RUM SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
30, nüzûl sıralamasına göre 84, mesânî kısmının
birinci sûreler grubunun ikinci sûresi olan Rum sûresi Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 60
dır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Mekke’de zuhur eden bir dinin yavaş
yavaş tanınmaya başladığı bir dönemde nâzil olmuş, bir
savaşın gündemiyle başlayan, Rum sûresi diye isimlendirilen ve kitabımızın 30.
sırasına yerleştirilmiş bir sûreyle karşı karşıyayız. Mekke’de için için bir kavga sürmektedir. Bu kavga Allah’ın gönderdiği bu
yeni dine giren Müslümanlarla bu dini kabul etmemekte direnen müşrikler arasında
gerçekleşmektedir. Bu savaşta gün geçtikçe azalan
taraf müşrikler, artan, çoğalan, güçlenen taraf ta Müslümanlardır.
İslâm’ın zuhur ettiği Mekke’de bu
böyle olduğu gibi dış dünyada da aynı savaş sürmektedir. Hıristiyan Bizans’la
putperest, ateşperest İran arasında cereyan eden bir savaş vardı. O günün en
büyük güçlerinden biri olan Bizans bozulmuş, tahrif edilmiş de olsa Îsâ (a.s)’a
ve İncil’e inandıklarını, tevhid dinine mensup
olduklarını iddia ediyorlar, ikinci güç olan İran da putperestliğe inanıyor,
ateşe tapınıyordu. Bu iki büyük devlet âdeta yeryüzünü ikiye bölüp
parsellemişlerdi.
Tabii sürekli birbirleriyle savaş
halinde bulunan bu iki devlet Mekke’de gelişen Müslümanların ilgi alanlarında
bulunuyorlardı. Bu sûrenin gelişinden önce İran Bizans’a galip gelir.
Putperestler, Mecusiler tevhid dininin savunucusu
olanlara galebe çalarlar. Şirk dünyasının, küfür dünyasının ehli kitap dünyaya
karşı sağladığı bu galibiyet Mekke’de de etkisini gösterir. Kendi inançlarının
galibiyeti Mekke müşriklerini son derece sevindirir. Müslümanlara derler ki
bakın bizim inancımız sizin inancınıza galip gelmiştir. Yakında bizler de sizi
ve dininizi bitireceğiz diye hava atmaya, tehditler savurmaya başlarlar. Sevinen
taraf putperestler, üzülen taraf ise Müslümanlardır.
İşte Rabbimiz böyle bir ortamda bu
sûresini indirir. Huruf-ı Mukatta ile başlayan sûre Rum’un, Bizans’ın mağlubiyetini
haber verir. Ama çok kısa bir zaman sonra Rumların İran’a, putperestlere karşı
galip geleceğini ve önceki galibiyetin de, sonraki galibiyetin de Rabbimizin
elinde ve takdirinde olduğunu haber verir.
Yine bir gaybî haber daha verilir. Bozuk ta olsa tevhid dininin sahibi olan Bizans’ın putperest İran’a karşı
galip gelmesinin yanında yine çok yakında Mekke’de tevhid dinine iman etmiş Müslümanların Mekke müşriklerine
karşı galip gelecekleri de haber verilir. Şu anda güçsüzmüş gibi, güvensizmiş
gibi görünen Müslümanların çok yakın bir gelecekte emniyete kavuşacaklarının
haberi verilir. Böylece Müslümanların iki kere sevinecekleri haber verilir.
Birincisi Hıristiyan Bizans’ın putperest İran’a galibiyeti, ikincisi de
Müslümanların Bedirde Mekke müşriklerine karşı kazanacakları galibiyetti.
Gerçi bu âyetlerin indiği dönemde bu
mümkün değil gibi görünüyordu. Bırakın müşriklerin böyle bir şeyi
kabullenmelerini, Müslümanlar bile böyle bir zaferi düşünemiyorlardı. Ama
Allah’ın yardımı tecelli edecek ve Mekke’den Medine’ye hicret edip orada Allah
ve Resûlü egemenliğinde özgür bir hayata kavuşan ve devletlerini kuran
Müslümanlar müşriklere galip geleceklerdi. Ve işte bir taraftan müşriklere karşı
imanın galibiyetine Müslümanlar sevinirlerken, diğer taraftan da o günlerde işte
bu sûrede haber verilen Rumların putperest İran’a galibiyeti haberini alacaklar
ve ona da sevineceklerdi. İşte sûrenin başındaki âyetler bu olayları gündeme
getirerek şöyle başlıyor:
1,5. “Elif, Lâm, Mîm. Rumlar en
yakın bir yerde yenildiler; onlar bu yenilgilerinden üç ila dokuz yıl sonra
galip geleceklerdir. İş eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün, inananlar,
istediğine yardım eden Allah'ın yardımına sevineceklerdir. O güçlüdür,
merhametlidir.”
Elif, Lâm, Mîm. Rumlar, Rum
orduları yakın bir yerde, Araplara yakın bir bölgede mağlup oldu. Mekke’ye,
Müslümanların yaşadığı bölgeye yakın bir yerde, yâni Suriye sınırında
yenildiler. Ama onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde tekrar
kesinlikle galip geleceklerdir. Bid
kelimesi üçten dokuza kadar bir sayıyı ifade eder.
Rabbimizin bu kesin haberini duyan
müşrikler Müslümanlarla alay edince Ebu Bekir
efendimiz bu konuda müşriklerle bahse girer. Übey Bin
Halef yalan söylüyorsun ey Ebu Bekir, böyle bir şey
asla gerçekleşmez, haydi aramızda bir zaman tayin et de seninle bahse girelim
der. Arlarında 10 yıl müddet tayin edip 10 devesine bahse tu-tuşurlar. Sonra Ebu Bekir
efendimiz Rasûlullah efendimize gelip durumu haber
verince Rasûlullah efendimiz bid üçten dokuza kadar bir sayıyı ifade eder, binaenaleyh
süreyi uzat ve bahsi artır buyurur. Bunun üzerine Ebu
Bekir efendimiz giderek süreyi dokuz yıla, bahsi de yüz deveye çıkardı. Ve
sonunda tabii kazanan taraf Ebu Bekir efendimiz oldu,
yüz deveyi alıp peygamberin emriyle tamamını tasadduk
etti.
Önce de, sonra da emir Allah’a aittir.
Başında da, sonunda da yetki Allah’a aittir. Evet iş eninde
sonunda Allah’a aittir. İş ne doğuya, ne batıya, ne doğunun güçlü görünenlerine,
ne de batının egemen bilinenlerine aittir. Sonuç silahın elinde değildir. Sonuç
gücün ve güçlünün uhdesinde, yetkisinde değildir. Bugüne kadar bu böyle olmadığı
gibi bundan sonra da böyle olmayacaktır. Her şey Allah’ın kudret elindedir.
Yeryüzünde devletleri kurduran
irade Allah’ın iradesidir. Yeryüzünde devletlerin yıkılış emrini veren yine
Allah’ın iradesidir. Yeryüzünde galibiyet ve mağlubiyet yasasını takdir eden
yine Allah’ın iradesidir. Yâni dün İranlılar Rumlara galip gelirken de, bugün
Rumlar İranlılara galip gelirken de emir ve takdir Allah’a aittir. Yâni ne dün
İranlılar galip gelirken hâşâ Allah’ı diskalifiye edip emir ve kumandayı
İranlılar ellerine geçirmiş, ne de bugün Rumlar galip gelirken onlar Allah’ın
yetkilerini ellerine geçirmiş değillerdir. Dün birine zaferi, ötekisine
mağlubiyeti takdir eden Allah bugün de tersini irade
buyurmuştur.
İşte o gün mü’minler Allah’ın nusretiyle
sevinirler. Allah dilediği kimseye yardım eder. Allah Azîzdir, izzet ve şeref
sahibidir, Rahîmdir, sonsuz merhamet sahibidir. İbni
Abbas efendimiz Rumların İranlılara karşı zafer
kazandığı günlerde Müslümanlar da Bedirde müşriklere karşı bir zafer kazandılar
buyurur. İki zafer aynı günlere tesadüf ediyordu. Bu sebepten Müslümanlar iki
sevinci birden yaşıyorlardı. Tabii daha sonraları Müslümanlar bu iki süper
devletin ikisini de yıkacaklardır. Yeryüzünün en süper güçlerini yerle bir
edecekler ve tüm dünyaya Allah’ın dinini yayacaklar. Tabii işte burada da
yine:
Yasası geçerli olacaktır. Emir, yetki
önce de Allah’a aittir, sonra da Allah’a aittir. Allah bu yetkisiyle
Müslümanlara yardım edip onların galibiyetine hükmetmeseydi elbette
Müslümanların yeryüzünde böyle bir başarıya ulaşmaları da mümkün olmayacaktı.
İşte Rabbi-mizin bu yardımıyla Müslümanlar çok kısa
bir zamanda tüm dünyayı fethediyorlar, dünyada izzet ve şerefin Allah’a,
Resûlüne ve mü’min-lere ait
olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyorlar. Yetkinin Allah’a ait olduğunu, izzet
ve şerefin Allah’a ait olduğunu bilen Müslümanlar kar-şısında yeryüzünün en süper güçleri devriliyor, en düzenli
ordular Müslümanların karşısında erimek zorunda kalıyorlar. Ve işte böylece
Rabbimiz kıyamete kadar değişmeyecek bir yasayı ortaya koyuyordu. Kim Allah’a
iman ederse, kim Allah’a güvenirse, kim Allah’ın iradesine teslim olursa bilsin
ki o Allah’ın desteğiyle yeryüzünde tüm güçlere galip gelecek, tüm yeryüzüne
egemen olacaktır.
6. “Bu, Allah'ın vaadi; Allah
verdiği sözden caymaz, fakat insanların çoğu
bilmezler.”
İşte bu Allah’ın yeryüzünde bir
vaadidir ve Allah asla vaadinde hulf etmez. Allah
vaadinden asla caymaz. Evet işte Rabbimiz iki galibiyet vaat etmişti. Bunlardan
birisi Müslümanların Mekke müşriklerine karşı galibiyetleri, diğeri de Rumların
İranlılara karşı galibiyetleri. İşte Rabbimiz bu iki vaadini de
gerçekleştirmiştir. Allah ne vaadetmişse vaadinden
asla dönmez, fakat insanların pek çoğu bunu bilmemektedir.
Dünya üzerinde savaşları,
barışları, galibiyetleri, hezimetleri, yükselişleri, çöküşleri araştıran,
anlayan, anlatan siyaset biliminin, sosyoloji biliminin, toplum biliminin, savaş
biliminin sahipleri bunu asla anlamazlar, anlayamazlar. Savaşların,
galibiyetlerin, yenilgilerin Allah’ın elinde olduğunu asla bilemez onlar. Peki
onlar neyi bilebilirler?
7. “Onlar, dünya hayatının
görülen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten
habersizdirler.”
Bunlar bu dünya hayatının sadece
dış görünüşünü, zâhirini bilebilirler. İşte görüyoruz, adamlar sundukları
bilgilerde, yazdıkları tarihte sadece işin zâhiri kısmı yazıyorlar. İşin sadece
görünen ve yüzeyde olan kısmını görebiliyorlar. İşte iki grup karşı karşıya
geldi, biri vurdu, öbürü öldürdü, biri galip geldi, biri mağlup oldu. Peki galip
gelenin galibiyetinin altında yatan ne? Mağlup olanın mağlubiyetinin sebebi ne?
dendiği zaman bunu açıklamaktan acizdirler. Ve esas onlar âhiretten de gafildirler, habersizdirler. Yaşadıkları bu
dünyanın sonunun nereye varacağının farkında değildirler.
8. “Kendi kendilerine, Allah'ın
gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir
süre için yarattığını düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine
kavuşacaklarını inkâr ederler.”
Kendi nefisleri konusunda,
nefislerinde olanlar konusunda hiç düşünmezler, hiç kafa yormazlar mı bu
adamlar? Haydi dışlarındaki dünya üzerinde düşünmüyorlar, kendi nefisleri
üzerinde de mi düşünmüyorlar? Allah gökleri yeri ve ikisi arasındakileri hakla
yarattı. Bir de onları belli bir ecel, yâni belli bir süre ile yarattı. Göklerin
ve yerin sahibi, yaratıcısı Allah’tır. Hayatın sahibi Allah’tır. Düşün mü yorlar mı bu insanlar? Hak olan bir Rabbin hak olarak
yarattığı göklerin ve yerin yaratılışına hiç bakmazlar mı? Bu yaratıkların
hiçbirisi boşuna yaratılmamıştır. Her birerinin Allah tarafından belirlenmiş
belli bir eceli vardır.
Tüm insanlar, tüm devletler, tüm
güçler, tüm varlıklar ecellidir, ölümlüdür. Gökler de ecellidir, yerler de
ecellidir, melekler, cinler ve insanların tamamı ecellidir. Şimdi soralım:
Rablerinin ecel yasasına boyun büken bu insanlar acaba nasıl oluyor da Allah’a
rağmen varlıklarını sürdürebileceklerini zannedebilirler? Nasıl oluyor da ecelli
olan varlıklar Allah karşısında Rab’lik ve İlâhlık iddiasında bulunabiliyorlar?
Bunu anlamak gerçekten çok zordur. Bunun sebebi de işte
şudur:
Bundan dolayı insanların pek çoğu
Rablerine mülaki olmayı, Rablerine kavuşmayı inkâr ediyorlar. Rableriyle karşı
karşıya geleceklerini, ölümlerinden sonra tekrar diriltilip yaşadıkları bu
hayatın hesabını vermek üzere Rablerinin huzuruna çıkacaklarını reddediyorlar.
Kendilerine mutlak âhiretin varlığını anlatan bu
hayatı, bunca varlıkları ya boş, bâtıl, gâyesiz
zannediyorlar, ya da bu hayatın ebedîliği zehabına
kapılıyorlar. Hiç ölemeyeceklerini, bu hayatın hiç bitmeyeceğini ve kıyametin
kopmayacağını vehmediyorlar.
Evet Rabbimiz son derece açık ne net
bir biçimde bu âyetleriyle bir gerçeği ortaya koyuyor. Kendisine düşünme ve
akletme özelliği verilen insan düşünmek ve aklını
kullanmak zorundadır. Onun içindir ki Rabbimiz insana seslenmekte ve yaratılmış
olan her şeyin mutlaka belli bir amaca hizmet ettiğini ve her şeyin bu hayatın
mükemmel nizamına uydurulduğunu haber vermektedir. İnsan kendisine verilen
aklını kullanıp düşünmeye yöneldiği zaman mutlaka gerçeğe giden yol kendisine
açılacaktır. Ve böylece bu hareketi kendisini her türlü sabit fikirlilikten,
cehaletten ve ruhsal körlükten kurtaracaktır.
9. “Yeryüzünde dolaşıp,
kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki
onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp altüst ederek onlardan
çok imar etmiş kimseydiler ve onlara bel-gelerle
peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zul-metmiyor, onlar kendilerine
zulmediyorlardı.”
Yeryüzünde gezip dolaşıp
kendilerinden öncekilerin âkıbetlerine hiç bakmıyorlar mı? Yeryüzünde Allah’ı,
âhireti inkâr edenler, Allah’la savaşa tutuşanlar
sadece kendileri değil ki. Hiç düşünmüyorlar mı ki daha önce kendileri gibi
davrananlar ne oldular? Hani nerede onlar? Hani nerede Ad kavmi? Nerede Semûd? Nerede Firavunlar? Nerede zalimler? Güçlüler vardı,
kuvvetliler vardı, saltanat sahipleri vardı. Hani nerede onlar? Ki onlar
kendilerinden daha güçlü kuvvetliydiler. Toprağı aktarmışlar, yeryüzünü delik
deşik etmişlerdi. Yeryüzünde akla hayale gelmedik imarlar, ekim dikimler,
imarlar gerçekleştirmişlerdi. Şimdikilerin yaptıklarından çok daha fazlasıyla
yeryüzünü imar etmişler, yeryüzünü alabora edip madenler çıkarmışlardı.
Medeniyetleri, şehirleri, sulamaları, yolları, köprüleri, evleri, sarayları
teknolojileri mükemmeldi.
Onlara elçilerimiz apaçık
belgelerle, mûcizelerle, âyetlerimizle geldiler. Onlara gerek kendi
nefislerindeki, gerekse çevrelerindeki Allah âyetlerini hatırlatarak onları
Allah’a imana ve kulluğu çağırdılar. Ölüm ötesi bir hayatın hesabıyla onları
uyardılar. Ama onlar elçilerin dâvetine icabet etmediler. Allah onlara asla
zulmetmedi. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Allah elçilerini
reddeden bu insanları zulmen helâk etmiyordu. Bu
adamlar kendileri helâki hak ediyorlardı. Allah asla kullarına zulmetmez.
10. “Sonra Allah'ın âyetlerini
yalan sayıp, onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü
oldu.”
Sonra kötülük yapanların sonu
Allah’ın âyetlerini yalanlamaları, Allah’ın âyetlerinin yok farz etmeleri,
Allah’ın âyetleriyle alay etmeleri, Allah’ın âyetlerinin işlevini bitirmeleri
sebebiyle kötülük oldu, çok kötü oldu. Evet bizden önce çok daha görkemli, çok
daha muhteşem bir hayat yaşamış, teknolojinin zirvesine çıkmış, gücün kuvvetin
zirvesine çıkmış nice toplumlar Allah’a isyanları sebebiyle helâk olup
giderlerken şu andakiler mi Allah’la baş edeceklerini zannediyorlar? Şu anda
güçlerine kuvvetlerine güvenerek Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın
sistemiyle savaşa tutuşan, Müslümanlara hayat hakkı tanımamaya çalışan
devletlerin ömürleri dünkü fertlerin ömürleri kadar bile yok.
Düşünün Nuh (a.s) döneminin
kâfirleri 950 yıl yaşamışlar. Bırakın günümüz fertlerinin bu kadar bir ömre
sahip olmasını, hangi devlet bu kadar ömürlü olabiliyor? İşte yeryüzünün en
süper güçlerinden birisi olarak bilinen bir Rusya nihâyet yetmiş yılda yok olup
gidiyor. Tüm dünyaya egemenmiş gibi görünen Amerikanın da daha bir elli yıla
bile varmadan sallantılarını görüyoruz. Kendi devletinin direk egemen olduğu
ülkesinde kendi toplumunun bile güvenliğini sağlamakta acze düştüğünü görüyoruz.
Evet nasıl oluyor da Allah’a iman
eden bu Müslümanlar şu anda dünyadaki ömürleri dünkü insanlardan bir tanesinin
ömrü kadar bile olmayan bu devletlere meyledebiliyorlar? Nasıl oluyor da izzet
ve şerefi onların yanında görüp onların desteğini kazanmaya çalışıyorlar?
Gerçekten bunu anlamak mümkün değildir.
Hayır hayır
emir önce de sonra da Allah’a aittir. Şu ana kadar yeryüzünü idare eden Allah
olduğu gibi bundan sonra da yeryüzüne egemen olan Allah’tır. Büyük irade
Allah’tır. Her ne kadar yeryüzünde insanlara geçici olarak yetkiler vermişse de
bilesiniz ki bunlar geçicidir. Öyle değil mi? Yetkisini kaybetmeyen, yetkisi
elinden alınmayan bir melik, bir hükümdar, bir devlet, bir siyasal, bir askeri
güç gösterebilir misiniz? Var mı böyle birisi? Hangi devlet, hangi iktidar
sonunda yokluğun, yıkılışın mahkumu olmamıştır? İşte büyük irade kendisini
tanıtıyor:
11. “Allah önce yaratır,
ölümünden sonra onu tekrar diriltir. Sonunda O'na
döneceksiniz.”
Allah’tır önce yaratan. Allah’tır
varlıkları yaratan. Allah’tır yaratmayı başlatan sonra da onu iade eden. Yaratan
da Odur, öldüren de. Öldüren de Odur, sonra öldürdüğünü tekrar diriltip iade
edecek de Odur. Sonra kendisine dönülecek ve hesap verilecek olan da Allah’tır.
Yaratmayı ilk defa başlatan, sizleri ilk defa yaratan Allah hiç ikinci defa
yaratmaya, tekrar diriltmeye güç yetiremez mi? İlk yaratıcınızın Allah olduğunu
biliyor, kabul ediyor da aynı Allah’ın sizi ikinci defa yaratmasını reddetmeye
mi çalışıyorsunuz?
Yâni sizi ve diğer varlıkları
yoktan var eden Allah olsun, sizi öldürecek ve diriltecek olan Allah olsun,
yaşadığınız bu hayatın hesabını sormak üzere sizi huzurunda toplayacak olan
Allah olsun ve şu anda hepimiz Onun huzuruna doğru gidelim, sonra da tutup bu
Allah’a kulluktan kaçıp başkalarına kulluğu koşalım. Ondan başka Rabler,
İlâhlar, tanrılar bulalım. Olacak şey mi bu? Kimin yetkisi var Allah’tan başka
bu dünyada? Allah’ın istediği bir hayat programından başka bir hayat tarzı kabul
edilir mi? Allah’tan başkalarının, yaratıcı, öldürücü, diriltici olmayanların ne
hakları, ne yetkileri var bu dünya üzerinde? Bizim ne hakkımız var onların
yasalarını uygulayarak onlara kulluk etmeye?
12,13. “Kıyamet koptuğu gün
suçlular umutsuz kalıverirler.
Koştukları ortakları artık şefaatçileri değildir; ortaklarını inkâr
ederler”
Kıyamet koptuğu gün, kıyamet
başlarında patladığı an mücrimler, günâhkârlar iblisleşiverecek,
ümitsizleşiverecekler. Evet kıyamet gerçekleşince günâhkârlar tüm ümitlerini
kaybedip iblisleşiverecekler. İnanmadıkları, hiç beklemedikler kıyamet saatiyle
yüz yüze gelince, kıyametin şokuyla günâhkârlar donup kalacaklar. Suçüstü
yakalanmış suçluların yakalanışı gibi Allah’a isyan içinde bir hayat yaşayan
mücrimler ümitsizliğin acısını yaşayacaklar.
Evet bir gün kıyamet kopacak. Şu anda
yeryüzünün müstek-birleri, günâhkârları, Allah’a isyan
içinde bir hayat yaşayanlar ne yapabilecekler? Ne gelir ellerinden? Büyük devlet
gücüne, büyük siyasal ve askeri güce sahip olanlar, ısrarla Allah’a yetki
tanımayanlar, Allah’a hayat hakkı tanımayanlar, hayatlarına Allah’ı
karıştırmayanlar, hukuklarına, eğitimlerine ekonomilerine, evlenmelerine
boşanmalarına, siyasal ve askeri yapılanmalarına, kazanmalarına harcamalarına
Allah’ı karıştırmayanlar bilsinler ki bir gün dünya tepe taklak gelecek. Güneşin
defteri dürülecek, yıldızlar yerlerinden sökülüp sağa sola atı-lacak, dağlar yürütülüp denizler yok olacak. Böyle bir
ortamda ne ya-pabilecek bu
insanlar? Nereye kaçabilecek bu mücrimler? Kime sığınacaklar? Kiminle beraber
olacaklar? Kıyamete karşı gelebilecekler mi? Altlarından kayıp giden toprağı
durdurabilecekler mi? Patlayan denizlerin karşısında kendilerine bir sığınak
bulabilecekler mi? Biz ölmeyeceğiz diyebilecekler mi? Bugüne kadar kim ölmemeyi
becerebilmiş ki onlar becersinler?
Onlara yardım edecek ortakları da
yoktur ki kendilerine şefaat etsinler. Evet o zalimlerin Allah’a ortak
koştukları şerikleri içinde kendilerine şefaat edecekler de yoktur. Kim yardım
edecek onlara? Kim şefaatçi olup kurtarabilecek onları? Mümkün müdür bu? Bırakın
o Allah berisinde Allah makamına oturtup kendilerine kulluk ettikleri var-lıkların kendilerine yardım etmelerini, üstelik onlar
ortaklarını da inkâr edecekler. Biz asla dünyada bunları tanrı kabul etmedik,
biz bunları asla hayatımızda egemen bilmedik, biz asla bunları Rab ve İlâh bilip
yasalarını uygulamadık diyecekler. Bu dünyada Allah yetkilerine sahip olarak
gördükleri, kendilerine tapındıkları, kendilerine sığındıkları, arzularını
yerine getirdikleri, kendilerine dua ettikleri tanrı taslaklarının hiçbir
faydasını görmeyecekler.
Evet ya bu
dünyada Allah’ı bırakıp ta Allah berisinde bir takım varlıkları dinleyenler o
dinledikleri Rablerini İlâhlarını ret edecekler, yahut da dünyada tanrı
bilinenler kullarını reddedecekler. Biz sizlerden bize kulluk istemedik. Biz
size biz tanrıyız demedik. Siz kendiniz sapıklar olarak bize kulluk etmişseniz
bunun sorumluluğu kendinize aittir. Bizim sizin bu pisliklerinizle bir ilgimiz
yoktur diyecekler.
Öyleyse madem ki bir gün kıyamet
kopacak, madem ki bir gün bu hayat bitecek, hepimiz öleceğiz ve tekrar
diriltileceğiz, madem ki bir gün Allah’ın hesabıyla karşı karşıya geleceğiz,
madem ki o gün yetki sadece Allah’ın olacak, madem ki insanların Allah berisinde
ken-dilerinde yetki gördükleri varlıkların
hiçbirisinin zerre kadar bir faydası dokunmayacak, öyleyse niye insanlar bu
dünyada sadece Allah’ı din-lemiyorlar? Niye sadece
Allah’a kulluk yapmıyorlar? Niye Allah berisinde kendilerine Rabler, İlâhlar
buluyorlar da onlara kulluk yapıyorlar?
14. “Kıyamet koptuğu gün, işte o
gün, darmadağın olurlar.”
Kıyamet koptuğu gün, işte o gün
insanlar darmadağın olacaklar. O gün insanlar gruplaşacaklar, grup grup birbirlerinden ayrışacaklar. Mü’minler kâfirlerden, mücrimlerden ayrılacaklar. İnsanlar
imanlarına, amellerine, teslimiyetlerine, takvalarına göre gruplaştırılacaklar.
Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın hayat programına inanan ve hayatlarını bu
imana bina edenler, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayanlar hangi dönemde,
hangi coğrafyada yaşamışsa yaşasın, hangi ırka mensup olmuşsa olsun dünyada tek
bir ümmet oldukları gibi o gün de tek bir ümmet olacaklar. Dünyada ortak bir
hayat çizgisinde olanlar da kendi aralarında ayrışacaklar. Allah’ı bırakıp
bâtıla tapanlar da kendi aralarında bir birlik
oluşturacaklar.
15. “Ama inanıp yararlı iş
işleyenler, ağırlanacakları bir cennette
bulunûrlar.”
İman edip imanlarını pratik
hayatlarına aktaranlar, iman edip iman kaynaklı bir hayat yaşayanlar, iman edip
bu imanlarını hayatlarında sâlih ameller olarak
görüntüleyenler cennette nimetler içinde ağırlanacaklar, sevinecekler, keyif
çatacaklar. Ölümsüz cennetlerde yüzleri güldürülecek onların.
16. “İnkar edip, âyetlerimizi ve
âhirette Bana kavuşmayı yalanlayanlara gelince, işte
onlar azapla yüz yüze bırakılırlar.”
Ama beri tarafta kâfirlere,
Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın dinini, Allah’ın hayat programını
örtenlere, fıtratlarını örterek bir hayat yaşayanlara, âyetlerimize küfreden,
âyetlerimizi örtbas edenlere, yalanlayan, yalan sayan, yok farz edenlere, âhirete kavuşmayı da örten, âhireti gündemlerinden düşürerek bir hayat yaşayanlara
gelince işte onlar Allah’ın azaba hazır olacaklar, azabın mahkumu olacaklar.
İşte bakın hemen hayat ikileşiverdi.
Dünyada da böyleydi zaten. Dünyada iki grup vardı, mü’minler ve kâfirler. İnananlar, inkâr edenler. Âhirette de böyle iki grup insan ve onlara hazırlanmış iki
yerleşim merkezi. Cennet ve cehennem, cennetlikler ve cehennemlikler. İşte bu
iki grubun dışında bir ayırım söz konusu olmayacak. İnsanların bu dünyadaki
değer yargılarının orada hiç bir değeri olmayacak. Bu dünyada insanlar belki
birbirlerini sosyal sınıflara, ekonomik sınıflara, ırk, kavim, kabile
sınıflarına ayırabilirler. Ama ne dünyada ne de âhirette bu ayırımların Allah katında zerre kadar bile bir
değeri yoktur. İşte Allah’ın ayırımı böyledir. Cennet ve cehennem. Allah’ın
ayırımı bu dünyada Müslüman ve kâfir, İslâm ve küfür.
17,18. “Akşamlarken ve
sabahlarken, öğle ve ikindi vaktinde Allah'ı ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur tesbih edin,
namaz kılın.”
Fesübhanallah. O halde tesbih Allah’a aittir. Hep Allah tesbih edilmelidir. Hep Allah gündemde tutulmalı, hep Allah
yüceltilmelidir. Çünkü O mükemmeldir, O aciz değildir, eksikliği yoktur Onun.
Sabaha girdiğiniz vakit de akşamı idrak ettiğiniz zaman da Allah’ı tesbih edip yüceltin. Tüm zaman ve mekân dilimlerinde tesbih edilecek, gün-deme alınacak, yüceltilecek tek varlık
Allah’tır. Tüm âlemde sözleri dinlenecek, arzuları yerine getirilecek, tüm zaman
diliminde, tüm ömür boyunca yüceltilecek tek varlık Allah’tır. Göklerde ve yerde
hamd Onudur. Yatsı vaktinde ve öğleye ulaştığınız
zaman. Her zaman ve her mekânda, gündüz, gece, öğle, akşam, yatsı hamd edilecek, övülecek, programı uygulanacak tek Rab ve
İlâh Odur.
Evet yukarıdaki âyetlerle iman ve sâlih amelin iyi sonuçlarını, küfür ve şirkin kötü
sonuçlarını duyduktan, öğrendikten sonra, bu konuda sadece Allah’ın yetkili
olduğunu bildikten sonra haydi Rab-b’inizi tesbihe ve hamdi sadece Ona ait
kılmaya yönelin. Haydi dilleriniz ve amellerinizle Onu tesbih etmeye ve Ona hamd etmeye
koşun. Beş vakit namazla Allah’ı tesbih edin. O Allah
ki:
19. “O, ölüden diri çıkarır,
diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte
siz de böylece diriltileceksiniz.”
Ölüden diriyi, diriden de ölüyü
çıkarandır. Ölümünden sonra yeryüzünü de diriltendir. Evet O Allah ölüden
diriyi, diriden de ölüyü çıkarandır. Toprağın altındaki ölü bir tohumu diriltip
ondan hayatı, di-riliği çıkaran Allah’tır. Hiç hayat
emaresi olmayan küçücük ölü bir çekirdekten koskoca bir ağacı çıkaran Allah’tır.
Peygamberine indirdiği vahiyle ölü
kalpleri dirilten, kâfirlerden dipdiri mü’minleri
çıkaran da Allah’tır. Ama dipdiri mü’minlerden
kâfirleri çıkaran da Allah’tır. Yâni ölü bir insandan diriyi çıkarır, diri bir
insandan da ölüyü çıkarır. Kâfirden mü'mini mü'minden de kâfiri çıkarır.
Veya meselâ Nuh (a.s) gibi
dipdiri bir babadan iman etmeyen ölü bir oğul çıkardığı gibi, Âzer gibi ölü bir kâfirden dip diri bir İbrahîm çıkarabilir
Allah. Ya da Zekeriyya (a.s)
gibi yüz yaşını aşkın bir babadan üstelik de kısır bir anadan Yahya gibi bir
diri çıkarır Allah. Veya işte bir zamanlar yok iken, yokluktan var edilen bir
mevcudat çıkarıverir. Ölüyken, yok iken yeryüzünde, hayat sahnesinde varlıkları
var ediverir.
Öyle değil mi? Bir zamanlar yoktu
varlık, yoktu insanlar, yoktu semalar, yoktu arz, yoktu güneş, yoktu ay yoktu
yıldızlar da yokları var etti Rabbimiz. Kupkuru topraktan Adem’i yaratan odur.
Kupkuru topraktan varlıklara hayat veren odur. Var olanları da sonunda öldürerek
diriden de ölüyü çıkarıyor Rabbimiz.
İşte sizin dirilişiniz, ölümünüzden
sonra dirilişinizin çıkarılması da aynen böyle olacaktır. İşte sizler de böylece
çıkarılacaksınız. Ölümünden sonra yeryüzü nasıl diriliyorsa sizin dirilişiniz de
aynen öyle gerçekleşecektir. İşte şunlar da Onun âyetlerindedir diyerek bundan
sonra Rabbimiz bir dizi âyetleriyle bizi karşı karşıya getirecek ve bize Onu
inkâra, Onu yalanlamaya, Onu diskalifiye ederek bir hayat yaşamaya fırsat
tanımayacak.
20. “Sizi topraktan yaratması
O'nun varlığının belgelerindendir. Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne
yayılırsınız.”
İşte sizi topraktan yaratması
Onun âyetlerinden, Onun varlığının ve sizler üzerindeki yaratıcılığının rubûbiyet ve ulûhiyetinin,
egemenliğinin belgelerindendir. Sizi topraktan yarattı da O Allah, sonra işte
onun ardından birer insan olup yeryüzünde yayılıverdiniz. Evet Allah sizi
topraktan yarattı. varlığımızın
başlangıcı topraktır. Bizler de şu anda topraktan aldığımız gıdalarla meydana
getiriliyoruz. Düşünebiliyor musunuz? Toprak adam oluyor ve yeryüzünde hareket
ediyor. Allah’ın varlığına, gücüne bundan daha büyük bir delil olur mu? Bu
Allah’ın âyeti değil de kimin âyetidir? Bu âyet bizi Allah’a kulluğa ve
teslimiyete götürmeyecek de ne götürecektir? Bunu Allah’tan başka kim
becerebilir? Tüm bu teknolojik güçleriyle bir sineğin bir tek kanadını, ya da insanın saçının bir tek telini yaratabilecek birileri
var mı? İşte toprak yerinde duruyor. Haydi toplansın tüm dünya insanlığı da bir
şey yaratsınlar. Ve işte böyle bizi topraktan yaratan Allah ölümlerimizden sonra
aynı topraktan bizi tekrar yaratmaya, diriltmeye güç yetiremez mi?
21. “İçinizden, kendileriyle
huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi,
O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler
vardır.”
Yine Onun âyetlerindendir ki
nefislerinizden zevceler yaratmıştır. Sizin için kendilerinde huzura
kavuşacağınız, sükûnete ereceğiniz, doyuma ulaşacağınız sizin nefislerinizden
zevceler yaratması Allah’ın âyetlerindendir.
Evet sizi bir tek cins olarak
değil, insan olarak birbirine eşit ama farklı fiziksel yapıya, farklı ruhsal
özelliklere sahip iki ayrı cins olarak yaratmıştır Allah. Birbirine eş olacak,
birbirini tamamlayacak, birbiriyle çok âhenkli bir bütünlük arz edecek erkek ve
kadın olarak yaratmıştır sizi. Evet sizi böyle erkek ve kadın olarak yaratmış ki
birbirinize ısınasınız, birbirinize meyledip yakınlık kurasınız, kaynaşasınız
diye. Böylece Allah aranızda bir sevgi bir rahmet de ortaya koymuştur. Ne güzel
değil mi? Eşler arasında sevgi ve rahmet, merhamet. Eğer Rabbimiz erkek ve
kadına birbirlerine karşı büyük bir sevgi, istek ve arzu vermeseydi onlar asla
birlikte bir yuva kurma gereği duymayacaklardı.
Evet Allah hiçbir nefsi yalnız
yaratmamıştır. Mutlaka birlikte yaşayacağı bir eş, bir zevc takdir etmiştir ona. Eğer şu anda insanlar Allah’ın bu
yasasına karşı çıkarak bir karı koca hayatından kendilerini mahrum
bırakıyorlarsa burada suçlu Allah değil kendileridir. aslında bütün kadınlar ve
erkekler birbirlerine muhtaç yaratılmıştır. Kendilerini fıtrat dışı bir hayatın
mahkumu edenler, kadınsız erkekler, erkeksiz kadınlar bu dünyada mutsuz bir
hayat yaşamak zorunda kalacaklardır. İşte bunda da düşünen, tefekkür eden, kafa
yoran insanlar için ibretler var, âyetler vardır.
22. “Gökleri ve yeri yaratması,
dillerimizin ve renklerimizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir.
Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.”
Yine göklerin ve yerin
yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı
olması da Allah’ın âyetlerindendir. Her birerinizin dili değişik, rengi
değişiktir. Dünyanın değişik bölgelerinde insanlar değişik diller kullanmakta
olduğu gibi her insanın dili, ses tonu mutlaka diğerlerinden ayrıdır. Aynı
şekilde tüm insanlar aynı topraktan meydana geldikleri halde, aynı elementlerden
teşekkül ettikleri halde herkesin rengi birbirlerinden o kadar farklıdır ki
milyarlarca insanın arasında ayırt edilebilmektedir.
Evet sizin renklerinizin, dillerinizin
değişik olması da Allah’ın âyetlerindendir. Sizin bu fizikleriniz, renkleriniz,
dilleriniz, ırklarınız kendi kendinize bulduğunuz, kendi kendinize ulaştığınız
bir şey değil, bu bir Allah takdiri, bu bir Allah yasasıdır. Öyleyse bütün
insanların değerlendirilirken hiç birinin diğerinden ayrı, üstün, alçak olarak
değerlendirilmemesi gerektiği de bu âyette zikredilmiş oluyor. Evet dillerimiz,
renklerimiz, ırklarımız ayrı olabilir. Birimiz beyaz, birimiz siyah, birimiz
sarışın olabiliriz. Birimiz Türkçe, birimiz Arapça, birimiz Çince konuşuyor da
olabiliriz. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Bunlar insanların birbirlerine
üstünlük ya da alçaklık sebepleri değildir. Bunlar
hiçbir zaman insanların birbirlerinden ayrıcalıklarının delili değildir. Ne
beyazlar siyahlardan üstündür, ne siyahlar sarışınlardan üstün ya da alçak değildir. Yine hiç bir dil konuşanın öteki dil
konuşanlara bir üstünlük ya da alçaklığı söz konusu
değildir. İnsanların değerlendirmesini Rabbimiz bunlara değil de tamamen inanca
bağlı kılmıştır. Müslüman kâfirden üstündür, muttaki diğerlerinden üstündür
Allah katında. İşte Allah’ın değer yargısı budur.
İşte bunda âlimler için, bilenler,
bilgi sahipleri için bunda âyetler vardır diyor Rabbimiz. Peki âlim kimdir? Âlim
vahyi bilenlerdir. Allah’ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu bilen kimseler
âlimdir. Dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı
yaratılışının Allah’ın bir âyeti olduğunu bilen kimseler âlimdir. Allah’ı
tanıyan, Allah’ın istediği kulluğu bilen ve onu icra eden kişi âlimdir. Allah’ın
kitabında ve Resûlünün sünnetinde ortaya konan değer yargılarına göre bir hayat
yaşayan kişi âlimdir. Bunu bilen bir kişi, Allah’ın bu âyetleriyle bilgilenen
bir kişi artık şunu söyleyebilir mi? Rengi şöyle olanlar üstündür, dili böyle
olanlar, filan ülkede doğanlar, falan ırka mensup olanlar üstündür. Benim dilimi
konuşanlar üstündür, benim rengimi taşıyanlar üstündür diyebilir mi? Allah’ın
değer yargılarının bilincinde olan bir insan kesinlikle bilir ki üstünlük ancak
imandadır, takvadadır.
23. “Geceleyin uyumanız, gündüz
de lütfundan rızık aramanız
O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda kulak veren millet için dersler
vardır.”
Yine geceleyin uyumanız, gündüzün
de Onun lütfundan rızık
aramanız Onun âyetlerindendir. Gecede ve gündüzde Rabbimizin koyduğu uyku yasası
da bizim için en büyük lütuflardan birisidir. Hayat Allah için yaşandığı zaman
güzeldir. Hayat Allah’a kullukta değerlendirildiği zaman şereflidir. Allah’ın
âyetleriyle hayatı tanımlamak gü-zeldir. İşte gece, işte gündüz. İşte uyku, işte çalışmak.
Tam bize uygun bir hayat yasası. Hiç düşündünüz mü? Allah geceyi sürekli
kılsaydı, hiç gündüzü getirmeseydi ne yapardınız? Ve gündüzü sürekli kılsaydı
geceyi kim getirebilirdi bize? İşte bunlarda da kulak veren, kulağı olan,
kulağını kullanan kimseler için ibretler, dersler vardır.
24. “Size korku ve ümit veren
şimşeği göstermesi, gökten su indirip ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi,
O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler
vardır.”
Yine korku ve ümit kaynağı olan
şimşeği göstermesi Allah’ın âyetlerindedir. Evet korku ve ümitle, havf ve tamahla Rabbiniz size şimşeği gösterir. Görürsünüz
şimşeği korkarsınız, görürsünüz şimşeği arzularsınız. Arzularınız, ümidiniz
kabarır. Çünkü şimşek kimileri için bir korku sebebi, kimileri için de bir ümit,
bir rahmet vesilesidir. Kimileri için bir rahmet muştusu, bir yağmur habercisi,
bir bereket müjdecisi, yağmurun yağacağına bir alâmet, ama kimileri için de
isyanları, günâhları yüzünden toplumları helâk eden bir azap kamçısı, bir
felâket habercisidir. Bundan dolayıdır ki insanlar şimşeği gördükleri zaman hem
korkarlar hem de sevinirler. Yâni kimilerinin ödü koparken kimileri sevinir.
Çünkü tarih içinde nice toplumlar savaikle,
yıldırımlar ve şimşeklerle yok olup gitmişlerdir.
Yine Allah gökten yağmuru, suları
indirir de onunla ölümünden diriltiverir yeryüzünü. İşte bu da Allah’ın
âyetlerinden birisidir. Muhakkak ki
bunlarda akıl eden, akıllarını kullanan bir kavim içindir.
25. “Göğün ve yerin O'nun buyruğu
ile ayakta durması O'nun varlığının belgelerindendir. Sonra sizi kabirlerinizden
bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz.”
Yine buyruğuyla gökyüzünü ve
yeryüzünü durdurması, gökler ve yerin varlık âleminde bulunması Onun
âyetlerindendir. Evet gökler ve yerin bu düzen içinde durdurulması da Allah’ın
âyetlerindendir. Gökleri ve yeri tutan, onları zevalden, yıkılıp gitmekten
koruyan, tutan, muhafaza eden Allah’tır. Göler ve yere egemen olan Allah’tır.
Göklerde ve yerde hakim olan, hükmü geçerli olan, Kayyûm olan Allah’tır. Eğer gökler ve yer zevale uğrayacak
olsalar, kayacak olsalar Allah’tan başka hiç kimse onları tutamaz. Rabbimiz
lütfuyla bu âlemi ayakta tutuyor. Allah’tan başka hiç
kimsenin gökleri ve yeri ayakta tutma gücü yoktur. Bırakın gökleri ve yeri
ayakta tutmayı kendilerini bile ayakta tutmaya güç yetiremeyen varlıkların Rab
olmaları, İlâh olmaları mümkün değildir. Allah dengede tuttuğu için bu kâinat
yıkılmadan duruyor. Ama Allah’ın emriyle bir gün yıkılmaya, kaymaya başladı mı
artık kimse onun önüne geçemeyecektir. Yâni gökler ve
yer sadece Allah tarafından yaratılmakla kalmayıp varlıklarının sürdürülmesi de
Rabbimizin emriyle olmaktadır.
Sonra sizi kabirlerinizden bir dâvetiye
ile çağırdı mı hemen Onun huzuruna çıkıverirsiniz. Evet Rabbinizin dâvetini alır
almaz hemen mantar bitiyormuş gibi kabirlerinizden kalkıp mahşere doğru
akıverirsiniz. Yâni bu kâinatı yaratan, gökleri ve yeri yaratan, gökleri ve yeri
buyruğu altında tutan Allah’a bu hiç de zor gelmeyecektir.
Evet topraktan yaratılışımız bir Allah
âyeti, topraktan insan haline getirilip yeryüzünde tohumlanıp dağılmamız bir
âyet, kendi cinsimizden eşlerimizin yaratılması bir âyet, eşler arasında meveddet, sevgi, arzu bağlarının yaratılması bir âyet,
göklerin ve yerin yaratılışı bir âyet, dillerimizin ve renklerimizin ayrı ayrı olması bir âyet, gecemiz gündüzümüz, uykularımız,
gündüzün Allah’ın fazlından rızık aramamız bir âyet,
şimşek, yağmur bir âyet, yağmurlarla ölümünden sonra yeryüzünün ölümünden sonra
bahar mevsimi tekrar dirilmesi bir âyet, kıyamet bir âyet, diriliş bir âyet.
İşte bütün bunlar kendisine kulluk yapılacak Rabbimizin birer âyetidir.
26. “Göklerde ve yerde olanlar
O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir.”
Ve göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Onundur. Göklerde ve yerdekilerin tamamı Allah’ın mülküdür. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi Allah’a boyun bükmüştür. Göklerde ve yerde canlı-cansız ne
varsa hepsi Allah yasalarına boyun büküp itaat ederler. Rablerinin yasaları,
Rablerinin buyrukları önünde diz çökerler. Çünkü onların tümünü Allah
yaratmıştır. Onlar da yaratıcılarının kendileri için belirlediği hayat tarzını,
kendilerine yüklediği rollerini zerre kadar aksatmadan yerine getirerek
Rablerine boyun bükmekte, Rablerini dinlemekte ve Rablerinin önünde
eğilmektedirler. Çünkü yaratılmış olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında
konumu kulluktur.
Öyleyse nasıl ki canlı ve cansız tüm
varlıklar yaratıcılarına boyun bükmüşler, sadece Onu dinliyorlarsa o zaman
elbette ki yaratılış yönünden onlardan farklı olmayan, onlar gibi kul olan insan
da sadece Allah’a boyun bükmeli, sadece Allah’ı dinlemeli, sadece Allah’ın
kanunlarına, Allah’ın yasalarına itaat etmelidir. Fıtrat en zaten insan Allah’ın
yasalarına boyun bükmektedir. Kâfirler de şu anda Allah yasalarına boyun
bükmektedir. Allah’ın yarattığı bu insan yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta,
uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta, erkek ve kadın olmaktadır. Mü’min kâfir hiç kimse bu Allah yasalarının dışına
çıkamamaktadır.
Yâni insan fıtrat en Allah’ın
koyduğu yaratılış yasalarının dışına çıkamamaktadır. Ama fıtrî hayatında kerhen
Allah yasalarına boyun büken kâfir ihtiyarî, ya da
günlük hayatında Allah’a itaat etmemektedir. İşte insan fıtrî hayatında böylece
Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi günlük hayatında da Allah’ın yasalarına
boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî hayatında Allah’ın yasalarına boyun büken
bu insan günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının
birinde Rabbinin İlâhî yasalarına ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa,
yâni iki Rabbi, iki İlâhı olursa onun, yâni onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı
çatışma içine girerse o zaman bu ikisi arasında insan ezilip
gidecektir.
27. “Önce yaratan, ölümünden
sonra tekrar dirilten O'dur. Bu, O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde
olan en üstün sıfatlar O'nundur. O, güçlüdür,
Hakîmdir.”
Evet Allah’tır yaratmayı
başlatan. Allah’tır yaratmayı ilk yapan. O Allah mahlukâtı yoktan var edendir.
İlk olarak eşi ve benzeri olmayan bir varlıklar âlemini, daha önce bir görüntüsü
olmayan, daha önce bir benzeri olmayan bu âlemi yaratan Allah’tır. yoktan var
ettiği bu varlıkları sonra öldürüp tekrar diriltecek olan da Odur. Üstelik
ölümlerinden sonra insanları tekrar diriltip hesaba çekmek üzere huzuruna
getirmesi Ona göre çok kolaydır. Niye zor olsun da bu Allah’a? Eğer zor olsaydı
onları benzeri yokken ilk defa yaratması zor olurdu. İlk defa onları yaratan
ikinci defa yaratmaya güç yetiremez mi? Çünkü Göklerde ve yerde en yüce
sıfatlar, en üstün meseller de sadece Ona aittir.
O Azîzdir, O Hakîmdir. Yaratan
Odur, rızık veren, doyuran Odur. İzzet ve şeref, güç
ve kudret sadece Ona aittir. Hikmet sahibi de sadece Odur. Ondan başka kim hakim
olabilir bu varlıklar âlemine? Ondan başka kim sahip olabilir bu âleme? Ondan
başka yaratıcı var mıdır? Gücüyle kudretiyle, egemenliğiyle hikmetiyle O
Allah’ın yaratıklarına koyduğu yasa da kulluk yasasıdır. Bakın bundan sonraki
âyetinde bu kulluğunuza, tevhide bir misa l verecek
Rabbimiz:
28. “Allah size kendinizden
misa ller vermektedir: Size verdiğimiz
rızıklar da, emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit
sûrette hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirinizi saydığınız gibi bu
ortaklarınızı sayar mısınız (ki, bizzat yaptığımız işlerde Bize ortaklar
koşulmasına razı olasınız?) Düşünen millete âyetleri böylece uzun uzadıya
açıklarız.”
İşte O Allah size bir
misa l veriyor. Allah size kendi
nefislerinizden bir misa l vermiştir. Söyleyin bakalım: Şu
mülkiyetiniz altında bulunan kölelerinizle, câriyelerinizle, işçilerinizle ortak
olarak, kullanımı konusunda onlarla denk olarak, eşit olarak, eşit haklara sahip
olarak Benim size vermiş olduğum rızıklar konusunda
birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden de çekineceğiniz seviyede o
kölelerinize eşit hak veriyor musunuz?
İşte Allah size mal, mülk ve saltanat
verdi. Ev, bağ, bahçe, tarla, tapan, dükkan, tezgah verdi, müdürlük, amirlik
verdi. Bir şehrin, bir ülkenin yönetimini verdi. Bir de sizin mahiyetinizde,
sizin egemenliğiniz altında işlerinizde çalıştırdığınız işçiler, memurlar,
köleler, câriyeler verdi. Yâni sizin hâkimiyetiniz altında olup bir imtihan
sebebiyle rızkı sizden bekleyen insanlar var. Halbuki Allah bu elinizdeki
malları size verirken onları da hesap ederek vermektedir. Yâni Allah size
tak-dir ettiği rızıkta
kölelerinizi, işçilerinizi, hizmetçilerinizi, memurlarınızı da ortak kabul
ediyor. Şimdi sizler sahip olduğunuz, hakim olduğunuz o malda, mülkte, o
saltanatta, o bağda, bahçede, o dükkanda, fabrikada, o işyerinde hâkimiyetiniz
altındaki o işçilerinize, o memurlarınıza, o kölelerinize, câriyelerinize bir
yetki veriyor musunuz?
Yâni şunu diyebiliyor musunuz?
Bir fabrikanız var ki; bir çiftliğiniz var ki; Allah onu size vermiş, ama orada
çalışanları da size ortak kılmıştır. Şimdi şunu diyebiliyor musunuz onlara:
Gelin ey benim iş yerimde, benim fabrikamda, benim çiftliğimde çalışan insanlar,
aslında bu mülk sadece benim değildir. Bu mülkü Rabbim bana verirken sizi de
buna ortak kılmıştır. Sizin gayretlerinizle, sizin alın terlerinizle bu mülk bu
hale gelmiştir. Gelin bundan sonra bu mülk sadece benim değil hepimizin
olacaktır. Bu mülkte her birerimiz eşit haklara sahibiz. Diyebiliyor musunuz
bunu? O mallarınızda onlara da yetki verebiliyor musunuz?
Dünyanın herhangi bir bölgesinde,
herhangi bir ülkesinde egemenliği eline geçirmiş olan hakim güçler, egemen
oldukları halka karşı, kölelere karşı şunu diyebiliyorlar mı: Gelin ey insanlar,
bu ülke hepimizin, bu şehir hepimizin, bu devlet, bu imkânlar hepimizindir.
Şimdiye kadar bizim bu ülkede sürdürdüğümüz egemenliğimiz bizim haksızlıkla
sürdürdüğümüz bir söz sahipliğiydi. Bundan sonra bu ülkeyi birlikte yöneteceğiz,
siz de söz sahibi olacaksınız, siz de şuraya katılacaksınız. Sizler nasıl bir
hukuk, nasıl bir eğitim, nasıl bir kılık kıyafet, nasıl bir yaşam biçimi
istiyorsanız öylece yapalım, öylece yaşayalım diyen birilerini biliyor musunuz?
Var mı böyle diyen birisi? Yok değil mi? Ne ülkelerin, devletlerin egemenleri
ellerine geçirdikleri bu mülkü başkalarıyla paylaşmadan yanalar, ne de herhangi
bir ekonomik gücün sahibi olanlar ellerindekileri işçileriyle, köleleriyle
paylaşmadan yana olmuyorlar değil mi? Kimse istemez bunu? Babasını, oğlunu bile
karıştırmıyor adam değil mi? Halbuki Allah’ın verdiği bu mülk bütün
insanlarındır. Bütün insanların onda hakkı vardır.
Şimdi nasıl ki siz Allah’ın ortaklaşa
kullanınız diye verdiği o mülk ve saltanatta hak sahiplerini bile elinizdeki
yetkilerden faydalandırmıyorsunuz da, kendinizde böyle bir hak görüyorsunuz da
nasıl oluyor da Allah’ın şu dünyasında, Allah’ın şu mülkünde Allah’ın
yet-kilerini de elinden alarak hâşâ hâşâ sen bu işe
karışamazsın, bu mülkte yetki bizimdir demeye çalışıyorsunuz? Nasıl oluyor da
mülkünde Allah’a ortaklar aramaya, bulmaya çalışıyorsunuz? Nasıl oluyor da tamam
gökleri Ona verelim, göklerde O İlâhlığını sürdürsün, ama yeryüzüne O Allah
karışamaz, yeryüzünde İlâhlık bizimdir, ya da
yeryüzünde bizim sözünü dinleyeceğimiz, yasalarını uygulayacağımız başka
İlâhlarımız, başka Rablerimiz vardır diyebiliyorsunuz? Gerçekten bu çok zalimce
bir düşünce değil mi? Nasıl oluyor da bu kadar zayıf halinizle, ölümlü
halinizle, Allah’a muhtaç halinizle geçici olarak sahibi bulunduğunuz
mülklerinizde kimseye yetki tanımıyorsunuz da, göklerin ve yerin ölümsüz sahibi
olan Allah’tan yetkisini alarak Onun berisinde başka Rabler, başka İlâhlar bulup
onların da Allah’a ortak olduklarını söyleyebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da onlara
da kulluk edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da yeryüzünde şirki yasallaştırmaya
çalışıyorsunuz? Hakkınız var mı buna? diyor Rabbimiz. İşte biz âyetlerimizi
böylece açıklıyoruz akıl eden, aklını kullanan bir kavim
için.
29. “Hayır; zulmedenler, körü
körüne kendi heveslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru
yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da
yoktur.”
Ama zalimler akıllarını
kullanmıyorlar. Zalimler Allah’ın bu misa llerini anlamıyorlar, anlamaya
yanaşmıyorlar. Bilâkis onlar Allah âyetlerini bırakıp hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar. Bilgisizce, cahilce
kendi hevâlarının peşine düşüyorlar. Mülkte,
saltanatta, yetkide, egemenlikte zalimler şu anda geçici de olsa bunların sahibi
biziz. Bu mülkte, bu köyde, bu şehirde, bu ülkede söz sahibi biziz. Bizler
dilediklerimizi yapabilme imkânına sahibiz. Dilediğimiz gibi karar verip,
dilediğimiz gibi bir hayat yaşama yetkisine sahibiz.
Tabii imtihan gereği Rabbimiz
kendilerine geçici olarak bu yetkiyi vermiştir. Ve bu adamlar kendilerine
verilen bu güç ve kuvvetin, bu mülkün bitmeyeceğini zannediyorlar. Hayatın,
ülkenin yasalarını koyma hakkı bizdedir diyorlar. İşte görüyoruz. Allah’ın
dininin hakim olmadığı tüm ülkelerde hakim güçler bunu söylüyorlar. Allah’tan
başkalarına, Allah’ın yaratıklarına yetki veriyorlar da Allah’a yetki vermemeye
çalışıyorlar. Allah’ın mülkünde, Allah’ın arzında Allah’a söz hakkı vermemeye
çalışıyorlar. Allah’ın kullarının Rabbim Allah demelerine bile izin vermemeye
çalışıyorlar.
Veya işte Allah yeryüzünde bir imtihan
gereği birilerine ötekilerden daha fazla ekonomik güç veriyor. Ötekilerine
vermediği mal, mülk veriyor. Aynı zamanda ona verdiği mal ve mülkte başkalarının
da haklarının olduğunu beyan ediyor. Birine bir milyar vermişse diyor ki bu
paranın tamamı senin değildir. Senin ailen, çalıştırdıkların, işçilerin,
kölelerin, câriyelerin, fakir akrabaların, yetimlerin, komşuların,
Müslümanların, hayvanların da hakları vardır. Yâni bir Müslümana verilenler üzerinde verilenler oranında
başkalarının hakkı vardır.
Meselâ bir Müslümana bir milyar verilmiş, ama yüz Müslüma-na bir milyar dahi
verilmemiş. Bu verilmeyenler verilenlerin emri altında çalışmak zorundadırlar.
Onların işyerlerinde çalışıyorlar. İşte o yüz Müslümanın kendisine milyar verilmiş kimsenin ekonomik
gücünde hakları vardır. Allah yasayı böyle belirlemiştir. O yüz Müslümanın geçiminden de o tek Müslüman sorumludur. O yüz
Müslümana ayrı ayrı kendi
ekonomik gücünden verip onları kendi hayat standardına ulaştırmalıdır. Ama
bakıyoruz böyle yapmıyorlar. Çalıştırdığı insanlara diyorlar ki bakın sizin
işiniz gücünüz yok, paranız pulunuz yok, gelin benim işyerimde çalışın diyor.
Onlar çalıştıkça onlara Allah’ın istediği şekilde hak vermeyen o kişi bu sefer
onların alın terleriyle önceki gücünü on misline çıkarıyor. Onların çalışmaları
sonunda elde ettiği kazancın sadece onda birini onlara veriyor, onda dokuzu yine
kendisine kalıyor. Allah’ın verdiği ekonomik güçte başkalarına hayat hakkı
ta-nımıyor. Göklerin ve yerin sahibi olan Allah’a bu
konuda hayatına ka-rışma
hakkı vermiyor. İşte bu zulümdür, haksızlıktır. Allah diyor ki ba-kın zalimler Allah’ın isteklerini, Allah’ın yasalarını
bırakıp kendi hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar. Evet
Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan herkes zalimdir.
Allah’ın saptırdığına kim hidâyet
edebilir? Allah’ın saptırdığına kim yol gösterebilir? Öyleyse yeni baştan iman
etmek, yeni baştan imanımızı tazelemek, yeni baştan hayatımızı Allah’ın
âyetleriyle düzenlemek zorundayız. Hayatımızı Allah’a, Allah’ın kitabına,
Resûlünün sünnetine arz etmek zorundayız. Ya Rabbi
bilir bilmez ben bir hayat yaşıyorum, bilir bilmez içinde bulunduğum toplumun,
devletin değer yargılarına göre bir ekonomik anlayış benimsiyorum, acaba bu
doğru mudur, yanlış mıdır? Sen nasıl bir ekonomik düzen istiyorsun? diye
kendimizi sorgulamak zorundayız. Bu mal sadece bana mı ait? Sadece kendime
harcayayım diye mi bunları bana verdin? Benim malımda başkalarının da hakkı var
mı? Ben işyerimde çalıştırdığım işçilerimi doyurmak zorunda mıyım? Ben son model
arabalarda gezerken bunlar hâlâ bisikletle benim işyerime gelmeye devam mı
etmeliler? Ben kazancın onda birini bunlara verip onda dokuzunu kendim mi almalı
mıyım? Ben evime götürdüklerimden onların evlerine de götürmeli miyim? Yoksa
kazancı aramızda eşitçe paylaşıp, kendi harcamalarımı kısıp onları da kendi
hayat standardına çekmeli miyim? Acaba şu dükkanımda çalıştırdığım kadınları
kızları evlerinde durdukları halde beslemek zorunda mıyım? diyerek
uygulamalarımızı bir daha gözden geçirmek zorundayız. Bunun için de şunu yapmak
zorundayız:
30. “Ey Muhammed! Hakka yönelerek
kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın
yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu
bilmezler.”
Yüzünü, yönünü Allah için Hanîf olarak Allah’a döndür, sadece Allah’a yönel, sadece
Allah’ın dinine göre bir hayat yaşamanın hesabını yap. O Allah dini, Allah
programı fıtrata uygun olarak kullarına koyduğu bir yasadır. Gelin öyleyse ey
insanlar Allah sizi ne için yaratmışsa, size nasıl Müslümanca bir hayat programı belirlemişse yaratılışınıza
uygunca bir hayatın adamı olun. Yüzlerce, binlerce insanın ekonomik gücünü
kendinize mal ederek zalimce bir hayat yaşamayın.
Evet Rabbimiz yüzümüzü, kendimizi, tüm
hayatımızı kendisine teslim etmemizi, Hanif olarak,
aklı, hevâ ve heveslerimizi işin içine ka-rıştırmadan ihlas ve samimiyetle Rabbimize dönmemizi istiyor. İçimiz ve
dışımızın temizliğiyle, niyetimiz ve amellerimizin temizliğiyle kendisine
yönelmemizi istiyor. Hayatımızın tümünde, gecemizde gündüzümüzde, malımızda
mülkümüzde, ailemizde bireysel hayatımızda, yâni hayatın tümünde Müslüman
olmamızı istiyor. Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi,
düşüncemizi, benliğimizi kendisine döndürmemizi istiyor. Tüm hayatımızda
yönümüzü kendisine doğru çevirerek, Onun rızasını, Onun istediklerini ön plana
alarak, hep Onu hesaba katarak, hep Onun
istediği gibi inanıp, Onun istediği gibi hareket ederek, her an Onun
kontrolünde, Onun huzurunda olduğumuzu unutmadan bir hayat yaşamamızı
istiyor.
Allah’ın yaratışında değişme yoktur.
Fıtrat neyse, fıtrat dini olan İslâm neyse, nasıl bir hayat yaşamanızı istiyorsa
öylece yaşamaya bakın. Çünkü Allah’ın dini gayyimdir.
Allah’ın dini başka hiç bir dine, hiçbir sisteme muhtaç olmadan kendi kendine
kaim olan bir dindir. Bir başka dinin, bir başka yasanın desteğine ihtiyacı
olmadan varlığını sürdüren bir dindir. Çünkü bu din Hayyu Kayyum olan, kendi kendine
var olan ve varlığını sürdürmesi konusunda hiç kimseye muhtaç olmayan bir
Allah’tan gelme bir dindir. Kıyamete kadar yeryüzü insanlığının problemlerini
çözümleyecek bir dindir. Ama insanlardan pek çoğu bunu bilmiyorlar. İnsanlardan
pek çoğu bu Allah dinini bir kenara bırakarak kendi hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar.
Öyleyse ey Müslümanlar,
akıllarımızı başlarımıza almak zorundayız. Fıtrat dini bizden nasıl bir ekonomik
hayat, nasıl bir siyasal hayat, nasıl bir aile hayat istiyorsa öylece yaşamak
zorundayız. Yönümüzü, yüzümüzü, kıblemizi, yörüngemizi Allah’a, Allah’ın dinine,
Allah’ın kitabına ve Resûlünün örnek hayatına doğru çevirmek zorundayız.
Hal böyleyken, Allah bizden bunu
isterken şimdi Allah için kendimizi bir sorgulayalım. Yaşadığımız şu hayatta,
aile hayatımızda, siyasal hayatımızda, ekonomik hayatımızda gidişimiz, yönümüz
kime doğru? Kime yönelmişiz, kime doğru gidiyoruz? Kimin yörüngesindeyiz?
Allah’a doğru mu, yoksa hevâ ve heveslerimize doğru
mu? Allah’ın dinine doğru mu, yoksa şu müşrik sistemin bize empoze ettiği zulüm
anlayışlarına doğru mu? Nereye doğru gidiyoruz? cennete mi yoksa cehenneme mi?
Bunun hesabını çok iyi yapmak zorundayız.
31,32. “Allah'a yönelerek O'na
karşı gelmekten sakınınız, namaz kılınız, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka, fırka
olan, her fırkasının da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden
olmayınız.”
Sadece Rabbimize yönelik bir
hayat yaşayın. Ona karşı takva sahibi olun. Hayatımızı Allah için yaşayın.
Namazınızı ikâme edin. Namazı ayağa kaldırın. Hayatınıza hakim bir namaz kılın.
Namazınıza özdeş bir hayat yaşayın. Ekonominize, mala bakışınıza, siyasetinize,
gecenize gündüzünüze, aile hayatınıza namaz hakim olsun. Öyle bir namaz kılın ki
bu namaz Allah’tan mesaj alma makamı olsun. Öyle bir namaz kılın ki bu
hayatınızın Allah’a raporunu sunmanız olsun. Öyle bir namaz kılın ki bu namaz
size fakir fukaranın hakkını gözetmeyi emretsin. Öyle bir namaz kılın ki bu
namaz sizi zulme götürmesin. Öyle bir namaz kılın ki bu namaz ırz ve
namuslarınızı korusun. Böyle bir namaz ki bu namaz sizi Allah’a ve insanlara
verdiğiniz sözlerinizde durmaya götürsün.
Ve müşriklerden olmayın. Ki onlar
dinlerini fırka, fırka yapıp, şia, şia, grup grup
oldular. Ve her bireri, her bir grup, her bir fırka, kendilerinde olanlarla
sevinmekte, övünmekte, şımarmakta ve böbürlenmektedir. Dini parçalamışlar,
kitabı parçalamışlar, hayatı parçalamışlar. Her bireri dinin, kitabın bir
bölümüne sarılıp bayraklaştırmış. Her bireri kendilerince dinden, kitaptan
hoşuna giden bir parçayı bayraklaştırıp din haline getirmiş ve her bireri de
kendi hayatından mutmain olmuş. Her bireri kendisinin mutlak doğruluğuna ve
karşısındakinin yanlışta olduğuna kanaat getirmiş. Müslümanların hepsi tek bir
grup, tek bir cemaat, tek bir ümmet olmak zorundadırlar. Müslümanlar dinin
tamamına, kitabın tümüne iman etmek zorundadırlar.
33,34. “İnsanlar bir darlığa
uğrayınca Rablerine dönerek O'na yalvarırlar, sonra Allah, katından onlara bir
rahmet tattırınca içlerinden bir takımı kendilerine verdiklerimize nankörlük
ederek Rablerine eş koşarlar. Safa sürün bakalım, yakında
göreceksiniz.”
İnsanlar bir darlığa düştükleri
zaman, kendilerine bir zarar isa bet ettiği zaman hemen Rablerine
yönelip dua dua yalvarıp yakarırlar. Bir sıkıntı, bir
dert, bir hastalık, bir fakirlik dokunduğu zaman bütün varlıklarıyla Allah’a
yönelerek dua ederler. Sonra Allah onlara katından bir rahmet tattırdığı zaman
da onlardan bir grup Rablerine şirk koşmaya, ortaklar koşmaya başlıyorlar. Evet
kendisine bir zarar, bir felâket, bir musîbet geldiği zaman hemen Rabbine
yönelerek dua ediyor, aman ya Rabbi zaman ya Rabbi! Bu belâdan beni kurtarsan, kurtarsan sen
kurtarırsın! Sen korursun! diye dua dua yalvarıp
yakarıyor. Ama sonra kendisine Rabbinden onun mukabili bir nimet ulaşınca, Allah
onu bir nimetle değiştirince de daha önce dua ettiği Rab-bini unutup Ona
ortaklar bulmaya, Ona şirk koşmaya başlayıveriyor. Allah’a müşrikçe bir karşı
koyuşa geçiveriyor. Allah’ın yetkilerini
sınırlandırmaya, Allah’ı hayatına karıştırmamaya başlayıveriyor.
Ne kötü bir tavır değil mi? Sıkıntı,
deprem, felâket anlarında dua dua yalvardığı Allah’ı
unutuyor ve artık ya Rabbi kusura bakma, sana
ihtiyacım kalmadı diyor. Arada Seni memnun etmek için üç beş kuruş bir dilenciye
vereyim, ama Sen benim malımın tümüne, hayatımın tümüne karışamazsın demeye
başlayıveriyor. Arada bir işte bayramlarda namaz da kılayım ama tüm zamanlarımı
sana veremem demeye başlayıveriyor. Yönetimime, hukukuma, ekonomime, mektebime,
kazanmama, harcamama, dükkanıma, evime karışamazsın demeye başlayıveriyor.
İşte görüyoruz hastayken dua dua Allah’a yalvarıp şifa bekleyen adam iyi olunca
bakıyorsunuz ki adam kendisini
hastalıktan kurtaran Rabbine hamd edecek yerde, Ona
kulluğa yönelecek yerde, Onu gündeme getirip şükredecek, teşekkür edecek yerde
Onu unutarak şirk koşmaya başlayıveriyor. Beni doktor kurtardı, bana şu ilaç
şifa verdi, beni filanlar, feşmekânlar kurtardı demeye, onlara hamd etmeye başlayıveriyor. Eğer onlar olmasaydı halim
perişandı diyerek Allah’a nidler, ortaklar bulmaya
başlayıveriyor. Daha önce dua ettiği Allah’ı diskalifiye ederek işte kafamı
çalıştırdım. Aklımı kullandım. Falan müdür, filan efendi yetişti de beni
kurtardı demeye başlayıveriyor. Bu nimetin kendisine Allah’tan geldiğini
unutuveriyor. Veya işte adam önceleri fakirdir, dar gelirlidir. Dua dua Allah’a yalvarıp yakarır. Ya
Rabbi bana imkân ver diye.
Sonra Allah ona zenginlik verir,
ekonomik, siyasal güçlere ulaşır, sonra kendisine bunları veren Allah’ı unutarak
sevinmeye, şımar-maya başlıyor. Namazı, niyazı terk ediveriyor. Örtülüyse açılıp
saçılmaya, Allah’a hamd edeceği yerde, bu
verdiklerinden ötürü daha çok Ona kulluğa koşacağı yerde Ona nidler, ortaklar bulmaya, onlara hamd etmeye başlayıveriyor. Efendim, beni bu noktalara
falanlar, filanlar taşıdılar. Efendim ben bütün bunları diplomamla kazandım.
Bunları ben hak ettim demeye ve Rabbine karşı kulluğu, teslimiyeti, ibadeti,
itaati bitiyor, cennet, cehennem, âhiret, hesap, kitap
unutuveriyor. Yâni kötü gününde Allah’ı hatırlıyor, ama iyi gününde, işi bitti
mi Allah’ı unutuveriyor.
Haydi faydalanın bakalım.
Faydalansınlar bakalım biraz. Biraz nimetlenip
keyfetsinler bakalım. Mallarıyla, mülkleriyle, dünyalarıyla biraz yaşasınlar
bakalım. Yakında bileceksiniz. Ne kadar keyf içinde
bir hayat yaşayabilir insan? Ne kadar devam edebilir keyfi? Ne kadar devam
edebilir sıhhati? Tekrar hastalanacak değil mi? Tekrar sıkıntılar gelmeyecek mi?
Tekrar bir felâket daha gelmeyecek mi başına? Kıyamet kopmayacak mı? Ölüm
gelmeyecek mi? Nasıl böyle bir tavır sergileyebilir insan Rabbine
karşı?
35. “Yoksa onlara ortak
koşmalarını söyleyen bir delil mi indirdik?”
Yoksa Biz onlara bir delil, bir
sultan mı indirdik ki o delille şirk koşuyorlar? Şirklerine bir delil mi
bulmuşlar? Biz onlara bir delil mi indirdik ki o delile dayanarak şirk
koşuyorlar? Şirklerine bir delil, bir âyet mi indirmişiz biz? Yâni yoksa
sıkıntılı dönemlerinizde, zayıf anlarınızda, Bize muhtaç olduğunuz zamanlarda
Bize dua edin, bize kulluk edin, ama iyi günlerinizde Bizi bırakıp başkalarına
kulluk edin diye bir yasa mı kıldık onlara? Bazen mü’min olun,
bazen kâfir ve müşrik olun mu dedik
onlara? Nerden çıkarıyorlar bunu? Neye dayanıyorlar? Ne bilgi, ne delil var
ellerinde?
36. “İnsanlara bir rahmet
tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir
kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.”
Biz insanlara bir rahmet, bir
nimet tattırdığımız zaman onunla sevinip övünürler. Ama elleriyle işledikleri
suçlardan dolayı onlara bir kötülük geldiği zaman da hemen tüm ümitlerini
kaybediverirler. Aman bittik, tükendik, mahvolduk demeye, dövünmeye
başlayıverirler. Halbuki nimet de, musîbet de imtihan konusudur. Nimetler anında
sevinip coşup ta kötülükler anında niye koyuveriyorsunuz?
37. “Allah'ın, rızkı dilediğine
yayıp bir ölçüye göre verdiğini görmezler mi? Doğrusu bunda, inananlar için
dersler vardır.”
Allah rızkı dilediğine yayar,
saçar, bol bol verir, dilediğine de kısar. Bu Onun
yasasıdır. Kim karşı gelebilecek de Allah yasasına? Mülkün sahibi Odur. Mülkünde
dilediği gibi hükmetme yetkisi Ona aittir. Ve Allah rızkı çok verdiklerini daha
çok seviyorum, onlar Benim yanımda üstündür, Ben zenginlere şeref veriyorum,
fakirleri de şerefsiz kılıyorum diye bir âyet de indirmemiştir. Zenginliğin ve
fakirliğin şeref ve şerefsizlikle bir ilgisinden söz etmemiştir. Veya sağlık
verdiklerim üstündür, hastalık verdiklerim alçaktır diye bir âyet indirmemiştir.
Felâket verdiklerimi bunlarla cezalandırıyorum, ama bu tür felâketler
vermediklerimi de mükâfatlandırıyorum diye bir yasa koymamıştır Rabbimiz.
Bu Allah’ın imtihan gereği bir
takdiridir. Kimine hastalık verir, kimine sağlık. Kimine zenginlik verir, kimine
fakirlik. Kimine nimet, kimine felâket verir. Bunların hepsi birer imtihandır.
Bunu hiçbir zaman unutmamak zorundayız. Materyalist bir düşünceye, pozitivist bir anlayışa kapılan insanlar bunu yanlış
anlıyorlar. Onlara göre hastalık bir imtihandır, ama sağlık bir imtihan
değildir. Fakirlik bir imtihan konusudur ama sanki zenginlik bir imtihan konusu
değildir. Zelzele, ölüm gibi şeyler bir imtihandır ama varlık, nimet, bolluk
sanki bir imtihan değildir. Halbuki Rabbimiz kitabımızın pek çok yerinde Biz
size verdiklerimizle sizi imtihan etmekteyiz buyurmaktadır. Öyleyse hayatın
tümünü imtihan olarak düşünmek ve değerlendirmek zorundayız. Böyle yaparsak
başaracağız demektir.
İşte bunda iman etmek isteyenler için
âyetler var, ibretler, dersler vardır. Öyleyse ey Müslüman sen bu
değerlendirmeleri bırak ta Allah sana imkân verdiği zaman, mal mülk verdiği
zaman sen şöyle bir tavır al. Allah senden şunu istiyor:
38. “Yakınlığı olana, yoksula,
yolda kalmışa hakkını ver. Allah'ın rızasını dileyenler için bu daha hayırlıdır.
İşte onlar saadete erenlerdir.”
Yakınlığı olan akrabalara hakkını
ver. Fakirlere ve yolda kalmışlara da haklarını ver. İşte Allah’ın rızasını
isteyenler için bu daha hayırlıdır. Ve işte felaha erenler, dünyada da ukbada da kazananlar, başarıya ulaşanlar bunlardır. Evet
demek ki bu dünyada çok servete ulaşmak, sıhhate kavuşmak, iyiliklere ulaşmak
değil, bunları Allah yolunda Allah’ın istediği yerlerde harcayabilmekte,
kullanabilmektedir.
Öyle bir Müslüman olacağız ki
sahip olduklarımızı Müslümanlarla paylaşacağız. Öyle bir Müslümanca hayat yaşayacağız ki diğer Müslüman
kardeşlerimizden farklı bir yaşam standardımız olmayacak. Ekonomik gücümüzü,
akrabalarımızla, fakirlerle, yolda kalmışlarla bölüşeceğiz. Öyle bir infak
hayatı, öyle bir paylaşım hayatı yaşayacağız ki karşımızdaki Müslüman
kardeşlerimizi kendimize imrendirmeyeceğiz. Hiçbir Müslüman kardeşimiz bizim
ekonomik gücümüz karşısında ezilmeyecek. Evimiz, barkımız, harcamalarımız
karşısında hiçbir Müslüman aşağılık duygusuna kapılmayacak. Bize bakan
insanlarda şahsiyet bozukluğu oluşmayacak. Malımızı, harcamamızı kısıp, hayat
standardımızı aşağıya çekip arta kalan paramızı Müslüman kardeşlerimize
ulaştırmanın kavgasını vereceğiz. Rasulullah efendimiz
ve sahâbesinin yaşantısını, ihtiyaç anlayışını kendimize örnek alacağız.
İşte o zaman bu bizim hakkımızda,
toplumumuz hakkında hayırlı olacaktır. O zaman hem biz hem de toplumumuz felaha
erecektir. Dünyada da ukbada da başarıya ulaşacak,
felaha erenlerden olacağız inşallah.
39. “İnsanların malları içinde
artsın diye verdiğiniz her hangi bir fâiz Allah katında artmaz; fakat Allah'ın
rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar
sevaplarını kat kat
artıranlardır.”
Evet Kitabımızda fâizin yasaklığı
konusunda ilk gelen âyet işte budur. İnsanların mallarında artış olsun diye alıp
verdiğiniz fâiz kesinlikle bilesiniz ki asla Allah katında artmaz. Ama fazla
kazanalım, malımız fazlalaşsın diye değil de mahza
Allah rızası için verdiğiniz zekatlar ise bol bol
nimetlerini artıran kimselerdir.
Evet fâiz Allah katında artmazken
zekatlar artmaktadır. Fâizle fazla kazanmak isteyen kimselerin kazançları asla
bereketli olmayacaktır. Ama Allah için borç verenlerin, Allah için infak
edenlerin kazançlarına Allah bereket verecektir. Allah için yedirenlerin hayatı
güzel olacaktır. Daha fazla ekonomik güce ulaşmak için infak etmekten
korkanların hayatlarında hiçbir bereket olmayacaktır.
İşte bu sûreden daha sonra inen
Bakara sûresinde Rabbimiz kullarının kalplerine infak duygusunu yerleştiriyordu.
Bunların birbirinin zıddı olduğu anlatılıyordu. Fâiz belâsından kurtulmanın
yolunun Allah için infaka hazır oluş olduğu anlatılıyordu. İnfakı unutup
materyalist bir anlayışla fâize batan toplumların haksızlıklardan, zulümlerden,
sömürü düzenlerinden kurtulamayacakları anlatılıyordu. Unutmayalım ki fâiz
pisliğinden kurtulmanın yolu özverili bir anlayışı, infaka dayalı bir hayatı
gerçekleştirmektir. Müslümanlar kendi ekonomik güçlerine Müslümanları, hattâ tüm
dünya insanlığını ortak etmek zorundadır.
40. “Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren daha sonra da dirilten
Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah
onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir,
yücedir.”
Unutmayın ki O Allah sizi
yarattı. Varlığınızı Ona borçlusunuz. Yaratıcınız Odur. Sonra yine O Allah sizi
rızıklandırdı, sizi doyurdu. Sonra yaşadığınız bu
hayatın sonunda O Allah sizi öldürür, sonra sizi tekrar diriltir. Evet yaratan
O, doyuran O, mal mülk veren O, hayatımızın sonunda bizi öldürecek olan O,
ölümlerimizden sonra yaşadığımız bu hayatın hesabını sormak üzere bizi tekrar
diriltecek olan Odur. Peki şimdi söyleyin bakalım. Allah’ı bırakıp ta Onun
berisinde Ona ortak tuttuklarınız, kendilerine Allah yetkilerini verdiğiniz o
sahte tanrılarınız bu işleri becerebilirler mi? Yaratıcılık özellikleri var mı
onların? Bir şey yaratabilmişler mi? Rızık verme,
doyurma özellikleri var mı onların? Kimi doyurabilmişler? Diriltme özellikleri
var mı? Hangi ölüyü diriltmişler? Kime can vermişler? Bunları Allah’tan başka
yapabilecek kim var? Allah’a ortak koştuğunuz hangi tanrı, ya da tanrıçalarınız yapabilecek bunları?
Sübhanallah.
Halik O iken, yaratıcı O iken, rızık verici O iken,
öldüren, dirilten O iken, hesaba çekecek olan O iken sübhanallah, sübhanallah. O Allah
sizin bu yakıştırmalarınızdan, şirklerinizden beridir, uzaktır, çok üstündür,
çok yücedir.
41. “İnsanların elleriyle
işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye
yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine
tattırır.”
Allah felah yollarını
gösterirken, Allah’ın size verdiklerini Allah kullarına ulaştırın, mallarınızı
ekonomik güçlerinizi paylaşmadan yana olun derken, Allah’ın verdikleriyle
Allah’ın rızasını kazanın, böylece kendi hayatınızı, toplumsal hayatınızı
dengede tutun derken, yeryüzünde ıslahtan yana olun derken Allah’ın bu
âyetlerinden, yasalarından habersiz yaşayan insanların elleriyle yaptıkları
yüzünden karada ve denizde fesat zuhur etti. Denizlerde ve yeryüzünde düzen,
denge bozukluğu açığa çıktı. Belki Rablerine dönerler, belki Rablerine kulluğa
dönerler, belki tevbe edip Rableriyle aralarını ıslah
ederler diye yapmış oldukları amellerinden bir kısmını onlara tattırır Allah.
Allah onlara yaptıklarının bir kısmını bir ceza olarak tattırır ki akıllarını
başlarına alsınlar diye. Ama gelin görün ki onlar bu cezalarla akıllanacakları
yerde isyanlarını daha da artırmaktadırlar.
Evet insanların elleriyle yaptıkları
yüzünden, Allah yasalarını bırakıp küfür ve şirk anlayışlarının peşine
düşmelerinden ötürü karada ve denizde Allah’ın yaratışını, Allah’ın fıtratını,
Allah’ın fıtrî düzenini bozmaktadırlar. Allah’ın tevhid düzenini bozmaktadırlar. Yeryüzünde ekonomik
bozukluğu yasallaştırmaları, hep ben kazanayım, hep ben yiyeyim, hep ben
şişeyim, başkaları ne olursa olsun anlayışı yeryüzünün dengesini bozmuştur.
Evet insanların elleriyle işledikleri
suçlar yüzünden denizde ve yeryüzünde fesat çıkmıştır. Fesat, ifsat yeryüzünde
küfrü yaymak, küfrü hakim kılmak, küfrü ve şirki yasallaştırmak demektir.
Allah’ın yeryüzünde koyduğu kendisine kulluk düzenini değiştirip, ilga edip onun
yerine başkalarına kulluk düzenini ikâme
etmek demektir. Fesat, bozgunculuk yeryüzünde Allah kullarının Allah’tan
başkalarına kulluk etmesidir. Yeryüzünde Allah’ın kullarının kendi hür
iradeleriyle kime kulluk edeceklerine, kimin kanunlarına itaat edeceklerine
karar verme haklarının ellerinden alınmasıdır fesat. Allah kullarını zorla kendi
kanunlarına uyarak kendilerine kulluğa zorlamaktır.
İşte fesat budur. Ve işte
yeryüzünde düzen koyan Allah’ın vahyinden, Allah’ın düzeninden habersiz
insanların topluma hakim olması o toplumu fesada verecek ve insanlar arasında
Cenâb-ı Hakkın rahmet ve merhamet esaslarına dayalı
tüm insanlar arası ilişkileri param parça edecektir. Böyle insanların
toplumumuza egemen olmaları sebebiyle şu anda ülkemiz bozulmuş, şehrimiz
bozulmuş, köyümüz mahallemiz bozulmuş, yeryüzü bozulmuş, emânet ve güven
duy-guları ortadan kalkmış, kimse kimseye güvenemiyor,
rahmete dayalı tüm ilişkiler kalkmış, Müslüman Müslümanı aldatıyor, kardeş kardeşi ezmeye
çalışıyor.
42. “Ey Muhammed! De ki:
“Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerden çoğu putperest olanların sonunun nasıl
olduğuna bir bakın.”
Evet haydi yeryüzünde gezin
dolaşın, sizden öncekilerin âkıbetleri ne olmuş? Nasıl olmuş bir bakın. Onların
pek çoğu müşrikti. Allah’a Allah’ın istediği gibi iman etmiyorlardı. Allah’ı
hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı. Allah’la birlikte hayatlarında söz
sahibi ortaklar kabul ediyorlardı. Evet böyle geçmişte hakkı yalanlayanların,
dinin aleyhinde kıyam edenlerin âkıbeti ne oldu? Eyke’nin, Ashab-ı Uhdû-d’un, Ashab-ı Hûd’un, kavm-i Lût’un, Sodam, Gomerin hali nice oldu? Bizans’ın Romanın hali ne oldu?
Onlar Allah’a şirk koşmuşlar, hakkı yalanlamışlar, dini reddetmişler, kendileri
rubûbiyet ve ulûhiyet
iddiasında bulunmuşlar. Ya Rabbi her ne kadar da sen
eğitiminiz şöyle ol-sun demişsen de, hukukunuz böyle olsun, ekonominiz şöyle
olsun, ticaretiniz, aile hayatınız, sosyal düzeniniz, siyasal yapılanmanız şöyle
olsun diyorsan da biz böyle de yaparız diyenlerin âkıbetleri ne oldu? bir görün
diyor Rabbimiz.
Allah dünyayı yarattı ve işi bitti
diyerek, Allah hayata karışmaz, Allah
dünyanın idaresini bize bıraktı, bizim için en ideal sistem bizim yaptığımız
sistemdir, Allah sistem konusunda bilgisizdir, Allah bu konuları bilmez diyerek
Allah’a şirk koşanların âkıbetleri nasıl olmuş bir bakın diyor Rabbimiz. Gezin
dolaşın ve onların âkıbetlerine bir bakın diyor. Yeryüzü bunların enkazlarıyla
doludur diyor.
Evet Rabbimiz bizden geçmişi
ibretle tahlil edip ondan ibret almamızı istiyor. Öyleyse bizler bizden
öncekilerin durumlarını incelemek zorundayız. Peki acaba öncekilerin durumlarını
anlamanın bilmenin yolu ne? Nereden öğreneceğiz bunu?
Kur’an üzerinde yapacağımız ciddi bir
gezinti geçmişi bizim gözümüzün önüne getirecek, bizi geçmişle yüz yüze, burun
buruna getirecektir. Bizi tarihin derinliklerine götürecektir. Bir anda
kendimizi geçmişlerin dünyasında bulacağız. Nuh (a.s) un toplumunun içine
gideceğiz. Yok olanlarla, harap olanlarla yüz yüze geleceğiz. Çoğunluğunun
müşrikçe bir hayat sürdüğü nice toplumların yıkılışlarına, batışlarına şahit
olacağız. Onların helâklerini
gözlerimizle göreceğiz. O toplumlar içinde azınlıkta olan peygamber
taraftarlarını göreceğiz. Peygamber ve beraberindeki az sayıdaki Müslümanlar
kâfirle karşısında direnmek zorundalar. Direndiler Allah’ın elçileri. Kâfirlerin
zulümleri, işkenceleri karşısında asla müşrik olmadılar. Bütün bir dünyaya
canları pahasına karşı koydular. Ama toplumları hayatlarına Al-lah’ı ve elçilerini karıştırmamakta direndiler. Her bireri
ayrı ayrı bir kü-für ve şirkin takipçisi oldular da Allah ta onları yerin
dibine
İkinci olarak da yeryüzünde gezip dolaşarak Rabbimizin meş-hûd âyetleriyle yüz yüze
gelerek, geçmişlerin harabeleri, kalıntıları arasında dolaşarak böylece geçmişi
tanıma imkânını elde etmiş olacağız. Bunu elde edince de geçmişi yargılama,
geçmişten ibret çıkarabilme imkânını da elde etmiş olacağız. Yâni geçmiştekiler
niçin helâk olmuşlar? Bunlar ne yapmışlar, nasıl davranmışlar da helâk olmuşlar?
Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu bilecek, bundan ibret alacak ve
böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye çalışacağız. İşte Rabbimiz bizden
bunu istiyor.
Evet gerek bu kitabın âyetleri
arasında, gerekse şu yeryüzünde böylece helâk olanları gördükten, bildikten
sonra sen ey peygamberim, sen ey Müslüman:
43. “İnsanların fırka, fırka
olacağı, Allah katından kaçınılmaz o günün gelmesinden önce, kendini dosdoğru
dine yönelt.”
Yüzünü gayyim olan, Gayyum olan bir
Allah’tan gelen, sağlam, doğru, başka hiçbir dine, başka hiç bir sisteme muhtaç
olmadan varlığını sürdüren dine döndür. Yüzünü, yönünü Kayyum olan Allah’ın sağlam dinine döndür. Rabbin Kayyum olan Allah olsun. Dinin teslimiyet dini olan İslâm
olsun. Örneğin, önderin Hz. Muhammed (a.s) olsun.
Allah’tan başka hiç kimsenin değiştiremeyeceği, Allah’tan başka hiç kimsenin
geri döndüremeyeceği, geleceği mutlak olan bir gün, kıyamet günü gelmezden önce.
İşte o gün insanlar grup grup ayrılacaklar, bölük
bölük olacaklar. İşte yeryüzündeki hayatın sonu olacak
olan o gün gelmezden önce gelin ey insanlar yüzümüzü, kıblemizi gayyim bir dine döndürelim. Tüm benliğimizle Allah’a kulluğa
yönelelim. Tüm hayatımızda Allah dinine teslim olalım, Allah için bir hayat
yaşayalım. Değilse unutmayalım ki:
44. “Kim inkâr ederse, inkârı
kendi aleyhlerine olur. Yararlı iş işleyen kimseler, kendileri için rahat bir
yer hazırlamış olurlar.”
Kim küfrederse, kim kâfir olursa,
kim nankörlük yapar, Allah’ı, Allah’ın gayyim olan
dinini örterse, kim fıtratını örterse bilsin ki onun küfrü kendi aleyhinedir.
İşte o gün ayrılacak, ayrışacak gruplardan bir tanesi bunlardır. Kâfirlerin
zararları kendilerinedir. Hesapları aleyhlerine işleyecek. Hesap onların
cehennemlerine karar verecek. Cehennem onları bekleyecek. Azap onları kuşatacak.
Allah’ı, kitabı ve peygamberi örterek kâfirce bir hayat yaşamaları sadece
onların kendilerine zarar verecek. Tabii kendileri gibi olan, kendilerinin
küfrünü paylaşan kimselere olacaktır.
Kim de sâlih
amel işlerse, kim de sâlih bir imanın gereği olan,
fıtrata yaraşır ameller işlerse o da kendisi için cennet nimetlerini, rahat
mekânını hazırlamıştır. Artık böyle kimseler için cennet hazırlanmıştır. Cennet
ve nimetler onları beklemektedir. O mü’minlerin
dünyada yaşadıkları hayatları, işledikleri güzel amelleri kazanmıştır o cenneti.
Yaşadıkları bu hayatta yalnız Allah’a kullukları, yalnız Allah’ı dinlemeleri,
yalnız Allah’ı razı etmek için çırpınmaları hazırladı o cenneti. İşte gözlerin
görmediği, kulakların duymadığı nimetleriyle cennet hazır bir şekilde onları
bekliyor.
45. “Çünkü Allah inanıp yararlı
iş işleyenlere lütfundan karşılık verecektir. Doğrusu
O, inkârcıları sevmez.”
İman eden, iman kaynaklı bir
hayat yaşayanlara, iman edip imanlarını hayatlarında sâlih amel olarak görüntüleyenlere, hayatlarını imanlarıyla
düzenleyenlere kendi fazlından bol bol mükâfatlar
vermek, onların gözlerini, gönüllerini aydın etmek için Allah işte böyle mü’minleri diriltir ve cennetine gönderir. Ama Allah
kâfirleri hiç mi hiç sevmez. Çünkü o kâfirler de Rablerini sevmiyorlardı.
Rablerinin dinini, Rablerinin hayat programını reddederek kendi dünyalarına
kendileri karar veriyorlardı. Allah’ı hayatlarına karıştırmıyorlardı. Yaratan,
rızık veren, öldüren, dirilten, hesaba çekecek olan
Allah’ı hesaba katmadan bir hayat yaşıyorlardı. Dinlemediler Allah’ı,
dinlemediler kitabı, dinlemediler peygamberi. Bundan dolayı da Allah onları
sevmedi. Sevseydi elbette Müslümanlara haksızlık yapmış olurdu. Müslümanlar
Allah’ın âdil olduğuna inandılar. Çünkü Allah kendisini onlara böylece haber
verdi. Allah doğru söylerdi. Elbette âdil olan Allah adâletiyle hükmedecekti.
46. “Rüzgarları müjdeci olarak
göndermesi, size rahmetini tattırması, buyruğu ile gemilerin yürümesi, lütfundan rızık istemeniz, O'nun
varlığının belgelerindendir. Belki şükredersiniz.”
Müjdeci olarak rüzgarları
göndermesi Allah’ın âyetlerindendir. İşte böylece rahmetinden, bereketinden size
tattırmak için rüzgarlarını size gönderir Allah. Gemilerin Onun buyruğu ile,
Onun koyduğu yasalarla akıp giderken Onun farzlarından aramanız da Allah’ın
âyetlerindendir. Onun fazlından, Onun nimetlerinden rızık arayacaksınız. Nimet konusunda, rızık konusunda hepiniz Ona muhtaçsınız. Size karşı rahmeti
sonsuz olan Rabbiniz, sizi sizden daha çok seven Rabbiniz ihtiyacınız olan rızıklara ulaşabilmeniz için kullandığınız gemileri hareket
ettirecek rüzgarları sizin emrinize Mûsâhhar kılıyor
ki Onun fazlından ticaret yolculukları yapabilesiniz.
Sonra yine arazilerinizi sulayacak
yağmurun habercisi, müjdecisi olarak Rabbiniz o rüzgarları size göndermektedir.
Böylece umulur ki Rabbiniz teşekkür edersiniz, şükredersiniz. Bu nimetlerin
vericisini anlar ve ulaştığınız bu nimetleri Rabbinize kullukta kullanırsınız.
Öyle değil mi? Rabbiniz o
rüzgarları göndermese, o suya gemileri kaldırma yasasını koymasa, o rüzgarlara
gemileri taşıma emrini vermese, o haşin dalgalara kullarıma karşı mutedil olun
demese, rüzgarlara kullarıma itaat edin demese, boyun bükün demese, yağmurlara
kullarıma rızık kapıları açın demese, bizlere verdiği
rızıkları yeme imkânı vermese, ağzımızın tadını
alıverse, sıhhatimizi bozuverse ne yaparız? Şu dünyamızın, şu hayatımızın
düzenini bozuverse, geceyi ebedî kılıverse, güneşimizi kaldırıp alıverse ne
yaparız? Bu hayata ne kadar direnebiliriz? Tüm varlık Rablerinin emrine boyun
bükmüşler, Rablerinin kendilerine takdir buyurduğu bir yasayla hareket
etmektedirler. Peki siz kimin yasalarına teslimsiniz? Siz kimi dinliyor, kime
kulluk ediyorsunuz?
47. “Andolsun ki ey Muhammed! Senden önce, bir çok peygamberleri
ümmetlerine gönderdik, onlara belgeler getirdiler; dinlemeyip suç işleyenlerden
öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak
olmuştu.”
Muhakkak ki Biz senden önce de toplumlarına elçiler
gönderdik. O peygamberler gönderildikleri toplumlara apaçık âyetler, apaçık
belgeler, deliller, hüccetler getirdiler. Tıpkı şu size gönderilen rüzgar,
yağmur âyetleri gibi. Gerek şu elinizdeki kitabın âyetleri gibi işitsel âyetler,
gerekse az evvel anlatılan görsel âyetler getirdiler onlara. Zaten bu âyetler
birbirlerini desteklemektedirler. Kâinatta Rabbimizin yarattığı tüm âyetler
peygamberlerin getirdiği âyetleri tasdik ederler. Evet Bizim elçilerimiz onlara
kâinat âyetlerini tasdik eden apaçık âyetlerle geldiler de ne onların getirdiği
apaçık âyetlere ne de şu kâinat âyetlerine inanmadılar. Allah’ın âyetlerine
karşı duyarsız, ilgisiz bir tavır takındılar da Biz de o mücrimlerden, o
isyankarlardan, o Allah, peygamber, kitap tanımazlardan intikam aldık.
Onlardan intikam alırken, onların
ağızlarının payını verirken mü’minlere de yardım
ettik. Çünkü Bize bir haktı, Biz bu hakkı yasa olarak belirledik ki mü’minlere yardım etmemiz, mü’minleri desteklememiz Bizim üzerimize düşen bir işti.
Kendi yasasını kendisi belirler Rabbimiz. Kâfirlerden, müşriklerden,
mücrimlerden intikam alırken de, onlara hak ettikleri cezayı verirken de, mü’minlere yardım ederken de kendi yasasını kendisi belirler
Rabbimiz. Kimsenin etkisi altında karar vermez O. Mü’minlere yardımı kendi kendine yazmıştır Rab-bimiz. Kesinlikle mü’minlere
yardım edecektir.
Ama tabii bunu da bir yasaya
bağlamıştır. Mü’minler kendisine kendisinin istediği
gibi iman edecekler, imanlarının gereği bir hayat yaşayacaklar ve imanlarının
gereğini yerine getirme konusunda sabredecekler, dayanacaklar, direnecekler,
sadece Rablerine güvenip dayanacaklar. Allah’a kulluğun, Allah’a hamd etmenin direncini, mü’-mince
bir hayat yaşamanın direncini gösterecekler. Sonuç Allah’ın emrindedir. Yardım
ve zafer Allah’ın katındadır. İntikam sahibi olan mutlaka mücrimlerden intikam
alacak, nusret sahibi olan Allah mutlaka müminlere
yardım edecektir. Bu Allah’ın değişmez bir yasasıdır.
48,49. “Rüzgarları gönderip
bulutları yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım, kısım yığan
Allah'tır. Artık sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Allah'ın,
kullarından dilediğine verdiği yağmurla, daha önceden kendilerine yağmur
indirilmesinden ümitlerini kesmiş oldukları için onlar
seviniverirler.”
Allah rüzgarları gönderir, onlar
da bulutları kaldırır. Böylece Allah dilediği gibi gökyüzünde o bulutları yayar.
Sonra o bulutları parça parça eder de nihâyet onların
arasından yağmurun çıktığını görürsün. Rabbimiz rüzgarlarını gönderiyor,
emrediyor rüzgarlarına bulutları yürütün diye, onlar bulutları yürütüp
gökyüzünde yayarlar, parça parça, bölük bölük yaparlar ve sonra o bulutların arasından yağmur
yağdırır. Ve Allah onu kullarından dilediklerine ulaştırıp
isa bet ettirir, onlar da bunun la
sevinirler.
Rabbimizin rahmet ve bereket kaynağı
yağmurlarının bize inişi işte böyledir. Rüzgarların sahibi Allah’tır. Rüzgarlara
hükmeden Allah’tır. Bulutların boynundaki kulluk iplerinin ucu Allah’ın
emrindedir. Bulutlara emreden Allah’tır. Bulutlardan muhtaç olduğunuz yağmuru
indiren Allah’tır. Yağmuru dilediği kullarının üzerine rahmet ve bereket olarak
indiren de Allah’tır. İşte tıpkı kullarına rahmet ve bereket olarak indirdiği
vahiy nimeti de aynen böyledir. Yağmur âyetiyle ölü arazileri dirilttiği vahiyle
de ölü kalplere yönelir Rabbimiz. Onlar üzerine gönderir rahmetini, bilgisini,
vahyini, hidâyetini. Kimilerine isa bet ettirir onu. Kimileri
istifade eder ondan. Ama insanların pek çoğu da kabul etmez Allah’ın rahmetini.
İstemezler hidâyeti, istemezler Müslümanca bir hayatı.
Allah’ın hidâyetine talip olanlar Allah’ın gönderdiği bu vahiy nimetleriyle
sevinirler, coşarlar, mutlu olurlar. Müslüman olurlar ve İslâm’ın izzet ve
şerefini yaşarlar.
Halbuki onlar daha önce yağmur
konusunda iyice ümitlerini kesmişlerdi. Yağmaz artık diyorlar, gelmez artık
diyorlardı. Günler, aylar geçmişti de gökyüzünde bir karış bulut görünmez
olmuştu, tıpkı kupkuru kuruyan toprağın yüzü gibi insanların yüzleri de
ümitsizlikten kırış, kırış olmuştu. Eyvah dediler, işimiz bitik. Eyvah dediler
yağmur yağmıyor. Eyvah dediler ekinler kuruyacak. Eyvah dediler hayvanlarımız
telef olacak. Çoluk çocuğumuz helâk olacak. Ne yapacaklarını bilmez bir
vaziyette dua dua yalvarıp yakarıyorlardı. Allah’ı
bırakıp tapındıkları, dua ettikleri varlıklar terk edip yalnızca Allah’a
yalvarmanın, yalnızca Allah’a yönelmenin hesabı içine giriyorlardı. İşte böyle
tüm ümitlerini yitirdikleri bir anda Rabbimiz onlara böylece yağmurlarını,
nimetlerini indiriyordu.
50. “Allah'ın rahmetinin
belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz
ölüleri O diriltir. O her şeye Kadirdir.”
Haydi Allah’ın rahmetinin asarına
bir bak. Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor Allah görmüyor musunuz?
Bakmıyor musunuz Allah’ın rahmetinin eserlerine? İşte şu anda bir kıştan bir
bahara doğru gidiyoruz. İşte bir sükuttan, bir ölümden dirilişe doğru
yaklaşıyoruz. Hayat Allah’ın emrindedir. Ölüm de Allah’ın emrindedir. Dirilten
de Odur, can veren de Odur, diriliği yaratan da Odur, öldüren de. Bu hayatı ve
ölümü takdir eden sadece Allah’tır. Ölü olan toprağa canlılık veren, ölü olan
bitkilere dirilik veren, ölü insanlardan canlılar çıkaran, diri olan insanları,
hayvanları, bitkileri öldüren Allah’ın rahmetinin eserlerini görmez misiniz?
Allah’ın rahmeti olmasa, Allah sizlere sonsuz merhamet sahibi olmasa yeryüzünde
bu hayat olur muydu? Allah’ın bize karşı rahmetinin eserleri olmasaydı
yeryüzünde bizim Ona imanımız bu kadar kolay olur muydu? Bu kadar âyet
göstermeseydi kolay, kolay iman eder miydik?
51. “Bir rüzgar göndersek de
yeşilliklerin sarardığını, görseler hemen nankörlüğe
başlarlar.”
Biz bir rüzgar göndersek de
onunla ekinleri, yeşillikleri sararmış görseler hemen ardından nankörlüğe
başlayıverirler. Allah’ı suçlamaya yöneliverirler. Halbuki o önceki hayatı,
önceki yeşilliği de onlara veren Allah’tı. Allah daha önce onlara rahmetini
tattırdığı zaman Ona şükretmeleri gerekirken nankörlük etmişlerdi. Aynen bunun
gibi Rabbimiz elçileriyle kendilerine kendilerini diriliğe çağıran âyetlerine
yönelmezler, Allah’ın istediği Müslümanca bir hayatı
sahiplenmezler, ama küfürlerinden, şirklerinden ötürü Allah kendilerine
kendilerinden intikam almak için belâlar, musîbetler gönderdiği zaman da dünya
zulüm ve işkencelerle doldu diye Allah’ı suçlamaya kalkışırlar.
Yâni Rabbimiz önce rahmetini
gönderir, gönderir ama insanların o rahmete karşı menfi tutumlarından ötürü
rahmetini kesiverirse, bereketini azaltıverirse, yağmurunu kesiverir, yahut
bereketini kaldırıverirse o zaman insanlar Allah’a nankörlük yapmaya
başlayıverirler. İşte insanlara sürekli bunlar hatırlatılır. Ey insan, kesin
bilesin ki ölümü ve hayatı var eden Allah’tır. Öldükten sonra tekrar diriltecek
olan da Odur. Ekinleri yemyeşil yapan, sonra sarartıp kurutan Allah’tır. O
bazen veren bazen da alandır. Vermesi ayrı bir imtihan, alması
ayrı bir imtihandır. Verdiğinde de aldığında da şükredebilirseniz, verdiğinde de
aldığında da Ona imandan, Ona teslimiyetten vazgeçmemeyi becerebilirseniz işte o
zaman kazanırsınız buyurmaktadır.
52. “Ey Muhammed! Tabiidir ki sen
ölülere katiyen işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı
duyuramazsın.”
Ey peygamberim, kesinlikle
bilesin ki sen asla ölülere duyuramazsın. Sen ölmüşlere işittiremezsin. Ve de
arkalarını dönüp giderken, sırt dönüp kaçarlarken o sağırlara da dâvetini
duyuramazsın.
53. “Körleri sapıklıklarından
vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak âyetlerimize inananlara
duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.”
Sen körlere sapıklıklarından
dolayı hidâyet edemezsin, körlere yol gösteremezsin. Ama sen bizim âyetlerimize
teslim olmuş kimselere duyurabilirsin. Evet sen ancak âyetlerimize teslim olan,
yâni Müslüman olan kimselere işittirebilirsin. Ölüler asla dâveti
işitmeyecekleri gibi, sağırlar da, körler de dâveti duymamak, görmemek,
işitmemek için ısrarla sapıkça bir tavır alırlar. Ama Allah’a, Allah’ın
âyetlerine iman edenler, Allah’a ve dinine teslim olan Müslümanlar Allah’a,
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisinin dâvetine kulak verenlerdir.
İşte Rabbimiz peygamberine ve onun
şahsında bizlere buyuruyor ki ey kullarım, Fıtratları bozulmuş olanlar,
yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez, akıl etmez hale gelmiş,
doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş bu ölüleri siz diriltecek değilsiniz
onları ancak Allah diriltecektir. Bu duruma gelmiş insanlar için ne
peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur. Zira
Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine kimse
bir şey söyletemez. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gös-teremez. Allah’ın şaşırttığını
kimse yola getiremez.
Bunlar kabirdekiler gibi
değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış, duymayan
duygulanmayan, düşünmeyen, idrak etmeyen hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar
ölülerdir ve bunları Allah’tan başka diriltecek de yoktur. Allah bunlarda ya bir dirilme emaresi, bir canlılık belirtisi görürse,
dilerse Rabbimiz dünyada diriltecektir
bunları. Dilemezse de âhirette huzuruna gelinceye
kadar dünyada ölü bırakacak o zaman diriltecektir.
Öyleyse Rabbimiz peygamberine ve onun
şahsında bize bir fıtrat yasasını haber vererek diyor ki: Ey peygamberim, ve ey
peygamber yolunun yolcuları, bunu asla unutmayın. Size ancak sözü dinleyenler,
söze kulak verenler, sözü işiten ve onu anlayan kimseler icabet edeceklerdir.
Alıcı cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal olan kimseler ancak icabet
edecektir. Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş,
duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş ölü
olanlara gelince bilesiniz ki onlara asla işittiremezsiniz. Onlara işittirecek
olan, onları diriltecek olan ancak Allah’tır. Bu duruma gelmiş insanlar için ne
peygamberin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur.
Zira Allah’ın duyurmadığına kimse
bir şey duyuramaz. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allah’ın
şaşırttığını kimse yola getiremez. Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar
vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış duymayan duygulanmayan, düşünmeyen,
idrak etmeyen, hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar ölülerdir ve bunları
Allah’tan başka diriltecek de yoktur.
Öyle değil mi? Peygamber (a.s) ve tüm
Müslümanlar ölülere işittirebilirler mi? Sağırlara duyurabilirler mi? Duymamaya,
dinlememeye, iman etmemeye yemin edip tüm kapılarını pencerelerini kapatanlara
bir şey yapabilir miyiz? Körlere hidâyet rehberliği yapabilir miyiz? Yâni bu
insanlar şimdiden kendilerini kabirlere mahkum etmişlerse, işitmek
istemiyorlarsa, ölüler haline gelmişlerse, uyarılara göre, söylenenlere göre
hiçbir değişim, hiçbir devinim göstermiyorlarsa, tepki vermez hale gelmişlerse
bizim bunlara yapabileceğimiz bir şey kalmamıştır. Bu duruma gelmiş insanlar
için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur.
Allah’a iman eden, Allah’ın âyetlerine teslim olanlardan başka.
54. “Sizi güçsüz olarak yaratan,
güçsüzlükten sonra kuvvetli kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve
ihtiyar yapan Allah'tır. O, dilediğini yaratır; bilendir, Kadir
olandır.”
O Allah ki sizi güçsüz olarak
yarattı. Yaratıldığınızda acizdiniz, hiçbir gücünüz kuvvetiniz yoktu. Dünyaya
geldiğiniz günü bir düşünün. Kendinizi düşünemezsiniz de işte bir bebek düşünün.
Neyiniz vardı? Ne gücünüz vardı? Bilginiz ne kadardı? Kendinizi bile
tanımazdınız değil mi? Hiçbir şeye mâlik değildiniz. Bir eviniz olmadığı gibi
baba evinde size ait bir odanız bile yoktu. Evet Allah böyle sizi güçsüz olarak,
aciz olarak yarattı. Sonra güçsüzlüğünüzün ardından Allah size güç ve kuvvet
verdi. Sonra bu kuvvetinizin ardından da bir zafiyet, ve bir ihtiyarlık verdi
Allah. O Allah dilediği gibi hükmeden, dilediği gibi yaratandır. Bilen Odur,
Kadir olan, her şeyi takdir eden ve her şeye güç yetiren de Odur.
Allah karşısında güç, kuvvet iddiasında
bulunanlar, tanrılık iddiasında bulunanlar insanlardır. İnsanın dışındaki
varlıkların hiç birisi böyle bir iddiada bulunmamaktadır. Ve ne insanlardan
tanrılık iddiasında bulunanlarda, ne de insanların kendilerine tanrılık izafe
ettiklerinde asla tanrılık özellikleri yoktur. Güneş, ay, yıldızlar, diktikleri
putlar, uydurdukları isimler, sistemler asla tanrılık sıfatlarına sahip
değillerdir. Bunların hiçbirisinin hayat programı belirleme, yasa koyma, emir ve
yasak belirleme, kanun koyma hakkı da yoktur, böyle bir güçleri de yoktur.
İşte insanlardan kimilerinin
tanrı kabul ettikleri güneşi düşünün, ayı, yıldızları, ateşi, putları,
sistemleri düşünün. Veya insanların tanrılaştırdıkları ölmüş gitmiş kimseleri
düşünün. Bunlar içinde Allah gücüne sahip birileri var mı? Yıllardır tanrı kabul
edilen güneşten, aydan, yıldızlardan, ölmüşlerden şunu şöyle yapın, bunu böyle
yapın diye bir emir gelmiş mi? Geliyor mu? Hayır. Bunu herkes biliyor aslında.
Yâni dünkü Mekkeliler de bugünkü kâfir ve müşrikler de biliyorlar ki bunların
hiçbirisi tanrılık özelliklerine sahip değillerdir. Ama bu varlıkların, bu
putların arakasına saklanan tanrılık iddiasında bulunabilecek bir varlık vardır
ki o insandır. Gerek birey mânâda, gerekse toplum mânâsında insandır.
Yâni ya
bir insan çıkar, ey insanlar sizin tanrınız işte şu güneştir. O sizden şunları,
şunları istiyor diye sistemini kor ve herkesi ona itaat etmeye zorlar. Kendi
güzüyle bu güneş tanrısına karşı gelenlere ceza verir, zulmeder ve insanların
ona, yâni kendisine itaatini sağlar. Artık insanların karşısında secdeye
vardıkları varlık güneş değil onun arkasındaki hakim güç olan o insandır ya da insanlardır. Peki acaba böyle dolaylı yoldan değil de
apaçık, direk ben tanrıyım diyenler çıkmamış mıdır? İşte İbrahîm (a.s) döneminde
Nemrut, Mûsâ (a.s) döneminde Firavun çıkmış.
Evet sadece insan böyle bir şeyi iddia
edebilmiştir. İşte Rab-bimiz kitabında küfrü ve şirki
sorgularken, insanların bu yanılgılarını gündeme getirirken insan unsurunu
gündeme getirir. Ve kendisini tanrı görebilen ya da
insanların tanrılaştırdığı insanın ne kadar zayıf olduğunu, aciz olduğunu, asla
tanrı olamayacağını ortaya koyuverir. Yâni böyle kendini bile yaratmaktan aciz
bir varlık nasıl tanrı olabilir de? Nasıl insanlara benim istediğim gibi
yaşayacaksınız diyebilir de? İşte zaaf içinde yaratılıyor, sonra Allah kendisine
güç kuvvet veriyor, sonra da yavaş yavaş yaşlanmaya ve
gücünü kaybetmeye başlıyor. Yavaş yavaş elleri
ayakları tutmaz, gözleri görmez, sözü dinlenmez hale geliyor. Ve sonra ölüp
gidiyor. Hayatını veren Allah’ın ölüm yasasına boyun bükmek zorunda kalıyor.
Nasıl tanrı olabilir bu insan şimdi? Nasıl güç kuvvet sahibi olduğunu iddia
edebilir? Nasıl Allah’ı bırakın da benim emir ve yasaklarıma tabi olun
diyebilir? Ya da şu zavallı kullar nasıl onları tanrı
makamında görüp onların yasalarına itaat edebilirler? Siz
bilirsiniz:
55. “Kıyamet koptuğu gün suçlular
sadece çok kısa bir müddet kalmış olduklarına yemin ederler. Böylece onlar
dünyada da aldatılıp haktan döndürülüyorlardı.”
Kıyamet gerçekleştiği gün
günâhkârlar ancak çok kısa bir süre, bir saat bile değil dünyada kaldıklarına
dair yemin ederler. İşte bunlar böyle dünyada haktan, hakikatten döndürülürler.
Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden uzak bir hayat yaşarlar dünyada, ama sonra
kıyamet koptuğu zaman da görürler ve anlarlar ki dünyada çok fazla bir hayat
sürmemişler. Senelerce saltanat sürdüler bu dünyada. Ellerine geçen fırsatları
kullandılar. Asıp kestiler. Ama işte sanki hiç yaşamışlar. Ne olacak ta dünya?
Hani nerede bir tek emriyle milyonlarca insanı ayağa kaldıranlar neredeler? Hani
milyonlara hükmedenler nerede? Gittiler değil mi? Peki ne kadar kaldılar bu
dünyada? Bir saat bile değil. Peki neyin mücâdelesini veriyorsunuz sizler şimdi?
Bir saatlik dünya için mi bu kavgalarımız, bu çırpınışlarımız, bu plan ve
programlarımız? Allah’a rağmen bu hayatlarımız neyin nesi böyle? Cehenneme
götürecek bu hayat neyin nesi?
56. “Kendilerine ilim ve iman
verilenler: “Andolsun ki, siz Allah'ın yazısında
mevcut yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür,
fakat sizler anlamıyordunuz" derler.”
İlim sahibi olanlar, vahiy sahibi
olanlar, kitap ve peygamber bilgisine sahip olanlar ve iman sahipleri ise şöyle
derler: Andolsun ki siz Allah’ın yazgısında yeniden
dirilme gününe kadar kaldınız. Allah size dünyada ne kadar mühlet tanımışsa o
kadar yaşadınız, kabirlerinizde de yine Allah’ın takdir ettiği kadar kaldınız.
İşte şimdi diriliş günüdür. İşte şimdi bir daha ölmemek üzere kabirlerinizden
kalkıyorsunuz. Lâkin siz bilmiyorsunuz, bilmiyordunuz. Ne yaptığınızı, ne
ettiğinizi bilmiyorsunuz, bilemiyorsunuz.
57. “Zulmedenlerin, o gün özür
beyan etmeleri fayda vermez; artık, kendilerinden Allah'ı hoşnut edecek şeyleri
yapmaları da istenmez.”
Artık bugün zalimlere özürleri
fayda vermeyecek. Zalimlere bugün özür beyan etmeleri bir fayda sağlamayacak. Ve
kendilerinden artık Allah’ı memnun etmeleri de istenmeyecek. Allah’a kulluk
yapmaları da istenmeyecek. Çünkü o dünyadaydı. Bitti artık. Kulluk, şükür,
sabır, itaat, teslimiyet dünyadaydı. Zalimler pişmanlıklarını ortaya koyacaklar,
özürler beyan edecekler. Aman ya Rabbi, zaman ya Rabbi, eyvah ya Rabbi, ne olur
bizi tekrar dünyaya geri çevir de senin istediğin gibi yaşayalım. Âyetlerin
düsturumuz olsun. Âyetlerin dilimizden düşmesin. Kitabın elimizden düşmesin.
Dinin programımız olsun. Senin peygamberinin yolunda gidelim diyecekler. Seni
tek Rab ve İlâh kabul edelim diyecekler.
Ama geçmiş olsun. Bu dünyadaydı.
Dünyada Allah’ı değil de başkalarını rab ve ilâh kabul ediyorlardı. Dünyada
Allah berisinde tan-rı bildiklerine, onların
yasalarına, yönetmeliklerine toz kondurmu-yor-lardı hainler. Şimdi akılları başlarına geldi de günâhlarını
da itiraf ediyorlar. Yok yok artık, af yok, özür
beyanlarının dinlenmesi yok ve tekrar dünyaya döndürülmeleri de yok artık. Çünkü
kitabımızın başka âyetlerinin beyanıyla bunlar tekrar dünyaya döndürülseler yine
eski suçlarına, eski küfür ve şirklerine döneceklerdir. Dertleri samimi kulluk
değil ateşten kurtulmaktır. Allah bunu çok iyi biliyor ve gerçekten akıllarını
başlarına alabilecekleri, Rablerinin rızasını ve cennetini kazanabilecekleri bir
süre de bunlara imkân verilmiştir dünyada. Hiç ölü-mü görmediler mi bu insanlar?
Kendilerinden önce tanrılık iddia edenlerin yok olup gidişlerine şahit olmadılar
mı? Şimdi kendilerinin ölmeyeceklerini mi zannediyorlar? Kendi güçlerinin,
saltanatlarının bitmeyeceğini mi zannediyorlar?
Eğer Rabbimiz bu âyetlerini, bu
uyarıları, bu peygamberlerini gönderip bizi bilgilendirmeseydi belki ya Rab deme hakları olurdu. Ya Rab
madem ki Sen vardın, madem ki ölüm vardı, madem ki kıyamet vardı, madem ki
ölümlerimizden sonra dirilip hesaba çekecektin, madem ki cennetin ve cehennemin
vardı da bizi niye dünyada bunlardan haberdar etmedin? Niye bize uyarıcılar
göndermedin? deme hakları olabilirdi. Ama uyardı Rabbimiz. Bilgi geldi
insanlığa. Şimdi şu anda kimin haberi yok bu kitaptan? Kimin haberi yok
Allah’tan? Hayır hayır herkesin haberi var. Şu anda
yeryüzü kâfirleri bile bile Allah’la bu savaşlarını
sürdürmüyorlar mı? Şimdi karşı geldikleri Allah’la karşı karşıya geldikleri
zaman eyvah diyecekler ama iş işten geçmiş olacak.
58,59. “Andolsun ki bu Kur’an’da insanlar
için her türlü misa li vermişizdir. Bununla beraber,
eğer sen onlara bir mûcize getirmiş olsan, inkâr edenler: “Siz ancak bâtıl
şeyler ortaya atanlarsınız” derler.Allah bilmeyenlerin kalplerini işte böylece
kapatır.”
Evet andolsun ki Biz bu kitapta insanlar için her bir meseli, her
bir misa li, her bir gerçeği, kıyamete
kadar insanların bütün sorunlarını çözümleyecek, bütün ihtiyaçlarını
karşılayacak her bir delili verdik. Bununla beraber ey peygamberin, sen onlara
bu kitabın âyetlerinin dışında mûcizevi bir âyet getirsen derler ki siz ancak
bâtıl şeyler ortaya koyuyorsunuz. Siz ancak bâtıllarla uğraşıyorsunuz. Bâtıl
sahiplerisiniz sizler derler. İstediği kadar bu kitap apaçık âyetleriyle uyarsın
onları. İstediği kadar Rabbimiz peygamberlerine ayrıca insanların akıllarını
erdirecek mûcizeler göndersin, ama kâfirler dinlemesinler bu âyetleri, görmezden
gelsinler bunca mûcizeleri. İnkâr etsinler Allah’ı ve Ondan gelenleri. Dünyadaki
geçici güç ve kuvvetlerine güvensinler. İşte bilmeyen cahillerin kalplerini
Allah böylece mühürlüyor. Gönderiyor âyetlerini, yaratıyor âyetlerini, uyarıyor
insanları, ama bütün bu uyarıları görmezden, duymazdan gelenlerin de kalplerini
mühür-lüyor. Artık onlar bu âyetleri görür hale
gelemiyor, duyar hale gele-miyor, anlar hale
gelemiyor, iman eder hale gelemiyorlar.
Bu ne kötü bir kayıp değil mi?
Halbuki âyetler gözlerinin önüne kadar getirilmiş, peygamber ayaklarına kadar
gelmiş. Ama adamlar bir kerecik kulak vermiyorlar. Yahu ne diyor bu Kur’an? Ne diyor bu peygamber? Bir kerecik merak edip
dinleyelim de müspet ya da menfi bir tavır ortaya
koyalım demiyorlar, diyemiyorlar. Şu mevsimler, şu ölümler, şu dirilişler onlar
için hiçbir şey ifade etmiyor. Bir gün sana da sıra gelecek demiyor bu adamlar
için.
60. “Ey Muhammed: Sabret ki,
Allah'ın sözü şüphesiz gerçektir kesin olarak inanmayanlar seni hafife
almasınlar.”
Öyleyse sen ey peygamberim, sen
ey Müslüman, bırak bu insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl bir hayat
yaşarlarsa yaşasınlar. Sen sabret. Sizler sabredin. Sabırla Allah’ın istediği
bir hayatı yaşayın. Sabırla Allah’a kulluğa, Müslümanca bir hayata direnin dayanının. Kesinlikle
bilesiniz ki Allah’ın vaadi haktır. Allah Müslümanca
bir hayata direnenlere bu dünyada ve âhirette ne vaat
etmişse o mutlaka size gelecektir. Kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın vaadi
haktır. Ölüm haktır, diriliş haktır, hesaba çekiliş haktır, cennet ve cehennem
haktır. Yeryüzünde Allah’ın istediği gibi yaşayan Müslümanlara Allah’ın yardımı
ve zaferi haktır, kâfirlerden intikam alması haktır. Yeryüzünde Müslümanca bir hayatın kavgasını veren Müslümanlara vaat
edilen izzet ve şerefin kesinlikle ulaşacağı haktır. Kâfirlere rüsvalık azabı
haktır. Müslümanlar için cennet, kâfirler için de cehenneme yuvarlanış haktır.
Öyleyse ey peygamberim, bilesin ki,
bilesiniz ki ey Müslümanlar, iyice iman edin ki sakın ha sakın iyi inanmamış
olanlar seni, sizi gevşekliğe sevk etmesin. Siz imandan, teslimiyetten,
kulluktan, itaatten ayrılmayın. Vefat ettiğiniz zaman unutmayın ki sizi hesaba
çekecek olan onlar değil Allah’tır. Dirildiğiniz zaman da sizi cennete
gönderecek olan da Allah’tır. Cehennemin sahibi de Odur. Öyleyse bu âyetlerin
bilinciyle haydi Allah’a Allah’ın istediği kulluğa.
Rabbim gereği gibi anlayıp iman eden ve
hayatını bu imanla yaşayan kullarından eylesin. Sübhanekallahümme ve bihamdik,
eş-hedü en lâ ilâhe illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyke.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder