir kitap bilgisine de sahip olmadan, bir kitaba da dayanmadan Allah konusunda
tartışmaya giriyorlar. Allah hakkında, Allah’ın zatı hakkında, Allah’ın
sıfatları hakkında, Allah’ın fiilleri hakkında, Allah’ın yetkileri, ulûhiyeti ve rubû-biyeti hakkında, Allah’ın hayata karışması hakkında,
Allah’ın vahiy göndermesi hakkında, Allah’ın dini hakkında, Allah’ın kitabı
hakkında, Allah’ın istediği hayat programı hakkında, Allah’ın elçilerinin konumu
hakkında, dünyanın değerlendirilmesi hakkında, âhiret
hakkında, ekonomi hakkında, hukuk hakkında, aile hakkında, kadın hakkında,
sosyal hayat hakkında ellerinde hiç bir bilgi olmadığı halde, hidâyeti
tanımadıkları halde ve de hiçbir kitaba dayanmadıkları halde cahilce
tartışmalara giriyorlar. Evet tartışırlarken aydınlatıcı, ellerinde yol
gösterici bir kitap olmadığı halde zırvalara dalıyorlar.
Bana göre, bize göre Allah böyle
olmalıdır. Bize göre kitap şöyle olmalıdır. Bize göre din şöyle olmalıdır,
peygamberin fonksiyonu böyle olmalıdır. Yâni şimdi bu insanlar Allah hakkında,
Allah’ın dini hakkında, kitabı, peygamberi hakkında, hayat problemleri hakkında
böyle bir yargıya nasıl gidebiliyorlar? Tüm bu gaybî
konularda konuşabilmek için bir ilme, bir Allah bilgisine, bir kitap ve
peygamber bilgisine sahip olmak gerekmiyor mu? Hidâyet gerekmiyor mu?
Aydınlatıcı, yol gösterici bir kitap gerekmiyor mu? İlim Allah’tan gelenler ve
Resullerinin bize aktardıklarıdır. Hidâyet rehberi yine bu kitap ve onun pratiği
olan Rasulullah efendimizin sünnetidir. Aydınlatıcı
kitap da Kur’an’dır.
O halde şimdi birileri ki bunlar
Müslüman da olabilir, kâfir de olabilir. Evet birileri Allah’ın kendilerine
verdiği geçici bir dünya yetkilerine sahip olarak Allah’ı, Allah’ın dinini,
Allah’ın kitabını ve peygamberini yorumlamaya kimsenin hakkı da salahiyeti de
yoktur. Kitabın ve peygamberin değerlendirmesine ters düşecek bir biçimde hiç
kimsenin benim inancıma göre Allah böyle olmalı, peygamber böyle olmalı, din
böyle olmalı, hayat böyle olmalı, ekonomi böyle olmalı, kılık kıyafet böyle
olmalı, siyaset böyle olmalı deme hakkı yoktur. Ancak İslâm’a göre bu böyle
olmalı deme hakkı vardır.
Adamlar aslında kendi düşüncelerini,
kendi felsefelerini ortaya koymaktadırlar. Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın
kitabını tanımlarken, dünyayı, hayatı, âhireti
tanımlarken aslında adamlar kendi hayat felsefelerini ortaya koymaktadırlar.
Bana göre Allah böyledir. Bana göre Allah hayata karışmamalıdır. Bana göre Allah
böyle olmalıdır. Bana göre din böyledir. Bana göre hayat böyledir. Bana göre
kulluk böyledir. Bana göre tesettür böyledir. Bana göre ekonomi böyledir. Bana
göre hukuk böyledir. Bana göre nikâh böyledir. Bana göre miras böyledir. Bana
göre sosyal ve siyasal hayat böyledir diyenlerin tamamı yanlıştadır ve zulüm
içindedir. Allah’ı tanımayan, Allah’ın kitabını bilmeyen, Allah’ın dinini,
Allah’ın istediklerini bilmeyen insanların hiçbir zaman bu konularda konuşma
hakları yoktur. Ancak Allah’ı, Allah’ın kitabını, Allah’ın dinini, Allah’ın
isteklerini tanıyan ve Allah böyle buyuruyor, Allah böyle istiyor diyenlerin
dediklerini kabul ederiz.
Hidâyete sahip, kitap ve sünnet
bilgisine sahip olup bu hidâyete uygun söyleyenleri dinleriz. Aydınlatıcı bir
kitaba, Tevrat’a, Zebur’a, İncil’e ve Kur’an’a
dayanarak konuşanları, bak Allah kendisini böyle tanıtmış, dinini böyle
tanıtmış, kitabını, peygamberini, hayatı, âhireti,
nikâhı, ekonomiyi, hukuku, eğitimi, haramı, helâli, kadını, erkeği böyle
tanıtmış diyenleri dinleriz. Değilse hiç bir bilgiye dayanmadan, olmayan bir
hidâyetle Allah hakkında, dini hakkında işkembelerinden attıklarını asla
dinlemeyiz.
Yine kitabı ve sünneti tanıyıp ta ama
çevresindeki egemenlere, güçlülere yamulan, Allah’ın dinini onlar lehine yamultanların dediklerini de dinlemeyiz. Din tahrifçilerini
de dinlemeyiz. İnsanlara yanlış bir din anlatanlar, insanları saptırmaya
yönelenler yeryüzünde zâlimlerin, hainlerin en büyüğüdür. Ve insanlar da eğer
dinlerini kitaplarından ve peygamberlerinde değil de, dinlerini dinlerinin temel
kaynaklarından değil de böyle olur almaz hainlerden öğrenmeye kalkışırlarsa
onlar da bu işin vebalini çok ağır ödeyeceklerdir.
Çünkü bu dinin Rabbi Allah’tır,
bu dinin kitabı Kur’an’dır, bu dinin peygamberi
Muhammed (a.s)’dır. Bu dini öğrenmenin başka da bir kaynağı yoktur. Bu din
hakkında söz söyleyecek olanlar da, bu din hakkında bilgiye ulaşmak isteyenler
de bunu hiçbir zaman hatırlarından çıkarmamalıdırlar.
21. “Onlara, “Allah'ın
indirdiğine uyun” denince: “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız”
derler. Ya şeytan, babalarını alevli ateşin azabına
çağırmışsa.”
Evet onlara dense ki haydi
Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına, Allah’ın indirdiğine tabi olun. Derler ki
biz bilâkis atalarımızı neyin üzerinde bulmuşsak ona tabi olur, ona uyarız.
Atalarımızın dini, atalarımızın yolu neyse biz ancak ona tabi oluruz derler.
Evet işte bilmedikleri halde konuşanların durumları budur. Onların bu
tavırlarına karşılık, bu kör taklitlerine karşılık Rabbimiz buyurur
ki:
Ya şeytan
onları cehenneme çağırıyorsa? Yâni şeytan onları böyle düşünerek, böyle yaparak
cehennem ateşine çağırıyorsa da mı onlar babalarının yoluna gidecekler?
Kitabımızın başka âyetlerinde şöyle de denir: Yâni o bilgisizce yoluna
gittikleri ataları yanlış yoldalar ise de mi onların yolunu takip edecekler?
Yâni geçmişten bize intikal etmiş bir anlayış olabilir. Atalarımızdan gelen bir
din, bir hayat programı olabilir. Ama bir de Allah’ın kitabının, bu kitabının
pratik örneği Rasulullah efendimizin ortaya koyduğu
bir din vardır. Bu durumda bize düşen başkalarını bir kenara bırakıp Allah’ın
kitabına ve Resûlünün sünnetine itaat etmektir. Kitabın ve sünnetin ortaya
koyduğu bir dine karşı, bir düşünceye, bir amele karşı, bir hayat anlayışına,
bir değer yargısına karşı asla atalarımızın anlayışını öne sürmeyeceğiz. Kitabın
ve peygamberin ortaya koyduğu bir gerçek karşısında biz atalarımızdan böyle
gördük, biz onların yoluna uyarız demek Allah korusun şeytanın saptırdığı bir
yola girmek demektir. Unutmayalım ki Şeytanın ayarttığı insanları ancak cehennem
ateşine, kendi ebedî azap mahalline götürür. Şeytanın dâvetiyesine icabet
edenlerin gideceği yer cehennemden başka bir yer değildir.
Evet bu adamların Allah’ın dinini
bırakıp ta atalarımız diye yollarına düştükleri kimseler de tamamen kendi hevâ ve heveslerine uygun olan atalarıdır. Yâni niye Adem
(a.s) değil de ataları? Niye Nuh (a.s), niye İbrahim (a.s), Niye Muhammed (a.s)
değil de başkaları? Onlar ata değil mi? Niye onların yoluna tabi olmuyorlar da
kendileri gibi atalar arıyorlar kendilerine? Sapıklık istiyorlar da ondan. Veya
işte şu andaki babalar var ya. Kurtar baba, mafya
baba, hukuk balaları, ekonomi babaları, para babaları, siyaset babaları, tevbe babaları, himmet babaları. Kitap ve sünnete karşı bu
babalarını öne sürüyorlar, biz ancak onları dinleriz diyorlar. Bu işi en iyi
onlar bilir diyorlar. Evet dini kendisine göre şekillendirmeyi düşünen insanlar
kendilerine göre böyle deliller de bulabiliyorlar. İşte bunlar kaybetmişlerdir.
Peki kazananlar kimlerdir?
22. “İyilik yaparak kendini
Allah'a veren kimse, şüphesiz en sağlam kulpa sarılmış olur. İşlerin sonucu
Allah'a aittir.”
Kim ki muhsin olarak yüzünü Allah’a teslim ederse. Kim ki muhsin olarak yönünü Allah’a dönerse. Kim ki tüm yönünü, tüm
hayatını, varlığını, gecesini, gündüzünü, ömrünü, ailesini, çocuklarını muhsin olarak Allah’a teslim ederse. Allah’ı
görüyormuşçasına kim Allah’a kulluğa yönelirse. Kim Allah’ın kendisini her an
gördüğü, her an kontrol ettiği bilinci içinde bir hayat yaşamaya koşarsa,
Müslüman-ca bir hayata yönelirse o kimse güzel bir
kulpa, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmış, güzel bir ipe tutunmuş
demektir. Allah’ın yeryüzüne indirdiği bir hidâyete yapışmış demektir. Bakarada
da kim Allah dışındaki azgınları reddeder, Allah berisinde egemenlik iddiasında
bulunan sahte tanrıları reddeder ve sadece Allah’a kulluğa yönelirse o kopması
olmayan sağlam bir kulpa yapışmış, yâni Allah’ın dinine, İslâm’a tutunmuş
demektir deniyordu.
Evet Rabbimiz bizden tüm varlığımızla
kendisine yönelmemizi istiyor. Tüm hayatımızla kendisine teslim olacağız. Muhsin
olacağız ki sağlam bir kulpa yapışmış olalım. Zaten işlerin âkıbeti, işlerin
sonucu Allah’a döndürülecektir. Sonunda herkes Allah’a döndürülecek ve hesabı
Allah’a verecektir.
. “Ey Muhammed! İnkâr edenin
inkârcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bizedir; o zaman, yaptıklarını
kendilerine haber veririz. Allah, kalplerde olanı şüphesiz
bilir.”
Kim de küfrederse, Allah’ı,
Allah’ın kitabını, Allah’ın dinini, Allah’ın elçisini örter, örtbas ederse sakın
ha peygamberim onun küfrü seni üzmesin. Küfredenin küfrüne üzülmeyin. Allah’ın
Resûlü insanların hidâyetine, insanların îman etmelerine o kadar haristi ki,
onların küfrü tercih edip, Allah’ın kitabını, Allah’ın vahyini, hidâyeti örtüp
bir hayat yaşamalarına o kadar üzülüyordu ki âdeta cehenneme giden insanları
gördükçe kendisini harap ediyordu. Üzüntüsünden yemeyi içmeyi terk ediyor,
kendisini ihmal ediyor, kendisini parçalayacak duruma geliyordu. Kendisinin bu
insanlar tarafından yalanlanmasından daha çok onların cehenneme gidişi üzüyordu
Rasulullah efendimizi. Niye bu insanlar îman
etmiyorlar? Niye bu insanlar ateşe doğru gidiyorlar? Niye bu insanlar cehenneme
dayanıklılık gösterisinde bulunuyorlar? Niye bu insanlar kendilerine yazık
ediyorlar? diye kendi kendini yiyip bitirecek duruma geliyordu.
Elbette onun yolunun yolcusu
olarak bizim de ilk üzüntümüz, ilk derdimiz bu olmalıdır. Biz de şu anda
çevremizde, akrabalarımız içinde farkında olmadan cehenneme doğru giden
insanları gördükçe yerimizde duramaz hale gelmeliyiz. Etrafımızda dünyacı
kesilmiş, dünyayı kıble edinmiş, Allah’ı, Allah’ın kitabını örtmüş, vahiyle
ilgisini kesmiş kimi görürsek ilk işimiz, tek işimiz onu uyarmak, onun ateşe
gidişini değiştirmek olmalıdır. Bu tür insanların hidâyeti için üzülmeliyiz,
sıkıntılanmalı ve çabalamalıyız. Bir tek insanın
hidâyeti için gerekirse her şeyimizi fedâya hazır olmalıyız.
Anlatacak mıyız? Duyuracak mıyız?
Sevdirecek miyiz? Evlerine, dükkanlarına mı gideceğiz? Para mı vereceğiz? Satın
mı alacağız? Ne yapmamız gerekiyorsa yapmak zorundayız. Cennete gidiş varken,
Müslümanca bir hayat yaşamak varken niye bu
akrabalarımız cehenneme gidiyorlar? diye üzülmeliyiz, bunu kendimize dert
edinmeli ve çareler araştırmalıyız, fırsatlar
kollamalıyız.
Ama tabii bu çabamız bizi kendimizi
helâk etmeye de götürmemeli. İşte Rabbimiz buyuruyor ki onların küfrü sizi
mahzun da etmesin. Siz size düşeni yaptıktan sonra da bilesiniz ki onların küfrü
size bir zarar vermeyecektir. Tutup zorla bu adamların kalbine İslâm’ı, îmanı
sokma imkânınız, yetkiniz yoktur, bu benim işimdir diyor Rab-bimiz. İşte görüyoruz süratlice cehenneme gidiyorlar,
anlatıyoruz din-lemiyorlar, uyarıyoruz yanaşmıyorlar.
Onların dönüşleri Bizedir. Onların
dünyada yapıp ettiklerini Biz onlara haber vereceğiz. Allah göğüslerde,
sadırlarda olanları bile bilmektedir. Yaptıklarımızı, işlediklerimizi bildiği
gibi, amele dönüştürmeyip kalplerimizde taşıdığımız niyetlerimizi,
düşüncelerimizi de bilmektedir Rabbimiz. Öyleyse dileyen îman etsin, dileyen de
küfretsin. Sonucuna kendisi katlanmak kayd-u şartıyla
dileyen dilediğini tercih etsin. Kâfir olanlar da asla sizi üzmesin diyerek
böylece peygamberine ve onun şahsında kıyamete kadar hepimize bir tesellide
bulunur Rabbimiz. Öyleyse bir Müslüman olarak bize düşen kendimiz Müs-lümanca bir hayat yaşamanın ve
çevremizdeki insanları da Müslümanlaştırmanın kavgasını vereceğiz. Bu ikisini
birlikte götüreceğiz Allah’ın izniyle.
24. “Onları az bir süre geçindiririz, sonra da ağır bir azaba
sürükleriz.”
Evet o kâfirler seni üzmesin,
çünkü Biz onlara dünyada az biraz nîmet veririz, az biraz faydalandırırız
onları. İmkân veririz, fırsat veririz, haydi biraz yaşayın bakalım deriz. Evet
kâfirlere az bir şeyler veririz diyor Rabbimiz. Halbuki bakıyoruz ki
Müslümanlara verdiğinin fazlasını vermiş onlara. Meselâ şu anda onların
ellerindekileri baygın baygın seyreden Müslümanlara
sorsanız bu dünyada en büyük nîmeti Allah kimlere vermiş diye, herkes diyecek ki
kâfirlere vermiş. Vah za-vallı Müslümanlar vah. Vah vahiyden habersiz hayatı
değerlendiren, Allah’ın değer yargılarını tanımadan hüküm veren Müslümanlar vah.
O kadar derbeder bir durumdalar ki, anlayışları basiretten, Furkân-dan o kadar kıtlaştı ki, o kadar kısırlaştı ki
nîmetlerin bu dünyada en fazlasının kâfirlere verildiğini söyleyecek kadar
ahmaklaştı.
İşte Müslümanların sözleri böyle
derbederce. Kafada nîmet olarak sadece para olunca, mal mülk olunca elbette
böyle konuşacaklar, böyle değerlendirecekler. Nîmet deyince sadece ekonomi,
sadece güç kuvvet olunca bu da kâfirlerde olunca Müslümanlar elbette böyle
düşünecekler, böyle inanacaklar, başkası da beklenemez
onlardan.
Behey zavallı adam, hiç düşünmüyor
musun? Allah sana îman verdi, Allah sana hidâyet verdi, Allah sana kitap verdi,
peygamber verdi, namaz verdi, oruç verdi, iffet verdi, haya verdi, temizlik
verdi, âhiret inancı verdi, hayatı değerlendirme
bilgisi verdi, cennete gitme yolu verdi, ateşten kurtulma yöntemi verdi. Bu
nîmetlerden daha büyük nîmet olur mu? Niçin Allah’ın sana verdiği bu nîmetleri
görmez-likten geliyorsun? Yoksa bu nîmetler karın
doyurmuyor, para getirmi-yor mu diyorsun? Allah’tan
kork, kuldan utan. Bu nîmetler sana dünyada da âhirette de en büyük haseneyi
kazandıracak. Bir Müslümana sorsak, acaba bir vakit
namazına tüm dünyanın altın ve gümüşlerini değiştirebilir mi? Bir günlük orucuna
dünyayı değiştirebilir mi? Size verilen mi fazla, yoksa kâfirlere verilenler mi
fazla Allah aşkına bir düşünün. Hayır hayır onlara
verilen çok azdır. Tüm dünyayı bir tek kâfire verse bile âhiretin yanında çok azdır.
Çünkü bütün bunlar bir gün bitecek ve
âhirete hiçbir şey intikal etmeyecektir. Öyleyse
Allah’ın bunca nîmetlerine karşı bu nankörlüklerimiz niye? Utanmıyor muyuz
Allah’tan? Yarın onlar dünya kadar altın ve gümüşe sahip olsalar ve tamamını
verseler cehennemden kurtulamayacaklar. Öyleyse niye imreniyorsunuz bu
kâfirlerin elindekilere? Bir Müslüman yarım hurmayla bile cenneti
kazanabilecekken söyleyin şimdi bakalım yarım ekmekle siz mi zenginsiniz? Yoksa
tüm dünyaya sahip olsalar bile bu kâfirler mi zengin? Aklınız yok mu sizin?
Nasıl böyle bir değerlendirmeye gidebiliyorsunuz?
Yâni iki dünyası bile olsa yarın
kâfir cehennemden kurtulamayacakken senin namazın, senin orucun, senin îmanın,
senin teslimiyetin, senin iffetin seni cennete götürecek. Şu anda dünyanın en
zengin, en mutlu insanı sensin. Niye bundan habersizsin? Dünyada kâfirler kadar
derbeder, kâfirler kadar fakir, onlar kadar zavallı yoktur. Niye bunu anlamaya
yanaşmıyorsun? Onlara acı da hem kendinin hem de onların cenneti için geceni
gündüzünü fedâya hazır ol. Sen bırakmışsın onları İslâm’a dâveti de onların
karşısında ezim, ezim eziliyorsun. Onlar karşısında izzet ve şerefini kaybetmiş,
onlar gibi olmanın, onlar gibi yaşamanın kavgasını veriyorken onların gözünde de
küçüldükçe küçülüyorsun. Böylece hem kendine hem de onlara zulmetmiş oluyorsun.
Zavallı Müslüman, iyi düşün, sen ona değil o sana imrensin. Sen onun hayatına
değil, o senin hayatına yönelsin. Sen önde ol da, sen cennete doğru giderken o
seni örnek alıp arkandan gelsin.
Evet onlara bu dünyada az biraz bir
şeyler veririz de sonra:
Onları galiz bir azaba, ağır bir azaba
yuvarlayıveririz, mahkum ediveririz. Evet Rabbimiz kendi yolunda olanlara güzel
bir hedef, kendi yolunun dışında hareket edenlere de ağır bir azapla dünyadaki
mal, mülk ve saltanatın bitişini haber veriyor. İşte yaşadığımız hayatın en
güzel bir biçimde sorgulanması da bizlere en büyük nîmetlerden birisidir. Bu
âyetleriyle Rabbimiz bizi uyarmasaydı durumumuz gerçekten çok kötü olurdu.
25,26. “Andolsun ki onlara: “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye
sorsan, “Allah’tır” derler. De ki: “Hamd Al-lah'a mahsustur”, ama çoğu bilmezler. Göklerde ve yerde
olanlar Allah'ındır. Şüphesiz Allah müstağnîdir, övülmeğe
lâyıktır.”
Evet onlara gökleri ve yeri kim
yarattı? diye sorsan, muhakkak derler ki, diyecekler ki Allah. Öyleyse de ki
elhamdülillah. Elhamdülillah ki herkes bunu itiraf ediyor. Elhamdülillah ki tüm
dünya göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı itiraf ediyor. Hiç kimse
Allah’ın dışında bir yaratıcının olduğunu söyleyemeyecektir. Elhamdülillah ki
doğru bir dindeyiz. Elhamdülillah ki böyle göklerin ve yerin yaratıcısına kulluk
etmekteyiz. Çünkü hamd, övgü, kulluk, yüceltme
göklerin ve yerin yaratıcısının hakkıdır. Ama bilâkis onların pek çoğu bu
gerçeği bilmiyorlar.
Yâni gökleri ve yeri yaratana
hamd edilmesi, sadece O’na kulluk edilmesi gerektiğini
bilmiyorlar. Göklerin ve yerin yaratıcısını biliyorlar da O’na nasıl kulluk
edileceğini bilmiyorlar. O’na nasıl hamd edilecek? O
nasıl övülecek? Nasıl yüceltilecek? insanların pek çoğu bunu bilmiyorlar.
Halbuki göklerin ve yerin yaratıcısını bildikten sonra O’nun istediği bir hayatı
yaşamaları gerektiğini de bilmelilerdi. Yaratan O olduğu gibi yaratıklarının
kulluk programını belirleme yetkisine sahip olan da O’nun olduğunu, O’nun
dışında hiç kimseye minnet borçlarının, kulluk borçlarının olmadığını da
anlamalıydılar.
Evet göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ındır. Demek ki Rabbimizin yarattığı varlıkları üzerindeki saltanatı devam
ediyor. Kullarını yaratıp kendi hallerine terk etmemiştir. Yaratan da O, sahip
ve Mâlik olan da O. O Allah Hamîd’dir, övülmeye lâyık
olan da sadece O’dur ve aynı zamanda Ğanî’dir de O
Allah. Yâni kimsenin kulluğuna ihtiyacı olmayandır.
27. “Eğer yeryüzündeki ağaçlar
kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup
yazılsa yine de Allah'ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür,
Hakimdir.”
İşte Hakîm olan, Alîm olan
Rabbimizin ilmiyle karşı karşıyayız. Bakın Rabbimiz kendi bilgisinin
sonsuzluğunu, azametini, yüceliğini şöyle vasıf ediyor. Eğer yeryüzündeki tüm
ağaçlar kalem olsa, eğer denizlere de onların arkasından yedi deniz daha
katılarak hepsi mürekkep olsa, Allah’ın kelimeleri bitmez. Allahu Ekber, Allahu Ekber. Evet yeryüzündeki
bütün ağaçlar kalem olsa, şu andaki denizler ve onların yedi misli daha yedek
mürekkep olsa denizler biter, ağaçlar biter, kalemler biter ama Allah’ın
kelimeleri, Allah’ın kelâmı, Allah’ın bilgisi, Allah’ın yasaları bitmez.
Allah’ın ilmi bitmez. Allah’ın ilmine bir nihâyet yoktur. Allah Azîzdir, Allah
Hakîmdir. Elhamdü lillah ki
böyle Alîm olan bir Rabbin bilgisiyle bilgileniyoruz, böyle Hakim olan bir
Rabbin hikmetiyle hikmetleniyoruz. Bundan daha büyük
bir şeref olabilir mi?
Bakın bu âyetin bir benzeri de Kehf sûresindeydi:
“De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için
denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden
denizler tükenirdi.”
(Kehf
109)
Evet Rabbimin sözleri, Rabbimin
kelimeleri, Rabbimin ilmi ve hikmeti sonsuzdur sınırsızdır. Denizlerse
sınırlıdır. Sınırlı olan tükenmeye mahkum olan bir şeye yine onun gibi sınırlı
ve tükenmeye mahkum olan bir şey eklense de yine sınırsız olanın yanında
tükenmeye mahkumdur. İşte Allah’ın kelimeleri, Allah’ın âyetleri, Allah’ın
bilgisi ve hikmeti böyledir. Peki durum böyle olunca bu insanlar nasıl oluyor da
Allah’ın hikmet dolu bu kitabından yüz çeviriyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar
Allah’ın velâyeti altına, Allah’ın dini altına girmiyorlar da kendileri gibi
aciz varlıkların velâyetleri altına girmeye çalışıyorlar? Nasıl oluyor da
hikmeti ve bilgisi sonsuz olan Allah’ın göndermiş olduğu bu kitaptan
bilgilenmeye yanaşmıyorlar da başka şeylerden bilgilenmeye çalışıyorlar?
Gerçekten bunu anlamak mümkün değildir. Yâni insanlar nasıl oluyor da bu kitaba
karşı kayıtsız kalabiliyorlar? Nasıl oluyor da bu kitaptan habersiz bir hayat
yaşayabiliyorlar?
Evet bilgisi sonsuz olan, bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan Rabbimiz biz kullarına kendi bilgisinden
birazını aktarmış. Hz. Adem atamızdan başlayarak sahifeler, kitaplar göndererek bizi kendi bilgisiyle
şereflendirmiştir. Ama bu bize bildirdikleri kendi bilgisine nispetle çok azdır.
Böyle bir Allah’ın kitabıyla bilgilenmekten daha şerefli ne olabilir yeryüzünde?
Ama bakıyoruz ki insanlar böyle bir Allah’tan bilgilenmekten, böyle bir Allah’a
güvenmekten uzaklaşıyorlar da kendi bilgilerine, kendileri gibilerin bilgilerine
güveniyorlar. Ne kadar zavallı bir düşünce değil mi?
O zaman şimdi soralım kendimize,
soralım tüm insanlığa: Acaba böyle bir bilginin sahibi olan Allah bilgisiyle
bilgilenen, vahiy bilgisiyle bilgilenen bir müslüman
mı daha âlim, yoksa Allah bilgisine hayır diyen ve kendi bilgisine güvenen
zavallı kâfir mi daha âlim? Söyleyin. Müslümanlar âlimdir, kâfirler de
yeryüzünün en cahil zavallılarıdır.
28. “Ey insanlar! Sizin
yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar dirilmesi
gibidir. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.”
Evet sizin var edilişiniz, sizin
yaratılışınız bir tek nefsin, bir tek insanın yaratılışı gibidir. Sizin
topunuzun yaratılışı bir tek kişinin yaratılışı gibi kolaydır Allah’a. Allah
için birle milyonun, milyarın bir farkı yoktur. Ha Adem (a.s) dan kıyamete kadar
yaratılacak insanların yaratılışı, meleklerin, cinlerin ve diğer tüm mahlukâtın
yaratılışı, ha bir tek insanın yaratılışı. Allah için bunun bir farkı yoktur.
Tüm kâinâtın, tüm varlıkların yaratılışı Allah için bir tek varlığın yaratılışı
gibidir. Yaratılışınız da dirilişiniz de öyledir. Muhakkak ki Allah işitendir,
görendir. Allah her şeye hakimdir mâliktir. Ölüşlerinizden sonraki
dirilişleriniz de asla O’na zor gelmeyecektir.
29. “Allah'ın geceyi gündüze ve
gündüzü geceye kattığını, her biri belirli süreye kadar hareket edecek olan
güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu; Allah'ın yaptıklarınızdan haberdar
olduğunu bilmez misin?”
Eğer anlayamadıysanız, isterseniz
bir bakın. Bilmez misiniz ki Allah gözlerinizin önünde geceyi gündüze, gündüzü
de geceye katıyor. Güneşi ve ayı da emrine Mûsâhhar
kıldı. Evet gece ve gündüz yaratıldıkları günden beri bir saniye şaşmadan devam
ediyor. Allah’tan başka hiç kimsenin, hiçbirinizin onlara müdahale hakkı da
yoktur. Rabbinizin bu gece gündüz yasasına teslim olmaktan başka çareniz de
yoktur. İşte şu anda gecedeyiz, haydi getirin bakalım gücünüz yetiyorsa gündüzü.
Mümkün değildir bu. Allah’ın yasasına tabi olmaktan başka bir seçeneğimiz
yoktur. İşimiz var gündüz bitmesin demeye kimsenin hakkı da gücü de yoktur.
Uykumuz var gece bitmesin demeye hakkımız da gücümüz de
yoktur.
İşte Allah’ın mutlak egemenliğini,
büyük irade sahibinin, ilminin, hikmetinin sınırı olmayan Allah’ın zaman ve
mekân üzerindeki mutlak tasarrufunu burada da görüyoruz. Evet O Allah geceyi
gündüze, gündüzü de geceye katar. Arkadaşlar gece ve gündüz Allah’ın iki
âyetidir. Gecenin ve gündüzün meydana gelişine ve peş peşe işleyişine bir dikkat
edin. Dikkatlice inceler ve üzerinde düşünürseniz gecenin içine bir miktar
gündüzün, gündüzün içine de bir miktar gecenin girdiğini görürüsünüz. Fecir
vaktinde gecenin bir kısmının gündüze girdiğini, katıldığını, akşam güneş
batarken de gündüzün birazının geceye katıldığını görürsünüz. Tüm bu dönemleri
yapan, yaratan Allah’tır. Böyle bir Allah’ın güç ve kudreti karşısında
eğilmekten başka bir çaremiz var mı?
Ve belli bir süre, belli bir yörünge,
belli bir program içinde hareket eden güneşi ve ayı da buyruğu altına,
egemenliği altına alan, ya da onları sizin emrinize,
sizin hizmetinize sunan da Allah’tır. Her ikisinin de boyunlarındaki kulluk
iplerini eline alan, onları belli bir zamana kadar bir nizam ve intizama
bağlayan, onlar üzerinde belli yasalar koyan, onlara belli bir ömür takdir eden
Allah’tır. Onlar için belli bir zaman tayin etmiştir Rabbimiz.
İşte Rabbiniz olan Allah budur.
İşte bu Allah sizin Rabbinizdir. İşte okuduğumuz bu âyetlerin anlattığı, Kur’an’ın tümünün anlattığı, tarih boyunca tüm
peygamberlerin ortaya koyduğu Allah sizin Rab-binizdir. Rab makamında, ulûhiyet makamında, hayatınızın kanunlarını düzenleme
makamında Rabbiniz O’dur.
Ve bu Rabbiniz olan Allah mülk
kendisinin olan, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin sahibi ve mâliki olandır. O
her şeyin sahibi ve yaratıcısıdır. Varlığımızın sebebi O’dur. Hayatın kaynağı
O’dur. Göklerin, yerin, gecenin, gündüzün, insanların, meyvelerin sebzelerin
sahibi O’dur. Malımızı, evimizi, ailemizi, çocuklarımızı, makamımızı, paramızı,
pulumuzu, aklımızı, zekamızı, bilgimizi her şeyimizi yaratan O’dur. Allah mülkün
sahibidir, o halde O’na kulluk edin. Madem ki her şeyinizi yaratan O’dur, madem
ki her şeyinizi veren O’dur, madem ki mülk O’nundur o halde sadece O’nu
dinleyin.
Her bireri, gece, gündüz, güneş, ay
hepsi bir ecele doğru koşmaktadır. Hepsinin Allah tarafından tayin ve takdir
edilmiş bir ömrü, bir eceli vardır ve hepsi işte o sona doğru koşmaktadırlar. Ve
Allah yaptıklarınızın tamamından haberdardır. Hepsinin bir eceli vardır ve hepsi
bir gün bitecektir. Onlarla birlikte onlarla yaşayan insanlar da yok olacaklar.
Gecede ve gündüzde var olan, güneşin ve ayın altında yaşayan tüm varlıklar bir
gün ecellerini idrak edecekler. Herkes ölecek ve her şeyden haberdar olan
Allah’ın hesabıyla karşı karşıya geleceklerdir. Ecelsiz kimse yoktur kendisinden
başka. O zaman madem ki bir ecel varsa bizim için ve şu anda her birerimiz
ecelimize doğru koşuyorsak hesabımızı doğru yapalım
inşallah.
30. “Bu, Allah'ın hak olmasından
ve O'ndan başka taptıkların şeylerin bâtıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir,
büyüktür.”
İşte bu Allah’ın Hak
oluşundandır. Allah Haktır, kâinâtta tek Hak Allah’tır. Ve insanların Allah
dûnunda, Allah berisinde Allah’ı bırakıp ta kendilerine dua ettiklerinin, kulluk
ettiklerinin, tanrı kabul edip yasalarını uygulayamaya çalıştıklarının,
dinlerini, kanunlarını kabul ettiklerinin tamamı bâtıldır. Yâni ne bu dünyada,
ne de ölüm ötesi hayatta onların hiçbir yetkileri yoktur. Ve işte muhakkak ki O
Allah Âlîdir, Allah Kebirdir. En büyük O’dur, en yüce yüceler yücesi O’dur.
Üstünlük, yücelik O’na aittir. O’ndan başka var mı büyük söyleyin? Bu kâinâtta
kim yarışabilir yücelikte Allah’la söyleyin? Allah’a yetki sınırlaması
getirenler, Allah’ın arzında Allah’a hayat hakkı tanımayanlar, Allah’a kafa
tutanlar bilesiniz ki bütün bunları bu dünyada Allah’ın kendilerine verdiği
geçici yetkileriyle yapabilmektedirler.
Evet Hak sadece Allah’tır ve Hakkın
dışında ne varsa hepsi sapıklıktır. Allah dururken insanların O’ndan başkalarını
Rab kabul etmeleri, Allah’tan gelen hak yasalar dururken insanların başka
yasalara tabi olması sapıklıktan başka bir şey değildir. Herkes biliyor ki Hak Rab Allah’tır. Hak din, hak
yol, hak nizam, hak hayat tarzı Allah’ın hayat tarzıdır. Hak, hukuk Allah’ın
gönderdikleridir. Sizler ya Allah’ın Rabliğine, rubûbiyetine, ulûhiyetine evet
der, O’nun istediği şekilde bir hayat yaşayarak Müslüman olursunuz, ya da sapıklığı tercih etmiş olursunuz. Çünkü aksi takdirde
insanın varacağı yer sapıklıktan başka bir şey değildir. İnsan ya haktadır, ya da sapıklıkta.
Ya mü’mindir, ya da kâfir. Çünkü hak özelliğine sahip olan sadece
Allah’tır ve hakkın dışında da sapıklık vardır.
Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi
hak, yasaları hak, sistemi hak, yolu hak, cenneti hak, cehennemi hak, sıratı
hak, terazisi hak, mîzanı hak, hepsi haktır. Evet hak Allah’tan gelendir. Namaz
haktır, Oruç, Hac, tesettür, infak, Cihad haktır.
Müslümanca bir hayat haktır. Kitap ve sünnete dayalı
bir hayat haktır.
Eğer hakkı Allah’ın gönderdiklerinin
dışında görürseniz, Allah’ın vahyinin ötesinde hak peşine düşerseniz, Allah’ın
dininin dışında hak aramaya kalkışırsanız, Problemlerinizin çözümünü bu kitabın
dışında başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla düşmek zorunda kalacaksınız.
Çünkü yalnız Allah’ın indirdiği haktır. Ona muhalefet eden her şey bâtıldır ve
sapıklıktır. Tüm insanlık bir şey üzerinde toplanıp bu haktır deseler de şâyet o
Allah’ın indirdiğine ters düşüyorsa o bâtıldır.
Evet Allah’ın indirdiğinin
dışında hak yoktur. Allah’ın indirdiğinin dışında hüküm de yoktur. Ve bu hak
hüküm ortaya konulmadıkça insanlar arasındaki ihtilâfların bitmesine de imkân ve
ihtimal yoktur. Allah’ın hak olarak indirdikleriyle hükmetmedikçe yeryüzünde
asla salah da olmayacaktır. Yeryüzünde sulh ve sükun asla gerçekleşmeyecektir.
İhtilâfları çözecek bir tek yol, bir tek kaynak vardır. O da Allah’ın yeryüzünde
ihtilâfları çözmek üzere indirdiği kitaptır.
31. “Gemilerin denizde Allah'ın
lütfuyla yürüdüğünü görmez misin? Allah böylece size
varlığının delillerini gösterir. Bunlarda, pek sabırlı ve şükreden kimselerin
hepsine dersler vardır.”
Görmedin mi? Şu gemilerin
Allah’ın nîmeti ve lütfuyla denizde nasıl akıp
gittiğini? Görmüyor musun? Bakmıyor musun? Allah yürütmese bu gemileri, Allah
koymasa bu yasayı bu gemileri kim yürütebilecek te?
Size âyetlerini böylece gösteriyor, göstermek için gemileri yürütüyor Rabbiniz.
Muhakkak ki gemilerin deniz üzerinde yüzüp gitmelerinde, akıp gitmelerinde çok
çok sabreden, Allah’ın âyetlerini anlamaya çalışan,
Allah’ın âyetleri üzerinde kafa yoran, kendisini Allah âyetlerinden, Allah
yolundan uzaklaştırmaya çalışan kimselere karşı dirençli olan, Allah’a kullukta
direnen ve şükreden, hayatlarını Allah’a kullukta kullanan kimseler için bunda
da âyetler, ibretler vardır.
32. “Dağlar gibi dalgalar
insanları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar;
onları karaya çıkararak kurtardığında, içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır.
Zaten âyetlerimizi ancak hain nankörler inkâr
eder.”
Onları bir anda dağlar gibi
dalgalar kapladığı zaman dini Allah’a halis kılarak, tüm hayatlarını, tüm
varlıklarını Allah’a yönelterek, tüm varlıklarıyla Allah’a dönerek samimiyetle
Allah’a dua ederler. Evet geminin içinde dağlar gibi dalgalar kendilerini sarıp
ta helâk tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarında bütün varlıklarıyla Rablerine
yönelip dua ediyorlar. Bütün samimiyetleriyle Rablerine dua dua yalvarıp yakarmaya başlıyorlar. Ama onları bu tehlikeden
kurtarıp karaya ulaştırdık mı hemen onlardan kimileri muktesit davranırlar, orta
yolu tutarlar. Ama âyetlerimizi çok hain ve nankör olanlar da inkâr ediverirler.
Evet denizin üzerinde dağlar gibi
dalgaların arasında ne yapacağını şaşıran insanlar. Bir anda kendilerini ölümle
burun buruna görüyorlar. Ne yapabilirler o anda? Kime sığınırlar? Kime dua
ederler? Kimden yardım isterler? Kim yetişebilir imdatlarına? Ayrılmış oldukları
şehirlerindeki putları mı çağırsınlar? Şehirlerinde yasalarını uyguladıkları
egemen güçlere mi dua etsinler? Yahut ulaşacakları kıyıdaki kurtarıcı bilip
eteğine yapıştıklarına mı çağırsınlar? Siyasal tanrılarını mı? Ekonomik
tanrılarını mı? Eğitim, sağlık tanrılarını mı? Askeri güce sahip tanrılarını mı?
Oyun eğlence tanrılarını mı? Kimi çağırsınlar? Kime dua etsinler? Kim
yetişebilir böyle bir durumda onların imdadına? Kim kurtarabilir onları denizin
ortasında boğulup gitmekten? Deniz kimin fermanını dinler? Dalgalar kimin emrini
dinler? Rüzgarlar kimin emrine boyun eğer? Dalgaların sahibi kimdir? İyi bir
düşünelim bunu.
Yeryüzünde,
yaşadığımız şu şehirde, şu ülkede egemenlik bizimdir diyenler. Yetki bizimdir
diyenler. İnsanlara yasa belirleme hakkı bize aittir. İnsanlar ancak bize kulluk
yapmalıdır. Bizim yasalarımıza tabi olmalıdır diyenler de bulunsa o gemide. Yâni
tanrılık iddiasında olanlar, tanrı kabul edilenler de bulunsa o ortamda. Ne
yapabilirler? Söz geçirebilirler mi gemiye, dalgalara, rüzgarlara? Denizin,
rüzgarın, geminin, dalgaların sahibi kim? Güneşin, ayın, bitkilerin, suyun,
havanın, gözün, kulağın, kalbin sahibi kim? Allah değil mi? Öyleyse niye bu
insanlar O’ndan başkalarını Rab ve İlâh kabul ederek onlara dua ediyorlar? Niye
onlara kulluk ediyorlar? Niye onları dinliyorlar? Niye onların yasalarını
uyguluyorlar?
Evet Allah’a Allah’ın istediği gibi
îman edenler, hayatlarını Allah için yaşayanlar gerek tehlike anlarında,
sıkıntılı anlarında gerekse sıkıntıdan, tehlikeden kurtuldukları anda güzel
güzel kulluklarını sürdürürler. Ama kimileri de çok
nankördürler, çok haindirler ki bir tehlike anında, Allah’ın yardımına, Allah’ın
rahmetine ihtiyaçları varken, Allah’a işleri düşünce O’na dua ederler, ama
ihtiyaçları kalmayınca da yan çiziverirler. İnsanlardan kimileri hem denizlerde,
hem karalarda, hem şehirlerde, ülkelerde gerek güç ve kuvvete, sıhhate ve huzura
sahip oldukları dönemlerde hem de felâket anlarında Allah’a kulluk yaparlar. Ama
kimileri de vardır ki kötü günlerinde Allah’ı hatırlarlar da, iyi günlerinde
unutuverirler hainler.
33. “Ey İnsanlar! Rabbinize karşı
gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğlun da babası için bir şey ödeyemeyeceği
günden korkun. Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayatı sakın sizi
aldatmasın. Allah'ın affına güvendirerek şeytan sizi
ayartmasın.”
Ey insanlar, hangi şart altında
olursanız olun Rabbinizden ittika edin. Rabbinize
karşı muttaki davranın. Rabbinizin koruması ve kulluğu altına girin. Rabbinize
kulluğunuzun bilincinde olun. Hayatınızı Rabbiniz için yaşayın. Yaptıklarınızı
Rabbinize lâyık yapın. Ve öyle bir günden titreyin, öyle bir günden çekinin ki o
gün ne ananın ne de babanın evlâdına bir faydası dokunmayacak. Ana babanın
evlâdına yapabileceği bir yardım olmayacak. Evlâdın da ana babasına zerre kadar
bir faydasının olmayacağı bir gündür o gün. Ne evlât ebeveynine yardım edip
onlardan bir şeyleri savuşturabilecek, ne de ebeveyn evlâdına bir şeyler
ödeyebilecek. Kimsenin kimseye yardımının dokunmayacağı bir gündür o gün.
Kimsenin kimseye faydası olmayacak. Hiçbir kimseden fidye alınmayacak, hiçbir
kimsenin şefaati kabul edilmeyecek ve hiçbir kimseye de yardım olunmayacak o
gün.
Böyle bir günde ne yaparız? Kime
sığınırız? Kimden yardım isteriz? Hani dünyadayken babalarımıza analarımıza ne
kadar saygılıydık? Hattâ onların hatırı için Rabbimize itaati terk ediyorduk
değil mi? Veya çocuklarımızın üzerine ne kadar titriyorduk değil mi? Hattâ
onların istikbali için Rabbinize isyan içinde bir hayatın içine giriyorduk değil
mi? Onların karınlarını doyuracağız diye, onlara görkemli bir istikbal
hazırlayacağız diye namazı, ilmi bile terk ediyorduk değil mi? Hanımlarımıza,
kocalarımıza ne kadar sevgili ve saygılıydık? Hattâ onlara sevgimiz ve saygımız
Allah’a olan sevgimizin, saygımızın önüne geçmişti. Ama ne oldu şimdi? Unutmayın
ki:
Allah’ın vaadi haktır. Ölüm hak,
kıyamet hak, hesap kitap hak, kimsede yetkinin olmayışı hak, kimsenin kimseye
bir faydasının olmayacağı hak, yeryüzü tanrılarının yetkilerinin ve
saltanatlarının bir gün bitmesi hak, herkesin çırılçıplak, yapayalnız dirilişi
hak, Mahşerde toplanma hak, mizan hak, hesap hak, sırat hak, cennet hak,
Cehennem haktır. Allah’ın hükmü gereği insanların gidecekleri cennet ya da cehennemde hayatın sonsuzluğu da haktır.
Öyleyse ey insanlar, gelin bu dünya
hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcılar da sizi Allah’la aldatmasınlar. Dünyanın
geçici malı, mülkü, saltanatı, evi, barkı, arabası, giyimi, kuşamı, yemesi,
içmesi sakın sizi aldatmasın. Bunların tamamı geçicidir. Bunların hiçbirisine
sahip olmasanız da eğer îmanınız, ameliniz güzelse diğerlerinden bir
alçaklığınız olmaz. Eğer îmanınız, ameliniz kötüyse yeryüzünün en büyük
zenginliğine sahip de olsanız hiç bir değeriniz yoktur bunu unutmayın. Hayat
kısadır unutmayın. Ölüm çabuk gelir unutmayın. Bu dünyaya gelenlerden kimler
ölmedi? Kimler bu dünyaya veda edip gitmedi? Onca güçlü kuvvetliler öldüler de
şimdi biz mi kalacağız? Bizden önekiler için ölüm ne kadar haksa, onlara
uygulanan yasalar ne kadar haksa unutmayın ki aynı yasalar bize de
uygulanacaktır. Biz de öleceğiz. Bizden sonrakiler de ölecekler aynen bizim
gibi. Ve sonra kıyamet kopacak, kimse kalmayacak yeryüzünde.
O zaman bu dünya hayatı bizi niye
aldatıyor? Niye bu dünyanın geçici mal ve mülklerine, makam ve mevkilerine
ulaşabilmek için Allah’a kulluğu terk ediyoruz? Geçici bir dünya hayatına
bağlanıp cenneti kaybetmek akıl kârımıdır? Niye âhireti unutup dünyacı oluyoruz? Yoksa bu hayat, bu dünya
cennetten daha mı güzeldir?
Yine Allah’la aldatanlar da sizi
aldatmasın. Allah büyüktür, Allah Kerîmdir, Allah ğafururrahîmdir, Allah affeder, Allah kusura bak-maz, Allah’ın sizin namazınıza, dininize, îmanınıza ihtiyacı
yoktur, siz-ler keyfinize göre yaşayın bu dünyada
diyenler sizi aldatmasın. Dünyaya bir defa geldiniz, bir daha bu dünyaya
gelmeyeceksiniz diyenler. O büyük Allah, O Kerîm Allah kullarına niye azap etsin
de? diyenler. Allah hayata karışmaz, Allah vahiy göndermez, Allah dünyayı
yaratmış ve sizi kendi halinize bırakmıştır. Allah’ın o kadar güzel, o kadar
hoşgörüye dayanan bir dini var ki ister Allah’ı kabul et ister kabul etme, ister
O’na kulluk et, ister başkalarına kulluk et O, zaten hepsinden razıdır diyenler.
Dilediğiniz gibi bir hayat yaşayın diyenler sizi aldatmasınlar. Allah o kadar
büyüktür ki şu basit işlerle ilgilenmez, dünya işlerini bildiğiniz gibi
ayarlayın. Bildiğiniz gibi yiyin için, dilediğiniz gibi giyinin, soyunun,
dilediğiniz gibi hukuk yapın, dilediğiniz gibi bir hayat yaşayın diyenler sizi
aldatmasınlar. Allah’ı tanımayanlar, Allah’ı yanlış tanıtanlar böylece sizin
dinlerinizi bozmayı hedefleyenler sakın sizi aldatmasınlar. Allah’ı kitabından
öğrenin, dinini kitabından öğrenin. Hani önceki âyetlerde bilgisizce Allah
hakkında tartışanlardan söz etmişti Rabbimiz. Onları dinlemeyeceğiz, Allah’ı,
Allah’ın dinini onlardan öğrenmeyeceğiz.
34. “Kıyamet saatini bilmek ancak
Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir, Rahîmlerde bulunanı O bilir, kimse yarın
ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz
bilendir, her şeyden haberdardır.”
Hakîm olan Rabbimiz bilgisinden,
hikmetinden çok azını bize sunmuştur. Rabbimizin bilgisinin tamamına sahip
değiliz. Kimi bilgilerini Rabbimiz bizden gizlemiştir. İşte bizimle ilgili olup
ta bizden Rabbimizin gizlediği bilgilerini bize burada, sûrenin bu son âyetinde
anlatıyor.
Muhakkak ki kıyamet saatinin bilgisi
Allah’ın yanındadır, Allah katındadır. Biliyoruz ki İsrâfil (a.s) suru ağzına
almış Rabbimizin emrini bekliyor. O da bilmiyor bu emrin ne zaman verileceğini.
O da bil-miyor bu işin ne zaman gerçekleşeceğini.
Cebrâil (a.s) bilmiyor, Muhammed (a.s) bilmiyor, hiç kimse bilmiyor. Sadece
bilen Allah’tır. Kim ki kıyametin ne zaman kopacağını bildiğini iddia ederse
Allah’ı da, Allah’ın vahyini de, melekleri de, peygamberleri de inkâr etmiş
demektir. Dönemlerinde tüm peygamberlere sorulan ama peygamberlerin tamamının
bilmiyoruz, onun bilgisi Allah’a aittir dedikleri bir konudur bu. Kendi
döneminde Rasulullah efendimize de sordular, ey
Muhammed kıyamet ne zamandır diye de, Rabbimiz sen onu nereden bilebileceksin de
ey peygamberim? Onun bilgisi ancak Allah’a aittir. Sen ancak Rablerine karşı
haşyet duyanları onunla uyarırsın buyurur. Kitabımızın pek çok yerinde bu konu
bize anlatılır.
Evet kıyametin ne zaman kopacağı
konusunda Allah’tan başka hiç kimsenin bilgisi yoktur. Lâkin kıyametin
alâmetleri konusunda bilgiler var. Kur’an bu konuda
bilgiler verir, Rasulullah efendimiz de Rabbimizin
kendisine bildirdiği kadarıyla bu konuda bilgiler verir. Ama kıyametin bilgisi
sadece Allah’ın yanındadır.
Peki acaba neden gizlemiş Rabbimiz
bunu? Herhalde bizler daha dikkatli olalım diye, duyarlı bir hayat yaşayalım
diye Rabbimiz onu gizleyivermiş.
Yağmuru O indirir. Yağmur O’nun
yanındadır, dilerse indirir, dilerse indirmez. Bu konuda hiç kimsenin gücü de
yetkisi de yoktur. Nereye yağdıracak, ne kadar yağdıracak? Nasıl yağdıracak? Kaç
damla düşecek? bütün bunları bilen O’dur.
Rahîmlerde olanı da bilen sadece O’dur.
Rahîmlerde ne var, ne yok? Ne zaman gelecek, ne zaman doğacak? Ne eksiliyor? Ne
yükseliyor? Rahîmlerdeki Nasıl olacak? Saîd mi olacak?
Şaki mi olacak? Beyaz mı, siyah mı olacak? Kadın mı, erkek mi olacak? Güçlü mü,
zayıf mı? Ömrü ne kadar olacaktır? Kaç yıl yaşayacaktır? Nerede yaşayacaktır?
Rızkı ne kadar olacaktır? Ne kadar hava tüketecektir? Ne kadar su harcayacaktır?
Bilgiden nasibi ne kadar olacaktır? Ruhu nasıl, bedeni nasıl olacaktır? Korkak
mı? Haşin mi? Kavgacı mı? Duygusal mı? Dürüst mü? Sahtekâr mı? Muttaki mi? Fâsık mı? Zâlim mi? Kâfir mi? Müşrik mi? Orta boylu mu? Kısa
boylu mu? Nasıl olacağını da bilen sadece Allah’tır.
Hiç bir nefis, hiç bir kimse de yarın
ne kazanacağını bilemez. Gayba îman eder ve yarın ne
kazanacağını Rabbinden bekleyerek bir hayat yaşar. Yarın ne kazanacak? Yarın
başına neler gelecek? bunu da hiç kimse bilemez.
Yine hiç kimse de nerede öleceğini
bilemez. Ölüm de Allah’ın emrinde, ölümün gerçekleşeceği yer, mekân da onun
bilgisindedir. Hayat O’nun emrinde olduğu gibi, ölüm de O’nun emrindedir.
Herkesin ölümünü takdir eden O olduğu gibi ölümünü nerede karşılayacağını bilen
de O’dur. O’nun önüne kimse geçemez.
Allah Alîmdir, Allah Habîr’dir. Bilen de O, haberdar olan da O’dur. Öyleyse bize
düşen de O’nunla bilgilenmek, O’nun kitabıyla beraber
olmak ve O’nun istediği bir hayatı yaşamaktır. Haydi öyleyse Bu Allah bilgisiyle
bilgilenmeye. Haydi Allah kitabıyla, Allah elçisinin sünnetiyle gerçek bilgilere
ulaşmaya ve bu hak bilgilerle bir dünya yaşamaya. Haydi Allah ve Resûlünün istek
ve arzularına göre bir hayat yaşamaya. Haydi Allah’ın Alîm ve Habîr oluşuna güvenerek O’na O’nun istediği kulluğu icra
etmeye. Bundan başka da hiçbir çaremiz yoktur.
Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz
yeter. Rabbim gereği gibi anlayıp, iman edip amel eden kullarından eylesin.
Sübhanekallahüm-me ve bihamdik, eşhedü en lâ ilâhe illâ
ente, estağfiruke ve etûbü ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder