RUM SÛRESİ
         Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 
30, nüzûl sıralamasına göre 84, mesânî kısmının 
birinci sûreler grubunun ikinci sûresi olan Rum sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 
 Âyetlerinin sayısı 60 
dır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın 
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a 
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun. 
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi 
bilensin.
         Mekke’de zuhur eden bir dinin yavaş 
yavaş tanınmaya başladığı bir dönemde nâzil olmuş, bir 
savaşın gündemiyle başlayan, Rum sûresi diye isimlendirilen ve kitabımızın 30. 
sırasına yerleştirilmiş bir sûreyle karşı karşıyayız. Mekke’de için için bir kavga sürmektedir. Bu kavga Allah’ın gönderdiği bu 
yeni dine giren Müslümanlarla bu dini kabul etmemekte direnen müşrikler arasında 
gerçekleşmektedir. Bu savaşta gün geçtikçe azalan 
taraf müşrikler, artan, çoğalan, güçlenen taraf ta Müslümanlardır. 
İslâm’ın zuhur ettiği Mekke’de bu 
böyle olduğu gibi dış dünyada da aynı savaş sürmektedir. Hıristiyan Bizans’la 
putperest, ateşperest İran arasında cereyan eden bir savaş vardı. O günün en 
büyük güçlerinden biri olan Bizans bozulmuş, tahrif edilmiş de olsa Îsâ (a.s)’a 
ve İncil’e inandıklarını, tevhid dinine mensup 
olduklarını iddia ediyorlar, ikinci güç olan İran da putperestliğe inanıyor, 
ateşe tapınıyordu. Bu iki büyük devlet âdeta yeryüzünü ikiye bölüp 
parsellemişlerdi. 
Tabii sürekli birbirleriyle savaş 
halinde bulunan bu iki devlet Mekke’de gelişen Müslümanların ilgi alanlarında 
bulunuyorlardı. Bu sûrenin gelişinden önce İran Bizans’a galip gelir. 
Putperestler, Mecusiler tevhid dininin savunucusu 
olanlara galebe çalarlar. Şirk dünyasının, küfür dünyasının ehli kitap dünyaya 
karşı sağladığı bu galibiyet Mekke’de de etkisini gösterir. Kendi inançlarının 
galibiyeti Mekke müşriklerini son derece sevindirir. Müslümanlara derler ki 
bakın bizim inancımız sizin inancınıza galip gelmiştir. Yakında bizler de sizi 
ve dininizi bitireceğiz diye hava atmaya, tehditler savurmaya başlarlar. Sevinen 
taraf putperestler, üzülen taraf ise Müslümanlardır. 
         İşte Rabbimiz böyle bir ortamda bu 
sûresini indirir. Huruf-ı Mukatta ile başlayan sûre Rum’un, Bizans’ın mağlubiyetini 
haber verir. Ama çok kısa bir zaman sonra Rumların İran’a, putperestlere karşı 
galip geleceğini ve önceki galibiyetin de, sonraki galibiyetin de Rabbimizin 
elinde ve takdirinde olduğunu haber verir. 
Yine bir gaybî haber daha verilir. Bozuk ta olsa tevhid dininin sahibi olan Bizans’ın putperest İran’a karşı 
galip gelmesinin yanında yine çok yakında Mekke’de tevhid dinine iman etmiş Müslümanların Mekke müşriklerine 
karşı galip gelecekleri de haber verilir. Şu anda güçsüzmüş gibi, güvensizmiş 
gibi görünen Müslümanların çok yakın bir gelecekte emniyete kavuşacaklarının 
haberi verilir. Böylece Müslümanların iki kere sevinecekleri haber verilir. 
Birincisi Hıristiyan Bizans’ın putperest İran’a galibiyeti, ikincisi de 
Müslümanların Bedirde Mekke müşriklerine karşı kazanacakları galibiyetti. 
         Gerçi bu âyetlerin indiği dönemde bu 
mümkün değil gibi görünüyordu. Bırakın müşriklerin böyle bir şeyi 
kabullenmelerini, Müslümanlar bile böyle bir zaferi düşünemiyorlardı. Ama 
Allah’ın yardımı tecelli edecek ve Mekke’den Medine’ye hicret edip orada Allah 
ve Resûlü egemenliğinde özgür bir hayata kavuşan ve devletlerini kuran 
Müslümanlar müşriklere galip geleceklerdi. Ve işte bir taraftan müşriklere karşı 
imanın galibiyetine Müslümanlar sevinirlerken, diğer taraftan da o günlerde işte 
bu sûrede haber verilen Rumların putperest İran’a galibiyeti haberini alacaklar 
ve ona da sevineceklerdi. İşte sûrenin başındaki âyetler bu olayları gündeme 
getirerek şöyle başlıyor:
1,5. “Elif, Lâm, Mîm. Rumlar en 
yakın bir yerde yenildiler; onlar bu yenilgilerinden üç ila dokuz yıl sonra 
galip geleceklerdir. İş eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün, inananlar, 
istediğine yardım eden Allah'ın yardımına sevineceklerdir. O güçlüdür, 
merhametlidir.”
         Elif, Lâm, Mîm. Rumlar, Rum 
orduları yakın bir yerde, Araplara yakın bir bölgede mağlup oldu. Mekke’ye, 
Müslümanların yaşadığı bölgeye yakın bir yerde, yâni Suriye sınırında 
yenildiler. Ama onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde tekrar 
kesinlikle galip geleceklerdir. Bid  
kelimesi üçten dokuza kadar bir sayıyı ifade eder. 
         Rabbimizin bu kesin haberini duyan 
müşrikler Müslümanlarla alay edince Ebu Bekir 
efendimiz bu konuda müşriklerle bahse girer. Übey Bin 
Halef yalan söylüyorsun ey Ebu Bekir, böyle bir şey 
asla gerçekleşmez, haydi aramızda bir zaman tayin et de seninle bahse girelim 
der. Arlarında 10 yıl müddet tayin edip 10 devesine bahse tu-tuşurlar. Sonra Ebu Bekir 
efendimiz Rasûlullah efendimize gelip durumu haber 
verince Rasûlullah efendimiz bid üçten dokuza kadar bir sayıyı ifade eder, binaenaleyh 
süreyi uzat ve bahsi artır buyurur. Bunun üzerine Ebu 
Bekir efendimiz giderek süreyi dokuz yıla, bahsi de yüz deveye çıkardı. Ve 
sonunda tabii kazanan taraf Ebu Bekir efendimiz oldu, 
yüz deveyi alıp peygamberin emriyle tamamını tasadduk 
etti.   
         Önce de, sonra da emir Allah’a aittir. 
Başında da, sonunda da yetki Allah’a aittir. Evet iş eninde 
sonunda Allah’a aittir. İş ne doğuya, ne batıya, ne doğunun güçlü görünenlerine, 
ne de batının egemen bilinenlerine aittir. Sonuç silahın elinde değildir. Sonuç 
gücün ve güçlünün uhdesinde, yetkisinde değildir. Bugüne kadar bu böyle olmadığı 
gibi bundan sonra da böyle olmayacaktır. Her şey Allah’ın kudret elindedir. 
              Yeryüzünde devletleri kurduran 
irade Allah’ın iradesidir. Yeryüzünde devletlerin yıkılış emrini veren yine 
Allah’ın iradesidir. Yeryüzünde galibiyet ve mağlubiyet yasasını takdir eden 
yine Allah’ın iradesidir. Yâni dün İranlılar Rumlara galip gelirken de, bugün 
Rumlar İranlılara galip gelirken de emir ve takdir Allah’a aittir. Yâni ne dün 
İranlılar galip gelirken hâşâ Allah’ı diskalifiye edip emir ve kumandayı 
İranlılar ellerine geçirmiş, ne de bugün Rumlar galip gelirken onlar Allah’ın 
yetkilerini ellerine geçirmiş değillerdir. Dün birine zaferi, ötekisine 
mağlubiyeti takdir eden Allah bugün de tersini irade 
buyurmuştur.
         İşte o gün mü’minler Allah’ın nusretiyle 
sevinirler. Allah dilediği kimseye yardım eder. Allah Azîzdir, izzet ve şeref 
sahibidir, Rahîmdir, sonsuz merhamet sahibidir. İbni 
Abbas efendimiz Rumların İranlılara karşı zafer 
kazandığı günlerde Müslümanlar da Bedirde müşriklere karşı bir zafer kazandılar 
buyurur. İki zafer aynı günlere tesadüf ediyordu. Bu sebepten Müslümanlar iki 
sevinci birden yaşıyorlardı. Tabii daha sonraları Müslümanlar bu iki süper 
devletin ikisini de yıkacaklardır. Yeryüzünün en süper güçlerini yerle bir 
edecekler ve tüm dünyaya Allah’ın dinini yayacaklar. Tabii işte burada da 
yine:
         Yasası geçerli olacaktır. Emir, yetki 
önce de Allah’a aittir, sonra da Allah’a aittir. Allah bu yetkisiyle 
Müslümanlara yardım edip onların galibiyetine hükmetmeseydi elbette 
Müslümanların yeryüzünde böyle bir başarıya ulaşmaları da mümkün olmayacaktı. 
İşte Rabbi-mizin bu yardımıyla Müslümanlar çok kısa 
bir zamanda tüm dünyayı fethediyorlar, dünyada izzet ve şerefin Allah’a, 
Resûlüne ve mü’min-lere ait 
olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyorlar. Yetkinin Allah’a ait olduğunu, izzet 
ve şerefin Allah’a ait olduğunu bilen Müslümanlar kar-şısında yeryüzünün en süper güçleri devriliyor, en düzenli 
ordular Müslümanların karşısında erimek zorunda kalıyorlar. Ve işte böylece 
Rabbimiz kıyamete kadar değişmeyecek bir yasayı ortaya koyuyordu. Kim Allah’a 
iman ederse, kim Allah’a güvenirse, kim Allah’ın iradesine teslim olursa bilsin 
ki o Allah’ın desteğiyle yeryüzünde tüm güçlere galip gelecek, tüm yeryüzüne 
egemen olacaktır.
6. “Bu, Allah'ın vaadi; Allah 
verdiği sözden caymaz, fakat insanların çoğu 
bilmezler.”
         İşte bu Allah’ın yeryüzünde bir 
vaadidir ve Allah asla vaadinde hulf etmez. Allah 
vaadinden asla caymaz. Evet işte Rabbimiz iki galibiyet vaat etmişti. Bunlardan 
birisi Müslümanların Mekke müşriklerine karşı galibiyetleri, diğeri de Rumların 
İranlılara karşı galibiyetleri. İşte Rabbimiz bu iki vaadini de 
gerçekleştirmiştir. Allah ne vaadetmişse vaadinden 
asla dönmez, fakat insanların pek çoğu bunu bilmemektedir. 
Dünya üzerinde savaşları, 
barışları, galibiyetleri, hezimetleri, yükselişleri, çöküşleri araştıran, 
anlayan, anlatan siyaset biliminin, sosyoloji biliminin, toplum biliminin, savaş 
biliminin sahipleri bunu asla anlamazlar, anlayamazlar. Savaşların, 
galibiyetlerin, yenilgilerin Allah’ın elinde olduğunu asla bilemez onlar. Peki 
onlar neyi bilebilirler?
7. “Onlar, dünya hayatının 
görülen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten 
habersizdirler.”
         Bunlar bu dünya hayatının sadece 
dış görünüşünü, zâhirini bilebilirler. İşte görüyoruz, adamlar sundukları 
bilgilerde, yazdıkları tarihte sadece işin zâhiri kısmı yazıyorlar. İşin sadece 
görünen ve yüzeyde olan kısmını görebiliyorlar. İşte iki grup karşı karşıya 
geldi, biri vurdu, öbürü öldürdü, biri galip geldi, biri mağlup oldu. Peki galip 
gelenin galibiyetinin altında yatan ne? Mağlup olanın mağlubiyetinin sebebi ne? 
dendiği zaman bunu açıklamaktan acizdirler. Ve esas onlar âhiretten de gafildirler, habersizdirler. Yaşadıkları bu 
dünyanın sonunun nereye varacağının farkında değildirler. 
8. “Kendi kendilerine, Allah'ın 
gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir 
süre için yarattığını düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine 
kavuşacaklarını inkâr ederler.”
         Kendi nefisleri konusunda, 
nefislerinde olanlar konusunda hiç düşünmezler, hiç kafa yormazlar mı bu 
adamlar? Haydi dışlarındaki dünya üzerinde düşünmüyorlar, kendi nefisleri 
üzerinde de mi düşünmüyorlar? Allah gökleri yeri ve ikisi arasındakileri hakla 
yarattı. Bir de onları belli bir ecel, yâni belli bir süre ile yarattı. Göklerin 
ve yerin sahibi, yaratıcısı Allah’tır. Hayatın sahibi Allah’tır. Düşün mü yorlar mı bu insanlar? Hak olan bir Rabbin hak olarak 
yarattığı göklerin ve yerin yaratılışına hiç bakmazlar mı? Bu yaratıkların 
hiçbirisi boşuna yaratılmamıştır. Her birerinin Allah tarafından belirlenmiş 
belli bir eceli vardır. 
Tüm insanlar, tüm devletler, tüm 
güçler, tüm varlıklar ecellidir, ölümlüdür. Gökler de ecellidir, yerler de 
ecellidir, melekler, cinler ve insanların tamamı ecellidir. Şimdi soralım: 
Rablerinin ecel yasasına boyun büken bu insanlar acaba nasıl oluyor da Allah’a 
rağmen varlıklarını sürdürebileceklerini zannedebilirler? Nasıl oluyor da ecelli 
olan varlıklar Allah karşısında Rab’lik ve İlâhlık iddiasında bulunabiliyorlar? 
Bunu anlamak gerçekten çok zordur. Bunun sebebi de işte 
şudur:
         Bundan dolayı insanların pek çoğu 
Rablerine mülaki olmayı, Rablerine kavuşmayı inkâr ediyorlar. Rableriyle karşı 
karşıya geleceklerini, ölümlerinden sonra tekrar diriltilip yaşadıkları bu 
hayatın hesabını vermek üzere Rablerinin huzuruna çıkacaklarını reddediyorlar. 
Kendilerine mutlak âhiretin varlığını anlatan bu 
hayatı, bunca varlıkları ya boş, bâtıl, gâyesiz 
zannediyorlar, ya da bu hayatın ebedîliği zehabına 
kapılıyorlar. Hiç ölemeyeceklerini, bu hayatın hiç bitmeyeceğini ve kıyametin 
kopmayacağını vehmediyorlar. 
         Evet Rabbimiz son derece açık ne net 
bir biçimde bu âyetleriyle bir gerçeği ortaya koyuyor. Kendisine düşünme ve 
akletme özelliği verilen insan düşünmek ve aklını 
kullanmak zorundadır. Onun içindir ki Rabbimiz insana seslenmekte ve yaratılmış 
olan her şeyin mutlaka belli bir amaca hizmet ettiğini ve her şeyin bu hayatın 
mükemmel nizamına uydurulduğunu haber vermektedir. İnsan kendisine verilen 
aklını kullanıp düşünmeye yöneldiği zaman mutlaka gerçeğe giden yol kendisine 
açılacaktır. Ve böylece bu hareketi kendisini her türlü sabit fikirlilikten, 
cehaletten ve ruhsal körlükten kurtaracaktır.
9. “Yeryüzünde dolaşıp, 
kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki 
onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp altüst ederek onlardan 
çok imar etmiş kimseydiler ve onlara bel-gelerle 
peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zul-metmiyor, onlar kendilerine 
zulmediyorlardı.”
         Yeryüzünde gezip dolaşıp 
kendilerinden öncekilerin âkıbetlerine hiç bakmıyorlar mı? Yeryüzünde Allah’ı, 
âhireti inkâr edenler, Allah’la savaşa tutuşanlar 
sadece kendileri değil ki. Hiç düşünmüyorlar mı ki daha önce kendileri gibi 
davrananlar ne oldular? Hani nerede onlar? Hani nerede Ad kavmi? Nerede Semûd? Nerede Firavunlar? Nerede zalimler? Güçlüler vardı, 
kuvvetliler vardı, saltanat sahipleri vardı. Hani nerede onlar? Ki onlar 
kendilerinden daha güçlü kuvvetliydiler. Toprağı aktarmışlar, yeryüzünü delik 
deşik etmişlerdi. Yeryüzünde akla hayale gelmedik imarlar, ekim dikimler, 
imarlar gerçekleştirmişlerdi. Şimdikilerin yaptıklarından çok daha fazlasıyla 
yeryüzünü imar etmişler, yeryüzünü alabora edip madenler çıkarmışlardı. 
Medeniyetleri, şehirleri, sulamaları, yolları, köprüleri, evleri, sarayları 
teknolojileri mükemmeldi. 
Onlara elçilerimiz apaçık 
belgelerle, mûcizelerle, âyetlerimizle geldiler. Onlara gerek kendi 
nefislerindeki, gerekse çevrelerindeki Allah âyetlerini hatırlatarak onları 
Allah’a imana ve kulluğu çağırdılar. Ölüm ötesi bir hayatın hesabıyla onları 
uyardılar. Ama onlar elçilerin dâvetine icabet etmediler. Allah onlara asla 
zulmetmedi. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Allah elçilerini 
reddeden bu insanları zulmen helâk etmiyordu. Bu 
adamlar kendileri helâki hak ediyorlardı. Allah asla kullarına zulmetmez. 
10. “Sonra Allah'ın âyetlerini 
yalan sayıp, onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü 
oldu.”
         Sonra kötülük yapanların sonu 
Allah’ın âyetlerini yalanlamaları, Allah’ın âyetlerinin yok farz etmeleri, 
Allah’ın âyetleriyle alay etmeleri, Allah’ın âyetlerinin işlevini bitirmeleri 
sebebiyle kötülük oldu, çok kötü oldu. Evet bizden önce çok daha görkemli, çok 
daha muhteşem bir hayat yaşamış, teknolojinin zirvesine çıkmış, gücün kuvvetin 
zirvesine çıkmış nice toplumlar Allah’a isyanları sebebiyle helâk olup 
giderlerken şu andakiler mi Allah’la baş edeceklerini zannediyorlar? Şu anda 
güçlerine kuvvetlerine güvenerek Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın 
sistemiyle savaşa tutuşan, Müslümanlara hayat hakkı tanımamaya çalışan 
devletlerin ömürleri dünkü fertlerin ömürleri kadar bile yok. 
Düşünün Nuh (a.s) döneminin 
kâfirleri 950 yıl yaşamışlar. Bırakın günümüz fertlerinin bu kadar bir ömre 
sahip olmasını, hangi devlet bu kadar ömürlü olabiliyor? İşte yeryüzünün en 
süper güçlerinden birisi olarak bilinen bir Rusya nihâyet yetmiş yılda yok olup 
gidiyor. Tüm dünyaya egemenmiş gibi görünen Amerikanın da daha bir elli yıla 
bile varmadan sallantılarını görüyoruz. Kendi devletinin direk egemen olduğu 
ülkesinde kendi toplumunun bile güvenliğini sağlamakta acze düştüğünü görüyoruz. 
Evet nasıl oluyor da Allah’a iman 
eden bu Müslümanlar şu anda dünyadaki ömürleri dünkü insanlardan bir tanesinin 
ömrü kadar bile olmayan bu devletlere meyledebiliyorlar? Nasıl oluyor da izzet 
ve şerefi onların yanında görüp onların desteğini kazanmaya çalışıyorlar? 
Gerçekten bunu anlamak mümkün değildir.
         Hayır hayır 
emir önce de sonra da Allah’a aittir. Şu ana kadar yeryüzünü idare eden Allah 
olduğu gibi bundan sonra da yeryüzüne egemen olan Allah’tır. Büyük irade 
Allah’tır. Her ne kadar yeryüzünde insanlara geçici olarak yetkiler vermişse de 
bilesiniz ki bunlar geçicidir. Öyle değil mi? Yetkisini kaybetmeyen, yetkisi 
elinden alınmayan bir melik, bir hükümdar, bir devlet, bir siyasal, bir askeri 
güç gösterebilir misiniz? Var mı böyle birisi? Hangi devlet, hangi iktidar 
sonunda yokluğun, yıkılışın mahkumu olmamıştır? İşte büyük irade kendisini 
tanıtıyor:
11. “Allah önce yaratır, 
ölümünden sonra onu tekrar diriltir. Sonunda O'na 
döneceksiniz.”
         Allah’tır önce yaratan. Allah’tır 
varlıkları yaratan. Allah’tır yaratmayı başlatan sonra da onu iade eden. Yaratan 
da Odur, öldüren de. Öldüren de Odur, sonra öldürdüğünü tekrar diriltip iade 
edecek de Odur. Sonra kendisine dönülecek ve hesap verilecek olan da Allah’tır. 
Yaratmayı ilk defa başlatan, sizleri ilk defa yaratan Allah hiç ikinci defa 
yaratmaya, tekrar diriltmeye güç yetiremez mi? İlk yaratıcınızın Allah olduğunu 
biliyor, kabul ediyor da aynı Allah’ın sizi ikinci defa yaratmasını reddetmeye 
mi çalışıyorsunuz? 
Yâni sizi ve diğer varlıkları 
yoktan var eden Allah olsun, sizi öldürecek ve diriltecek olan Allah olsun, 
yaşadığınız bu hayatın hesabını sormak üzere sizi huzurunda toplayacak olan 
Allah olsun ve şu anda hepimiz Onun huzuruna doğru gidelim, sonra da tutup bu 
Allah’a kulluktan kaçıp başkalarına kulluğu koşalım. Ondan başka Rabler, 
İlâhlar, tanrılar bulalım. Olacak şey mi bu? Kimin yetkisi var Allah’tan başka 
bu dünyada? Allah’ın istediği bir hayat programından başka bir hayat tarzı kabul 
edilir mi? Allah’tan başkalarının, yaratıcı, öldürücü, diriltici olmayanların ne 
hakları, ne yetkileri var bu dünya üzerinde? Bizim ne hakkımız var onların 
yasalarını uygulayarak onlara kulluk etmeye? 
12,13. “Kıyamet koptuğu gün 
suçlular umutsuz kalıverirler.  
Koştukları ortakları artık şefaatçileri değildir; ortaklarını inkâr 
ederler”
         Kıyamet koptuğu gün, kıyamet 
başlarında patladığı an mücrimler, günâhkârlar iblisleşiverecek, 
ümitsizleşiverecekler. Evet kıyamet gerçekleşince günâhkârlar tüm ümitlerini 
kaybedip iblisleşiverecekler. İnanmadıkları, hiç beklemedikler kıyamet saatiyle 
yüz yüze gelince, kıyametin şokuyla günâhkârlar donup kalacaklar. Suçüstü 
yakalanmış suçluların yakalanışı gibi Allah’a isyan içinde bir hayat yaşayan 
mücrimler ümitsizliğin acısını yaşayacaklar. 
         Evet bir gün kıyamet kopacak. Şu anda 
yeryüzünün müstek-birleri, günâhkârları, Allah’a isyan 
içinde bir hayat yaşayanlar ne yapabilecekler? Ne gelir ellerinden? Büyük devlet 
gücüne, büyük siyasal ve askeri güce sahip olanlar, ısrarla Allah’a yetki 
tanımayanlar, Allah’a hayat hakkı tanımayanlar, hayatlarına Allah’ı 
karıştırmayanlar, hukuklarına, eğitimlerine ekonomilerine, evlenmelerine 
boşanmalarına, siyasal ve askeri yapılanmalarına, kazanmalarına harcamalarına 
Allah’ı karıştırmayanlar bilsinler ki bir gün dünya tepe taklak gelecek. Güneşin 
defteri dürülecek, yıldızlar yerlerinden sökülüp sağa sola atı-lacak, dağlar yürütülüp denizler yok olacak. Böyle bir 
ortamda ne ya-pabilecek bu 
insanlar? Nereye kaçabilecek bu mücrimler? Kime sığınacaklar? Kiminle beraber 
olacaklar? Kıyamete karşı gelebilecekler mi? Altlarından kayıp giden toprağı 
durdurabilecekler mi? Patlayan denizlerin karşısında kendilerine bir sığınak 
bulabilecekler mi? Biz ölmeyeceğiz diyebilecekler mi? Bugüne kadar kim ölmemeyi 
becerebilmiş ki onlar becersinler? 
         Onlara yardım edecek ortakları da 
yoktur ki kendilerine şefaat etsinler. Evet o zalimlerin Allah’a ortak 
koştukları şerikleri içinde kendilerine şefaat edecekler de yoktur. Kim yardım 
edecek onlara? Kim şefaatçi olup kurtarabilecek onları? Mümkün müdür bu? Bırakın 
o Allah berisinde Allah makamına oturtup kendilerine kulluk ettikleri var-lıkların kendilerine yardım etmelerini, üstelik onlar 
ortaklarını da inkâr edecekler. Biz asla dünyada bunları tanrı kabul etmedik, 
biz bunları asla hayatımızda egemen bilmedik, biz asla bunları Rab ve İlâh bilip 
yasalarını uygulamadık diyecekler. Bu dünyada Allah yetkilerine sahip olarak 
gördükleri, kendilerine tapındıkları, kendilerine sığındıkları, arzularını 
yerine getirdikleri, kendilerine dua ettikleri tanrı taslaklarının hiçbir 
faydasını görmeyecekler.
         Evet ya bu 
dünyada Allah’ı bırakıp ta Allah berisinde bir takım varlıkları dinleyenler o 
dinledikleri Rablerini İlâhlarını ret edecekler, yahut da dünyada tanrı 
bilinenler kullarını reddedecekler. Biz sizlerden bize kulluk istemedik. Biz 
size biz tanrıyız demedik. Siz kendiniz sapıklar olarak bize kulluk etmişseniz 
bunun sorumluluğu kendinize aittir. Bizim sizin bu pisliklerinizle bir ilgimiz 
yoktur diyecekler. 
         Öyleyse madem ki bir gün kıyamet 
kopacak, madem ki bir gün bu hayat bitecek, hepimiz öleceğiz ve tekrar 
diriltileceğiz, madem ki bir gün Allah’ın hesabıyla karşı karşıya geleceğiz, 
madem ki o gün yetki sadece Allah’ın olacak, madem ki insanların Allah berisinde 
ken-dilerinde yetki gördükleri varlıkların 
hiçbirisinin zerre kadar bir faydası dokunmayacak, öyleyse niye insanlar bu 
dünyada sadece Allah’ı din-lemiyorlar? Niye sadece 
Allah’a kulluk yapmıyorlar? Niye Allah berisinde kendilerine Rabler, İlâhlar 
buluyorlar da onlara kulluk yapıyorlar?
14. “Kıyamet koptuğu gün, işte o 
gün, darmadağın olurlar.”
         Kıyamet koptuğu gün, işte o gün 
insanlar darmadağın olacaklar. O gün insanlar gruplaşacaklar, grup grup birbirlerinden ayrışacaklar. Mü’minler kâfirlerden, mücrimlerden ayrılacaklar. İnsanlar 
imanlarına, amellerine, teslimiyetlerine, takvalarına göre gruplaştırılacaklar. 
Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın hayat programına inanan ve hayatlarını bu 
imana bina edenler, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayanlar hangi dönemde, 
hangi coğrafyada yaşamışsa yaşasın, hangi ırka mensup olmuşsa olsun dünyada tek 
bir ümmet oldukları gibi o gün de tek bir ümmet olacaklar. Dünyada ortak bir 
hayat çizgisinde olanlar da kendi aralarında ayrışacaklar. Allah’ı bırakıp 
bâtıla tapanlar da kendi aralarında bir birlik 
oluşturacaklar.
15. “Ama inanıp yararlı iş 
işleyenler, ağırlanacakları bir cennette 
bulunûrlar.”
         İman edip imanlarını pratik 
hayatlarına aktaranlar, iman edip iman kaynaklı bir hayat yaşayanlar, iman edip 
bu imanlarını hayatlarında sâlih ameller olarak 
görüntüleyenler cennette nimetler içinde ağırlanacaklar, sevinecekler, keyif 
çatacaklar. Ölümsüz cennetlerde yüzleri güldürülecek onların. 
16. “İnkar edip, âyetlerimizi ve 
âhirette Bana kavuşmayı yalanlayanlara gelince, işte 
onlar azapla yüz yüze bırakılırlar.”
         Ama beri tarafta kâfirlere, 
Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın dinini, Allah’ın hayat programını 
örtenlere, fıtratlarını örterek bir hayat yaşayanlara, âyetlerimize küfreden, 
âyetlerimizi örtbas edenlere, yalanlayan, yalan sayan, yok farz edenlere, âhirete kavuşmayı da örten, âhireti gündemlerinden düşürerek bir hayat yaşayanlara 
gelince işte onlar Allah’ın azaba hazır olacaklar, azabın mahkumu olacaklar. 
         İşte bakın hemen hayat ikileşiverdi. 
Dünyada da böyleydi zaten. Dünyada iki grup vardı, mü’minler ve kâfirler. İnananlar, inkâr edenler. Âhirette de böyle iki grup insan ve onlara hazırlanmış iki 
yerleşim merkezi. Cennet ve cehennem, cennetlikler ve cehennemlikler. İşte bu 
iki grubun dışında bir ayırım söz konusu olmayacak. İnsanların bu dünyadaki 
değer yargılarının orada hiç bir değeri olmayacak. Bu dünyada insanlar belki 
birbirlerini sosyal sınıflara, ekonomik sınıflara, ırk, kavim, kabile 
sınıflarına ayırabilirler. Ama ne dünyada ne de âhirette bu ayırımların Allah katında zerre kadar bile bir 
değeri yoktur. İşte Allah’ın ayırımı böyledir. Cennet ve cehennem. Allah’ın 
ayırımı bu dünyada Müslüman ve kâfir, İslâm ve küfür. 
17,18. “Akşamlarken ve 
sabahlarken, öğle ve ikindi vaktinde Allah'ı ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur tesbih edin, 
namaz kılın.”
         Fesübhanallah. O halde tesbih Allah’a aittir. Hep Allah tesbih edilmelidir. Hep Allah gündemde tutulmalı, hep Allah 
yüceltilmelidir. Çünkü O mükemmeldir, O aciz değildir, eksikliği yoktur Onun. 
Sabaha girdiğiniz vakit de akşamı idrak ettiğiniz zaman da Allah’ı tesbih edip yüceltin. Tüm zaman ve mekân dilimlerinde tesbih edilecek, gün-deme alınacak, yüceltilecek tek varlık 
Allah’tır. Tüm âlemde sözleri dinlenecek, arzuları yerine getirilecek, tüm zaman 
diliminde, tüm ömür boyunca yüceltilecek tek varlık Allah’tır. Göklerde ve yerde 
hamd Onudur. Yatsı vaktinde ve öğleye ulaştığınız 
zaman. Her zaman ve her mekânda, gündüz, gece, öğle, akşam, yatsı hamd edilecek, övülecek, programı uygulanacak tek Rab ve 
İlâh Odur.
         Evet yukarıdaki âyetlerle iman ve sâlih amelin iyi sonuçlarını, küfür ve şirkin kötü 
sonuçlarını duyduktan, öğrendikten sonra, bu konuda sadece Allah’ın yetkili 
olduğunu bildikten sonra haydi Rab-b’inizi tesbihe ve hamdi sadece Ona ait 
kılmaya yönelin. Haydi dilleriniz ve amellerinizle Onu tesbih etmeye ve Ona hamd etmeye 
koşun. Beş vakit namazla Allah’ı tesbih edin. O Allah 
ki:
19. “O, ölüden diri çıkarır, 
diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte 
siz de böylece diriltileceksiniz.”
         Ölüden diriyi, diriden de ölüyü 
çıkarandır. Ölümünden sonra yeryüzünü de diriltendir. Evet O Allah ölüden 
diriyi, diriden de ölüyü çıkarandır. Toprağın altındaki ölü bir tohumu diriltip 
ondan hayatı, di-riliği çıkaran Allah’tır. Hiç hayat 
emaresi olmayan küçücük ölü bir çekirdekten koskoca bir ağacı çıkaran Allah’tır. 
Peygamberine indirdiği vahiyle  ölü 
kalpleri dirilten, kâfirlerden dipdiri mü’minleri 
çıkaran da Allah’tır. Ama dipdiri mü’minlerden 
kâfirleri çıkaran da Allah’tır. Yâni ölü bir insandan diriyi çıkarır, diri bir 
insandan da ölüyü çıkarır. Kâfirden mü'mini mü'minden de kâfiri çıkarır. 
Veya meselâ Nuh (a.s) gibi 
dipdiri bir babadan iman etmeyen ölü bir oğul çıkardığı gibi, Âzer gibi ölü bir kâfirden dip diri bir İbrahîm çıkarabilir 
Allah. Ya da Zekeriyya (a.s) 
gibi yüz yaşını aşkın bir babadan üstelik de kısır bir anadan Yahya gibi bir 
diri çıkarır Allah. Veya işte bir zamanlar yok iken, yokluktan var edilen bir 
mevcudat çıkarıverir. Ölüyken, yok iken yeryüzünde, hayat sahnesinde varlıkları 
var ediverir. 
Öyle değil mi? Bir zamanlar yoktu 
varlık, yoktu insanlar, yoktu semalar, yoktu arz, yoktu güneş, yoktu ay yoktu 
yıldızlar da yokları var etti Rabbimiz. Kupkuru topraktan Adem’i yaratan odur. 
Kupkuru topraktan varlıklara hayat veren odur. Var olanları da sonunda öldürerek 
diriden de ölüyü çıkarıyor Rabbimiz.
         İşte sizin dirilişiniz, ölümünüzden 
sonra dirilişinizin çıkarılması da aynen böyle olacaktır. İşte sizler de böylece 
çıkarılacaksınız. Ölümünden sonra yeryüzü nasıl diriliyorsa sizin dirilişiniz de 
aynen öyle gerçekleşecektir. İşte şunlar da Onun âyetlerindedir diyerek bundan 
sonra Rabbimiz bir dizi âyetleriyle bizi karşı karşıya getirecek ve bize Onu 
inkâra, Onu yalanlamaya, Onu diskalifiye ederek bir hayat yaşamaya fırsat 
tanımayacak. 
20. “Sizi topraktan yaratması 
O'nun varlığının belgelerindendir. Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne 
yayılırsınız.”
         İşte sizi topraktan yaratması 
Onun âyetlerinden, Onun varlığının ve sizler üzerindeki yaratıcılığının rubûbiyet ve ulûhiyetinin, 
egemenliğinin belgelerindendir. Sizi topraktan yarattı da O Allah, sonra işte 
onun ardından birer insan olup yeryüzünde yayılıverdiniz. Evet Allah sizi 
topraktan yarattı.  varlığımızın 
başlangıcı topraktır. Bizler de şu anda topraktan aldığımız gıdalarla meydana 
getiriliyoruz. Düşünebiliyor musunuz? Toprak adam oluyor ve yeryüzünde hareket 
ediyor. Allah’ın varlığına, gücüne bundan daha büyük bir delil olur mu? Bu 
Allah’ın âyeti değil de kimin âyetidir? Bu âyet bizi Allah’a kulluğa ve 
teslimiyete götürmeyecek de ne götürecektir? Bunu Allah’tan başka kim 
becerebilir? Tüm bu teknolojik güçleriyle bir sineğin bir tek kanadını, ya da insanın saçının bir tek telini yaratabilecek birileri 
var mı? İşte toprak yerinde duruyor. Haydi toplansın tüm dünya insanlığı da bir 
şey yaratsınlar. Ve işte böyle bizi topraktan yaratan Allah ölümlerimizden sonra 
aynı topraktan bizi tekrar yaratmaya, diriltmeye güç yetiremez mi? 
21. “İçinizden, kendileriyle 
huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, 
O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler 
vardır.”
         Yine Onun âyetlerindendir ki 
nefislerinizden zevceler yaratmıştır. Sizin için kendilerinde huzura 
kavuşacağınız, sükûnete ereceğiniz, doyuma ulaşacağınız sizin nefislerinizden 
zevceler yaratması Allah’ın âyetlerindendir. 
Evet sizi bir tek cins olarak 
değil, insan olarak birbirine eşit ama farklı fiziksel yapıya, farklı ruhsal 
özelliklere sahip iki ayrı cins olarak yaratmıştır Allah. Birbirine eş olacak, 
birbirini tamamlayacak, birbiriyle çok âhenkli bir bütünlük arz edecek erkek ve 
kadın olarak yaratmıştır sizi. Evet sizi böyle erkek ve kadın olarak yaratmış ki 
birbirinize ısınasınız, birbirinize meyledip yakınlık kurasınız, kaynaşasınız 
diye. Böylece Allah aranızda bir sevgi bir rahmet de ortaya koymuştur. Ne güzel 
değil mi? Eşler arasında sevgi ve rahmet, merhamet. Eğer Rabbimiz erkek ve 
kadına birbirlerine karşı büyük bir sevgi, istek ve arzu vermeseydi onlar asla 
birlikte bir yuva kurma gereği duymayacaklardı. 
         Evet Allah hiçbir nefsi yalnız 
yaratmamıştır. Mutlaka birlikte yaşayacağı bir eş, bir zevc takdir etmiştir ona. Eğer şu anda insanlar Allah’ın bu 
yasasına karşı çıkarak bir karı koca hayatından kendilerini mahrum 
bırakıyorlarsa burada suçlu Allah değil kendileridir. aslında bütün kadınlar ve 
erkekler birbirlerine muhtaç yaratılmıştır. Kendilerini fıtrat dışı bir hayatın 
mahkumu edenler, kadınsız erkekler, erkeksiz kadınlar bu dünyada mutsuz bir 
hayat yaşamak zorunda kalacaklardır. İşte bunda da düşünen, tefekkür eden, kafa 
yoran insanlar için ibretler var, âyetler vardır.
22. “Gökleri ve yeri yaratması, 
dillerimizin ve renklerimizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. 
Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.”
         Yine göklerin ve yerin 
yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı 
olması da Allah’ın âyetlerindendir. Her birerinizin dili değişik, rengi 
değişiktir. Dünyanın değişik bölgelerinde insanlar değişik diller kullanmakta 
olduğu gibi her insanın dili, ses tonu mutlaka diğerlerinden ayrıdır. Aynı 
şekilde tüm insanlar aynı topraktan meydana geldikleri halde, aynı elementlerden 
teşekkül ettikleri halde herkesin rengi birbirlerinden o kadar farklıdır ki 
milyarlarca insanın arasında ayırt edilebilmektedir. 
         Evet sizin renklerinizin, dillerinizin 
değişik olması da Allah’ın âyetlerindendir. Sizin bu fizikleriniz, renkleriniz, 
dilleriniz, ırklarınız kendi kendinize bulduğunuz, kendi kendinize ulaştığınız 
bir şey değil, bu bir Allah takdiri, bu bir Allah yasasıdır. Öyleyse bütün 
insanların değerlendirilirken hiç birinin diğerinden ayrı, üstün, alçak olarak 
değerlendirilmemesi gerektiği de bu âyette zikredilmiş oluyor. Evet dillerimiz, 
renklerimiz, ırklarımız ayrı olabilir. Birimiz beyaz, birimiz siyah, birimiz 
sarışın olabiliriz. Birimiz Türkçe, birimiz Arapça, birimiz Çince konuşuyor da 
olabiliriz. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Bunlar insanların birbirlerine 
üstünlük ya da alçaklık sebepleri değildir. Bunlar 
hiçbir zaman insanların birbirlerinden ayrıcalıklarının delili değildir. Ne 
beyazlar siyahlardan üstündür, ne siyahlar sarışınlardan üstün ya da alçak değildir. Yine hiç bir dil konuşanın öteki dil 
konuşanlara bir üstünlük ya da alçaklığı söz konusu 
değildir. İnsanların değerlendirmesini Rabbimiz bunlara değil de tamamen inanca 
bağlı kılmıştır. Müslüman kâfirden üstündür, muttaki diğerlerinden üstündür 
Allah katında. İşte Allah’ın değer yargısı budur. 
         İşte bunda âlimler için, bilenler, 
bilgi sahipleri için bunda âyetler vardır diyor Rabbimiz. Peki âlim kimdir? Âlim 
vahyi bilenlerdir. Allah’ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu bilen kimseler 
âlimdir. Dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı 
yaratılışının Allah’ın bir âyeti olduğunu bilen kimseler âlimdir. Allah’ı 
tanıyan, Allah’ın istediği kulluğu bilen ve onu icra eden kişi âlimdir. Allah’ın 
kitabında ve Resûlünün sünnetinde ortaya konan değer yargılarına göre bir hayat 
yaşayan kişi âlimdir. Bunu bilen bir kişi, Allah’ın bu âyetleriyle bilgilenen 
bir kişi artık şunu söyleyebilir mi? Rengi şöyle olanlar üstündür, dili böyle 
olanlar, filan ülkede doğanlar, falan ırka mensup olanlar üstündür. Benim dilimi 
konuşanlar üstündür, benim rengimi taşıyanlar üstündür diyebilir mi? Allah’ın 
değer yargılarının bilincinde olan bir insan kesinlikle bilir ki üstünlük ancak 
imandadır, takvadadır. 
23. “Geceleyin uyumanız, gündüz 
de lütfundan rızık aramanız 
O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda kulak veren millet için dersler 
vardır.”
         Yine geceleyin uyumanız, gündüzün 
de Onun lütfundan rızık 
aramanız Onun âyetlerindendir. Gecede ve gündüzde Rabbimizin koyduğu uyku yasası 
da bizim için en büyük lütuflardan birisidir. Hayat Allah için yaşandığı zaman 
güzeldir. Hayat Allah’a kullukta değerlendirildiği zaman şereflidir. Allah’ın 
âyetleriyle hayatı tanımlamak gü-zeldir. İşte gece, işte gündüz. İşte uyku, işte çalışmak. 
Tam bize uygun bir hayat yasası. Hiç düşündünüz mü? Allah geceyi sürekli 
kılsaydı, hiç gündüzü getirmeseydi ne yapardınız? Ve gündüzü sürekli kılsaydı 
geceyi kim getirebilirdi bize? İşte bunlarda da kulak veren, kulağı olan, 
kulağını kullanan kimseler için ibretler, dersler vardır.   
24. “Size korku ve ümit veren 
şimşeği göstermesi, gökten su indirip ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi, 
O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler 
vardır.”
         Yine korku ve ümit kaynağı olan 
şimşeği göstermesi Allah’ın âyetlerindedir. Evet korku ve ümitle, havf ve tamahla Rabbiniz size şimşeği gösterir. Görürsünüz 
şimşeği korkarsınız, görürsünüz şimşeği arzularsınız. Arzularınız, ümidiniz 
kabarır. Çünkü şimşek kimileri için bir korku sebebi, kimileri için de bir ümit, 
bir rahmet vesilesidir. Kimileri için bir rahmet muştusu, bir yağmur habercisi, 
bir bereket müjdecisi, yağmurun yağacağına bir alâmet, ama kimileri için de 
isyanları, günâhları yüzünden toplumları helâk eden bir azap kamçısı, bir 
felâket habercisidir. Bundan dolayıdır ki insanlar şimşeği gördükleri zaman hem 
korkarlar hem de sevinirler. Yâni kimilerinin ödü koparken kimileri sevinir. 
Çünkü tarih içinde nice toplumlar savaikle, 
yıldırımlar ve şimşeklerle yok olup gitmişlerdir.
         Yine Allah gökten yağmuru, suları 
indirir de onunla ölümünden diriltiverir yeryüzünü. İşte bu da Allah’ın 
âyetlerinden birisidir. Muhakkak  ki 
bunlarda akıl eden, akıllarını kullanan bir kavim içindir.
25. “Göğün ve yerin O'nun buyruğu 
ile ayakta durması O'nun varlığının belgelerindendir. Sonra sizi kabirlerinizden 
bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz.”
         Yine buyruğuyla gökyüzünü ve 
yeryüzünü durdurması, gökler ve yerin varlık âleminde bulunması Onun 
âyetlerindendir. Evet gökler ve yerin bu düzen içinde durdurulması da Allah’ın 
âyetlerindendir. Gökleri ve yeri tutan, onları zevalden, yıkılıp gitmekten 
koruyan, tutan, muhafaza eden Allah’tır. Göler ve yere egemen olan Allah’tır. 
Göklerde ve yerde hakim olan, hükmü geçerli olan, Kayyûm olan Allah’tır. Eğer gökler ve yer zevale uğrayacak 
olsalar, kayacak olsalar Allah’tan başka hiç kimse onları tutamaz. Rabbimiz 
lütfuyla bu âlemi ayakta tutuyor. Allah’tan başka hiç 
kimsenin gökleri ve yeri ayakta tutma gücü yoktur. Bırakın gökleri ve yeri 
ayakta tutmayı kendilerini bile ayakta tutmaya güç yetiremeyen varlıkların Rab 
olmaları, İlâh olmaları mümkün değildir. Allah dengede tuttuğu için bu kâinat 
yıkılmadan duruyor. Ama Allah’ın emriyle bir gün yıkılmaya, kaymaya başladı mı 
artık kimse onun önüne geçemeyecektir. Yâni gökler ve 
yer sadece Allah tarafından yaratılmakla kalmayıp varlıklarının sürdürülmesi de 
Rabbimizin emriyle olmaktadır. 
         Sonra sizi kabirlerinizden bir dâvetiye 
ile çağırdı mı hemen Onun huzuruna çıkıverirsiniz. Evet Rabbinizin dâvetini alır 
almaz hemen mantar bitiyormuş gibi kabirlerinizden kalkıp mahşere doğru 
akıverirsiniz. Yâni bu kâinatı yaratan, gökleri ve yeri yaratan, gökleri ve yeri 
buyruğu altında tutan Allah’a bu hiç de zor gelmeyecektir.
         Evet topraktan yaratılışımız bir Allah 
âyeti, topraktan insan haline getirilip yeryüzünde tohumlanıp dağılmamız bir 
âyet, kendi cinsimizden eşlerimizin yaratılması bir âyet, eşler arasında meveddet, sevgi, arzu bağlarının yaratılması bir âyet, 
göklerin ve yerin yaratılışı bir âyet, dillerimizin ve renklerimizin ayrı ayrı olması bir âyet, gecemiz gündüzümüz, uykularımız, 
gündüzün Allah’ın fazlından rızık aramamız bir âyet, 
şimşek, yağmur bir âyet, yağmurlarla ölümünden sonra yeryüzünün ölümünden sonra 
bahar mevsimi tekrar dirilmesi bir âyet, kıyamet bir âyet, diriliş bir âyet. 
İşte bütün bunlar kendisine kulluk yapılacak Rabbimizin birer âyetidir.  
26. “Göklerde ve yerde olanlar 
O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir.”
         Ve göklerde ve yerde ne varsa 
hepsi Onundur. Göklerde ve yerdekilerin tamamı Allah’ın mülküdür. Göklerde ve 
yerde ne varsa hepsi Allah’a boyun bükmüştür. Göklerde ve yerde canlı-cansız ne 
varsa hepsi Allah yasalarına boyun büküp itaat ederler. Rablerinin yasaları, 
Rablerinin buyrukları önünde diz çökerler. Çünkü onların tümünü Allah 
yaratmıştır. Onlar da yaratıcılarının kendileri için belirlediği hayat tarzını, 
kendilerine yüklediği rollerini zerre kadar aksatmadan yerine getirerek 
Rablerine boyun bükmekte, Rablerini dinlemekte ve Rablerinin önünde 
eğilmektedirler. Çünkü yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında 
konumu kulluktur. 
         Öyleyse nasıl ki canlı ve cansız tüm 
varlıklar yaratıcılarına boyun bükmüşler, sadece Onu dinliyorlarsa o zaman 
elbette ki yaratılış yönünden onlardan farklı olmayan, onlar gibi kul olan insan 
da sadece Allah’a boyun bükmeli, sadece Allah’ı dinlemeli, sadece Allah’ın 
kanunlarına, Allah’ın yasalarına itaat etmelidir. Fıtrat en zaten insan Allah’ın 
yasalarına boyun bükmektedir. Kâfirler de şu anda Allah yasalarına boyun 
bükmektedir. Allah’ın yarattığı bu insan yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta, 
uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta, erkek ve kadın olmaktadır. Mü’min kâfir hiç kimse bu Allah yasalarının dışına 
çıkamamaktadır. 
Yâni insan fıtrat en Allah’ın 
koyduğu yaratılış yasalarının dışına çıkamamaktadır. Ama fıtrî hayatında kerhen 
Allah yasalarına boyun büken kâfir ihtiyarî, ya da 
günlük hayatında Allah’a itaat etmemektedir. İşte insan fıtrî hayatında böylece 
Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi günlük hayatında da Allah’ın yasalarına 
boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî hayatında Allah’ın yasalarına boyun büken 
bu insan günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının 
birinde Rabbinin İlâhî yasalarına ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa, 
yâni iki Rabbi, iki İlâhı olursa onun, yâni onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı 
çatışma içine girerse o zaman bu ikisi arasında insan ezilip 
gidecektir.
27. “Önce yaratan, ölümünden 
sonra tekrar dirilten O'dur. Bu, O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde 
olan en üstün sıfatlar O'nundur. O, güçlüdür, 
Hakîmdir.”
         Evet Allah’tır yaratmayı 
başlatan. Allah’tır yaratmayı ilk yapan. O Allah mahlukâtı yoktan var edendir. 
İlk olarak eşi ve benzeri olmayan bir varlıklar âlemini, daha önce bir görüntüsü 
olmayan, daha önce bir benzeri olmayan bu âlemi yaratan Allah’tır. yoktan var 
ettiği bu varlıkları sonra öldürüp tekrar diriltecek olan da Odur. Üstelik 
ölümlerinden sonra insanları tekrar diriltip hesaba çekmek üzere huzuruna 
getirmesi Ona göre çok kolaydır. Niye zor olsun da bu Allah’a? Eğer zor olsaydı 
onları benzeri yokken ilk defa yaratması zor olurdu. İlk defa onları yaratan 
ikinci defa yaratmaya güç yetiremez mi? Çünkü Göklerde ve yerde en yüce 
sıfatlar, en üstün meseller de sadece Ona aittir. 
O Azîzdir, O Hakîmdir. Yaratan 
Odur, rızık veren, doyuran Odur. İzzet ve şeref, güç 
ve kudret sadece Ona aittir. Hikmet sahibi de sadece Odur. Ondan başka kim hakim 
olabilir bu varlıklar âlemine? Ondan başka kim sahip olabilir bu âleme? Ondan 
başka yaratıcı var mıdır? Gücüyle kudretiyle, egemenliğiyle hikmetiyle O 
Allah’ın yaratıklarına koyduğu yasa da kulluk yasasıdır. Bakın bundan sonraki 
âyetinde bu kulluğunuza, tevhide bir misa l verecek 
Rabbimiz:
28. “Allah size kendinizden 
misa ller vermektedir: Size verdiğimiz 
rızıklar da, emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit 
sûrette hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirinizi saydığınız gibi bu 
ortaklarınızı sayar mısınız (ki, bizzat yaptığımız işlerde Bize ortaklar 
koşulmasına razı olasınız?) Düşünen millete âyetleri böylece uzun uzadıya 
açıklarız.”
         İşte O Allah size bir 
misa l veriyor. Allah size kendi 
nefislerinizden bir misa l vermiştir. Söyleyin bakalım: Şu 
mülkiyetiniz altında bulunan kölelerinizle, câriyelerinizle, işçilerinizle ortak 
olarak, kullanımı konusunda onlarla denk olarak, eşit olarak, eşit haklara sahip 
olarak Benim size vermiş olduğum rızıklar konusunda 
birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden de çekineceğiniz seviyede o 
kölelerinize eşit hak veriyor musunuz? 
         İşte Allah size mal, mülk ve saltanat 
verdi. Ev, bağ, bahçe, tarla, tapan, dükkan, tezgah verdi, müdürlük, amirlik 
verdi. Bir şehrin, bir ülkenin yönetimini verdi. Bir de sizin mahiyetinizde, 
sizin egemenliğiniz altında işlerinizde çalıştırdığınız işçiler, memurlar, 
köleler, câriyeler verdi. Yâni sizin hâkimiyetiniz altında olup bir imtihan 
sebebiyle rızkı sizden bekleyen insanlar var. Halbuki Allah bu elinizdeki 
malları size verirken onları da hesap ederek vermektedir. Yâni Allah size 
tak-dir ettiği rızıkta 
kölelerinizi, işçilerinizi, hizmetçilerinizi, memurlarınızı da ortak kabul 
ediyor. Şimdi sizler sahip olduğunuz, hakim olduğunuz o malda, mülkte, o 
saltanatta, o bağda, bahçede, o dükkanda, fabrikada, o işyerinde hâkimiyetiniz 
altındaki o işçilerinize, o memurlarınıza, o kölelerinize, câriyelerinize bir 
yetki veriyor musunuz? 
Yâni şunu diyebiliyor musunuz? 
Bir fabrikanız var ki; bir çiftliğiniz var ki; Allah onu size vermiş, ama orada 
çalışanları da size ortak kılmıştır. Şimdi şunu diyebiliyor musunuz onlara: 
Gelin ey benim iş yerimde, benim fabrikamda, benim çiftliğimde çalışan insanlar, 
aslında bu mülk sadece benim değildir. Bu mülkü Rabbim bana verirken sizi de 
buna ortak kılmıştır. Sizin gayretlerinizle, sizin alın terlerinizle bu mülk bu 
hale gelmiştir. Gelin bundan sonra bu mülk sadece benim değil hepimizin 
olacaktır. Bu mülkte her birerimiz eşit haklara sahibiz. Diyebiliyor musunuz 
bunu? O mallarınızda onlara da yetki verebiliyor musunuz?
         Dünyanın herhangi bir bölgesinde, 
herhangi bir ülkesinde egemenliği eline geçirmiş olan hakim güçler, egemen 
oldukları halka karşı, kölelere karşı şunu diyebiliyorlar mı: Gelin ey insanlar, 
bu ülke hepimizin, bu şehir hepimizin, bu devlet, bu imkânlar hepimizindir. 
Şimdiye kadar bizim bu ülkede sürdürdüğümüz egemenliğimiz bizim haksızlıkla 
sürdürdüğümüz bir söz sahipliğiydi. Bundan sonra bu ülkeyi birlikte yöneteceğiz, 
siz de söz sahibi olacaksınız, siz de şuraya katılacaksınız. Sizler nasıl bir 
hukuk, nasıl bir eğitim, nasıl bir kılık kıyafet, nasıl bir yaşam biçimi 
istiyorsanız öylece yapalım, öylece yaşayalım diyen birilerini biliyor musunuz? 
Var mı böyle diyen birisi? Yok değil mi? Ne ülkelerin, devletlerin egemenleri 
ellerine geçirdikleri bu mülkü başkalarıyla paylaşmadan yanalar, ne de herhangi 
bir ekonomik gücün sahibi olanlar ellerindekileri işçileriyle, köleleriyle 
paylaşmadan yana olmuyorlar değil mi? Kimse istemez bunu? Babasını, oğlunu bile 
karıştırmıyor adam değil mi? Halbuki Allah’ın verdiği bu mülk bütün 
insanlarındır. Bütün insanların onda hakkı vardır. 
         Şimdi nasıl ki siz Allah’ın ortaklaşa 
kullanınız diye verdiği o mülk ve saltanatta hak sahiplerini bile elinizdeki 
yetkilerden faydalandırmıyorsunuz da, kendinizde böyle bir hak görüyorsunuz da 
nasıl oluyor da Allah’ın şu dünyasında, Allah’ın şu mülkünde Allah’ın 
yet-kilerini de elinden alarak hâşâ hâşâ sen bu işe 
karışamazsın, bu mülkte yetki bizimdir demeye çalışıyorsunuz? Nasıl oluyor da 
mülkünde Allah’a ortaklar aramaya, bulmaya çalışıyorsunuz? Nasıl oluyor da tamam 
gökleri Ona verelim, göklerde O İlâhlığını sürdürsün, ama yeryüzüne O Allah 
karışamaz, yeryüzünde İlâhlık bizimdir, ya da 
yeryüzünde bizim sözünü dinleyeceğimiz, yasalarını uygulayacağımız başka 
İlâhlarımız, başka Rablerimiz vardır diyebiliyorsunuz? Gerçekten bu çok zalimce 
bir düşünce değil mi? Nasıl oluyor da bu kadar zayıf halinizle, ölümlü 
halinizle, Allah’a muhtaç halinizle geçici olarak sahibi bulunduğunuz 
mülklerinizde kimseye yetki tanımıyorsunuz da, göklerin ve yerin ölümsüz sahibi 
olan Allah’tan yetkisini alarak Onun berisinde başka Rabler, başka İlâhlar bulup 
onların da Allah’a ortak olduklarını söyleyebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da onlara 
da kulluk edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da yeryüzünde şirki yasallaştırmaya 
çalışıyorsunuz? Hakkınız var mı buna? diyor Rabbimiz. İşte biz âyetlerimizi 
böylece açıklıyoruz akıl eden, aklını kullanan bir kavim 
için.
29. “Hayır; zulmedenler, körü 
körüne kendi heveslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru 
yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da 
yoktur.”
         Ama zalimler akıllarını 
kullanmıyorlar. Zalimler Allah’ın bu misa llerini anlamıyorlar, anlamaya 
yanaşmıyorlar. Bilâkis onlar Allah âyetlerini bırakıp hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar. Bilgisizce, cahilce 
kendi hevâlarının peşine düşüyorlar. Mülkte, 
saltanatta, yetkide, egemenlikte zalimler şu anda geçici de olsa bunların sahibi 
biziz. Bu mülkte, bu köyde, bu şehirde, bu ülkede söz sahibi biziz. Bizler 
dilediklerimizi yapabilme imkânına sahibiz. Dilediğimiz gibi karar verip, 
dilediğimiz gibi bir hayat yaşama yetkisine sahibiz. 
Tabii imtihan gereği Rabbimiz 
kendilerine geçici olarak bu yetkiyi vermiştir. Ve bu adamlar kendilerine 
verilen bu güç ve kuvvetin, bu mülkün bitmeyeceğini zannediyorlar. Hayatın, 
ülkenin yasalarını koyma hakkı bizdedir diyorlar. İşte görüyoruz. Allah’ın 
dininin hakim olmadığı tüm ülkelerde hakim güçler bunu söylüyorlar. Allah’tan 
başkalarına, Allah’ın yaratıklarına yetki veriyorlar da Allah’a yetki vermemeye 
çalışıyorlar. Allah’ın mülkünde, Allah’ın arzında Allah’a söz hakkı vermemeye 
çalışıyorlar. Allah’ın kullarının Rabbim Allah demelerine bile izin vermemeye 
çalışıyorlar. 
         Veya işte Allah yeryüzünde bir imtihan 
gereği birilerine ötekilerden daha fazla ekonomik güç veriyor. Ötekilerine 
vermediği mal, mülk veriyor. Aynı zamanda ona verdiği mal ve mülkte başkalarının 
da haklarının olduğunu beyan ediyor. Birine bir milyar vermişse diyor ki bu 
paranın tamamı senin değildir. Senin ailen, çalıştırdıkların, işçilerin, 
kölelerin, câriyelerin, fakir akrabaların, yetimlerin, komşuların, 
Müslümanların, hayvanların da hakları vardır. Yâni bir Müslümana verilenler üzerinde verilenler oranında 
başkalarının hakkı vardır. 
Meselâ bir Müslümana bir milyar verilmiş, ama yüz Müslüma-na bir milyar dahi 
verilmemiş. Bu verilmeyenler verilenlerin emri altında çalışmak zorundadırlar. 
Onların işyerlerinde çalışıyorlar. İşte o yüz Müslümanın kendisine milyar verilmiş kimsenin ekonomik 
gücünde hakları vardır. Allah yasayı böyle belirlemiştir. O yüz Müslümanın geçiminden de o tek Müslüman sorumludur. O yüz 
Müslümana ayrı ayrı kendi 
ekonomik gücünden verip onları kendi hayat standardına ulaştırmalıdır. Ama 
bakıyoruz böyle yapmıyorlar. Çalıştırdığı insanlara diyorlar ki bakın sizin 
işiniz gücünüz yok, paranız pulunuz yok, gelin benim işyerimde çalışın diyor. 
Onlar çalıştıkça onlara Allah’ın istediği şekilde hak vermeyen o kişi bu sefer 
onların alın terleriyle önceki gücünü on misline çıkarıyor. Onların çalışmaları 
sonunda elde ettiği kazancın sadece onda birini onlara veriyor, onda dokuzu yine 
kendisine kalıyor. Allah’ın verdiği ekonomik güçte başkalarına hayat hakkı 
ta-nımıyor. Göklerin ve yerin sahibi olan Allah’a bu 
konuda hayatına ka-rışma 
hakkı vermiyor. İşte bu zulümdür, haksızlıktır. Allah diyor ki ba-kın zalimler Allah’ın isteklerini, Allah’ın yasalarını 
bırakıp kendi hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar. Evet 
Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan herkes zalimdir. 
         Allah’ın saptırdığına kim hidâyet 
edebilir? Allah’ın saptırdığına kim yol gösterebilir? Öyleyse yeni baştan iman 
etmek, yeni baştan imanımızı tazelemek, yeni baştan hayatımızı Allah’ın 
âyetleriyle düzenlemek zorundayız. Hayatımızı Allah’a, Allah’ın kitabına, 
Resûlünün sünnetine arz etmek zorundayız. Ya Rabbi 
bilir bilmez ben bir hayat yaşıyorum, bilir bilmez içinde bulunduğum toplumun, 
devletin değer yargılarına göre bir ekonomik anlayış benimsiyorum, acaba bu 
doğru mudur, yanlış mıdır? Sen nasıl bir ekonomik düzen istiyorsun? diye 
kendimizi sorgulamak zorundayız. Bu mal sadece bana mı ait? Sadece kendime 
harcayayım diye mi bunları bana verdin? Benim malımda başkalarının da hakkı var 
mı? Ben işyerimde çalıştırdığım işçilerimi doyurmak zorunda mıyım? Ben son model 
arabalarda gezerken bunlar hâlâ bisikletle benim işyerime gelmeye devam mı 
etmeliler? Ben kazancın onda birini bunlara verip onda dokuzunu kendim mi almalı 
mıyım? Ben evime götürdüklerimden onların evlerine de götürmeli miyim? Yoksa 
kazancı aramızda eşitçe paylaşıp, kendi harcamalarımı kısıp onları da kendi 
hayat standardına çekmeli miyim? Acaba şu dükkanımda çalıştırdığım kadınları 
kızları evlerinde durdukları halde beslemek zorunda mıyım? diyerek 
uygulamalarımızı bir daha gözden geçirmek zorundayız. Bunun için de şunu yapmak 
zorundayız:
30. “Ey Muhammed! Hakka yönelerek 
kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın 
yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu 
bilmezler.”
         Yüzünü, yönünü Allah için Hanîf olarak Allah’a döndür, sadece Allah’a yönel, sadece 
Allah’ın dinine göre bir hayat yaşamanın hesabını yap. O Allah dini, Allah 
programı fıtrata uygun olarak kullarına koyduğu bir yasadır. Gelin öyleyse ey 
insanlar Allah sizi ne için yaratmışsa, size nasıl Müslümanca bir hayat programı belirlemişse yaratılışınıza 
uygunca bir hayatın adamı olun. Yüzlerce, binlerce insanın ekonomik gücünü 
kendinize mal ederek zalimce bir hayat yaşamayın.
         Evet Rabbimiz yüzümüzü, kendimizi, tüm 
hayatımızı kendisine teslim etmemizi, Hanif olarak, 
aklı, hevâ ve heveslerimizi işin içine ka-rıştırmadan ihlas ve samimiyetle Rabbimize dönmemizi istiyor. İçimiz ve 
dışımızın temizliğiyle, niyetimiz ve amellerimizin temizliğiyle kendisine 
yönelmemizi istiyor. Hayatımızın tümünde, gecemizde gündüzümüzde, malımızda 
mülkümüzde, ailemizde bireysel hayatımızda, yâni hayatın tümünde Müslüman 
olmamızı istiyor. Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, 
düşüncemizi, benliğimizi kendisine döndürmemizi istiyor. Tüm hayatımızda 
yönümüzü kendisine doğru çevirerek, Onun rızasını, Onun istediklerini ön plana 
alarak,  hep Onu hesaba katarak, hep Onun 
istediği gibi inanıp, Onun istediği gibi hareket ederek, her an Onun 
kontrolünde, Onun huzurunda olduğumuzu unutmadan bir hayat yaşamamızı 
istiyor.
         Allah’ın yaratışında değişme yoktur. 
Fıtrat neyse, fıtrat dini olan İslâm neyse, nasıl bir hayat yaşamanızı istiyorsa 
öylece yaşamaya bakın. Çünkü Allah’ın dini gayyimdir. 
Allah’ın dini başka hiç bir dine, hiçbir sisteme muhtaç olmadan kendi kendine 
kaim olan bir dindir. Bir başka dinin, bir başka yasanın desteğine ihtiyacı 
olmadan varlığını sürdüren bir dindir. Çünkü bu din Hayyu Kayyum olan, kendi kendine 
var olan ve varlığını sürdürmesi konusunda hiç kimseye muhtaç olmayan bir 
Allah’tan gelme bir dindir. Kıyamete kadar yeryüzü insanlığının problemlerini 
çözümleyecek bir dindir. Ama insanlardan pek çoğu bunu bilmiyorlar. İnsanlardan 
pek çoğu bu Allah dinini bir kenara bırakarak kendi hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar. 
Öyleyse ey Müslümanlar, 
akıllarımızı başlarımıza almak zorundayız. Fıtrat dini bizden nasıl bir ekonomik 
hayat, nasıl bir siyasal hayat, nasıl bir aile hayat istiyorsa öylece yaşamak 
zorundayız. Yönümüzü, yüzümüzü, kıblemizi, yörüngemizi Allah’a, Allah’ın dinine, 
Allah’ın kitabına ve Resûlünün örnek hayatına doğru çevirmek zorundayız. 
         Hal böyleyken, Allah bizden bunu 
isterken şimdi Allah için kendimizi bir sorgulayalım. Yaşadığımız şu hayatta, 
aile hayatımızda, siyasal hayatımızda, ekonomik hayatımızda gidişimiz, yönümüz 
kime doğru? Kime yönelmişiz, kime doğru gidiyoruz? Kimin yörüngesindeyiz? 
Allah’a doğru mu, yoksa hevâ ve heveslerimize doğru 
mu? Allah’ın dinine doğru mu, yoksa şu müşrik sistemin bize empoze ettiği zulüm 
anlayışlarına doğru mu? Nereye doğru gidiyoruz? cennete mi yoksa cehenneme mi? 
Bunun hesabını çok iyi yapmak zorundayız.
31,32. “Allah'a yönelerek O'na 
karşı gelmekten sakınınız, namaz kılınız, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka, fırka 
olan, her fırkasının da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden 
olmayınız.”
         Sadece Rabbimize yönelik bir 
hayat yaşayın. Ona karşı takva sahibi olun. Hayatımızı Allah için yaşayın. 
Namazınızı ikâme edin. Namazı ayağa kaldırın. Hayatınıza hakim bir namaz kılın. 
Namazınıza özdeş bir hayat yaşayın. Ekonominize, mala bakışınıza, siyasetinize, 
gecenize gündüzünüze, aile hayatınıza namaz hakim olsun. Öyle bir namaz kılın ki 
bu namaz Allah’tan mesaj alma makamı olsun. Öyle bir namaz kılın ki bu 
hayatınızın Allah’a raporunu sunmanız olsun. Öyle bir namaz kılın ki bu namaz 
size fakir fukaranın hakkını gözetmeyi emretsin. Öyle bir namaz kılın ki bu 
namaz sizi zulme götürmesin. Öyle bir namaz kılın ki bu namaz ırz ve 
namuslarınızı korusun. Böyle bir namaz ki bu namaz sizi Allah’a ve insanlara 
verdiğiniz sözlerinizde durmaya götürsün.
         Ve müşriklerden olmayın. Ki onlar 
dinlerini fırka, fırka yapıp, şia, şia, grup grup 
oldular. Ve her bireri, her bir grup, her bir fırka, kendilerinde olanlarla 
sevinmekte, övünmekte, şımarmakta ve böbürlenmektedir. Dini parçalamışlar, 
kitabı parçalamışlar, hayatı parçalamışlar. Her bireri dinin, kitabın bir 
bölümüne sarılıp bayraklaştırmış. Her bireri kendilerince dinden, kitaptan 
hoşuna giden bir parçayı bayraklaştırıp din haline getirmiş ve her bireri de 
kendi hayatından mutmain olmuş. Her bireri kendisinin mutlak doğruluğuna ve 
karşısındakinin yanlışta olduğuna kanaat getirmiş. Müslümanların hepsi tek bir 
grup, tek bir cemaat, tek bir ümmet olmak zorundadırlar. Müslümanlar dinin 
tamamına, kitabın tümüne iman etmek zorundadırlar. 
33,34. “İnsanlar bir darlığa 
uğrayınca Rablerine dönerek O'na yalvarırlar, sonra Allah, katından onlara bir 
rahmet tattırınca içlerinden bir takımı kendilerine verdiklerimize nankörlük 
ederek Rablerine eş koşarlar. Safa sürün bakalım, yakında 
göreceksiniz.”
         İnsanlar bir darlığa düştükleri 
zaman, kendilerine bir zarar isa bet ettiği zaman hemen Rablerine 
yönelip dua dua yalvarıp yakarırlar. Bir sıkıntı, bir 
dert, bir hastalık, bir fakirlik dokunduğu zaman bütün varlıklarıyla Allah’a 
yönelerek dua ederler. Sonra Allah onlara katından bir rahmet tattırdığı zaman 
da onlardan bir grup Rablerine şirk koşmaya, ortaklar koşmaya başlıyorlar. Evet 
kendisine bir zarar, bir felâket, bir musîbet geldiği zaman hemen Rabbine 
yönelerek dua ediyor, aman ya Rabbi zaman ya Rabbi! Bu belâdan beni kurtarsan, kurtarsan sen 
kurtarırsın! Sen korursun! diye dua dua yalvarıp 
yakarıyor. Ama sonra kendisine Rabbinden onun mukabili bir nimet ulaşınca, Allah 
onu bir nimetle değiştirince de daha önce dua ettiği Rab-bini unutup Ona 
ortaklar bulmaya, Ona şirk koşmaya başlayıveriyor. Allah’a müşrikçe bir karşı 
koyuşa geçiveriyor. Allah’ın yetkilerini 
sınırlandırmaya, Allah’ı hayatına karıştırmamaya başlayıveriyor. 
         Ne kötü bir tavır değil mi? Sıkıntı, 
deprem, felâket anlarında dua dua yalvardığı Allah’ı 
unutuyor ve artık ya Rabbi kusura bakma, sana 
ihtiyacım kalmadı diyor. Arada Seni memnun etmek için üç beş kuruş bir dilenciye 
vereyim, ama Sen benim malımın tümüne, hayatımın tümüne karışamazsın demeye 
başlayıveriyor. Arada bir işte bayramlarda namaz da kılayım ama tüm zamanlarımı 
sana veremem demeye başlayıveriyor. Yönetimime, hukukuma, ekonomime, mektebime, 
kazanmama, harcamama, dükkanıma, evime karışamazsın demeye başlayıveriyor. 
         İşte görüyoruz hastayken dua dua Allah’a yalvarıp şifa bekleyen adam iyi olunca 
bakıyorsunuz ki  adam kendisini 
hastalıktan kurtaran Rabbine hamd edecek yerde, Ona 
kulluğa yönelecek yerde, Onu gündeme getirip şükredecek, teşekkür edecek yerde 
Onu unutarak şirk koşmaya başlayıveriyor. Beni doktor kurtardı, bana şu ilaç 
şifa verdi, beni filanlar, feşmekânlar kurtardı demeye, onlara hamd etmeye başlayıveriyor. Eğer onlar olmasaydı halim 
perişandı diyerek Allah’a nidler, ortaklar bulmaya 
başlayıveriyor. Daha önce dua ettiği Allah’ı diskalifiye ederek işte kafamı 
çalıştırdım. Aklımı kullandım. Falan müdür, filan efendi yetişti de beni 
kurtardı demeye başlayıveriyor. Bu nimetin kendisine Allah’tan geldiğini 
unutuveriyor. Veya işte adam önceleri fakirdir, dar gelirlidir. Dua dua Allah’a yalvarıp yakarır. Ya 
Rabbi bana imkân ver diye. 
Sonra Allah ona zenginlik verir, 
ekonomik, siyasal güçlere ulaşır, sonra kendisine bunları veren Allah’ı unutarak 
sevinmeye, şımar-maya başlıyor. Namazı, niyazı terk ediveriyor. Örtülüyse açılıp 
saçılmaya, Allah’a hamd edeceği yerde, bu 
verdiklerinden ötürü daha çok Ona kulluğa koşacağı yerde Ona nidler, ortaklar bulmaya, onlara hamd etmeye başlayıveriyor. Efendim, beni bu noktalara 
falanlar, filanlar taşıdılar. Efendim ben bütün bunları diplomamla kazandım. 
Bunları ben hak ettim demeye ve Rabbine karşı kulluğu, teslimiyeti, ibadeti, 
itaati bitiyor, cennet, cehennem, âhiret, hesap, kitap 
unutuveriyor. Yâni kötü gününde Allah’ı hatırlıyor, ama iyi gününde, işi bitti 
mi Allah’ı unutuveriyor. 
         Haydi faydalanın bakalım. 
Faydalansınlar bakalım biraz. Biraz nimetlenip 
keyfetsinler bakalım. Mallarıyla, mülkleriyle, dünyalarıyla biraz yaşasınlar 
bakalım. Yakında bileceksiniz. Ne kadar keyf içinde 
bir hayat yaşayabilir insan? Ne kadar devam edebilir keyfi? Ne kadar devam 
edebilir sıhhati? Tekrar hastalanacak değil mi? Tekrar sıkıntılar gelmeyecek mi? 
Tekrar bir felâket daha gelmeyecek mi başına? Kıyamet kopmayacak mı? Ölüm 
gelmeyecek mi? Nasıl böyle bir tavır sergileyebilir insan Rabbine 
karşı?
35. “Yoksa onlara ortak 
koşmalarını söyleyen bir delil mi indirdik?”
         Yoksa Biz onlara bir delil, bir 
sultan mı indirdik ki o delille şirk koşuyorlar? Şirklerine bir delil mi 
bulmuşlar? Biz onlara bir delil mi indirdik ki o delile dayanarak şirk 
koşuyorlar? Şirklerine bir delil, bir âyet mi indirmişiz biz? Yâni yoksa 
sıkıntılı dönemlerinizde, zayıf anlarınızda, Bize muhtaç olduğunuz zamanlarda 
Bize dua edin, bize kulluk edin, ama iyi günlerinizde Bizi bırakıp başkalarına 
kulluk edin diye bir yasa mı kıldık onlara? Bazen  mü’min olun, 
bazen  kâfir ve müşrik olun mu dedik 
onlara? Nerden çıkarıyorlar bunu? Neye dayanıyorlar? Ne bilgi, ne delil var 
ellerinde? 
36. “İnsanlara bir rahmet 
tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir 
kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.”
         Biz insanlara bir rahmet, bir 
nimet tattırdığımız zaman onunla sevinip övünürler. Ama elleriyle işledikleri 
suçlardan dolayı onlara bir kötülük geldiği zaman da hemen tüm ümitlerini 
kaybediverirler. Aman bittik, tükendik, mahvolduk demeye, dövünmeye 
başlayıverirler. Halbuki nimet de, musîbet de imtihan konusudur. Nimetler anında 
sevinip coşup ta kötülükler anında niye koyuveriyorsunuz?
37. “Allah'ın, rızkı dilediğine 
yayıp bir ölçüye göre verdiğini görmezler mi? Doğrusu bunda, inananlar için 
dersler vardır.”
         Allah rızkı dilediğine yayar, 
saçar, bol bol verir, dilediğine de kısar. Bu Onun 
yasasıdır. Kim karşı gelebilecek de Allah yasasına? Mülkün sahibi Odur. Mülkünde 
dilediği gibi hükmetme yetkisi Ona aittir. Ve Allah rızkı çok verdiklerini daha 
çok seviyorum, onlar Benim yanımda üstündür, Ben zenginlere şeref veriyorum, 
fakirleri de şerefsiz kılıyorum diye bir âyet de indirmemiştir. Zenginliğin ve 
fakirliğin şeref ve şerefsizlikle bir ilgisinden söz etmemiştir. Veya sağlık 
verdiklerim üstündür, hastalık verdiklerim alçaktır diye bir âyet indirmemiştir. 
Felâket verdiklerimi bunlarla cezalandırıyorum, ama bu tür felâketler 
vermediklerimi de mükâfatlandırıyorum diye bir yasa koymamıştır Rabbimiz. 
Bu Allah’ın imtihan gereği bir 
takdiridir. Kimine hastalık verir, kimine sağlık. Kimine zenginlik verir, kimine 
fakirlik. Kimine nimet, kimine felâket verir. Bunların hepsi birer imtihandır. 
Bunu hiçbir zaman unutmamak zorundayız. Materyalist bir düşünceye, pozitivist bir anlayışa kapılan insanlar bunu yanlış 
anlıyorlar. Onlara göre hastalık bir imtihandır, ama sağlık bir imtihan 
değildir. Fakirlik bir imtihan konusudur ama sanki zenginlik bir imtihan konusu 
değildir. Zelzele, ölüm gibi şeyler bir imtihandır ama varlık, nimet, bolluk 
sanki bir imtihan değildir. Halbuki Rabbimiz kitabımızın pek çok yerinde Biz 
size verdiklerimizle sizi imtihan etmekteyiz buyurmaktadır. Öyleyse hayatın 
tümünü imtihan olarak düşünmek ve değerlendirmek zorundayız. Böyle yaparsak 
başaracağız demektir.
         İşte bunda iman etmek isteyenler için 
âyetler var, ibretler, dersler vardır. Öyleyse ey Müslüman sen bu 
değerlendirmeleri bırak ta Allah sana imkân verdiği zaman, mal mülk verdiği 
zaman sen şöyle bir tavır al. Allah senden şunu istiyor:
38. “Yakınlığı olana, yoksula, 
yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızasını dileyenler için bu daha hayırlıdır. 
İşte onlar saadete erenlerdir.”
         Yakınlığı olan akrabalara hakkını 
ver. Fakirlere ve yolda kalmışlara da haklarını ver. İşte Allah’ın rızasını 
isteyenler için bu daha hayırlıdır. Ve işte felaha erenler, dünyada da ukbada da kazananlar, başarıya ulaşanlar bunlardır. Evet 
demek ki bu dünyada çok servete ulaşmak, sıhhate kavuşmak, iyiliklere ulaşmak 
değil, bunları Allah yolunda Allah’ın istediği yerlerde harcayabilmekte, 
kullanabilmektedir. 
Öyle bir Müslüman olacağız ki 
sahip olduklarımızı Müslümanlarla paylaşacağız. Öyle bir Müslümanca hayat yaşayacağız ki diğer Müslüman 
kardeşlerimizden farklı bir yaşam standardımız olmayacak. Ekonomik gücümüzü, 
akrabalarımızla, fakirlerle, yolda kalmışlarla bölüşeceğiz. Öyle bir infak 
hayatı, öyle bir paylaşım hayatı yaşayacağız ki karşımızdaki Müslüman 
kardeşlerimizi kendimize imrendirmeyeceğiz. Hiçbir Müslüman kardeşimiz bizim 
ekonomik gücümüz karşısında ezilmeyecek. Evimiz, barkımız, harcamalarımız 
karşısında hiçbir Müslüman aşağılık duygusuna kapılmayacak. Bize bakan 
insanlarda şahsiyet bozukluğu oluşmayacak. Malımızı, harcamamızı kısıp, hayat 
standardımızı aşağıya çekip arta kalan paramızı Müslüman kardeşlerimize 
ulaştırmanın kavgasını vereceğiz. Rasulullah efendimiz 
ve sahâbesinin yaşantısını, ihtiyaç anlayışını kendimize örnek alacağız. 
İşte o zaman bu bizim hakkımızda, 
toplumumuz hakkında hayırlı olacaktır. O zaman hem biz hem de toplumumuz felaha 
erecektir. Dünyada da ukbada da başarıya ulaşacak, 
felaha erenlerden olacağız inşallah.   
39. “İnsanların malları içinde 
artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz; fakat Allah'ın 
rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar 
sevaplarını kat kat 
artıranlardır.”
         Evet Kitabımızda fâizin yasaklığı 
konusunda ilk gelen âyet işte budur. İnsanların mallarında artış olsun diye alıp 
verdiğiniz fâiz kesinlikle bilesiniz ki asla Allah katında artmaz. Ama fazla 
kazanalım, malımız fazlalaşsın diye değil de mahza 
Allah rızası için verdiğiniz zekatlar ise bol bol 
nimetlerini artıran kimselerdir. 
Evet fâiz Allah katında artmazken 
zekatlar artmaktadır. Fâizle fazla kazanmak isteyen kimselerin kazançları asla 
bereketli olmayacaktır. Ama Allah için borç verenlerin, Allah için infak 
edenlerin kazançlarına Allah bereket verecektir. Allah için yedirenlerin hayatı 
güzel olacaktır. Daha fazla ekonomik güce ulaşmak için infak etmekten 
korkanların hayatlarında hiçbir bereket olmayacaktır. 
İşte bu sûreden daha sonra inen 
Bakara sûresinde Rabbimiz kullarının kalplerine infak duygusunu yerleştiriyordu. 
Bunların birbirinin zıddı olduğu anlatılıyordu. Fâiz belâsından kurtulmanın 
yolunun Allah için infaka hazır oluş olduğu anlatılıyordu. İnfakı unutup 
materyalist bir anlayışla fâize batan toplumların haksızlıklardan, zulümlerden, 
sömürü düzenlerinden kurtulamayacakları anlatılıyordu. Unutmayalım ki fâiz 
pisliğinden kurtulmanın yolu özverili bir anlayışı, infaka dayalı bir hayatı 
gerçekleştirmektir. Müslümanlar kendi ekonomik güçlerine Müslümanları, hattâ tüm 
dünya insanlığını ortak etmek zorundadır. 
40. “Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren daha sonra da dirilten 
Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah 
onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, 
yücedir.”
         Unutmayın ki O Allah sizi 
yarattı. Varlığınızı Ona borçlusunuz. Yaratıcınız Odur. Sonra yine O Allah sizi 
rızıklandırdı, sizi doyurdu. Sonra yaşadığınız bu 
hayatın sonunda O Allah sizi öldürür, sonra sizi tekrar diriltir. Evet yaratan 
O, doyuran O, mal mülk veren O, hayatımızın sonunda bizi öldürecek olan O, 
ölümlerimizden sonra yaşadığımız bu hayatın hesabını sormak üzere bizi tekrar 
diriltecek olan Odur. Peki şimdi söyleyin bakalım. Allah’ı bırakıp ta Onun 
berisinde Ona ortak tuttuklarınız, kendilerine Allah yetkilerini verdiğiniz o 
sahte tanrılarınız bu işleri becerebilirler mi? Yaratıcılık özellikleri var mı 
onların? Bir şey yaratabilmişler mi? Rızık verme, 
doyurma özellikleri var mı onların? Kimi doyurabilmişler? Diriltme özellikleri 
var mı? Hangi ölüyü diriltmişler? Kime can vermişler? Bunları Allah’tan başka 
yapabilecek kim var? Allah’a ortak koştuğunuz hangi tanrı, ya da tanrıçalarınız yapabilecek bunları? 
         Sübhanallah. 
Halik O iken, yaratıcı O iken, rızık verici O iken, 
öldüren, dirilten O iken, hesaba çekecek olan O iken sübhanallah, sübhanallah. O Allah 
sizin bu yakıştırmalarınızdan, şirklerinizden beridir, uzaktır, çok üstündür, 
çok yücedir.
41. “İnsanların elleriyle 
işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye 
yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine 
tattırır.”
         Allah felah yollarını 
gösterirken, Allah’ın size verdiklerini Allah kullarına ulaştırın, mallarınızı 
ekonomik güçlerinizi paylaşmadan yana olun derken, Allah’ın verdikleriyle 
Allah’ın rızasını kazanın, böylece kendi hayatınızı, toplumsal hayatınızı 
dengede tutun derken, yeryüzünde ıslahtan yana olun derken Allah’ın bu 
âyetlerinden, yasalarından habersiz yaşayan insanların elleriyle yaptıkları 
yüzünden karada ve denizde fesat zuhur etti. Denizlerde ve yeryüzünde düzen, 
denge bozukluğu açığa çıktı. Belki Rablerine dönerler, belki Rablerine kulluğa 
dönerler, belki tevbe edip Rableriyle aralarını ıslah 
ederler diye yapmış oldukları amellerinden bir kısmını onlara tattırır Allah. 
Allah onlara yaptıklarının bir kısmını bir ceza olarak tattırır ki akıllarını 
başlarına alsınlar diye. Ama gelin görün ki onlar bu cezalarla akıllanacakları 
yerde isyanlarını daha da artırmaktadırlar. 
         Evet insanların elleriyle yaptıkları 
yüzünden, Allah yasalarını bırakıp küfür ve şirk anlayışlarının peşine 
düşmelerinden ötürü karada ve denizde Allah’ın yaratışını, Allah’ın fıtratını, 
Allah’ın fıtrî düzenini bozmaktadırlar. Allah’ın tevhid düzenini bozmaktadırlar. Yeryüzünde ekonomik 
bozukluğu yasallaştırmaları, hep ben kazanayım, hep ben yiyeyim, hep ben 
şişeyim, başkaları ne olursa olsun anlayışı yeryüzünün dengesini bozmuştur. 
         Evet insanların elleriyle işledikleri 
suçlar yüzünden denizde ve yeryüzünde fesat çıkmıştır. Fesat, ifsat yeryüzünde 
küfrü yaymak, küfrü hakim kılmak, küfrü ve şirki yasallaştırmak demektir. 
Allah’ın yeryüzünde koyduğu kendisine kulluk düzenini değiştirip, ilga edip onun 
yerine başkalarına kulluk  düzenini ikâme 
etmek demektir. Fesat, bozgunculuk yeryüzünde Allah kullarının Allah’tan 
başkalarına kulluk etmesidir. Yeryüzünde Allah’ın kullarının kendi hür 
iradeleriyle kime kulluk edeceklerine, kimin kanunlarına itaat edeceklerine 
karar verme haklarının ellerinden alınmasıdır fesat. Allah kullarını zorla kendi 
kanunlarına uyarak kendilerine kulluğa zorlamaktır. 
İşte fesat budur. Ve işte 
yeryüzünde düzen koyan Allah’ın vahyinden, Allah’ın düzeninden habersiz 
insanların topluma hakim olması o toplumu fesada verecek ve insanlar arasında 
Cenâb-ı Hakkın rahmet ve merhamet esaslarına dayalı 
tüm insanlar arası ilişkileri param parça edecektir. Böyle insanların 
toplumumuza egemen olmaları sebebiyle şu anda ülkemiz bozulmuş, şehrimiz 
bozulmuş, köyümüz mahallemiz bozulmuş, yeryüzü bozulmuş, emânet ve güven 
duy-guları ortadan kalkmış, kimse kimseye güvenemiyor, 
rahmete dayalı tüm ilişkiler kalkmış, Müslüman Müslümanı aldatıyor, kardeş kardeşi ezmeye 
çalışıyor.
42. “Ey Muhammed! De ki: 
“Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerden çoğu putperest olanların sonunun nasıl 
olduğuna bir bakın.” 
         Evet haydi yeryüzünde gezin 
dolaşın, sizden öncekilerin âkıbetleri ne olmuş? Nasıl olmuş bir bakın. Onların 
pek çoğu müşrikti. Allah’a Allah’ın istediği gibi iman etmiyorlardı. Allah’ı 
hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı. Allah’la birlikte hayatlarında söz 
sahibi ortaklar kabul ediyorlardı. Evet böyle geçmişte hakkı yalanlayanların, 
dinin aleyhinde kıyam edenlerin âkıbeti ne oldu? Eyke’nin, Ashab-ı Uhdû-d’un, Ashab-ı Hûd’un, kavm-i Lût’un, Sodam, Gomerin hali nice oldu? Bizans’ın Romanın hali ne oldu? 
Onlar Allah’a şirk koşmuşlar, hakkı yalanlamışlar, dini reddetmişler, kendileri 
rubûbiyet ve ulûhiyet 
iddiasında bulunmuşlar. Ya Rabbi her ne kadar da sen 
eğitiminiz şöyle ol-sun demişsen de, hukukunuz böyle olsun, ekonominiz şöyle 
olsun, ticaretiniz, aile hayatınız, sosyal düzeniniz, siyasal yapılanmanız şöyle 
olsun diyorsan da biz böyle de yaparız diyenlerin âkıbetleri ne oldu? bir görün 
diyor Rabbimiz. 
         Allah dünyayı yarattı ve işi bitti 
diyerek,  Allah hayata karışmaz, Allah 
dünyanın idaresini bize bıraktı, bizim için en ideal sistem bizim yaptığımız 
sistemdir, Allah sistem konusunda bilgisizdir, Allah bu konuları bilmez diyerek 
Allah’a şirk koşanların âkıbetleri nasıl olmuş bir bakın diyor Rabbimiz. Gezin 
dolaşın ve onların âkıbetlerine bir bakın diyor. Yeryüzü bunların enkazlarıyla 
doludur diyor. 
Evet Rabbimiz bizden geçmişi 
ibretle tahlil edip ondan ibret almamızı istiyor. Öyleyse bizler bizden 
öncekilerin durumlarını incelemek zorundayız. Peki acaba öncekilerin durumlarını 
anlamanın bilmenin yolu ne? Nereden öğreneceğiz bunu? 
Kur’an üzerinde yapacağımız ciddi bir 
gezinti geçmişi bizim gözümüzün önüne getirecek, bizi geçmişle yüz yüze, burun 
buruna getirecektir. Bizi tarihin derinliklerine götürecektir. Bir anda 
kendimizi geçmişlerin dünyasında bulacağız. Nuh (a.s) un toplumunun içine 
gideceğiz. Yok olanlarla, harap olanlarla yüz yüze geleceğiz. Çoğunluğunun 
müşrikçe bir hayat sürdüğü nice toplumların yıkılışlarına, batışlarına şahit 
olacağız. Onların helâklerini  
gözlerimizle göreceğiz. O toplumlar içinde azınlıkta olan peygamber 
taraftarlarını göreceğiz. Peygamber ve beraberindeki az sayıdaki Müslümanlar 
kâfirle karşısında direnmek zorundalar. Direndiler Allah’ın elçileri. Kâfirlerin 
zulümleri, işkenceleri karşısında asla müşrik olmadılar. Bütün bir dünyaya 
canları pahasına karşı koydular. Ama toplumları hayatlarına Al-lah’ı ve elçilerini karıştırmamakta direndiler. Her bireri 
ayrı ayrı bir kü-für ve şirkin takipçisi oldular da Allah ta onları yerin 
dibine
         
İkinci olarak da yeryüzünde gezip dolaşarak Rabbimizin meş-hûd âyetleriyle yüz yüze 
gelerek, geçmişlerin harabeleri, kalıntıları arasında dolaşarak böylece geçmişi 
tanıma imkânını elde etmiş olacağız. Bunu elde edince de geçmişi yargılama, 
geçmişten ibret çıkarabilme imkânını da elde etmiş olacağız. Yâni geçmiştekiler 
niçin helâk olmuşlar? Bunlar ne yapmışlar, nasıl davranmışlar da helâk olmuşlar? 
Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu bilecek, bundan ibret alacak ve 
böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye çalışacağız. İşte Rabbimiz bizden 
bunu istiyor. 
Evet gerek bu kitabın âyetleri 
arasında, gerekse şu yeryüzünde böylece helâk olanları gördükten, bildikten 
sonra sen ey peygamberim, sen ey Müslüman:
43. “İnsanların fırka, fırka 
olacağı, Allah katından kaçınılmaz o günün gelmesinden önce, kendini dosdoğru 
dine yönelt.”
         Yüzünü gayyim olan, Gayyum olan bir 
Allah’tan gelen, sağlam, doğru, başka hiçbir dine, başka hiç bir sisteme muhtaç 
olmadan varlığını sürdüren dine döndür. Yüzünü, yönünü Kayyum olan Allah’ın sağlam dinine döndür. Rabbin Kayyum olan Allah olsun. Dinin teslimiyet dini olan İslâm 
olsun. Örneğin, önderin Hz. Muhammed (a.s) olsun. 
Allah’tan başka hiç kimsenin değiştiremeyeceği, Allah’tan başka hiç kimsenin 
geri döndüremeyeceği, geleceği mutlak olan bir gün, kıyamet günü gelmezden önce. 
İşte o gün insanlar grup grup ayrılacaklar, bölük 
bölük olacaklar. İşte yeryüzündeki hayatın sonu olacak 
olan o gün gelmezden önce gelin ey insanlar yüzümüzü, kıblemizi gayyim bir dine döndürelim. Tüm benliğimizle Allah’a kulluğa 
yönelelim. Tüm hayatımızda Allah dinine teslim olalım, Allah için bir hayat 
yaşayalım. Değilse unutmayalım ki:
44. “Kim inkâr ederse, inkârı 
kendi aleyhlerine olur. Yararlı iş işleyen kimseler, kendileri için rahat bir 
yer hazırlamış olurlar.”
         Kim küfrederse, kim kâfir olursa, 
kim nankörlük yapar, Allah’ı, Allah’ın gayyim olan 
dinini örterse, kim fıtratını örterse bilsin ki onun küfrü kendi aleyhinedir. 
İşte o gün ayrılacak, ayrışacak gruplardan bir tanesi bunlardır. Kâfirlerin 
zararları kendilerinedir. Hesapları aleyhlerine işleyecek. Hesap onların 
cehennemlerine karar verecek. Cehennem onları bekleyecek. Azap onları kuşatacak. 
Allah’ı, kitabı ve peygamberi örterek kâfirce bir hayat yaşamaları sadece 
onların kendilerine zarar verecek. Tabii kendileri gibi olan, kendilerinin 
küfrünü paylaşan kimselere olacaktır. 
         Kim de sâlih 
amel işlerse, kim de sâlih bir imanın gereği olan, 
fıtrata yaraşır ameller işlerse o da kendisi için cennet nimetlerini, rahat 
mekânını hazırlamıştır. Artık böyle kimseler için cennet hazırlanmıştır. Cennet 
ve nimetler onları beklemektedir. O mü’minlerin 
dünyada yaşadıkları hayatları, işledikleri güzel amelleri kazanmıştır o cenneti. 
Yaşadıkları bu hayatta yalnız Allah’a kullukları, yalnız Allah’ı dinlemeleri, 
yalnız Allah’ı razı etmek için çırpınmaları hazırladı o cenneti. İşte gözlerin 
görmediği, kulakların duymadığı nimetleriyle cennet hazır bir şekilde onları 
bekliyor. 
45. “Çünkü Allah inanıp yararlı 
iş işleyenlere lütfundan karşılık verecektir. Doğrusu 
O, inkârcıları sevmez.”
         İman eden, iman kaynaklı bir 
hayat yaşayanlara, iman edip imanlarını hayatlarında sâlih amel olarak görüntüleyenlere, hayatlarını imanlarıyla 
düzenleyenlere kendi fazlından bol bol mükâfatlar 
vermek, onların gözlerini, gönüllerini aydın etmek için Allah işte böyle mü’minleri diriltir ve cennetine gönderir. Ama Allah 
kâfirleri hiç mi hiç sevmez. Çünkü o kâfirler de Rablerini sevmiyorlardı. 
Rablerinin dinini, Rablerinin hayat programını reddederek kendi dünyalarına 
kendileri karar veriyorlardı. Allah’ı hayatlarına karıştırmıyorlardı. Yaratan, 
rızık veren, öldüren, dirilten, hesaba çekecek olan 
Allah’ı hesaba katmadan bir hayat yaşıyorlardı. Dinlemediler Allah’ı, 
dinlemediler kitabı, dinlemediler peygamberi. Bundan dolayı da Allah onları 
sevmedi. Sevseydi elbette Müslümanlara haksızlık yapmış olurdu. Müslümanlar 
Allah’ın âdil olduğuna inandılar. Çünkü Allah kendisini onlara böylece haber 
verdi. Allah doğru söylerdi. Elbette âdil olan Allah adâletiyle hükmedecekti. 
46. “Rüzgarları müjdeci olarak 
göndermesi, size rahmetini tattırması, buyruğu ile gemilerin yürümesi, lütfundan rızık istemeniz, O'nun 
varlığının belgelerindendir. Belki şükredersiniz.”
         Müjdeci olarak rüzgarları 
göndermesi Allah’ın âyetlerindendir. İşte böylece rahmetinden, bereketinden size 
tattırmak için rüzgarlarını size gönderir Allah. Gemilerin Onun buyruğu ile, 
Onun koyduğu yasalarla akıp giderken Onun farzlarından aramanız da Allah’ın 
âyetlerindendir. Onun fazlından, Onun nimetlerinden rızık arayacaksınız. Nimet konusunda, rızık konusunda hepiniz Ona muhtaçsınız. Size karşı rahmeti 
sonsuz olan Rabbiniz, sizi sizden daha çok seven Rabbiniz ihtiyacınız olan rızıklara ulaşabilmeniz için kullandığınız gemileri hareket 
ettirecek rüzgarları sizin emrinize Mûsâhhar kılıyor 
ki Onun fazlından ticaret yolculukları yapabilesiniz. 
         Sonra yine arazilerinizi sulayacak 
yağmurun habercisi, müjdecisi olarak Rabbiniz o rüzgarları size göndermektedir. 
Böylece umulur ki Rabbiniz teşekkür edersiniz, şükredersiniz. Bu nimetlerin 
vericisini anlar ve ulaştığınız bu nimetleri Rabbinize kullukta kullanırsınız. 
Öyle değil mi? Rabbiniz o 
rüzgarları göndermese, o suya gemileri kaldırma yasasını koymasa, o rüzgarlara 
gemileri taşıma emrini vermese, o haşin dalgalara kullarıma karşı mutedil olun 
demese, rüzgarlara kullarıma itaat edin demese, boyun bükün demese, yağmurlara 
kullarıma rızık kapıları açın demese, bizlere verdiği 
rızıkları yeme imkânı vermese, ağzımızın tadını 
alıverse, sıhhatimizi bozuverse ne yaparız? Şu dünyamızın, şu hayatımızın 
düzenini bozuverse, geceyi ebedî kılıverse, güneşimizi kaldırıp alıverse ne 
yaparız? Bu hayata ne kadar direnebiliriz? Tüm varlık Rablerinin emrine boyun 
bükmüşler, Rablerinin kendilerine takdir buyurduğu bir yasayla hareket 
etmektedirler. Peki siz kimin yasalarına teslimsiniz? Siz kimi dinliyor, kime 
kulluk ediyorsunuz? 
47. “Andolsun ki ey Muhammed! Senden önce, bir çok peygamberleri 
ümmetlerine gönderdik, onlara belgeler getirdiler; dinlemeyip suç işleyenlerden 
öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak 
olmuştu.”
         Muhakkak  ki Biz senden önce de toplumlarına elçiler 
gönderdik. O peygamberler gönderildikleri toplumlara apaçık âyetler, apaçık 
belgeler, deliller, hüccetler getirdiler. Tıpkı şu size gönderilen rüzgar, 
yağmur âyetleri gibi. Gerek şu elinizdeki kitabın âyetleri gibi işitsel âyetler, 
gerekse az evvel anlatılan görsel âyetler getirdiler onlara. Zaten bu âyetler 
birbirlerini desteklemektedirler. Kâinatta Rabbimizin yarattığı tüm âyetler 
peygamberlerin getirdiği âyetleri tasdik ederler. Evet Bizim elçilerimiz onlara 
kâinat âyetlerini tasdik eden apaçık âyetlerle geldiler de ne onların getirdiği 
apaçık âyetlere ne de şu kâinat âyetlerine inanmadılar. Allah’ın âyetlerine 
karşı duyarsız, ilgisiz bir tavır takındılar da Biz de o mücrimlerden, o 
isyankarlardan, o Allah, peygamber, kitap tanımazlardan intikam aldık. 
         Onlardan intikam alırken, onların 
ağızlarının payını verirken mü’minlere de yardım 
ettik. Çünkü Bize bir haktı, Biz bu hakkı yasa olarak belirledik ki mü’minlere yardım etmemiz, mü’minleri desteklememiz Bizim üzerimize düşen bir işti. 
Kendi yasasını kendisi belirler Rabbimiz. Kâfirlerden, müşriklerden, 
mücrimlerden intikam alırken de, onlara hak ettikleri cezayı verirken de, mü’minlere yardım ederken de kendi yasasını kendisi belirler 
Rabbimiz. Kimsenin etkisi altında karar vermez O. Mü’minlere yardımı kendi kendine yazmıştır Rab-bimiz. Kesinlikle mü’minlere 
yardım edecektir.
Ama tabii bunu da bir yasaya 
bağlamıştır. Mü’minler kendisine kendisinin istediği 
gibi iman edecekler, imanlarının gereği bir hayat yaşayacaklar ve imanlarının 
gereğini yerine getirme konusunda sabredecekler, dayanacaklar, direnecekler, 
sadece Rablerine güvenip dayanacaklar. Allah’a kulluğun, Allah’a hamd etmenin direncini, mü’-mince 
bir hayat yaşamanın direncini gösterecekler. Sonuç Allah’ın emrindedir. Yardım 
ve zafer Allah’ın katındadır. İntikam sahibi olan mutlaka mücrimlerden intikam 
alacak, nusret sahibi olan Allah mutlaka müminlere 
yardım edecektir. Bu Allah’ın değişmez bir yasasıdır. 
48,49. “Rüzgarları gönderip 
bulutları yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım, kısım yığan 
Allah'tır. Artık sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Allah'ın, 
kullarından dilediğine verdiği yağmurla, daha önceden kendilerine yağmur 
indirilmesinden ümitlerini kesmiş oldukları için onlar 
seviniverirler.”
         Allah rüzgarları gönderir, onlar 
da bulutları kaldırır. Böylece Allah dilediği gibi gökyüzünde o bulutları yayar. 
Sonra o bulutları parça parça eder de nihâyet onların 
arasından yağmurun çıktığını görürsün. Rabbimiz rüzgarlarını gönderiyor, 
emrediyor rüzgarlarına bulutları yürütün diye, onlar bulutları yürütüp 
gökyüzünde yayarlar, parça parça, bölük bölük yaparlar ve sonra o bulutların arasından yağmur 
yağdırır. Ve Allah onu kullarından dilediklerine ulaştırıp 
isa bet ettirir, onlar da bunun la 
sevinirler. 
         Rabbimizin rahmet ve bereket kaynağı 
yağmurlarının bize inişi işte böyledir. Rüzgarların sahibi Allah’tır. Rüzgarlara 
hükmeden Allah’tır. Bulutların boynundaki kulluk iplerinin ucu Allah’ın 
emrindedir. Bulutlara emreden Allah’tır. Bulutlardan muhtaç olduğunuz yağmuru 
indiren Allah’tır. Yağmuru dilediği kullarının üzerine rahmet ve bereket olarak 
indiren de Allah’tır. İşte tıpkı kullarına rahmet ve bereket olarak indirdiği 
vahiy nimeti de aynen böyledir. Yağmur âyetiyle ölü arazileri dirilttiği vahiyle 
de ölü kalplere yönelir Rabbimiz. Onlar üzerine gönderir rahmetini, bilgisini, 
vahyini, hidâyetini. Kimilerine isa bet ettirir onu. Kimileri 
istifade eder ondan. Ama insanların pek çoğu da kabul etmez Allah’ın rahmetini. 
İstemezler hidâyeti, istemezler Müslümanca bir hayatı. 
Allah’ın hidâyetine talip olanlar Allah’ın gönderdiği bu vahiy nimetleriyle 
sevinirler, coşarlar, mutlu olurlar. Müslüman olurlar ve İslâm’ın izzet ve 
şerefini yaşarlar. 
         Halbuki onlar daha önce yağmur 
konusunda iyice ümitlerini kesmişlerdi. Yağmaz artık diyorlar, gelmez artık 
diyorlardı. Günler, aylar geçmişti de gökyüzünde bir karış bulut görünmez 
olmuştu, tıpkı kupkuru kuruyan toprağın yüzü gibi insanların yüzleri de 
ümitsizlikten kırış, kırış olmuştu. Eyvah dediler, işimiz bitik. Eyvah dediler 
yağmur yağmıyor. Eyvah dediler ekinler kuruyacak. Eyvah dediler hayvanlarımız 
telef olacak. Çoluk çocuğumuz helâk olacak. Ne yapacaklarını bilmez bir 
vaziyette dua dua yalvarıp yakarıyorlardı. Allah’ı 
bırakıp tapındıkları, dua ettikleri varlıklar terk edip yalnızca Allah’a 
yalvarmanın, yalnızca Allah’a yönelmenin hesabı içine giriyorlardı. İşte böyle 
tüm ümitlerini yitirdikleri bir anda Rabbimiz onlara böylece yağmurlarını, 
nimetlerini indiriyordu. 
50. “Allah'ın rahmetinin 
belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz 
ölüleri O diriltir. O her şeye Kadirdir.”
         Haydi Allah’ın rahmetinin asarına 
bir bak. Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor Allah görmüyor musunuz? 
Bakmıyor musunuz Allah’ın rahmetinin eserlerine? İşte şu anda bir kıştan bir 
bahara doğru gidiyoruz. İşte bir sükuttan, bir ölümden dirilişe doğru 
yaklaşıyoruz. Hayat Allah’ın emrindedir. Ölüm de Allah’ın emrindedir. Dirilten 
de Odur, can veren de Odur, diriliği yaratan da Odur, öldüren de. Bu hayatı ve 
ölümü takdir eden sadece Allah’tır. Ölü olan toprağa canlılık veren, ölü olan 
bitkilere dirilik veren, ölü insanlardan canlılar çıkaran, diri olan insanları, 
hayvanları, bitkileri öldüren Allah’ın rahmetinin eserlerini görmez misiniz? 
Allah’ın rahmeti olmasa, Allah sizlere sonsuz merhamet sahibi olmasa yeryüzünde 
bu hayat olur muydu? Allah’ın bize karşı rahmetinin eserleri olmasaydı 
yeryüzünde bizim Ona imanımız bu kadar kolay olur muydu? Bu kadar âyet 
göstermeseydi kolay, kolay iman eder miydik? 
51. “Bir rüzgar göndersek de 
yeşilliklerin sarardığını, görseler hemen nankörlüğe 
başlarlar.”
         Biz bir rüzgar göndersek de 
onunla ekinleri, yeşillikleri sararmış görseler hemen ardından nankörlüğe 
başlayıverirler. Allah’ı suçlamaya yöneliverirler. Halbuki o önceki hayatı, 
önceki yeşilliği de onlara veren Allah’tı. Allah daha önce onlara rahmetini 
tattırdığı zaman Ona şükretmeleri gerekirken nankörlük etmişlerdi. Aynen bunun 
gibi Rabbimiz elçileriyle kendilerine kendilerini diriliğe çağıran âyetlerine 
yönelmezler, Allah’ın istediği Müslümanca bir hayatı 
sahiplenmezler, ama küfürlerinden, şirklerinden ötürü Allah kendilerine 
kendilerinden intikam almak için belâlar, musîbetler gönderdiği zaman da dünya 
zulüm ve işkencelerle doldu diye Allah’ı suçlamaya kalkışırlar. 
Yâni Rabbimiz önce rahmetini 
gönderir, gönderir ama insanların o rahmete karşı menfi tutumlarından ötürü 
rahmetini kesiverirse, bereketini azaltıverirse, yağmurunu kesiverir, yahut 
bereketini kaldırıverirse o zaman insanlar Allah’a nankörlük yapmaya 
başlayıverirler. İşte insanlara sürekli bunlar hatırlatılır. Ey insan, kesin 
bilesin ki ölümü ve hayatı var eden Allah’tır. Öldükten sonra tekrar diriltecek 
olan da Odur. Ekinleri yemyeşil yapan, sonra sarartıp kurutan Allah’tır. O 
bazen  veren bazen  da alandır. Vermesi ayrı bir imtihan, alması 
ayrı bir imtihandır. Verdiğinde de aldığında da şükredebilirseniz, verdiğinde de 
aldığında da Ona imandan, Ona teslimiyetten vazgeçmemeyi becerebilirseniz işte o 
zaman kazanırsınız buyurmaktadır. 
52. “Ey Muhammed! Tabiidir ki sen 
ölülere katiyen işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı 
duyuramazsın.”
         Ey peygamberim, kesinlikle 
bilesin ki sen asla ölülere duyuramazsın. Sen ölmüşlere işittiremezsin. Ve de 
arkalarını dönüp giderken, sırt dönüp kaçarlarken o sağırlara da dâvetini 
duyuramazsın. 
53. “Körleri sapıklıklarından 
vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak âyetlerimize inananlara 
duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.”
         Sen körlere sapıklıklarından 
dolayı hidâyet edemezsin, körlere yol gösteremezsin. Ama sen bizim âyetlerimize 
teslim olmuş kimselere duyurabilirsin. Evet sen ancak âyetlerimize teslim olan, 
yâni Müslüman olan kimselere işittirebilirsin. Ölüler asla dâveti 
işitmeyecekleri gibi, sağırlar da, körler de dâveti duymamak, görmemek, 
işitmemek için ısrarla sapıkça bir tavır alırlar. Ama Allah’a, Allah’ın 
âyetlerine iman edenler, Allah’a ve dinine teslim olan Müslümanlar Allah’a, 
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisinin dâvetine kulak verenlerdir. 
         İşte Rabbimiz peygamberine ve onun 
şahsında bizlere buyuruyor ki ey kullarım, Fıtratları bozulmuş olanlar, 
yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez, akıl etmez hale gelmiş, 
doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş bu ölüleri siz diriltecek değilsiniz 
onları ancak Allah diriltecektir. Bu duruma gelmiş insanlar için ne 
peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur. Zira 
Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine kimse 
bir şey söyletemez. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gös-teremez. Allah’ın şaşırttığını 
kimse yola getiremez. 
Bunlar kabirdekiler gibi 
değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış, duymayan 
duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar 
ölülerdir ve bunları Allah’tan başka diriltecek de yoktur. Allah bunlarda ya bir dirilme emaresi, bir canlılık belirtisi görürse, 
dilerse  Rabbimiz dünyada diriltecektir 
bunları. Dilemezse de âhirette huzuruna gelinceye 
kadar dünyada ölü bırakacak o zaman diriltecektir. 
         Öyleyse Rabbimiz peygamberine ve onun 
şahsında bize bir fıtrat yasasını haber vererek diyor ki: Ey peygamberim, ve ey 
peygamber yolunun yolcuları, bunu asla unutmayın. Size ancak sözü dinleyenler, 
söze kulak verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler icabet edeceklerdir. 
Alıcı cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal olan kimseler ancak icabet 
edecektir. Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş, 
duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş ölü 
olanlara gelince bilesiniz ki onlara asla işittiremezsiniz. Onlara işittirecek 
olan, onları diriltecek olan ancak Allah’tır. Bu duruma gelmiş insanlar için ne 
peygamberin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur. 
Zira Allah’ın duyurmadığına kimse 
bir şey duyuramaz. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allah’ın 
şaşırttığını kimse yola getiremez. Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar 
vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış duymayan duygulanmayan, düşünmeyen, 
idrak etmeyen, hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar ölülerdir ve bunları 
Allah’tan başka diriltecek de yoktur.
         Öyle değil mi? Peygamber (a.s) ve tüm 
Müslümanlar ölülere işittirebilirler mi? Sağırlara duyurabilirler mi? Duymamaya, 
dinlememeye, iman etmemeye yemin edip tüm kapılarını pencerelerini kapatanlara 
bir şey yapabilir miyiz? Körlere hidâyet rehberliği yapabilir miyiz? Yâni bu 
insanlar şimdiden kendilerini kabirlere mahkum etmişlerse, işitmek 
istemiyorlarsa, ölüler haline gelmişlerse, uyarılara göre, söylenenlere göre 
hiçbir değişim, hiçbir devinim göstermiyorlarsa, tepki vermez hale gelmişlerse 
bizim bunlara yapabileceğimiz bir şey kalmamıştır. Bu duruma gelmiş insanlar 
için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur. 
Allah’a iman eden, Allah’ın âyetlerine teslim olanlardan başka. 
54. “Sizi güçsüz olarak yaratan, 
güçsüzlükten sonra kuvvetli kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve 
ihtiyar yapan Allah'tır. O, dilediğini yaratır; bilendir, Kadir 
olandır.”
         O Allah ki sizi güçsüz olarak 
yarattı. Yaratıldığınızda acizdiniz, hiçbir gücünüz kuvvetiniz yoktu. Dünyaya 
geldiğiniz günü bir düşünün. Kendinizi düşünemezsiniz de işte bir bebek düşünün. 
Neyiniz vardı? Ne gücünüz vardı? Bilginiz ne kadardı? Kendinizi bile 
tanımazdınız değil mi? Hiçbir şeye mâlik değildiniz. Bir eviniz olmadığı gibi 
baba evinde size ait bir odanız bile yoktu. Evet Allah böyle sizi güçsüz olarak, 
aciz olarak yarattı. Sonra güçsüzlüğünüzün ardından Allah size güç ve kuvvet 
verdi. Sonra bu kuvvetinizin ardından da bir zafiyet, ve bir ihtiyarlık verdi 
Allah. O Allah dilediği gibi hükmeden, dilediği gibi yaratandır. Bilen Odur, 
Kadir olan, her şeyi takdir eden ve her şeye güç yetiren de Odur. 
         Allah karşısında güç, kuvvet iddiasında 
bulunanlar, tanrılık iddiasında bulunanlar insanlardır. İnsanın dışındaki 
varlıkların hiç birisi böyle bir iddiada bulunmamaktadır. Ve ne insanlardan 
tanrılık iddiasında bulunanlarda, ne de insanların kendilerine tanrılık izafe 
ettiklerinde asla tanrılık özellikleri yoktur. Güneş, ay, yıldızlar, diktikleri 
putlar, uydurdukları isimler, sistemler asla tanrılık sıfatlarına sahip 
değillerdir. Bunların hiçbirisinin hayat programı belirleme, yasa koyma, emir ve 
yasak belirleme, kanun koyma hakkı da yoktur, böyle bir güçleri de yoktur. 
İşte insanlardan kimilerinin 
tanrı kabul ettikleri güneşi düşünün, ayı, yıldızları, ateşi, putları, 
sistemleri düşünün. Veya insanların tanrılaştırdıkları ölmüş gitmiş kimseleri 
düşünün. Bunlar içinde Allah gücüne sahip birileri var mı? Yıllardır tanrı kabul 
edilen güneşten, aydan, yıldızlardan, ölmüşlerden şunu şöyle yapın, bunu böyle 
yapın diye bir emir gelmiş mi? Geliyor mu? Hayır. Bunu herkes biliyor aslında. 
Yâni dünkü Mekkeliler de bugünkü kâfir ve müşrikler de biliyorlar ki bunların 
hiçbirisi tanrılık özelliklerine sahip değillerdir. Ama bu varlıkların, bu 
putların arakasına saklanan tanrılık iddiasında bulunabilecek bir varlık vardır 
ki o insandır. Gerek birey mânâda, gerekse toplum mânâsında insandır. 
Yâni ya 
bir insan çıkar, ey insanlar sizin tanrınız işte şu güneştir. O sizden şunları, 
şunları istiyor diye sistemini kor ve herkesi ona itaat etmeye zorlar. Kendi 
güzüyle bu güneş tanrısına karşı gelenlere ceza verir, zulmeder ve insanların 
ona, yâni kendisine itaatini sağlar. Artık insanların karşısında secdeye 
vardıkları varlık güneş değil onun arkasındaki hakim güç olan o insandır ya da insanlardır. Peki acaba böyle dolaylı yoldan değil de 
apaçık, direk ben tanrıyım diyenler çıkmamış mıdır? İşte İbrahîm (a.s) döneminde 
Nemrut, Mûsâ (a.s) döneminde Firavun çıkmış.
         Evet sadece insan böyle bir şeyi iddia 
edebilmiştir. İşte Rab-bimiz kitabında küfrü ve şirki 
sorgularken, insanların bu yanılgılarını gündeme getirirken insan unsurunu 
gündeme getirir. Ve kendisini tanrı görebilen ya da 
insanların tanrılaştırdığı insanın ne kadar zayıf olduğunu, aciz olduğunu, asla 
tanrı olamayacağını ortaya koyuverir. Yâni böyle kendini bile yaratmaktan aciz 
bir varlık nasıl tanrı olabilir de? Nasıl insanlara benim istediğim gibi 
yaşayacaksınız diyebilir de? İşte zaaf içinde yaratılıyor, sonra Allah kendisine 
güç kuvvet veriyor, sonra da yavaş yavaş yaşlanmaya ve 
gücünü kaybetmeye başlıyor. Yavaş yavaş elleri 
ayakları tutmaz, gözleri görmez, sözü dinlenmez hale geliyor. Ve sonra ölüp 
gidiyor. Hayatını veren Allah’ın ölüm yasasına boyun bükmek zorunda kalıyor. 
Nasıl tanrı olabilir bu insan şimdi? Nasıl güç kuvvet sahibi olduğunu iddia 
edebilir? Nasıl Allah’ı bırakın da benim emir ve yasaklarıma tabi olun 
diyebilir? Ya da şu zavallı kullar nasıl onları tanrı 
makamında görüp onların yasalarına itaat edebilirler? Siz 
bilirsiniz:
55. “Kıyamet koptuğu gün suçlular 
sadece çok kısa bir müddet kalmış olduklarına yemin ederler. Böylece onlar 
dünyada da aldatılıp haktan döndürülüyorlardı.”
         Kıyamet gerçekleştiği gün 
günâhkârlar ancak çok kısa bir süre, bir saat bile değil dünyada kaldıklarına 
dair yemin ederler. İşte bunlar böyle dünyada haktan, hakikatten döndürülürler. 
Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden uzak bir hayat yaşarlar dünyada, ama sonra 
kıyamet koptuğu zaman da görürler ve anlarlar ki dünyada çok fazla bir hayat 
sürmemişler. Senelerce saltanat sürdüler bu dünyada. Ellerine geçen fırsatları 
kullandılar. Asıp kestiler. Ama işte sanki hiç yaşamışlar. Ne olacak ta dünya? 
Hani nerede bir tek emriyle milyonlarca insanı ayağa kaldıranlar neredeler? Hani 
milyonlara hükmedenler nerede? Gittiler değil mi? Peki ne kadar kaldılar bu 
dünyada? Bir saat bile değil. Peki neyin mücâdelesini veriyorsunuz sizler şimdi? 
Bir saatlik dünya için mi bu kavgalarımız, bu çırpınışlarımız, bu plan ve 
programlarımız? Allah’a rağmen bu hayatlarımız neyin nesi böyle? Cehenneme 
götürecek bu hayat neyin nesi? 
56. “Kendilerine ilim ve iman 
verilenler: “Andolsun ki, siz Allah'ın yazısında 
mevcut yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür, 
fakat sizler anlamıyordunuz" derler.”
         İlim sahibi olanlar, vahiy sahibi 
olanlar, kitap ve peygamber bilgisine sahip olanlar ve iman sahipleri ise şöyle 
derler: Andolsun ki siz Allah’ın yazgısında yeniden 
dirilme gününe kadar kaldınız. Allah size dünyada ne kadar mühlet tanımışsa o 
kadar yaşadınız, kabirlerinizde de yine Allah’ın takdir ettiği kadar kaldınız. 
İşte şimdi diriliş günüdür. İşte şimdi bir daha ölmemek üzere kabirlerinizden 
kalkıyorsunuz. Lâkin siz bilmiyorsunuz, bilmiyordunuz. Ne yaptığınızı, ne 
ettiğinizi bilmiyorsunuz, bilemiyorsunuz.  
57. “Zulmedenlerin, o gün özür 
beyan etmeleri fayda vermez; artık, kendilerinden Allah'ı hoşnut edecek şeyleri 
yapmaları da istenmez.”
         Artık bugün zalimlere özürleri 
fayda vermeyecek. Zalimlere bugün özür beyan etmeleri bir fayda sağlamayacak. Ve 
kendilerinden artık Allah’ı memnun etmeleri de istenmeyecek. Allah’a kulluk 
yapmaları da istenmeyecek. Çünkü o dünyadaydı. Bitti artık. Kulluk, şükür, 
sabır, itaat, teslimiyet dünyadaydı. Zalimler pişmanlıklarını ortaya koyacaklar, 
özürler beyan edecekler. Aman ya Rabbi, zaman ya Rabbi, eyvah ya Rabbi, ne olur 
bizi tekrar dünyaya geri çevir de senin istediğin gibi yaşayalım. Âyetlerin 
düsturumuz olsun. Âyetlerin dilimizden düşmesin. Kitabın elimizden düşmesin. 
Dinin programımız olsun. Senin peygamberinin yolunda gidelim diyecekler. Seni 
tek Rab ve İlâh kabul edelim diyecekler. 
Ama geçmiş olsun. Bu dünyadaydı. 
Dünyada Allah’ı değil de başkalarını rab ve ilâh kabul ediyorlardı. Dünyada 
Allah berisinde tan-rı bildiklerine, onların 
yasalarına, yönetmeliklerine toz kondurmu-yor-lardı hainler. Şimdi akılları başlarına geldi de günâhlarını 
da itiraf ediyorlar. Yok yok artık, af yok, özür 
beyanlarının dinlenmesi yok ve tekrar dünyaya döndürülmeleri de yok artık. Çünkü 
kitabımızın başka âyetlerinin beyanıyla bunlar tekrar dünyaya döndürülseler yine 
eski suçlarına, eski küfür ve şirklerine döneceklerdir. Dertleri samimi kulluk 
değil ateşten kurtulmaktır. Allah bunu çok iyi biliyor ve gerçekten akıllarını 
başlarına alabilecekleri, Rablerinin rızasını ve cennetini kazanabilecekleri bir 
süre de bunlara imkân verilmiştir dünyada. Hiç ölü-mü görmediler mi bu insanlar? 
Kendilerinden önce tanrılık iddia edenlerin yok olup gidişlerine şahit olmadılar 
mı? Şimdi kendilerinin ölmeyeceklerini mi zannediyorlar? Kendi güçlerinin, 
saltanatlarının bitmeyeceğini mi zannediyorlar? 
         Eğer Rabbimiz bu âyetlerini, bu 
uyarıları, bu peygamberlerini gönderip bizi bilgilendirmeseydi belki ya Rab deme hakları olurdu. Ya Rab 
madem ki Sen vardın, madem ki ölüm vardı, madem ki kıyamet vardı, madem ki 
ölümlerimizden sonra dirilip hesaba çekecektin, madem ki cennetin ve cehennemin 
vardı da bizi niye dünyada bunlardan haberdar etmedin? Niye bize uyarıcılar 
göndermedin? deme hakları olabilirdi. Ama uyardı Rabbimiz. Bilgi geldi 
insanlığa. Şimdi şu anda kimin haberi yok bu kitaptan? Kimin haberi yok 
Allah’tan? Hayır hayır herkesin haberi var. Şu anda 
yeryüzü kâfirleri bile bile Allah’la bu savaşlarını 
sürdürmüyorlar mı? Şimdi karşı geldikleri Allah’la karşı karşıya geldikleri 
zaman eyvah diyecekler ama iş işten geçmiş olacak.
58,59. “Andolsun ki bu Kur’an’da insanlar 
için her türlü misa li vermişizdir. Bununla beraber, 
eğer sen onlara bir mûcize getirmiş olsan, inkâr edenler: “Siz ancak bâtıl 
şeyler ortaya atanlarsınız” derler.Allah bilmeyenlerin kalplerini işte böylece 
kapatır.”
         Evet andolsun ki Biz bu kitapta insanlar için her bir meseli, her 
bir misa li, her bir gerçeği, kıyamete 
kadar insanların bütün sorunlarını çözümleyecek, bütün ihtiyaçlarını 
karşılayacak her bir delili verdik. Bununla beraber ey peygamberin, sen onlara 
bu kitabın âyetlerinin dışında mûcizevi bir âyet getirsen derler ki siz ancak 
bâtıl şeyler ortaya koyuyorsunuz. Siz ancak bâtıllarla uğraşıyorsunuz. Bâtıl 
sahiplerisiniz sizler derler. İstediği kadar bu kitap apaçık âyetleriyle uyarsın 
onları. İstediği kadar Rabbimiz peygamberlerine ayrıca insanların akıllarını 
erdirecek mûcizeler göndersin, ama kâfirler dinlemesinler bu âyetleri, görmezden 
gelsinler bunca mûcizeleri. İnkâr etsinler Allah’ı ve Ondan gelenleri. Dünyadaki 
geçici güç ve kuvvetlerine güvensinler. İşte bilmeyen cahillerin kalplerini 
Allah böylece mühürlüyor. Gönderiyor âyetlerini, yaratıyor âyetlerini, uyarıyor 
insanları, ama bütün bu uyarıları görmezden, duymazdan gelenlerin de kalplerini 
mühür-lüyor. Artık onlar bu âyetleri görür hale 
gelemiyor, duyar hale gele-miyor, anlar hale 
gelemiyor, iman eder hale gelemiyorlar. 
Bu ne kötü bir kayıp değil mi? 
Halbuki âyetler gözlerinin önüne kadar getirilmiş, peygamber ayaklarına kadar 
gelmiş. Ama adamlar bir kerecik kulak vermiyorlar. Yahu ne diyor bu Kur’an? Ne diyor bu peygamber? Bir kerecik merak edip 
dinleyelim de müspet ya da menfi bir tavır ortaya 
koyalım demiyorlar, diyemiyorlar. Şu mevsimler, şu ölümler, şu dirilişler onlar 
için hiçbir şey ifade etmiyor. Bir gün sana da sıra gelecek demiyor bu adamlar 
için. 
60. “Ey Muhammed: Sabret ki, 
Allah'ın sözü şüphesiz gerçektir kesin olarak inanmayanlar seni hafife 
almasınlar.”
         Öyleyse sen ey peygamberim, sen 
ey Müslüman, bırak bu insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl bir hayat 
yaşarlarsa yaşasınlar. Sen sabret. Sizler sabredin. Sabırla Allah’ın istediği 
bir hayatı yaşayın. Sabırla Allah’a kulluğa, Müslümanca bir hayata direnin dayanının. Kesinlikle 
bilesiniz ki Allah’ın vaadi haktır. Allah Müslümanca 
bir hayata direnenlere bu dünyada ve âhirette ne vaat 
etmişse o mutlaka size gelecektir. Kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın vaadi 
haktır. Ölüm haktır, diriliş haktır, hesaba çekiliş haktır, cennet ve cehennem 
haktır. Yeryüzünde Allah’ın istediği gibi yaşayan Müslümanlara Allah’ın yardımı 
ve zaferi haktır, kâfirlerden intikam alması haktır. Yeryüzünde Müslümanca bir hayatın kavgasını veren Müslümanlara vaat 
edilen izzet ve şerefin kesinlikle ulaşacağı haktır. Kâfirlere rüsvalık azabı 
haktır. Müslümanlar için cennet, kâfirler için de cehenneme yuvarlanış haktır. 
         Öyleyse ey peygamberim, bilesin ki, 
bilesiniz ki ey Müslümanlar, iyice iman edin ki sakın ha sakın iyi inanmamış 
olanlar seni, sizi gevşekliğe sevk etmesin. Siz imandan, teslimiyetten, 
kulluktan, itaatten ayrılmayın. Vefat ettiğiniz zaman unutmayın ki sizi hesaba 
çekecek olan onlar değil Allah’tır. Dirildiğiniz zaman da sizi cennete 
gönderecek olan da Allah’tır. Cehennemin sahibi de Odur. Öyleyse bu âyetlerin 
bilinciyle haydi Allah’a Allah’ın istediği kulluğa. 
         Rabbim gereği gibi anlayıp iman eden ve 
hayatını bu imanla yaşayan kullarından eylesin. Sübhanekallahümme ve bihamdik, 
eş-hedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyke.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder