ANKEBÛT SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
29, nüzûl sıralamasına göre 85, mesânî kısmının birinci grubunun ilk sûresi olan
An-kebût sûresi Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 69 dur.
“Rahman ve Rahim olan Allah'ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve ashabına
olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi
bilensin.
Adını
içindeki 41. âyette geçen ve örümcek anlamına gelen “Ankebût” kelimesinden almış
ve Mekke’de akıl almaz işkencelerden bunalmış Müslümanların Habeşistan’a hicret
günlerinde nâzil olmuş bir sûre ile karşı karşıyayız. İnşallah bu haftadan
itibaren tanımaya başlayacağımız Ankebût sûresinin işlediği ana konuları şöylece
ifade etmeye çalışalım.
Rabbimiz
bu mübârek sûresinde, akla hayale gelmedik işkenceler altında bunalmış
mü’minleri teselli etmek, müşrikler karşısında dirençlerini artırmak ve cesaret
kazandırmak ister. Kendisine iman ve peygamberine teslimiyetleri sonucunda kesin
zafere ulaşacak olanların kendileri olduğu vurgulanarak onlara bir destek,
karşılarındaki Allah düşmanlarının da tıpkı kendilerinden öncekiler gibi
âkıbetlerinin helâk olduğu uyarısıyla onlar için de bir tehdit oluşturmak üzere
bu sûresini gönderiyordu.
Bu
bağlamda, müşriklerin Müslüman olmuş çocuklarının ebeveynlerine karşı
davranışları konusuna açıklık getirilmektedir. Allah’ın, peygamberinin amansız
düşmanı olan müşrik ebeveynler Müslüman olmuş evlatlarını Allah’a ve
peygamberine itaat yerine kendilerine ita-
at etmeleri gerektiğini, ana baba hakkının her şeyin önünde olması
gerektiğini iddia ediyorlardı. Böylece çocuklarının İslâm’ı terk edip kendi
dinlerine dönmelerini istiyorlardı. Bizim emirlerimizi dinlemediğiniz sürece
dininizin emirlerine de karşı gelmiş olursunuz diye delil de getirmeye
çalışıyorlardı. İşte onların bu iddialarına sûrenin 8. âyetiyle cevap veriliyor.
Kimileri
de; sizler bizi dinleyin. Sizin sorumluluğunuz, günâhlarınız bizim boynumuza
olsun. Eğer bizi dinleyip yeni girdiğiniz bu dini terk etmenizden dolayı bir
vebal gelecekse onu biz yüklenelim. Yarın Allah huzurunda sizin tüm
günâhlarınızı biz yüklenelim diyerek gençleri Allah yolundan çevirmeye
çalışıyorlardı da Rabbimiz bu sûrenin 12-13. âyetlerinde bunlara da cevap
verdi.
Yine
sûrenin ilerleyen bölümlerinde geçmiş ümmetlerden iman eden mü’minlerin
hayatlarından pasajlar sunarak, mü’minlerin ilk dönemler sıkıntılar çekmiş
olsalar da sonunda kurtulanlar, başarıya ulaşanlar olduğu vurgulanarak,
peygamber efendimize ve beraberindeki bir avuç gariban müslümana; dayanın,
direnin, cesaretinizi kaybet-meyin, kesin olarak bilin ki çok yakında Allah’ın
yardımı gelecektir müjdesi verilmektedir. Karşılarındaki kâfirlere de; sizler de
önceki kâ-firlerin başlarına gelenlere hazırlanın tehdidinde bulunularak açık
bir şekilde uyarı sürdürülmektedir.
Daha
sonra mü’minlere şöyle bir yol gösteriliyor: “Ey Müslü-manlar, eğer içinde
bulunduğunuz şartlar, işkenceler dayanamayacağınız bir safhaya gelmişse,
imanlarınızı terk etmek yerine ülkenizi terk edin. Allah’ın arzı geniştir;
Allah’a kulluğunuzu rahatça icra edebileceğiniz yeni bir yer bulup hicret edin.”
Mesajı verilmektedir. Onlara böyle bir kapı açılırken, karşılarındaki müşrikler
tekrar tekrar İslâm’ı anlamaya ve kabul etmeye çağrılıyor. Tevhid ve âhiretle
ilgili çok güçlü deliller öne sürülerek, çevredeki âyetlere dikkat çekilerek
akılları erdirilmek isteniyor. İşte bu minval üzere devam eden sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım inşallah.
Evet hicretten önce en son gelen
sûrelerden birisi olan yâni Mekke’de en
son gelen 69 âyetlik, kitabımızın 29. sırasına yerleştirilmiştir bir sûre olan
Ankebût sûresinin içinde geçen ankebût kelimesi örümcek demektir. Sûrenin 41.
âyetinde anlatılan bir misa lden ötürü sûreye bu isim
verilmiştir. Sûre huruf-ı mukatta âyetiyle başlamaktadır.
1. “Elif, Lam,
Mim.”
Sûre hurufu mukatta ile başlıyor.
Ve bu sûreyi takip eden Rum, Lokman ve secde sûreleri de aynı müteşabih âyetle
başlar. Sözünü ettiğimiz bu dört sûrenin dördü de Medenidir. Huruf-ı mukatta
harfleriyle alâkalı, bu müteşabih âyetlerle alâkalı önceki bölümlerimizde bir
şeyler söylediğimiz için geçiyoruz.
2,3. “Andolsun, biz kendilerinden
öncekileri de denemişken, insanlar, “İnandık” deyince, denenmeden
bırakılacaklarını mı sanarlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette
yalancıları da ortaya koyacaktır.”
İnsanlar sadece amenna deyivermekle
terk edileceklerini mi zannettiler? İman ettik deyivermekle salıverileceklerini
mi zannediyorlar? Öyle mi hesap ediyorlar? Öyle mi umuyorlar ki amenna
deyiverecekler, inandık deyiverecekler de salınıverecekler öyle mi? Hesaplarını
kitaplarını buna göre mi yapıyorlar? İman ettik deyiverecekler ve sonra hemen
cennete gidecekler öyle mi? Dünyada hiçbir sıkıntı çek-meyecekler ve âhirette de
kurtulacaklar. İmtihan edilmeyecekler, denenmeyecekler öyle mi?
İman ettik diyenlere sesleniyor
Rabbimiz. Diyor ki iman ettik demeniz yetmiyor. Bu iman iddialarımızın
pratiğini, amelini isteyecek Rabbimiz. İman iddiasında bulunan herkesi deneyecek
Rabbimiz. Acaba böyle bir iddiada bulunan insanların sözleriyle amelleri,
iddialarıyla hayatları, düşünceleriyle hareketleri bir mi? Değil mi? Öyleyse
kişi Kur’an’ın bir konudaki uyarısına iman ettim dese de, sonra o konuda Allah
imkân verip de imtihan edince, deneyince sanki kâfirler gi-bi o konuda her hangi
bir uyarı yokmuş gibi davranıyorsa, Kur’an’dan habersiz yaşıyorsa ya da
kitabının o âyetinden haberi yoksa o zaman o da onlardan olacaktır Allah
korusun.
Yâni hangi konunun imanını gündeme
getirmişsek o konuda mutlaka bir denenme gelecektir karşımıza. Neye inandığımızı
söylemişsek o konuda deneneceğiz ki sağlam mı inanmışız, yoksa değil mi? Bu
ortaya çıksın. Meselâ bir müslüman infaka veya zekâta inandığını mı iddia
ediyor? Eğer bolca param olsaydı ben onu Allah yolunda infak ederdim mi diyor? O
konuda mutlaka kendisine denenme gelecektir. Allah günün birinde ona bolca bir
para verecek, bu imkânı yaratacak ve onun sağlam mı inandığını, yoksa cıvık mı
inandığını ortaya çıkaracaktır.
Veya bir müslüman eğer boş
zamanım olsaydı ben de onu Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğrenmeye
harcardım mı di-yor? Bu konuda bir iman mı ortaya koyuyor? Allah günün birinde
onun karşısına bolca bir zaman çıkarıp onun inanıp inanmadığını ortaya
çıkaracaktır.
Veya meselâ bir kadın eğer Allah
beni iyi bir ortamda yaratsaydı ben de tepeden tırnağa örtünürdüm mü diyor?
Allah mutlaka onun karşısına böyle bir ortam çıkaracak ve onun bu konudaki
samimiyetini deneyecektir. Yâni hangi konunun imanını gündeme getirmişsek, hangi
konuda ne tür bir iddiada bulunmuşsak, o konuda Allah bize denenme
gönderecektir. Fırsat verip sağlam mı, yoksa bozuk mu inandığımızı ortaya koyma
imkânı yaratacaktır. Değilse o konuda imkân vermese kimin ciddi, kimin yalancı
olduğu ortaya çıkmaz.
Ama eğer şu anda inandık dediğimiz pek
çok konuda Allah bizim karşımıza denenme imkânı çıkarmıyorsa, o konu da bizim
karşımıza fırsat çıkarmıyorsa o zaman şu
iki şeyden birisi geçerlidir:
a: Ya ciddi inanmadığımız için Allah o
konuda bizim karşımıza gerçekleştirme imkânı çıkarmıyor.
b: Ya da daha önce aynı konuda Rabbimiz
bizim karşımıza imkânlar çıkararak bizi denedi denedi de biz hiç bir şey
yapmadık ar-tık yeni imkânlar çıkarmıyor
demektir. Öyle değil mi? Eğer hayatımız hep aynı noktadaysa, bilgilenmemiz hep
aynı yerdeyse, hep aynı iman seviyesinde duruyorsak, kitap ve sünnetten yeni
yeni iman birimleri öğrenip imanımızı artırmıyorsak, aynı iman seviyesinde
duruyorsak elbette yeni imtihanlar gelmeyecektir.
Meselâ bir adam çocukluğunda
Kur’an’dan bazı sûreleri öğrenmiş ama kırk senedir içindekileri tanımaya
yanaşmıyorsa ne denemesi gelecek de ona? Yeni bir şeyler öğrenecek, yeni bir
iman iddi-asında bulunacak, bu duyduğuma da iman ettim ya Rabbi diyecek ve hemen
arkasından denenme gelecektir. Evet sadece mücerret iman deyivermekle
kurtulacağınızı sanmayın. Unutmayın ki:
Onlardan öncekileri de denedik.
Baksanıza Biz nicelerini denemekteyiz. Sizden öncekileri de imtihana tabi
tuttuk. Sıkıntılar, dertler, hastalıklar, savaşlar, zenginlikler, fakirlikler,
ölümler, yaralanmalarla denedik ki, kim sadâkatle Allah’a bağlı? Kim sahte
inanmış? Ben de müslümanım diyen, biz de müslümanız diyen herkes mutlaka
denenecektir. Neyle, nasıl denenecekler? Rab Ben mi? Değil mi? Yaratıcı Ben mi?
değil mi? Bunları veren ben mi? değil mi? Bu bedenin, bu canın, bu hayatın Benim
mi? senin mi? Şu elindeki mallar, mülkler, fırsatlar, imkânlar senin mi? Benim
mi? Şu evlâtların senin mi? Benim mi? Baba, ana, dükkan, tezgah senin mi? Benim
mi? Hayata egemen olan sen misin? Ben miyim? Ya Rabbi sen bana akıl vermişsin,
hayat vermişsin, mal, mülk, evlât vermişsin ama ben onları senin yolunda değil
de başka şeyler peşinde kullanıyorum mu diyeceksin? Yoksa Benim yolumda mı
kullanacaksın? İşte tüm bu konularda kullarını dener Allah.
Yâni inandım dediği sözünün eri
midir? Değil midir? Ben Allah’a ve Allah’tan gelenlere inandım diyen bir kişi ve
toplum bu sözünde samimi mi? değil mi? Rabbimiz bunu deneyecektir. İnsanlar
müslümanlıklarında samimi mi? değil mi? bunu zaten Rabbimiz biliyor da bizi bize
ispat edecek. Yarın bir itiraz hakkımız kalmayacak. Allah sadıkları da,
yalancıları da denemelerden geçirerek böylece ortaya koymaktadır.
Bugün herkes kendini beğeniyor, herkes
biz en iyi müslüma-nız, bizden daha iyi müslüman olamaz diyor. Bizler şu anda
Allah’ın istediği bir hayatın içindeyiz, elbette Allah bizi cennetine
koyacaktır. Bizi koymayıp da cennetine sığırları mı koyacak diyor. Halbuki bakın
Rabbimiz buyuruyor ki, sizler denenmeden, imtihana çekilmeden bırakılacağınızı
mı zannediyorsunuz?
Bu âyet Mekke’de hicret edemeyerek
oldukları yerde kalanlar hakkında nâzil olmuştur. Allah’ın Resûlü hangi
coğrafyada olurlarsa olsunlar bütün müslümanların bulundukları ortamları terk
edip Medine’ye İslâm devletine hicret edip müslümanların gücünü artırmalarını
emretmişti. Mekke’de yaşayan bir kısım müslüman önce bu emre uyarak Mekke’den
hicret için harekete geçmişler, ama müşriklerin en-gellemesiyle geri
dönmüşlerdi. İşte onları kınamak üzere gelen bu âyetleri müslümanlar onlara
yazıp gönderdiler. Dikkat edin, durumunuz iyi değildir diye onları uyardılar. Bu
uyarı üzerine o müslümanlar tekrar yola çıktılar, kendilerini engellemeye
çalışan müşriklerle savaştılar, bir kısmı şehid olurken, bir kısmı da Medine’ye,
hicret yurduna ulaşabildi. Evet bu âyet onlar hakkında inmiştir, ama âyetin
hükmü umumidir ve kıyamete kadar hükmü bâki olarak bütün müslümanlara şamildir.
İnandık deyivermekle iş bitti mi
zannediyorsunuz? İnanç yolunuzda, iman yolunuzda ailenizden, çevrenizden,
toplumunuzdan, düş-manlarınızdan, tâğutlardan bir takım belâlar, musibetler,
tepkiler gelmeden, işinizden, aşınızdan, malınızdan, mülkünüzden, sosyal
statülerinizden bir şeyler kaybetmeden salınıverileceğinizi mi zannediyorsunuz
diyor Rabbimiz.
Şurasını
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki, zaten bizler iman davasında denenmek
için bu dünyaya geldik. Öyle değil mi? Eğer inandık deyivermekle iş bitmiş
olsaydı, zaten bunu “galu belâ”da söylemiştik. İman ettik ya Rabbi, sen bizim
Rabbimizsin demiştik. Eğer iş sadece bunu söylemekse, o zaman niye bu dünyaya
geldik? Bu sözümüzde samimi miyiz, değil miyiz denenmek için geldik bu dünyaya.
İmtihan için, ibtilâ için, belâ için geldik bu âleme.
İmam
Kurtubî der ki; Belâ en çok peygamberlere, peygamber yolunun yolcuları olan
âlimlere ve onların yolunda olan samimi mü’-minlere gelir. Belâ insanların
imanlarının derecesine göre gelir. Unutmayalım ki şu anda kanları akıtılanlar,
zindanlara tıkılanlar, çeşitli belâlara maruz kalanlar imanları bizden çok daha
kuvvetli olanlar ol-dukları için bu tür imtihanlara tabi tutuluyorlar. Din
yönünden salâbet sahipleridir onlar. Ama din yönünden tavizkâr olanlar, ufak
tefek sıkıştırmalar karşısında geri adım atmaya hazır olanlar daha az belâya
uğrayacaklardır. İşleri tıkırında olacaktır onların. Kasaları keseleri dol-maya,
makamları koltukları büyümeye devam edecektir. İşte şu anda bizler de
müslümanız, ama imanımız müslümanlığımızı tümüyle ortaya koyamadı. İmanımız
dinimizin tümünü uygulama alanına koymaya gelemedi. Hani Yusuf sûresinde öyle
deniyordu:
“Onların çoğu ortak koşmadan
Allah'a inanmazlar.”
(Yunus
106)
İnansalar bile onların pek çoğu
Allah’a ancak müşrik olarak inanırlar. Şirk koşar da öyle inanırlar Allah’a.
Müşrikçe bir mü’minlik-ten yanadırlar. Müşrikçe bir iman, hıristiyanca bir
imandan yanadırlar. Yaratıcı olarak Allah’a inanırlar, ama yönetici olarak
inanmazlar. Göklerde hakim ve egemen bilirler Allah’ı, ama yerde başka
egemenlerin varlığına inanırlar. Yâni illa Allah’a ortaklar bulurlar.
Kendilerinin de tanrılıklarını iddia ederler. Kendileri gibi olanları da tanrı
makamında görürler. Bazen güneşi, bazen ayı, bazen yıldızları, bazen insanları,
idarecileri, tâğutları, bazen onların yasalarını, yönetmeliklerini, bazen
âdetleri, bazen modayı tanrı makamında görürler. Hem Allah’ı dinle-yelim hem de
bunları derler. Hayatımızın bazı bölümlerine Allah, bazı bölümlerine de bunlar
karışsın derler. Allah yoluna, peygamber yo-luna, vahiy yoluna kurban olacakları
yerde Allah ve peygamberi karşısında eğilenler karşısında eğiliyorlar.
Allah’a kul olacakları yerde
kendi hevâ ve hevesleriyle uydur-dukları sistemlere, kendi diktikleri putlara
kul köle olurlar. Ama so-nunda o uydurdukları tanrılar kendilerine hiç bir fayda
sağlamaz. Allah’ın namazına inanırlar, ama ekonomisine inanmazlar. Orucuna
ina-nırlar, ama hukukuna inanmazlar. Haccına inanırlar, ama tesettürüne
inanmazlar. Kendilerini mülkün sahibi görürler. Sadece Allah yetkisinde olan
zekâtta, infakta Allah’tan başkalarına hisse ayırırlar. Sadece Allah’ı
dinlemeleri gerekirken, başkalarını da dinlerler. Sadece Allah yasalarını
uygulamaları gerekirken, başkalarının yasalarını da uygularlar. Allah’a
inanırlar, ama sebeplere de inanırlar. Allah’ı severler, ama tağutları da
severler. Neticede inanmazlar mı çıkıyor, dilim var-mıyor onu
söylemeye.
Peki sebebi nedir bunun? Benim
anladığım o ki, imanlar kalplerde kökleşmemiş, ya da kökleşen imanlar henüz dışa
taşacak, amele dönüşecek noktaya gelmemiş. Her ne kadar amel imandan bir cüz
sayılmamışsa da, bazı âlimlerce amel imanın muhafızıdır. Yâni o za-man amelsiz
iman muhafızsız kaldığı için sönmeye, yok olmaya mah-kum olmuştur Allah korusun.
Rabbimizin kitabında; “ey iman edenler, iman edin!” hitabı galiba bunu
anlatıyor. Eğer bir insanın kalbini yarıp bakabilsek iş biraz kolay olacak. O
zaman; eh benim imanım iyi, yahut kötü diyebilecek ve kontrol edebileceğiz, ama
bu mümkün değil. O halde başka çaremiz yok, amellerimize bakacağız, düşüncemize
bakacağız, meyil ve arzularımıza bakacağız, kabul ve retlerimize bakacağız.
Çünkü biliyoruz ki önüne konan cenazenin namazını kıldıracak adam, her halde
onun kalbini yarıp içine bakıp öyle karar vermez de sorar çevresine; cemaat, bu
adamı nasıl bilirsiniz? Namaz kılar mıydı? Filan diye.
Eh şöyle haftada bir kere, bir Cuma
gecesi kalbimizi bir kontrol ettik yetmez mi? Hayır, bakın Resûlullah efendimiz
buyurur ki; “kalp bir tüye benzer, her an sağa sola oynayabilir, onu her an
kontrol edin.” Unutmayalım ki mürtetlik mü’minin kapı komşusudur. Yâni mürtetlik
mü’min için söz konusudur, kâfir için değil.
4. “Yoksa, kötülük yapanlar
Bizden kaçabileceklerini mi sanarlar? Ne kötü hüküm
veriyorlar!”
Seyyiat işleyenler, kötülüklerin
peşine düşenler, Bize karşı sa-dâkatle imanı ve kulluğu değil de isyanı seçenler
bizi geçeceklerini mi zannediyorlar? Bizi diskalifiye edecekler, bizden saklanıp
kaçabileceklerini mi zannediyorlar? Bizi mağlup edebileceklerini mi hesap
edi-yorlar? Bizi âciz bırakacaklar öyle mi? Bizim hayat programımızın dı-şında
bir hayat yaşayabilecekler öyle mi? Ne kötü hükmediyorlar bu adamlar? Ne kötü,
ne yanlış hükmediyorlar? Düşünceleri, anlayışları, yargıları ne kadar yanlış?
Allah’a kafa tutuyorlar. Allah’a savaş ilân ediyorlar. Allah’ın dinine harp
açıyorlar. Allah’ın kitabına, Allah’ın elçilerine tuzaklar kurmaya çalışıyorlar.
Yeryüzünde Allah’a ve elçilerine hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Allah’ın
sistemini, Allah’ın şeriatını reddetmeye, müslümanları yok etmeye çalışıyorlar.
Akılsız zavallılar zannediyorlar
ki Allah’la tutuştukları bu savaşta Allah’ı mağlup edecekler. Zannediyorlar ki
Allah’ın dinini yeryüzünde silecekler. Allah’ın yetkilerini gasp edeceklerini
zannediyorlar. Bu zanları ne kadar kötü bir zan? Ne kadar kötü düşünüyorlar?
Allah’ın kendilerine verdiği güç ve kuvvetleriyle, Allah’ın kendilerine bu
dünyada tanıdığı geçici yetkileriyle yapmıyorlar mı bunu? Şu anda ellerindeki
gücü veren Allah değil mi? Bu güçlerinin ebedî olduğunu mu zannediyor bu
adamlar? Ölmeyecekler mi? Bu imkân alınmayacak mı ellerinden? Halbuki hiç
düşünmüyorlar zavallılar. Benin bu gücümü, kuvvetimi, hayatımı veren Allah’tır.
Bir gün gelecek benden öncekiler gibi ben de öleceğim. Benden önce benden çok
daha güç ve kuvvete sahip olanlar bile Rabbimin bu ölüm yasasından
kurtulamamışlar. Kimse Allah’la baş edememişken ben nasıl baş edebilirim? diye
zerre kadar düşünemiyorlar hainler.
5. “Allah'la karşılaşmayı uman
bilsin ki, Allah'ın bunun için belirttiği vakit gelecektir. O, işitir ve
bilir.”
Kim Allah’a likayı, Allah’la
karşılaşmayı ümit ederse, Rabbine kavuşmak isterse, hedefi buysa, bu hedefine
ulaşmak heyecanıyla bir hayat yaşıyorsa kesinlikle bilsin ki Mevlâ’nın bu
konudaki programı, düzenleme zamanı gelecektir. Evet kim ki yaşadığı bu dünya
hayatında öldükten sonra tekrar dirilip Allah’la beraber olma hesabı için-deyse,
Allah’la karşı karşıya geleceğine iman ediyor ve hayatını bu imânâ bina ederek
yaşıyorsa bilsin ki muhakkak Allah’ın tayin buyurduğu ecel gelecektir. O kişi
umduğuna mutlaka kavuşacaktır.
Bilesiniz ki O Allah her şeyi
işiten ve her şeyi bilendir. Madem ki Allah var, madem ki bu hayat Allah’tan,
madem ki bu hayatın sonunda ölüm var, madem ki sonunda her şeyi bilen ve işiten
bir Allah’ın hesabıyla karşı karşıya geleceğiz o zaman yapılacak iş Allah’a
iman, Allah’a kulluk, Allah’ın hesabını iki kaşımızın arasında bilmek ve Onunla
karşı karşıya geleceğimiz günün bilinciyle Onun yolunda cehd ü gayret
göstermektir.
6. “Hak uğrunda cihad eden, ancak
kendisi için cihad etmiş olur. Doğrusu Allah, âlemlerden
müstağnîdir.”
Kim Allah yolunda cehd ederse,
kim Allah’a kulluk yolunda cehd ü gayret içinde olursa, kim imanını gündeme
getirme adına amel ortaya koyma kavgası içine girerse, kim bir ömrü Allah
yolunda tüketirse, kim Allah yolunda Allah’ın egemenliği adına, Allah kullarının
dirilişi adına, Allah’a kullar kazandırma adına savaşırsa. Kim insanların cennet
yollarını açma, cehennem yollarına barikatlar koyma adına ölür, ya da
öldürülürse işte bu kişi kendi menfaati için, kendi kazancı için cihad etmiş ve
kendi nefsi için çalışıp çabalamış ve kazanmıştır.
Çünkü Allah Ğanî’dir, Allah
zengindir, tüm âlemlerden müstağnîdir, kimseye ihtiyacı yoktur. Kim ne yaparsa
kendisi için yapar. Allah’ın hiç kimsenin yaptıklarına ihtiyacı yoktur. Ne
namazımıza, ne orucumuza, ne sadakamıza, ne cihadımıza, ne müslümanlığımıza
ih-tiyacı yoktur Allah’ın. Tüm dünya müslüman olsa, tüm dünya peygam-ber gibi
Allah’a mükemmel kulluk yapsa, yeryüzündeki tüm kullar melekler gibi Allah’a
kulluk yapsalar bile bu Allah’ın mülküne bir şey ilave etmeyeceği gibi, hepiniz
tüm insanlar Firavun gibi Rabbinize düşmanlık etseniz, Onunla savaşa tutuşsanız
bile bunun bir sineğin kadarı kadar Allah’a bir zararı olmaz, olamaz.
Tüm Kâinatın bir sinek kanadı
kadar Allah yanında bir değeri yoktur. Allah’ın hiçbir zaman kullarından bir
beklentisi, bir haceti yoktur. Allah sizi size ihtiyacından dolayı, yalnızlığını
gidermek veya sizin yapacaklarınızdan istifade etmek için yaratmadı. Siz ne
yaparsanız kendiniz içindir. Allah âlemlerden müstağnîdir. Kâfirin zararı da
kendisine, müminin faydası da kendisinedir.
7. “İnanıp yararlı iş
işleyenlerin kötülüklerini, andolsun ki, örteriz; onları, yaptıklarından daha
güzeli ile mükafatlandırırız.”
Allah’ın istediği gibi iman edip,
hayatlarını bu imanla düzenlemek üzere sâlih amel işleyenlere, hayatlarını Allah
için yaşayanlara, hayatlarını iman kaynaklı yaşayanlara gelince, imanlarını
hayatlarında gündeme getirenlere, görüntüleyenlere gelince Biz onların
seyyiatını örteriz.
Evet iman eden ve sâlih amel
işleyenler. İman edip Allah’ın istediği, peygamberin pratikte uyguladığı,
Allah’ın kitabında onaylayıp peygamberin de örneklediği müslümanca bir hayatı
yaşayan insanların bütün kötülüklerini, bütün günâhlarını, bütün çıkmazlarını,
bütün problemlerini örteceğiz, sileceğiz, temizleyeceğiz, sıfırlayacağız diyor
Rabbimiz.
Tüm dünyanın çözüm aradığı hayat
problemlerini çözüvereceğiz, düzlüğe çıkaracağız onları diyor Rabbimiz. Ne güzel
bir müjde değil mi? İstiyor muyuz bunu? Bir problemimiz var da çözümsüzlük
içinde mi kıvranıyoruz? Bir sıkıntımız var da karşısında âciz mi kaldık? Bir
hukuk problemimiz mi var çözüm bekleyen? Bir eğitim problemimiz mi var ki
belimizi büküyor? Tüm insanların çözümsüzlük içinde kıvrandığı, ekonomistlerin,
hukukçuların, siyasîlerin, siyaset bilimcilerin, ahlâkçıların âciz kaldığı, çare
bulamadığı müzmin bir problemle mi karşı karşıyayız? Kesinlikle bilesiniz ki
Allah’a, Allah’tan gelenlere, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçilerine Allah’ın
istediği gibi iman eder ve bu imanın pratik hayatını da Allah ve Resûlünün
istediği gibi ortaya koyarsak kesinlikle bilelim ki Rabbim bizim tüm
sıkıntılarımızı giderecek, tüm problemlerimizi çözüverecek, tüm
çözümsüzlüklerimizi hallediverecek, tüm hastalıklarımıza şifa verecek, tüm
kötülüklerimizi gi-derecek ve bizi sahil-i selâmete çıkaracaktır. Fert olarak,
aile olarak, toplum olarak Rabbim bizi düzlüğe çıkaracaktır. İşte bu Allah’ın
bize bir vaadidir ve bundan zerre kadar bir şüpheniz olmasın. Başka? Baş-ka ne
var inanan ve sâlih amel işleyenlere?
Ve yapmış oldukları, gerçekleştirmiş
oldukları amellerinin en ahseniyle, en güzeliyle de onlara mükâfat veririz.
Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu ekber! Bundan daha güzel bir müjde, bundan
güzel bir mükâfat olur mu yahu? Yâni düşünebiliyor musunuz? İnanan ve sâlih amel
işleyen mü’minlerin tüm kötülüklerini örteceğini, hem de tüm bu kötülükleri
örtülmekle, tüm bu suçları affedilmekle kalmayıp üstelik yaptığı en iyi işleri
esas alınarak mukabelede bulunulacak kendisine. Yâni dünyada işledikleri tüm
amelleri o amellerinin en iyisiyle, en güzeliyle, en ihlâslısıyla çarpılacak. Yâni bütün amelleri o en güzel
amelle çarpılıverecek, tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul ediliverecek. Ne
büyük bir rahmet değil mi? Meselâ dünyada kıldığınız en güzel bir namaz gibi
kabul edilecek tüm namazlarımız. Veya gerçekten çok ihlâsla yaptığınız bir infak
gibi kabul edilecek tüm infaklarımız.
Öyleyse ne bekliyorsunuz ey
müslümanlar? Derdiniz yok mu? Sıkıtınız yok mu? Çözüm bekleyen problemleriniz
yok mu? Karanlıklar, zulümler, işkenceler altında bir hayat yaşamıyor musunuz?
Zalimlerin zulmünden şikâyetçi değil misiniz? Ailelerinizden, çocuklarınızdan
dert yanmıyor musunuz? Toplumsal hastalıklardan şikâyet etmi-yor musunuz?
Öyleyse ne duruyorsunuz? Allah’ın bu âyetlerini duy-muyor musunuz? Rabbinizin bu
çağrılarını işitmiyor musunuz? Eğer bir derdiniz varsa, eğer bir sıkıntınız, bir
probleminiz varsa, eğer karanlıklardan aydınlık bir dünyaya çıkmak istiyorsanız,
eğer felâketlerden, zulümlerden, baskılardan kurtulmak istiyorsanız, özgürce bir
hayatı özlüyorsanız, kendinizin, ailenizin, toplumunuzun hastalıklarından
kurtulup güzel olmasını istiyorsanız işte bunun yolu.
Gelin Allah’ın istediği gibi iman
edin, Allah’ın istediği sâlih amellere koşun, hayatınızı iman kaynaklı yaşayın,
kesinlikle bilin ki tüm problemleriniz bitecek, günâhlarınız sıfırlanacak ve
yepyeni, dipdiri bir müslümanca hayata merhaba diyeceksiniz. Özgür, izzetli ve
şerefli bir hayata adım atmış olacaksınız. İşte Allah vaadediyor, bunun oylu
iman ve sâlih amelden geçmektedir. Eğer Allah’ın vaadine inanır, Rabbimizin
sözlerine güvenirsek bu mutlak sûrette gerçekleşecektir. Allah’tan daha doğru
sözlü kim vardır? Allah asla yalan söylemez. Onun vaadi haktır, bundan zerre
kadar bir şüpheniz olmasın.
8. “Biz, insana, ana babasına
karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer ana baba, seni bir şeyi körü
körüne bana ortak koşman için zorlarsa, o zaman onlara itaat et-me. Dönüşünüz
Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm.”
Biz insana ana babasına iyilik
yapmasını tavsiye ettik, vasiyet ettik, emrettik. Ana babasına güzel
davranmasını öğütledik. Arkadaşlar, önceki derslerimizde de bu konuda
açıklamalarda bulunmuştuk. Anaya babaya hüsnâ istiyor Rabbimiz bizden. Hüsnâ
Allah’ın güzel dediği davranıştır. Öyleyse müslüman ebeveynine Allah’ın
istediği, Allah’ın Hüsnâ dediği davranışlarda bulunacak. Yâni müslüman anaya
babaya ananın babanın istediği şekilde değil Allah’ın istediği şekilde
davranacak. Çünkü ana baba bazen ilimsiz
yere kendi kafalarından cehd edebilirler. Böylece evlâtlarından Allah ve
Resûlünün razı olmadığı şeyleri isteyebilirler. Ana baba her zaman doğru karar
ve-remez. Ama Allah ve Resûlü her zaman doğru karar verir.
Öyleyse müslüman anasına babasına
Allah’ın yargısıyla davranacaktır. İşte Rabbimiz bu davranışın adını Hüsnâ
olarak kor. Müs-lümanın ana babası karşısında Allah huzurunda olduğunun
bilincinde olarak davranmasının adına Hüsnâ denir. Çünkü bakın âyetin devamında
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Eğer anan baban Allah’tan gelen ilimden
habersiz, vahiyden habersiz cehd etmeye kalkışırlarsa sakın o ikisine itaat
etme. Bakın ilk belâ ana babadan geliyor. Öyleyse bir müslümanın ana babasının
emir ve isteklerine mutlak itaat edilirse bu ana babayı putlaştırma olur ki
Allah korusun hem ana baba, hem de onları dinleyen evlât yanlışa düşmüş
demektir. Öyleyse ana baba evvela ilimle hareket etmelidir, vahiyle hareket
etmelidir. Evlâtlarından isteyeceklerini vahye göre istemeliler, Allah ve
Resûlünün istediklerini isteyecekler. Kendilerini Rab makamında, İlâh makamında
görerek benim istediğim gibi, benim arzu ettiğim gibi olacaksın dememelidirler.
Ya da eğer şu anda
bizler baba makamındaysak evlâtlarımızdan isteyeceklerimizi Allah’a kulluğa,
Resûlüne tebeiyete mebnî istemeliyiz. Yâni ben istiyorum, ben böyle istiyorum,
benim keyfime uyacaksın demek yerine, Allah böyle istiyor, Resûlü böyle istiyor
diyelim.
Evet anan-baban hakkında bir bilgin
olmayan bir konuda seni Bana şirk koşmaya zorlarlarsa sakın onları dinleme,
onlara itaat etme diyor Rabbimiz. Öyleyse anamızın babamızın isteklerini yerine
getirirken Allah huzurunda olduğumuzu unutmayacağız. Yâni evlât olarak bizler
önce Rabbimize karşı sorumluyuz. Çünkü bizi yaratan, bizi hesaba çekecek olan
Odur. Yâni yaşadığımız bu hayatın
sonunda biz hesabı babalarımıza analarımıza değil Allah’a ödeyeceğiz.
Öyleyse babamız anamız istedi
diye Rabbimizi darıltacak bir itaatte bulunmamalıyız. Önce huzurunda
bulunduğumuz Rabbimize sormalıyız. Ya Rabbi, babam anam benden şunu yapmamı
istiyorlar. Senin buna rızan var mı ya Rabbi? Yapayım mı onların bu isteklerini?
diyeceğiz, eğer Allah o işi onaylıyorsa, tamam Benim rızam da onu yapmandadır
derse onu yapacağız, değilse onu isteyen babamız anamız da olsa yapmayacağız.
Çünkü unutmayalım ki biz baba ana karşısında Allah huzurundayız.
Ve yine unutmayalım ki bu dünya
hayatında bize en yakın olan, bizim üzerimizden en çok hak sahibi olan babamız
anamız da yarın bizim gibi Rabbimiz tarafından hesaba çekileceklerdir. Onlar da
Rabbimize karşı sorumludurlar. Öyleyse bir müslüman olarak bizler Allah’a
vereceğimiz hesabı bir tarafa bırakıp ta, Allah’a değil de anamıza babamıza, ya
da onlar gibi diğer insanlara, topluma, güçlülere asla itaat edemeyiz.
Çünkü dönüşünüz Allah’adır. Hepimiz
Allah’a döneceğiz. Ve yaptıklarımızı Allah bize haber verecek. Hesabı tutan O,
hesaba çekecek O. Öyle değil mi? Kabre girdiğimiz zaman anamız babamız yok
orada. Bu dünya üzerinde dinlediğiniz, itaat ettiğiniz, bel bağladığınız,
sığındığınız, yasalarını uyguladığınız hiç kimse sizinle beraber olmayacak
orada. Hiç kimsenin etkisi ve yetkisi olmayacak. Herkes Allah’ın hükmüne boyun
bükecek. Şu andaki yetkilerin tamamı gelip geçicidir. Bunlar imtihan için
verilmiş yetkilerdir.
Evet eğer evlât makamındaysak ana
babalarımızın Allah ve Resûlünün arzularına ters düşmeyen arzularına itaat
edeceğiz. Allah ve Resûlünün arzularına ters düşen arzularını, isteklerini
yerine getirerek, onları putlaştırıp Rabbimizi darıltmayacağız. Eğer baba
konumundaysak az evvel ifade ettiğim gibi evlâtlarımızdan Allah ve Re-sûlünün
istemediği şeyleri isteyerek kendimizi onlar üzerinde Rableştirmeyeceğiz, Allah
ve Resûlünün istediklerini isterken de Allah’a kulluğa ve Resûlüne tebeiyete
raci olarak isteyeceğiz inşallah.
9. “İnanıp, yararlı iş
işleyenleri, andolsun, iyilerin arasına koyarız.”
Evet bir tekrar daha. İman edip
sâlih ameller işleyenleri sâlih-lerin arasına katacağız diyor Rabbimiz. Kim
sâlihler? Adem atamız-dan bu yana Allah’ın sâlih kulları, sâlih elçiler, Adem,
Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ, Muhammed (a.s)’lar, onların sâlih
metbuları. İşte Rabbimiz böyle kimseleri onların arasına katacak cennette.
Onları onlara dost ve arkadaş yapacağız diyor Rabbimiz.
10. “İnsanlardan: “Allah'a
inandık” diyenler vardır; ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanların
ezasını Allah'ın azabı gibi tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa,
andolsun ki, “Doğrusu biz sizinle beraberdik” derler. Allah, herkesin kalbinde
olanları en iyi bilen değil midir?”
İnsanlardan öyleleri de vardır ki
inandık diyorlar Allah’a. Allah’a iman ettik derler, ama Allah yolunda, Allah’a
iman yolunda, Allah’a kulluk yolunda başlarına bir eziyet, bir belâ geldiği
zaman, bir maaş cezası, bir soruşturma, bir kovuşturma cezasıyla karşı karşıya
kaldıkları zaman insanların denemesini, insanların fitnesini, insanların
cezalandırmasını Allah’ın cezası gibi kabul eder de Allah’tan, Allah’a kulluktan
vazgeçip yan çiziverir. Allah’ı bırakıp ta insanlara itaate yöneliverir.
İnsanları Allah makamına oturtuverir. İnsanların dediklerini yapmanın daha kârlı
olduğunu zannediverir. İnsanlardan gelebilecek ufak tefek baskıları Allah’ın
cehennemine denk tutuverir de onlardan korkusundan Allah’a kulluğu terk
ediverir.
Evet insanlardan kimileri Allah’a
inandık diyorlar, biz de müs-lümanız diyorlar, ama işleri iyi gittiği sürece bu
iddialarını sürdürürler. İşleri iyi gitmediği zaman, menfaatleri bittiği zaman
bırakıverirler. Veya bir tehlike boyutuna kadar mü’mindirler. Allah’a iman
yolunda ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldıkları zaman vazgeçiverirler.
Yâni imanları sabit değildir adamlar. Kararları yoktur. İmanları gelip
geçicicidir. Menfaat hesapları içindedirler. İmanları ciddi ve oturmuş değildir.
Hem müslümanlar, hem laikler. Hem müslümanlar, hem demokratlar. İşlerine geldiği
yerde müslümanlar, işlerine gelmediği yerde başka şeyler.
Eğer müslümanlara Rabbinden bir zafer,
bir yardım gelirse bu defa derler ki muhakkak biz sizinle beraberiz. Biz sizinle
beraberdik derler. Biz sizinle aynı imanı paylaşanlardık derler.
Alemlerin, insanların göğüslerinde
olanı en iyi bilen Allah değil mi? İnsanların niyetlerini, düşündüklerini,
tasarladıklarını, niyetlerini en iyi bilen Allah değil midir? İnsanlara egemen
olan, insanları kuşatan, insanların boyunlarındaki ipleri elinde tutan O değil
midir?
11. “Allah elbette inananları
bilir ve elbette ikiyüzlüleri de bilir.”
O Allah elbette iman edenleri de,
iman etmedikleri halde iman gösterisinde bulunan münâfıkları da bilmektedir.
Bilen Allah olduğuna göre hayatımızı Ona göre yaşamak zorundayız. Bilen bir
Allah’ın yargısıyla yargılanacağımızı unutmadan yaşamak zorundayız. Sonunda Onun
hükmüne boyun bükeceğiz. Onun yargısı yanında, Onun hükmü yanında hiç kimsenin
yargısı geçerli değildir. Onun hükmü, Hâkimiyeti yanında başkalarının
Hâkimiyetlerinin ne anlamı olabilir ki? Sadece geçici bir dünya hayatında Allah
tarafından kendilerine verilen geçici yetkileriyle insanlar ancak hüküm
verebiliyorlar. Ölümle birlikte onların bu yetkileri bitecektir unutmayalım.
12. “İnkâr edenler inananlara:
“Bizim yolumuza uyun da sizin günâhlarınızı biz taşıyalım” derler. Oysa onların
günâhlarından hiçbirini yüklenecek değillerdir. Doğrusu onlar
yalancıdırlar.”
Kâfirler mü’minlere dediler ki,
bize tabi olun, bizim yolumuza tabi olun, bize uyun, bizim yörüngemize girin,
bizim gibi bir hayat yaşayın sizin tüm günâhlarınızı, hatalarınızı biz
yüklenelim. Siz gibi kâfir olun biz sizin tüm veballerinizi yüklenelim.
Hayatınız, eviniz, işiniz, aşınız, giyiminiz, kuşamınız, eğitiminiz, hukukunuz,
ekonominiz, siyasî yapılanmanız, geceniz, gündüzünüz bizim gibi olsun gerisini
siz düşünmeyin. Sizin tüm günâhlarınız bizim boynumuza olsun. Onları biz
affettiririz diyorlar. Ne kötü bir gâvur mantığı değil mi? Sanki kendisini
kurtardı da müslümanları da kurtaracak. Alçaklar kendilerini mahvettikleri gibi
müslümanları da kendi pis dünyalarına çekmeye
çalışıyorlar.
Halbuki o zalimler mü’minlerin
hatalarından, günâhlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Zaten bu mümkün
de değildir. Kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecek. Kimsenin hesabı kimseden
sorulmayacak. Ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kadının kocasına, ne
kocanın hanımına bir hayrı, bir faydası olmayacak. Şu anda birilerine
güvenenler, bize güvenin gerisini merak etmeyin diyenler, tüm günâhlarınız bimiz
boynumuza diyenler, birbirlerini kurtarıcı görüp, birbirlerinin eteğinden
yapışmaya çalışanlar yarın birbirlerinden kaçacaklar, birbirlerini
tanımayacaklar. Herkes kendi yükünün karşılığıyla bir hesap vermenin
sıkıntısıyla Rabbinin huzuruna çıkacak.
Öyleyse biz sizin yüklerinizi
yükleniriz, biz sizleri kurtarırız, siz bize güvenin, gerisini düşünmeyin
diyenlerin tamamı yalancıdır. Gel benimle, bizimle beraber ol, güzel güzel
keyfimize göre kâfirce, müşrikçe bir hayat yaşayalım korkma, hem seni hem de
kendimi kurtarırım diyenler müslümanları kendi cehennemlerine çağıran
yalancıdırlar. Dikkat edin onlar yalan söylüyorlar. Doğrusu
şudur:
13. “Onlar kendi ağırlıklarını,
kendi ağırlıklarının yanında daha nice ağırlıkları yüklenecekler ve uydurup
durdukları şeylerden kıyâmet günü sorguya
çekileceklerdir.”
Onlar kendi günâhlarını
yüklenirler, kendi ağırlıklarının yanında bir de saptırdıkları kimselerin
veballerini, günâhlarını da yüklenirler ve doğruca cehenneme giderler. Ne
kendileri cennete gidebilirler, ne de bir kimsenin günâhlarını yüklenerek onu
cennete götürebilirler. Hem kendi günâh yüklerini, hem de azdırıp yoldan
çıkardığı insanların günâhlarını yüklenerek ateşi boylarlar. Ve iftira edip
uydurdukları, kendi hevâ ve hevesleriyle oluşturdukları bir felsefenin, bir
hayatın cezasını ödeyeceklerdir kıyâmet gününde. Allah’a ve Resûlüne iftira
ederek yaptıkları işlerin hesabını ödeyeceklerdir.
İstedikleri kadar dünyada
Allah’ın kendilerine verdiği geçici yetkiyle müslümanları yollarından,
dinlerinden saptırmaya çalışsınlar. İstedikleri kadar müslümanlara zulmetmeye
çalışsınlar. İstedikleri kadar Allah’a, Allah’ın dinine tuzaklar kurmaya
çalışsınlar. Elbette bu dünyaya kazık çakamayacaklar. Elbette herkes gibi bir
gün onlar da ölecekler. Tıpkı kendilerinden önce müslümanlara zulmeden
zalimlerin de öldükleri gibi. Zulmedilen müslümanlar öldüler de zalim kâfirler
ölmediler mi? Şehit olanlar, zulme maruz kalanlar bu dünyadan gitti de
öldürenler zalimler gitmediler mi? Hani hangi zalim kâfir kalmış ta geriye? Hani
Nemrutlar? Hani Firavunlar? Hani Ebu Cehiller? Neredeler şimdi? İşte bakın
geçmişten haberler. Geçmişte yaşanan iman küfür savaşında işleyen Allah
yasası.
14. “Andolsun ki, Nuh'u milletine
gönderdik; aralarında dokuz yüz elli yıl kaldı. Sonunda onlar haksızlık
yaparken, tufan onları yakalayıverdi.”
Muhakkak ki Biz Nuh’u kavmine
gönderdik. Elçimiz Nuh onların arasında bin yıl kaldı. Ancak elli yıl hariç
olmak üzere. Tam 950 yıl onların arasında kaldı peygamberimiz. 950 yıl sabırla,
metanetle uyardı toplumunu. Gündüz uyardı, gece uyardı, yazın uyardı, kışın
uyardı, düğünde uyardı, nişanda uyardı, uyardı, uyardı. Bazen dövdüler, bazen sövdüler. Küfürde ısrarlı bir tavır
sergilediler. Aylar, yıllar değil asırlara katlanan bir sabır deneyiminden geçti
Allah’ın elçisi. Dile kolay değil mi? 950 yıl. Düşünebiliyor musunuz? 950 yıl
birilerine gidecek uyaracaksınız, onlar sizi düşman ilân edecek, sizi toplum
içinden dışlayacaklar, sizden yüz çevirecekler, sizi gördükleri zaman yaban
eşeği gibi kaçacaklar, elbiseleriyle sizden bürünüp saklanacaklar, adam olmaya
yanaşmadıkları gibi sizi olmadık işkencelere maruz bırakacaklar ve siz sabırla,
dengenizi bozmadan onları hakka dâvete devam edeceksiniz.
Ve bakıp göreceksiniz ki
bitmeyen, tükenmeyen servet, zenginlik ve saltanat kâfirlerde. Mazlumluk,
müs’taz’aflık, gariplik ise sizde ve sizinle birlikte hareket eden
müslümanlarda. 950 yıl sabırla bekleyeceksiniz müslümanlığınızı bozmadan. 950
yıl bekleyeceksiniz kâfirler için azabı, mü’minler için galibiyeti ama yine de
gelmeyecek. Sizin beklediğiniz, tehdit ettiğiniz bu azabın 950 yıl içinde
gelmeyişi karşısında azdıkça azacaklar, şımardıkça şımaracaklar. Peki sonuç
nasıl oluyor?
Sonuç Tufan onları yakalayıverdi onlar
zulmeder oldukları halde. Zalimler oldukları halde, yapmamaları gereken şeyleri
yapar oldukları halde, bulunmamaları gereken yerde bulunur oldukları halde,
Allah’a, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçisine, akıllarına, fıtratlarına,
insanlıklarına zulmeder oldukları halde Tufan onları yakalayıverdi.
15. “Ama Biz, Nuh'u ve gemide
bulunanları kurtardık ve bunu dünyalara bir ibret
kıldık.”
Onu ve gemi ashabını, Onunla
birlikte gemiye binenlerini, tercihlerini Ondan yana kullananları kurtardık,
Onu, Nuh (a.s)’ı, gemiyi, tufanı, gemide kurtulanları ve bunu tüm dünyalara bir
ibret, bir âyet kıldık. İşte hüküm bu. İşte yasa, işte yargı bu. İşte 950 yıllık
dayanıl-maz bir sabrın, bir tebliğin sonu bu. Halbuki o günün şartlarında
yapılan hesaplara göre güçlü, kuvvetli olanlar kâfirlerdi. Kazanacak olanlar
ekonomik, siyasal ve askeri güce sahip olanlar, kaybedecek olanlar da hiçbir
şeye sahip olmayan gariban müslümanlardı. Ama bu he-sapların hiç birisi
tutmayacaktı. Hesap Allah’ın hesabıydı. Hüküm Al-lah’ın hükmüydü. Allah’ın
hesabına göre kazanan taraf elçisi Nuh (a.s) ve beraberindeki bir avuç müslüman,
kaybedenler de tarihin her bir döneminde olduğu gibi kâfirler ve zalimler oldu.
Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasasıdır ki kıyâmete kadar hiçbir zaman
değişmeyecektir.
Evet kitabımızın bu bölümünde özet
olarak kısaca Nuh (a.s)’ın bir değerlendirmesinden sonra İbrâhim (a.s) gündeme
alınacak.
16. “İbrâhim’i de gönderdik.
Milletine: “Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının; bilirseniz bu sizin için daha
iyidir” dedi.”
Hani hatırlayın, bir zamanlar
elçimiz İbrâhim’i de gönderdik. İbrâhim milletine, toplumuna dedi ki, ey kavmim,
sadece Allah’a kulluk edin. Sadece Allah’ı dinleyin. Hayatınızın her bölümünde
hakim güç olarak sadece Allah’ı kabul edin ve sadece Onu razı etmeye çalışın.
Sadece Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayın. Hayatınızda egemen varlık
sadece Allah olsun. O nasıl istemişse öylece olun. Hayatınıza O karar versin.
Yolunuzu, hayat programınızı O belirlesin. Onun adına konuşun, onun adına
yaşayın, Onun adına ölün. Eğer bilirseniz böyle yapmanız sizin için daha
hayırlıdır. Çünkü sizi yaratan, sizi bu dünyada yaşatan, öldüren ve sonunda tüm
yaptıklarınızdan hesaba çekecek olan Odur dedi. Allah’ın kutlu elçisi Allah’ın
istediği gibi toplumunu sadece Allah’a kulluğa dâvet ettikten sonra, bu güzel
dâvetinin devamında toplumunun inandığı bir dinin, bir hayat programının, kabul
edip sahiplendikleri, savundukları bir sistemin yanlışlığını ortaya koymak üzere
de bakın şöyle buyuruyordu:
17. “Ey putperestler! Siz Allah'ı
bırakıp sadece bir takım putlara tapıyor, aslı olmayan sözler uyduruyorsunuz.
Doğrusu Allah'tan başka taptıklarınızın size rızık vermeye güçleri yetmez. Artık
rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin. O'na şükredin. Siz O'na
döneceksiniz.”
Sizler Allah’ı bırakıp ta Onun
berisinde bir takım putlara, bir takım varlıklara tapınıyorsunuz. Allah’ı
bırakıp ta Onun berisinde bir takım varlıkları, bir takım sahte tanrı ve
tanrıçaları, Rab, Melik ve İlâh kabul edip onları da hayatınızda söz sahibi
kabul ediyorsunuz. Onların arzularını, isteklerini de yerine getirmeye, onların
yasalarını da uygulamaya çalışıyorsunuz. Onları da hayatınızda etkili, yetkili
görmeye çalışıyorsunuz.
Böylece kendi hevâ ve
heveslerinizle aslı astarı olmayan tanrılar, egemenler icad ediyorsunuz. Kendi
kendinize dinler, sistemler, yasalar, hukuklar, hayat tarzları
geliştiriyorsunuz. Atamızın bu ifadelerinden anlıyoruz ki Onun toplumu Allah’ı
bırakmışlar, sadece Allah’a kulluğu terk etmişler, sadece Allah’ı dinlemekten
uzaklaşmışlar ve kendi kendilerine oluşturdukları tanrılara tapar olmuşlar.
Kendi kendilerine uydurdukları sistemleri, hayat programlarını uygular olmuşlar.
Kendi kendilerine diktikleri putlara tapar olmuşlar. Ve üstelik yalan da söyler
olmuşlar.
Peki bu neyin nesi? Yâni insan hiç
kendi diktiği puta tapınır mı? Kendini bile dikmekten âciz olan bir puta,
kendisini bile yaratmaktan âciz olan bir varlık tanrı olabilir mi? İnsan hiç
Allah’ı bırakıp ta bunlara tapınabilir mi? İnsan hiç Allah dinini, Allah
sistemini bırakır da kendi aklıyla ortaya koyduğu, kendisi gibi insanların
ortaya koyduğu dinleri, sistemleri uygulayabilir mi? Üstelik de bu diktikleri
putlardan kendilerine ne bir fayda geliyordu, ne de bir zarar. Onlardan
kendilerine ne bir emir geliyordu, ne de bir yasak. Ne bir mükâfat geliyordu, ne
de bir ceza. Bakın Allah’ın elçisi bunu şöyle dile
getiriyordu:
Allah’ı bırakıp ta tapındığınız, dua
edip kendilerinden korunma beklediğiniz, kendilerinden hayat programı
dilendiğiniz bu varlıklar sizin için bir rızık vermeye, size bir rızık kapısı
açmaya, sizi doyurmaya güçleri de yetmiyor. Size fayda ve zarar vermeye de mâlik
değillerdir onlar. Bırakın size fayda ve zarar vermeyi kendilerine ulaşan bir
zarara bile engel olamayan, kendileri için en küçük bir faydayı sağlamaya bile
güçleri yetmeyenlerdir onlar.
Bunlar ister insanların
oluşturdukları putlar olsun, ister insanların kendi istek ve arzularını
putlaştırıp kendilerine tanrı edindikleri hayat programları olsun, isterse
kendilerine tanrı olarak seçtikleri kendileri gibi âciz insanlar tâğutlar olsun
hiç fark etmeyecektir. Bunların hiçbirisinin ne yaratma konusunda, ne rızık
verme konusunda, ne fayda ve zarar sağlama konusunda, ne de öldürme konusunda
zerre kadar bir yetkileri yoktur. Ne kendilerine, ne de başkalarına hiçbir şey
sağlama güçleri yoktur.
Rızkı sadece Allah’tan isteyin. Rızık
sadece Allah’ın elindedir. Rızkın sahibi sadece Odur. Rızkı Allah’ın yolunda
arayın. Allah’a kullukta, Allah’a itaatte arayın. Bilesiniz ki size rızık
verecek, sizi doyuracak olan sadece Odur. Haydi bunun için sadece Onu dinleyin.
Sadece Ona şükredin. Hayatınızı sadece Onun için yaşayın. Onun size vermiş
olduğu nimetleriyle Ona kulluğa yönelin. Allah’ın nimetleriyle başkalarına
kulluğa gitmeyin. Allah’a karşı nankörce tavırlar takınmayın. Allah’ın
nimetleriyle başkalarının kılıcını sallamaya kalkışmayın.
Evet büyük atamız bu âyetlerle o
gün toplunu uyarıyordu, bugün de bizleri uyarmaya devam ediyor. Öyleyse bir
düşünelim. Kimin nimetlerini kullanıyoruz kimlere kulluk ediyoruz? Hayatımızı
bize kim verdi, biz onu kimlere hizmette kullanıyoruz? İyi bir düşünelim. Şu
gözlerimizi kim verdi, biz onları nerede kullanıyoruz? Şu kulaklarımızı bize
veren kim, biz kimlere kulak veriyoruz? Bu kalplerimizi veren kim, biz onu
kimlere açıyoruz? Kimlere gönül veriyoruz? Kimleri sevip sayıyoruz bir
düşünelim. Unutmayın ki siz Ona dönüyorsunuz. Dönüşünüz Onadır, Onun huzurunda
toplanacak ve yaşadığınız hayatın faturasını Ona ödeyeceksiniz. Onun hesabıyla,
Onun yargılaması ve hükmüyle karşı karşıya geleceksiniz.
18. “Eğer siz peygamberi
yalanlıyorsanız bilin ki, sizden önceki ümmetler de yalanlamışlardı. Peygambere
düşen, sadece apaçık tebliğdir.”
Eğer yalanlarsanız, peygamberi,
peygamberin getirdiklerini yalan sayarsanız, yok farz ederseniz, kabul
etmezseniz o zaman dinleyin size genel geçer bir yasayı söyleyeyim. Bu sizin
yaptığınız yalanlama ilk yalanma değildir. Bu yalanlamayı, kaale almamayı ilk
defa siz yapıyor değilsiniz. Sizden önce de yalanladılar. Sizden önceki
üm-metler de kendilerine gönderilen elçilerini yalanladılar. Nuh toplumu, Âd
toplumu, Semûd topluma da Allah’ın elçilerini yalanlayıp reddettiler. Ve tabii
biz sadece Rabbimizin bu kitabında bize haber verdiği toplumları tanıyoruz. bize
haber verilmeyen daha nice toplumlar Allah’ın elçilerini yalanladılar. Allah’ın
elçilerinin kendilerine getirdiği hayat programını yok farz edip kendilerine
göre bir hayat yaşadılar. Pekiyi gerek önceki toplumlar içinde, gerekse şu anda
yaşayan ve toplumu tarafından yalanlanan bir peygambere düşen nedir? Ya da şu
anda bir peygamber yolunun yolcusuna ne düşer?
Resûle, Resullere düşen ancak apaçık
bir tebliğdir. Evet peygamberin sorumluluğu apaçık bir tebliğden başka bir şey
değildir. Allah’ın elçileri kendilerine Rablerinden gelen vahyi, Allah
âyetlerini açık ve net bir biçimde insanlara duyururlar, anlatırlar, açıklarlar,
pratikte gösterirler. Artık bundan sonra kabul edip etmemek insanların kendi
bilecekleri bir şeydir. Bu görevini yaptıktan sonra peygamberin sorumluluğu
bitmiştir.
Yâni peygamberin onları zorla
müslüman yapma, zorla, zorbayla imanı onların kalplerine sokma sorumluluğu da
yetkisi de yoktur. Böyle bir görevi yoktur peygamberin. Peygamberin görevi
apaçık bir tebliğ yaparak, insanların gözleri önünde güvenilir bir hayat
yaşayarak, emin bir örneklik sergileyerek insanları cennet ve cehennemle
uyarmaktır. Bakın işte peygamberin uyarısına, peygamberin dâvet şekillerinden
bir örnek verecek Rabbimiz:
19. “Allah'ın yaratmaya nasıl
başlayıp, sonra onu nasıl tekrar edeceğini anlamazlar mı? Doğrusu bu Allah'a
kolaydır.”
Allah’ın yaratmasını, Allah’ın
yaratıklarını görmüyorlar mı bu insanlar? Allah’ın yaratıklarına bakmıyorlar mı?
Allah’ın yarattığı şu âlemi, şu varlıklar âlemini, şu gökyüzünü, yeryüzünü, ayı,
güneşi, yıldızları, dağları, denizleri, bitkileri, hayvanları, insanları
görmüyorlar mı? Şu gözlerinin önündeki Allah’ın yarattığı varlıklara bakmıyorlar
mı? Haydi bu insanlar melekleri, cinleri görmüyorlar, bilmiyorlar diyelim, peki
şu gördükleri varlık üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Hiç kafa yormuyorlar mı?
Bütün bu varlıkları kim yaratmış? Kendilerini kim var etmiş? Bu hayatın, bu
varlıkların sahibi kim? Tesadüfen mi meydana gelmiş bu varlıklar? Yoksa kendi
kendilerini mi yaratmışlar? Bütün bu varlıkları yaratan, yoktan var eden
Allah’ın ölümlerinden sonra tekrar dirilteceğini anlamıyorlar mı? Onları yoktan
var etmeye güç yetiren Allah’ın ölümü tattırdıktan sonra onları tekrar
diriltmeye güç yetirebileceğini kavrayamıyorlar mı? Bu işin Allah için çok kolay
olduğunu bilmiyorlar mı? Tekrar dirilişten, hesaba çekileceklerinden haberleri
yok mu onların?
20,21. “De ki: “Yeryüzünde
dolaşın; Allah'ın yaratmaya nasıl başladığını bir görün. İşte Allah aynı şekilde
âhiret yaratmasını da yapacaktır. Doğrusu Allah her şeye kâdirdir. Dilediğine
azap eder, dilediğine merhamet eder. O'na
çevrileceksiniz.”
De ki yeryüzünde gezin dolaşın da
Allah yaratmaya nasıl başladı bir görün. Bir görün de yine tekrar Rabbinizin
ölümlerinizden sonra âhiret yaratmasını nasıl ortaya koyacağını anlayın.
Ölümlerinizden sonra artık bir daha ölmemek, bir daha son bulmamak üzere sizi
tekrar diriltmeyi nasıl gerçekleştirecek bir gözlemleyin. Doğrusu Allah her şeye
kâdirdir, her şeye güç yetirendir.
Evet buyuruyor ki Rabbimiz, bu
insanlar baksınlar, görsünler. Yoktan var edilen bir insanı görsünler. Yoktan
var edilen varlıkları görsünler. Kış mevsiminden sonra baharın ortaya çıkışını
görsünler. Ölü bir tabiatın ölümünden sonra dirilişini görsünler. Kupkuru
ağaçların yeşerişini seyretsinler. Karanlık geceden sonra gündüzün gelişine
baksınlar. Gündüzden sonra karanlık gecenin zuhurunu müşahede etsinler. Tüm
bunları yaratan, meydana getiren Allah değil mi? Tüm bu âlemde egemen güç, büyük
irade Allah değil midir? Geceyi gündüzü peş peşe getiren, güneşi doğdurup
batıran, aya hükmeden, yağmuru yağdıran, bitkileri kurutup tekrar yeşerten, bir
damla sudan insanı var eden Allah bütün bu âlemleri ölümlerinden sonra tekrar
diriltmeye güç yetiremez mi? Bir baksınlar bakalım çevrelerine. Bir baksınlar
kendilerine. Sadece kendi dünyalarına çakılıp kalmasınlar. Hayatı sadece kendi
dünyalarından ibaret görmesinler. Baksınlar çevrelerine Allah’ın âyetleri
rehberliğinde, o zaman çok şeyler göreceklerdir.
Ama kitabımızın bu âyetlerini tanımayan
insanlar için tüm Kâinat âyetleri hiç bir mânâ ifade etmeyecektir elbette. Yâni
Kur’an sûreleri arasında gezip dolaşmayan insanlar Rabbimizin öteki âyetlerini
asla anlayamayacaklar, değerlendiremeyeceklerdir. Kur’an’ı tanımadıkça bu âlemi
tanımamız asla mümkün olmayacaktır. Yâni Kur’an’ı okuyacağız ki güneş bize bir
şeyler söylesin. Kur’an’la birlikte olacağız ki dağlar, taşlar bize bir şeyler
söyleyecektir. Kur’an’ı tanıyacağız ki helâk olan toplumlar, silinip giden
saltanatlar, devletler, melikler, Firavunlar, Nemrutlar bir şeyler
söyleyecektir. Bütün mesele tüm dünyaya, tüm hadiselere Kur’an’la bakabilmekten
geçmektedir. Dünyaya bu kitabın gözlüğüyle bakamazsak bu âlemdeki hiç bir âyet
bize bir şey söylemez. Güneş doğar, ay batar, gündüz gelir, gece gider, yağ-mur
yağar, bitki biter ama hiç haberimiz olmaz. Varlığı da, yokluğu da anlamamız
asla mümkün olmaz.
Evet Allah her şeye kâdirdir, her şeye
güç yetirendir. Dilediği kimselere, dileyen kimselere, rahmete yönelen, hidâyete
yönelen, seçimini hidâyetten yana kullanan kimselere rahmet eder, merhamet eder,
ama hür iradeleriyle azabı tercih edenlere, seçimlerini azaptan yana
kullananlara da azap eder. Yâni rahmetini isteyenlere rahmet eder, azabını
isteyenlere de azap eder Allah. Unutmayın ki Ona döndürüleceksiniz. Onun
huzuruna götürüleceksiniz. Ona çevrileceksiniz. Onun sorgulamasına doğru, Ona
hesap ödemeye doğru gidiyorsunuz. Onun hesabına mahkum olacaksınız. Yaşadığınız
bu hayatın faturasını Ona ödeyecek, Onun yargısıyla karşı karşıya kalacak, Onun
hükmüne teslim olacaksınız. Şunu da asla unutmayın ki:
22. “Siz ne yeryüzünde ve ne de
gökte Allah'ı âciz bırakabilirsiniz. Allah'tan başka bir dost ve yardımcınız da
bulunmaz.”
Ne yeryüzünde, ne de gökte Onu
asla âciz bırakamazsınız. Ve sizin için Allah’tan başka ne bir dostunuz, ne
velîniz, ne de yardımcınız yoktur. Şimdi bütün bu gerçekler ortadayken nasıl
oluyor da Allah’ı bırakıp Onun berisinde bir kısım varlıkları Rab, İlâh, tanrı,
tanrıça kabul edip onların arzularını yerine getirmeye, yasalarını uygulamaya
kalkışıyorsunuz? Aklınız yok mu sizin? Bu dünyada Allah’ı bırakıp ta Onun
berisinde Onun yetkilerine, Onun gücüne sahip olmayan birilerini Onun yerine
oturtmak kadar büyük bir felâket olur mu? Yeryüzünde Allah’la savaşmak kadar,
Allah’la çatışma içine girmek kadar büyük bir felâket olur mu? Yeryüzünde
Allah’la savaşa tutuşmak kadar bir yenilgi olur mu? Kim savaşmış Allah’la da
başarmış? Kim silebilmiş yeryüzünde Allah’ı? Göklerde ve yerde bugüne kadar
Allah’ı âciz bırakabilmiş birileri var mı? Biliyor musunuz böyle
birini?
İlk insan, ilk peygamber atamız Adem
(a.s)’ın torunlarından Nuh (a.s) döneminde yeryüzünde küfür ve şirk açığa
çıkmış. O günden bu güne yeryüzünde insanların Allah’la savaşımı anlamına gelen
küfür ve şirk ayırımı devam etmektedir. O gün bugündür kâfir ve müşrikler
Allah’ı yeryüzünde, gökyüzünde, varlık âleminde silmeye çalışıyorlar. Allah’ın
hayata egemenliğini yok etmeye, Allah’ın iradesini bitirmeye, Allah’ın
egemenliği yok etmeye çalışıyorlar. Ne oldu? Neyi başarabildiler? Silebildiler
mi Allah’ı? Yok edebildiler mi Allah’ın iradesini? Hayır hayır Allah hâlâ var ve
yaratıcı, öldürücü, rızık verici, hükmedici olarak var olmaya devam edecek.
Kimse Onu ve hayatta işleyen yasalarını, hayata egemenliğini göklerde ve
yeryüzünde bitiremeyecektir. Kimse Onun yetkisini, saltanatını, rubûbiyet ve
ulûhi-yet’ini en engelleyip bertaraf edemeyecektir.
Bilâkis Onunla, Onun elçisiyle,
Onun diniyle savaşanlar 950 yıl yaşamış olsalar bile Nuh kavmi gibi, yeryüzünün
en güçlü insanları olsalar bile Âd kavmi gibi, yeryüzünün en büyük medeniyetine
sahip olsalar bile Semûd kavmi gibi, dağları yontup ölümsüz evler yapmış olsalar
bile, şımarıklıklarını, ahlâksızlıklarını peygambere kafa tutacak bir noktaya da
getirmiş olsalar Lût kavmi gibi, ekonomik güçlüklerini zirveye çıkarmış da
olsalar Medyen toplumu, Sâlih (a.s)’ın toplumu gibi, veya ben sizin en büyük
Rabbinizim demiş de olsalar Firavunlar gibi, veya o günkülerin teknolojilerini
on katına, yüz katına da çıkarsınlar günümüz kâfirleri gibi, hiç bir zaman
dünyanın en güçlü insanı, en güçlü devleti bile olsalar, akla hayale gelmedik
modern silahlara da sahip olsalar kesinlikle Allah karşısında yine mağlup
olacaklardır.
Evet kim olursa olsun, ne olursa
olsun herkes Allah’ın ölüm yasasına boyun bükmek zorunda kalacaktır. Mümkün
müdür yeryüzünde bir tek insan ölümden kurtulmuş olsun? Var mı böyle birisi? Ben
ölmeyeceğim, ben Allah’la baş edip Onun ölüm yasasına karşı geleceğim diyen bir
insan biliyor musunuz yeryüzünde? Allah’ın yetkilerini elinden alabilen birsini
tanıyor musunuz? Öyleyse ey insanlar gelin akıllarınızı başlarınıza alın da
Allah’la çatışmadan vazgeçin. Ne göklerde ne yerde Allah’tan başka bir velî, bir
dost, bir yardımcı bulamasınız. Onun dostluğunu, Onun velâyetini bırakırsanız
artık kurtuluşunuz yoktur.
23. “Allah'ın âyetlerini ve O'na
kavuşmayı inkâr edenler, işte onlar Benim rahmetimden ümitlerini kesmiş
olanlardır. İşte can yakıcı azap onlar içindir.”
Allah’ın âyetlerini küfredenler,
Allah’ın âyetlerini örtenler, Allah’ın âyetlerini gündemlerinden düşürenler,
Allah’ın âyetlerinin varlığını bitirenler, işlevini bitirenler, Allah’ın
âyetlerini örtüp, örtbas edip bir hayat yaşayanlar ve de Allah’a likayı,
Allah’la kavuşmayı, Allah’la buluşmayı, Allah’ın hesabı ve sorgulamasıyla karşı
karşıya gelmeyi, dirilişi yalan sayanlar var ya, işte onlar Benim rahmetimden
ümitlerini kesmiş olanlardır diyor Rabbimiz. İşte böyleleri için can yakıcı bir
azap vardır. Allah’ın rahmetinden ümit kestiler. Onun için de Allah’ın kendileri
için hazırladığı can yakıcı bir azabı tadacaklar ve asla ondan kurtulma
imkânları da olmayacaktır böylelerinin.
İşte İbrâhim (a.s) bu sözleriyle
toplumunu uyarırken, güzel güzel onların akılarını erdirmeye çalışırken bakın
kavminin de Ona cevabı şöyle oluyordu:
24. “İbrâhim’in sözlerine
milletinin cevabı sadece: “Onu öldürün yahut yakın” demek oldu. Ama Allah onu
ateşten kurtardı. Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler
vardır.”
Dediler ki, öldürün Onu!
Susturun! Sesini kesin! Ateşe atın! Ateşte yakın Onu! Evet işte kâfirlerin,
zalimlerin sözleri, tavırları da böyle oluyordu. Tarih boyunca kâfirlerin,
zalimlerin tavırları hiç değiş-miyor. Onların tek bildikleri asmak, kesmek,
yakmak, vurmak, öldürmek, susturmak, hapsetmek vs. Kendilerini kurtarmaya gelmiş
bir Allah elçisine reva gördükleri işte buydu.
Düşünebiliyor musunuz? Bir
peygamber, kendilerini ateşten kurtarmaya, cehennemden engellemeye gelmiş bir
peygamberi ateşle yakmayı düşünsünler. Allah’ın kendileri için açtığı en büyük
rahmet kapılarından birisini kapatmaya çalışsınlar. Bu ne biçim insanlık değil
mi? Böyle yapanlara insan denebilir mi? Bir Allah elçisi kendini ihmal
edercesine onların kurtuluşu için çabalasın, uğraşsın, gelin müslüman olun ve
Allah’ın ateşinden kurtulun desin, onlar da kalkıp Onu yakmaya çalışsınlar.
Sonuç ne? Sonuç elbette Allah’a aittir. Sonucun sahibi olan Allah, göklerde ve
yerde tek egemen olan irade bakın hükmünü veriyor:
Allah Onu ateşten korudu. Kitabımızın
başka âyetlerinde anlatıldığı şekliyle Rabbimiz: Ey ateş kulumuz İbrâhim’e serin
ve selâmetli ol! dedi de gerçekten İbrâhim üzerine hem serin oldu, hem de
selâmetli oldu. Ve böylece ateşe hükmeden Allah, ateşin boynundaki kulluk ipinin
ucu elinde olan Allah kulu ve elçisi İbrâhim (a.s)’ı ateşten kurtardı. Yakmadı
yakan ateş Onu. Ama aynı ateş İbrâhim’e düşman kesilenleri yakacak yarın.
Muhakkak ki bunda âyetler vardır. Kimin için? İman edenler için. Allah’ın bu
âyetlerine iman eden, Allah’ın bu âyetleriyle yol bulmak, hayatını bu âyetlerle
düzenlemek isteyen, Allah’ın âyetlerine baş vurmak isteyenler için.
Evet İbrâhim (a.s) işte böyle bir
imtihandan başarılı çıkıyordu. Tabii İbrâhim olmak kolay değil. Böyle bir
imtihandan geçip başarmak kolay değil. Böyle zor imtihanlardan geçerken sadece
Rabbine güvenen, sadece Rabbine dayanıp teslim olan atamızı Rabbimiz tüm
insanlığa imam ve önder yapacaktı. Yaptı da Rabbimiz. Ey İbrâhim, Ben seni tüm
insanlığa imam kıldım dedi. Ve işte imamımız, önderimiz, liderimiz, yasal
örneğimiz toplumunu uyarmaya devam ediyor:
25. “İbrâhim şöyle demişti:
“Dünya hayatında, Allah'ı bırakıp aranızda putları muhabbet vesilesi kıldınız.
Sonra kıyâmet günü, birbirinize küfreder ve karşılıklı lânet okursunuz.
Varacağınız yer ateştir; yardımcılarınız da
yoktur.”
Varsın onlar Onu ateşlere atmaya
çalışsınlar, varsın o kâfirler Onu susturmaya, yok etmeye soyunsunlar, bakın
merhameti sonsuz olan Allah’ın merhametli elçisi her şeye rağmen yine de onları
ateşten koruma, cehennemden kurtarma çabasına, onların akıllarını başlarına
getirme uğraşısına devam ediyor. Onları müslüman edip cennete gönderme kavgasını
sürdürüyor. Diyor ki, ey kavmim, sizler bu dünya hayatında o hayatın sahibi olan
Allah’ı bırakıp bir kısım putlara tapınıyorsunuz. Dünya hayatında aranızda bir
sevgi olsun diye o putlar, o yapay tanrılar, sahte tanrıçalar sizi ortak bir
ideale, ortak bir hayata, ortak bir düşünceye götürüyorlar.
Ama unutmayın ki belki Allah
berisinde kendi kendinize uydurup diktiğiniz o putlar, o tanrılar etrafında,
onların arzu ve istekleri çerçevesinde, onların emir ve yasaları içerisinde
güzel bir dünya yaşayabilirsiniz. Ve aranızdaki sevgiyi, bağları, kardeşliği,
vatandaşlığı da onun etrafında geliştirip sağlamlaştırabilirsiniz.
Milliyetçilik, ırkçılık, laikçilik, vatancılık, filâncılık, falancılık gibi
bağlarla birbirlerinize sıkı sıkıya bağlanmış olabilirsiniz. Ve bu dünya
hayatında sarıldığınız bu putlar, desteklediğiniz bu şirk sistemleri sebebiyle
bir takım dünya menfaatlerine ulaşmış olabilirsiniz. Kullar ve tanrılar olarak
bu dünyada birbirinizden faydalanmış olabilirsiniz. O putlar etrafında kurulu
düzenden faydalanma planlarınız size faydalar sağlamış olabilir. O putlar
etrafında, o tanrılar etrafında bir takım dünya ikballerine ulaşmanız mümkün
olabilir.
Ama unutmayın ki bir gün öleceksiniz.
Bir gün ölürsünüz ve yine bir gün dünya da ölür. Bir gün kıyâmet kopar ve bu
hayat son bulur. Ve o kıyâmetin arkasından birbirinize küfredersiniz. O
kıyâmetin arkasından bir kısmınız bir kısmınıza lânet okur. Aranızdaki tüm
menfaat bağları, tüm protokol bağları kopuverir de birbirlerinize küfretmeye,
lânetler okumaya başlardınız. Yok sen ettin, sen yaptın, sen bizi bu hale
getirdin, sen bizi saptırdın, sen bizi kulluktan çıkardın, sen bizi kâfir
yaptın, sen bizi cehenneme sürükledin diyerek birbirinize lânetler savurmaya
başlarsınız da yeriniz yurdunuz ateş oluverir. Ve o zaman asla bir yardımcı da
bulamazsınız kendinize. Sizi o ateşten kurtaracak hiçbir dost bulamazsınız.
Eğer Rab olarak, İlâh olarak, Mâbud
olarak Allah’ı bırakır da böyle birbirinizi tanrılar ve kullar edinirseniz, böyle sahte tanrılar
etrafında toplanarak onlar kaynaklı bir hayat yaşarsanız, belki bu dünyanın
zevklerine, eğlencelerine, geçici devlet ve saltanatlarına ulaşabilirsiniz.
Geçici güç ve kuvvetlerini elde edebilirsiniz. Allah’ı bırakıp bu sahte
tanrılara kulluğunuz sayesinde dünya menfaatlerini devşirebilirsiniz.
Ama bir gün kıyâmetin kopuşu
gerçekleşip de Rabbinizin huzurunda toplandığınız bir ortamda sahte kullar ve
tanrılar olarak birbirinizin yakasına sarılıp birbirinize küfretmeye başlayacak,
birbirinizi suçlamaya, birbirinize lânet okumaya başlayacaksınız. Ey alçak
tanrı, senden dolayı oldu bu. Senin yüzünden bunlar başımıza geldi. Senden
dolayı, senin hatırına ben kâfir oldum. Senin takip ettiğim için, senin
arzularına, senin yasalarına teslim olduğum için ben müşrik ol-dum. Şu anda bu
cehenneme gitmeme sebep sensin. Sen beni zorlamasaydın, sen beni Rabbimle,
Rabbimin arzularıyla, Rabbimin yasalarıyla baş başa bıraksaydın ben seni değil
Rabbimi dinleyecektim.
Sen bizim hukukumuzu
değiştirmeseydin, sen bizim kılık kıyafetimizle oynamasaydın, sen bizim dilimizi
değiştirmeseydin, sen bizim dinimizi yasaklamasaydın, sen bizim kitabımızı
öğrenme yollarımızı kapamasaydın, sen bizim okullarımızı kapatmasaydın, sen
bizim yasalarımızı değiştirip kendi yasalarını bize dayatmasaydın şimdi bir bu
ateşe gitmeyecektik. Sen yaptın alçak. Sen bozdun hain. Bütün suç sendedir diye
birbirinizi suçlamaya, birbirinize küfretmeye, lânet okumaya başlayacaksınız.
Şimdi birbirlerini alkışlayan, efendim senin için varız, senin için yaşıyoruz,
senin yolunu takip ediyoruz diyenler, birbirlerini tanrılar kullar kabul edenler
yarın birbirlerini kötüleyecekler.
Ama istedikleri kadar birbirlerini
kötülesinler, istedikleri kadar birbirlerine lânet okusunlar, her iki taraf ta
cehenneme gidecekler. Tanrılar da, kullar da, tanrı kabul edilenler de, kul
kabul edilenler de ateşte birleşecekler. Ve orada, birlikte girdikleri
cehennemde asla bir yardımcı bulamayacaklar. Ne tanrılar kullarına yardımcı
olabilecek, ne de gönüllü kullar tanrılarını kurtarabilecekler.
Halbuki bu dünyada ne kadar da
birbirleriyle beraberlerdi değil mi? Bu dünyada ne kadar da birbirlerine
bağlılardı değil mi? Kullar bu dünyada tanrılarına laf ettirmiyorlardı.
Tanrılarının yasalarına toz kondurmamaya çalışıyorlardı. Tanrılarını her
tür tehlikeye karşı korumaya, koruma
yasaları çıkarmaya çalışıyorlardı. Tanrıları adına canlarını bile seve seve
vermeye hazır görünüyorlardı. Tanrıları hatırına Allah’a Allah’ın dinine,
Allah’ın şeriatine ürmeye çalışıyorlardı. Allah’ın peygamberine düşmanlıkta
tanrılarıyla işbirliği yapıyorlardı. İbrâhim (a.s)’ı ve Onun yolunun yolcularını
ateşlere atmaya, kodeslere tıkmaya, susturmaya çalışıyorlardı. Müslümanları
yeryüzünden silmenin hesaplarını yapıyorlardı. Tanrıları adına İbrâhim (a.s)’ın
cezalandırılıp ateşe atılışını zevkle seyrediyorlardı. Ekonomik ve siyasal
güçleri, kuvvetleri onları sersem ediyordu. Allah, peygamber, din, ölüm,
diriliş, hesap, kitap hiçbir şey hatırlamaz hale geliyorlardı.
Ama işte şimdi her şey bitti.
Hayat bitti, dünya bitti, saltanat bitti, güç kuvvet bitti, tanrılık bitti,
kulluk bitti, protokoller bitti ve şu anda İbrâhimlerin kendilerini ateşten
kurtarmaya çalışmalarına karşılık İbrâhimleri ateşe atmaya çalışanlar ateşin
içindeler, cehennemi boylamışlar ve orada birbirlerine küfretmekle meşguller.
Dünyayı cennete çevirmeye çalışan müslümanların dünya hayatını cehenneme
çevirmeye çalışan akılsızlar şu anda cehennemde birbirlerini lânetliyorlar.
Halbuki onlar insan olarak
yaratılmışlardı. Allah onlara akıl, fikir, göz, kulak ve kalp vermişti. Halbuki
Allah onları ahsen-i takvim üzere yaratmıştı. Halbuki Allah meleklerine bile
vermediği üstün özelliklerle donatmıştı onları. Halbuki her bir dönemde Allah
elçilerini, kitaplarını göndermişti onlara. Görsel ve işitsel âyetleriyle karşı
karşıya bırakmıştı onları Rabbimiz. Bütün bunlara rağmen yine de onlar bakın
kendilerini kurtarmaya gelmiş bir Allah elçisine düşman kesiliyorlar, onunla
beraber olan müslümanlara en acımasız cezalar vermeye çalışıyorlar. Küfrü,
şirki, Allah’la çatışmayı şeref zannediyorlar. Bu nasıl bir hayat? Bu nasıl bir
anlayış gerçekten anlamak mümkün değil. Evet insanlar, toplumu İbrâhim (a.s)’ı
reddettiler, yalanladılar ama:
26. “Bunun üzerine Lût ona inandı
ve İbrâhim “Doğrusu ben Rabbimin dilediği yere hicret ediyorum, O şüphesiz
güçlüdür, Hakimdir” dedi.”
Lût İbrâhim (a.s)’a iman etti.
Evet İbrâhim (a.s)’ın ateşe atılışından ve ateşe hükmeden Rabbimizin ateşin
yakma yasasını değiştirip İbrâhim’i yakmayışından sonra toplumu içinde kendisine
iman eden sadece Lût (a.s) ın olduğunu görüyoruz. Rabbimizin anlatımından bunu
çıkarıyoruz. Tabii en doğrusunu Rabbimiz bilir. Kur’an’ın anlatımlarından
bildiğimiz o ki, ta ilk başından İbrâhim (a.s) a karısı Sâre annemiz iman etmiş.
O annemiz daha önce iman ettiği için burada ondan söz edilmiyor anlıyoruz.
İbrâhim (a.s) bu günkü Bağdat
şehri yakınlarında Ur şehrinde dünyaya gelir. Ve ilk olarak orada babasını
İslâm’a dâvet ediyor, kavmini İslâm’a dâvet ediyor, onlara işte En’âm sûresinin
beyanıyla ayın, güneşin, yıldızların tanrı olamayacağını delileriyle anlatıyor.
Sonra halk bir bayram yerine gittiği zaman putları kırıyor ve orada ateşe
atılıyor. Kavmiyle uzun ve yorucu bir mücâdeleden sonra kendisine iman eden
yeğeni Lût (a.s) ve eşi Sâre annemizle birlikte di-yorlar ki
bakın:
Ben Rabbime hicret ediyorum. Ben
Rabbimin dinine hicret ediyorum. Ben Rabbimin yoluna giriyorum. Ben muhacir
oldum Allah’a. Ben muhacir oldum Allah yoluna. Muhakkak ki Allah Azizdir, Allah
Hakimdir. İzzet ve şeref sahibi olan da, hikmet ve Hâkimiyet sahibi olan da
benim Rabbimdir. Dilediğine hükmeden, dilediğini yapan ve yaptığı her şeyde
hikmet olan Odur.
Evet İbrâhim (a.s)’ın hicreti gündeme
geliyor. Irak’ın başkenti olan Bağdat o günün dünyasında en şaşaalı dönemini
yaşıyordu. Dünyanın en görkemli bir saltanat şehriydi. Ve İbrâhim (a.s) o şehrin
yakınlarında Ur şehrinde dünyaya geliyor. Biraz önce dediğimiz gibi orada ateşe
atılıyor. Ve oradan hicret etmek zorunda kalıyor. Ve Türkiye’nin Güneydoğu
bölgesinde Suriye’ye en yakın olan Urfa’nın güneyindeki Harran’a geliyor, sonra
oradan da oğlu İsmail ile birlikte Hicaz’a, yâni Mekke’ye gidiyor. Mekke,
Medine, Kudüs, Mezopotamya, Fırat ve Dicle aralarında sürekli Allah’ın dinini
tebliğle uğraşıyor. Bu bölgeler zaten Kur’an’da zikredilen peygamberlerin zuhur
ettiği bölgelerdir.
Evet Harran’a gelir Allah’ın elçisi.
Burada ne kadar kaldı bil-miyoruz. Bu bölge insanlarına Allah’ın dinini tebliğ
etti. Bundan sonra güney batıya doğru bir seferi daha var biliyoruz. Yâni Şam
topraklarına doğru, Filistin yurduna doğru, yâni bugünkü El Halil kentine kadar
uzanan bir yolculuk daha yapıyor. Ve en sonunda vatan olarak, hicret yurdu
olarak kendisi için seçtiği yer bu El Halil kenti, yâni Filistin toprakları
oluyor. İleriki dönemlerinde İbrâhim (a.s)ın torunlarından Ya-kub (a.s) bu yurdu
terk edip Mısıra gider. Ama daha sonra Mûsâ ve Harun (a.s)’lar döneminde
Rabbimiz müslümanlara tekrar o yurda dönmelerini emreder. Ve müslümanlar Mûsâ
(a.s)’dan sonra o ata yurtlarına ulaşırlar. Sonra yurtlarını müslümanlar bir
daha kaybederler ve Davut ve Süleyman (a.s)’lar döneminde tekrar müslümanlar
Filistin topraklarını ve El Halil kentini ele geçirirler.
Zaten El Halil, Halilür Rahmân
olan İbrâhim (a.s)’ın ismine izafeten verilmiş bir isimdir. Müslümanlar orada
Süleyman ve Dâvûd (a.s)’lar döneminde çok görkemli bir hayat yaşarlar. Süleyman
(a.s)’ın vefatından hemen sonra burada müslümanlar işgale uğrarlar. Ve bu
Kudüs’ün işgali ikinci Halîfe Hz. Ömer’in hilafeti döneminde Kudüs’ün fethine
kadar sürer. Hz. Ömer döneminde Kudüs tekrar müslüman-ların eline geçer. Ve çok
uzun bir dönem müslümanların elinde olan mukaddes Kudüs şehri Haçlı orduları
tarafından tekrar işgal edilir. 70, 80 yıl kadar Hıristiyan medeniyetine şahit
olur. Sonra tekrar Sela-hattin-i Eyyubi tarafından Kudüs fethedilir. Ve 1918
yılına kadar müs-lümanların elinde kalır. Bu tarihte müslümanların tüm dünyada
özgürlüklerini kaybetmelerinden sonra Kudüs ve Filistin toprakları
müslü-manların elinden çıkar.
Evet işte böyle İbrâhim (a.s)’ın
hicreti devam ederken, yeğeni Lût (a.s) da El Halil kentinin 40, 50 kilometre
yakınlarında halkı ahlâksız mı ahlâksız, rezil mi rezil bir bölgeye elçi olarak
gönderilir. Biz şimdi Ankebût sûresinin anlatımına devam edelim
inşallah:
27. “İbrâhim'e İshak'ı ve Yakub'u
bahşettik. Soyundan gelenlere Kitap ve peygamberlik verdik. Onu dünyada
mükafatlandırdık; doğrusu o âhirette de
iyilerdendir.”
Evet İbrâhim (a.s)’a İshak ve
Yakub’u lütfettik diyor Rabbimiz. İbrâhim (a.s) El Halil kentindeyken Rabbimiz
Ona oğlu İshak’ı lütfeder. Atamız 90-100 yaşlarında, anamız Sâre de 70-80
yaşlarında iken Rabbimiz onlara oğul olarak İshak’ı verir. Sonra İshak (a.s) dan
da Yakub’u verir. Ve böylece atamız ve anamız bir oğulla birlikte bir toruna da
nail olurlar. Ve Onun soyundan gelenlere, zürriyetine de kitap ve peygamberlik
verdik buyuruyor Rabbimiz.
Evet İbrâhim (a.s)’ın
zürriyetinden İshak (a.s), İshak (a.s)’ın zürriyetinden Yakub (a.s), Yakub
(a.s)’ın zürriyetinden Yusuf (a.s), daha sonraları yine onun zürriyetinden Mûsâ
ve Harun (a.s)’lara peygamberlik ve Tevrat verilir. Daha sonra onların
zürriyetlerinden Dâvûd ve Süleyman (a.s)’lara Zebur, daha sonra onların
zürriyetlerinden Zekeriya, Yahya ve Îsâ (a.s)’a İncil ve elçilik verilir.
Rabbimiz onların hepsini peygamberlik şerefiyle şereflendirir. Onlara Biz
mükâfatlarını daha dünyada verdik. Ve onlar âhi-rette sâlihlerden oldular.
Âhirette Allah’ın razı olduğu bir hayatı yaşayan kimselerden oldular. Şimdi de
anlatım Lût (a.s)’a geliyor:
28, 29. “Lût da, milletine şöyle
demişti: “Doğrusu siz dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir
hayasızlığı yapıyorsunuz. Erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda
fena şeyler yapmıyor musunuz? “Milletinin cevabı: “Doğru sözlü isen bize
Allah'ın azabını getir” demek oldu.”
Evet az evvel ifade ettiğim gibi
İbrâhim (a.s)’ın yeğeni Lût (a.s) atamıza kimsenin inanmadığı bir ortamda ilk
defa iman etmiş, onunla birlikte hicret yoluna çıkmış ve amcasının ikâmet ettiği
şehrin yakılarında bir şehirde peygamber olarak görevlendirilmiştir. Bakın O da
kavmine, halkına şöyle diyordu: Ey kavmim, siz kötülük yapıyorsunuz. Siz
fuhşiyyata sapmış bir topluluksunuz. Şimdiye kadar âlemlerde, memleketlerde
görülmemiş çok kötü, çok rezil bir iş peşine düşmüşsünüz. İnsanların dışında
başka hayvanlar arasında bile görülmedik, duyulmadık bir ahlâksızlık içine
gömülmüşsünüz. Siz sizin için yaratılmış kadınları bırakıp erkeklere
gidiyorsunuz. Cinsel ihtiyaçlarınızı hemcinslerinizle gidermek yerine eş
cinslerinizle gidermeye kalkışıyorsunuz. Rabbiniz tarafından size helâl kılınan
kadınlarla evlenmek yerine erkeklere giderek çok rezil bir hayatı yaşıyorsunuz.
Bunu önceki sûrelerde anlattım.
Sonra sizler ey kavmim yolları
kesiyorsunuz. İnsanların yollarını kesiyorsunuz. Ve bu kötülükleri de üstelik
gizli filân da yapmı-yorsunuz. Açıktan açığa herkesin gözleri önünde
işliyorsunuz. Ve Allah korusun böyle yoldan çıkmış ahlâksız bir toplum içinde
görüyoruz ki Allah elçisi Lût (a.s)’ın imtihanı gerçekten çok zordur. Kadınları
bırakıp homoseksüelliği aralarında yasallaştırmış, yol kesmeyi, insan soymayı
meşrulaştırmış ahlâksız bir toplum içinde bu insanları Allah’a kulluğa, İslâm’a
dâvet edecek. Allah’ı unutmuş, âhireti unutmuş çılgınlar gibi eğlenen,
hayatlarında hiçbir sınır tanımayan dünyanın en görkemli hayatını yaşayan bir
toplumu yola getirecek. Onların pislikleri bırakıp tertemiz bir hayata
çağıracak. Bakın Onun bu mahza hayır dâvetine karşılık kavminin cevabı şöyle
olmuştu:
Ey Lût, eğer bu sözlerinde
sadıklardansan, eğer bunları ispata hazırsan haydi azap olarak bize ne
getireceksen getir de görelim bakalım dediler. Gerçekten sen Allah tarafından
bize gönderilmiş bir peygambersen, bu dediklerin gerçekten Allah’tansa bu
ediklerini reddetmemize karşılık haydi ne tür bir azapla bizi tehdit ediyorsan
onu getir de görelim, haydi gücün neye yetiyorsa göster, elinden geleni arkana
koyma dediler. Onların bu meydan okuyuşlarına karşı dedi
ki:
30. “Lût: “Rabbim! Bozgunculara
karşı bana yardım et. “ dedi.”
Ya Rabbi şu karşımdaki kâfirler
topluluğuna karşı bana yardım et. Şu bozgunculara karşı, şu müfsitlere, şu
ahlâksızlara karşı, şu Senin gösterdiğin helâl yollardan cinsel arzularını
tatmin edecekleri ve Sana şükredecekleri yerde, Senin kendileri için yarattığın
tertemiz kadınlarla evlenecekleri yerde yoldan çıkıp kendileri için çok rezil
bir hayatı tercih eden sapıklara karşı bana yardım et ya Rabbi diye Rabbine
yalvarıp yakardı. Önceki derslerimizde Rabbimiz Onun mücâdelesini de
detaylarıyla anlatmıştı.
Evet bu ahlâksız toplumun, Lût
toplumunun azap günü, helâk günleri yaklaşmıştı. Rabbimizin onlar için de takdir
buyurduğu ecel gelmişti. O toplumu helâk etmek için Rabbimizin görevlendirdiği
melekler ilk önce İbrâhim (a.s)’ın yanına uğrarlar.
31. “Elçilerimiz İbrâhim'e müjde
ile geldiklerinde: “Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zalim
kimselerdir dediler.”
Elçiler bir müjde ile İbrâhim’e
geldiler. İbrâhim (a.s)’a müjdeleri Ona bir evlât idi. Ona İshak’ı
müjdeleyeceklerdi. Karısı Sâre anamızdan atamıza İshak’ı müjdelediler. Sonra da
atamıza ve anamıza Allah’ın melekleri dediler ki, şu karye, şu şehir var ya, Şu
Lût’un içinde bulunduğu ahlâksız kent var ya Biz o şehrin ahalisini helâk etmeye
geldik dediler. Çünkü o şehrin ahalisi zalimdir. Onlar kendilerini bulunmamaları
gereken yerde tutan, kendilerini Rablerine kulluk ortamından çıkarıp
nefislerinin ve şehvetlerinin mahkumu yapan kimselerdir. Onlar Allah ve Resûlüne
isyan etmiş, yeryüzünde bozgunculuk yapan yapmaktadırlar. Yeryüzünde Allah’ın
düzenini bozmuş insanlardır. Yeryüzünde Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan
insanlardır. Ve şu ana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş, hiçbir toplumun
yapmadığı bir pisliğin içinde yüzmektedirler. Biz o toplumu helâk etmeye
gidiyoruz dediler. Bunu duyan İbrâhim (a.s) dedi ki:
32. “İbrâhim: “Ama Lût oradadır"
dedi, elçiler; “Biz orada olanları daha iyi biliriz; onu ve geride kalanlardan
olacak karısı dışında ailesini kurtaracağız"
dediler.”
Orada Lût var ama. Yâni şimdi siz
orayı helâk edeceksiniz, ama orada Lût var. Söylesenize Lût ta mı bu helâke
dahildir? Lût ta mı onlarla birlikte helâk edilecek? Melekler dediler ki, Biz
orada kimin olduğunu gâyet güzel biliyoruz. Merak etmeyin, Onu ve ehlini
kurtaracağız bu helâkten. Ama karısı müstesna. Ehlinden karısı bu kurtuluşun
dışındadır. Çünkü o helâk olanlardan olacaktır. O da aynen diğerleri gibi helâki
yudumlayacak. O da ötekilerin azabına mahkum olacak. Bunu duyan İbrâhim (a.s)
biraz rahatladı. Ve Elçiler oradan ayrıldılar.
33,34. “Elçilerimiz Lût'a
gelince, onun fenasına gitti; çok sıkıldı. Ona, “Korkma ve üzülme, doğrusu biz
seni ve geride kalacaklardan olan karının dışında, aileni kurtaracağız. Bu
kasaba halkına, yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten, elbette bir azap
indireceğiz” dediler.”
Elçilerimiz Lût (a.s)’ın yanına
geldiler. Ve Onlardan dolayı, Onların gelişinden dolayı Lût (a.s) epey
rahatsızlandı, kötüleşti. İçi daraldı. Çok sıkıldı. Şimdi bu durumda ben ne
yapacağım? dedi. Çünkü o güne kadar Ona ahlâksız toplumunun kendisine en büyük
zulümleri evine misa fir aldığı zamanlarda olmuştu. Ey
Lût kesinlikle evine misa fir almayacaksın diyorlardı.
Böylece misa firperverler dışarıdan gelen
erkeklere evlerini açmayacaktı ki o gelenler onların kucağına düşeceklerdi.
Onlar da o gelen yabancıları, o misa firleri hem ekonomik yönden, hem
de cinsel yönden sömürebileceklerdi.
Ama bu ahlâksızların
ahlâksızlıklarına, sömürülerine fırsat vermemek için Allah’ın elçisi Lût (a.s)
gelen insanları evine misa fir alınca böylece o insanlar
onların şerlerinden korunmuş oluyorlardı. Otellerinde, pansiyonlarında ne
ekonomik sömürülerine, ne de cinsel ahlâksızlıklarına sömürü aracı olmuyorlardı.
Çünkü Lût (a.s) evine aldığı misa firlerinden hiçbir şey talep
etmiyor ve böylece berikilerin sömürü çarklarına engel oluyordu. Adamlar
gelenleri otellerinde, lokantalarında, misa firhanelerinde sömüremiyorlardı.
Onları cinsel arzularının tatmin aracı yapamıyorlardı. İşte bu yüzden Lût
(a.s)’a gelen misa firleri evine almaması konusunda
sıkı, sıkı tembihte bulunuyorlardı.
Ve işte şimdi Onun evine yine
misa firler gelmiş Lût (a.s) büyük bir
sıkıntı içine düşmüştü.
Onun bu tedirginliğini gören Allah’ın
melekleri dediler ki ey Lût, korkma, kederlenme, mahzun olma. Biz seni ve ehlini
bu zalimlerden kurtaracağız. Ancak karın hariç. O helâk olacak. Onun dışında
seni ve ehlini kurtaracağız. Lût (a.s)’ın kurtulacak ehli sadece iki
kızcağızıydı. İki kızcağızından başka zaten kendisine iman eden kimse yoktu. Bir
kendisi ve bir de iki kızcağızı.
Evet yüz binleri aşan bir şehir
içinden sadece üç mü’min. Kendi başına tertemiz kalabilen ve pislerle kavgasını
en güzel bir şekilde sürdürebilen, sürekli onlara uyarıda bulunabilen Lût (a.s).
Hayalinizde canlandırabildiniz mi? Ne kadar zor bir imtihan değil mi? Gerçekten
işte Rabbimizin beyanlarıyla her bir peygamberin özelliklerini tanıdıkça
anlıyoruz ki onların hayatları bambaşkadır. Allah desteğinde bir hayat yaşayan
bu Allah elçileri yaşadıkları bu güzel hayatlarının karşılığı olarak cennetin en
yüksek makamlarına gidecekler.
Çünkü bu dünyada Allah’a en
samimi, en güzel kulluk yapanlar onlardır. Sıkıntıların, imtihanların en
büyüğüne tabi tutulanlar onlardır. Kâfirler karşısında en büyük direnci, en
büyük sabrı gösterenler onlardır. Onlar sadece Allah’ın vahyini insanlara
ulaştıran bir posta memuru değil, aynı zamanda vahyi en güzel bir şekilde
uygulayıp pratikte insanlara gösterenlerdir. Allah’tan gelen vahyi bir yere asıp
gelin ilginizi çekerse alın, değilse siz bilirsiniz diyen birisi değildir
peygamber. O vahyin kavgasını veren, dâvetini gerçekleştiren, eziyetlerine,
işkencelerine göğüs geren insanlardır. İşte görüyorsunuz Lût (a.s)’ın durumunu.
Rabbimiz buyuruyor ki ey Lût seni ve ehlini onların elinden kurtaracağız.
Sizi kurtaracağız ve şu şehir
ahalisinin üzerine gökten bir azap indireceğiz. Fâsık olduklarından dolayı
onların üzerine gökten bir azap indireceğiz. Ama gökten gelecek bu azabın ne
olduğunu başka âyetlerden öğreniyoruz. Melekler o sapıkların şehrini kaldırıp
tepetakla yere çaldılar. Üzerlerine de Allah katında âdeta kodlanmış, şu şunun
başına, bu bunun başına vurulacak diye işaretlenip belirlenmiş çamurdan taş
azabı yağdırdılar. Ve çılgınlar gibi akla hayale gelmedik eğlenceler içinde,
ahlâksızlıklar içinde, fuhşiyyat içinde kıvranan o toplum gecenin sabah vaktine
doğru hayata, dünyaya, eğlenceye veda ediyordu.
35. “Andolsun ki, Biz, düşünen
kimseler için bu kasabadan apaçık bir belgeyi geride
bırakmışızdır.”
Muhakkak ki onlarda Biz düşünen,
anlayan insanlar için, aklını kullanmak isteyen bir kavim için apaçık bir âyet,
bir delil bıraktık, terk ettik. İşte Lût kavminin geride kalmış âyetini
Mekkeliler görüyorlardı. Şam taraflarına ticaret için giderlerken yollarının
üzerinde görüyorlardı. Ve bugün şu anda yaşayan tüm dünya insanı görüyor o
bölgeyi. Lût gölünün bulunduğu bölge. Allah’a isyan eden bir toplum yere batmış
ve bir krater gölü oluşmuş. Eğer insanlar şu elimdeki kitabın âyetlerini biraz
yakından tanıyabilseler, o âyetleri bu âyetler rehberliğinde bir okuyabilseler
elbette bu âyetler onlar için çok şey söyleyecektir.
Ama maalesef bu kitabı
tanımayanlar için o âyetler hiçbir mânâ ifade etmeyecektir. Bu kitabı tanımayan
insanlar Lût gölünün çevresinde de otursalar, Lût gölünün içinde de yatsalar
hiçbir şey anlamayacaklardır. Zaten hainler insanlar Lût (a.s) ve toplumuyla
ilgi kurup ta Lût (a.s)’ı ve yere batan toplumunu bilmesinler diye atlaslardan
Lût gölünün adını bile değiştirmeye Bahr’ul Muhît, ölü deniz filân demeye
çalışıyorlar.
36,37. “Medyen halkına kardeşleri
Şuayb'ı gönderdik. O, “Ey milletim! Allah'a kulluk edin, âhiret gününe umut
besleyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın" dedi. Ama onu
yalanladılar. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler.”
Evet Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı
gönderdik. Şuayb (a.s) da gönderildiği topluma diyor ki, ey kavmim Allah’a
kulluk edin, sadece Allah’ı dinleyin. Üzerinizde, hayatınızda yetki ve otorite
sahibi olarak sadece Allah’ı kabul edip Ona itaat edin. Onun istediği gibi bir
hayat yaşayın. Âhiret gününe umut besleyin. Âhiretin hesabı konusunda dikkatli
davranın. O gün hesaba çekileceğinizi hatırınızda canlı tutun da yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnsanların dinlerini bozmayın,
ekonomiyi bozmayın, hukuku bozmayın, eğitimi bozmayın, kılık-kıyafeti bozmayın,
hayatı bozmayın dedi.
Ama o toplum da Allah’ın elçisini
dinlemediler. Medyen’liler de Şuayb (a.s)’ı yalanladılar. Ve bu yüzden,
işledikleri bu suçlar yüzünden onları bir racfe, bir sarsıntı, bir deprem, ya da
geberin geberesi-celer diye bir ses yakaladı da hepsi oldukları yere diz
çöküverdiler. Oldukları yere yığılıp kaldılar. Evlerinin ortasında diz çökülü
kalıverdiler. Zaten ölüydü bu kâfirler. Çünkü vahiyle ilgi kuramamış insanların
tamamı ölüdürler. Kur’an ve sünnetle tanışmamış insanların tamamı ölüdürler.
İşte bu ölüleri bir sarsıntı
kendilerine getiriverdi. Yâni Allah’tan gelen bir racfe, bir sarsıntı onları
olmaları gereken konuma getiriverdi. Onlar hayatlarında diz çöküp Allah’a kulluk
yapmaları gerekirken, bundan kaçınıyorlardı da bir sarsıntı onları diz
çöktürüverdi.
O ana kadar Allah huzurunda diz çökmeye
yanaşmayan alçaklar çaresiz diz çöküverdiler. Kazandıkları o malları mülkleri,
çalıp çırptıkları servetleri, o makamları mansıpları, güçleri kuvvetleri,
medeniyetleri onları Allah’ın azabından kurtaramadı. Ekonomik yönden çok büyük
bir güce sahip oldukları halde bu güç ve kuvvetlerine güvenerek Allah’a ve
Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde evlerinde
ıhıverdiler.
38. “Âd ve Semûd milletlerini de
yok ettik. Bunu, oturdukları yerler göstermektedir. Şeytan kendilerine,
işlediklerini güzel gösterdi; onları doğru yoldan alıkoydu. Oysa kendileri bunu
anlayacak durumda idiler.”
Kitabımızın başka yerlerinde
detayı anlatılan Âd ve Semûd toplumlarını da helâk etti Rabbimiz. Şu anda Âd ve
Semûd’un oturdukları şehirlerin, kurdukları medeniyetlerin günümüze intikal eden
kalıntılarından bu toplumların ne kara güçlü ve kuvvetli olduklarını anlıyoruz.
Şeytan Allah’la, Allah’ın elçileriyle savaşımlarını onlara süslü gösterdi de
onları Allah yolundan, Allah’a kulluk yolundan alıkoydu. Halbuki kendileri hakkı
anlayabilecek bir özellikte yaratılmışlardı.
39. “Karun'u, Firavunu ve
Hâmân' ı da yok ettik. Andol-sun ki Mûsâ kendilerine belgelerle gelmişti de
onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Oysa azabımızdan
kur-tulamazlardı.”
Karun, Firavun ve Hâmân. Bir
döneme imzasını atan üç şahsiyet. Ankebût sûresinin bu bölümünde de bunlar
gündeme alınıyor. Mü’min sûresinde Mûsâ (a.s)’ın Firavuna, Karun’a ve Hâmân’a
gönderildiği anlatılıyor. Allah karşıtı bir özelliğe sahip olan, yeryüzünde
Allah’la savaşın sembolü üç zalim, üç müstekbir. Kısaca tarihe birer karakter
olarak mal olmuş ve hemen hemen her dönemde bulunan bu üç insandan, bu üç
kişilikten kısaca söz edelim.
Karun, Kasas sûresinin beyanıyla Mûsâ
(a.s)’ın kavminden, yâni İsrâil oğullarındandı. Firavun ve Hâmân Kıptilerin
ileri gelenlerinden Karun da İsrâil oğullarındandır. Karun para babasıdır. Allah
kendisine çok mal mülk vermiştir. Kitabımızın ifadesiyle hazinelerinin
anahtarlarını bir grup insanın ancak taşıyabildiği zenginlikte birisi.
Elmalı
merhum Karun için kapitalist adamın örneği diyor. Yâni o dönem gerçekten hoş bir
tabir kullanmış. Firavun zulmün, istibdadın, idare mekânizması olarak
temsilcisiyken, Karun da ekonomi dünyasının zulüm ve istibdadının temsilcisidir.
Parasının büyük bir bölümünü Firavun sisteminin devamına harcayan, Firavun
sistemini parasıyla ayakta tutmaya çalışan, çünkü Firavunun zulüm düzeni devam
ettikçe de para kazanan birisidir. Üstelik de bu adam az evvel de ifade ettiğim
gibi İsrâil oğullarındandı, yâni Yakub (a.s) ın çocuklarından-dı. Ama alçak
kendi kavminden olan, kendilerini kurtarmak için gelmiş Mûsâ (a.s)’ın ve
müslümanların safında yer alacağı yerde Firavunun safında yer almış, toplumuna,
milletine ihanet etmiş bir haindi.
Yâni hem
ezilen, horlanan, köleleştirilen toplumdan
olacak, hem de ezenlerle beraber olacak. İşte adamın en büyük yanlışı bu
bir kere buydu. Kendi kendini reddetmiş, kendi kendini ezmeye, kendi kendine
yararı olmamaya, ihanet etmeye yönelmiş bir kişilik. Sanki intihar edip kendi
kendini yok etme savaşında bulunmuş, kendi ölümüne yardımcı olmaya karar vermiş
bir tip.
Bu tipleri
günümüzde de görürsünüz. Kendi ailesini, kendi din kardeşlerini para ve makam
karşılığında satmaya çalışan birisi. Bizim toplumda da pek çoktur böyleleri
değil mi? Dışardan, içerden bir kısım zalimlerin desteğini alarak kendi
milletine, kendi toplumuna, kendi dinine karşı bağy içinde olan, azgınlık ve
zulüm içinde pek çok zalim var şu bizim toplumda da. Hep kendi kardeşlerine dış
kâfirler adına zulmetmektedirler. Hep kendi kardeşlerini ezmektedirler.
Evet işte Karun bu. Ekonomik gücüne
güvenerek Allah’a isyan eden, toplumuna ihanet eden toplumun siyasal tanrısı
olan Firavunu destekleyerek onun zulmünü, sistemini ayakta tutmaya çalışan bir
tip. Birisi siyasal tanrı, ötekisi de ekonomik tanrı birlikte hareket ediyorlar.
Firavun da kitabımızın pek çok yerinde
özellikleri, tuğyanı anlatılan ve kıyâmete kadar toplumlar içinde bulunacak,
tanrılık iddiasında bulunan, insanları Allah’a kulluktan koparıp kendi
yasalarına kul köle edinen, Allah’la savaşa tutuşan, müslümanlara acımasız
eziyet ve işkencelerde bulunan bir zalim devlet başkanı, bir zalim tanrı
taslağı. Müslümanların varlığına asla tahammülü olmayan, onların çocuklarını
daha doğmadan yok etmeye, engel olamayıp doğanları da verdiği eğitimle öldürmeye
çalışan bir zalim hükümdar. İmanlarından dolayı müslümanları potansiyel suçlu
gören, en ağır işleri onlara reva gören, erkeklerini köleleştirip, kadınlarını
iffetsizleştirmenin kavgasını veren bir zalim.
Evet Karun, Hâmân ve Firavun. Üçlü
çete, ya da bir zulüm sistemini ayakta tutan üç sacayağı. Tarihin her döneminde
zalimler, zulüm sistemleri bu üçlü sistemle ayakta durabilmişler, her devirde
küfür ve şirk hep bu üçlü sisteme
başvurmuştur. Her dönemde küfür ve şirk düzenleri ayakta durabilmek için buna
baş vurmuştur. Karun ekonomi dünyasının lideri ve reisi olarak küfrün hizmetçisi
olmuş, Firavun siyasetin, ya da idare mekânizmasının temsilcisi olarak küfrün
hizmetçisi olmuş, Hâmân da Firavuna danışmanlık, fikir üreticiliği yapmış
birisidir.
Evet Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) onlara
belgelerle, mûcizelerle, Allah’tan apaçık âyetlerle gelmişti de onlar Allah
elçisine ve getirdiği hidâyete karşı müstekbir davrandılar. Büyüklendiler, ama
Rabbimiz diyor ki onlar asla bizi geçecek, bizi mağlup edecek değillerdi.
Allah’la yarışabilecek değillerdi onlar. Çünkü peygamberle savaşanlar,
müs-lümanlarla savaşanlar Allah’la savaşıyorlar demektir.
Aslında bu
üç şahsiyet de Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) la yüz yüze geldikleri andan itibaren
işleri bitmiştir. Ama kuyruğu dik tutup Allah’ın elçisiyle kavgayı sürdürürler.
Adım adım helâke, mağlubiyete yaklaşan bir halet-i ruhîyeyle peygamber
karşısında direnmeye çalışırlar bir süre. Sihirbazlara sığınırlar. O güne kadar
besleyip büyüttükleri bilim adamlarına, sanat adamlarına, proflarına,
hukukçularına, eğitim uzmanlarına, şairlerine, ediplerine sığınırlar. Gelin
toplanın da Mûsâ kar-şısında şu yıllardır ekmeğini yediğiniz sisteminizi
kurtarın derler.
Ama
umdukları gerçekleşmez. Allah elçisi karşısında tüm sihirbazlar iman ederler.
Firavun şaşkındır, Hâmân şaşkındır, Karun perişandır. Sonra Rabbimiz onların
akıllarını başlarına getirmek için kıtlıklar gönderiyor, tufan, çekirge, bit ve
kan belâlarıyla Rabbimiz te-melinden sarsıyor onları.
Yeryüzünde Rablik iddiasında bulunan
zalim Firavun en sonunda bir gün denizde boğulma helâkiyle karşı karşıya
kalırken ben iman ettim Allah’a! Ben iman ettim İsrâil oğullarının İlâhına! Ben
müs-lümanlardanım! demek zorunda kalıyordu. İşte kıyâmete kadar Firavun yolunu
takip eden tüm sahte tanrılara, siyasal gücüne güvenerek kendini tanrılık
makamında görenlere Firavunun en büyük mesajıydı.
Ey
insanlar, ey benim yolumda gidenler, hiç biriniz benim gücüme ulaşabilmiş
değilsiniz! Hiç biriniz benim kadar açıkça toplumunuza tanrılığınızı ilân
edemediniz. Hiç biriniz bu güce ulaşabilmiş değilsiniz. Hal böyleyken benim
sonuma bakmıyor musunuz? Benden ibret almıyor musunuz? Allah’a ve elçisiyle
savaşa tutuşmanın ne de-mek olduğunu hâlâ anlayamadınız mı? Müslümanlıktan başka
çare yok. Benim akılsızlık edip bu imanımı geciktirdiğim ve kabul edilmediğim
gibi sizler de benim yolumdan mı gitmeye çalışıyorsunuz? Gelin akıllarınızı
başlarınıza alın da benim gibi hem dünyada, hem de âhi-rette rezil ve perişan
olmayın! diyordu. Ölmeden, hayattayken gelin kendinizin tanrılığınızı, ya da
Allah’tan başkalarının tanrılığını bırakıp yalnız ve yalnız Allah’a iman edin de
kurtulun diyordu.
Şimdi bu
gerçekleri bilen, gören insanların hâlâ Allah’la, Allah’ın diniyle ve
müslümanlarla nasıl savaşa tutuştuklarını, yeryüzünde bir tek müslüman
kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecek diye nasıl naralar atabildiklerini
anlamak gerçekten mümkün değildir.
40. “Her birini günâhı sebebiyle
yakaladık; kimine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini yerin dibine
geçirdik, kimini de suda boğduk. Onlara, Allah zulmetmiyordu, fakat onlar
kendilerine yazık ediyorlardı.”
Onların her birerini günâhlarıyla
yakalayıverdik. Günâhları sebebiyle hepsini yakaladık ve defterlerini dürdük.
Nuh (a.s)’ın kavminden itibaren o zikredilen toplumların tamamının işini
bitirdik. Onlardan kimilerinin üzerlerine taşlar yağdıran rüzgarlar gönderdik.
Azap rüzgarlarla helâk ettik. Kimilerini bir sayhayla, bir titreşimle, bir
çığlıkla yok ettik. Kimilerini yerin dibine geçirdik, yerin karına batırdık.
Kimilerini de suda boğduk. Nuh (a.s)ın kavmi suyla, tufanla helâk oldu. Âd kavmi
üzerlerine gönderilen 7 gün 8 gece esen taş, taş üstünde bırakmayan, önüne gelen
her şeyi deviren bir rüzgarla helâk edildi. Sâlih (a.s)’ın toplumu Semûd bir
sayhayla, bir çığlıkla yok edildi. Lût (a.s)’an kavmi üzerlerine meleklerin
gönderdiği azap yağmuru ve taşlarla, Medyen ahalisi Racfeyle, Karun yere
batırılmayla, Firavun, Hâmân ve orduları da denizde boğularak helâk edildiler.
Evet hepsi de Allah’ın helâk yasasının
mahkumu olmaktan kurtulamadılar. Güya bunların da güçleri vardı, düzenli
orduları vardı. Şu anda dünya üzerindeki seleflerinden çok daha güçlüydüler.
Hani ne oldu? Kurtarabildiler mi kendilerini? Güçleri, kuvvetleri, saltanatları
bir işe yaradı mı? Şimdikiler gibi 60,70 sene değil 900 yıl ömürleri vardı
onların. Öyle bir medeniyet kurmuşlardı ki, öyle büyük teknolojik güze
sahiptiler ki Âd’ın Semûd’un medeniyetlerinin, şehirlerinin kalıntıları hâlâ
ayaktadır. Ekonomide dünya hakimiydi
Medyen’liler, Eyke-liler. Ve yeryüzünde tanrılık iddiasında bulunup tanrılığına
herkesi boyun eğdiren Firavun. Hazinelerinin kendisini değil, sadece
anahtarlarını güçlü kuvvetli bir grup insanın ancak taşıyabildiği ekonomi de
tanrılık iddiasında bulunan Karun hani neredeler?
Şimdi nasıl oluyor da bu insanlar
Allah’la savaşa girişebilirler? Nasıl cesaret edebilirler buna? Nasıl oluyor da
Allah yasalarını diskalifiye ederek kendi yasalarını onun yerine ikâme etmeye
çalışabiliyorlar? Ve nasıl oluyor da insanlar Rablerini terk edip, Rablerinin
yasalarını terk edip bu tanrı taslaklarının tanrılıklarını kabul edebiliyorlar?
Allah’ın güç ve kuvvetini görmüyorlar mı bu insanlar? Allah’la kim ba-şedebilmiş
ki şu andakiler baş edebilsinler? Hiç akılları yok mu bu adamların?
Acaba Allah onları böyle türlü türlü
azaplarıyla yakalayıp ağızlarının payını verirken zulüm mü etti? Haksızlıkla mı
helâk etti Rab-bimiz onları? Hayır hayır. Allah kullarına zulmetmez. Allah zalim
değil-dir. Allah kimseye zulmedici değildir. Ama onlar kendi kendilerine
zul-mettiler.
Şu anda bu âyetlerden, bu âyetlerin
bilincinden uzak bir hayat yaşadıkları için büyük bir gaflet ve yanılgı içinde
yaşayan müslüman-lar, güç kaynaklarının farkında olmadıkları için kendileri
karşısında süper gördükleri ve ezildikleri kâfirlerin Ad’ın, Semûd’un,
Meyden’in, Eykeliler’in, Firavunların, Karunların, Hâmân’ların devamı
olduklarını, Allah’ın helâkine mahkum olduklarını bilemiyorlar, anlayamıyorlar.
Allah karşısında, Allah desteğindeki müslümanlar karşısında bunların hiç bir
değer ifade etmediklerini anlayamıyorlar. Bakın Rabbimiz bir değerlendirme daha
yapacak:
41. “Allah'tan başka dostlar
edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en
dayanıksızı ise şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke
bilseler.”
Allah berisinde, Allah dununda,
Allah’tan başka evliya edinenlerin misa li, Allah berisinde kendilerine
sığınak, barınak, tanrı kabul edinenlerin, Allah’tan başkalarına velâyetlerini
verenlerin örneği bir örümceğe benzer. Bir örümceğin durumu gibidir. O örümcek
bir ev, bir yuva edindi. İşte gözümüzün önünde bir örümcek evi duruyor.
Hepimizin bildiği bir duvar kenarında kurulmuş bir örümcek yuvası. Bir evi
vardır örümceğin, evlenmiştir ama muhakkak ki evlerin en zayıfı, evlerin en
çürüğü, en basiti örümceğin evidir. İşte Allah’ı bırakıp ta Allah’tan başka
velîler bulan, Allah’tan başka karar mercileri bulan, Allah’tan başka yasalarını
uygulayacağı tanrılar edinen, Allah’tan başkalarına kulluk etmeye çalışan,
Allah’tan başkalarının koruması altına giren insanların güçleri, kuvvetleri,
sığınmaları buna benzer.
Anladınız değil mi? Allah ve
ankebût. Allah ve örümcek. Allah’ın velâyeti, örümceğin sığındığı evin velâyeti.
Allah’ın koruması, örümcek evinin koruması. Allah’ın koruması altına girenler,
örümceğin evinin koruması altına girenler. Allah’ın velâyetinde olanlar,
başkalarının ağına girenler. Velâyetlerini Allah’a teslim edip Allah’ın aldığı
kararları uygulayanlar, velâyetlerini başkalarına verip onların yasalarını
uygulayanlar. Allah’a teslim olanlar, müdürlerine, amirlerine, siyasîlerine,
A.B.D ye, Avrupa’ya teslim olup onların koruması altına girenler. Hangisi
güçlüdür? Hangisi doğrudur bunun? Allah velâyeti, Allah sığınağı, Allah koruması
karşısında kimin sığınağı, kimin velâyeti daha güçlü?
Arkadaşlar, şu andaki 6 milyar yanında
bir 6 milyar insan daha olsa, bunlar tüm dünyaya egemen de olsalar işte
Rabbimizin onlar hakkındaki değerlendirmesi böyledir. Onların Allah karşısında
tedbirleri, güçleri, kuvvetleri işte böyledir. Bir örümceğin sığınmak, barınmak
üzere yaptığı evine benzer onlar. Hiç te gözünüzde büyütmeyin bu kâfir
devletleri. İşte onların tüm güçleri bu kadardır. Onlar güçsüz, Allah güçlüdür.
Onlar cahil Allah âlimdir. Keşke bir bilselerdi, bu âyetleri bir anlasalardı
müslümanlar. Anladınız mı şimdi? Büyük kimmiş? Güçlü kimmiş? Egemen kimmiş?
Dünyada yetki kiminmiş? Velî kimmiş? Kulluk yapılacak, sözü dinlenecek, yasaları
uygulanacak kimmiş?
42. “Doğrusu Allah, Kendini
bırakıp da yalvardıkları şeyi bilir. O güçlüdür,
Hakim'dir.”
Muhakkak ki Allah onların Allah’ı
bırakıp ta tapındıkları, Allah’ı bırakıp ta dua ettikleri, Allah berisinde söz
sahibi kabul ettiklerini bilmektedir. Onlar hiçbir şey değildirler. Ne
tanrıdırlar, ne İlâhtırlar, ne de bir güçleri vardır onların. Azîz ve Hakim olan
Allah’tır. Güç kuvvet sahibi, egemenlik sahibi, göklere ve yere hakim olan Odur.
Onun berisinde, Onun dışında hiç kimsede izzet ve şeref te yoktur egemenlik te
yoktur. Diledikleri aziz, dilediklerini zelil eden O iken, güç kuvvet sahibi,
yetki sahibi O iken bu insanların Onu bırakıp ta tapınmaya çalıştıkları,
sığınmaya çalıştıkları ne ki? Ya kendileri gibi âciz, sonlu, ölümlü insanlar, ya
ölmüş gitmiş varlıklar, ya da kendilerinden daha güçsüz taştan, tunçtan, ağaçtan
edindikleri cansız cemadat, putlar ve onların arkasına saklanarak kendilerini
güçlü göstermeye çalışan sömürü odakları. İşte küfür ve şirk anlayışı budur.
Tanrılar da âciz kullar da âciz.
43. “Biz bu
misa lleri insanlara veriyoruz, onları
ancak bilenler anlayabilir.”
İşte bu
misa lleri Biz kullarımıza anlatırız,
kim bu misa lleri anlarsa âlimler onlardır.
Bunu ancak âlimler anlar diyor Rabbimiz. Anladıysanız sizler de âlimlersiniz.
âlim budur zaten. âlim Allah’ın âyetlerini bilen ve anlayan kimsedir. Allah’ın
güç ve kudret sahibi olduğunu, Allah dışındakilerin hiç bir güç ve kudretlerinin
olmadığını bilen, anlayan, sadece Allah’a kulluğa yönelen kimse âlimdir. Allah
dışında, Allah berisinde güç ve kuvvet iddiasında, tanrılık iddiasında bulunan,
Allah’a yetki sınırlaması getiren, yeryüzünde egemenlik bizdedir, bize kulluk
edeceksiniz, bizi dinleyeceksiniz, bizim yasalarımızı uygulayacaksınız diyenler
kim olursa olsun onlarda hiçbir yetki olmadığını bilen kimse âlimdir. Hepsi
toplansa bir sineği bile yaratamayacak, güçleri sadece bir örümceğin evine
benzeyen bu insanları değil de Allah’ı dinleyen, velâyetini Allah’a teslim eden
kimse âlimdir. Bunu anlayamayanlar ordinaryüs profesör bile olsalar cahilin
cahilidirler.
Öyleyse bilenler, âlimler olarak şimdi
kimi velî bilelim? Velâyetimizi kime teslim edelim? Kimin hayat programını
uygulayalım? Kimin istediği gibi bir hayat yaşayalım? Hayatımıza kim egemen
olsun? Hukukumuza, eğitimimize, ekonomimize, kılık kıyafetimize kim karışsın?
Kimi razı etmeye çalışalım? Kimin beğenisine yönelelim? Kimin İlâhlığını kabul
edelim? Kime dua edelim? Kime yalvaralım? Kimin koruması altına girelim?
Allah’ın mı? yoksa başkalarının mı? Şöyle yaparsak, şöyle yapmazsak bize şunlar
şunlar ne der mi diyelim? Yoksa Al-lah ne der mi diyelim? Hayatımızda Allah’ı mı
hesaba katalım? Yoksa başkalarını mı? Siz bilirsiniz. Ama bakın Allah berisinde
kendisine kulluk edilenlerin hiç bir güçleri ve yetkileri yokmuş. İşte örümcek
ve evi. Ve işte Allah’ın gücü ve kudreti:
44. “Allah gökleri ve yeri
gerektiği gibi yaratmıştır. Doğrusu bunda inananlara bir ders
vardır.”
Allah gökleri ve yeri
yaratmıştır. Gökleri ve yeri hak olarak ya-rattı Allah. Kendisi Hak olan,
varlığı, egemenliği Hak olan Allah gök-leri ve yeri de hak olarak yaratmıştır.
Laf olsun diye, eğlence olsun di-ye değil hak olsun diye, hayatta hak egemen
olsun diye, yeryüzünde zulüm olmasın diye yaratmıştır Allah.
Yâni şu anda kâfir ve müşriklerin
iddia ettikleri gibi yeryüzünün yaratılışında zulüm yoktur. Yaradılışta hak
vardır, hak hakimdir. Kâinatta Rabbimiz ne yaratmışsa, varlık olarak ne varsa
hepsi hak üzerine, yâni sağlam temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle
yaratılmıştır. Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun, belli bir hak yasa
işlemektedir.
Yâni tüm Kâinatta hak esastır,
adâlet esastır, zulüm ve haksızlık yoktur. Her şey hak üzerine bina edilmiştir.
Bâtıl ise ârızî ve ge-çicidir. Yâni Rabbimizin yarattığı bu evrende tevhid
esastır. Sadece zulüm ve haksızlık imtihan gereği kendilerine özgür bir irade
verilen insanlardan oluşan hareketlerdir. Eğer evrende kendilerine Allah
tarafından irade verilen şu insanlar gökler ve yer âlemine karışmasalar,
bitkiler, hayvanlar ve cemadatlar âlemine el atmasalar, kâinatta haksız bir tek
uygulama göremezsiniz. Çünkü tüm âlemde Allah hak bir denge koymuştur ve onu
bozabilme yetkisini, iradesini de sadece insana vermiştir. Diğer varlıkların
tümü hak olan tevhid esasına dayanmakta, hepsi de Allah’ın emirlerine boyun
bükmektedirler.
Yeryüzünde hak açığa çıksın, hak
görülsün, hak uygulansın, hak bir hayat yaşansın diye Allah gökleri ve yeri hak
olarak yarattı. İşte bunda, bu yaratılış yasasında mü’minler için âyetler
ibretler vardır. İşte bu âyetleri anlayanlar mü’mindirler. Anlıyorsunuz değil mi
bu âyetleri? Tamam o zaman bizler de mü’miniz elhamdülillah. Bizi yaratan, bizi
yoktan var eden Allah’sa elbette hak yasalarıyla bizim hayatımıza egemen olan da
Allah olacaktır. Yaratıcı olarak Allah var da, yönetici olarak, Rab olarak Allah
yok mu? Bu ayırımı ancak cahil kâfirler ve müşrikler yapabilirler. Mü’minler
asla hayatı parçalamadan, bir bölümünde Allah’ı, öteki bölümünde de başkalarını
dinlemeden yana olmazlar. Çünkü o Allah berisinde tanrılaştırılanların
yeryüzünde yarattıkları bir şey yoktur. Öyleyse yaratıcı olmayanın İlâhlık hakkı
da yoktur. Eğer onların yarattıkları bir karış toprak parçası varsa tamam orada
onların yetkileri vardır. Yoksa hiçbir yetkileri yoktur.
45. “Ey Muhammed! Kitaptan sana
vahy olunanı oku; namaz kıl; muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan
alıkor; Allah'ı anmak en büyük şeydir! Allah yaptıklarınızı
bilir.”
Ey peygamberim, ey peygamber
yolunun yolcuları, sana, size kitaptan vahy olunanı okuyun, size kitaptan vahy
edileni izleyin, ona tabi olun, onu anlayın, onu öğrenin, onunla birlikte olun,
onu gündeminize alın, onu uygulayın. Senin, sizin ilk işiniz budur. Senin
birinci işin kitabı okumaktır. Bizim birinci işimiz kitabı okumaktır. Başka
şeyleri okumayacağız. Sihirbazları, şeytan vahiylerini okumayacağız. Allah’a
hayat hakkı tanımayan zalimleri okumayacağız. Başkalarının kitaplarını Allah’ın
kitabının önüne geçirmeyeceğiz. Günlük mutlaka Allah’ın kitabıyla ilgi
kuracağız. Ve:
Namazı da ikâme et. Namazı ayağa
kaldır. Hayatını düzenleyecek, hayatına çekidüzen verecek, Allah’tan mesaj
alacak, tüm hayatına imzasını atacak bir namaz kıl. Namazını koru. Namazın
üstüne titre. Namaz için her şeyi fedâ et. Namazın Allah’ın istediği gibi olsun.
Muhakkak ki namaz insanı münkerattan ve fuhşiyyattan alıkor. Namaz sahibini her
türlü hayasızlıklardan, iffetsizliklerden alıkor. Eğer namaz kıldığımız halde
hayatımızda bir kısım bozukluklar varsa biz namazı Allah’ın istediği şekilde
kılmıyoruz da namaz gösterisinde bulunuyoruz demektir. Namazla din kurtarma
çabası içine giriyoruz demektir. Eğer kişinin namazıyla hayatı, namazıyla
ticareti, namazıyla siyaseti, namazıyla aile hayatı, namazıyla sosyal hayatla
münâsebeti aynı doğrultuda değilse bu namaz Allah’ın istediği bir namaz
değildir.
Muhakkak ki zikrullah, Allah’ın zikri
en büyüktür. En güzel zikir Allahu Ekber demektir. En güzel zikir Allah’ı
gündeme almaktır. En büyük şeref Allah’a kulluktur. En büyük gündem Allah’ın
kitabının gündemidir. En şerefli zaman Allah’ın âyetlerinin anlaşılmasına
ayrılan zamandır. Ankebût’un, Rum’un, Lokman’ın, Secde’nin, Zümer’in anlaşılması
adına teksif edilen zaman, teksif edilen enerji en şereflidir. İnsanlar
Kur’an’dan haberdar oldukları kadar şeref sahibidirler.
Öyleyse bir düşünelim. Allah’ı ne
kadar zikrediyoruz? Allah’ın kitabını ne kadar gündeme alabiliyoruz? Geceleri
bize ne kadar
Kur’an nâzil oluyor? Yoksa
gecelerimiz Allah’ın kitabından uzak şeytan vahiyleriyle mi dolu geçiyor?
Gündemimizde ne var? En çok neleri konuşuyoruz? Neleri tartışıyoruz? Unutmayın
ki konuştuklarınızın, gündeme aldıklarınızın en şereflisi, en büyüğü Allah’ın
zikridir, Allah’ın âyetlerinin gündeme alınması ve konuşulmasıdır. Şunu da
kesinlikle bilesiniz ki beni kandırabilirsiniz, insanları atlatabilirsiniz ama
Allah’ı asla kandıramazsınız. Allah yaptıklarınızın tümünü bilmektedir. Kendi
âyetlerini mi gündeme alıyorsunuz, yoksa başka şeylerimi gündeme alıyorsunuz?
Allah bunu bilmektedir. Parayı mı daha çok zikrediyorsunuz? Yoksa A’lâ’yı mı?
Allah bilmektedir.
46. “Kitap ehlinden zulmedenler
bir yana, onlarla en güzel şekilde mücâdele edin, şöyle deyin: “Bize indirilene
de, size indirilene de inandık; bizim Tanrımız da, sizin Tanrınız da birdir, biz
O'na teslim olmuşuzdur.”
Ehli Kitabın zalimleri hariç
güzelliğin dışında bir mücâdeleye girme. Eğer onlarla bir tartışmaya gireceksen
zalimleri hariç onlarla güzellikle tartış. Onlar zavallı insanlardır. Onlara
tatlılıkla dini anlat. Ataları dinlerini bozmuşlar, din diye kendi uydurdukları
bir müesseseyi bırakmışlar kendilerine. Kitap diye kendi elleriyle
oluşturdukları bir kitabı terk etmişler.
Onlara bunu güzel güzel anlat.
Ama onlardan işin farkında olup ta bile bile o bozuk yolu sürdürmeye çalışan,
bile bile İslâm’a düş-man olan zalimler müstesna. O zalimler sana farklı bir
tavır içindelerse sen de onlara farklı bir tavır sergile. Onlara de ki, biz bize
indirilene de, size indirilene de iman ettik. Biz bize indirilen Kur’an’a da,
size indirilen Tevrat’a da, İncil’e de inandık. Bizim İlâhımızla, sizin İlâhınız
ayrı ayrı İlâhlar değildir. Bizim İlâhımızla sizin İlâhınız aynı İlâhtır. Biz
Ona teslim olmuşuz deyin.
Ne güzel bir dâvet değil mi? Yâni öyle
bir ortamdasınız ki insanlar farklı farklı şeyler söylüyorlar. Farklı farklı
inançlar ortaya koyuyor. Herkes başka bir telden çalıyor. Yahudiler diyorlar ki
biz Hz. Mûsâ’ya ve Ona gönderilen Tevrat’a inanıyoruz. Hıristiyanlar diyorlar ki
biz Hz. Îsâ (a.s)’ ma ve Ona gönderilen İncil’e tabiyiz. Veya biz de müslümanız
dedikleri halde müslümanlıklarının farkında olmayan, bizim de kitabımız,
peygamberimiz vardır dedikleri halde kitaplarının peygamberlerinin bilincinde
olmayan müslümanlar var.
Kimisi diyor ki tamam Allah’ı ve
kitabını kabul ediyorum, ama peygamberi kabul etmem diyor. Kimisi Allah’a iman
ediyor ama Onun hayata karışacağını bilmiyor. Kimisi tamam inanırız Allah’a ama
Onun kitabının modası geçti, artık bu kitap bizim hayatımızı düzenleyemez diyor.
Kimisi ben müslümanım ama aynı zamanda lâiğim de, demokratım da diyor. Kimin ne
dediği belli değil. Ve size vahiy geliyor. Yâni siz her gece, her gündüz vahiyle
berabersiniz. Onlardan farklı olarak sürekli vahiyle birlikteliğinizi devam
ettiriyorsunuz. İnsanlar başka vahiylerin peşine düşerken siz Kur’an
okuyorsunuz. Herkes başka şeylerin bilgilenmesinin peşindeyken siz kitapla
bilgileniyorsunuz. Herkesin gündeminde başka şeyler varken sizin gündeminizde
Allah ve âyetleri var.
Şimdi işte bu insanların cahil,
zavallı insanlar olduklarının bilincinde olarak onlara şunu deyin diyor
Rabbimiz: Ey insanlar, ey kitabım var diyenler, ey Allah’a inandım diyenler, biz
bize indirilen kitaba iman ettik. Okumak, anlamak, kavramak ve hayatı onunla
düzenlemek üzere kitaba iman ettik. Size gelenlere de iman ettik. Sizin
İlâhınızla bizim İlâhımız aynı İlâhtır. Allah’tan başka İlâh yok.
Gelin aynı İlâhta, aynı İlâhı
dinlemekte, aynı İlâha itaatte birleşelim. Aynı İlâh ne diyorsa, nasıl bir hayat
istiyorsa onda birleşelim. Gelin şu geçici İlâhları bırakalım da Allah’a kulluk
edelim.
Biz müslümanız, biz O tek olan İlâha
teslim olanlarız, gelin ey insanlar, sizler de teslim olun, sizler de müslüman
olun. Rabbimiz bu-nu dememizi istiyor bizden. Rabbinden bu emri alan Rasûlullah
efendimiz döneminde insanlara böylece dâvetiye çıkardı. Biz de bugün aynısını
yapmak zorundayız. Gelin müslüman olun demek zorundayız. Eğer eh zaten biz
müslümanız diyorlarsa o zaman akıllı uslu, Allah’ın istediği gibi müslüman olun
diyeceğiz.
47. “Ey Muhammed! Sana Kitabı
böylece indirdik; işte, kendilerine Kitap verdiklerimiz ona inanırlar; bunlardan
da ona inanan bulunur. âyetlerimizi ancak inkârcılar bile bile
tanımazlar.”
İşte böylece kitabı sana
indirdik. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, daha önce kendilerine verilen
kitaplara iman eden ehl-i kitap kendi kitaplarının geldiği aynı kaynaktan gelen
bu Kur’an’la karşı karşıya kaldıklarında hemen iman ediyorlar. Şu insanlardan da
kimileri iman ediyorlar. Mekkelilerden, Taiflilerden, yâni kitap ehli
olmayan-lardan kimileri de iman ediyorlar. Ama âyetlerimize karşı gelenler,
onlara iman etmemekte direnenler ancak kâfirlerdir.
48. “Sen daha önce bir kitaptan
okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar
şüpheye düşerlerdi.”
Niye iman etmiyorlar bu adamlar?
Halbuki ey peygamberim sen daha önce ne bir kitaptan okumuş, ne de sağ elinle
yazmış değilsin. Rasûlullah efendimiz okuma yazma bilmemektedir. Çünkü daha
dünyaya gelmeden önce babasını kaybetmiştir. Babasının vefatından kısa bir süre
sonra da anasını kaybetmiştir. Sonra himayesinde kaldığı dedesini kaybetmiştir.
İçinde büyüdüğü toplumun da okuma yazma oranı çok az olduğu için okuma yazma
öğrenememiştir. Mektep medrese görmemiştir. Felsefe tahsilinde bulunmamış.
Kafasına insan bilimlerinden hiçbirisi girip fıtratını bozmamış. Nihâyet
olgunluk çağında Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın vahyiyle müşerref olmuş.
Böylece insanların daha sonraları
şöyle bir itirazda bulunmaları mümkün olmayacaktı. Ey Muhammed, sen daha önce
falanlardan, filânlardan bir şeyler öğrenmiştin. Falan falan kimselerden ders
almıştın. İşte şimdi o öğrendiklerini süsleyip püsleyip bunlar bana Allah’tan
geliyor diyerek diye bizi kandırıyorsun. Birilerinden öğrendiklerini Allah’a
izafe ediyorsun diyemeyecekleri bir özellikte büyüyor.
Kırk yaşında kendisine vahiy
indirilmiş. O ana kadar hiçbir şey okumayan Allah’ın elçisine Rabbinin adıyla
oku denmiş. Hiç bir kitap görmemiş peygamber birden bire bir kitaptan âyetler
okumaya başlamış. Kâfirlerin, müşriklerin kıyâmete kadar yapacakları
itirazlarına, hücumlarına böylece Rabbimiz en güzel cevabı verivermiş.
İşte cevap: Peygamberim bundan önce bir
kitap okur olmadın. Bir kitabı okumadın sen. Ve yine sen bundan önce sağ elinle
de yazar değildin. Yazmasını da bilmiyordun, yazmamıştın. Eğer böyle ol-saydı,
eğer daha önce okur yazar olmuş olsaydın, daha önce mektep medrese görmüş, bir
şeyler bilir olmuş olsaydın bâtıl taraftarları şüpheye düşerlerdi. Bâtıl ehli
senden şüphelenirlerdi. Bu adam demek ki önceden bunun hazırlığı içindeymiş.
Önceden bu peygamberlik işini hazırlıyormuş derlerdi.
49. “Hayır; Kur’an, kendilerine
ilim verilenlerin gönüllerinde yerleşen apaçık âyetlerdir. âyetlerimizi,
zalimlerden başka kimse, bile bile inkâr etmez.”
Bilâkis o Kur’an apaçık, beyyin
âyetlerdir. Allah sisteminin, Al-lah dininin, Allah yolunun, Allah programının
ifadeleridir onlar. Kendilerine ilim verilenlerin, ilimden nasibi olanların
gönüllerinde yerleşen, kökleşen âyetlerdir onlar.
Evet bu kitap gönüllerde olan,
kalplerde ve kabullerde olan Allah hidâyetidir. Bu kitap bu kitaba uygun
yaratılmış, bu hidâyete müsait yaratılmış gönüllere girmeye, o gönüllerde
hidâyet meşalesi olarak yanmaya devam edecek. Ama âyetlerimizi inkâr edenler,
âyetlerimizi reddedenler, âyetlerimize düşmanca bir tavır alanlar, kalplerine
âyetlerimizin girmesine zorla engel olanlar, âyetlerimizi görmemek, duymamak
için gözlerine, kulaklarına, kalplerine, fıtratlarına baskı ya-panlar ancak
zalimlerdir. Bu kitabı peygamber uydurdu diyenler ancak zalimlerdir.
Çünkü bunu diyenler peygamberi
çok iyi tanıyorlardı. Allah’ın Resûlü bu sözleri söylemeye başlamadan önce kırk
yıl aralarında kalmıştı. Çocukluğu, gençliği aralarında, gözlerinin önünde
geçmişti ve kendisinden böyle şeyler duymamışlardı. Bunları söyleyebilecek bir
talim terbiye de almamıştı. Yâni bu tür sözleri bir beşerin, bir insanın
söyleyemeyeceğini kendileri de pek ala biliyorlardı. Bir delinin, bir şairin,
bir kahinin asla bunları söyleyemeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Biliyorlardı
ama yine de reddediyorlardı zalimler.
Evet bu âyetler asla bir beşer sözü
olamazlar. Bir beşerin böyle şeyleri söylemesi asla mümkün değildir. Bir insanın
uydurması olamaz bu âyetler. Bu sözler Allah sözüdür. Gökleri ve yeri yaratan,
tüm varlıkları yaratan olan Allah’ın sözleridir. İnsanlar ister kabul etsinler
isterse reddetsinler. Ama unutmasınlar ki bu kitap Allah’tan gelme bir hayat
programıdır ve tüm hayatımız bu kitaptan sorulacaktır. Kabirde bu kitabın
yasalarından sorulacağız. Öbür tarafta bu kitabın yasalarına göre hesaba
çekileceğiz. Cennete ve cehenneme gidiş bu kitaba göre gerçekleşecektir.
50. “Ona Rabbinden mûcizeler
indirilmesi gerekmez miydi? “derler. De ki: "Mûcizeler ancak Rabbimin
katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir
uyarıcıyım.”
Bu kitabı, bu peygamberi reddeden
zalimler dediler ki bu peygambere Rabbinden bir kısım âyetler gelmeli değil
miydi? Rabbinden bir mûcize gelse ya bu peygambere! Alçaklar peygamberden âyet
istiyorlar. Sanki Allah peygamberine hiç âyet göndermemiş. Sanki yol bulabilmek
için, iman edebilmek için, amele yönelebilmek için âyete ihtiyaçları var da
Allah onları bundan mahrum bırakmış. Yeni ve farklı âyet istiyorlar.
Âyet mi istiyorsunuz? Şu
elinizdeki Allah’ın âyetleri yetmiyor mu size? Şu elinizdeki kitabın âyetleri,
şu Kâinatta Allah’ın serpiştirdiği meşhut âyetler yetmiyor mu? Peygamberden âyet
istiyorlar, halbuki Allah’ın âyetlerinden habersizler alçaklar. Allah’ın
kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu elimdeki kitabın âyetleriyle
Allah’ın kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da
yamukluk yapıyorlar. Sonra Allah’tan istenmesi gereken şeyi peygamberden
istiyorlar. Allah’la peygamberi karıştırıyorlar hainler. Allah da diyor
ki:
Sen bu densizlere de ki peygamberim,
âyetler Allah’tandır. âyetler Allah katındandır. Siz beni Allah’la
karıştırıyorsunuz. Benim buna gücüm yetmez. Bu âyetler benden değil
Rabbimdendir. Ne benim, ne de benden önceki peygamberlerin Allah’ın izni olmadan
kendi istek ve arzularımızla bir âyet getirmemiz mümkün değildir. Biz elçilere
bir âyet gelecekse o Allah’ın izniyle, Allah katından bir emirle gelir. Bana
gelince, ben ancak apaçık bir uyarıcıyım. Benim fonksiyonum, benim görevim
budur. Ben Rabbimden gelen âyetlerle sizi uyarmaktayım. Hayat Allah’ın
emrindedir. Peygamberin görevi ise Allah’tan gelen âyetleri insanlara duyurmak
ve insanları Allah’ın istediği bir hayata çağırmaktır.
51. “Kendilerine okunan bir
Kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için
rahmet ve ibret vardır.”
Şu sana indirdiğimiz kitap onlara
yeterli değil mi? Kendilerine okunmakta olan bu kitap onlara yetmiyor mu? İşte
şu kitabın âyetleri âyet değil mi? Daha ne bekliyorlar bunlar? İşte bundan
mü’minler için bir rahmet, bir zikra vardır. Evet iman edenler, yol bulmak
isteyenler için, hayatlarını onunla düzenlemek üzere baş vuranlar için bunda bir
rahmet, bir gündem, bir uyarı, bir şeref vardır. Öyleyse daha ne bekliyor bu
adamlar? Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet kapısından niye istifade etmek
istemiyorlar? Bu şerefle niye şerefyap olmak istemiyorlar?
52. “De ki: “Allah benimle sizin
aranızda şahit olarak yeter. O, göklerde olanı, bâtıla inananları ve Allah'ı
inkâr edenleri bilir. "İşte kaybedenler
bunlardır.”
De ki Allah benimle sizin
aranızda şahit olarak yeter. Allah şahittir ki bu kitap Ondandır. Allah şahittir
ki ben Allah’ın elçisiyim. Benim elçiliğime, benim nübüvvetime şahit Allah’tır
ve Allah’tan daha büyük bir şahit te yoktur. O Allah göklerde ve yerde olan her
şeyi bilir. Göklerde ve yerde hiçbir şey Allah’a gizli kalamaz. Göklerde olanı
da, yerde olanı da, gönüllerde olanı da bilir Allah. Allah bilgisi tam olandır,
bilgi kendisinden olandır ve Onun bilgisinin dışında kalan hiçbir şey yoktur.
Gaybı bilen O, şehadeti bilen O, geçmişi bilen O, geleceği bi-len Odur. İşte
kulluğun, itaatin, teslimiyetin kendisine yapılması gereken böyle bir Allah
elçisine şehadette bulunuyorsa, bu kitabın, bu âyetlerin kendi sözü olduğunu
söylüyorsa şahit olarak size yetmez mi? Başka ne şahit arıyorsunuz? Başka ne
âyet bekliyorsunuz?
Bâtıla iman edip Allah’a küfredenler,
bâtılın mü’mini olup Allah’ın kâfiri olanlar kaybedenlerin, zarara uğrayanların
ta kendileridirler. Dünyada da ukbada da kaybedip eli boşa çıkacak olanlar
onlardır. Kim ki Hak olan Allah’ın hak olarak gönderdiği bir dinin, bir kitabın,
bir peygamberin, bir hayat programının dışında kendisine bir din, bir yol, bir
örnek arar, bulur ve Allah’tan geleni reddederse kesinlikle bilsin ki dünyada
da, âhirette de hüsrana mahkum olacak olan odur.
53. “Senden azabı acele
bekliyorlar. Eğer süre belirtilmiş olmasaydı azap onlara hemen gelirdi. Ama yine
de onlar farkına varmadan başlarına ansızın
gelecektir.”
Senden azabı acele ediyorlar.
Acele senden azap istiyorlar. Senden azabın çabucak kendilerine getirilmesini
istiyorlar. İnkârlarının küfürlerinin karşılığı olarak kendilerine vaadedilen
azabın acele gelmesini istiyorlar. Hani nerde kaldı şu sözünü ettiğin azap? Bir
an evvel gelse de görsek ya diyorlar.
Ey peygamber! Ve ey müslümanlar!
Şu bizi tehdit edip durduğunuz azap nerde kaldı? Hani niye gelmiyor? diyerek
alay ediyorlar. Haydi gelsin bakalım ne gelecekse gelsin de görelim diyorlar.
Akılsızlar, gariptir ki Allah’tan
istenmesi ve beklenmesi gereken şeyleri Allah elçilerinden ve onların yolunun
yolcusu müslüman-lardan istiyorlar. Tabii hainler ne peygamberlerin de,
müslümanların da böyle bir azabı acilen kendilerine getiremeyeceklerini
bildikleri için de bu konuda cesur davranabiliyorlar. Güya peygambere ve
müs-lümanlara delil getirmiş ve galip gelmiş sayıyorlar kendilerini de,
işledikleri suçlara devama kılıf bulduklarını zannediyorlar.
Eğer sizin için belirlenmiş bir ecel
olmasaydı, bir eceli müsemma olmasaydı, onların gücünü bitirecek olan bir ecel
zamanı önceden takdir edilmemiş olsaydı elbette onlara hemen acilen azap
gelirdi. Ama Allah bunu belli bir zaman olarak takdir etmiştir. Belli bir zamânâ
kadar Rabbimiz insanlara mühlet tanımıştır. O zaman dolana kadar buyurun
dilediğiniz gibi inanıp, dilediğiniz gibi yaşayabilirsiniz. Dilediğiniz gibi
küfredebilirsiniz. Aslında sizi bir anda yok etmeye gücü yeten Biz, o ecelinize
kadar serbest bırakıyoruz, size mühlet veriyoruz. Bu müsaademiz unutmayın ki
sizin için yazılan, tespit edilen bir ecele kadardır. O eceliniz geldi mi artık
sizin için ondan kaçıp kurtuluş yoktur.
O ecel, o ölüm, o azap onlar farkında
olmadıkları halde ansızın geliverecek. O bekledikleri, o acele ettikleri, o hani
nerde kaldı? Niye gelmiyor ya? Diye alay ettikleri, hafife aldıkları azap
ansızın kendilerine geliverecek ve defterlerini dürüverecek, işlerini
bitiriverecek.
54,55. “Senden azabı acele
bekliyorlar. Doğrusu azap tepelerinden, ayaklarının altından kendilerini içine
aldığı gün, cehennem inkârcıları kuşatacaktır. O gün Allah: “Yaptıklarınızın
karşılığını tadın” der.”
Senden tekrar tekrar azap
istiyorlar. Bu sefer cehennem azabını sorguluyorlar. Hani nerde bu cehennem?
diyorlar. Sen onu bizim külahımıza anlat diyorlar. Yok böyle bir şey diyorlar.
Beklesinler bakalım. Alay konusu etsinler bakalım. Muhakkak ki o cehennem
kâfirleri sinesine bastığı zaman onları çepeçevre kuşatıcıdır. Şimdi eğlensinler
bakalım. Alaya alsınlar bakalım peygamberi ve müslümanları. Bu kâfirler
unutmasınlar ki bir gün gelecek inkâr ettikleri o cehennem onları kıskıvrak
yakalayacak ve çepeçevre kuşatıverecek. Nefes aldırmayacak onlara. Cehennem
onları altlarından ve üstlerinden kuşatıverecek.
Ve diyecek ki Rabbimiz, haydi
tadın bakalım amellerinizin karşılığı olan şu azabı. Tadın imtihanınızı, tadın
fitnenizi, tadın yalanlamanızın karşılığını, tadın vahiyden uzak hayatınızın
bedelini, tadın Allah bilgisine sırt dönerek kendi kendinize oluşturduğunuz
bilgilerinizin, düşüncelerinizin yanılgısını. Tadın imanınızın hatasını. Tadın
dünyada dünyanın sahibinin hayat programına alternatif geliştirdiğiniz hayat
programınızın faturasını. Tadın vahyin bugünle alâkalı uyarılarına kulak
vermeyerek dünyada güvenlik içinde bulunuşunuzun sonucunu.
Bakın bakalım nasılmış bu azap?
Bakın bakalım kurtuluş var mıymış bu azaptan? Çıkış var mıymış alaya aldığınız
bu cehennemden? Dünyadayken hiç inanmıyordunuz. Böyle bir şey olmaz diyor-dunuz.
Hiç ummuyordunuz, hiç beklemiyordunuz bu sonucu. Altınız ateş, üstünüz ateş,
yatağınız ateş, yorganınız ateş, yiyecekleriniz ateş, içecekleriniz ateş, ateş.
İşte acele beklediğiniz ateş haydi buyurun denilecek.
56. “Ey inanmış kullarım! Benim
yarattığım yeryüzü geniştir. O halde güven içinde olacağınız yere gidip yalnız
Bana kulluk ediniz.”
Öyleyse sizler ey iman eden
kullarım, unutmayın ki benim ar-zım geniştir. Sizler sadece Bana kulluk edin.
Sadece Beni dinleyin. Benim arzım geniştir. Sadece Mekke değildir Benim arzım.
Sadece Medine değildir Benim arzım. Sadece Türkiye değildir Benim arzım. Sadece
Aysa, sadece Avrupa değildir Benim arzım. Tüm yeryüzü, tüm arz Benim mülkümdür.
Tüm arz Benimdir. Eğer bulunduğunuz bir coğrafyada daraldıysanız, bulunduğunuz
bir atmosferde size Bana kulluk imkânı bırakmamışlarsa, bulunduğunuz bölgede,
bulunduğunuz ülkede size hayat hakkı tanımamışlarsa ne gam, tüm arz Benimdir,
bir başka ülkenin, bir başka dünyanın insanları olabilirsiniz. Bu dünyada
özgürce, müslümanca bir hayatı yaşayabileceğiniz bir zaman ve zemini her zaman
bulabileceksiniz. Mekke’de sizi sıkıştırmışlar, müslü-manca kulluğunuza imkân
bırakmamışlarsa Habeşistan’a, Medine’ye gidersiniz.
Benim arzım geniştir. Haydi Bana kulluk
yapın. Asla başkalarına kulluk yapmayın. Asla başkalarını dinlemeyin. Bu
dünyanın sadece doğup büyüdüğünüz memleketinizden, şehrinizden, mahallenizden
ibaret olduğunu zannederek sakın sizi Bana kulluktan koparıp kendilerine kul
köle edinmek isteyenlere itaat etmeye, kulluk etmeye, onların yasalarını
uygulamaya kendinizi mahkum etmeyin. Sakın ha sakın bu dünyanın zalim
iktidarlarının hiç ölmeyecekleri, hiç bitmeyecekleri zannına kapılarak, bir
ezikliği, bir yenilmişliği, bir zilleti sineye çekip zalimlere kulluğu Bana
kulluğa tercih etmeyin. Zalimlerin yasalarına itaati Bana itaate tercih etmeyin.
Beni bırakıp zalimleri tanrı makamında görmeye kalkışmayın.
57. “Her can ölümü tadacaktır.
Sonunda Bize döneceksiniz.”
Unutmayın ki her nefis ölümü
tadacaktır, herkes ölecektir. Kendilerinin tanrılığını iddia eden zalimler de, o
tanrı taslaklarını tanrı kabul edip onlara itaate yönelen zavallı kullar da
ölecektir. Tanrılar da ölecektir, kullar da ölecektir. Güçlüler de ölecektir
zayıflar da ölecektir. Ama tek bâkî kalacak olan, tek Rab, tek İlâh, gerçek
İlâh, gerçek Rab âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
Evet eğer bulunduğun bölgede,
bulunduğun ülkede hakim güçler seni Allah’a kulluktan koparıp kendilerine
kulluğa çağırıyorlarsa, sana ve dinine hayat hakkı tanımıyorlarsa, kendi
istedikleri gibi inanmaya, kendi istedikleri gibi yaşamaya zorluyorlarsa,
Rabbinin emirlerine isyana zorluyorlarsa kesinlikle bilesin ki sana zulmeden o
insanların boyunlarındaki iplerin ucu da Allah’ın elindedir. Bir gün elbet onlar
da öleceklerdir. Sen de öleceksin. Sen de, onlar da bir gün Allah’ın mahkemesine
çıkacaksınız. Hesabı Ona ödeyeceksiniz, bunu unutmayın. Eğer müslümanca bir
hayat yaşadığın için tüm dünya üzerine gelecek olsa bile, tüm zalim güçler
üzerine çullanacak olsa bile sen Allah yolunda olduğun sürece Allah seni
koruyacaktır. Çünkü hayat Allah’ın emrindedir, ölüm Onun elindedir, galibiyet
Onun elindedir.
58,59. “İnanıp yararlı iş
işleyenleri, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetteki
köşklere yerleştiririz. Sabredip, Rablerine güvenerek iş görenlerin ecri ne
güzeldir!”
İman edip imanlarını sâlih
amellerle görüntüleyenler, iman edip imanlarının gereğini pratik hayatlarında
gösterenler müslüman-ları altlarından ırmaklar akan, ırmakları tahtı
tasarruflarında olan cennet saraylarına, köşklerine yerleştireceğiz. Orada
ölümsüzlüğü kazanırlar, orada ebediyen kalırlar. Sonsuzluk saadeti onlar
içindir.
Allah için yaşayan, Allah için
amel işleyen, Allah için bir dünyayı değerlendiren, sâlih bir imanla, sâlih bir
amelle Allah’a kavuşan müslümanların mükafatları ne güzeldir? Müslümanca bir
hayata sabreden, yalnızca Rablerine tevekkül edip güvenenlerin mükafatları ne
güzeldir? Allah’ın istediği kulluğa direnenler, müslümanca kalmaya direnenler,
hayatı sadece Allah için yaşamaya direnç gösterenler, kendilerini Rablerine
kulluktan koparmak isteyen tâğutlardan gelecek sıkıntılara direnenler, tüm
baskılara, tüm işkencelere rağmen yollarına devam edenler, geri adım atmayı
akıllarının ucundan bile geçirmeyip Rablerine güveneler cennette en büyük nimet
içindedirler.
60. “Nice canlılar vardır ki,
rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir.
O, işitir ve bilir.”
Yeryüzünde nice canlılar, nice
debelenen, hareket eden varlıklar vardır ki onların hiçbirisi rızıklarını
taşımazlar, rızıklarını kendileri bulmazlar. Hiçbirinin rızkı sırtında taşınmaz.
Hiç birisi böyle bir yükü sırtına almaz. Hem o canlıların, hem de sizin
rızkınızı veren Allah’tır.
Evet rızka muhtaç olanların
rızıklarını taşıma mecburiyetleri yoktur. Zaten onların böyle bir güçleri de
yoktur. Görüyor musunuz? Rabbimiz kullarını rızka muhtaç yaratıyor. Kendisinden
başka herkes rızka muhtaçtır, ama muhtaç oldukları rızıklarını onlara veren,
onları doyuran Allah’tır. Çünkü Rezzak sadece Allah’tır. Tüm rızıkların sahibi
olan Rabbimiz onları rızıklandırmaktadır. Bu Kâinatın yaratılmasından,
yeryüzünün var edilmesinden sonuna kadar gelip geçecek tüm varlıkları yaratan,
yarattığı varlıkların varlıklarını sürdürebilmeleri için muhtaç oldukları tüm
ihtiyaçlarını temin eden Allah’tır.
Şu anda Kâinatta kaç varlık var?
Kaç çeşit varlık var? Kaç miktar varlık var? Bu varlıklar nerede ve nasıl bir
hayat içindedirler? Nasıl bir şart altındadırlar? Hayatlarını sürdürebilmek için
neye ihtiyaçları var? Nasıl bir hayat yaşamalıdırlar? Nasıl doymalıdırlar?
Bunların hepsini bilen Allah’tır. Allah’tan başka bunu kimsenin bilmesi de
mümkün değildir.
Göklerde ve yerde ne kadar yaratığı
varsa ne kadar kulu varsa hepsinin muhtaç oldukları rızıkları taksim eden
Allah’tır. Kimin neye muhtaç olduğunu? Kime ne kadar ve ne zaman verileceğini
bilen ve takdir eden Odur. Rızıkları takdir ve taksim eden de Odur. Rızık mahza
Allah’ın elindedir. Mülk Allah’ındır.
Şu anda ekonomik güce sahip
olanlar, askeri, siyasal güce sahip olanlar zannetmesinler ki bu sahip oldukları
kendilerindendir. Bu mallarını, bu mülklerini, bu evlâtlarını kendilerinin
sanmasınlar. Bunları biz kendimiz kazandık, kendimiz bulduk filân demesinler.
Onlara bütün bu sahip olduklarını veren de bir gün tüm bunları ellerinden alacak
olan da Allah’tır.
Öyleyse kesinlikle bilelim ki kendimizi
biz doyuruyoruz, çevremizdekilerin rızkını biz bulmuyoruz. Gökten rızkı biz
indirmiyoruz. Yerden rızkı biz çıkarmıyoruz. Ve bir de şunu söyleyelim. Allah
bizi rızık bulmakla da sorumlu tutmuyor. Allah bizi bunun için yaratmamıştır.
Allah bizi ancak kendisine kulluk edelim diye yaratmış, bununla sorumlu
tutmuştur. Yoksa bizden ne rızık istiyor, ne de doyurma.
O Allah işiten ve bilendir. Her şeyi
işiten ve her şeyi bilen bir Allah ancak Rezzak olandır.
61. “Andolsun ki onlara: “Gökleri
ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir? “diye sorsan,
şüphesiz “Allah'tır” derler. Öyleyse niçin (aldatılıp)
döndürülüyorlar?”
Onlara sorsan, gökleri ve yeri
yaratan, güneşi ve ayı sizin emrinize veren, sizin istifadenize sunan, musahhar
kılan kimdir? Derler ki Allah. Herkes bilir ve itiraf eder bunu. Öyle değil mi?
Gökleri ve yeri yaratan kim? Herkes diyecek ki Allah. Şu güneşi ve ayı
insanların yararlanması için var eden kim? Herkes der ki Allah. Öyleyse nasıl da
yaratıcıya imandan, yaratıcıya teslimiyetten, kulluktan yamuluyorlar? Nasıl
uzaklaşıyorlar bu haktan? Nasıl yüz çeviriyorlar bu hak bilgiden? Göklerin ve
yerin sahibi Allah’sa, güneşin ve ayın sahibi Allah’sa, varlığın sahibi Oysa,
mülkün sahibi Oysa, rızkın sahibi Oysa, doyuran, besleyen Oysa niye bu insanlar
teşekkür etmek için, kulluk etmek için başka tanrılar, başka İlâhlar bulmaya
gidiyorlar? Nasıl oluyor da yaratıcılarını, sahiplerini dinlemiyorlar da kendi
hevâ ve heveslerini din haline getiriyorlar? Evet Nereye dönüyorsunuz? Kime
kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Kimi razı etmeye çalışıyorsunuz? Kimin ekmeğini
yiyip kimin kılıcını sallamaya çalışıyorsunuz? Varlığınızı kime borçlusunuz? O
varlığınızı, hayatınızı kimlere adıyorsunuz? Kime muhtaçsınız kime teşekkür
ediyorsunuz?
Ey kâfirler, ey müşrikler, ey
yaratıcı olarak Allah’ı kabul edip te yasa belirleyici olarak başkalarını kabul
eden beyinsizler, sizin her şeyiniz yanlış, her şeyiniz yamuktur. Tüm hayatınız
yamuktur sizin. Yaratıcı olarak vicdanlarınızda kabul ettiğiniz Allah’ı
hayatınıza karıştırmamakla, yaratmayla en ufak bir ilgisi, alâkası olmayan,
sizin hayatınızda en ufak bir faydası olmayan kendiniz gibi âcizleri Rab ve İlâh
kabul ederek sapıklığın daniskasını yaşıyorsunuz da farkında değilsiniz diyor
Rabbimiz.
62. “Allah, kullarından
dilediğine rızkı bol ve ölçüye göre verir. Doğrusu Allah her şeyi
bilendir.”
Kullarından dilediklerine
fazlasıyla rızık veren, dilediklerine de az veren Allah’tır. Muhakkak ki Allah
her şeyi bilendir. Evet rızık Onun elindedir, rızkı taksim eden Odur.
Dilediklerine rızkı genişletir bol bol verir, dilediklerine de kısıverir. Çünkü
her şeyi bilendir Odur. Kime ne kadar vereceğini, kime ne kadar kısacağını
bilen, takdir eden Odur. Çünkü hikmet sahibidir O. Hikmeti gereği yapar bu
taksimi. Kimin için zenginlik daha hayırlı, kimin için fakirlik daha iyi bunu
bilen Odur. Bol vermesinde de, az vermesinde de mutlaka bir hikmet ve hayır
vardır.
Öyleyse bu konuda Ona akıl
vermeye, Ona yol göstermeye hakkımız yoktur. Ya Rabbi bana şu kadar vermeliydin.
Beni şununla imtihan etmeliydin. Ben buna lâyıktım. Beni şununla imtihan
etseydin mutlaka imtihanı kazanırdım
diyerek Ona karşı gelmenin anlamı yoktur. Verdiklerini verdikleriyle imtihan
eden Allah kimi neyle imtihan edeceğini en iyi bilendir. Öyleyse Onun ne verişi
imtihanı kazanma sebebidir, ne de vermeyip kısması imtihanı kaybetme sebebidir.
Ne çok verilenler iyi insan, ne de az verilenler kötüdür. Yâni kendilerine
dünyalık bir şeyler verilenler Allah katında şerefli de verilmeyenler şerefsiz
değildir. Vermesi de, vermeyip kısması da birer imtihan konusudur ve kimin
kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli olacaktır.
Evet madem rızık Allah’tandır, öyleyse
nasıl oluyor da rızık vericiye kulluğu bir kenara bırakırsınız da başkalarına
kulluğa yönelirsiniz? Olacak şey midir bu? Kimin ekmeğini yiyip, kimin kılıcını
sal-lıyorsunuz? diyor Rabbimiz.
63. “Andolsun ki onlara: “Gökten
su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir? “diye sorsan, şüphesiz,
“Allah'tır” derler. De ki: “Övülmek Allah içindir”, fa-kat çoğu bunu akl
etmezler.”
Yine onlara sorsan, gökten
yağmuru indirip onunla ölümünden sonra arzı dirilten kimdir? O gökyüzünden
indirdiği yağmurla yeryüzünü bahara götüren, yeryüzünde o canlılığı yaratan
kimdir? Derler ki Allah. Bunu da hiç kimse inkâr edemez. Gökten suyu indiren,
onunla yeryüzünü dirilten Allah’tan başkası değildir.
De ki, elhamdülillah.
Elhamdülillah. İşte böyle bir Allah bizim Rabbimizdir, bizim İlâhımızdır. Ve
işte hamd e lâyık olan böyle bir Allah’tır. İşte biz böyle bir Allah’a inanıyor,
böyle bir Allah’ı Rab ve İlâh biliyor, hayatımızı böyle bir Allah için yaşıyoruz
elhamdülillah. Ama onların çoğu bunu akl etmiyorlar. Onların pek çoğu aklını
kullanıp böyle bir Allah’ı tanıyamıyorlar, böyle bir Allah’a teşekkür adına
kulluğa yanaşmıyorlar da başkalarına kulluğu Ona kulluğa tercih ediyorlar.
64. “Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve
oyundan ibarettir. Asıl hayat âhiret yurdundaki hayattır. Keşke
bilseler!”
Şu dünya hayat, şu denî hayat
sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Evet dünya sadece bir eğlenceden,
oyundan, oyalanmadan, oyuncaktan ibarettir. Evleri, barkları, dükkanları,
tezgâhları, hesapları, kararları, evliliği, boşanması, sanki çocukların evcik
oynamasına ben-ziyor. Dünya işte budur.
Ama bakıyoruz ki bugün mü'mini de
kâfiri de dünyayı hedeflemiş, herkes dünyayı kucaklama sevdasına kapılmış. Dünya
sadece bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu halde insanlar hep dünyayı tercih
ediyorlar. Yarışlarını hep dünya adına yapıyoruz. Hep dünyalıklar konusunda
yarışıyorlar. Aman daha çok malım olsun, aman daha çok Markım Dolarım olsun,
daha çok dükkan, daha çok arsa, daha çok şan, daha çok şöhret, daha çok alkış,
daha çok koltuk, daha çok makam, daha iyi model araba, daha güzel sofra adına
yarışıyorlar. Ama maalesef daha iyi müslümanlık adına, cennette daha üstün
makamları elde etme adına, daha güzel kulluk adına yarışan çok az.
Halbuki işte Rabbimizin beyanıyla
adına yarıştıkları dünya oyun ve eğlenceden öte hiçbir değeri olmayan bir
şeydir. Evet âhiret yurdu yanında bu dünya hayat sonludur, geçicidir. Hedef
değil vasıtadır. Bitmeyecek zannettiğiniz, tüm ömrünüzü uğruna fedâ ettiğiniz bu
dünya hayatı tıpkı faydalı, gerekli işleri bırakıp faydasız oyunların peşine
takılanlar gibi bir oyalanmaktan ibarettir.
Dünya hayatını temel kabul edenler, onu
sonsuz zannedenler, varsa da yoksa da işte yaşadığımız bu hayat vardır, bunun
ötesinde başka bir hayat yoktur diyenler oyun ve eğlenceye yönelen insanlardır.
Ya da onların dünyada yaptıklarının tamamı oyun ve eğlenceden başka bir şey
değildir. Ya da tıpkı oyun ve eğlence gibi bu hayat da kısa sürmektedir. Veya
insan oyun ve eğlencelere olayların sonunu düşünemediği zamanlar dalar da ancak
işin ciddiyetini, ya da ötesini düşündüğü zaman oyunun da eğlencenin de tadı
tuzu kalmaz ya, işte aynen öyledir bu dünya.
Tıpkı çocuklar mahallelerinde
oyun oynarken, kendi aralarında rol taksimi yapıp kimisi prens, kimisi prenses,
biri kral, öbürüsü kraliçe, birisi komutan ötekisi asker filân. Gün batımına
doğru anneleri, ya da babaları onları eve çağırınca o çocukların içine
daldıkları prenslikleri, prenseslikleri bir anda unutup gerçek hayata
dönüverirler değil mi? Yaptıkları saraylarına, evlerine de bir tekme
vuruverirler değil mi? Yâni şu anda bizim yaptıklarımız da bu değil mi?
Bizler de ev bark peşinde, dükkan
tezgah peşinde, krallık, prenslik peşinde koşarken bir gün bir dâvetçi, yâni
ölüm meleği bizi de gerçek evimize, gerçek yurdumuza çağırıverince biz de tıpkı
o çocuklar gibi oyunlarımızı bitiriveririz. Halbuki daha oyunun tam
koyusundaydık. Daha işlerimizi tamamlamamıştık. Hedeflerimiz vardı. Planlarımız,
projelerimiz vardı. Ama ölüm meleği çağırıverdi bir ikindi vaktinde. Ne
yaparsınız? Tüm ömrünüzü uğruna fedâ ettiğiniz bu ev-lerinize, bu
dükkanlarınıza, bu oyuncaklarınıza bir tekme vurup işte ben gidiyorum demenin
dışında yapabileceğiniz bir şey var mı?
Bir dünya hayatı buysa, öyleyse
ey zavallı insanlar nedir sizin bu dünyaya tapınmanız? Nedir Allah’ı unutma
pahasına, âhireti unutma pahasına bu dünyaya tutkunuz? Ne oluyor? Yıkılmayacak
mı zannediyorsunuz bu dünyayı? Yok olmayacağını mı zannediyorsunuz ticari
hayatınızın? Bitmeyeceğini mi zannediyorsunuz ömrünüzün? Bu kadar bu dünyaya
bağlılığınız niye?
İşte gerçek hayat, işte canlılık, işte
dirilik, işte asıl yaşanacak hayat âhiret hayatıdır. Keşke bilmiş olsalardı bu
gerçeği? Gerçek hayatın öbür tarafta Allah’ın lütfedeceği cennet hayatı olduğunu
bir bilebilselerdi bu insanlar.
65,66. “Gemiye bindikleri zaman,
dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar ama Allah onları karaya
çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O'na hemen eş
koşarlar. Zevklensinler bakalım, yakında
bileceklerdir.”
Bir gemiye binip denize
açıldıkları zaman, gemi Allah’ın emrinde, su Allah’ın emrinde. Bütün
varlıklarıyla Allah’a yönelip o anda dini sadece Allah’a halis kılarak Rablerine
dua ederler. Karadayken tapındıkları, sığındıkları, hayatlarında etkili, yetkili
bilip yasalarını uyguladıkları egemen güçleri unuturlar, onların bu durumda
kendilerini asla koruyamayacaklarını, kurtaramayacaklarını anlarlar. Yeryüzü
tanrılarının ne denize, ne gemiye, ne rüzgara söz geçirme imkânlarının
olmadığını anlarlar. Aslında karada hakim ve durumda olanların orada da bir
yetkileri yok ta orada durum biraz daha farklı olduğu için onları farklı bir
konumda görebiliyorlar. Ama bindikleri gemide ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya
geldikleri zaman, şiddetli bir fırtına, şiddetli bir kasırga, yükselen dalgalar
onları her yönden sardığı ve kurtulma ümitlerinin kalmadığı bir durumda tüm
güçleriyle, tüm benlikleriyle Allah’a dua ederler.
Hem de dini Allah’a halis kılarak
yalvarıp yakarırlar. Dini Allah’a halis kılarak. Yâni dini yaşamanın, dine
bağlanmanın gerekliliğini anlayarak Allah’a dua ederler. Dini sadece Allah’a
halis kılarlar. Yâni hayat programı dediğimiz dini sadece Allah’tan almaya ve
hayatlarının tümünde sadece Allah’ı hakim ve söz sahibi görmeye başlarlar ve Ona
dua ederler, Ona baş vururlar.
Evet böyle ciddi bir durumdayken,
Allah’a işleri düşmüşken duaları, çağırışları, ibadetleri, kullukları, yalvarıp
yakarmaları sadece Allah’adır. Çünkü böyle bir durumda onların Allah’tan başka
dostları yoktur. Daha önce sığındıkları, dua ettikleri, yasalarını uyguladıkları
tüm siyasal, ekonomik, hukuk, eğitim tanrıları, kılık kıyafet tanrıları
gözlerinde sıfıra inmişlerdir.
Ne zaman ki Allah onları karaya doğru
kurtardığı zaman da şirk koşmaya başlayıveriyorlar. Tehlike geçince azmaya,
azgınlık yapmaya, Allah’a kafa tutmaya, Allah’a ortaklar bulmaya
başlayıveriyorlar. Allah’la işleri bitince Ona şirke yöneliveriyorlar. İşleri
bitince eski küfürlerine, eski şirklerine, eski isyanlarına dönüveriyorlar. Ne
kötü değil mi? Unutuyorlar denizlerin Rabbini, unutuyorlar gemilerin,
rüzgarların, göklerin, yerin ve tüm âlemlerin Rabbini. Artık denizden toprağa
ayak bastılar ya sanki kentlerin farklı Rableri var, farklı İlâhları var.
Evet anlıyoruz ki kâfirlerin de,
müşriklerin de vicdanlarında gerçek Rab, gerçek İlâh olarak Allah hissi vardır.
Ciddi bir tehlike anında o tehlikeleri def edecek, tüm zararları kaldıracak ve
kendilerini koruyacak yegâne güç ve kuvvet sahibi tek varlığın, tek mercinin
Allah olduğu onların vicdanlarının derinliklerinde mevcuttur. Her vicdan sahibi
insan bunu çok rahatlıkla anlayacaktır, yeter ki onun vicdanı bozulmamış olsun.
Mü’mini de, kâfiri de, müşriki de daraldığı zaman Allah’a dua etmekte, Allah’a
yalvarıp yakarmaktadır.
Kendilerine verdiklerimize karşı
nankörlük etsinler diye Rab-bimiz böylece imkân veriyor onlara. Biraz
faydalansınlar bakalım. Bi-raz bu dünyada yaşasınlar, saltanat sürsünler
bakalım. Biraz bu dünyadan istifade etsinler bakalım. Yakında bilecekler,
anlayacaklar. Yaşasınlar bir dünya hayatını ama bilsinler ki bu hayat çok çabuk
bitecek, bu hayat çok çabuk bitecek ve gerçeği anlayacaklar. Gemi
yolculuklarının bittiği gibi. Tüm yolculuklarını bittiği gibi. Dünya hayatı da
biter bir gün ve kabul etmeye yanaşmadığınız bir Allah’ın huzuruna çıkarsınız da
hesabınızı görüverir O Allah. Şimdi bu dünyada işinize geldiği zaman Allah’a,
işinize geldiği zaman da başkalarına kulluk ede durun bakalım. İşiniz düştüğü
zaman Allah’a, işiniz bittiği zaman başkalarına yönelin. Elbet bir gün Onun
sorgulamasıyla karşı karşıya geleceksiniz.
67. “Çevrelerinde insanlar
kapılıp götürülürken Bizim Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı
görmediler mi? Bâtıla inanıp Allah'ın nimetini inkâr mı
ediyorlar?”
Görmüyorlar mı? Bakmıyorlar mı? Hiç
düşünmüyorlar mı? Bir baksalar ya oturdukları Mekke’yi nasıl korunmuş, emin,
güvenlikli bir hale getirdik. Halbuki etraflarındaki insanlar kırıp geçmektedir.
Etraflarındakiler kavgalarla, boğuşmalarla birbirlerini yiyip bitirirken onlar
son derece emin bir beldede emniyet içinde bulunmaktadırlar. Allah beyti
sebebiyle onları çevreye ülfet ettirmişti. Kimse onlara dokunmu-yordu. Eğer bir
adam Kureyş’tense, hattâ Kureyşten birisinin himaye-sindeyse kimse ona dokunma
cesaretini kendisinde bulamıyordu.
Çünkü Allah’ın Beytinin
hizmetçisi olmalarından ötürü tüm kabileler yaptıkları bu hizmetten dolayı
onlara saygı duyuyorlardı. Kâbe’yi ziyaret için çevreden gelenlere cömertçe
davranmaları onların saygınlığını ve dokunulmazlıklarını artırıyordu. Kimse
onların kervanlarına dokunmuyordu. Halbuki çevrelerinde soygun, vurgun, talan
kol geziyordu. Kervanlar soyuluyor, adamlar öldürülüyor ama kimse onlara
dokunmaya cesaret edemiyordu.
Yıllar önce atamız İbrâhim (a.s) dua etmişti
Rabbimize:
“Hatırlayın İbrâhim demişti ki Rabbim
burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri
çeşitli meyvelerle rızıklandır diye dua etmişti.”
(Bakara
126)
Ya Rabbi, bu belde emin olsun.
Emniyette olsun. Yerden ve gökten gelebilecek her türlü belâ ve musibetlerden
emin olsun. İnsanların birbirlerini yediği, zulümlerle haksızlıklarla
birbirlerini yok etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak tanımadığı bir dünyada
yaşadıkları dönemlerde bile bu belde emin olsun, emniyetin sembolü olsun. Bu
belde de insanlar huzur içinde yaşasın ya Rabbi diye dua etmişti İbrâhim (a.s)
da Rabbimiz de bu beldeyi emin kılıvermişti.
İşte Rabbimiz Mekkelilere bu
nimetini hatırlatarak buyuruyor ki, görmüyorlar mı bu insanlar? Allah’ın
kendilerine lütfettiği bu özel nimetten dolayı Rablerine kulluğa yönelmeleri,
Rablerinin elçisine iman etmeleri gerekmez mi? O gün Mekkeliler, bugün bizler
tabii. Şu anda emniyet içinde bir hayat yaşıyorsak bunu bize sağlayan Allah
değil mi? Şu anda evlerimize girilmiyorsa, şu anda karınlarımız doyuyorsa,
ticaretimiz iyi gidiyorsa bunları bize sağlayan Allah değil mi? Niye tüm bu
nimetleri bize veren Allah’ı, Onun kitabını, Onun elçisini gündemlerimize
almıyoruz? Niye Rabbimize şükre koşmuyoruz? Niye tüm bu nimetler konusunda en
ufak bir müdahaleleri olmayanları gündeme alıyoruz? Niye onlar kaynaklı bir
hayat yaşayarak onlara hamd etmeye çalışıyoruz?
Yoksa bâtıla inanıyorlar da Allah’ın
nimetlerini inkâr mı ediyorlar? Yoksa bâtıllara inanıyoruz da Rabbimizin
nimetlerine karşı küfranda, nankörlükte mi bulunuyoruz? Kim verdi tüm bu
nimetleri bize? Emanı, emniyeti, huzuru, sükunu, rızkı Allah mı verdi, yoksa şu
hamd edilenler mi? Her şeyi Allah versin ama insanlar nimetlerin sahibine hayat
hakkı tanımasınlar. Allah’ı hayatlarına karıştırmasınlar. Allah’ın istediği bir
hayatı değil de başkalarının istediği bir hayatı yaşasınlar. Allah’ı bırakıp ta
kendilerine başka Rabler, başka İlâhlar bulsunlar ve onların yasalarını
uygulasınlar. Hayatlarında Allah’ın âyetleri değil de zalimler söz sahibi olsun.
Olacak şey mi bu?
68. “Allah'a karşı yalan
uydurandan veya hak kendisine gelmişken onu yalanlayandan daha zalim kimdir?
Cehennemde inkârcılar için bir durak yok mudur?”
Tüm bu nimetlerin sahibi olan
Allah’a karşı böyle davranarak yalan iftira edenden daha zalim kim vardır?
Kendisine hak geldiği zaman o hakkı yalanlayandan daha zalim kim vardır? Evet
Allah’a yalan iftira edenden daha zalim kim olabilir? Allah’ı yalanla
tanımlayan, Allah’ı kendisinin tanıttığının dışında tanıtan, Allah’ın zatıyla,
sıfatlarıyla, yetkileriyle alâkalı yalan söyleyen kimse zalimlerin en büyüğüdür.
Allah hayata karışmaz, Allah vahiy göndermez, Allah bizden kulluk istemez
şeklinde yalan söyleyen kimse zalimlerin en kötüsüdür. Allah’ın sıfatlarını,
Allah’ın yetkilerini kendisinde gören veya Allah’tan başkalarına veren kimse
zalimlerin en tehlikelisidir.
Yeryüzünde Allah’tan başka
Rablerin, İlâhların, tanrıların varlığını kabul eden kimse zalimlerin en
zalimidir. Allah bir konuda öyle bir şey demediği halde Allah böyle buyuruyor,
Allah böyle istiyor diyerek Allah’a yalan iftirada bulunan kimse zalimlerin en
eşettidir. İdeolojiler uydurarak, sistemler geliştirerek bunları Allah’a isnat
eden, Allah’a onaylattırmaya çalışan
kimseden daha zalim kim vardır?
Evet yeryüzünde haram helâl
belirleme hakkının yasa koyma hakkının kendilerinde olduğunu iddia edenlerden
daha zalim kim vardır? Allah’ı, dini, kitabı, peygamberi, hayatı Allah’ın
kitabında ortaya koyduğu gibi değil de kendi hevâ ve hevesleriyle tanımlayarak
Allah’a iftira eden kimseden daha zalim kim vardır? Halbuki ona bu konularda hak
bir kitap, hak bir bilgi, hak bir peygamber gelmişti. Bu hakkı reddederek
kendince hareket eden kimseden daha zalim kim olabilir?
İşte böyle zalimce davranan kâfirler
için cehennem bir sığınak, bir barınak değil mi? Onlar için en iyi barınak orası
değil mi? Tam on-lara lâyık bir yer değil mi? Allah’a karşı zalimce davranan,
müslüman-lara karşı zalimce davranan, onlara yeryüzünde hayat hakkı
tanımayanlara cehennem lâyık değil mi? Yaşasın kâfirler ve zalimler için
ce-hennem? Bu zalimlere tamı tamına lâyık bir barınak hazırlayan Rab-bimize hamd
olsun. Bundan daha güzel bir yer olmaz onlar için. Dünyada Rabbim Allah
diyenlere alçakça saldıran, Allah’ın dünyasında Allah’a hayat hakkı tanımayan bu
alçakları Rabbimiz en iyi bilendir ve onlara layığını da
hazırlamıştır.
69. “Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri
elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz, iyi davrananlarla
beraberdir.”
Bizim yolumuzda, bizim kulluk
programımızda, bizim dinimizde cehd eden, cihad eden, çalışıp çabalayan,
müslümanca bir hayatın kavgasını veren kimseler için onları muhakkak ki kendi
yollarımıza ileteceğiz. Yollarımızı göstereceğiz onlara. Bizim istediğimiz bir
hayatı yaşamanın derdinde olanlara, Bizi razı etmenin heyecanıyla koşanlara,
Adem’in, Nuh’un, İbrâhim’in, Mûsâ’nın, Îsâ’nın, Muhammed (a.s) ların yolunu
takip etmek isteyen, bu yolda cehd ü gayret gösterenler için Biz onlara onların
yollarını açacağız. Onlara cennete giden yollarımızı açacağız, göstereceğiz,
kolay getireceğiz. Muhakkak ki Allah muhsinlerle beraberdir. Allah kendisini
görüyormuşçasına kulluk yapanlarla beraberdir. Allah kendisinin kontrolü altında
olduğunun bilinci içinde kendisine lâyık kulluğa koşanlarla beraberdir. Allah’la
beraber olanlar, Allah desteğinde olanlar da hem dünyada, hem de ukbada
kazananlardır.
Öyleyse muhsinler olarak
Rabbimize kulluğa koşalım, zalim-lerden olmayalım inşallah. Bu sûre ile alâkalı
da bu kadar söz yeter. Rabbim gereği gibi anlayıp, iman edip amele dönüştüren
kullarından eylesin inşallah. Ve âhiru dâvana enilhamdü lillahi
Rabbil’âlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder