Burada Allah’ın kendisine mülk
verdi diye anlatılan kişi Hz. İbrahim’in doğup büyüdüğü Irak’ın zâlim hükümdarı
Nemruttur. Allah kendisine mülk verdi diye devlet ve hükümdarlık verdi diye
gururlanarak ya da başka bir deyişle bu nîmetin şükrünü nankörlükle yerine
getirmeye çalışan bir tâğut. Hz. İbrahim’in ülkesinin
kralı.
Hz. İbrahim’in babası Azer bu zâlimin
baş memurlarından birisiydi. Nemrutun en gözde kullarından birisiydi. Hz.
İbrahim babasının tâğuta kulluk zilletinin tamamen aksine küçük yaşından
itibaren putlara, tâğutlara karşı bir nefret ve Allah’a karşı büyük bir sevgi beslemektedir. Büyüyüp
peygamber olduktan sonra gerek babasına, gerek içinde yaşadığı toplumuna ve
gerekse zâlim krala karşı çok amansız bir mücâdele başlattığını görüyoruz.
Allah’a olan imanını amele dönüştürmek
adına, daha önceki âyette imanın ilk şartı olarak anlatılan tâğutu reddetmek,
imanını a-mele dönüştürmek adına putları kırdı. Bunun üzerine babası alelacele
kralın (Nemrut’un) huzuruna çıkıp oğlunu ona şikâyet etti. O bizim İlâhlarımızı
kırdı. Ona gereken ceza verilsin, diye oğlunu krala ihbar etti. İşte bunun
üzerine Hz. İbrahim kralın huzuruna çıkarıldı. Ve aralarında bir konuşma geçti.
Anladığımız kadarıyla Hz. İbrahim bu
dünyanın en zâlim ve en güçlü kralının huzuruna çıkınca bu zâlim tâğut ona
kendisinin Rab olduğunu İlâh olduğunu
ilan etti. Hz. İbrahim de onun karşısında onun bir zâlim olduğunu, asla Rab
olmadığını, İlah olmadığını Rab ve
İlah olarak sadece âlemlerin Rabbi olan
Allah’a iman ettiğini haykırınca Nemrut: "Ey İbrahim! Bu ülkenin Rabbi benim!
Sizin benden başka Rabbiniz yoktur! Bu ülkede söz sahibi benim! Bu ülkede
kanunlar benim ağzımdan çıkar! Bu ülkede hâkimiyet bana aittir! Söylesene ey
İbrahim! Senin o benden başka bahsettiğin Rab kimdir? Diye sorar. İbrahim
(a.s) da buyurur ki: "Benim Rabbim, Rabb’ul âlemin olan, gökte ve yerde ne varsa
hepsinin Rabbi olan, tüm varlıkları yaratan ve tüm varlıklara hükmeden, öldüren
ve diriltendir!" Hz. İbrahim kendisine ilk olarak yegâne Rab ve İlâh olan Allah’ın hayat ve ölüm konusunu ortaya
atmış ve İlâh olanın bir sıfatını
gündeme getirmiştir.
Zâlim Nemrut bu sözler karşısında
sarsılmıştı, ama bu duru-munu çevresindeki kendisini rab ve ilah kabul etmiş olan kullarının dikkatlerinden
gizlemeye çalıştı. Hain insanların akıllarını sömürebilmek için demagojiye
başvurur. Böyle bir durumda, o gün de, bugün de tüm zâlim tâğutların, tüm despot
idarecilerin baş vuracakları tek şey kavramlarla oynamak ve çevrelerinde
kendilerine kulluk yapan basit düşünceli insanların bir türlü harekete geçmeyen
ve olmayan akıllarıyla dalga geçmek. Vatan, millet, sakarya gibi konularla
meseleyi kamufle etmek. Bakın Nemrut durumu idare etmek üzere bir demagoji
yapar ve der ki:
"Dedi ki ben de diriltir ve
öldürürüm."
Rivâyetlere göre iki adam
getirtir; birini öldürür, diğerini serbest bırakır. Ve der ki; baksana ben de
diriltir ve öldürürüm. İşte bir tâğutluk örneği. Bu hayatı düzenleyenler
bizleriz. Yaşatan da biziz, öl-düren de. Biz istedik mi öldürürüz. Biz istedik
mi asarız. Biz istedik mi keseriz. Biz istesek size nefes bile alma imkânı
bırakmayız. Şu anda yaşıyorsanız bizim sayemizde. Ya da falanın sayesinde.
Allah’la boy ölçüşmeye çalışan tâğutların her devirde aynı tavrı
sergilediklerine şahit oluyoruz.
Ama bakın iman zaafı içinde olanlar,
Allah’a gereği gibi itimat etmeyenler, Allah’ın herkesten güçlü olduğu konusunda
şüpheleri olanlar bu dünyanın en güçlü tâğutları karşısında tir tir
titrerlerken bakın Allah’ın kahramanı Hz. İbrahim ne yapıyor? Allah için
hareket eden kişi tek kişi de olsa, karşısındakiler de tüm dünya bile olsa
Allah’ın yardımıyla onun galip geleceğini anlatan bir tavırla Hz. İbrahim’in
Nemrut karşısında dimdik durduğunu görüyoruz.
Nemrut Allah’ın sıfatlarını kendisinde
görüyordu. Madem ki ben de öldürüyor, ben de diriltiyorum, öyleyse ben de
İlâhım, ben de Rabbim diyordu. Öldürme ve hayat verme yetkisini kendisinde
görüyordu.
Tıpkı bugün Allah’ın bu sıfatını
kendilerinde gören ve gururla yeryüzünde tüm İslâm âlemini, tüm müslümanları
bir daha dirilme-yecek şekilde öldürdüklerini zanneden tâğutların, tüm dünyaya
Rablik çığlıkları atarken, unuttukları insanların gerçek Rabbi tarafından İslâm
dünyasının yeniden dirilişi karşısında ödleri kopacak ve dilleri tutulacak
noktaya geldikleri gibi.
Nemrutun demagojiye kaçtığını gören Hz.
İbrahim buyurdu ki:
"Şüphe yok ki Allah güneşi doğudan getirir,
haydi sen de onu batıdan getir! Deyince böylece o kâfir afallayıp
kaldı."
Diyor ki İbrahim (a.s): Ey
insanlara Rablik ve İlahlık iddiasında bulunan zâlim! Ey Allah’ın sıfatlarına
sahip olduğunu, öldüren ve dirilten olduğunu iddia eden tâğut! Hayat veren ve
öldüren zat aynı zamanda tüm varlıkları istediği gibi idare eden, onlara söz
geçiren, onlara ferman edebilen zattır. Aya, yıldızlara, semaya, arza,
bulutlara, yağmurlara, bitkilere ve tüm varlıklara söz geçiren zattır. Eğer bu
zat sen isen, haydi bakalım benim Rabbim güneşi doğudan çıkarıyor, sen de onu
batıdan getir! deyince kâfirin dili tutuldu, apışıp kaldı. Diyecek bir şey
bulamadı.
Bu, tartışmada bir usuldür. Eğer
karşımızdaki sözü çarpıtarak çevredeki kişilerin kafalarını karıştırmaya
yönelirse, Hz. İbrahim’in burada yaptığı gibi biz de daha açık bir delille
geçerek onun ağzını kapatmayı becereceğiz inşallah.
Geçen haftaki dersimizde okuduğumuz son
âyet-i kerîmesin-de Rabbimiz, bizi bundan yüz yıllar öncesine, takriben iki bin
yıl öncesine götürerek, o dönemde Allah’ın elçisiyle kendisine mülk verdiği bir
tâğutun tartışmasını anlatmıştı. Bu tartışmayla anladık ki Rabbimiz dilediği
insanlara güç verir, kabiliyet verir, yetenek verir, mal verir, mülk verir
saltanat verir. Ve bu verdikleriyle insanları imtihan eder. Ve belki de böyle
bir imtihana en fazla tabi tutulanlar yeryüzünde egemen olanlar ve
saltanatlarıyla insanlara hakim olanlar ve de Allahu Teâlâ-nın kendilerine
verdiği bu imkânlarla, bu fırsatlarla Allah’ın kullarına karşı tanrılık
iddiasında bulunanlardır.
Eğer bunlar Allah’ın kendilerine
verdiği bu güç ve kuvvetle, bu imkân ve saltanatla Allah’a kulluğa yönelselerdi
yâni Allah’ın önünde secdeye kapanarak, Allah’ın şanını yüceltseler, kendi
hiçliklerini anlayarak, kulluklarını anlayarak Allah’ın velâyeti altına
girselerdi, onun arzularını uygulamaya çalışsalardı, elbette hem dünyada, hem
de uk-bada daha şerefli bir hayata kavuşacaklardı. Dünyada şerefli bir hayat,
öbür tarafta da cennet onların olacaktı. Ama ne gariptir ki bu insanlar Allah’ın
kendilerine verdiği güç ve saltanatla, Allah’ın kendilerine bahşettiği imkân ve
fırsatlarla Allah’ın karşısına geçip: Ben de Rabbim. Ben de İlâhım. Ben de
Melikim. Ben de mâlikim, demek zorunda kalmışlar sanki. Demek zorunda kalmışlar
dedim, çünkü güç ve kuvvetleri, imkân ve saltanatları onları
aldatmıştır.
Varlıklı kişiler, Allah’ın kendilerine
imkân ve fırsat verdiği kişiler çoğu zaman bu nîmetlerin vericisi olan Allah’ı
unutmuşlar, istiğna duygusuna kapılmışlar, bu nîmetlerin kendilerine iyi insan
oldukları için, imtihanı kazandıkları için verildiğini zannetmişler ve
kendilerinin büyük insan olduklarını kabul etmeye başlamışlardır. Bir de bundan
şunu anlıyoruz ki; Allah kâfirlere de mülk verebilir. Bir kimseye bolca mülk ve
imkân verilmesi, o insanın faziletli bir insan olduğunu göstermez.
Allah’ın kendilerine mülk ve saltanat
verdiği insanlar kendilerinin İlah olduğunu iddia etmeye başlayıvermişler. Bu
neyin nesiydi böyle? Onları var eden Allah değil miydi? Yaratılışları kendi
ellerinde miydi? Ellerindeki imkânların tamamını, o güçlerini o saltanatlarını
onlara veren Allah değil miydi? Yarın vakti geldiği zaman onların tama-mını
alacak olan Allah değil miydi? Vakti gelince ölmemeyi, Allah’ın kaderine
teslim olmamayı becerebilecekler miydi? Kendilerinden öncekilerin bu kadere
karşı gelemediklerini, vakti gelince ölüp gittiklerini görmüyorlar mıydı bu
insanlar?
Yâni bu Nemrutlar, bu Firavunlar ve şu
anda da kendilerinin İlâhlığını iddia edenler acaba kendilerinden önce yaşamış
olan babalarının dedelerinin birer birer mülk ve saltanatlarını bırakıp hayata
veda ederek gittiklerini görmemişler miydi? Evet her gün görüyorlardı ama,
gariptir ki bu insanlar unutuyorlar işte. Güç ve kuvvet kendilerinde olduğu
zaman onları hiç kaybetmeyeceklerini zannediyorlar. Sıhhat ve sağlıkları yerinde
olduğu zaman onları hiç kaybetmeyeceklerini
zannediyorlar.
İşte bakın burada bir örnek olarak
kendisine güç ve kuvvet verdiği, imkân ve saltanat verdiği birini gözler önüne
seriverdi Rab-bimiz. İbrahim (a.s) insanlığın imamı, müslümanların ve
Rasulullah’ın atası olan o büyük insan dedi ki:
"Benim Rabbim hem diriltir hem de
öldürür!"
Bunun üzerine o azgın tâğut da
dedi ki:
"Ben de öldürür ben de
diriltirim!"
Şu çelimsiz insanın tavrına
bakın. Allahu Teâlâ kendisine yetki vermiş, Allah onu o makama çıkarmış.
Allah’ın kendisine verdiği o güç ve saltanatla gerçekten mâsum olan, suçsuz olan
yâni ölümü hak etmemiş olan insanları, mazlumları öldürebiliyor. Suçsuz
insanları hapse atabiliyor. Ve gerçekten Allah’ın yasalarına göre Allah’ın
kitabına göre işlemiş oldukları suçlardan dolayı yaşamaları bitmesi gereken,
yâni recm edilmeleri veya elleri kesilmesi gereken insanları da Allah’ın
yasalarını, Allah’ın kitabını görmezden gelerek
affediyor ve onlara hayat hakkı verebiliyor.
İşte tüm sahte Rablerin, tüm
sahte İlâhların özelliğidir bu. Allah’ın yasalarına göre suçlu olanların suçsuz,
suçsuz olanların da suçlu görülerek muamele yapılması. Dün de bugün de bunu
yapanların tamamı İlâhlık iddiasında bulunmuş insanlardır. Onun için diyor ki
bakın: "Ben de öldürür ben de diriltirim!"
Rivâyetlere göre birisi suçlu ötekisi
suçsuz iki adam getirtir Nemrut. Suçsuzu öldürür, suçluyu da serbest bırakır.
Ve der ki; "Bak öldürülmesi gerekeni dirilttim, yaşaması gerekeni de öldürdüm.
Ben de öldürür, ben de diriltirim. O halde ben de İlâhım."
İşte böyle Allah yasalarına göre
suçlu birini serbest bırakıp suçsuzlara hayat hakkı tanımamak, onları
kodeslerde tutup akıl ve hayale gelmeyecek biçimde onları fitnelere uğratmak tüm
tâğutların, tüm sahte İlâhların ve tüm zâlimlerin sıfatlarıdır. Gerçekten de
sahte tanrıların bütün amelleri, bütün işleri, bütün hükümleri işte böyledir.
Çünkü Allah’ın hükümlerini beğenmeyen, Allah’a kafa tutan, Allah’la yarışmaya
çalışan birinden bundan başkası da beklenmez.
Bu defa Hz. İbrahim dedi
ki:
"Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor.
Hadi sen de onu batıdan getir! Deyince kâfir şaşırıp
kaldı."
Bakın birinci tartışmanın konusu
insanların Allah’ın kendilerine verdiği hür iradeleriyle ulaşabilecekleri bir
konudur. Ama buradaki tartışmanın ikinci bölümünde ise insanların hür
iradelerine verilmeyen yâni insanların iradelerinin hiç sökmeyeceği
iradeleriyle insanların ulaşamayacakları bir konudur. Yeryüzünde bu iki konuyu
ayırmamız gerekiyor. Birisi yeryüzünde Allah tarafından insanların iradelerine
bırakılmış konular, ötekisi de insan iradesiyle ulaşılamayacak
alanlar.
İşte yeryüzünde bugüne kadar ve bugün
de dahil kendilerini Allah yerine koymuş, Allah kanunlarının yerine kendi
arzularını oturtmaya ve insanları buna itaat ve ibâdete zorlamış (İslâm’da
ibâdetle itaat aynı mânâya gelir de onun için böyle söyledim) insanları kendi
arzularına itaate zorlamış tüm sahte tanrıların ve tanrıçaların insanları
aldattıkları konu işte bu birinci konudur, birinci alandır.
Allahu Teâlâ muradı gereği yeryüzünde
insanlara irade vermiştir. Allah’ın kendilerine verdiği bu iradeleri gereği
insanlar yeryüzünde Allah’ın arzularına uygun bir hayat yaşayabilecekleri gibi
bu iradeleri gereği Allah’a rağmen, Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına ve
isteğine rağmen Allah’a isyan ederek bir hayat yaşama hakkına da sahiptirler.
Yâni Allah’ın kendilerine verdiği bu iradeleri gereği insanlar imanı da küfrü
de, hidâyeti de dalâleti de seçebilme hakkına sahiptirler. Allah’ın istediği
razı olduğu bir hayatı da Allah’ın istemediği ve yasak kıldığı bir hayatı da
tercih edebilme hakkına sahiptirler.
Bu hakkı onlara Allah vermiştir. Yâni
Allah’ın yasaklamasına rağmen insanlar kendilerine verilmiş bu iradeleriyle
içki içebilirler, zina edebilirler, adam öldürebilirler, Allah’ın koyduğu
düzeni bozabilirler, Allah’ın yasalarını değiştirebilirler. Zulmedebilirler,
haksızlık yapabilirler, yeryüzünde Allah’a rağmen Allah’ın istemediği bir
hayat tarzını yaşayabilirler.
Ama unutmayalım ki bu Allah’ın
kendilerine verdiği özgür iradeden kaynaklanmaktadır. Ve hiç şüphe yoktur ki
insanlar kendilerine verilmiş olan bu özgür iradelerinin bedelini mutlaka bir
gün ödeyeceklerdir. Yâni mutlaka bu insanlar kendilerine verilmiş olan bu özgür
iradeleriyle istedikleri biçimde hareket etmelerinin bedelini bir gün
ödeyeceklerdir. Müslümanca yaşamalarının karşılığında cennet, kâfir-ce ve
zâlimce yaşamalarının karşılığında da cehennemi bulacaklardır.
İşte bu insanların hür iradeleriyle
yeryüzünde ulaşabilecekleri, yapabilecekleri alandır. Ama bir de insanların
yeryüzünde özgür iradeleriyle asla ulaşamayacakları müdahale edemeyecekleri
veya yapamayacakları alanlar vardır. Yâni makamları, konumları, güçleri
kuvvetleri ve saltanatları ne olursa olsun kendilerinin asla ulaşamayacakları,
iradelerinin sökmeyeceği alanlar da vardır. Bu sahte İlâhlar, bu bölümü hiç
gündeme getirmeyen, sadece iradeleriyle ulaşabilecekleri birinci bölümü
gündeme getiren bu zâlimler: "Biz de Tanrıyız! Biz de İlâhız! Biz de İlahlık
sıfatlarına sahibiz. Bizi de Rab kabul etmek zorundasınız. Bizim kanunlarımıza
ve arzularımıza da uymak zorundasınız. Bizim de emretme ve yasaklama hakkımız
vardır! Diyerek insanların düşünceleri üzerinde baskılar kurmaya çalışıyorlar.
İnsanların inançlarına ipotekler koymaya çalışıyorlar. İnsanları Rablerine
kulluktan koparıp kendilerine kul köle yapmaya çalışıyorlar. Ama iradeleri
gereği kendilerine bırakılmış bu sahâlârda İlâhlık taslamaya kalkışırlarken
beri tarafta kendi iradelerinin yetmeyeceği ve saltanatlarının sökmeyeceği
konular söz konusu olunca da apışıp kalıyorlar, aptallaşıp kalıyorlar, donup
kalıyorlar.
Dün Allah’ın peygamberi İbrahim (a.s) Allah
düşmanı Nemruta demişti, biz de bugün aynı âyetle günümüzün İlâh taslaklarına,
Allah kanunları ortadayken, Allah kanunlarını beğenmeyerek, Allah’ın kitabı
ortadayken kitabı diskalifiye ederek, kendilerini Allah makamın-da görerek
daha iyisini yapmaya kalkışan bugünkü İlâh taslaklarına da diyoruz ki: "Bizim
Rabbimiz, bizim hayat programımızı kendisinden almak zorunda olduğumuz Rabbimiz
güneşi doğudan getiriyor, hadi gücünüz yetiyorsa siz de onu batıdan getirin!"
Hadi eğer siz de Rab-sanız, siz de İlâhsanız, yeryüzünde biz de egemeniz! Biz
de güç sahi-biyiz! Bu insanlar üzerinde biz de söz sahibiyiz! Biz de
istediklerimizi öldürür, istediklerimizi diriltiriz! Biz de dilediklerimizi
affeder, diledik-lerimizi kodeslerde süründürürüz! Biz de istediğimiz gibi
hareket ederiz! Eğer bizim kanunlarımıza uymazsanız, bizim arzularımızdan
çıkarsanız dünyanızı zindan ederiz! Diyen bu sahte İlâhlardan bir tanesi ya da
hepsi birleşsinler güneşe emretsinler de sadece bir gün o güneşi batıdan
doğdursunlar.
Yapabilirler mi bunu? Evet egemenlik
bizdedir, emretme ve yasaklama hakkı bizdedir diyerek yeryüzünde tanrılık
iddiasında bulunan bu insanlar bıraktık güneşe söz geçirmeyi acaba
vücutlarının en küçük parçası olan saçlarına ya da tırnaklarına söz
geçirebiliyorlar mı? Saçlarının ağarmasını ya da tırnaklarının uzamasını
engelleyebiliyorlar mı? Buna yetecek kadar güçleri var mı? Allah’ın arzında
Allah’ı diskalifiye ettiklerini zannederek, Allah’ın kullarına egemen
olduklarını zannederek diledikleri şekilde zulme dayanan bir sistem kurup da
insanlara hayat hakkı tanımayan, insanların özgürce Rablerinin emirlerini
yerine getirmelerine engeller koyan, inançlarına, düşüncelerine hattâ
kalplerine bile baskı kurup Allah’ın mülkünde: "Rabbim Allah!" demelerine bile
izin vermeyen bu yeryüzünün sahte tanrıları ve tanrıçaları acaba
ihtiyarlamalarına engel olabiliyorlar mı? Acıkıp susamalarına engel
olabiliyorlar mı?
Gökyüzünden muhtaç oldukları bir yağmur
damlasını bile indirmeye muktedir olamayan, yeryüzünden bir tek buğday tanesi
bile çıkarmaya güç yetiremeyen, kendi vücutlarına bile söz geçiremeyenler nasıl
olur da Hayyu Kayyum olan, gökte ve yerde ne varsa hepsini idare eden mülk
kendisinin olan Allah karşısında utanmadan: "Biz de mâlikiz.” “Biz de İlahız”
“Biz de emreder ve yasaklarız.” “Biz de hayat programı yaparız.” “Biz de öldürür
ve diriltiriz.” Diyebiliyorlar? Ama
istedikleri kadar desinler, bir gün bir İbrahim çıkar, bir gün bir Allah dostu
çıkar sözü ağızlarına tıkayıverir. "Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor Haydi
sen de onu batıdan getir!" Deyiverir de:
"Kefere şaşırır
kalır."
İşte onun ve onun gibilerinin
tanrılığı bu kadardı. Tanrılıkları buraya kadardı. E hani tanrıydın sen? Hani
İlâhtın? Ne oldu? Nasıl İlah oldun?
Nasıl tanrı oldun sen? Allah kanunları dururken nasıl kanun yapmaya kalkıştın?
İbâdet ve itaat edilecek yegâne varlık olan Allah dururken nasıl Allah’ın
kullarını ona kulluktan koparıp kendine kul köle yaptın sen? Hani ne duruyorsun
bu konuda bir şeyler söylesene! Şaşırıp kaldı kâfir, apışıp kaldı, aptallaşıp
kaldı. Elbette:
"Allah zâlimlere hidâyetini nasip
etmez."
Elbette Allah zâlimleri hidâyete
ve başarıya ulaştırmaz. Elbette Allah yeryüzünde hakkı olmadığı halde zâlimlik
yapan, Allah’a kulluk makamında bulunması gerekirken kendisini başka bir makamda
bulunduran, Allah’ın arzında Allah’ın hakkını gasp ederek Allah’ın kullarına
hükmetmeye kalkışan, egemenlik iddiasında bulunan bu tür zâlimleri hidâyetine
ulaştırmayacaktır. Yâni bütün bu hakikatleri anlamaya onu ulaştırmayacaktır.
İslâm’ı, Kur’an’ı anlama imkânı vermeye-cektir
bunlara. Ama eğer bu tür insanlar bir gün kendi Rabliklerini bir tarafa
bırakırlar da gurur ve kibirlerini kırarlar da, Allah’ın Rabliğine, Rab olan
Allah’ın hâkimiyetine inanırlar ve Rab olan Allah’ın velâyeti altına girerek
Allah’ın bu velâyeti altında olanlara indirdiği kitabının hükümlerine teslim
olurlarsa ve bu kitabın yeryüzünde pratiğini uygulamasını göstermek üzere
gönderilmiş olan peygambere tabi olurlarsa yâni kendiliklerinden karar vererek
hidâyete talip olurlarsa Allah da onları hidâyetine ulaştıracaktır. Hidâyet
Allah’ın elindedir .
Bundan sonra Rabbimiz velâyetini anlatan
ikinci bir örnek daha anlatır. Hayyu Kayyum olan Rabbimiz, mü'minlerin işlerini
çekip çeviren, onları karanlıklardan, bilgisizlik, cehalet ve olayları
çözememekten dolayı içine düştükleri şaşkınlık karanlıklarından onları kesin
bilginin aydınlıklarına ve nûra nasıl çıkardığını anlatmak üzere bir misal daha
anlatacak Rabbimiz. Her ân şu âlemde cereyan eden öldür-me ve diriltme işinin
nasıl gerçekleştiğini anlatacak.
259:"Yahut altı üstüne gelmiş bir şehre
uğrayan kimse gibisini görmedin mi? O: "Bunu bu ölümünden sonra Allah nereden
diriltecek?" Dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü. Sonra onu diriltti
ve "ne kadar kaldın?" diye sordu. O da: "Bir gün, yahut bir günden eksik
kaldım!" dedi. Allah buyurdu ki: "Hayır yüz sene kaldın, öyle iken bak
yiyeceğine ve içeceğine henüz bozulmamış. Hele eşeğine bak, hem bunlar seni
insanlara karşı kudretimizin bir alâmeti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak
onları nasıl birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et
giydiriyoruz? Böylece gerçek ona açıkça belli olunca: "şimdi biliyorum ki,
Allah her şeye kadirdir." dedi."
Burada anlatılan kişi de
hadisenin geçtiği şehir de anlatılma-mıştır. Sahabeden pek çoğunun ifadesine
göre burada anlatılan kişi Hz. Üzeyr'dir. Yine sahabeden bazılarının ifadesine
göre bu şahıs Hz. Ermiya'dır. Lût’un (a.s) hizmetçisi Şaya diyenler de olmuştur.
Hadisenin geçtiği şehir konusunda da
Kudüs şehri üzerinde durulmuştur. Bahtunnasır’ın saldırısı sonucu Kudüs’te
oturan İsrâil oğullarının pek çoğu öldürülmüş, geri kalanlar da sürgün edilmiş
ve Kudüs tamamıyla yakılmış, yıkılmış, yerle bir edilmiş. İşte bu manzarayı
görünce demişti ki:
"Allah burasını ölümünden sonra nasıl
diriltecek?"
Bunun birkaç anlamda söylendiğini
düşünüyoruz.
1-) Allah yerin altı üstüne getirilmiş
bu memleketi diriltecek bu-na inanıyorum ama nasıl diriltecek? Acaba bunun
yasası nasıldır? Rabbimin buna gücünün yettiğine kesin iman ediyorum ama acaba
bunun keyfiyeti nasıl olacaktır?
Veya inanıyorum Allah bunları
tekrar diriltecek ama ne zaman diriltecek? Bunun zamanlaması nasıl ki diyordu,
anlamak istiyordu, kavramak istiyordu veya bizzat bunu gözleriyle görmek ve
itminana kavuşmak istiyordu.
2-) Ya da ben bunu istiyorum, ben buna
sa'y ediyorum, ben bu şehrin ve şehir halkının dirilişine sa'y ediyorum, ben bu
ülke insanının silkinmesini bekliyorum ama âcizim, bunun yolunu bilmiyorum,
Allah bunu mutlaka yapacak, Allah ölmüş bu şehri mutlaka diriltecek, her şeyini
kaybetmiş bu ülkeyi yeniden diriltecek ama galiba ben göremeyeceğim! diyerek
hayıflanıyordu.
Yani kendisini sorumlu bildiği o
toplumun dirilişi için kafa yoruyor, düşünüyor ve çareler arıyordu. Ölülerin
dirilişi hızlandırmak için çırpınıyor ve Allah’a dua ediyordu. Allah’ım, bu iş
senin elindedir. Ölüleri ancak sen diriltirsin. Bu konuda yardımını esirgeme
diye dua dua Allah’a yalvarıp yakarıyordu.
3-) Ya da bu ölüler nasıl dirilecek? Bu
üzerlerine ölü toprağı serpilmişler, bu her şeylerini kaybetmişler, bu
duyguları dumura uğramışlar nasıl dirilecekler? Heyhat! Hiç de hayat emaresi
gözükmüyor. Hiç diriliş ümidi gözükmüyor. Ülkenin her tarafı dökülmüş
saçılmış. Her yerde ölüm uykusu her tarafta ölüm sessizliği. Allah’ım ben bu
toplumu nasıl dirilteceğim? Karanlık, karamsarlık ve ümitsizlik ifadesi
dökülüyordu dilinden. Bunu söyleyen o maksatla söylemiyor, dirilişin mümkün
olmadığını kast ederek ya da şüphe ederek böyle konuşmuyor. Bu sözleri
çaresizlik umutsuzluk içinde bir dil sürçmesi olarak anlıyoruz. Çünkü yeniden
diriliş konusunda, ümitsizlik küfürdür.
Orada ölüm sessizliğinin dışında hiç bir şey
görememiş, bu sırada aklında birtakım sorular şekillenmiş "Allah burasını
ölümünden sonra nasıl diriltecek?" gibi ve bu sorular kalbini etkisi altına
almaya başlayınca:
"Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü
bıraktı. Sonra onu diriltti. Ve ona demişti ki: "Ne kadar kaldın?" O: "Bir gün
veya bir günden az kaldım" demişti. Allah ona: "Hayır yüz yıl kaldın. Böyleyken
yiyeceği-ne ve içeceğine bak ki henüz bozulmamış. Eşeğine de bir bak bunu
yapmamız seni insanlara ibret kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir
araya getiriyoruz? Sonra da onlara etlerini giydiriyoruz
demiştir"
Allah
bunu göstermek için yüz yıl uyutuverdi onu. Tam bir asırlık bir uyku.
Aradan geçen bir asır içinde Allah ölmüş mü'minleri ye-niden diriltti. Müminler
Allah’ın izniyle silkinip, dirilip Kudüs’ü yeniden fethettiler ve otuz sene
içinde yeniden şehri imar ettiler ve Kudüs’te hayat
başladı.
Bunu bizzat gözleriyle görünce de
dedi ki:
"Artık şimdi biliyorum ki gerçekten Allah
her şeye güç yetirendir."
Veya işte, bu ülke Türkiye’dir veya
İslâm dünyasının herhangi birisidir. Her şey bitmiş, ölmüş, her şey yıkılmış,
her şey harap olmuş. Ümmet yıkılmış, hilafet yok olmuş, medreselerinin üzerinde
baykuşlar ötüşür, mescidleri fonksiyonlarını yitirmiş, sarıkları, cübbeleri
kaybolmuş, kitapları sünnetleri mülga olmuş, dinleri imanları cihadları
heyecanları pörsümüş, her şeyleri alabora olmuş, ümitsizlik karanlığı
üzerlerine çükmüş.
İşte bu yıkılışı acı acı seyreden
birileri de feryad ediyor. Ama kesinlikle inanıyoruz ki Allah bu ümmeti
ölümünden sonra yeniden diriltecektir. Ölüm ve diriliş elinde olan, dilediğini
öldüren, dilediğini dirilten Allah, inşallah bizim toplumu da diriltecektir.
Yine bakın Rabbimiz bundan sonra bu
ihya ve imata ile ilgili, yaratma ve öldürme ile alâkalı bir
misa l daha
anlatacak:
260:"Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl
diriltirsin bana da göster!" Demişti de Allah’: "İnanmıyor musun?" Demişti.
(Bunun üzerine) İbrahim: "Evet inanıyorum, ancak kalbimin mutmain olması için
bunu istiyorum" Demişti. Allah da: "Dört kuş al! onları kendine alıştır. Sonra
da onlardan her dağa bir parça koy, sonra da onları kendine çağır. Onlar sana
koşarak gelirler. Bilesin ki şüphesiz Allah güçlüdür hakimdir."
İbrahim (a.s) dedi ki: "Ey Rabbim
ölüleri nasıl diriltirsin? Nasıl dirilteceksin? Böyle bir soruyu kim soruyordu?
İnanmayan birisi miydi bunu soran? Hayır bunu soran Allah’ın peygamberiydi. Az
evvel okuduk Allah düşmanı Nemrut karşısında: "Benim Rabbim diriltir, benim
Rabbim öldürür." diyen bir peygamberin dönüp de bu konuda inkâr içinde olduğunu
söylemek mümkün değildir. İbrahim (a.s) burada diyordu ki: "Ey Rabbim! Ey
hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim! Ölüleri nasıl dirilteceksin?"
derken ben biliyorum ve inanıyorum ki sen ölüleri diriltirsin fakat bu işi
nasıl yaptığını bana göstermeni istiyorum diyordu. Buradaki soru edatı, var
olduğu kabul edilen bir şeyin keyfiyetini öğrenmek için kullanılır. Meselâ
Hasan’ın ilmi nasıldır? diye sormak Hasan’ın ilminin var mı? Yok mu? olduğunu
sormak anlamına değil, Hasan’ın var olan ilminin derecesini sormak demektir.
İbrahim’in (a.s) bu sorusunun altında
bir şüphesinin olmadığını bilen Rabbimiz bunu dinleyenlerin böyle bir zehaba
kapılmamaları için de: "İnanmıyor musun?" buyurarak onun "İnanıyorum ya Rabbi!"
demesini bize duyurmayı murad etmiştir.
Çünkü: İbrahim (a.s) alelade bir insan
değil bir peygamberdi. Normal bir müslümanın Allah’a karşı kulluk görevlerini
yapabilmek için bu ölmüşlerin dirilişi gerçekliğini gözleriyle görme ihtiyacı
duymayabilir. Fakat bir peygamber insanları kendisine çağıracağı şeyi bizzat
gözleriyle görmeliydi ki görevini en güzel biçimde yapabilsin. İnsanlara:
"Sizi inanmaya çağırdığım şeyi ben gözlerimle gördüm. Siz cahilsiniz, ama biz
biliyoruz. Siz körsünüz, ama biz görüyoruz!"
diyebilmeliydi.
Peygamberlerin bunu diyebilmeleri
için Rabbimiz tarafından onlara göklerin ve yerin işleyiş biçimleri göklerin ve
yerin melekûtu, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme gibi hususlar apaçık
gösterilmiştir. Konumları ve üslendikleri görevleri gereği Allah onlara bu
ya-kîn bilgisini olarak öğretmiştir.
Evet İbrahim (a.s): "Ya Rabbi bunu bana
göster!" deyince Rabbimiz buyurdu ki:
"İnanmıyor
musun?"
İnsanları, varlıkları tekrar
dirilteceğime inanmıyor musun ey İbrahim? Bir şüphen mi var bu konuda? İbrahim
(a.s) buyurdu ki:
"Evet inanıyorum ama kalbim tatmin olsun
için istiyorum."
İbrahim’in (a.s) kalbi mutmain olacaktı, tabii
atamızın kalbi mutmain olunca da bizim kalbimiz de mutmain olacaktı. Bu
münâsebetle Rabbimiz ölüleri nasıl dirilttiğini Bakara sûresinin 260. âyetinde
anlatacak biz de gözlerimizle görmüş gibi olacak ve inanacağız.
Allah da hayatın, kuş gibi uçup giden
bir şey olduğunu işaret etmek üzere, ve ölüleri nasıl dirilttiğini göstermek
üzere buyurdu ki:
"Dört kuş al, onları kendine alıştır. Sonra
onlardan her dağa bir parça koy, sonra da onları çağır. Onlar sana koşarak
gelirler. Bil ki şüphesiz Allah Azîzdir,
Hakimdir."
Rabbimiz buyuruyor ki Ey İbrahim dört kuş al
ve onları iyice kendine alıştır. Yâni onlara iyice alış, duyularını onlar
üzerine teksif ederek iyice onları tanı. O kuşların şekillerini, renklerini,
özelliklerini iyice öğren ve tanı ki bunları başkaları ile karıştırma. Dirilip
yanına gelen bunlar mıydı? Yoksa başkaları mıydı? Bu konuda şüphen
olma-sın.
İbrahim (a.s) aynen Rabbimizin
buyurduğu gibi yaptı. Dört kuş aldı, bunları iyice tanıdı, sonra bunları kesip
etlerini birbirine karıştırarak her bir parçasını bir dağ başına koydu. Sonra
onları tekrar çağırdı. Kuşların parçaları birleşerek, canlanmış olarak
İbrahim’in (a.s) dâvetine koşarak icâbet ettiklerini İbrahim (a.s) gözleriyle
gördü. Siz de gördünüz değil mi bunu gözlerinizle? Siz de şahit oldunuz buna
değil mi? Evet biz de gözlerimizle gördük ve şahid olduk. Çünkü fikirler
yanılır, duyular yanılır, gözler kulaklar yanılır, deneyler yanılır ama vahiy
asla yanılmaz. Her şey yanılır ama Allah asla yanılmaz. Ayet asla yanılmaz.
Sûrenin başlarında değinmiştik kişinin Allah’la öğrendiği bilgi kendi kendine
öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Kişinin kendi tecrübeleriyle kendi
duyularıyla öğrendiği bilgi yüzde yüz kesin ise, vahiyle öğrendiği bilgi yüz de
bin kesinlik ifade edecektir.
İşte böyle İbrahim (a.s) öldürdüğü
kuşların dirilmiş olarak ve koşarak kendisine doğru geldiklerini görecek ve
kalbi tatmin olacaktı. Demek ki bu âyet-i kerîmeden öğreniyoruz ki insan
kalbinin itminana kavuşmasının iki yolu vardır.
1-) işte bu âyetin de ifadesiyle
Rabbimizin göze hitap eden görsel âyetleri vardır. Bunlar, Rabbimizin kâinatta
serpiştirdiği ay, güneş, yıldızlar,sema,yağmur,bulut,kar,insan,bitki,ağaç gibi
görsel âyetlerdir. Bunlar Allah’ın varlığını bize anlatan âyetler ve
alâmetlerdir.
2-İkincisi de: "Dikkat edin kalpler
ancak zikrullah ile itminana kavuşur, kalpler ancak zikrullah ile doyuma
ulaşır, sükûnete erişir, sıhhatine kavuşur." Ayeti Kur’an-ı Kerîmdeki kulağa
hitap eden Rabbimizin işitsel âyetleridir.
Öyleyse bizler de kalplerimizin
sükûnete kavuşmasını, doyu-ma ulaşmasını itminana kavuşmasını istiyorsak
kalplerimizi istila etmiş şüphe bulutlarını yok etmek üzere zikrullahla yâni
Kur’an’la ve görsel âyetlerle sürekli beraber olmak zorundayız ki, Allah
yardımcımız olsun. Öldükten sonra dirilme konusunda şüphesi olmayan
mü'-minlerin kalplerinin tatmin olması için, inanmayan kâfirlerin de imana
yönelmeleri için sürekli bu kitapla beraber olma zorunlulukları vardır.
Bunu hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz
yarın o mecburi diriliş günü gelmeden önce, müminleri infaka teşvik edecek. Ey
müs-lümanlar! Rabbinizi tanıdınız, gücünü kudretini bildiniz, Hayyu Kay-yum
olduğunu, gökte ve yerde ne varsa hepsinin mülkünün sahibi olduğunu, bir lahza
bile uyuklamadan, gaflet etmeden kullarının işlerini deruhte ettiğini, öldüren
ve dirilten olduğunu bildiniz. İşte böyle bir Allah uğruna infakta bulunun!
Maldan, candan, ilimden, akıldan, zamandan, görüşten ve sahip olduğunuz her
şeyden infakta bulunun. Sahip olduğunuz şeylerin başkalarının da sahip olmasını
isteyin. Evinize götürdüklerinizden başkalarının evine de gitmesini sağlayın.
Sahip olduğunuz şeyleri başkalarıyla da paylaşmayı becerin.
İşte böyle bir Allah adına
infakta bulunulur. Böyle bir Allah uğruna can da mal da fedâ edilir. Ve böyle
bir Allah her şeye lâyık olan bir Allah’tır. Zaten Allah’ı tanımayan, Allah’ın
gücünü kuvvetini ve mül-kün gerçek sahibi olduğunu bilmeyen, mülkün ve hayatın
kendisine ait olduğunu zanneden bir adam zırnık bile veremez. Veremiyorlar da
işte görüyoruz. İşte Rabbimiz bu bölümde kendisini tanıttıktan sonra böylece
bildiğiniz benim hatırıma infakta bulunun buyuracak ve bu infak konusunda da
iki örnek verecek Rabbimiz:
261:"Mallarını Allah yolunda harcayanların
durumu bir tanenin durumu gibidir ki yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz
tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah’ın rahmeti geniştir. O her
şeyi bilir."
Rabbimiz daha önceki âyetlerde
infak etmeyenlerin kâfirler olduğunu, Allah’ın dostlarının mü'minler olduğunu,
tâğutun dostlarının da kâfirler olduğunu anlatmıştı. Kâfirler tâğutlar uğrunda,
tâğutî sistemlerin yaşaması uğrunda, nefisleri, putları şeytanları ve
şehvetleri uğrunda harcarlar. Mü'minler de Rableri ve Rablerinin sisteminin
hâkimiyeti adına harcarlar. Cihad ve ilayı kelimetullah adına harcarlar.
Âyet-i kerîmede Allah yolunda infak
edenlerin sevaplarının kat kat artırılacağı anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin
karşılığının yedi yüze kadar çıkartılacağına dair bir
misa l veriliyor. Daha sonra bir amel
ve o ameli işleyenlerin o ameli işlerken taşıdıkları ihlâs ve samimiyetlerine
göre kat kat artırılacağı anlatılıyor. Yâni yapılan infakın değeri ya da
karşılığında takdir edilecek mükâfat o infakın ferdin, toplumun ve ümmetin
problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiğiyle orantılıdır. Yâni
infaka takdir edilecek sevap giderilen ihtiyaçla orantılıdır.
Öyleyse: İnfak, infak edilen
şeyin hacmi, azlığı, çokluğuyla ilgili değildir. Bir çuval hurması olup da bunun
yüz tanesini Allah yolunda infak eden kişiyle bir tek hurması olup da ona
ihtiyacı varken bölüp yarısını bir kardeşine infak eden kişi elbette bir
değildir. Burada mükâfatın takdirinde azlık çokluk değil niyet ve giderilen
sıkıntının türü önemlidir.
Mü'minler infak için bir taneyi bile küçük
görmemeli ve onu Allah adına harcamayarak Allah’tan kıskanmamalıdır. Elimde bir
tanem var onu da Allah yolunda harcarsam o da yok olup gidecek deme-melidir.
Bakın Allah önce dirilme sırrından söz etti. Eğer bu dirilme sırrı olmasaydı o
bir tane yok olup giderdi. Ama bakın Allah onun yok olup gitmediği gibi çok daha
fazlasıyla mukabelede bulunacağını anlatıyor.
"Allah dilediğine (harcadığının
karşılığında) daha kat kat verir. Muhakkak ki Allah Vâsîdir,
Âlimdir."
Allah Vasidir, geniş olandır, genişlik
sahibidir. Yâni dilediğine dilediği kadar kat kat ve hesapsız verendir. Âlimdir.
Kime ne kadar vereceğini çok iyi bilendir. Allah verenin verirken hangi
şartlarda ve ne niyetle verdiğini en ince teferruatına kadar bilen, ve verene
vereceğini nasıl takdir edeceğini bilendir.
İnfakın karşılığı budur. Ama şurası da
unutulmamalıdır ki her infak bu mükâfata lâyık değildir. Yâni her infakçıya bu
sevap veril-mez. Bakın bundan sonraki âyet-i kerîmesinde bu hususu anlatırken
Rabbimiz şöyle buyurur:
262:"Mallarını Allah yolunda infak edip
sonra da harcadıklarını minnet ve eziyet vesilesi kılmayanlar var ya işte
onların mükâfatı Rableri katındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar asla
üzülmeyeceklerdir."
Rabbimiz kendi rızası uğrunda yapılacak
infakın çok değerli olduğunu, çok büyük sevaplara lâyık olduğunu anlattı. Ama
bu âyet-i kerîmesinde bu büyük sevaplara nail olabilmek için birtakım şartların
yerine getirilmesi gerektiğini anlatıyor. Rabbimizin anlattığı bu şartlar yerine
getirilmedikçe yapılan harcamaların boşa gideceği anlatılıyor. Bu şartlardan
birisi infakta "menn" olmayacak, ikincisi de "eza" olmayacak. Menn ve eza
infakın bereketini kaçıran iki kötü özellik olarak zikrediliyor.
Menn; bunun iki anlamı
var.
1-)
Başa kakmak, baş kakıncı yapmak.
2-) Az verip çok
istemektir.
Birinci mânâsıyla menn iyilik yaptığı
kişiye, infakta bulunduğu insana karşı yaptığı iyiliği, sayıp dökmektir. Ben
sana şunu vermiştim. Ben sana şunu yapmıştım. Gibi yaptığı bir iyiliği
hatırlatıp kendine karşı ödemesi gereken haklarının bulunduğunu, minnet borcu
olduğunu sürekli hissettirip durmasıdır.
Hani devamlı anlatılır. İki arkadaş bir
yere giderlerken birisinin şemsiyesi varmış ötekisinin hiç bir şeyi yokmuş.
Şemsiyeli olan arkadaşını da bu şemsiyesinden istifade ettirerek, Onu
ıslanmaktan kurtarmış. Ama bunu bir türlü unutmamış adam. İkide bir: “Arkadaş!
Ha-tırlıyor musun o gün ne yağmur yağmıştı! Eğer benim şemsiyem olmasaydı
sırılsıklam ıslanmıştın. Dua et ki benim şemsiyem vardı.” diyerek sürekli bunu
hatırlatıp durmasından rahatsız olan arkadaşı orada bir ırmağın içine kendisini
atar ve: “Evet senin şemsiyen olmasaydı herhalde bundan daha beter
olmayacaktım!” Der. Aslında Ecdadımız "birine yaptığın iyiliği hemen unut. Ama
kendine yapılan iyiliği unutma!" der. Birine iyilik yapıldığı zaman hemen bunun
unutulması gerekir.
Menn kelimesinin ikinci mânâsı
Müddessir sûresinin 6. âyetinde de ifade buyurulduğu gibi Yaptığı işi çok
görerek ya da, az vererek çok şey istemektir. Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz,
efendimize buruyor ki: Peygamberim, daha iyisini beklediğinden dolayı sakın insanlara iyilikte bulunayım deme. Kaz
gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığıyla insanlara iyilikte bulunmaya
kalkma. Ben bunu bir kere arabama bindirirsem, bu bana araba alır beklentisiyle
hareket etme. Hareketlerini buna bina etme peygamberim! Veya sen kendini çok
iyiliğe lâyıksın zannederek hareketlerini öylece düzenleme!
Veya karşındakini minnet duygusu
altında tutma. Az verip çok şey bekleme! Hep toplumsal planda, hem de Allah’a
karşı görevlerinde öyle davranma! Meselâ efendim namazımızı kılıyoruz,
abdesti-mizi alıyoruz, elbette Allah bizi koymayacak da cennetine sığırları mı
koyacak? Gibi, az yaptığın şeyler karşılığında tam kulluğun gereği olan cenneti
bekleme. Veya sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattın diye iki
çay içirmesini bekleme. Ya da iki hadis anlattın diye aferin demelerini
bekleme. Veya ben bunlara İslâm’ı tebliğ ettim diye hemen karşındakilerin
hayatlarının değişmesini bekleme. Yâni karşındaki insanlara yaptığın bir
iyilik, bir infak karşılığında onların sana minnet duymasını isteme.
Evet infakta ve iyilikte menn
olmayacak. Cezada olmayacak. Eziyet;
birine verdiği şeyden ya da yaptığı iyilikten ötürü ona karşı tahakküm
etmeye kalkışmak demektir. Kendisini harcama yaptığı, infakta bulunduğu kişiden
sürekli üstün görmek ve infakta bulunduğu kişiyi sürekli alçaltmak
demektir.
Ya da eza, tiksindirmek demektir.
İyiliğe balgam atmak demektir. Eğer iyilik Allah için yapılmışsa o buna her
zaman lâyıktır.
Binaenaleyh sadaka verenler, yardımda
bulunanlar yardımda bulundukları insanlara karşı bu yardımı psikolojik bir
komplekse dönüştürenler yaptıkları iyiliklerle karşılarındakini ezmeye
çalışanlar bu amellerinin boşa gittiğini bilmelidirler. Böyle bir iyiliği, böyle
kan kusturarak yapılmış bir infakı Allah hiçbir zaman kabul etmiyor. Çünkü bu
amel Allah için değil başkaları için veya kendisinin daha faziletli daha üstün
olduğunu ispat etmek için yapılmış bir ameldir. Zira öyle insanlar vardır ki
böyle eziyetlere maruz kalmaktansa aç kalıp ölmeyi tercih ederler. Kendi şeref
ve onurlarını kaybetmektense, yokluk ve sıkıntı içinde yaşamayı izzet ve
şerefine mal olan bir zenginliğe tercih ederler. Bakın İnsan sûresinin 8, 9 ve
10. âyetlerinde Rabbimiz şöyle buyurur:
"O muttakiler yemeği kendi ihtiyaçları
varken yoksula yetime ve esire yedirirler. Ve (yedirirken de onlara) Biz size
Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür
beklemiyoruz. Çünkü biz Rabbimizden bed çehreli asık suratlı bir günün azabından korkarız derler."
(İnsan
8-10)
Kendilerinin o yemeğe ihtiyaçları
varken yedirirler veya seve seve yedirirler,yahut Allah sevgisinden ötürü
yedirirler, ya da sevdiklerinden, sevdikleri yemekten yedirirler. Bir de
yedirirken yedirdiklerine: “Size ancak Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir
karşılık isteriz, ne de bir teşekkür derler.” Değilse ben size yediriyorum,
ben size yardım ediyorum, o halde siz de benim karşımda şöyle şöyle
davransaydınız, elimi bari öpseydiniz, ben gelince ayağa bari kalksaydınız
sözümü dinleseydiniz vs, vs. Gerçek mü'minler böyle yapmazlar. Mü'minler
yaptıklarını Allah için yaparlar. Ona başka şeyleri asla karıştırmamaya
çalışırlar.
Ama bakıyoruz bugün yemek
yedirenlere, ziyafet çekenlere ne adına yapıyorlar bunu? Dergiye abone
toplayalım diye, dergaha adam bulalım diye, partiye üye kaydedelim diye,
cemaatin sayısını artıralım diye, ya da hoca desinler diye, zengin desinler
diye, beni adam yerine koysunlar diye, bugüne kadar kazandığım sosyal statümü
kaybetmeyeyim diye, ya da bugün tavuk vereyim de yarın kaz gelir diye, ya da
kasamı doldurayım, kesemi şişireyim diye. Bugün insanlar bunun için
yediriyorlar. Veya işte başa kakıyorlar, yedirdiklerini ezme adına yediriyorlar
ki bunların hiç birisi Allah’ın istediği ikram değildir.
Öyleyse başa kakılarak, baş kakıncı
yapılarak, yapılan ikram sürekli gündemde tutularak ya da eziyet edilerek,
yapılan bir iyilik karşılığında karşısındakine hükmetmeye kalkışılarak,
sadakalarımızı boşa çıkarmayalım. Böyle yapmaktansa, onların onurlarını
kırarak, izzeti nefislerini rencide ederek bir şeyler vermektense onlara güzel
bir söz söylememiz, maruf bir söz söylememiz daha
hayırlıdır.
263:"Güzel bir söz ve bağışlama, arkasından
eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Muhakkak ki Allah Ğa-nî’dir,
Halîmdir."
Onlara güzel söz söyleyin, tatlı
söz söyleyin, hoş görülü olun. Onlara yardımda bulunarak arkasından
burunlarından getirmenizden, onurlarını kırmanızdan daha iyidir. Şunu hiçbir
zaman unutmayın ki, Allah sizden daha zengindir ve sizin bu şekilde yapacağınız
yardımlara da ihtiyacı yoktur. Çünkü İslâm’da eziyetleri engellemek menfaati
celp etmekten daha evlâdır.
İhtiyaçlı olan kişiye güzel söz
söylenir güler yüz gösterilir. Eğer ona o anda verebilecek bir şeyimiz yoksa
Kardeşim şu anda imkânım yok. Allah ihtiyaçlarını gidersin. Allah yardımcımız
olsun! Gibi güzel söz söylenir ve o
kişinin ihtiyacını açığa vurmadan kusuru affedilirse hem Allah’ın rızası
kazanılır hem de ihtiyaç sahibi kişinin kin, haset ve nefreti engellenmiş olur.
Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Güzel söz sadakadır. Müslüman
kardeşini güler yüzle karşılaman iyiliktir."
Buyurur.
(Müslim)
İnsanlara söylenebilecek en güzel söz
birine bir şeyler verirken şöyle demektir: Al kardeşim. Bu benim değil
senindir. Bu benim malımın içinde Allah’ın sana verilmek üzere verdiği hakkıdır.
Ben şu anda sana benim olan bir şeyi değil senin kendinin olan bir şeyi
veriyorum. Bu senin hakkındır. Bu benim malımın içinde sana verilmek üzere
Allah’ın hakkıdır. Allah bunu sana verilmek üzere bana vermiştir demek
zorundayız. Hani Meâric sûresinde:
"Onların mallarında isteyen ve
isteyemeyenlerin hakkı vardır."
(Meâric 24,
25)
Buyuruluyordu ya, işte bu
verdiğimiz bizim malımızın içinde onlara verilmek üzere Rabbimizin koyduğu
fazlalıktır ve onu, onlara güzellikle ulaştırmak zorundayız. Bu konunun önemini
biraz daha perçinlemek için, bakın Rabbimiz bundan sonraki âyet-i kerîmesinde
yine şöyle buyurur:
264:"Ey iman edenler! Sadakalarınızı,
Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen ve mallarını insanlara gösteriş olsun
diye infak eden kimseler gibi başa kakarak veya eziyet vererek boşa çıkarmayın!
Bu kişilerin (harcamalarının) durumu, üzerine ince toprak örtülmüş sert kaygan
bir kayaya benzer. Ona şiddetli bir yağmur isa bet eder de (toprağını götürür
ve) çırılçıplak bir hale getirir. (İşte onlar) kazanç olarak bir şey elde
edemezler. Şüphesiz ki Allah kâfir olan bir kavme hidâyet etmez.
Bu tür hareketler imanla asla
bağdaşmaz. Bunlar İmandan kaynaklanan şeyler değildir. Çünkü iman, iman
sahiplerini korumayı ve desteklemeyi emreder. İman, iman sahiplerinin imanlarını
yaşayabilecek huzura kavuşturulmalarını emreder. İman, kendisinden
kaynaklanarak yapılan amellerin boşa çıkarılmamalarını emreder. Rab-bimiz bu
âyet-i kerîmesinde mallarını gösteriş için harcayan ve har-cadıklarını da, baş kakıncı yapan
kimseleri Allah’a ve âhirete inanmayan insanların yanı başında zikrediyor.
Allah’a ve Âhiret gününe iman etmeyenler mallarını gösteriş ya da dünyevî
menfaatler elde etmek için harcarlar. Bir yere bir harcama yapacakları zaman
evvela bununla ne kazanacaklarını hesap ederler. Bunlar bu yaptıklarının
karşılığını kesinlikle Allah katında bulamayacaklardır. Çünkü bunlar bu
yaptıklarını Allah için yapmamışlardır. Menfaat ve riya için yapmışlardır.
Hani hizmetçi kızın biri ağlıyormuş: Ne
yapıp ettiysem bir türlü ağamı memnun edemdim diye. Komşu kadın sormuş: Kızım
nasıl hiz-met ediyorsun ağana? Bana bir anlatır mısın? Demiş. Kızcağız
anlat-maya başlamış: “En güzel yemekleri yapıyorum. En güzel yağları döküyorum,
en güzel tabaklara koyuyorum üzerine de tezeği koyuyorum, en güzel en taze bir
hayvan tezeğini de üzerine kapatıyorum ama bir türlü ağama beğendiremiyorum”
diyormuş. İşte kimileri de böyle yapıyor. Adam güzel güzel ameller işliyor ama
o amellerinin üzerini tezekle kapatıyor, yâni riya ile, gösterişle kapatıyor.
Halbuki Allah böyle bir ameli kabul etmiyor.
Böyle gösteriş olsun diye infakta
bulunan ya da infakını baş kakıncı yapan insanların durumunu anlatırken bir
örnek veriyor Rab-bimiz. Sert bir kayalık arazi düşünün ki, yağan yağmurlar
üzerinden kolayca akıp gitmektedir. Bu sert arazinin üzerinde incecik bir
toprak tabakası var ve siz bunun üzerine bir şeyler ekiyorsunuz. O ektiğinizi
korumaya ve yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Tohum çıkıyor, filizleniyor, dışarıdan
tohum filizlenip dal budak saldı diye bakıp bakıp seviniyorsunuz. Sonra
bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmaya başlıyor. Ve yağan yağmur selleri o
kayalığın üzerindeki o incecik toprak katmanını üzerindeki filizlerle beraber
söküp silip süpürür. Sonunda çekilen tüm zahmetler tüm emekler, harcanan tüm
mesailer bir anda yok olup gidiyor. Zira bu filizler köksüzdür, tutunurlulukları
yoktur. İşte aynen bunun gibi amellerini köklü bir imana dayandırmayan, basit
ve köksüz menfaatler ve gösterişler için yapan kişilerin amelleri de böyle yok
olup gidecektir. Yarına intikal etmeyecek ve Allah katında en ufak bir faydası
bile görülmeyecektir.
Ama buna karşılık mallarını Allah için
harcayanların durumu da şuna benzer:
265:"Mallarını Allah’ın rızasını kazanmak ve
kalplerindeki imanı sağlamlaştırmak için harcayanların hali, yüksek tepede
bulunan bahçenin hali gibidir. Oraya bol yağmur yağar ve meyveleri iki kat olur.
Eğer bol yağmur yağmazsa çisenti olur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
1- Mallarını Allah için harcayanlar,
Allah’ın rızasını kazanmak için ve kalplerindekini ortaya koymak için, mü'min
olduklarını ispatlamak için, ya da kalplerindeki imanlarını amele dönüştürerek
kuvvetlendirmek için sadaka verenler. Buradaki:
"Nefislerindekini tespit için
verenler."
İfadesinin birinci mânâsı budur. 2-
Bunun bir ikinci mânâsı da: Sadaka, sıdk, sadâkat, tasdik, bunlar aynı kökten
gelir. Tasdik imanın eylemidir. Tasdik imanın ispatıdır. Malının tümünün
Allah’a ait olduğuna inanan kişi mü'mindir. Ama bu imanı eyleme geçirerek,
Allah’a ait olduğuna inandığı bu malını Allah yolunda sadaka veren kişi de
tasdik ehlidir, yâni sıddîktır. "Sadaka burhandır" hadisi de bunu anlatır. Sadaka vermek
malın ve canın Allah’a ait oluşunu kabulün delilidir. Müminler mallarını ve
canlarını Allah yolunda kullanarak sadakalarını ortaya koyarlar. Sadaka
insanın mal yönündeki imanını doğrulayan bir husustur.
3- Ya da bu, Allah için sürekli verme
konusunda sebat ehli olabilmeyi becerebilmek için verilen demektir bunun
mânâsı. Kendilerini sürekli vermeye alıştırabilmek için infak ederler. Bir
bakıma nefis eğitimi adına verenler demektir. Yâni nefislerini iman üzerine
sa-bit kılmak için mallarını ve canlarını Allah yolunda fedâ ederler. Zira mal
ve can, Allah yolunda fedâya hazır olmadıkça, nefislerin iman üzerine sabit
olması mümkün değildir.
4- Ya da sonuçtan kesin olarak emin
oldukları halde verirler demektir bunun mânâsı. Yâni verene Allah’ın kat kat
vereceği konusunda emin olarak verirler. Nitekim Leyl sûresinde de bu konu
şöyle anlatılır:
"Artık kim verir ve muttaki olursa, ve
hüsnayı da tasdik ederse biz onu kolaya kolaylayacağız."
(Leyl: 5-7)
Evet içinizden kim Allah’ın verdiğini
verirse, yarım ekmek, çeyrek ekmek, bir hurma, yarım hurma verirse, Allah güç
mü verdi, akıl mı verdi, boş zaman mı verdi, dil mi verdi, bilgi mi verdi onları
verirse, ama muttaki olarak, benimseyerek, Allah adına ve Allah için verirse,
ve bir de hüsnayı tasdik ederse, yâni verene Allah’ın vereceğine inanarak, bunu
tasdik ederek verirse, biz onu kolaya kolaylayacağız.Bu Hesabını
kolaylaştıracaktır. Birinci anlamı, Allah onun hayatını kolaylaştıracaktır.
İkincisi, Öyle bir hayat
yaşayacak ki o kişi, kazanması kolay, harcaması kolay, namazı kolay, ikramı
kolay, çocuklarını kolayca terbiye eder, hanımını kolayca terbiye eder, kolay
karar alır, Allah’ın rızasının nerede olduğunu kolayca anlar ve hemen kolayca
ona yönelebilir. Kalplerindekini tespit ve tasdik için verenler.
5- Bunun beşinci mânâsı da nefsini mal
sevgisinden ve cimrilik hastalığından temizlemek ve Allah yolunda eğitmek için
verenler demektir. Çünkü bugün malını veremeyen kişi yarın gerektiğinde canını
hiç veremeyecektir.
Evet işte böyle Allah için verenlerin
ve de kalplerindekini tespit etmek için verenlerin durumu aynen şuna benzer.
Bunların durumu öncekilerin
tamamen aksine, yüksek bir tepenin üzerindeki bahçeye benzer. Öncekilerin
durumunu alçak bir çukurun içindeki bahçeye benzetmişti Rabbimiz. Yüksek yer
ekinin güven ve selâmeti için alçak bir yerden daha iyidir. Çünkü alçak yerler
ekine zarar verebilecek birtakım şeylerin saldırılarına, baskınlarına maruz
kalabilir. Genellikle çöplükler, artıklar bu tür çukurlara dolar. Ama yüksek
yerler bu tür tehlikelerden daha emindir.
İşte mallarını Allah yolunda
harcayanlar, böyle yüksekte bulunan bir bahçeye benzer. Oraya yağan yağmur
şiddetli ve bol olursa bolca bitki bitirir. İki kat hâsılat verir. Oraya bolca
yağmur yağmasa bile, yâni ufak bir çisenti olsa bile yine bitki bitirir. İşte
Allah için malını infak eden mü'minlerin durumu buna benzer. Çok verdikleri
zaman öbür tarafta bolca ürün elde ederler, az verseler, çisenti kadar verseler
bile Allah için verdiklerinden, başa kakmadıklarından, gösteriş yapmadıklarından
ve de verdikleriyle verdiklerine eziyet etmediklerinden Allah onlara yine bolca
sevap verecektir buyurulmaktadır. Bundan sonra bir soru ve vicdanlarımızla bir
hesaplaşma noktasına getirerek sizler şöyle bir uçurumla karşı karşıya gelmek
ister misiniz? Diyerek bizim karşımıza bir tablo daha çıkarıyor.
266:"Sizden hiçbiriniz ister mi ki,
kendisinin hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun, altında ırmaklar
aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üzerine de ihtiyarlık çökmüş
ve elleri ermez, güçleri yetmez küçük zayıf çocukları olsun. Derken ona ateşli
bir bora isa bet ediversin de o bahçe
yanıversin. İşte Allah, âyetlerini size böylece açıklıyor. Umulur ki,
düşünürsünüz."
Rabbimiz burada bize bir misa l veriyor. Ömrünün son
dönemlerini yaşayan, zayıf ve ihtiyar olduğu için çalışıp kazanma imkânı
olmayan bir adam düşünün. Bu yaşlılık ve güçsüzlüğün yanında küçük yaşta
olmaları ve de hasta olmaları ya da başka sebeplerle çalışamayacak durumda
olan ve onun eline bakan çocukları da olan bir baba düşünün. Bu ihtiyar ve
güçsüz babanın hem kendisi hem de çocuklarının geleceği için yıllarca çalışıp
yetiştirdiği ve ümit bağladığı zemininden ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı
var. İçinde başka diğer meyveler de var.
Bu bahçe öyle bir bahçe ki onun
geçimini, geleceğini garanti ettiği gibi çocuklarının hayatını da güvence
altına almaktadır. Bu durumda, bu yaşta ve bu şartlar altında bu bahçenin bu
yaşlı baba için ne kadar önemli olduğunu, bu babanın onun üzerine nasıl
titrediğini siz düşünün. Sahip olduğu bu bahçe sayesinde adam son derece rahat
ve geleceğe ümitle bakıyor. Bahçenin dökülüp gelen meyveleri onun tüm yükünü ve
sorumluluklarını hafifletiyor, yüzünü güldürüyor.
Ama, tam bu durumda her tarafı kasıp
kavuran ateşli bir ka-sırga o bahçede şöyle bir tavaf ediyor. Ekmek teknesi,
ümit dağarcığı tüm meyveler ve tüm ağaçlar harap oluyor, tüm üzüm ve hurma
ağaçları yanıp kül oluyor. Ve düşünün ki bu yaşlı, çaresiz adam yanın-da bakıma
muhtaç çocuklarıyla beraber bahçenin önünde duruyor. Artık o andaki onun
duygularını kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Yüzündeki karalığı,
gözlerindeki zillet ve düşüklüğü, kalbindeki kırıklığı, yıkılışı, dökülüşü dile
getirmek mümkün değildir. Karşısında duran bu manzara onun kalbinde hayat izi
namına, ümit namına ne varsa hepsini silip götürmüştür. Bu kül yığınlarının
arasında tüm yaşama sevinci, tüm umutları yok olup gitmiştir.
Yaşı çok ilerlemiş olduğu için
yeniden imar etme, yeniden çalışıp kazanma imkânı da kalmamıştır. Şimdi ne
yapsın bu adam? Allah buyurur ki işte böyle ihtiyarladığınız, çalışıp yeniden
kazanma imkânınızın kalmadığı, çağınızın geçtiği bir döneminizde bütün
hayatınız boyunca çalışıp kazandığınız şeylerin bir anda yok olup gitmesini
ister misiniz? İçinizden kim ister bunu? İşte böyle bir tabloyu güzünüzün önüne
getirin, dedikten sonra Rabbimiz karşımıza ikinci bir tablo daha çıkarıyor.
Bir ömür boyu çalışıp çabalayıp,
ameller işleyip öbür tarafta cennet ümit eden bir adam düşünün. Çok şeyler
harcamış, çok ameller işlemiş, çok değerli şeyler vermiş, infakta bulunmuş,
ağlayanları güldürmüş, yetimlerin başını okşamış, fakirlerin sofralarını
doldurmuş, kurslar yaptırmış, yurtlar kurmuş, yollar köprüler inşa ettirmiş.
Böylece bu yaptıklarıyla cenneti garanti etmenin sevincini yaşamaktadır. Fakat
öbür tarafta çok ciddi bir hayal kırıklığıyla karşı karşıya gelmiş. Tüm bu
yaptıklarının imansızlık, riya, gösteriş, başa kakma ve eziyet fırtınalarıyla
havaya savrulduklarını, ya da yanıp kül olduklarını görünce, eline hiç bir
şeyin geçmediğini görünce bu adamın ne hale geleceğini siz düşünün.
Tıpkı önceki tablodaki yaşlanmış
ve çalışıp kazanma imkânı kalmamış adam gibi bu adamında kıyamet günü tekrar
çalışıp amel işleme, Allah’ı hoşnut edecek ibâdetler yapma imkânı da
kalmamıştır. İnfak edecek paranın olmadığı, ibâdet edecek fırsatın kalmadığı bir
günde tüm yaptıklarınızın, dünyalık adına yaptığınız için öbür tarafa intikal
etmeyerek dünyada kaldığını ya da riya, gösteriş, başa kakma gibi sebeplerle
boşa gittiğini, hiçbir işe yaramadığını görünce aynen bu yaşlı adamın durumuna
düşeceksiniz diyor Rabbimiz.
"İşte Allah size böylece âyetlerini
açıklıyor. Düşünesiniz, ibret alasınız diye."
Eğer bu dünyada, Allah’ın
âyetleriyle birlikte bir hayat yaşamaz, Allah’ın âyetlerinden ve uyarılarından
uzak bir hayat yaşar, Allah’ın âyetlerine karşı vurdum duymaz bir tavır
takınır, onlarla iç içe olmaz ve bunun tabii sebebi olarak da Allah’ın sizden
istediği biçimde infak etmezseniz, maldan, candan, bilgiden, boş zamandan,
bedenden Allah namına infakta bulunmazsanız tüm hayatınızı gençliğinizi ve
enerjilerinizi bu dünyada kalacak biçimde harcar âhiretiniz için bir yatırımda
bulunmazsanız aynen bu adamın durumuna düşeceksiniz! Bunu bir saniye bile
unutmayın diyor Rabbimiz.
Evet imansızlık, riya, gösteriş, başa
kakma ve eziyet verme amelleri bu hale getirecektir. Bunlar kıyamet günü tüm
amelleri boşa çıkaracak ve sahiplerine çok büyük bir pişmanlık ve hüsran
tattıracaktır. Hem de kıyamet günü insanın hiç bir şeye sahip olmadığı ve de
cennete girebilmek için onlara en çok muhtaç olduğu bir anda tüm ameller boşa
çıkacaktır Allah korusun.
267:"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en
güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan (Allah için) harcayın.
Kendinizin göz yummadan alamayacağınız pis ve değersiz şeyleri vermeye
kalkmayın. İyi bilin ki şüphesiz Allah Ğanî (zengin) dir, Hamîd (övülmeye
lâyık) dir."
Rabbimiz bundan önceki âyet-i
kerîmesinde kendi rızasına uygun olarak yapılacak infakın katında kabul
edilebilmesi için infak eden kişide bulunması gereken şartları anlatmıştı.
İnfakta bulunan kişinin bu infakını sırf Allah’ın rızasını kazanmak için ve
nefsini temizlemek adına yapması gerektiğini, riyadan, gösterişten, başa
kakmaktan ve eziyetten uzak durması gerektiğini anlatmıştı. Bu âyet-i
kerîmesinde de Rabbimiz harcanacak, infak edilecek malda bulunması gereken
şartları anlatıyor. Ve infak edilecek malların türünü anlatıyor. Buyuruyor ki
Rabbimiz:
"Kazandıklarınızın en
temizinden."
Kazandıklarınızın en temiz ve en
güzellerinden infak edin. Buradaki "Tayyibat" ifadesini iki mânâda
anlıyoruz.
1- Kazandıklarınızın en temizinden
infak edin demektir bunun mânâsı. Yâni kaynağı temiz olan, kazanma yolu temiz
ve helâl olan, helâl yollardan kazandığınız mallarınızdan infak edin. Kazanç
yolu haram olan, temiz olmayan malları infak etmeyin. Zaten bunlara İslâm mal
demez. Nitekim Abdullah Bin Mes'ud'un rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın
Rasûlü şöyle buyurur:
"Haramdan mal kazanan bir adam ondan infak
edecek olursa kesinlikle bu infakını Allah kabul etmez. Sadaka verecek olursa
sadakası kabul edilmez. Onu vermeyip geri bırakacak olursa o mutlaka onun için
cehennem azığıdır. Muhakkak ki Allah kötüyü kötü ile silmez. Fakat kötüyü iyi
ile siler. Çünkü pis ve bayağı olan bir şey, pis ve bayağı olan bir şeyi asla
silmez."
(İmam
Ahmed)
Hattâ Hanefî ulemâsının ifadesine göre
herhangi bir kimse, haram yollardan kazandığı bir malı, Allah adına ve sevap
bekleyerek infak edecek olursa bu adam kâfir olur. Çünkü bu haliyle bu adam
haramı helâl kabul etmiştir. Ve yine bu adamın bu malı, kendisine infak ettiği
fakir onun haramdan kazandığını bile bile kendisine: "Allah senden razı olsun"
gibi bir dua da bulunursa, bu fakir de kâfir olur. Bu ikisinin durumunu bilerek
onların bu konuşmalarını duyan ve "Amin" diyen kişi de kâfir olur. Evet
mallarınızın temizinden yâni helâlinden infak edin diyor Rabbimiz.
2- Mallarınızın en güzellerinden, en
kıymetlilerinden infak edin demektir. Bakıyoruz bugün kimi insanlar
kendilerinin beğenmedikleri, değer vermedikleri yaramaz mallarını infak
ediyorlar. Eski olduğundan, değersiz olduğundan, tadı tuzu güzel olmadığından,
ya da başka kusurları sebebiyle kendilerinde bulundurmayıp başkalarına savmak
istediklerinden veya başka sebeplerle kendilerinin ondan kurtulmak istedikleri
mallarını infak etmeye çalışıyorlar. Başkaları bu tür malları kendilerine
verecek olsalar, gözlerini kapatarak ancak kabul edebilecekleri malları infak
etmeye çalışıyorlar.
Ve böylece, Allah ancak bu
kadarına lâyıktır demeye çalışıyor-lar. Allah diyor ki böyle yapmayın. Allah
buna lâyık değildir. Allah’a imanın gereği bu değildir. Bilesiniz ki Allah
Ğanî’dir, Allah zengindir. Bu yaptıklarınız Allah için değil kendiniz içindir.
Allah Hamîd’dir. Allah kendi kendini övendir. Sizlerden hiç biriniz ona onun
istediği biçimde kulluk yapmasanız, onu onun istediği biçimde övgüye lâyık
görmeseniz bile o kendi kendini övendir. Onun ne sizin mallarınıza, ne de
övgülerinize ihtiyacı yoktur.
Öyleyse harcanan, infak edilen mallar
kişinin mallarının en temizi ve en iyisi olmalıdır. Tirmizî’nin Bera İbni
Azib’ten nakil ettiğine göre bu âyetin nüzul sebebi şöyledir. Sahabeden Bera
İbni Azib der ki: "Bu âyet biz Ensâr hakkında nazil olmuştur. Bizler hurma
bahçelerimizden, çokluğuna ve azlığına göre hurma salkımları getirir ve muhtaç
olanlar ondan istifade etsinler diye, mescide asardık. Ehl-i Suffe’-den
dilenenler karınları acıktığı zaman gelirler asalarıyla vururlar ve bu
salkımlardan düşenleri yerlerdi. Sahabeden bazıları da caiz zannıyla, ya da
azalacak korkusuyla döküntü, bozuk, adi, çürük çarık şeyleri kırılmış ve düşmüş
hurma salkımlarını getirip asmışlardı. İşte bunu beğenmeyen Rabbimiz bunun
üzerine bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur. Yâni sizden biriniz nefsinin
hoşlanmadığı, değer vermediği, utanarak, yüz buruşturarak, istemeyerek, göz
yumarak alabileceği malları infak etmesin buyurdu.
Âl-i İmrân sûresindeki âyet-i kerîme de
bu hususu şöyle anlatır:
"En çok sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça
birre ulaşamazsınız. Ve neyi infak etmişseniz Allah onu bilmek-tedir"
(Âl-i İmrân: 92)
Buyurulur. En çok sevdiklerinizi Allah
yolunda infak etmedikçe, en çok sevdiğiniz şeyleri harcamadıkça, en çok
sevdiklerinizi elinizden çıkarmadıkça, onlardan vazgeçmedikçe birre
ulaşamazsınız eb-râr olamazsınız diyor Rabbimiz. Eğer sizler dünya
birimlerinden sevdiğiniz bir şeyleri, elinizdeki, ayağınızdaki, cebinizdeki
şeyleri veya işinizi, aşınızı, mesleğinizi, meşrebinizi, diplomanızı,
makamınızı, koltuğunuzu Allah için, ondan vazgeçebilecek bir konum ortaya
çıkınca bunu gerçekleştirebiliyor ve ondan Allah için vazgeçebiliyorsanız,
işte o zaman Ebrâr olursunuz birre ulaşırsınız diyor Rabbimiz.
O halde Ebrâr olabilmek için, birre
ulaşabilmek için en çok sevdiklerimizi Allah adına infak edeceğiz. Allah adına
vazgeçivereceğiz. En çok oğlunu mu seviyorsun? Onu Allah’ın dinini öğrenip
öğret-me yoluna vakfederek Allah adına infak ediver. Oğlunu mühendisliğe,
mimarlığa, ya da çok para getirecek bir mesleğe değil de Allah adına bir hayat
yaşayacağı ve Allah’ın dinine hizmet edeceği, bir mesleğe adayıp infak ediver.
En çok kızını mı seviyorsun onu Allah’ın istediği biçimde eğitip Allah’ın
istediği bir kul haline getirip Allah adına infak ediver. En çok bir kâlemini mi
seviyorsun, bu kâlemle yazmayı çok sevdiğini mi söylüyorsun? Onu Allah adına,
Allah’ın kullarından bir kardeşine infak ediver. Yeri gelince onu Allah için
elinden çıkarmayı beceriver.
Meselâ öyle yorgunsunuz öyle
yorgunsunuz ki, uykuyu o kadar seviyorsunuz ki o anda, ayakta duracak haliniz
yok, hemen yatmak istiyorsunuz. İşte o anda sevdiğiniz ve can attığınız bu
uykunuzu İslâmî bir ihtiyaç, İslâmî bir dert adına harcayabiliyorsanız o zaman
işte sevdiğinizi infak etmiş olursunuz. İnfak onun adına ondan vazgeç-mek
demektir. Allah adına sizdeki olan o imkândan vazgeçmek demektir. Meselâ
hanımınız var çok seviyorsunuz onu, veya arkadaşınız var çok seviyorsunuz onu.
Onunla beraberliği o kadar seviyorsunuz ki hiç ondan ayrı kalmaya
dayanamıyorsunuz. Ama Allah’ın dinini, Allah’ın arzularını icra etme adına
ondan ayrılmamız gerektiği noktada eğer bunu ifa edebiliyorsak, işte bu Allah
adına infaktır.
Hanımlarımız, arkadaşlarımız,
sevdiklerimiz, seveceklerimiz, evimiz barkımız, makamımız konumumuz,
mesleğimiz, dükkanımız, okulumuz, diplomamız, doktoramız bizim için bizim
Allah’a kulluk ortamımıza engel oluşturacak bir noktaya gelmişse bunların
tümünden vazgeçmemiz infaktır ve o zaman birre ulaşacağız demektir.
Şayet kalben, ruhen, bedenen, sosyal biçimde, ekonomik biçimde ya da
aile biçiminde meylettiğimiz, sevdiğimiz, onunla iç içe olmak istediğimiz tüm
sevgi unsurlarına infak gözüyle bakabiliyor, onları Allah adına
harcayabiliyorsak o zaman birre ulaşabileceğiz demektir. Meselâ öğleyin saat
birle iki arasında uyumayı mı seviyorsun o zamanı Allah adına birilerine âyet
anlatmaya, hadis anlatmaya tahsis edip Allah adına infak ediverin. Veya o saatte
bir müslümanın bir derdi mi çıktı hemen koşup Allah adına infak ediverin.
Veya en çok sevdiğiniz bir
malınızı, en çok sevdiğiniz yeme-ğinizi infak ediverin. Rebî bin Enes kendisine
gelenlere hep şeker ikram edermiş. Bunun sebebini kendisine soranlara da ben
bunu çok seviyorum, Rabbimin de en çok sevdiklerinizden infak edin buyurduğunu
biliyorum, onun için şeker ikram ediyorum buyurur. Devenin ciğerini çok seven
bir sahâbe de gelen misa firlerine hep ondan ikram
edermiş. Meselâ malı, parayı çok seviyorsunuz. Para kazanmaya ayırdığınız
zamanları da çok seviyorsunuz. yada öğleden sonra saat iki üç arası, böyle
müşterilerin kaynaştığı, paraların bol olduğu bir zaman, çok para getiren bir
zaman. Bu zamanda dükkanı kapatıverip bir hasta kardeşinizin ziyaretine
giderek o zamanı Allah için infak
edi-verin. Hanımlarınızı çok mu seviyorsunuz onların imkân dahilinde çocuk
yapmalarını sağlayın ve böylece hem onların sıhhatlerini Allah adına infak edin
hem de kendi gücünüzü infak edin. Gazeteden, TV den haber öğrenme zamanlarınızı
Allah’tan haber öğrenme adına Kur’an ve Sünnete ayırın ve böylece infak
ediverin. Evet en çok sevdiklerinizi Allah yolunda infak edin.
Evet biz bugün elimizde ne varsa
Allah’ın istediği yerde harcayalım da yarın Allah Kerîm diyelim. Yarın Allah’ın
huzuruna vardığımız zaman da: Ya Rabbi! Ne yapayım ben bu kadarını
becerebildim. Sen verdin ben dağıttım. Sen verdin ben harcadım. Sen verdin ben
imkân dahilinde sana kulluğa sarf ettim! E şimdi de senin huzuruna geldim, şu
anda elimde avucumda olsaydı senin hatırına yine verirdim. Ama şu anda mal
senin, mülk senin, para senin, altın senin, gümüş senin! diyecek duruma
gelmeliyiz inşallah.
Âyet-i kerîmede:
"Kazandıklarınızdan ve sizin için yerden
çıkardıklarımızdan."
Deniyor.
Buradaki "Kazandıklarınız" ifadesinden
kasıt, ticaret vasıtasıyla kazanılan mallar demektir. "Yerden çıkardıklarımız"
ifadesinden kasıt da, ekilip dikilen bitkiler, yerden çıkarılan petrol ve
madenler gibi mallardır. Topraktan hiç masraf etmeden ürün kaldırıyorsak, yâni
sulama vs yapmadan ürün alıyorsak onda bir, ama sulama vs gibi bir kısım
masraflar ederek ürün kaldırıyorsak yirmide bir.
Ticaret yoluyla kazandıklarımızdan ve yerden
bizim için Rab-bimizin çıkardıklarından Allah yolunda infak edeceğiz. Şunu da
ifade edelim ki: Burada infaktan söz edilmiş, bu zekâttan ayrıdır. Zekâtı
bunun dışında değerlendirmek zorundayız. Çünkü Bakara sûresinin önceki
âyetlerinde gördük Rabbimiz Ebrâr’ı anlatırken saydığı özelliklerin arasında
hem zekâtı verenler hem de infakta bulunanlar buyurmuştu. Bu ikisi ayrı ayrı
zikredildiğine göre zekâtla infak ayrı ayrı şeylerdir. Kaldı ki Kur’an zekâta
infak demiyor sadaka diyor.
Öyleyse biz de mutlaka zekâttan
ayrı infakta bulunacağız. Ma-aşımızın onda birini mutlaka vereceğiz. İçimizde
öğretmen ve memur arkadaşlarımız çoğunlukta. Az evvel araziden elde ettiklerimiz
konusunda onda bir yirmide bir demiştim. Şimdi bizim maaşları hangisine
benzeteceğiz? Bizim maaşlar ticaret değil, deve değil, sığır değil, tarla
değil, tapan değil ne ya? Bizimki zekâta konu değil, maden de değil yâni. Bizim
maaşlar hattâ ameleninkine göre avantadan geliyor gibi. Öğretmenlik yaptığınız
okuldaki müstahdemlere bir bakın inanın ki çok perişanlar. Öyleyse Allah için
harcayalım yahu.
Veya işte KDV’den alınanlar hepten
avantadan gibi değil mi? Arada bir böyle beklemediğimiz zamanlarda avantadan
paralar geliyorsa onun da beşte birini ayıralım, çünkü zaten bu yoktu hesapta.
Köyden geliyorsa, kentten geliyorsa, bir yerlerden intikal etmişse onların da
geliş biçimine göre onda bir yirmide birini Allah için ayıralım. Yâni bizim de
Allah rızası için birileriyle mal münâsebetimiz bulunsun. Yâni bizim de
dünyamızda çevremizde fakirler de bulunsun. O garibanların dünyasına da girmiş,
onların hallerini de muttali olmuş olalım.
Meselâ şöyle yapmayalım yâni: Hasan
iyidir, hoca efendidir, dürüsttür, gayretlidir, onun çevresinde vardır fakir
fukara. Biz kendi aramızda toplayalım ayda bir üç beş milyon lira ona verelim o
da çevresindeki fakir fukaraya versin demeyelim. Çünkü Hasan o tanıdıkları olan
garibanlara onu verirken dağıtırken onları üzmemeye çalışacak, onların evlerine
gidecek, onların durumlarını gözleriyle görecek, ezilecek, sofralarına oturunca
içi burkulacak, onların perişan vaziyetlerini gördükçe kalbi parçalanacak.
Ekmekleri yenmez, ayranları içilmez,
sergilerinde oturulmaz. O bir çok acıları tadarken siz de elhamdü lillah
paramızı verdik, infakımızı yaptık ve kurtulduk mu diyeceksiniz? Siz de gidin
talebe evlerine ve görün onların vaziyetlerini. Görün de evlerinizdeki
hayatlarınızdan bir utanın. Zaten bu malı Allah size bunun için vermiştir.
Allah sizi bizzat o malla imtihan etmek
isterken, onun sorumluluğunu bizzat size yüklerken bunun tam aksine siz bu
görevi başkalarına aşırmayın. Her müslüman kendisi Allah beni bu malla
imtihana lâyık görmüş, madem ki bana mal vermiş ve beni bu malla imtihan
etmeyi murad etmiş, öyleyse ben de Allah için bu imtihanın hakkından geleceğim
diyerek uğraşmak zorundadır.
Bir de şunu söyleyeyim: Elinize kaç
lira geçiyorsa hemen o anda, parayı alır almaz hemen Allah için harcayacağınız
miktarı belirleyip ayırmazsanız sonra mümkün olmuyor. Beş milyon mu aldınız,
onu dört milyon kabul edin, aldığınızı o kadar kabul edin tamam gerisini infak
edin, infak edelim inşallah.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz insanları bu konuda şeytanın saptırdığını, infaktan alıkoymaya
çalıştığını ya da mallarının en kötülerinden en değersizlerinden vermeye teşvik
ettiğini anlatarak şöyle buyurur:
268:"Şeytan sizi verirseniz fakir düşersiniz
diye korkutur. Ve size fuhşiyatı emreder. Allah ise size kendi-sinden
bağışlama ve bolluk emreder. Allah vasidir,
bilendir."
Rabbimizin bu âyetinde çok açık
bir şekilde ifadesine göre şeytan Allah yolunda infak etmek isteyen müminleri
sürekli fakir düşmekle korkutur ve onlara cimriliği emreder. Bolca verirseniz
mallarınızın en iyisini verirseniz fakir düşersiniz, ele âleme muhtaç olursunuz
diyerek insanları korkutmaktadır. İnsan bu konuda şeytanın iğvalarına kapılır
onun direktiflerine uyar onu sevindirir ve infaktan vazgeçerse bu alçağı
sevindirmiş ve Allah’ı darıltmış olur.
Ama maalesef bakıyoruz bu konuda
insanların öne sürdükleri en büyük mâzeret bolca verirlirse malların en
değerlilerinden verilirse o zaman mallar eksilecek, ekonomik güç kaybedilecek
ve fakir düşülecek korkusudur. Çünkü Allah için harcama yapmak zahiren bu malın
eksilmesi demektir. İşte şeytan insanın bu zaafını çok iyi bildiğinden ona
buradan yaklaşmakta ve onun Allah yolunda infakta bulunmasını engellemeye
çalışmaktadır. "Yeter be kardeşim! Her şeyini verip de el açacak duruma gelecek
değilsin ya! Herkes senin kadar verseydi bu toplumda fakir mi kalırdı? Sen sana
düşeni çoktan yaptın!" gibi vesveselerle insanların infakta bulunmalarını
engellemeye çalışmaktadır.
Allah da onun tam aksine bize bolluk ve
mağfiret vaad etmektedir. Rabbimiz nefsin ve şeytanın bu tür arzularına karşı
gelerek en çok sevilen malları kendi rızası yolunda harcamayı emrediyor.
Verenlere hem dünyada hem de âhirette daha fazlasını vereceğini vaade-diyor.
Rabbimiz dünyada kendi rızası uğrunda mal harcayanlara yaptıklarının
karşılığında dünyada ayıplarını, kusurlarını, günahlarını örterek, rızıklarını
bereketlendirip çoğaltarak, âhirette de günahlarını bağışlayarak mükâfatlar
vaâdetmektedir.
Bakın Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği
bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Kulun sabahladığı her gün iki melek iner ve
birisi: "Allah’ım! İnfak edene karşılığını ver!" diye dua eder. Diğeri de:
"Allah’ım! cimrilik edene telef ver!" diye dua eder."
(Buhârî, Müslim)
Allah verene mutlaka daha
fazlasıyla mukabelede bulunacak-tır. Ben öyle bir müslüman biliyorum. Önce
kiradaydı. Bir evim olursa inşallah onu mutlaka Allah yolunda infak edeceğim
diyordu. İlk evi kooperatifte bitti, arkadaşları otururken o kendisi evi sattı,
marka çevirdi ve Allah için onu harcadı biliyorum. İnanın ben şahidim ki Allah
ona iki daha verdi. Hem de öyle verdi ki kendisi hiç emek sarf etmeden babasına
yaptırdı ve şimdi oturuyor orada. Kaldı ki adam buna iman etti mi tamamdır.
Allah verene vereceğim diyorsa verecektir, bu-nun için örneğe de gerek de
yoktur . Allah bize çok veriyor, bize göre verdiklerinden az verdiklerine, biz
de verelim ve şuna kesinlikle inanalım ki verdiğimizden çok daha fazlasını Allah
bize verecektir.
Bolca verene Allah bereket verecektir.
Meselâ bir eve
misa fir geliyor, ev sahibi ikram
ediyor, bir şeyler yenilip içiliyor ve o evden za-hirde bir şeyler eksiliyor.
Veya adam malının kırkta birini veriyor zekât olarak ve adamın malı zahiren
eksiliyor. Memur aldığı maaşın on da birini almadım sayıyor, infak
ediyor. Bütün bunlar zahiren malın eksilmesi gibi görünse de aslında bu adamın
geriye kalan malı ona çok rahat yetiyor. Cenâb-ı Hak ona birinci olarak
iktifa anlayışı veriyor, istiğna
duygusu veriyor, dünyaya karşı eyvallahsızlık ve yeterlilik duygusu
veriyor.
İkinci olarak da onun eşyalarına
dayanma özelliği veriyor. Ayakkabısı bir yıl dayanacakken iki yıl dayanıverir,
elbisesi iki yılda eskiyecek yerde beş yıl dayanıverir. İnfak etmeyenlerin
arabası tamir-haneden çıkmazken onun arabasına Allah dayanıklılık veriverir,
berikisinin hanımı ve çocukları hasta haneden çıkmazken infak eden kişinin
hanımına ve çocuklarına Allah sıhhat veriverir ve onunki ona bolca yetiverir.
İşte buna bereket denir, Allah
bunu dilediklerine veriverir. Ama bunu herkes anlayamaz, bunu ancak kendilerine
Allah’ın hikmet ver-dikleri anlayabilir. Zaten Rabbimiz bundan sonraki âyet-i
kerîmesinde bu hususu anlatmaya başlayacak.
Evet şeytan sizi fakirlikle korkutur ve
size fahşâyı emreder. Fahşâ, fuhuş fahiş aşırılık demektir. Maddî ve manevî tüm
aşırılıklar. Eşya talebinde, rızık talebinde, mal toplamada, mesken konusunda
aşırılık, bilgi talebinde, sevgide, saygıda aşırılık, hürmette tazimde aşırılık,
hedeflemede aşırılık, meselâ üç kişiyle devlet kurma talebinde aşırılık, yemede
içmede aşırılık ya da kadın erkek ilişkilerinde aşırılık, zevklerde eğlencelerde
aşırılık.
Şeytan size fahşayı emreder.
Fahşâ,
fâhişe kelimesi çirkin söz anlamınadır ve dilin bir afeti olarak kabul edilir.
Resûl-i Ekrem efendi-miz, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü
sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu
anlatmıştır. Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya
fâhişe biri olamayacağını söylemiştir. Bir hadislerinde de, ağız bozan fâhiş söz
söyleyen kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır.
Bir
sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık
kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar. Bu tür sözler,
genellikle gıybet konusunda kullanılır. Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik
kullandıkları çirkin sözler vardır. Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri
kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler
kullanırlar. İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Allah (c.c.) hayâ sahibidir,
bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır. Meselâ "cimâ" konusunda lems
(dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler
kullanmıştır.
Şeytan
insana fahşayı emreder. Çünkü insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül
edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi
için yaratılışına ekilen ve karşısına çı-karılan birtakım kötü güçler, onu
sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır
tanımadan kendisi, hem-cinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle
getirmeye uğraşır. Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal,
insanî ve fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; söz-gelimi
nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri nor-mal ve
hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine
düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fit-rî ve vasat çizgide
tutulması gereken şehvet güdüsünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta kılmak,
Kur'an'ın 'fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şid-detle yasakladığı bir durumdur.
‘Fuhş,
fahşa’ sözlükte, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük
günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik demektir. ‘Fuhş ve
fahşa’, ölçüyü aşan her türlü edepsizliktir. Normal ölçülere sığmayan bütün
çirkin işlere bu isim verilir. ‘Fahiş’, bu ismin öznesi (fail ismi) olup çirkin
ve ölçüsüz iş yapan demektir. Bunun dişili (müennesi) hem çirkin ve ölçüsüz iş
yapan kadın, hem de bizzat kötü fiil veya söz, çirkin davranış anlamlarına
gelir.
Türkçe’de
aşırı olan şeylere ‘fahiş’ denir. ‘Fahiş fiyat’ gibi. Yine bu kökten gelen
‘fuhuş’ da aynı anlamda olup bir kadının evlilik dışı ve meslek edinerek bir
menfaat karşılığı vücudunu bir erkeğe cinsel tatmin için sunması demektir.
Bununla beraber, sevicilik, lutílik ve erkeklerin evlilik dışı cinsel ilişkileri
de fuhşun kapsamına girer. ‘Fahşa veya fuhş’ temiz yaratılışın tiksindiği ve
selim (sağlam) aklın reddettiği, normal ölçünün dışında tiksinti verici bütün
davranış ve sözleri ifade eder.
İslâm’ın
getirdiği ölçüler insanın fıtratına uygun olduğu gibi, haya ve edep
örnekleridir. Hem selim aklın kabul edeceği güzellikte, hem de insana bedenen ve
ruhen zarar vermeyen şeylerdir. Aksine insanı ruhen olgunlaştırırlar, ahlâkını
güzelleştirirler. Buna göre şeytanın davet ettiği bütün işler ve ameller
‘fahşa-fahişe’dir, diyebiliriz. İn-sanın fıtratına uymayan, normal olmayan, iyi
düşünen aklın çirkin saydığı ve hoş görmediği şeylerdir. Müslüman toplum ahlâklı
ve edepli toplumdur. Bu toplumda ‘fahşa-fahişe’ sayılan sözler ve davranışlar
pek yaygın değildir. Mü’minler bu türlü işlerden hoşlanmazlar, kaçınmaya
çalışırlar. Mü’minler, onurlu ve haysiyet sahibi kimselerdir. Onlar, İslâm’ın
getirdiği fazilet ölçülerini bürünerek, işte, amelde, sözde ve toplumsal
ilişkilerde düşük, bayağı, çirkin ve edep dışı şeylerden uzak dururlar.
‘Fahşa’nın en büyüğü olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınırlar. Aileyi ve
nesilleri perişan eden, insan ruhunu olumsuz olarak etkileyen, kadının ve
erkeğin değerini düşüren fuhşun her türlüsü ile mücadele
ederler.
Ancak
bir takım münafık tipliler ile şeytanın yardakçılığına soyunanlar, çeşitli
araçlara başvurarak mü’minler arasında ‘fahşa-fahi-şe’nin yayılmasını isterler,
bunun için çaba gösterirler. Müslümanların ve onların toplumunun bozulması için
ellerinden geleni yaparlar. Fırsat buldukları zaman kimilerini fuhşa iterler, bu
işten zevk ve para kazanmaya çalışırlar. Kimileri de ellerindeki kitap, dergi,
gazete, televizyon ve filmlerle bu tür ‘fahşa’nın propagandasını yaparlar.
Kimileri ba-zı kadınları kötü yola düşürürler, fuhuş yerleri kurarlar,
işletirler. Kimileri de buna göz yumarlar, ya da teşvik ederler. İslâm’a göre
‘fahşa-fahişe’ olan bütün bu hayasızlıkları müslümanlar arasında yaymaya
çalışanlara dünyada da âhirette de büyük bir azap vardır.
Evet,
Allah (c.c) bu ‘fuhuş’ tacirlerinin iki dünyada da azabı hak ettiklerini haber
veriyor. Onların dünyada nasıl bir azap kazandıklarını belki net olarak
göremiyoruz ama mutlaka cezalandırıldıkları açıktır. Nitekim bu çirkin işlerle
uğraşanların hiç birinin iyi bir yüzü, iyi bir hali yoktur. Dikkat edilirse
Kur’an, yalnızca evlilik dışı ilişkilere ‘fah-şa’ demiyor. Bunun yanında her
türlü edep ve haya dışı davranış, söz ve fiiller, insanın temiz yaratılışına
uymayan bütün işler ‘fahşa-fahişe’ ismiyle anılıyor.
İnsan
şehvete, yani bir takım istek ve duygulara sahiptir. Mala, mülke, geçimliklere
sahip olmak istediği gibi nefsinin cinsel istekleri de vardır. Mü’min, nefsinin
isteklerini meşru yoldan karşılar, mala helâl yoldan sahip olur, inancının
dışına çıkan isteklerine sınır koymaya çalışır. Ancak imandan mahrum olanlar ile
zayıf imanlılar, nefislerinin istekleri önünde sınır tanımazlar. İsteklerini
normal olmayan, insaní ve fıtrí çizginin dışındaki yollardan karşılamaya
çalışır. Böylece haddi aşar, normal yolun dışına çıkar, Allah’ın koyduğu
ölçüleri çiğner geçer; günahkâr, isyankâr
ve bağí olur, ya da nefsinin kulu kölesi haline
gelirler.
İşte şeytan tüm bu konularda
aşırılık emreder. Halbuki bunların hepsinde bir sınır vardır, bir durak noktası
vardır, bir doyum noktası vardır. Ama bakıyoruz da bugün şeytanın
saptırmalarına kapılan günümüz insanı tüm bu konularda bir türlü doyuma
ulaşamıyor. Durulacak nokta tanımıyor Allah korusun.
Bütün bunları anlamak da bir hikmet
meselesidir. Bunları herkes anlayamaz. Bunları ancak Allah’ın kendilerine
hikmet verdiği insanlar anlayabilir.
269:"Allah dilediğine hikmet verir. Kime
hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir. Ve bunu ancak akıl sahipleri
anlar."
Hikmet tüm dünya hayırlarını ve
tüm âhiret güzelliklerini içinde bulunduran bir kavramdır ve bunu sûrenin daha
önceki bölümlerinde, 129-130. âyet-i
kerîmesinde ifade etmeye çalışmıştım.
Hikmet Kur’andır denmiş. Kur’an’ın
nâsih ve mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, helâl ve haramını, emir ve
yasaklarını bilmek, Kur’an’ın tefsirini bilmek, Kur’an anlayışına muttali
olmak, Kur’-an âyetlerinin fıkhına vukufiyettir denmiş. Nitekim Yâsîn sûresinin
başındaki:
"Hakim olan Kur’an hakkı
için."
Âyet-i kerîmesi bunu anlatır.
Hikmet, sözde ve amelde
isa bet, iman ve amelde
isa bettir denmiş. Yâni kişinin
sözüyle amelinin, imanıyla amelinin mutabakatıdır denmiş.
Hikmet Allah korkusudur denmiş.
"Hikmetin başı Allah
korkusudur."
Hadisi bunu anlatır. (Keşf’ul
Hafa 1/507)
Hikmet sünnettir denmiş. Hikmetli kişi
sünneti bilen kişidir den-miş. Rabbimizin şu âyeti bunun
delilidir:
"Evlerinizde Allah’ın âyetlerinden ve
sünnetten okunan şeyleri hatırlayın. Muhakkak ki Allah Latîf ve
Ha-bîrdir"
(Ahzâb: 34)
Âyet-i kerîmesi bu hikmetin sünnet
olduğunu anlatır. Zira Ra-sulullah’ın hanımları evlerinde Kur’an ile birlikte
sünnetten başka bir şey işitiyor değillerdi.
Hikmet nübüvvettir denmiş. Rabbimiz
peygamberlerine hikmet verdiğini anlatır Kur’an-ı Kerîmde. İşte bu hikmet
Allah’ın peygamber-lerine verdiği risa lettir demişler.
Hikmet akıldır denmiş. Hikmet aklı
kullanarak Allah’ın dininde bir kavrayış Allah’ın kitabına vukufiyet ve
Allah’ın fazlından kullarının kalplerine koymuş olduğu bir basîrettir
denmiş.
Bu âyet-i kerîmesinde de Rabbimiz
hikmetin dilediği ve sevdiği kullarına verdiği en büyük bir nîmet olduğunu
anlatıyor. Vâsî ve Alîm olan Rabbimiz, bu sıfatları gereği yukarıdaki âyet-i
kerîmede gördüğümüz gibi sevdiği kullarına mal mülk ve mağfiret vaadediyor.
Şeytanın korkutmalarına rağmen o bunu kullarına garanti ediyor. Ama bu âyet-i
kerîmesinden de anlıyoruz ki Rabbimiz sevdiği kullarına sadece mal mülk ve
mağfiret vermiyor. Aynı zamanda bunun ikisini de birleştirici olarak hikmet de
veriyor.
Hikmet; doğruyu yanlışı, hakkı bâtılı,
haramı helâli, güzeli çirkini ayırd etme bilgisi ve melekesidir. Allah’ın
dininde doğru anlayış, din ilmine sahip oluş ve onunla amel ediş lütfudur.
Nitekim Allah’ın Rasûlü Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri bir hadis-i
şeriflerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Allah kimin hakkında hayır murad etmişse
onu dinde fakih kılar."
Din ilmini, kitap ve sünnet
bilgisini ona lütfeder. Böylece hikmet sahibi kişi Allah’ın rızasının nerede
olduğunu bilen kişidir. Hikmet sahibi kişi şeytanın vartalarına düşmeyen
kişidir. Bunun için de Kur’-an ve sünneti sahih bir anlayışla anlamak ve yaşamak
gerekmektedir. Hak ile bâtılı, şeytanın fısıltılarıyla Allah’ın emirlerini
birbirinden ayırd edebilmek için Kur’an ve sünneti çok iyi bilmek ve buna göre
amel etmek gerekir. Eğer bilgi olur da amel olmazsa Allah insanın anlayışını,
kavrayışını azaltır. Ama ilmiyle amel eden kişinin anlayış ve ilmini
artırır.
Şeytanın vesveselerine ve dâvetine
kulak vererek: Eğer Allah’ın dâvetine icâbet edip Allah yolunda bolca infak
edersem malım eksilecek. Ekonomik gücümü kaybedeceğim. Fakir düşeceğim.
diyerek cimrilik eden, infakta bulunmayan, Allah için harcama yapmayan ve
kendince dünya hayatında rahat ve huzurunu düşünen kişi hikmetten mahrum
kişidir.
Çünkü bu adam hayatı tanımamaktadır.
Zira onun zannettiği gibi yaşadığımız şu dünya hayatı yaşanılacak hayatın
tamamı değildir. Bu yaşadığımız dünya hayatı ölümden sonra da devam edecek olan
hayatın sadece küçük bir parçasıdır. O halde gelip geçici olan şu dünya
hayatının çok kısa sürecek geçici zevkleri ve rahatı için ebedî hayatını fedâ
eden kişi, hikmetten mahrum kişidir. İşte Allah mü'min-lere sevdiği kullarına
bunun hikmetini vermektedir.
Kullarına iradeye bağlı olarak
iyiliklere hayırlara yönelebilme gücünü, zararları defedecek, menfaatleri celp
edecek sebepleri görebilme imkânını, basîretini kullarına lütfeden Allah’tır.
Hikmet her şeyi yerli yerine koymaktır.
Her şeyi yerli yerinde yapmaktır. Allah’ın kendisine hikmet verdiği insan gerek
kendisiyle bedeniyle, malıyla ilgili, gerekse hanımı, çocukları, akrabaları,
komşuları ve çevresiyle ilgili tüm kararlarında, tüm davranışlarında yerli
yerinde hareket eder.
Yerli yerinde konuşur, yerli yerinde
karar verir, yerli yerinde hükmeder, yerli yerinde yapar, yerli yerinde alır
verir. Bu Cenâb-ı Hakkın ona bahşettiği en büyük bir
ihsanıdır.
Ama unutmayalım ki bu hikmet, hikmeti
arayanlara verilir. Bu hikmete ancak ona ulaşmak için sa’y edenler ulaşabilir.
Bu hususu Ankebût sûresinin 69. âyetinde Rabbimiz şöyle
anlatır:
"Yolumuzda cihad edenleri elbette
yollarımıza eriştiririz. Şüphesiz ki Allah muhsinlerle beraberdir."
(Ankebût 69)
Allah yolunda cehd eden, cihad eden, hikmet
kaynağı kitap ve sünneti anlama ve yaşama yolunda çalışıp çabalayan kimseleri
hayır yollarımıza, hikmet yollarımıza ulaştıracağız diyor Rabbimiz. Bu şekilde
gayret edenler ancak Rablerinin emirlerine kulak verir ve şeytanın
vesveselerine karşı gelebilirler. Ama böyle değil de sırf bilgi sahibi olmak
için kitap ve sünnete yönelen onunla amel etme derdinde olmayan kimseler
şeytanın elinde oyuncak olmaya mahkum olurlar. Öğrendikleri bu ilmi Allah
korusun günün birinde şeytanın ve tâğut-ların hizmetinde kullanmaya mecbur
kalırlar. Çünkü bu kimseler bilgi sahibidirler ama hikmetten mahrum
kimselerdirler.
Hikmet vahiyle elde edilir. Yâni hikmet her
şeyi var eden ve var ettiği şeylere yasa koyan Allah’ın dinini ve yasalarını
fıkhetmekle mümkün olacaktır. Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını, Allah’ın
yasalarını bilen kişi hikmet sahibidir. Allah’ın yasalarını bilen kişi yerli
yerinde söz söyler yerli yerinde iş yapar. Kişinin yapması gerekenleri yapması,
yapmaması gereken şeyleri de yapmaması, söylemesi gerekenleri söylemesi,
söylememesi gerekenleri de söylememesi bu yasaları tanımasına ve böylece
Allah’ın ihsanına ulaşmasına bağlıdır. Bilgisi her şeyi kuşatmış olan Allah
bilgisine, kitap sünnet bilgisine sahip olmasına bağlıdır. Allah bilgisine,
kitap bilgisine, sünnet bilgisine, Allah yasaları bilgisine sahip olan kişi
hikmet sahibidir.
Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"İki kişiye gıpta edilir.
Bunlardan birincisi Allah kendisine ilim vermiştir ve onu Allah yolunda
harcamaktadır. İkincisi de Allah kendisine mal vermiştir o da onu Allah
yolunda harcamaktadır."
İşte bu iki kişiye haset, ya da
gıpta caizdir diyor Allah’ın Ra-sulü.
Bir adam ki, Allah kendisine nîmet
olarak, imtihan olarak, ya da dünyada bulunması adına mal vermiş. Adam o malı
Allah yolunda helâk etmiş ve bitirmiştir. Yâni adam o malın kendisine ait değil
de Allah’a ait olduğunu bilmiş, imtihan için onun kendisine verildiğini
anlamış, kavramış ve o malı Allah’ın istediği biçimde kendisine, ailesine,
ehline ve müslümanlara harcayarak imtihanı kazanmıştır. İşte bu adama imrenilir
diyor Allah’ın Rasûlü. Harcadığı malın azlığı çokluğu önemli değildir, bir
hurması da olsa, yarım hurması da olsa o konuda Allah’ın kendisinden istediğini
icra edip kendisini cehennemden kurtarmasını becerebilmiştir.
Hadiste anlatılan ikinci imrenilen kişi
de şudur. Bir adam ki Allah kendisine hikmet vermiştir, yâni Kuran anlayışı,
Kur’an ilmi vermiştir. Allah onu kitabıyla tanıştırmış, vahiyle buluşturmuş ve
bu yüzden de hikmet vermiştir. Yerli yerince hareket etme imkânı vermiştir. O
adam da Allah’ın kendisine verdiği bu bilgi ile Kur’an’ı hakim kılma adına, onu
ikâme etme adına ciddi bir gayretin içine girmiştir. Kur’an’ı hayatında, evinde,
çevresinde, iş yerinde, mektebinde, pazarında Kur’an’ı hakim durumuna, otorite
durumuna getirmiştir. Kur’an’ı gecede ve gündüzde ikâme etti. Gecede ve
gündüzde namaz kılarak Kur’an’ı kıyamda okudu. Böylece onun namazlarının kıyamı
öyle bir kıyam oldu ki hayatının tümünde o kıyamda okuduklarını kaim kıldı,
ayağa kaldırmaya çalıştı.
Namazdaki kıraat vasıtasıyla Allah’tan
aldığı mesajların ve Allah’a verdiği sözlerinin tümünü sosyal hayatında
gerçekleştirdi. Çünkü hadislerde Kur’an’ın ikâmesinin iki türlü olacağı
anlatılmaktadır. Birincisi onunla hükmedilerek amel edilerek. İkincisi de onu
başkalarına anlatılarak olur. Zira hikmetin elde edilmesi sürekli vahiyle
beraberliğe bağlıdır. Kişi ne kadar vahiyle beraber olursa o kadar çok hikmet
sahibidir. O kadar çok vahiyle konuşma ve vahiyle hareket etme imkânı
bulacaktır. İşte hikmet budur ve imrenilecek ikinci insan da bu hikmete sahip
olan kişidir.
Bakın âyet-i kerîmenin devamında
buyurur ki Rabbimiz:
"Bunu ancak akıl sahipleri
anlar."
Hakkı, doğruyu, hayrı, güzeli
akıllı olanlardan başkaları kesin-likle anlayamazlar. Akıllı olmayan insan ne
kendisi anlar, ne de anlatanları dinler. Bakın Rabbimiz bunca âyetiyle
kendilerini uyardığı halde bir türlü dinlemeye ve anlamaya yanaşmazlar. Allah’ın
bunca uyarılarına, bunca âyetlerine karşı âdeta kalplerini, kulaklarını
kapamış-lar, kapılarını, pencerelerini kapatmışlar akıllarını kullanmamaya
yemin etmişler. Demek ki âyet-i kerîmenin bu bölümünden anlıyoruz ki hikmete
ulaşmak için sadece mal vermek yetmiyor almak da gereki-yor. Ve yine anlıyoruz
ki bu hikmete ulaşmanın ilk ve en önemli şartı düşünmektir. Bu da ancak aklı ve
kalbi kullanmakla mümkün olacaktır. İslâm’da aklı kullanmak çok önemlidir.
Kur’an-ı Kerîmde: "Akıllanmayacak
mısınız?" "Akıllarınızı kullanmayacak mısınız?" Veya "Hâlâ akletmeyecek
misiniz?" Gibi âyetler pek çoktur.
270:"Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız
her adağı Allah muhakkak bilir. Zâlimlerin yardımcıları
yoktur."
Allah her şeyi bilmektedir. Rabbimiz kim ne
yaparsa, kim ne tür bir amel işlerse onu ne adına, kim adına yaptığını
bilmektedir. Allah her harcayan kişinin bu harcamasını Allah için mi yoksa
gösteriş, riya gibi şeytani yollarda mı harcadığını mutlaka bilmektedir. Kimin
ne harcadığını, ne adına harcama yaptığını bildiği gibi aynı zamanda bu
harcamada bulunanlara nasıl muamele edeceğini, nasıl bir mükâfat veya nasıl biz
ceza vereceğini de bilmektedir Rabbimiz. Mallarını Allah yolunda ve Allah’ın
rızası uğrunda harcayanları da şeytanın iğva-larına kapılıp mallarını Allah
yolunda harcamayan cimrilik edip elinde tutan veya mallarını mâsiyetler,
günahlar yolunda harcayanları bildiği gibi, Allah adına adakta bulunanları, ama
Allah adına bulundukları bu adaklarını yerine getirmeyen zâlimleri veya
mâsiyetler yolunda adakta bulunanları bilmektedir. Ve âyet-i kerîmede Rabbimiz
bu şekilde mal harcayan ve de bu şekilde adaklarını yerine getirmeyenlerin
yardım-cıları yoktur buyuruyor.
Evet mallarını kötülük ve şer
tohumları ekmek için harcayanlar, mal varlıklarını gizleyerek: "Benim neyim
var ki infak edeyim! Diyenleri ve Allah adına bir adakta bulundukları halde
adaklarını yerine getirmeyenleri böylece kendi kendilerine zulmedenleri ve de
kendileri infak etmedikleri gibi bir de üstelik başkalarının haklarını yemeye
çalışarak başkalarına da zulmedenleri kıyamet günü dostsuz ve yardımcısız
bırakacaktır. O gün kendilerini savunacak, kendilerine yardım edecek ne bir
dostları ve de bir yardımcıları olmayacaktır bunların.
Bu âyet-i kerîmede Rabbimiz iki tür
harcamadan söz ediyor:
1-) Birincisi infak. İnfak kişinin
mecbur olmadan kendi gönlü ve arzusuyla Allah adına harcama
yapmasıdır.
2-) İkincisi de adaktır. Adak da
kişinin kendi kendisini mecbur tutarak yine Allah için harcama yapmasıdır. Adak
kişinin sırf Allah rızasını kazanmak için üzerine farz olmayan amelleri kendi
kendine farz kılmasıdır. Yâni üzerine farz olmayan amelleri yapmaya niyet
ederek söz vermesidir.
Bununla şunu demek istiyorum: Aslında
adakta bulunmak ibâdet değildir. Yâni Allah bunu yapmak, şunu yapmamak üzere
bana adakta bulunun diye bir emir vermemektedir. Ama bir adakta bulunulmuşsa o
zaman bu adağın yerine getirilmesi ibâdettir. Durup dururken kendi kendine
adakta bulunmuş ve onu kendisine farz kılmış olan bir adamın artık bu adağını
yerine getirmesi kendisine vacip olur ve onu yerine getirmezse günahkâr olur.
Çünkü Rabbimiz İnsan sûresinin başında:
"Onlar adaklarını yerine getirirler ve
şerri salgın olan bir günün şerrinden de
korkarlar."
(İnsan: 7) buyurur.
Adaklar iki
kısımdır:
1-) Hiçbir şarta bağlı olmadan yapılan
adaklar. Hiç bir şarta bağlı olmaksızın durup dururken: "Ben Allah için beş gün
oruç tuta-cağım" Veya "Allah için on milyon infak edeceğim" gibi bir kişinin
adakta bulunması gibi. Böyle bir adakta bulunan kişi imkânı olduğu müddetçe
mutlaka bu adağını yerine getirmek zorundadır. Ama imkânsızlıklardan ötürü eğer
bu adağını yerine getiremeyecek olursa Allah onu affeder. Hattâ adam hayırlı
bir iş yapmak üzere niyet edip adakta bulunmuş ama imkânsızlıklardan dolayı onu
yerine getirememişse böyle hayırlı bir niyetten ötürü kimilerine göre sevap
alır.
2-)İkincisi şarta bağlı olarak yapılan
adaklar. Meselâ "Eğer bir oğlum olursa bir kurban keseceğim" veya "Eğer oğlum
askerden sağ sâlim dönerse üç gün oruç tutacağım" gibi bir şarta mukarin olarak
yapılan adaklar. Bu şekilde adakta bulunan kişi adağının konusu gerçekleştiği
takdirde adağını yerine getirmesi üzerine vacip olur. Ama bu kişi adakta
bulunduğu için değil adağını yerine getirdiği için sevap kazanır.
Aslında demin de ifade ettiğim gibi
şarta bağlı adak İslâm’da hoş görülen bir şey değildir. Ve adak takdiri de
değiştirecek değildir. Bakın Abdullah İbni Ömer’in rivâyetinde Allah’ın Rasûlü
insanları adaktan nehyederek şöyle buyurur:
"Adak Allah’ın takdir buyurmadığı
hiçbir hayrı getirmez. Ancak adağı sebebiyle cimrinin elinden mal çıkarılmış
olur."
(Buhârî, Müslim)
Yine Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği
başka bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Adak adem oğluna takdir
edilmemiş hiç bir şeyi sağlamaz. Lâkin adak bazen kadere muvafık düşer de bu
sa’y ede cimriden çıkarmak istemediği mal çıkarılmış olur."
(Buhârî,
Müslim)
Bu hadislerden anlıyoruz ki adak
Allah’ın takdirini değiştirememektedir. "Hastalığım iyi olursa bir kurban
keseceğim" veya "Eğer oğlum sağ sâlim dönerse beş gün oruç tutacağım" diyerek
adakta bulunmak ne hastalık konusunda ne de oğlunun sağ sâlim dönmesi konusunda
Allah’ın takdirine tesir etmemektedir. Hattâ âlimlerin ifadesine göre bu
şekilde adaklarla kaderin değişeceğine inanan kişini Allah korusun kâfir
olmuşlardır.
Bir de şirk ve haram olan adaklar var.
İnşallah bu konuda da bir şeyler söyleyelim. Adak Allah için değil de Allah’tan
başkaları için adanırsa meselâ bir put adına, veya salih bir kişi adına veya
herhangi bir türbe adına yapılırsa bu şirktir. Meselâ oraya veya o kimseye
gidip: "Eğer şu işim hallolursa senin için şunları şunları yapacağım! Şu kadar
harcayacak, şu kadar mum dikeceğim! Derse bu şirktir.
Haram olan adak da haram olan bir şeyi
yapmak üzere adakta bulunmaktır. Meselâ "bu işim olursa şu kadar içki içeceğim!"
Veya "Eğer bu işim gerçekleşirse seninle ebedîyen konuşmayacağım! Veya seni
öldüreceğim!" gibi adaklar haram adaklardır. Bu tür adakta bulunmak da haramdır
bunun yerine getirilmesi de haramdır. Eğer kişi bu tür bir adakta bulunurken
yemin etmişse derhal yeminini bozarak kefaret vermesi gerekmektedir. Allah’ın
Rasûlü Müslim’in rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Bir kimse bir şeye yemin eder de
başka işi ondan daha hayırlı bulursa hayırlı olanı yapsın. Yemininden dolayı da
kefaret versin."
(Müslim)
Allah adına ne verirseniz, ne yaparsanız, ne
yapmayı ve ne vermeyi adarsanız Allah onu bilmektedir. Yaptığınız hiç bir şey
boşa gitmemektedir. İnfakta bulunduğunuz insanlar bunun kıymetini bilmeseler
bile üzülmeyin Allah bunu bilmektedir. Biz yapalım ve kesinlikle inanalım ki
Allah onu kaydetmektedir.
Bundan sonra Rabbimiz sadakaların
verilme usulünü anlatmaya başlayacak. Bu âyet-i kerîme inince müslümanlar
Rasûl-i Ekrem Efendimize sormaya başladılar. İnfaklarımızı nasıl yapacağız?
Gizli mi vereceğiz? Yoksa aleni mi vereceğiz? Diye. Allah’ın Resûlüne sorular
sordular da bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki:
271:"Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu
iyidir. Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Allah (Sadakalarınız sebebiyle) sizin günahlarınızdan bir kısmını affeder.
Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla
haberdardır."
Burada anlatılan konuda ya farz
olan sadakaları yâni zekâtları açıktan vermek, diğer sadakaları, yâni nafile
olan infakları gizli olarak vermek daha iyidir. Bu kural tüm ibâdetler için de
geçerlidir. Tüm farz olan ibâdetleri açıktan yapmak ama nafile ibâdetleri de
gizli yapmak efdaldir şeklinde anlaşılacaktır. Çünkü Rabbimiz farz olan zekât
konusunda:
"Onların mallarından sadaka al!"
(Tevbe: 103)
Buyurmaktadır.
Bu âyet zekâtların açıktan alınmaları
gerektiğini anlatmaktadır. Eğer bir müslüman farz olan zekâtını gizli verirse o
zaman bu adam galiba zekâtını vermiyor gibi sû-i zan altında kalabilir. Namazlar
da böyledir. Allah’ın Rasûlü nafile namazlarını evinde kılmıştır ama farz
namazları mutlaka açıkça ve cemaat halinde kılmıştır.
Burada açıkça vermenin güzel bir şey olduğunu
bildiren âyetin birinci bölümü farz olan sadakalar hakkındadır, gizli vermenin
daha makbul olduğunu bildiren ikinci bölüm de nafile olan sadakalar hakkındadır
denmiş.
Ya da mallar iki kısımdır, bunlardan
birincisinde açıktan vermek ikincisinde de gizli vermek daha efdaldir denmiş.
1-) Biri ekilen, dikilen araziler,
hayvanlar gibi genellikle gizlen-mesi mümkün olmayan ve herkesin bilebildiği
mallardır ki bunlara "Emval-i Zahira" Yâni açıktaki
mallar denir. Bu tür malların farz olan zekâtlarını gizlemekte zaten bir fayda
yoktur, üstelik gizlendiği zaman töhmet altında kalma ihtimali de vardır. Onun
için bunlar konusunda açık vermek efdaldir.
2- İkincisi de nakit paralar gibi
gizlenmesi mümkün olan mallardır ki bunlara "Emval-i batına" yâni gizli mallar
denir. Herhangi bir sakınca olmadıkça bu tür malların zekâtlarını açıkça vermek
daha faziletlidir. Ama lâyık olanlara ulaştıramama gibi bir sakınca olursa o
zaman da nafile sadakalar gibi onu da gizli vermek
efdaldir.
Ya da sadakaları bazı durumlarda
açıktan vermek, bazı konumlarda da gizli vermek daha efdaldir şeklinde
anlaşılacaktır. Eğer açıkça bir infakta, bir harcamada bulunmak bir hayır tevlid
edecekse meselâ başkalarını da infaka teşvik edecekse, çevredekilere de bu
harcama ve infak konusunda bir cesaret verecekse o zaman açıkça infakta
bulunmakta bir mahzur yoktur. Hattâ daha hayırlıdır. Zira kimi insanların
çevrelerinde infak eden, iyilik yapan insanları görmedikçe bir türlü iyilik
yamak, infakta bulunmak akıllarından bile geçmez. İşte böyle insanları iyiliğe,
infaka teşvik maksadıyla açıktan yapılan infak hayırlıdır.
Bakın Allah’ın Rasûlü Müslim’in rivâyet
ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Müslümanlıkta iyi bir çığır açan kimseye
açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi açılan o çığırdan kıyamete kadar
gidecek insanların sevaplarının bir misli de onlarınki eksilmeksizin bu çığır
açan kişiye verilecektir. Kötü bir çığır açan kimseye de açtığı bu çığırın
vebali, vizri, günahı yükleneceği gibi kıyamete bu çığırdan gidecek
insanların günahlarının bir misli de ona
yüklenecek."
Bu hadisin sebeb-i vürûdunu
sahabe şöyle anlatır: Bir ara Medine’ye çok fakir bir grup insan geldi. O kadar
fakirdiler ki bu insanlar bir kumaşı delip içine girivermişler elbiseleri de
yoktu. Onları bu vaziyette görünce Rasûlullah’ın beti benzi attı. O kadar ürktü
o kadar korktu ki Allah’ın Rasûlü ne yapacağını şaşırmış telaş içinde bir içeri
giriyor bir dışarı çıkıyordu. Zira bu konuda kendisini sorumlu tutuyordu
Allah’ın Rasûlü. Dini ortaya koyma adına Allah’ın Rasûlü bunların dertlerine
derman olmalıydı, çare bulmalıydı. Öyleyse gördüğümüz bir eksiklik, bir ihtiyaç
karşısında biz de yerimizde duramaz hale gelmeliyiz. Betimiz benzimiz atmalı ve
biz de buna çareler aramalıyız. Bu duruma çok içerleyen Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurdu:
"Ey insanlar! Allah’tan korkun!
İşte şu gördüğünüz insanlar da sizin kardeşleriniz! Allah katında birbirinize
üstünlük ve alçaklığınız yoktur!”
Buyurdu ağladı ve Haşr sûresinden
âyetler okudu. Sonra buyurdu ki:
"Herkes bu kardeşlerine
altınından, gümüşünden ikramda bulunsun! İnfakta bulunsun! Yarım hurmayla da
olsa harcamada bulunsun!"
Dedi. Sonra Allah’ın Rasûlü daha
bu hutbesini bitirmeden En-sâr’dan birisi elinde zor taşıdığı bir çıkınla
çıkageldi. Bunu gören Allah’ın Rasûlü çok memnun olmuş sahabenin ifadesiyle
âdeta yüzü parıl parıl parlıyordu. Mescidin içi öbek öbek yiyecek ve
giyeceklerle dolmuş, bu insanların yüzü gülüyor, kimisi yiyor, kimisi
giyiniyordu. Onları bu vaziyette gören Allah’ın Rasûlü de dini ortaya koymuş
olmanın mutluluğu içinde yüzü gülüyordu. İşte bu hadise üzerine En-sâr’dan o
ilk çıkını getiren o ilk çığırı açan sahabe hakkında Allah’ın Rasûlü bu ilk
çığır açma hadisini irad buyuruyordu. Elbette fazilet bu işe ilk
başlayandadır. Bu işe müslümanları ilk teşvik edendedir.
Nitekim Abdullah ibni Ömer’in rivâyet
ettiği bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Gizlice vermek açıktan vermekten daha
efdaldir. Ama açıkça verdiğinde kendisine uyulmasını isteyen kimse için de
açıkça vermek daha efdaldir."
Ama bazen de kendisine infak edilen
kişinin durumu söz konusu olabilir. Kendisine infak edilen kişinin izzeti
nefsinin rencide edilmesi, iffetinin ve onurunun kırılması söz konusu olursa o
zaman da sadakanın gizli verilmesi efdal olur. Tabi bu alan açısından böyle
olduğu gibi veren açısından da aynı tehlike söz konusu olabilir. Gurura
kapılması, riyaya kaçması gibi bir kısım tehlikeler söz konusu ise o zaman
gizli yapması daha efdaldir. Gizli yapılan sadaka her türlü gösteriş
tehlikesinden uzak, başkalarının haberi bile olmadan sadece adına infakta
bulunduğu Allah’la kendi arasında bu işin yapılması, alan açısından da veren
açısından da bir eğitim konusudur ve daha hayırlıdır. Çünkü Allah’ın Rasûlü bir
hadislerinde şöyle buyurur:
"Allah ne desinler adına hayır yapan
süm'acıdan, ne gösteriş yapan müraiden, ne de minnet altında tutan mennandan hiç
bir şey kabul etmez."
Ecdadımız bunun örneklerini bize
çok güzel bir şekilde sunmuştur. Kimisi sessiz sedasız bir âmânın eline
bırakmış, kimisi kendisini göstermeden fakirin geçeceği yere onun görebileceği
biçimde bırakmış, kimisi kendisini bildirmeden fakir uykudayken onun cebine
bırakmış, kimisi başkaları aracılığıyla muhtaç kardeşine ulaştırıp kendisine
karşı o kardeşinin eziklik duymamasını temin etmiş kimisi de adresine
postalayarak kimliğini belli etmeden kardeşine ulaştırmıştır. Bunları hepsi de
gösterişten, riyadan, süm’adan ve karşısındakini minnet altında tutmaktan
sakınmak içindir. Ebu Dâvûd’un rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü
bu hususu anlatırken bakın şöyle buyurur:
"Sadakanın en faziletlisi az bir şeyi olan
kişinin fakire gizlice verdiği ve gücünün son
yettiğidir."
Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte
rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü Rahmânın arşının gölgesi
altında gölgelenecek yedi yiğitten bahsederken bunlardan birisinin
de:
"Bir adam ki sadaka verir ama bunu yaparken
de sağ elinin verdiğini sol eli duymayan"
Kişi olduğunu haber verir.
Bundan sonraki âyet-i kerîme
müslümanlar arasında daha önceden mevcut olan bir yanlış uygulamayı, bir yanlış
anlayışı düzelt-meyi hedefler.
272:"(Ey peygamberim!) Onları yola getirmek
senin boynuna borç değildir. Ancak Allah dilediğini hidâyete erdirir.
Hayırdan ne yaparsanız kendiniz içindir. Yalnız Allah rızası için harcama
yapın. Hayırdan ne harcamışsanız o size döndürülür ve asla zulme de
uğramaz-sınız."
Bu âyet gelmeden önce müslümanlar
arasında şöyle bir anlayış yaygındı: İnfak ancak mü'min olanlara yapılır.
Mü'min olmayan insanlara yardımda bulunmak da, onlara harcama yapmak da caiz
değildir. Bu yüzden müslümanlar, müslüman olmayan akrabalarına, yakınlarına
ve diğer gayri müslimlere yardımda bulunma konusunda tereddüt ediyorlar, bunun
caiz olup olmadığını Allah’ın Resûlü’ne soruyorlardı. Ey Allah’ın Rasûlü! Bu
bizim dinimize girmemiş, müslüman olmamış fakir akrabalarımıza yardımda
bulunmak bizim içimizden gelmiyor. Bunlar müslüman olmadıkça onlara infakta
bulunmak iste-miyoruz diyorlar, Allah’ın Rasûlü de bunu hoş görmeyerek onlara
infakı yasak kılıyordu.
Meselâ sahabeden Hz. Ebu Bekir’in kızı
Esma müşrik olan akrabaları kendisinden bir şeyler istemeye gelince: "Vallahi
Rasulul-lah’tan bu konuda müsaade almadıkça size bir şey veremem! Çünkü sizler
benim dinimde değilsiniz” Diyerek bu konuda Allah’ın Resûlüne sormaya gelince
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesiyle bu yanlış anlayışı değiştiriyordu.
Ey peygamberim! Onlar hidâyette
değiller diye onlara harcama yapmamak, yardımda bulunmamak sana ve müslümanlara
yakışmaz! Zira onların hidâyeti seni ilgilendirmez. Bu senin boynuna borç
değildir. Yâni onları hidâyete erdirmek sana düşmez! Onların kalplerine
İslâm’ı, imanı sokmak senin işin değildir.Onlar müslüman olmuşlar ya da
olmamışlar bunun seninle ilgisi yoktur! Onların hidâyeti Allah’ı ilgilendirir.
Çünkü onları hidâyete erdirmek Allah’a aittir! Senin vazifen sadece onlara hakkı
duyurmak ve tebliğ
etmektir.
O halde bu adamlar müslüman olmadılar
diye, yola gelmediler diye, bu adamlar İslâm’ı yaşamıyorlar diye onlara sadaka
vermezlik yapma! Onlara yardımda bulunmazlık yapma! Kâfir de olsalar, başka
dinde bile olsalar İslâm düşmanı olmadıkları sürece onlara infaktan geri durma!
buyuruluyor. İfadeden anlıyoruz ki muhtaç olan kişi hangi dinden olursa olsun,
İslâm’ı yaşasın ya da yaşamasın fark etmez ihtiyacından dolayı ona infak
edilmelidir. Çünkü bakın âyetin devamında deniyor ki:
"Hayırdan ne harcarsanız, ne infak
ederseniz onun sevabı sizedir."
Bundan anlıyoruz ki, infakın sevabı o infakı
yapana aittir, yapılana değil. Öyleyse infak edilen kişi, nasıl olursa olsun,
kim olursa olsun, hangi dine, hangi inanca mensup olursa olsun muhtaç olduğu ve
İslâm’la savaş halinde olmadığı müddetçe ona yardımda bulunmak mü'minlerin
görevidir. Bu caiz midir değil midir diye bir tereddüde de gerek yoktur.
Bütün toplumlarda en çok tereddüt
edilen hususlardan birisi de : infak edilecek kişinin namaz kılıp kılmadığı, İslâm’ı yaşayıp
yaşamadığıdır. Namaz kılmayana infak edilir mi? Diye merak ediliyor. Oysa
nafile olan sadakalar müslüman olmayan, başka din mensuplarına bile
verilebilirken fâsık müslümanlara vermek öncelikle sahih olacaktır.
Nafile olan sadakalar müslüman olmayanlara da
verilebilir. Müslüman olmayan birine sadaka vermek caiz olduğuna göre Allah’ın
emirlerinden çıkmış İslâm’ı yaşamayan fâsık bir müslümana sadaka vermek
kesinlikle sahih olur. Kişi verdiğini Allah rızası için verdikten sonra verilen
kişinin amelinin ne olduğu, nasıl olduğu önemli değildir.
Nitekim Buhârî ve Müslim’in Ebu
Hureyre’den rivâyet ettikleri bir hadislerinde, zina eden zâniye bir kadına,
bir zengine ve bir hırsıza sadaka veren bir kişi hakkında Rasulullah
efendimizin:
"Senin sadakan kabul olmuştur. Zina eden
kadına gelince muhtemeldir ki o infakın sebebiyle iffetini koruyacak ve
zinadan vazgeçecektir. Zengine gelince muhtemeldir ki ibret alacak ve Allah’ın
kendisine verdiğinden o da infak edecektir. Hırsıza gelince muhtemeldir ki
hırsızlıktan vazgeçecektir."
Buyurduğunu haber vermektedir.
Rabbimiz müslümanlara tüm muhtaçlara Allah’ın rızasını talep ederek
yardım ellerini uzatmalarını bir vecibe sayıyor. Tüm insanlığa karşı
müslümanların göğüslerinin açık olmasını, müsamaha kanatlarını germelerini
istiyor. Çünkü müslüman hep mesaj veren kişidir. İnsanlığın dirilişi, insanlığın
Allah’ın dinine abone olması ve cennete gitmesi için çırpınan ve bunun için de
her tür fedakârlığa hazır olan kişidir.
Bundan sonra Rabbimiz insanlar arasında
sadaka vermeye, infakta bulunmaya en fazla lâyık olan insanları arzetmeye
başlıyor. İnsanlar arasında yardıma en çok ehil olan kişilerde bulunan dört
sıfattan söz ediyor Rabbimiz ve şöyle buyuruyor:
273:"(Ey peygamberim!) Sadakalar kendilerini
Allah yoluna adayan, kazanç için yeryüzünde dolaşamayan, iffetleri sebebiyle
(isteyemedikleri ve hallerini arzedeme-dikleri için) cahillerin kendilerini
zengin sandığı, senin kendilerini simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip
insanlardan istemeyen fakirler içindir. Hayırdan ne harcar-sanız muhakkak ki
Allah onu hakkıyla bilendir."
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde infaka en lâyık
insanları anlatıyor. Bunların toplum içinde tanınabilmeleri ve mü'minlerin
kendile-rine yardım ellerini uzatabilmeleri için Rabbimiz dört sıfat
sayıyor.
1-) Birinci özellikleri Allah yolunda
tutunmuş olmalarıdır. Kendilerini Allah yoluna adamış, Allah’ın dinini öğrenip
öğretmeye, İslâ-m’ın anlaşılıp yaşanır hale gelmesi için kendilerini ilme,
tebliğe ve cihada adamış olanlar. Bu yüzden de çalışıp kazanacak zamanları ve
imkânları kalmamış olanlar. Cihad, tebliğ ve ilim kendilerini ticaretten, mal
kazanmaktan alıkoymamış olanlar. Allah yoluna kendilerini adamış olduklarından
dolayı yeryüzünde rahat dolaşamayan, yâni maişet temini için yol bulamayan
kimseler. Ya da Müslümanların dertleriyle problemleriyle uğraşırken ticaret
yapıp geçimlerini temin edemeyenler.
2-) Ama bir başka özellikleri daha
vardır bunların. O da, hayalarından, iffetlerinden dolayı kendilerini
tanımayan bilmeyen insanların kendilerini zengin zannettikleri insanlardır
bunlar. Bunlar muhtaç oldukları halde yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey
istemedikleri için, hayaları iffetleri insanlara durumlarını açmalarına engel
olduğu için görenler onları zengin zannederler.
Onları tanımak gerçekten zordur.
Ama:
Sen onları yüzlerinden, simalarından
tanırsın. Herkes onların durumlarını bilemez. Bunu ancak basîret ve feraset
sahipleri anlar. Akıl ve feraset sahibi halden anlar kimseler ciddi ciddi
araştırıp bunların durumlarını öğrenir ve onlara karşı onların izzeti
nefislerini, iffetlerini rencide etmeden gizlice ve güzellikle onlara infakta
bulunurlar.
Onlar yüzsüzlük yapıp kimseden bir şey
isteyemezler. Kimse-ye hallerini açamazlar. Kendilerine bir şey verilmedikçe
sırnaşıklık ederek bir şey isteyemezler. İsteyecek olsalar bile mutlaka
nezaketle isterler.
Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken
Müslim’de şöyle buyurur:
"İstediğiniz zaman ısrarla
istemeyin. Allah’a yemin ederim ki istemediğim halde ben birinize bir şey
verirsem verdiğim şeyleri Allah bereketli kılmaz."
Yine bakın Allah’ın Rasûlü
sırnaşıklık ederek ısrarla insanlardan bir şeyler isteyen kişi hakkında Buhârî
ve Müslim’in rivâyetinde şöyle buyurur:
"Israrla insanlardan bir şeyler
isteyen kişi kıyamet gününde yüzünde hiç bir et parçası olmadığı halde
Allah’ın huzuruna getirilecektir."
Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte
rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur: "Gerçek
fakir, öyle kapı, kapı dolaşıp da halkın kendisine bir iki hurma, bir iki lokma
verdiği kimse değildir. Gerçek miskin kendisine yetecek zenginliği olmayan ve
fakirliği bilinmeyen ve insanlardan hiç bir şey isteyemeyen
kimsedir."
Ebu Dâvûd ve Nesei Abdurrahmân Bin Ebi
Said’den şunu rivâyet ederler: Bu zat diyor ki: "Annem beni bir şeyler istemek
üzere Rasûl-i Ekrem’e gönderdi. İhtiyacımızı haber verip bir şeyler istemek
üzere Rasûlullah’ın yanına varıp oturdum. Allah’ın Rasûlü bana karşı dönerek
şöyle buyurdu:
"Kim ğanîlik gösterirse onu
zengin kılar. Kim de hafiflik ederse Allah onu iffetli kılar. Kim yetinirse
Allah ona yetecek kadarını verir. Her kimin bir ukıyye değerin-de malı olduğu
halde dilencilik yapar ve insanlardan bir şeyler isterse o yüzsüzlük etmiş
olur."
Buyurdu. Bunun üzerine ben
düşündüm, benim Yakûte ismindeki dişi devem bir ukıyyeden daha değerlidir
diyerek istemekten vazgeçip geri döndüm der."
Malı olduğu halde istemekten Allah’ın Rasûlü
menediyor. Müslüman bunu prensip edinince artık dünyaya ve dünya malına
iltifat etmeyecektir. Aman benim olsun. Aman biraz daha olsun. Çabasında
olmayacaktır. Zira kişi bir malı o mala tamahla alırsa kesinlikle onun bereketi
de olmayacaktır. Allah’ın Rasûlü yediği halde bir türlü doymayan kişiye
benzetir onu. Hattâ müslüman ona ihtiyacı yoksa kendisine kendisi istemeden de
teklif edilen malı da almamaya niyetli olmalıdır. Zira o müslüman ihtiyacı
yokken kendisine teklif edilen o malı alırsa omuzuna bir sorumluluk alıyor, yük
alıyor demektir. Ama bu müslümanın gerçekten ihtiyacı varsa zaruret saikiyle
istemek hakkı vardır.
Çünkü Rabbimiz Kur’an-ı Kerîmin
pek çok yerinde bu durum-da olanların zenginler üzerinde haklarının olduğunu
anlatmıştır. Yâni bunların zenginlerin malları içinde belli hakları vardır.
Binaen aleyh zor durumda kalıp da isteyen kişi hiç de üzülmemeli zira o kendi
hakkını istemektedir. Beriki veren de hiçbir zaman öğünmemeli çünkü zaten ona
kendi hakkını veriyor demektir. Böylece anlıyoruz ki istemek-ten çekineni Allah
afif kılacaktır. Yâni mala karşı, dünyaya karşı müstağnî davranan, eyvallahsız
davranan kişiyi Allah zengin kılacaktır.
Ama unutmayalım ki bu anlattıklarım
alan kişi için böyledir. Bir de meseleyi veren kişi için yâni zengin olup da
vermesi gereken kişiler açısından düşündüğümüz zaman onlar da mallarının
tamamını verecek kadar bu konuda hahişkar olmalıdır. Bu isteyemeyen kişileri
yüzlerinden, simalarından tanıyarak onların iffetlerini bozmadan, onlara kendi
yediklerinden, kendi giydiklerinden ulaştırma çabası içine girmeleri
gerekecektir.
Allah yoluna kendilerini adamış,
Allah’ın dinini öğrenip öğret-me yoluna koyulmuş cihad ve tebliğle uğraşırken,
maişet teminine za-manları ve imkânları kalmamış ama iffetlerinden,
utangaçlıklarından dolayı da kimseye durumlarını açamayan ve bunun için de
insanların kendilerini zengin zannettikleri, ancak simalarından
tanıyabileceğiniz fakirler infakta önceliklidirler.
İbni Abbas’ın ifadesine göre bunlar
asr-ı saâdette Ashab-ı Suf-fa idi. Bunlar Medine’de Rasulullah’ın mescidinde
kalan, elbiselerinin cepleri olmayan, yeryüzünden de bir karış arazileri
olmayan, kendilerini sadece ilme ve Allah yolunda cihada ve tebliğe adamış
kimselerdi. Sayıları dört yüz kadar olan bu sahabelerin Rasulullah’tan İslâm’ı
öğrenmek ve öğretmekten başka bir dertleri yoktu. Allah Rasülü’nün çevresinde,
etten kemikten bir kale oluşturup, hayatlarını bu dâvâya vakfedip yıllar sonra
şu anda bile bize bu kitabı, bu hadisleri ulaştıran bu insanlardır.
Her devirde böyle kendilerini Allah
yoluna vakfetmiş insanlar bulunabilir. İşte bunlar hayatlarını Allah yoluna
vakfettikleri için elbette geçimlerini temin edecek zamanları, imkânları
olmayacaktır. İşte böyle insanlar infakta en önde olmaları gereken
insanlardır.
İnfak âyetlerinin sonuna geldik. Bundan
sonra Rabbimiz infak-ta zirve noktayı anlatacak ve infakla alâkalı bölümü
bitirecek.
274:"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık
olarak hayra harcayanların ecirleri Allah katındadır. Onlara korku yoktur ve
onlar üzülmeyeceklerdir de."
Bu âyet-i kerîme Hz. Ebu Bekir
Efendimiz ve Hz. Ali Efendimiz hakkında nazil oldu denmiş. Bu iki efendimiz de
yanlarındaki paralarını dörde bölerek bir kısmını gündüz, bir kısmını gece,
bir kısmını gizli, bir kısmını da aleni infak etmişler ve böylece onlar
hakkında övgü olarak bu âyet inzal buyuruldu demişler.
Ama o gün bu âyetin konusu onlardı
lâkin kıyamete kadar onların yolunun yolcusu olan bütün mü'minler bu âyetin
konusunu teşkil etmektedir. Mallarını gece gündüz harcayanlar. Gece ve gündüz
sürekli infakta olanlar. Yâni herhangi bir müslümanı ihtiyaçlar içinde
kıvranırken gördükleri ve duydukları anda hemen zaman kaybetmeden, onun
ihtiyacına koşan ve onu başka bir zamana ertelemeyen, ihmal etmeyen kimseleri
anlatır bu âyet-i kerîme. Sıkıntı içinde kıvranan bir kardeşini gece mi gördü?
Hemen gece onun yardımına koşan, gündüz mü gördü, yahut duydu? Onu geceye
bırakmayıp anında koşan müslüman.
Yâni gece gündüz demeyip, zamanlı
zamansız demeyip, gizli açık demeyip sürekli infaka koşan mü'min anlatılıyor
burada.
Aslında bu âyetin temelinde müslümanın
kendi varlığını, kendi imkânlarını müslümanların istifadesine sunması
yatmaktadır. Allah bizden bunu istiyor. Tüm imkânlarımızı müslümanların
faydalanmasına sunmak zorundayız. Malımızı, bilgimizi, görüşümüzü, aklımızı,
zamanımızı, gücümüzü Allah için müslümanların istifadesine sunmak
zorundayız.önceki âyetlerde de değinmiştik, malımızın bir bölümünü müslümanlar
kullansın, zamanımızın bir bölümü müslümanlara fedâ olsun, bilgimizi müslümanlar
kullansınlar.
Allah bana yirmi dört saat vermiş
bunun iki üç beş saatini çok rahatlıkla müslümanlar kullanabilmelidir. Bu
gündüz olabilir, gece olabilir fark etmez. Müslümanların ne zaman ihtiyaçları
olursa o zaman kullansınlar. Gece saat birde ikide de olsa müslümanlar bizim
evlerimize gelebilmelidirler. Allah bize bilgi vermişse müslümanlar istedikleri
kadar bundan istifade edebilmelidirler. Malımızdan, gücümüzden, zamanımızdan
istifade edebilmelidirler. Tüm bu sahip olduklarımızı Allah’tan ve O’nun
kullarından kıskanmamalıyız. Bunları bizden isteyen Rabbimizse O’na karşı
cimrilik yapmaya hakkımız yoktur. Çünkü zaten neyimiz varsa hepsi O’nundur.
İmkanlarımızı keyfe ma yeşa
kullanırken, evlerimizi keyfimize uygun tefriş ederken, istediğimiz arabalara
binerken, soframızda ağız zevki çeşit çeşit yemeklerimizi yerken şunu hiçbir
zaman hatırımızdan çıkarmayalım: İhtimal ki yediğimiz bir lokmanın karşısında
yokluktan yutkunan bir fakir belki de bizim o soframızdakini kanıyla canıyla
elde eden bir şehidin yavrusu veya babasıdır. Bu hayatı, bu yediklerimizi nasıl
kazandık dersiniz? Öyleyse yerken, içerken, giyerken, binerken, harcarken israf
etmeyelim ki infak edecek bir şeylerimiz her ân hazır bulunsun. Harcamalarımızı
asgari ölçülere kısalım ki Allah adına harcayacak gücümüz olsun.
Rabbimiz buyuruyor ki o gerçek müslümanlar, ya
da infakı zirve seviyede gerçekleştiren müslümanlar gece de infak ederler
gün-düz de infak ederler, gizli de infak ederler, âşikâre de infak ederler,
sürekli infak ederler.
Yâni yirmi dört saatlerinin tümü
infaktadır bunların. Yatarken, kalkarken sürekli infaktadırlar bunlar. Nasıl?
Meselâ adam gece yatarken altına on milyon liralık bir yatak serip yatıyorsa
bunu infak ediyor denebilir mi? Elbette denmez değil mi? Yâni bu adam altına bu
parayı sererek infaktan hapsediyor demektir. İnfaka açık tutması gereken bu
parayı kendine hasrediyor demektir. Adam onu oraya bağlamasaydı belki o akşam
kendisine ihtiyaç adına gelen bir kardeşine hemen vermek üzere hazır
bulunduracaktı. Halbuki onu kendi şahsına münhasır kılarak infaktan hapsetmiş
oldu.
Gündüz de böyledir. İhtiyaç fazlası
nice mallar, nice milyonlar, nice yerlere hapsedilmiştir ki infaktan mahrumdur.
Meselâ adam iki üç milyara bir araba almış, infaka hazır bulundurulması
gereken bu parayı bir yerlere hapsetmiş ve gelenlere de valla ne yapayım yok
diyebiliyor. Sahabe de Hecin devesine biniyordu ama akşam evine aç gelen bir
misa firine çok rahatlıkla kesip onu
ikram edebiliyordu. Siz de bu arabanızı kesip sıkıntılı bir kardeşinize ikram
edebiliyorsanız tamam diyeceğim yoktur. Ama bunu yapanı ben hiç mi hiç görmedim
bugüne kadar.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz fâizi ve fâizcilerin durumunu anlatacak. Bundan önceki âyetlerde uzun
uzun anlatılan infakçıyla fâizcinin mukayesesi yapılacak ve bu iki insan tipinin
Allah katındaki değerleri ortaya konacak.
275:"Riba (Fâiz) yiyenler şeytanın çarptığı
kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Böyle olması onların: "Alışveriş de fâiz
gibidir." Demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, fâizi haram
kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse geçmişi ona
aittir ve işi Allah’a aittir. Kim de fâizciliğe dönerse onlar ateşin
yaranıdırlar ve orada ebedîyen kalıcıdırlar."
Medine’de bu âyetler indiği sıralarda
müslümanlar arasında fâizle iştigal edenler vardı. Halbuki daha önce inen Al-i
İmran sûresindeki âyetler fâizin haram olduğunu
bildirmişti.
"Ey iman edenler! Kat kat artırılmış
olarak fâiz yemeyin! Allah’tan sakının ki kurtuluşa
eresiniz."
(Âl-i İmrân:
130)
Gibi âyetler fâizin yasaklığını daha
önceden ortaya koyduğu halde hâlâ bir kısım insanların buna devam etmesinin
sebebi galiba o günkü yahudilerin ekonomik hegemonyası altında bulunan
Medine’nin ekonomik yapısından kaynaklanıyordu. Bugün olduğu gibi o gün de
yahudiler fâizci bir zihniyetle Medine’yi etkileri altında bulunduruyorlardı.
Bu yüzden insanlardan kimileri hâlâ fâizle iştigal etmeye devam ediyorlardı.
Riba, fâiz: aslında bu konuda pek çok
şey biliniyor, Ama fâiz âyetini tanımaya çalıştığımıza göre bu konuya kısaca
değinelim inşallah.
Fâiz eşyayı artırmak, fazlalaştırmak
demektir. Yâni cinsi ve miktarı aynı olan iki şeyi fazlalıkla satmak,
değiştirmek demektir. Veya herhangi bir malı kendisinden daha fazlasıyla
borçlanmak demektir. Teknik olarak ise borç veren kişinin borç verdiği kişiden
verdiği para üzerinden belli bir fazlalık, belli bir yüzde almasının adıdır. Bu
âyetlerin nazil olduğu dönemde günümüzde olduğu gibi çok çeşitli şekillerde ve
usullerde fâiz alınıyordu. Meselâ borç almış kişi alacaklısına borcunu
zamanında ödeyemediği takdirde zaman uzatılıyor ama fâizi de kat kat
katlanıyordu. Günümüzde de bunun çok çeşitli şekilleri
mevcuttur.
Rabbimiz fâizi haram kılmıştır. Çünkü
Rabbimiz insanın insan olarak diğer insanlarla, kardeşleriyle insanlık ölçüleri
içinde kardeşçe yaşamasını ister. İnsanın kardeşlerini kendinden bir parça
bilmesini ve onlara karşı ilişkilerini bu kardeşlik esasına bina etmesini ister.
Yâ-ni insanın insan olması hasebiyle kardeşlerinin acılarında, dertlerinde,
üzüntülerinde, sıkıntılarında ve hayatın tüm problemlerinde onların yanında
olmasını, onların bu sıkıntılarını kendi sıkıntısı bilmesini ve onlara yardıma
koşmasını istemektedir. Hâsılı insandan insanlara karşı güler yüz, tatlı dil,
fedâkârlık, diğer gamlık istemektedir Rabbi-miz. Böylece insanın insanlarla olan
tüm ilişkilerinde Allah’ın rızasını hedef almasını
istemektedir.
Bundan önce infak âyetlerinde Rabbimiz
uzun uzun bunu anlattı gördük. Müslüman tüm sahip olduklarını, tüm imkânlarını
kardeş-leriyle paylaşmaya hazır olan insandır. Müslüman çevresiyle
ilişkilerini Allah’a imana ve Allah hatırına bina eden insandır. Müslümanın
kardeşleriyle ilişkisi sadece kâr esasına dayalı, sadece sömürü ve menfaat
hedefini ön plana çıkaran ilişkiler değildir.
Müslümanın müslüman kardeşleriyle
parasal ilişkisi şu iki esasa dayanmaktadır:
1-) Allah için, Allah’ın hatırını
kazanmak için kardeşlerine karşılıksız verme esası. Bunu sûrenin önceki
âyetlerinde anlatmaya çalışmıştım, müslüman bir müslüman kardeşine bir şeyler
verirken Allah rızasının dışında kesinlikle bir karşılık beklemez. Sadece
Rabbinin güzel hatırının dışında bir beklentisi yoktur onun. Bu yüzdendir ki
Rabbimizin ifadesiyle müslümanın Allah için kardeşlerine sunduğu, sunacağı her
şey infaktır ve bir ibâdettir.
2-) İkincisi, müslümanın kardeşleriyle
ilişkisinin ikinci esası kardeşlerine karşılıksız borç vermeye yönelme
esasıdır. Karz-ı hasen âyetinin tefsirinde deyinmiştim, bir müslüman
kardeşlerine borç verirken Allah için kardeşlerinin sıkıntısını giderme adına
ve verilen malın sadece kendisinin geri gelmesi amacıyla verir. Verdiğinden
fazlasını asla beklemez. Sadece bu konuda Allah’ın rızasını umar ve bunu
yaparken de Allah bunu kendisinden istediği için ibâdet kastıyla yapar.
İcabında çalıştırıp kâr edebileceği, nemasından istifade edebileceği o parasını
Allah rızası için kardeşinin hizmetine sunuverir. Allah rızası için verdiği mal
bir süre sonra aynen kendisine dönse bile o süre içinde onu dondurmuş ve onun
kârından da mahrum kalmıştır. Ama ne gam mü'min böylece Rabbinin hatırını
kazanmıştır.
Aslında o parayı o kardeşine
değil de o malın da, o paranın da, kendisinin de gerçek sahibi olan Allah’a
borç olarak vermiştir. Al Ya Rabbi bu malın sahibi sensin, bu senin yanında
emanet kalsın, yarın ona en muhtaç olduğum bir dönemimde senden alırım
demektedir. Allah da onu kendi katında emanet olarak tutacak ve yarın ona en
çok lâzım olduğu bir anda kat kat fazlasıyla ona ödeyecektir. Ne zaman lâzım
oldu? Cennete girmek için mi lâzım oldu? Cehennemden kurtulmak için mi lâzım
oldu? O zaman Allah onu ona kat kat fazlasıyla ödeyecektir.
Müslümanın müslüman kardeşleriyle
ilişkilerini Allah belirler. Çünkü bu şekilde müslümanlara borç verebilmek
fâizdeki kazanç duygusunu ayaklar altına almayı ifade etmektedir. Zira bu tür
insani ve imanî duygular fâiz anlayışında yoktur. Fâizde borç verenin kalbinde,
iç dünyasında bu duyguların tamamen aksine sömürüyü, menfaati, duyarsızlığı,
kardeşlerinin acılarını arttırmayı, sıkıntılarına sıkıntı katmayı, kardeşlerinin
problemlerine sevinmeyi ve kardeşlerinin sürekli kendisine muhtaç bir konumda
olmaları duygusunu kamçıla-maktadır. Kendisine bu şekilde, bu duygularla borç
verilen kişi de o borç verene karşı içinden kin ve nefretle dolup taşmaktadır.
Zira borç alan bu kişi zaten
çaresizlik ve sıkıntılar içinde
kıvranırken, ne yapacağını bilmez bir vaziyette çırpınıp dururken, şimdi de üstelik fâizin kahredici yükü de omuzlarına binince artık
onun psikolojik yıkılışını siz düşünün. Borç veren kardeşinin kardeş olarak
onun sıkıntılarını biraz daha hafifletecek yerde biraz daha çoğaltan bir zâlim
olduğunu görünce ona nasıl düşman kesileceğini varın siz düşünün.
Fâiz toplumda ezilmiş, yoksul insanların daha
da fakirleşme-sine, daha da ezilmesine buna karşılık kapital sahiplerinin daha
da zenginleşmesine sebep olan bir mikroptur. Çünkü zaten fakr-u zaruret içinde
kıvranan fakir bu şekilde fâizle borç aldığı zaman kazandığının bir kısmını fâiz
olarak alacaklıya ayırmak zorunda kalacak ve böylece fakirin bir borcuna bir
borç daha eklenecek ve sonunda bu fakir alacaklıya çalışıveren, ya da
alacaklının elinde, fâizcinin elinde oyuncak olmuş bir adam haline gelecektir.
Fert açısından bu bir yıkılış
olduğu gibi toplum açısından da bundan farklı olmayacaktır. Çünkü en sonunda da
tüm maddî servetler, tüm imkânlar ve zenginlik kaynakları toplumda sadece bir
avuç kapital sahibinin elinde toplanacak bunlar bu bir avuç zâlim grup
garibanların sırtında lüks bir hayat yaşarlarken berikiler de onları
omuzlarında taşıyan ve onlar adına çalışan, onlar adına ter döken birer robot
haline geleceklerdir.
Dahası ekonomik yönden şiştikçe
şişen bu fâizciler ellerindeki bu ekonomik güçle toplumda toplumsal, siyasal ve
ekonomik hayatın tümüne egemen olacaklar ve daha kolay, daha özgür bir şekilde
insanları sömürebilmek, sömürü düzenini sürdürebilmek için yeni yeni kanunlar
ve yasalar çıkararak kendi durumlarını meşrulaştıracaklardır. Böylece toplumda
bir avuç zâlim, bir avuç tâğut, bir avuç müs-tekbir ve bürokrat insan tüm
toplumu sömürme imkânlarını ellerine geçirmiş olacaklardır. Tüm toplum köle,
bir avuç insan da efendi konumuna gelecektir. Hal dilden daha güzel anlatır işte
görüyoruz.
Fâiz hem fert için hem de toplum
için benzeri olmayan bir mikroptur. Bakın Bakara sûresinin bu bölümünde
Rabbimizin yaptığı infak fâiz mukayesesine göre infaka dayalı İslâm düzeni ile
şeytanın adımlarına dayalı fâiz düzeni kesinlikle gece ve gündüz kadar
birbirine zıt iki düzendir. Bu iki düzen hiçbir konuda birbirlerine
benzemez-ler. Her birinin insanlar üzerinde doğurduğu sonuçlar diğerinden
tamamıyla farklıdır. Her iki sistemin insanları birbirlerinden farklıdır. Bakın
burada Rabbimiz iki insan tipi sergiledi.
Birincisi; önceki âyetlerde
anlatıldı. Malını, bilgisini, parasını, zamanını, atını arabasını Allah için
kardeşlerinin hizmetine sunan, Allah için her şeyini kardeşleriyle paylaşmaya
hazır olan mü'min tipi.
Ötekisi de zaten ezilmiş zaten
çaresizlikler içinde kıvranan kardeşlerini biraz daha ezmek için fırsat
kollayan, her şeyi menfaat esasına bina eden, bencil ve zâlim bir insan tipi.
İnfak, sadaka cömertliktir, malda ve nefiste
temizliktir arınmadır, sadaka insanlar arasında dayanışma, kardeşlik ve
yardımlaşmadır, sadaka fedâkârlıktır, diğer gamlıktır. Fâiz ise cimriliktir,
bencilliktir, ferdiliktir, zulümdür ve insanları ezmedir. Sadaka Allah için
sahip olunan malı karşıdakine fedâ etmektir. Borcu karşıdakinin hizmetine
sunmaktır. Fâiz ise borcu borçlunun etinden, kanından ve emeğinden koparılmış
bir fazlalıkla onu geri almaktır.
Eğer fâizle borç alan kişi aldığı
bu para ile çalışıp çabalayıp kazanmışsa fâiz onun bu emeğinden çalınmış bir
fazlalıktır. Eğer borç alan kişi aldığı bu para ile kazanamamış veya zarar
etmişse o zaman bu fâiz denen fazlalık onun etinden koparılmış bir parçadır.
İşte tüm fâizcilerin yiyip içtikleri budur. Kendileri hiçbir çaba göstermeden,
en ufak bir emek bile sarf etmeden insanların emeklerini, gayretlerini, alın
terlerini, kanlarını fâiz geliri diye kendilerine döndüren bu insanların
akıbetleri hem bu dünyada hem de öbür tarafta çok korkunç olacaktır. Ama bunu
demeden önce burada önemli gördüğüm bir hususu arzedeyim.
Bakın bu fâiz âyetlerinin konu edildiği
bölümün hemen öncesinde Rabbimiz uzun uzun infaktan söz etti. Ondan sonra fâiz
âyetleri geliyor. Fâiz âyetlerinden sonra da borçlanmaya dair âyetler gelecek ve
daha sonra da Allah’a iman edip onun adına salih ameller işleyen insanlara
seslenilmektedir. Bu insicamdan şunu anlıyoruz.
Demek ki toplumda fâizin kökünün
kazınmasının yolu infaktan ve karşılıksız borç vermekten ve de Allah’a imandan
ve Allah adına salih amellere koşmaktan geçmektedir. İşte fâizin yok edilmesinin
tek çaresi budur. Eğer toplumda infakı yaygınlaştırabilirsek, toplumda
sadakayı yaygınlaştırabilirsek, fâizsiz kardeşlerimize borç vermeyi ve onların
sıkıntılarına koşmayı
yaygınlaştırabilirsek kesinlikle inanıyorum ki bu fâiz pisliğinin kökü kazınıp
gidecektir.
Özellikle bugün iman yoksunu
oldukları için fâizi savunanlar her zaman için fâizin alternatifinin ne
olduğunu, ne olacağını sormayı âdet haline getirmişlerdir. İyi tamam fâizi
kaldırırsak bunun yerine neyi oturtacağız? Bunu nasıl yapacağız? Diyorlar. İşte
Rabbimiz bu âyetlerin insicamıyla bunun alternatifini anlatıyor. Allah’a iman,
Allah adına ve Allah rızası için infak, sadaka, Allah için hiçbir karşılık
beklemeden sıkıntı içinde kıvranan müslüman kardeşlerimize borç verebilmek. İşte
bunun alternatifi budur.
Bakın Rabbimiz az evvel
okuduğumuz âyet-i kerîmesinde fâizi ve fâizcilerin durumunu anlatırken şöyle
buyurur:
275:"Fâiz yiyenler ancak şeytan çarpmasından
dolayı ne yapacağını bilemeyen ve ayakta da duramayan kimsenin kalktığı gibi
kalkacaktır. O ceza şu sebeptendir ki onların "alışveriş de fâiz gibidir"
demeleri yüzündendir. Oysa Allah alışverişi helâl fâizi de haram kılmıştır. Kime
Rabbinden bir öğüt gelir de (Fâize) bir son verirse artık onun geçmişi
kendisine, işi de Allah’a aittir. Kim de fâize geri dönerse artık onlar ateşin
sohbetçisidir ve orada onlar ebedîyen
kalacaklardır."
Âyet-i kerîmede "Mess" ve "Habt" kelimeleri
geçmektedir. Mess, delilik, habt da doğru dürüst ayakta duramamak demektir. O
zaman âyetin ifadesinden anlıyoruz ki fâiz yoluyla insanların mallarını yiyen,
kanlarını emen kimseler kıyamet günü saraya tutulmuş, şeytanın messine maruz
kalmış deli birinin doğru dürüst ayakta duramayışı biçiminde kalkacaklardır.
Dünyada bile bunun örneklerini görüyoruz. İflas eden bankaların önünde
insanlıktan çıkmış bir vaziyette etraflarına saldıracak şekilde delirmiş
insanları gördükçe âyetin ne kadar da güzel anlattığını
anlıyoruz.
Deli bir adam nasıl ki dengeli bir
davranış sergileyemiyorsa, ne yaptığını bilmez bir durumdaysa aynı şekilde
fâizle insanların kanlarını emebilmek için onlara borç veren kişi de bu gelire
ulaşabilmek için o kadar dengesini kaybeder ki şuurunu kaybeder. Para
hırsıyla aklı gitmiş, gözü dönmüş vaziyetiyle bu adamın çevresine nasıl zarar
verdiğini bir düşünün.
Bir de bu dünyada şeytan bazı insanları
çarparak onları Allah yolundan uzaklaştırır. Bakın Sâd sûresinde bir âyet-i
kerîmesinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
"İblis dedi ki: "Senin izzetine yemin
ederim ki onlardan, ihlâslı (seçkin) kulların müstesna hepsini azdıracağım."
(Sâd: 82)
Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki şeytan
ancak şirk işleyen kâ-firlere ve günaha batmış mü'minlere musallat olabilir,
ancak onları çarpıp Allah yolundan uzaklaştırabilir. Eğer şeytanın çarptığı kişi
kâfir veya müşrikse bu kişinin bu durumdan kurtulabilmesi için ancak şirki terk
edip Allah’a Allah’ın istediği şekilde iman etmesi gerekmektedir. Eğer şeytanın
çarptığı kişi günahkâr bir müslümansa o zaman da bu kişinin bu durumdan
kurtulabilmesi için günahlarından tevbe edip Allah’a Allah’ın istediği şekilde
yönelmesi gerekmektedir.
Allah’ın Rasûlü şeytanlardan ve onların
messinden korunabilmek için sürekli şöyle dua ederdi:
"Kovulmuş şeytandan, onun
büyüklenmesinden, sihrinden ve çarpmasından Semî ve Âlim olan Allah’a
sığınırım."
(Ebu Dâvûd, Nesâî,
Tirmizî)
Fâiz yoluyla insanların mallarına göz
dikenler, bu yolla kan içenler hem dünyada hem de âhirette şeytanların
çarpmasına maruz kalacaklardır. Dünyada akıllarını, fikirlerini, zamanlarını
sırf para kazanmanın peşine takıp, maldan, paradan, kazanmaktan başka bir şey
düşünemez hale geldikleri için aklı başında normal insanlar gibi hareket
edemezler. Aklı başında insanlar onları gördükleri zaman dengesizliklerini,
anormalliklerini hemen anlarlar. İşte görüyoruz dünyalık el-de edeceğiz diye,
daha çok para kazanacağız, daha lüks yaşayaca-ğız diye borsaların peşine,
dükkanların, tezgahların peşine takılmış, bir oraya bir buraya koştururken durup
düşünecek, Allah’ın rızasını kazanacak, ilim öğrenecek, çoluk çocuğunu
müslümanca eğitecek en küçük bir zamanları bile kalmamış insanlar bunlardır.
Şeytanın kötü vurduğu insanlar. Bu bunların dünyadaki halleridir, âhirette ise
bunların durumu çok daha korkunç olacaktır.
Karınlarını fâizle dolduranlar bir
hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi kıyamet günü kabirlerinden kalkarlarken
karınları şişmiş olarak saralı ve deli oldukları halde kalkacaklar ve bu durum
onların belirgin özellikleri olacaktır. Yine İbni Ebi Hatim’de Ebu Hureyre’nin
rivâyet ettiği bir başka hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"İsrâ gecesi karınları evler gibi
olan ve karınlarının etrafında yılanların dolaştığı bir topluluğa uğradım. Ben:
"Bunlar kimlerdir ey Cibril?" diye sordum. O da: "Bunlar fâiz yiyenlerdir"
cevabını verdi."
Peygamberimiz
bir hadislerinde:
“Faiz yetmiş üç bölümdür. En
basiti kişinin anası ile nikahlanması gibidir. Faizin faizi ise müslüman kişinin
ırzıdır”
buyurmaktadır.
Peygamberimiz
(s.a.v.) de faizin uygulanmasını kesinlikle yasaklamış, ideal İslam Devletinde
tamamen kalkması için devamlı bir şekilde çalışmıştır. Mekke’de “Muğire”
oğulları faizcilik yaparlar ve faiz
alırlardı. Halktan birçok alacakları ve faizden kazanılma malları vardı.
Peygamberimiz bunların hepsini iptal etti ve Mekke’deki valisine bu adamlar
faizcilikten vazgeçmezlerse onlarla vuruşmasını emretti.
Yine
Hz. Peygamber (s.a.v.) Veda Haccında:
“İslamiyet’ten önceki devrin
faizi üzerlerinizden kaldırılarak iptal olunmuştur. Ancak ana paralarınızı
a-lırsınız. Ne zulüm etmiş olursunuz ne de zulüme uğrarsınız. İlk iptal edip
kaldırmaya başladığım faiz, amcam El-Abbas İbniul-Muttalip’in
faizidir.”
Diyerek,
Arapların en büyük ve ileri gelen faizcilerinden biri olan amcası El-Abbas İbn-i
Abd-ul-Muttalib’in faizini iptal etmiştir. Müslim ve Buhari’nin rivayet
ettikleri bir hadisinde peygamberimiz: Faizi yiyeni de yedireni de şahitlik edip
yazışmalarını yapanı da lanetlemiş ve “Eşittirler”
demiştir.
Evet fâiz yiyene insanların hem dünyada
hem de âhirette durumları böyledir. Peki bunun sebebi meymiş? Niye böyle
yapıyormuş Allah bunlara?
"O ceza şu sebeptendir ki onların "alışveriş
de fâiz gibidir" demeleri yüzündendir. Oysa Allah alışverişi helâl fâizi de
haram kılmıştır."
Bu fâizciler diyorlar ki
alışveriş de fâiz gibidir. Ticaret de fâiz gibidir. Fâizin de ticaretten bir
farkı yoktur. Alış verişin de fâizden bir farkı yoktur, alışveriş de fâizin bir
bölümüdür dediler. Yâni bu fâizin alışverişle, ticaretle ne farkı vardır?
diyerek fâizi ticarete, ticareti de fâize benzeterek güya kendilerince delil
getirerek Allah’a kafa tutmuş-lardır. Allah’ın kendileri için ayırdığı helâli
kabul etmeyerek, ona razı olmayarak, meşru kazançla yetinmeyerek Allah’ın pis
dediği, haram dediği bir yolla insanların mallarını yemeyi hedeflemişlerdir.
Fâizin haramlığını inkâr edebilmek için bu
kâfirler bir kıyas yapıyorlar. Fâizin haramlığına inanan ve imanları gereği
onunla ilgilerini kesen müslümanlara diyorlar ki: "Fâize haram diyorsunuz,
alışverişe de helâl diyorsunuz. Oysa fâiz de alışveriş gibidir. Fâizin
alışverişten ne farkı var? Bu ikisinin birbirinden hiç bir farkı yoktur. O
halde alışveriş helâlse bu da helâldir, yok eğer fâiz haramsa o zaman sizin bu
yaptığınız ticaretler de haramdır." demeye çalışıyorlar. Bozuk zihniyetlerinden
dolayı kâfirlerin kıyasları her zaman bozuk olacaktır.
Bir de kâfirin hayatına yön veren
daima Allah değil mantıktır. Kâfirin hayatı "Allah’la insanlık arasında hiçbir
ilişki yoktur" ilkesine dayanır. Fâiz düzeninde insan yeryüzünün efendisidir ve
hiçbir sorumluluk ve kayd altında değildir. Kâfir Allah’ın hiçbir emriyle
mükellef değildir. Allah onun hayatına hiçbir sûrette karışmamaktadır. O her
şeyde ve her konuda hürdür. Malı konusunda da bedeni konusunda da Allah’a karşı
hiç bir sorumluluğu yoktur. İnsanlara karşı da hiçbir sorumluluğu yoktur onun.
Karnını şişirebilecek bir fırsat buldu mu isterse bundan dolayı milyonlarca
insan rahatsız olsun fark etmez. Onun için bu konuda Allah ne demiş nasıl demiş
onlar için bunun hiçbir önemi yoktur. Akıllarınca bir istidlal yaparlar ve
böylece sonuca gitmeye çalışırlar.
Bugün de bakıyoruz fâizin
haramlığını inkâr eden kâfirler aynı şeyi söylüyorlar. Efendim farz edelim ki
bir adamın yüz milyon lirası var. Bu adam bu parayla ayakkabı alarak sattığı
zaman yirmi milyon lira kâr edecektir. Şimdi aynı adam bu yüz milyonu bu
şekilde tica-rette kullanmayıp, yüzde yirmi fâizle birine veriyor ve sonunda
yine yirmi milyonunu alıyor. Bunun ötekisiyle farkı nedir? Diyorlar. Borç veren
kişi o parasını borç vermeyip çalıştırsaydı zaten o kadar para kazanacaktı,
binaenaleyh borç verdiği insandan bu kadar parayı almasında ne mahzur var?
Demeye çalışıyorlar. Bunu şöyle birkaç madde halinde ifade edeyim
inşallah.
1-) Bir kere mü'min oluşumuzun gereği
şunu peşinen kabul etmişiz ki Allah birine helâl ötekisine de haram demişse bu
konuda hiç bir şey demeye gerek yoktur. Çünkü Rabbimiz âyetin devamında
buyurur ki:
"Allah alışverişi helâl fâizi de haram
kılmıştır."
O halde bunun hiçbir aklî izahı olmasa
da müslüman bunun böyle olduğuna iman etmek zorundadır. İmanın gereği bu
teslimiyettir. Buna itiraz edenler ancak inanmayanlar ve Allah’a teslim olmayan
kâfirlerdir.
2-) İkincisi anlayabildiğimiz kadarıyla
İslâm’ın caiz gördüğü alışveriş ancak bir ihtiyaçtan dolayı yapılır ve bir mala
karşılık aldatma-dan mal verme esasına dayanır. Alanın da satanın da
karşılıklı rıza-sıyla ve hiçbir baskı olmaksızın kabulü şartına dayanır. Alıcı
ihtiyaç duyduğu şeyi satın alır, satıcı da bu maddeyi satıcının ayağına
getirirken, ya da onun için sağlarken harcadığı iş gücü ve harcamalarını
karşılamak üzere kâr alır.
Halbuki fâiz böyle değildir.
Fâizde fâizle borç alan kişi borcu veren kişiye oranla daha zayıf ve muhtaç
olduğu için kendisine borç veren kişiyle eşit şartlarda bir anlaşma yapamaz.
Fâiz ihtiyaçlı kimselerin sıkıntılı anlarında onların rızası olmadan onları
sömürmektir. Başka şartlarda o paranın kendisine verilmesini canı gönülden
isteyen ama imkânı olmadığı için o şekilde almaya mecbur kalan kişi belki
kazanırım ümidiyle aldığı para ile eğer kazanırsa kazancını o fâizciye
verecek, kazanamazsa da mahvolup gidecektir. Kat kat katlanacak fâiz borçları
yüzünden borç verek fâizci bazen borçlunun tüm kârını alabilir, hattâ onun tüm
kişisel mallarına el koyabilir ve yine de borçlu kişi alacaklıya karşı borcunu
ödeyememiş duruma gelebilir.
3-) Üçüncüsü ticaretle fâizin ikisinde
de malın dönüşümü söz konusudur, ama birisinde risksiz ve zahmetsiz bir gelir ve
de sabitleştirilmiş bir gelir söz konusu iken, ötekisinde hem sermaye, hem de
iş gücü, yâni emek devreye girmektedir. Şimdi parasını sabit bir gelirle fâize
yatıran bir adamla parasını ticarete yatıran, yatırım ve girişimlerle meşgul
olan, ticaretle meşgul olan bir adamı karşılaştırarak düşünelim.
Ticaretle uğraşan kişi tüm zamanını, iş
gücünü, aklını fikrini ve sermayesini bu iş için kullanmakta ve başladığı bu
ticaret işinde başarılı olabilmesi için, kaybetmemesi için elinden gelen çabayı
göstermektedir. Buna rağmen yine de sabit bir kazanç elde edeceği kesinleşmiş
değildir. Bütün bu uğraşlarına rağmen kazanabilir de kaybedebilir de. Yâni her
ân sermayesini bile kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Ama bunun tamamen
tersine fâizli bir yere sabit bir kârla parasını yatıran fâizci üzerine hiçbir
risk ve zahmet almaksızın, hiçbir zarar ihtimaline girmeksizin sabit bir kâr
oranını garantilemiştir. Bunu hangi mantığa, hangi hak ölçülerine
sığdırabilirsiniz? Nasıl oluyor da fâizle alışveriş aynı şeylerdir
diyebiliyorsunuz?
Bütün insanlar, bütün ülke böyle bir
riskle karşı karşıya bulunduğu halde ve herkesin fedâkârlık yapmak zorunda
kaldığı bir ortamda bu ülkede tüyü bile bitmemiş çocukları fâiz borçlarıyla
savaş galiplerine borçlandırmaya kimin hakkı vardır?
4-) Kimileri de fâizi kira karşılığında
verilen ev veya dükkan gibi mülkler karşılığında alınan kazanca benzetir.
Dükkanını, evini kiraya vermiş bir adam onu kullanan kiracısından nasıl bir
para alıyorsa biz de paralarımızı borç verdiğimiz kimselerden o paralarımızı
kullanmalarının karşılığı olarak fâiz almamızda bir mahzur yoktur deme-ye
çalışıyorlar. Bizim fâizlerden aldığımız paralar aşağı yukarı ev sahibinin
kiracıdan aldığı paraya tekabül etmektedir. Yâni bu fazlalık o yararlanmanın
karşılığıdır demeye çalışıyorlar.
Halbuki bu ikisi birbirlerinden
çok farklı şeylerdir. Birincisi kiraya verilen ev sahibinin mülkündedir. O ev
kiraya verilmekle sahibinin mülkünden çıkmamakta ve sadece ondan yararlanmak
kiracının eline geçmektedir. Kiracının elinde olmayan sebeplerle o eve bir zarar
gelmişse bunu kiracı değil ev sahibi üstlenmektedir. Meselâ bir zelzele sonucu
ev yıkılsa veya başka bir sebeple ev yanıp kül olsa bundan kiracı sorumlu
değildir. Halbuki fâizli borç almada bu böyle değildir. Borç alınan para
sahibinin mülkünden çıkmış borç alan kişinin mülküne intikal etmiştir. Elinde
olmayan sebeplerle o paraya bir telef gelse alacaklı bundan kendisini sorumlu
tutmamaktadır. Zira o sadece her hâlükârda kazanma durumundadır. Halbuki onu
çalıştıran borçlu kişi hem kazanabilir hem de kaybedebilir.
Yâni fâizli borçlanmalarda borçlu
için iki risk vardır. Borçlu hem aldığı ana parayı üretmeli, hem de fâizi
karşılayacak parayı da kazanmalıdır. Bu da gösteriyor ki burada mesele sadece bir ücret
karşılığında başkalarının parasından istifade etmek değildir. Yâni fâizle
alışveriş hiçbir zaman birbirinin aynı değildir.
Evet bundan sonra Rabbimiz insanları
fâizden vazgeçmeye çağıracak. Ey kullarım vazgeçin bu pislikten buyuracak.
Vazgeçin kardeşlerinizi ezip onlara zulmetmekten diyecek. Eğer vazgeçerseniz
karşılığında cennetim var, değilse cehennemle karşıkarşıya olduğunuzu unutmayın,
diyerek vazgeçenlerin ve vazgeçmeyip ona devam edenlerin akıbetlerini
anlatmaya başlayacak. Buyurur ki bakın:
"Kime Rabbinden bir öğüt gelir de
(Fâize) bir son verirse artık onun geçmişi kendisine, işi de Allah’a aittir.
Kim de fâize geri dönerse artık onlar ateşin sohbetçisidir ve orada onlar
ebedîyen kalacaklardır."
Kim ki Rabbinden kendisine fâizin haram
olduğuna dair bir emir, bir âyet, bir uyarı, bir öğüt gelir gelmez hemen tevbe
ederek fâizden vazgeçer, fâizle ilgisini alâkasını keserse geçmişte yediği
fâizden dolayı kendisine bir günah yoktur. Çünkü önceki yemiş olduğu fâizleri
bu âyetin nüzulünden önce yemiştir. Önemli olan fâizin haram-lığının
açıklanmasından sonraki durumdur. Eğer bu konudaki Rabbi-nin emrini duyar duymaz
hemen vazgeçerse onun işi Allah’a kalmıştır. Onun işi Allah’a kalmıştır
ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-) İşi Allah’a kalmıştır. Kıyamet günü
onun hakkında Allah hüküm verecektir. Allah dilerse onu bağışlar dilerse
bağışlamaz, onu ancak Allah bilir anlamınadır. Ancak tevbe âyetlerine bakılırsa
bu âyetten onun affedileceği ümidinin ağır bastığı
anlaşılmaktadır.
2-) Geçmişte olan kendisinindir ve onun
işi Allah’a kalmıştır ifadesinin bir başka mânâsı da âyetin nüzulünden evvel
almış olduğu fâizleri ondan almaya kalkmayın anlamınadır. Daha önceki aldığı
fâizler ondan istenmemelidir.
3-) Bir de onun işi Allah’a kalmıştır
ifadesinin anlamı bu kişi kendisini affettirebilmek için bolca infakta
bulunmalı ve Rabbini kendisinden razı etmelidir, ayrıca elindeki önceden kalma
fâiz birikimleri konusunda işi Allah’a kalmıştır demektir. Şunu unutmayalım ki
bu ifade bu hüküm öncesi alınan fâizlerin helâl olduğu anlamına gelmez. Zira
âyet-i kerîmede onların Allah’a havale edileceği vurgulanıyor.
Öyleyse bu âyet gelmezden önce,
ya da kendisine fâizin haramlığı öğüdü ulaşmadan önce alınmış fâiz malları
varsa, bu mallar elinde mevcutsa o zaman bu kişi kendisini pislikten
temizleyebilmek için elinden gelen gayreti göstermelidir. Daha önceleri
şeytana uyarak aldığı bu fâiz paralarını kendisine harcamamalı fâiz alarak daha
önce haklarını gasbettiği insanları bularak mümkünse bu haklarını onlara geri
vermelidir. Eğer bu mümkün olmuyorsa bu pisliği malının içinden çıkarıp
toplumun sosyal hizmetlerine harcamalıdır. Bu haram serveti her şeye rağmen
kullanmaya devam eden kimseler ise geçmişte yaptıkları bu amelleri sebebiyle
cezalandırılacaklarını anlıyoruz.
Allah’ın Rasûlü Veda haccında irşad
buyurduğu hutbesinde şöyle buyurdu:
"Cahiliye dönemindeki yapılan tüm
fâizler ayağı-mın altındadır. Sizin için ancak ana paranız vardır. Ne zulmedin
ne de zulme uğrayın. İlk kaldırdığım fâiz de Ab-dul muttalip oğlu Abbas’ın bütün
ribasını geçersiz kılıyorum."
Bundan sonra Rabbimiz fâizle
sadakaların bir mukayesesini yapacak ve insanlara insanların akıllarını
erdirici ifadelerle bir daha seslenecek ve artık fâizi terk etmelerini
isteyecek.
276:"Allah fâizi yok eder, sadakaları
artırır. Allah kâfirlerin hiç birini çok günah işleyenleri
sevmez."
Allah fâizi mahveder, fâizi helâk eder,
fâizden kazanılan malların bereketini kaldırarak onları yok eder. Sadakaları
ise bereketlendirir. İçine fâiz karışan malları ve kazançları telef eder.
Sadakaları ise geliştirir, arttırır.Zekâtı verilen malları ziyâdeleştirir, ona
bereketler ihsan eder.
Aslında ilk bakışta insan fâizin malı
arttırdığını, insanı zengin-leştirdiğini, sadakanın da malı azalttığını, insanı
fakirleştirdiğini zanneder. Ama gerçek bunun tamamen aksinedir. Bakın Allah’ın
Rasûlü Müslim’de rivâyet edilen bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Sizden birinizin Allah için verdiği sadaka
Allah’ın eline düştüğünde (Allah’a ulaştığında) sizin kendi sürünüzü
yetiştirip çoğalttığınız gibi Allah da onu yetiştirip çoğaltır. Kıyamet günü
geldiğinde ise verdiğiniz bir lokma sadaka Uhud dağı kadar büyümüş
olur."
Allah aslında malı arttırdı zannedilen
fâizi derece, derece eksilte, eksilte nihâyet mahveder. Fâiz ayın on dördü gibi
parlak ve temiz görülen servetleri tıpkı bir hilal gibi küçülte, küçülte
nihâyet gözle görülmez hale getirir. Buna karşılık malları eksiltti zannedilen
sadaka ise malları git gide çoğaltır ve büyütür.
Âyet-i kerîmede anlatılan Allah’ın
fâizi mahvetmesini sadakaları da arttırmasını fert açısından böyle anladığımız
gibi, toplum açısından da şöyle anlıyoruz: Fâiz esasen toplumda mal üretecek
hayatları tıpkı bir güve gibi yiyip bitiren, sermayeyi mahveden ve toplumun
üretim gücünü öldüren bir mikroptur. Bir toplumda ekonomik gücü elinde
bulunduranlar çalışacak ve üretecek zümreye fâizle para vererek, onların
kanlarını emmeye başlarsa, toplumda çalışanlar çalışmalarının semeresinin bu
bir avuç zâlim tarafından emildiğinin farkına varınca onlar da tüm kalpleriyle
kendilerini işlerine veremeyeceklerdir. Bundan başka bu çalışacak zümrede
meydana gelen üzüntü tedirginlik yetersiz beslenme ve istismar edilme duygusu
onların iş güçlerinin azalmasına sebep olacaktır. Böylece toplumda azınlık bir
fâizci grubun karınlarının şişmesine karşılık çalışıp üretebilecek büyük bir
çoğunluğun bozulması gerçekleşecektir.
Bu yüzden toplumda meydana gelen
randıman düşüklüğü milli üretimin düşmesine sebep olacaktır. Ve sonuçta toplumun
sermayesi tıpkı bir güve tarafından yenmiş bitirilmiş olacaktır. Halbuki
toplumda fâiz yerine infak esas alındığı zaman çalışan insanların çalışma
azimleri artacak ve toplumda bolluk ve refah meydana gelecektir. İşte böylece
fâizin sermayeyi yok ettiğini sadakanın da artırdığını anlıyoruz.
277"Şüphesiz ki iman eden ve güzel
amellerde bulunan, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenler için Rableri
katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da
olmazlar."
Bu bölümde imandan, salih amelden, namazdan,
zekâttan söz eden âyetler geliyor. Dikkat ederseniz Rabbimiz önce infaktan söz
etti, mü'minleri kendi rızası için infaka teşvik etti. Sonra da infakın zıddı
olan fâizden söz etti ve fâizle ilgiyi alâkayı kesmeyi emretti. Sonra da fâiz
âyetlerinin arasında hemen işi imana, salih amellere, namaza ve zekâta getirdi.
Bundan şunu anlıyoruz. Mallarınız ve bedenleriniz konusunda Allah’ı söz sahibi
bilebilmeniz, mallarınızı ve bedenlerinizi Allah yolunda Allah’ın istediği
biçimde infak edebilmeniz için ve de malla ilişkin olan fâiz pisliğinden
kendinizi kurtarabilmeniz için Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman etmek
zorundasınız. Bu iman olmadan bunları becermeniz mümkün değildir. Allah’ı
Allah’ın kendini tanıttığı şekilde tanımayan birinin, ona onun istediği biçimde
inanmayan birisinin onun adına mal infak etmesi de onun adına ve onun hatırına
fâizi terk etmesi de mümkün değildir.
Bu işleri becerebilmek için önce Allah’a
Allah’ın istediği şekilde iman etmek zorundasınız. Unutmayalım ki, Allah’a
iman Allah’ın gönderdiklerine imandır. Allah’tan gelenlere imandır. Allah’tan
gelen emirlere inanmayan bir adam Allah’a inanmıyor demektir. İnfaka inanmayan
bir adam, fâizin haramlığına inanmayan bir adam Allah’a inanmıyor demektir.
Allah’ın istediği iman amelle bütünleşen imandır. Sözle söylenip amele
dönüşmeyen bir iman sadece iddiadan ibarettir. Allah’ın istediği iman, kişiyi
onun emirlerini uygulamaya ve yasaklarından da uzak durmaya götüren bir
imandır.
Allah’a inanacaksınız, sonra namazla
hayatınızı düzenleme adına Allah’tan mesaj alacaksınız, sonra da Allah’tan
aldığınız bu mesajı uygulamak üzere zekât vereceksiniz ve işte böylece hem
infakı becerebilecek hem de Allah’ın haram kıldığı fâiz belâsından kendinizi
kurtarma imkânı elde edeceksiniz. Eğer böyle bir imana sahip olduğunuzu iddia
ediyorsanız Allah’ın şu hitabı sizedir:
278:"Ey iman edenler! Eğer Allah’a iman
etmişseniz Allah’tan sakının ve fâizden arta kalanı
bırakın."
Ey iman edenler! Eğer gerçekten iman
iddialarınızda samimi ve sâdıklarsanız o zaman Allah’tan korkun da henüz tahsil
edilmemiş, alınmamış, ele geçirilmemiş, fâizden geriye bırakılmış olanları
bırakın, terk edin. Eğer gerçekten inanıyorsanız böyle yapın. Zira iman, iman
edilen şeyin gereğini yerine getirmedir.
Burada Rabbimiz gerek fâizin helâl
olduğunu iddia ederek mürted olan kâfir olan kimselere gerekse fâizin
haramlığına inandığı halde bu imanla amel etmeyip, fâiz alışverişine devam eden
fâsık Müslümanlara bu işten vaz geçmeleri için bir daha çağrıda bulunuyor. Tevbe
edip bu işten vazgeçenlerin sadece ana mallarını alarak arta kalan fâizlerinden
vazgeçmelerini istiyor. Sonra da hâlâ bu işten vazgeçmeyenler için çok müthiş
bir tehdit geliyor:
279:"Eğer böyle yapmazsanız Allah’a ve
Resûlü’ne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz ana sermayeniz
sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve de haksızlığa uğramamış
olursunuz."
Fâize devam edenler Allah ve Resûlü’ne karşı
savaş açmış insanlardır. Ya da bunun ikinci mânâsı da Allah ve Rasûlü bu
adamlara karşı savaş açmıştır. Allah ve Resûlü’yle savaşa tutuşmanın ne demek
olduğunu biliyor musunuz?
Bu fâizciler tıpkı Allah’ın farz
kıldığı zekâtı vermeyerek mürted sayılan ve Allah Resûlü’nün kendilerine savaş
ilan ettiği kimseler gibidir. Bakın dikkat ederseniz Bakara sûresinin önceki
bölümlerinde görmüştük durup dururken belli şartlar gerçekleşmedikçe kâfirlere
bile savaş açmak caiz değilken bunlar için, bu fâizciler için her halükârda
savaş açmak kayıtsız şartsız vacip kılınmıştır.
Fâize bulaşmamak, tüm fâizli
ilişkilerden uzak durmak sakınmak müslümanların her birine ayrı ayrı farzı ayın
bir görev olduğu gibi, aynı zamanda toplumda fâiz pisliğinin kökünü kazımak ve
fâizcilerle sonuna kadar savaşmak da tüm müslümanlar üzerine içtimaî bir
farizadır. Çünkü fâiz öyle sârî bir mikroptur ki onun yaşadığı toplumda tek tek
müslümanların ondan kurtulmaları mümkün olmayacaktır. Günün birinde her biri bu
pisliğe bulaşmak zorunda kalacaktır.
Bu pislikten kurtulabilmek için şuna da
dikkat edin:
280:"Eğer borçlu darda ise bolluk
zamanına kadar ona süre tanıyın. Eğer bilirseniz borcu sadaka olarak
bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır."
Ey müslümanlar! Borçlunuz olan
kardeşleriniz eğer borcunu ödeyemeyecek kadar zor durumdaysa, elinde avucunda
verebilecek bir şeyi yoksa böyle bir durumda hiçbir müslümanın onu sıkıştırıp
zor durumda bırakmaya hakkı yoktur. Böyle bir durumda müslümana düşen şey ona
rahatlıkla borcunu ödeyebileceği kadar bir zaman mühlet tanıyıp beklemek ya da
bundan daha güzelini söyleyelim. Onun sevabını mükâfatını Allah’tan beklemek
üzere alacağını o kardeşine ta-sadduk etmektir. Tamam arkadaş ben senin
gerçekten borcunu öde-me niyetinde olduğunu, ama ödeyemeyecek kadar zor durumda
olduğunu biliyorum. Yorma kafanı ben onu sana tasadduk ettim deyi-vermek
bilirseniz sizin için çok daha hayırlıdır diyor Rabbimiz.
Borcunu ödeyebilecek durumda olup da
hainliğine ödemeyenler bu işin dışındadır. Böyle durumlarda İslâm’da onun hapsi
bile gerekir. Ama borçlu gerçekten borcunu ödeyemeyecek durumdaysa, ona borcunu
ödeyebilecek kadar bir genişlik tanımak, ya da tamamıyla onu infak etmek
gerekir.
Bu âyet aynı zamanda İslâm
mahkemelerine bu durumda olan borçlular konusunda süre tanıma emri
vermektedir. Hattâ böyle durumlarda İslâm mahkemesi o kişinin borcunun bir
kısmını veya tamamını silme hakkını vermektedir. Nitekim Allah’ın Resûlü’ne
böyle borçlu olup da borcunu ödeyemeyecek kadar iflas etmiş bir adamdan
bahsedildi. Allah’ın Rasûlü hemen harekete geçerek çevresindekiler-den o adam
için yardımda bulunmalarını istedi. Sonra bu adamın alacaklılarını çağırarak bu
toplananlarla yetinmelerini ve daha fazla da o adamı sıkıştırmamalarını tavsiye
etmiştir.
Yine bakın Taberânî’nin rivâyet ettiği
başka bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Kendi gölgesinin dışında hiçbir gölgenin
bulunmadığı bir günde Allah’ın kendini gölgelendirmesini arzu eden bir kimse,
zor durumda kalmış bir kardeşine kolaylık sağlasın veya onun borcunu
indiriversin."
Yine başka bir hadislerinde İmam
Ahmed’in rivâyetine göre Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
"Dualarının kabul olunmasını, kaderlerinin
açılmasını isteyen kimse borcunu ödeyemeyecek kadar zor durumda kalmış
alacaklısını bu durumdan kurtarsın."
Taberânî’nin İbni Abbas’tan rivâyet
ettiği başka bir hadislerin-de de:
"Borcunu ödemekte zorluk çeken
birisine kolaylıkla ödeyebileceği zamana kadar mühlet tanıyan bir kimseye Allah
da günahları sebebiyle tevbe edinceye kadar ona mühlet
tanıyacaktır."
Buyurur. Başka bir hadislerinde
Rabbimizin bu kimseyi cehennem ateşinden muhafaza edeceğini müjdelemektedir.
Başka bir hadislerinde borcunu ödemekte güçlük çeken bir kardeşine mühlet
tanıyan kimsenin ona tanıdığı her bir gün için Allah’ın ona bir sadaka
mükâfatı yazacağını, başka bir hadislerinde de her bir gün için iki sadaka
yazacağını anlatmaktadır.
Borcun tehir edilmesine karşılık bir
fazlalığın alınması haramdır. Cahiliye
döneminde bir adam borcunu ödeyemediği zaman alacaklı onun borcuna bir miktar
daha ilave eder ve belli bir süre için onun ödemesini ertelerdi. Buna İslâm’da
"Nesie fâizi" denir. Müca-hid’in
ifadesine göre cahiliye döneminde borcunu zamanında ödeyemeyen borçlu
alacaklısının yanına kadar gelir ve: "Sana şunu şunu ilave diyorum! Sen de benim
borcumu ertele! Derdi. Alacaklı da onun borcunu ertelerdi. İşte buna "Riba ennesie" denir.
Borcu şart koşulmuş bir fazlalık
karşılığında tehir etmek şeklinde gerçekleştirilen bir fâiz türü. Bu fazlalık
erteleme karşılığında yâ-ni ertelenen sürenin bir bedeli olarak ödeniyordu. Bu
cahiliye döne-minde yaygın olan bir fâiz çeşidiydi.
Demek ki borcunu ödeyemeyecek kadar
zor durumda olan kardeşlerimize imkân tanıyacağız, mühlet vereceğiz,
tanıdığımız bu mühletten ötürü kesinlikle bir fazlalık talep etmeyeceğiz, eğer
borçluya borcunu sadaka olarak bağışlarsak bilelim ki bu bizim hakkımızda
daha hayırlı olacaktır. Öyleyse:
281:"(Ey iman edenler!) Allah’a
döndürüleceğiniz, sonra da herkese kazancının tamamının verileceği ve hiç
kimsenin haksızlığa uğramayacağı o günden korkunuz."
Rabbimiz insanları Allah’a Allah’ın istediği biçimde
imana ve bu imanın gereği olarak salih amellere, namaza, zekâta dâvet etti,
sonra Allah için karşılıksız borç vermeye ve borcunu ödeyemeyecek durumda
olanlara mühlet vermeye ya da alacağını tasadduk etmeye çağırdı. Daha sonra bu
âyet-i kerîmesinde de yapılanların zerre kadar da olsa zayi olmayacağı,
karşılığının mutlaka ödeneceği bir günü hatırlatıyor. Öyle bir günden korkun
ve o gün için hazırlıkta bulunun ki o gün kim ne yapmışsa mutlaka karşılığını
görecektir. O gün kimsenin kimseye bir faydası olmayacaktır. Kimse kimseyi
kurtaramayacak, kimse kimseye bir şey sağlayamayacak. O gün kişinin imdadına
yetişecek bir tek sermaye vardır. O da iman ve bu imana dayalı olarak Allah
adına yapılmış salih amellerdir. İşte Allah onları size açık açık anlatıyor.
Haydi o gün gelmeden önce bu amellere koşun. Çünkü o gün hiçbir pişmanlık fayda
vermeyecektir deniyor.
Abdullah bin Abbas’a göre bu âyet
kitabımızın en son inen âyetidir. Bu âyetten sonra Allah’ın Rasûlü bir rivâyete
göre yedi gün ya da sadece üç saat yaşadığı söylenmiştir.
Bundan sonra Rabbimiz borçlanmalarla
alâkalı konuları anlatmaya başlayacak. Burada fâizi haram kılan âyetlerden
sonra bu konunun gündeme getirilişinden anlıyoruz ki fâizi haram kılan
Rabbi-mizin onun alternatifi olarak da nelerin sunulduğunu anlıyoruz.
Bunlar:
1- Zekât ve
sadaka,
2- Karz-ı hasen,
3- Selem alışverişi ve taksitle ödemeli
alışveriş,
4- Ve mudârabe
ortaklığı.
Önce infakı ve sadakayı emreden âyetler
gelmiş, daha sonra fâizin
yasaklığını anlatan âyetler gelmiş, arkasından borcunu ödemekte zorluk çeken
kimselere mühlet verilmesini istemiş böylece kar-z-ı hasene dikkat çekilmiş.
Daha sonra da bu âyet-i kerîmede borçlanma konusu yâni selem alışverişinin, yâni
taksitle ödemeli alışveriş kapısı açılmıştır. Bakın Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
282:"Ey iman edenler! Muayyen bir vade ile
borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir katip de adâletle yazsın. Katip
Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, ve yazsın. Hak kendi
üzerinde olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah’tan da korksun ve ondan bir şey
eksiltmesin. Eğer borçlu sefih, yahut zayıf, yahut yazdırmaya gücü yetmeyen
kimse ise (onun yerine) velisi adâletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit
yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek ve iki
kadın olabilir. Böylece biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacaktır. Şahitler
(Şahitlik için) çağrıldıkları zaman çekinmesinler. Borç ister büyük olsun,
isterse küçük olsun onu süresiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Çünkü bu, Allah
katında daha adâletli, şehadetin doğru olmasına ve şüphelerin ortadan
kalkmasına yardımcıdır. Ancak aranızda peşin alışveriş olursa o zaman onu
yazmamanızda size bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınızda şahit tutun. Yazana
da şehâdet edene de zarar verilmesin. Eğer böyle yaparsanız o zaman kendinize
bir kötülük olur. Allah’tan korkun! Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilir"
Âyet-i kerîmede ifade edilen "deyn" kelimesi hem selem akdini,
hem karz-ı haseni yâni karşılıksız borç vermeyi hem de vadeli satışlardan
doğacak borçlanmaları içine almaktadır. Ancak dil bilimcileri karz ile deynin
birbirlerinden farklı olduklarını söylemişlerdir. Onun içindir ki bu âyette
yazılması istenen borçların karzdan doğan borçlar değil sadece alışverişten yâni
selem alışverişinden doğan borçların yazılmasıdır denmiş.
Selem akdi; peşin parayla, peşin paraya
karşılık, özellikleri, miktarı, teslim zamanı belli olan bir malı vadeli olarak
almaktır. Bütün âlimlere göre böyle bir alışveriş caizdir. Bakın Buhârî’de İbni
Abbas’ın şu ifadesini görüyoruz:
"Allah’ın belirlenmiş bir zamana
kadar yapılan selem akdini helâl kıldığına ben şehâdet ediyorum. Dedi ve bu
âyeti okudu."
Allah’ın Rasûlü Buhârî ve Müslim’in
birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle
buyurur:
"Selem akdi ile hurma almak isteyen belli
ağırlık, belli miktar ve belli zaman tayin ederek
alabilir."
Allah buyurur ki işte böyle bir selem
alışverişi yaparak borçlandığınız zaman, o borcunuzu gün, ay gibi belirlilik
ifade eden ve bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde yazınız. Falan kişiye filan ayın filan
gününde ödenmek üzere şu kadar borcum vardır diyerek yazın. Yâni Allah sizin
için fâizi haram kıldı diye borç ile veresiye muamelesine de haram kıldı
sanmayın. Allah buna izin vermiştir, birbirinize borç alıp verebilirsiniz,
parasını sonradan ödemek üzere alışveriş yapabilirsiniz ama bu borçlarınızı
vadesi belli olarak yazmanız ve belgelemeniz gerekmektedir. Hattâ günlük
alışverişleri bile belgelemek yazmak her zaman yazmamaktan bizim için daha
iyidir bunu unutmayalım.
Hanefî ulemâsı bu âyet-i kerîmeyi selem
alışverişinde süre tayininin şart olduğuna delil göstermişlerdir. Yâni bir alım
satım sonu-cunda doğacak borçların zamanı tayin edilmelidir. Lâkin bir alış
veriş sonucu değil de karz olarak, yâni toplumda el ödüncü dediğimiz
borçlanmalarda yazmak belgelemek vardır da bu tür borçlanmalarda zaman tayini
yoktur. Çünkü bu tür el borçlarında alacaklı her ân onu alabilmelidir. Zira
burada ticaret borçlanmalarında olduğu gibi herhangi bir menfaatlenme söz
konusu değildir. Bu tür borçlanmalarda alacaklının ona ihtiyacı olduğu andan
itibaren borçlunun vermeyip bekletmesi caiz değildir.
Evet Hanefî ulemâsı bu âyeti selem
alışverişinde süre tayin etmeye delil göstermişlerdir. Çünkü bu âyet-i
kerîmesinde Rabbimiz:
"Muayyen bir vade ile"
Buyurmuştur. Az evvel okuduğum hadis de
bunu anlatmaktadır.
"Aranızda bir katip de adâletle
yazsın."
Ya "bir katip bunu adâletle yazsın."
demektir bunun mânâsı, ya da "adâletli bir katip yazsın." demektir. Yâni iki
taraftan birine meyil göstermeyecek her iki tarafın da haklarını eşit olarak
gözeterek yazabilecek tarafsız ve âdil bir katip yazsın demektir. İkisini
birlikte söyleyecek olursak: Borç alıp veren kişiler aralarında yazdıkları
konusunda kendisine ve adâletine güvendikleri bir katip yazsın, âdilce ve
dikkatlice yazsın. Yâni yazması gerekenin dışında bir şey yazmasın, bir şey de
eksiltmesin.
Aranızda bir katip de onu yazsın
ifadesinden şunu anlıyoruz: Borçlu ve
alacaklı her birinin birbirinizin yokluğunda onu kendi kendinize kendi
defterlerinize, kendi hesabınıza yazdığınız gibi bununla yetinmeyip bir de ayrıca
ikinizin birlikte kabul edip adâletine güvendiğiniz bir katibe de yazdırın
diyor Rabbimiz.
Âyetten anlaşılıyor ki bu tür
yazışmaları yapacak kişilerin müs-lüman, âdil, dinine bağlı ve fıkıh bilgisine
sahip, yazması düzgün olan kişilerden başkalarının olmaması gerekmektedir.
Noterin kimliğini de anlatıyor bu âyetiyle Rabbimiz.
"Katip Allah’ın kendisine öğrettiği
gibi yazmaktan çekinmesin, ve yazsın."
Allah’ın kendisine İslâm bilgisi
verdiği, bu âyetlerin bilgisini verdiği kimse Allah’ın kendisine yazı yazabilme
ve belgeleri tanzim edebilme imkânı ve bilgisi verdiği hiçbir kimse
müslümanların kendilerine bir ihtiyaçları söz konusu olduğu zaman onlara
yardımı esirgememelidir. Hemen bu konuda onlara yardımcı olsun. Öyleyse
diyoruz ki borçları yazman farz-ı kifayedir. Yâni herhangi bir yazıyla
yazmasını bilen kişiye farz-ı kifayedir. Fakat böyle bir işle görevlendirildiği
andan itibaren bu iş onun üzerine farz-ı ayın olmaktadır.
"Hak kendi üzerinde olan da
yazdırsın."
Bu hak kendi üzerinde olan ifadesinde
kastedilen borcu alan, üzerinde borç bulunan kimsedir. Borçlu kişi bu şekilde
yazdırarak zimmetindekini ikrar ve tespit etmiş olacaktır. O halde yazıya
geçecek ifade ikrar sahibinin yâni borçlunun ifadesi
olacaktır.
Bundan da şu anlaşılıyor ki böyle bir
borçlanmada bu borcun senede geçirilip tesbit edilmesini borçlu olan tarafın
teklif etmesi gerekmektedir. İşte bu "imla ettirsin, yazdırsın" hitabı borçlu olan
kişiyedir. Böylelikle borçlu olan kişi kendi diliyle kendisinin borçlu
olduğunu ikrar ve kabul etmiş, bu konuda şek ve şüpheyi kaldırmış ve mutmain
olmuş olacaktır.
"Rabbi olan Allah’tan da korksun ve
ondan bir şey eksiltmesin."
Borçlu olan kimse bunu yazdırırken de
Allah’tan korksun. Yâni hem onu yazdırmaktan çekinmesin hem de tarafların
üzerinde anlaştıkları bir konuda herhangi bir şey eksiltmek gibi, ya da
fazlalaştırmak gibi bir yanlışlık yapmaya kalkışmasın. İfadede bir değişiklik
ilerde ihtilâflara ve yanlış anlamalara sebebiyet verecek bozuk bir cümle
yazdırarak gelecekte borcun hukukî şeklini bozacak veya tahsilini
zorlaştıracak bir yamukluğa tevessül etmeye kalkmasın. Bu konuda muttaki
davransın buyurarak Rabbimiz burada bu borçlanmayı yazacak kişileri kendi ismi
ve sıfatlarıyla korkutmaktadır.
"Eğer borçlu sefih, yahut zayıf, yahut
yazdırmaya gücü yetmeyen kimse ise (onun yerine) velisi adâletle
yazdırsın."
Eğer
borç alan kişi sefihse yâni parasını çarçur edecek, aklı kıt, savurgan
birisiyse, ya da zayıf, çocuk, deli, cahil veya bunaklık derecesinde yaşlı
birisiyse, yahut da yazdırmaya gücü yetmeyen dilsiz, kekeme veya yazılacak
dili bilmeyen bir yabancı, yazdıracak kimsesi olmayan birisiyse o zaman
velisinin onun aldığı borcu adâletle yazdırması gerekmektedir.
"Erkeklerinizden iki de şahit
yapın."
Bu borçlanma işine müslüman
erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Buna göre şahitler erkek olmalı,
müslüman olmalı ve de çocuk olmamalıdır. Âkıl bâliğ olmuş iki kişi olmalıdır.
Çocukların ve gayri müslimlerin mü'minler üzerine şehâdetleri geçerli değildir.
Çünkü Rabbimiz burada "Erkeklerden iki kişi" dememiş de "Erkeklerinizden" yâni
sizden olan müslüman olan erkeklerinizden buyurmuştur. Öyleyse gayri
müslimlerin müslümanlar üzerine şehâdetleri geçerli değildir. Ama gayri
müslimlerin kendi aralarında şehâdetleri geçerli kabul
edilmiştir.
"Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden
razı olacağınız bir erkek ve iki kadın olabilir. Böylece biri unuttuğunda
diğeri ona hatırlatacaktır."
Eğer bu konuda şahitlik yapabilecek iki
erkek bulunmazsa o zaman razı olacağınız bir erkek iki kadın şahitlik etsin.
Buradaki "Razı olacağınız" ifadesinden kasıt
dinini, adâletini, dürüstlüğünü kabul ettiğiniz kimseler mânâsına gelmektedir.
İmam Ebu Hanife’ye göre şahitlerin zahiren müslüman olmaları büyük günah
işlememiş olmaları ve farzları yerine getiren kimseler olmalarını şart
koşulmaktadır. Ancak kâfirlerin kendi aralarındaki muamelelerinde birbirlerine
şahitlikleri makbul kabul edilmiştir.
Burada bir yanlış anlaşılmaya mahal
bırakmamak için bir açıklamada bulunmak istiyorum. Burada iki kadının
şehâdetinin bir erkeğin şehâdetine eşit tutulması kadınlara hakaret ya da
onları küçük düşürmek için değil hakların kaybolmamasını sağlamak içindir. Bunu
kısaca şöyle maddeleştireyim
:
1-) Evvela kadının fıtratında
duygusallık daha ağır basmaktadır. Bu yüzden de yaratılışları gereği
kadınlarda aşırı heyecan ve etkilenme söz konusudur. Aşırı heyecan ve
etkilenmeler de hafızayı zayıflatıp unutkanlığı arttırır.
Nitekim pek çok erkeğin de aşırı
heyecan ve etkilenmelerinden ötürü hafızalarına güvenilmemektedir. Dikkat
ederseniz her erkek değil kendisine güvenebileceğiniz âdil erkek
deniyor.
2-) Dışarıda olup bitecek ticaret,
alışveriş, borçlanma gibi konulara kadınlar meşgul edilmemelidir. Bu gibi
işler esasında erkeklerin işidir. Müslüman bir kadının öyle olup bitenlere
şahit olacak biçimde ulu orta yanında hiç kimse olmadan dolaşması mümkün
değildir. Kadının dışarıda olup biten olaylara karşı hafızasını kapalı tutması
kadınlığının gereği mükemmelliktir. Bu yüzden kadın şahit olduğu bir konuyu
unutabilir. İşte tek kadın unuttuğu zaman ona unuttuğunu hatırlatacak ikinci
bir kadının olması daha iyidir. Şahitlik için kadının oraya buraya götürülmesi
olur olmaz insanlarla konuşmaya zorlanması veya unuttuğu konuyu başka
erkeklerin ona hatırlatmaya çalışması bunlar hoş şeyler değildir. Ama en
azından yanında o konuya şehâ-det eden bir kadın daha olursa birinin unuttuğunu
öbürü hatırlatır ve böylece bir hakkın yenmesine fırsat verilmemiş olur.
Sorumluluğu üzerine yüklenmemiş olan
ticaret konusunu kadınların kendilerine dert edinmemelerinden ötürü önemsememiş
olabilirler. Bu onların ilgi alanlarının genellikle dışındadır. Bu yüzden
onların bu konuda yanılmaları daha çok mümkündür. Ama eğer iki kadın olursa
biri unutmuş olsa bile ötekisinin hatırlatması sonucunda birilerinin hakkının
yenmesinin önüne geçilmiş olacaktır.
3-) Bu aynı zamanda bir iman konusudur,
çünkü Allah böyle demiştir, aksini düşünmek ve iddia etmek âyetin hükmünü
reddetmek olacağından küfürdür.
"Şahitler (Şahitlik için) çağrıldıkları
zaman çekinmesinler."
Şahitler şehâdete çağrıldıkları zaman
da bundan çekinmesin-ler. Bildikleri konuda şehâdette bulunsunlar ki insanların
hakları kaybolmasın. Ayetin ifadesinden anlıyoruz ki çağrıldıkları zaman
şahitlerin şehâdete icâbet etmeleri üzerlerine vaciptir. Hattâ âlimlerimiz bu
şahitlerin çağrılmadan da gelip şehâdette bulunmaları gerektiğini iddia
etmişlerdir. Çünkü insanların mallarının ve haklarının kaybolmaması çok
önemlidir. Bakın Rabbimiz bir âyet-i kerîmesinde bu hususu şöyle
anlatır:
"Allah için şahitliği ikâme edin."
(Talâk: 2)
Allah’ın Rasûlü de bir hadislerinde
şöyle buyurur:
"Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine
yardım et."
Hadis-i şeriften anlaşılıyor ki bir
müslümanın zulme uğraması, hakkının gasp edilmesi söz konusu olduğu zaman
çağrılmasa da yanında bilgi olan bir müslümanın hemen onun yardımına koşması
gerekmektedir. Nitekim Allah’ın Rasûlü Müslim’in rivâyetinde şöyle
buyurur:
"Şahitlerin en hayırlısı kendisinden
şahitliği isten-meden şahitlik edendir."
(Müslim, Tirmizî, İbni
Mâce)
Allah’ın hakkı söz konusu olduğu zaman
kendilerinden şahitlik istenmeden şahitlerin şehâdetlerini yerine getirmeleri
gerekmektedir.
"Borç ister büyük olsun, isterse küçük
olsun onu süresiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Çünkü bu, Allah katında daha
adâletli, şehâdetin doğru olmasına ve şüphelerin ortadan kalkmasına
yardımcıdır."
Rabbimiz insanların haklarının
kaybolmaması, kalplere şek ve şüphe girmemesi, adâletin ikâme edilmesi ve iki
tarafın da alacaklının da borçlunun da kalplerinin mutmain olması için
borçların, miktarları az da olsa çok da olsa yazılmasını emretmektedir. Borçlar
son tak-sidine kadar, son kuruşuna kadar bütün ayrıntılarıyla birlikte
yazılmalıdır.
Ve yazılanlar da açık ve
anlaşılır olmalıdır. Zaten azdır canım ne kıymeti var? Bu kadarcık şeyde
yazılır mı? diyerek baştan savmayın diyor Rabbimiz. Müslümanların bu konuda
gevşeklik göstermemelerini, ihmalkâr davranmamalarını
istemektedir.
Çünkü günümüzde de çokça
görüyoruz ki kimi arkadaşlar, kimi akrabalar bir ihmal ve gevşeklik sonucu
aralarındaki alacak vereceklerini resmi bir yazı haline getirmezler. Çünkü
sanki bunların açık açık yazılması onların birbirlerine güvensizliği gibi
gelir. Halbuki Rab-bimiz bunun tamamen aksine her şeyin açık açık yazılmasını
emretmektedir. Sonunda da yazılmadığı için, gevşeklik gösterildiği için
unutmalar, ya da hainlikler sebebiyle insanların başına çok kötü şeyler
gelmektedir. Müslümanlar arasında meydana gelen ihtilâfların çoğu buradan
gelmektedir.
Öyleyse bu ihtilâflara sebebiyet
vermemek için Rabbimizin buyurduğu biçimde aramızdaki borçlar az da olsa çok da
olsa onu hemen yazmak zorundayız. Zaten genellikle borçlar az olduğu zaman
yazılmayıp ihmal edilmektedir. Halbuki Rabbimiz az da olsa yazılması gerektiğini
anlatıyor.
Bakın Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde
bu hususu açıklayarak üç tür kimsenin Allah’a dua ettiğini fakat bunların
dualarına icâbet edilmediğini anlatıyor. Bunlardan birincisinin karısı yoldan
çıkmış oldu-ğu halde onu boşamayan kimse, ikincisinin kendisine yetim malı
emanet edilen fakat henüz bu yetim olgunlaşmadan malını kendisine teslim eden
kimse, üçüncüsünün de hiçbir yazılı belge ve delil olmaksızın başkalarına borç
veren kimse olduğunu anlatıyor.
Öyleyse az olsun çok olsun tüm
borçlarınızı yazın, çünkü:
"Böyle (ayrıntılarıyla birlikte)
yazılması Allah katında takvaya en uygun olanı, şahitliğin yerine
getirilmesini en iyi şekilde sağlayanı, ve kuşkuya şüpheye düşmemenize en
büyük sebeptir."
"Ancak aranızda peşin alışveriş olursa
o zaman onu yazmamanızda size bir günah yoktur."
Aynı mecliste ve peşin parayla
alışveriş yapıldığı zaman bunun yazılmamasında bir mahzur yoktur. Bu yine de
yazmayın anlamına değildir. Yâni yine de yazmanız daha iyidir ama
yazmayabilirsiniz demektir. Zira böyle peşin para ve peşin mal teslimine
dayanan alışverişlerde borç işleminde söz konusu olan endişeler yoktur. Mal
he-men teslim edilmiş para da anında ödenmiştir. Bu durumda onu
yazmayabilirsiniz, ama:
"Alışveriş yaptığınızda şahit tutun.
Yazana da şe-hâdet edene de zarar verilmesin."
Bundan önceki âyette peşin
alışverişlerde yazmamaya ruhsat veren Rabbimiz burada alışverişlerde şahit
tutmayı emrediyor. İster veresiye isterse peşin bir alış veriş de yapmış
olsanız onu yazmasanız bile şahit tutun diyor Rabbimiz. Buradaki şahit tutma
emri ister peşin olsun isterse veresiye olsun mutlak olarak bütün alışverişleri
kapsamaktadır. Yâni ister peşin isterse veresiye olsun bütün
alışverişlerinizde şahit tutun diyor Rabbimiz. Çünkü böylesi daha ihtiyatlı ve
aranızda çıkabilecek anlaşmazlıkları daha çok önleyicidir.
Yazana da şahitlik edene de zarar
verilmesin ifadesini de şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-) Yazanın da kendisinden şahitlik
istenenin de kendilerinden isteneni kabul etmemeleri konusunda bir nehiydir bu.
2-) Veya yazarken de şahitlik ederken
de herhangi bir tahriften, eksiltmekten ve çoğaltmaktan sakınmaları
emrediliyor.
3-) veya onlara ısrar edilerek daha
önemli bir işlerinden onları alıkoymak sûretiyle katibe ve şahide zarar
vermekten sakındırıyor Rabbimiz.
4-) Ya da yazma işi eğer bir ücretle
yapılıyorsa o zaman yazma ücretini vermemekle veya eğer bir beldeden bir beldeye
şahitlik için gidip gelme söz konusu ise şahit ve katibin masraflarının
ödenmemesi biçiminde onlara zarar verilmemesi emrediliyor.
"Eğer böyle yaparsanız o zaman
kendinize bir kötülük olur. Allah’tan korkun! Allah size öğretiyor. Allah her
şeyi bilir"
Eğer yazana ve şahitlik edene bir zarar
verirseniz bu, Allah’ın emrine isyandır, fısktır, günahtır. Böyle yapanlar
Allah’ın emirlerine ters düştüklerinden günahkâr olmuşlardır. Öyleyse ey
müslümanlar! Allah’tan korkun. Onun emirlerini yerine getirme ve yasaklarından
kaçınma konusunda muttaki davranın. Yolunuzu Allah’la bulun, Allah’ın
gösterdiği biçimde hareket edin. O zaman Allah size bilmediğiniz şer'i hükümleri
öğretecek, size yol gösterecek ve size basîret ve anlayış lütfedecektir.
Ama kimilerinin iddia etmeye
çalıştıkları gibi bu âyetten şunu anlamamalıyız: İnsan Allah’tan korktu mu bu
yeterlidir. Hiç uğraşma-dan, çaba göstermeden, ilim yoluna girmeden Allah onu
âlim yapacaktır. Bakın bu âyet-i kerîmede, siz yeter ki Allah’tan korkun, o
size bilmediklerinizi kesinlikle öğretecek ve sizi âlim yapacaktır derler. Bu
anlayış pek çoklarının okumadan âlim olduğunu iddia ederek ortaya çıkmalarına
sebep olmuş ve bu okumadan âlim olmuş insanların Kur’-an, hadis ve fıkıh
konularında söyledikleri sözler cahilleri kandırıp türlü türlü yollara sevk
etmiştir.
"Allah’tan korkun. Allah size
öğretiyor."
Âyetinin anlamı böyle değildir.
Takvanın katledilmesidir bu Allah korusun. Çaba göstermeden, uğraşmadan, okuyup
öğrenmeye çalışmadan âlim olmak fıtrata aykırıdır.
Ayet-i kerîmede Allah’tan korkun
buyurulduktan sonra "Vav" harfi kullanılmıştır. Allah’tan korkun Allah size
öğretiyor demek olacaktır mânâ. Ama böyle değil de eğer Allah’tan korkarsanız
"fe" olsaydı, yâni "Vav" yerine "Fa" olsaydı, yâni Allah’tan korkarsanız Allah
size öğretir olsaydı veya hiç edat kullanılmasaydı o zaman bu anlayışa delil
olurdu. Halbuki ifade böyle değildir. Kaldı ki ilim takvayı doğurur. İlimsiz
takvadan söz edilemez. İlim asıl takva ise fer'dir. Allah’ın Rasûlü bunu
anlatırken şöyle buyurur:
"İlim öğrenmekle
olur."
(Darekutni,
Taberânî)
283:"Eğer seferde olur da yazacak bir katip
bulamazsanız (borca karşılık) rehin alın. Eğer birbirinize güvenirseniz
(yazmanız, şahit tutmanız, veya rehin almanız gerekmez). Kendisine güvenilen
kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Rabbi olan Allah’tan korksun. Şahitliği
gizlemeyin. Her kim onu gizlerse muhakkak ki o, kalbi günahkâr olan bir
kimsedir. Şüphesiz ki Allah her yaptığınızı hakkıyla
bilendir."
Âyet-i kerîmeye göre yolculukta olup da
vadeli alış veriş ya-pılmışsa veya borç alınmış verilmişse bunu yazacak
belgeleyecek bir kimse bulunmadığı zaman da kişinin alacağına mukabil rehin
alabileceği anlatılıyor. Kişinin bu durumda malını koruması konusunda rehin
alarak işi sağlama bağlaması isteniyor. Ancak bu rehin alma konusu hem seferde
hem de yolculuk dışında yazacak kimse bulunmadığı takdirde olabilir.
Allah’ın Rasülünün bir yahudi’den
aldığı ekmeklik un karşılığında zırhını rehin olarak verdiğini biliyoruz.
(Buhârî
ve Müslim)
Ama eğer birbirinize güvenirseniz o
zaman yazmanız, şahit tutmanız veya rehin almanız gerekmez. Bazen alacaklı
borçluya güvendiği için, bu alacağı konusunda ona hüsnü zan beslediği için onu
yazmak şahit tutmak ya da rehin alarak bu işi belgelemeyi düşünmeyebilir. Bu
durumda da kendisine güvenilen ve emin tanınan kimse emanetini yâni borcunu
ödesin ve Rabbi olan Allah’tan korksun diyor Rabbimiz.
Burada borca emanet denmesi borç
verenin borç verdiği kişiye güvenmesi sebebiyle ondan rehin almasını anlatır.
Rabbimiz karşılıklı birbirlerine güvenleri olduğu zaman bunlara izin
vermektedir ve de borçluya borcunu tastamam ödemesini ve onun bu samimiyetini
istismar etmemesini tavsiye etmektedir.
284"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla
sorguya çekecektir. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır. Allah
her şeye güç yetirendir."
Bu konuyu daha önceki âyetlerde ifade
etmeye çalışmıştık, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın mülküdür, hepsi de
Allah’ın kuludur. Her şey ve herkes onun tasarrufu ve tedbiri altındadır. Tüm
varlıklar üzerinde tek hakim ve tek Kayyum Allah’tır. Her varlığın boynundaki
ipin ucu Allah’ın elindedir. Sadece ona ibâdet edilir ve sadece ona teslim
olunur. Yaratıcının muradı gereği kâinatta iradeli yaratılmış olan insan ve
cinlerin dışında hiçbir varlık onun emirlerinin ve yasalarının dışına çıkamaz.
Hiçbir varlık ona karşı gelemez.
Eğer insan ve cinlerin dışında
kâinattaki varlıklardan herhangi biri Allah yasalarının dışına çıkarsa,
Allah’ın emirlerinin dışında hareket ederse şüphesiz ki anında yok olur,
mahvolur. Ama Allah hikmeti gereği kâinatta sadece insan ve cinlere irade
vermiştir. Onların boyunlarındaki ipin ucunu doğuştan elinde yaratmamıştır.
Bu yüzden Allah’ın kendilerine verdiği iradeleri sebebiyle insan ve cinler
Allah’ın koyduğu yasaların dışına çıkabilme, Allah’a kafa tutabilme imkânına
sahiptirler. Böyle yaptıkları zaman da onlar hem dünyalarını mahvetmiş hem de âhirette büyük
azaplara uğramış olacaklardır. Ama eğer insanlar ve cinler dünyada mutlu olmak
âhirette de Allah’ın mükâfatlarına nail olmak istiyorlarsa o zaman Allah
yasalarına uygun hareket etmek zorundadırlar.
Bu bir tercih meselesidir, bu bir iman
meselesidir. Göklerin ve yerlerin sahibinin Allah olduğuna iman eden kişi
elbette ki tüm hayatında Allah’a ve onun kanunlarına tabi olacaktır. Buna
inanan kişi elbette ki Allah’tan başkalarına tabi olmaktan, Allah’tan
başkalarının kanunlarına teslim olmaktan ve Allah’tan başkalarını memnun etmeye
çalışmaktan vaz geçektir.
Göklerin ve yerin mülkünün sahibi
Allah’tır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi konusunda söz sahibi Allah’tır. O
her şeyi bilmektedir. O’nun ilminin ve haberinin dışında hiç bir şey
gerçekleşemez. İlmiyle sizi kuşatan Allah sizin içinizde dışınızda ne varsa
hepsini bilmektedir. İçinizde bulunanları gizleseniz de açığa çıkarsanız da
Allah onu bilmektedir ve sizi onunla hesaba çekecektir. Bundan dolayı ne,
yanınızdaki şehâdeti gizleme gibi bir yanlışlık yapmadığınız gibi insanların
haklarını eksiltme veya arttırma gibi bir eylemde de bulunmayın
deniyor.
Âyet-i kerîmede kalplerinizden
geçirdiklerinizi ister açığa vurup eyleme dönüştürün, isterse açığa vurmayıp
gizli tutun bunların tamamından sizi hesaba çekeceğim buyuruyor Rabbimiz.
Âyetle alâkalı şunları söyleyelim inşallah: Âyet-i kerîmede:
"İçinizde, kalbinizde ne
varsa"
İfadesi, mutlak olduğuna göre acaba
kalplerimizden her tür düşünceden, her tür vesveseden, her tür hayalden ve
şüphelerden de sorumlu muyuz? Acaba bunların tamamından da hesaba çekilecek
miyiz? Bu kalplerimizden geçenler ihtiyarî yâni kendi elimizde olanlar mıdır?
Yoksa gayri ihtiyarî ya da izdırarî dediğimiz yâni kendi elimizde olmadan
kalplerimizden geçenlerden mi sorulacağız? Veya acaba sürekli kalbimizde
tuttuğumuz düşüncelerden mi sorulacağız? Yoksa bir anlık bir gaflet sonucu
kalplerimizden gelip geçiveren hayallerden, düşüncelerden de mi sorumlu
tutulacağız? Yoksa sadece kötülerinden mi hesaba çekileceğiz?
Âyetin ifadesi mutlak olunca sahâbe-i
kirâm bunların tamamından hesaba çekilmeyi anladılar ve perişan oldular.
Âyet-i kerîmenin hükmü sahabeye çok ağır geldi. Üzüntülerinden mahvoldular,
perişan oldular.
1-) Sahabeden bazılarının iddiasına
göre âyetin bu bölümü yâni kalplerden geçenlerden insanların hesaba çekileceğini
anlatan bölümün nüzulünden takriben bir yıl sonra Bakara’nın son bölümünde
gelen:
"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği
bir şey yüklemez."
(Bakara: 286)
Âyetiyle nesih edilmiştir. Ebu
Hureyre’nin bu konuda şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Allah’ın Resûlüne bu
âyet-i kerîme nazil olduğu zaman âyetin hükmü sahabeye çok ağır geldi. Rasûl-i
Ekremin yanına gelerek dediler ki: "Ey Allah’ın Rasûlü! Namaz, oruç, hac gibi
gü-cümüzün yeteceği amellerle sorumlu tutulduk. Şimdi Rabbimiz bize bu âyetini
indirdi. Bu âyetin hükmü bize çok ağır geldi. Bunun yükünü kaldıramıyoruz."
dediler. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle buyur-du:
"Sizler daha önceki ehl-i kitabın
dediği gibi: "İşittik ve isyan ettik" mi demek istiyorsunuz? Bilâkis! İşittik
ve itaat ettik. Senin affını dileriz, dönüş sanadır" deyiniz."
Bundan sonra da Bakara sûresinin
sonundaki:
"Allah hiç kimseye gücünün yetmediğini
yüklemez"
Âyeti inzal buyurularak bu âyetin
hükmü nesih edilmiştir." (Müslim, Ahmed)
2-) Bazı âlimlere göre bu âyet mensuh
değildir ancak hükmü özeldir. Âyetin siyakına bakılırsa burada kastedilen
şahitliği gizlemek ve kalpte olan bilgiyi söylememektir. Şahitliği gizleyen
herkes Allah indinde kalbin eylemi olan bu amelinden sorumlu tutulacaktır.
3-) Bazı âlimler de bu âyetin mensuh
olmayıp mânâsının kalplerinizden geçirip de kaldırabilme imkânına sahip olup da
kaldırma-dığınız düşüncelerinizden hesaba çekileceksiniz anlamına
gelmek-tedir demişlerdir. Çünkü "fi" Zarf-ı müstakar olduğuna göre öyle gelip
geçici bir anlık düşüncelerden değil içinizde iyice karar kılmış, yerleşmiş,
kalplerinizin sahiplendiği duygu ve düşüncelerden, niyetlerden hesaba
çekileceksiniz anlaşılıyor.
Bir de insanın içinden kendi iradesiyle
def edemeyeceği bir kısım düşünceler de geçebilir. Kendi iradesinin dışında
elinde olmadan insanın kalbinden gelip geçen düşünceler, vesveseler ve hayaller
de bunun dışındadır. Çünkü bunlardan kurtulmak insan için mümkün olmayabilir.
Âyet bunları kapsamamaktadır. Deminki hadiste ifade ettiğim gibi sahâbe-i kirâm
efendilerimiz âyetin bunu da kapsadığını zannederek çok korkmuşlar ve Rabbimiz
de bunun üzerine kaldıramayacakları yükü onların üzerine yüklemeyeceğini ifade
ediverdi. Dolayısıyla insanın kendi iradesiyle def edemeyeceği kaldırıp
atamayacağı bir kısım düşüncelerin kalpten geçirilmesi buna dahil değildir.
İnsan kalpten geçen ve önüne
geçemeyeceği vesvese gibi düşüncelerden dolayı hesaba çekilmeyecektir. Ancak
kalpten geçirilen bu düşünceler kalpte kökleşir ve buna göre amel etmeye de
niyetlenilirse o zaman bunlardan da hesaba çekilmemiz söz konusu olacaktır.
Ama günah işlemeye karar verip bunu kalbinden geçirmekle beraber sonradan bu
kararından dolayı pişman olur ve tevbe ederek vazgeçerse bu da bağışlanır. Ama
meselâ bir kişi günah olan bir eylemi yapmayı kalbinden geçirse ve hemen ondan
vazgeçmeyip onu düşünmeye devam ederse bu kişi günaha
girer.
İşte yarın Allah katında bundan dolayı
hesaba çekilecektir. Aynen bunun gibi meselâ küfür olan bir fiili işlemeyi
düşünen bir kimse de bu düşüncesinden hemen vaz geçmez ve bu ameli
gerçekleştirmeyi düşünmeye devam ederse kâfir olur. Veya böyle kötü amelleri
işlemeyi kalbinden geçiren, sürekli düşünen ve fakat fırsatını bulamadığı için
onu gerçekleştiremeyen insanlar bu düşüncelerinden ötürü hesaba
çekileceklerdir.
Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle
buyurdu:
"Allah ümmetimin içinden geçirdiği
şeyleri konuşup, onunla amel etmedikleri müddetçe
bağışlamıştır"
(Buhârî, Müslim, Ebu
Dâvûd)
Kalplerinizde niyet olarak sürekli
taşıdığınız şeyler açığa çıksa da çıkmasa da, onları açığa vursanız da
kalplerinizde gizleseniz de Allah onları bilmektedir. Bunların tamamı Allah için
malumdur. Hiç bir şey Allah’a gizli kalamaz. Bundan dolayı insanların onu açığa
vurmaları da gizli tutmaları da hiçbir mânâ taşımaz. Allah bunların hepsinden
sizi hesaba çeker, ama:
"Şüphesiz ki Allah dilediğini bağışlar,
dilediğine de azap eder. Allah her şeye Kâdirdir"
Sorumluluk kesinleştikten sonra
dilediğini bağışlar dilediği için bunları siliverir, yok farz ediverir,
dilediğini de hesaba katarak, silmeyerek azap ediverir. Bu ona kalmış bir
şeydir. Kime azap, Kime mağfiret edeceğini Allah’tan başka da hiç kimse
bilemez. Sadece diyoruz ki Rabbimiz insanların gerek işledikleri ve gerekse
kalplerinden geçirdikleri günah amellerinden dolayı şirk koşmadan ölen
kullarını affedebilir. Fakat küfür ve nifak ehlini de hem işlediklerinden ötürü
hem de kalplerinden geçirdiklerinden ötürü hesaba
çekecektir.
Bundan sonra Bakara sûresinin "Amenerrasûlü" diye başlayan son
bölümüne geldik. Bakara sûresinin son iki âyeti.
İbni Abbas’tan bize intikal eden bir
rivâyete göre "Amenerra-sûlü" diye başlayan bu son iki âyet Allah’ın Resûlü’ne
Cibril vasıta-sıyla nazil olmamış, Allah’ın Rasûlü Miraç gecesi vasıtasız olarak
bu âyetleri Rabbinden almıştır. Bakara sûresi Medeni bir sûre olduğuna göre
Mi’râc da Mekke’de vaki olduğuna göre önceden nazil olan bu iki âyet Medine’de
nazil olan sûrenin bu bölümüne yerleştirilmiştir demenin dışında bir şey
bilmiyorum.
Yine Müslim ve Nesei İbni Abbas’tan
şunu nakil ederler: "Ra-sûlullah’ın yanında Cebrâil’in olduğu bir sırada gökten
bir ses işitildi. Cebrâil başını gökyüzüne doğru kaldırdı ve:
"Şu
anda gökte açılan bu kapı şu ana kadar hiç açılmamıştır"
Dedi. İbni Abbas devamla şunları
söyledi:
"O kapıdan iki melek indi ve
peygamber (a.s) 'ın yanına gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammed! Senden önce hiç
bir peygambere verilmemiş ve sadece sana verilmiş olan iki nûr dolayısıyla
müjdeler olsun sana! Bu iki nûrdan birisi Fâtiha sûresi, ötekisi de Bakara
sûresinin son iki âyetidir. Bunlarda okuyup da sana karşılığı verilmeyecek
hiçbir harf yoktur."
Buyurulmuştur.
Yine Buhârî ve Müslim’deki rivâyetlere
göre Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Bakara sûresinin son iki âyetini bir
gecede okuyan kişiye bu iki âyet yeterli gelir. Veya kötülüklere karşı onu
korumaya yeterlidir."
Buyurur.
Hz. Ali Efendimiz de: "Âyet el Kürsîyi
ve Bakara sûresinin sonlarını okumadan yatan kişinin İslâm’ı gereği gibi
kavradığı görüşünde değilim. Çünkü bunlar öyle bir hazinedirler ki sizin
peygamberinize arşın altından verilmiştir." buyurur.
Şimdi bu iki âyeti de tanıyalım
inşallah:
Nüzul sebebiyle alâkalı rivâyetleri bir
önceki âyetle ifade etmeye çalışmıştım. Bakara sûresinin 284. âyetinde
buyurulur ki:
"Kalplerinizde olanları gizleseniz de
açığa çıkarsanız da Allah onunla sizi hesaba çekecektir."
(Bakara
284)
Âyeti nazil olunca bu âyet Ashab-ı
kirama çok ağır geldi. Yıkıl-dılar, mahvoldular, perişan oldular ve
Rasulullah’ın yanına gelerek şöyle dediler: Ey Allah’ın Rasûlü namaz, oruç, hac
gibi emirlere güç yetirebiliyoruz ama bu âyet bizi çok korkuttu! Bizim buna
gücümüz yetmiyor. Kalplerimizden bazen hiç de hoş olmayan şeylerin gelip
geçmesine engel olamıyoruz. Bazen öyle şeyler gelip geçiyor ki kalplerimizden,
tüm dünyayı verseler biz onların kalplerimizde bulunma-sını asla istemeyiz.
Ama ne yapalım elimizde olmadan oluyor bunlar. Bu tür duygu ve düşüncelerin
kalplerimizden geçmesine engel olamı-yoruz. Rabbimiz de bunların tamamından
hesaba çekeceğini söylü-yor.
Bu durumda bizim halimiz nice olur?
diye dert yandılar. Sa-habenin bu sözlerine şahit olan Allah’ın Rasûlü: "Ne
oluyor? Ne demek istiyorsunuz siz? Yoksa sizler de sizden öncekilerin
peygamberlerine söylediklerini mi söylemek istiyorsunuz? Yoksa sizler de
yahu-diler gibi mi demek istiyorsunuz? Yoksa sizler de onlar gibi:
"Semi'na ve asayna" (işittik
isyan ettik)
Mi demek istiyorsunuz? Allah’ın
âyetlerine itiraz etmek mi isti-yorsunuz? Allah’a yol göstermek, Allah’a akıl
vermek mi istiyorsunuz? Hayır! Böyle yapmayın! Sizler:
"Semi'na ve eta'na"
Demeye bakın. "Duyduk ve uyduk.
Duyduk ve aynen kabul ettik. Duyduk ve gereğini yerine getirmeye koyulduk. Ey
Rabbimiz! Gufranını dileriz! Dönüş ancak sanadır. deyin"
buyurdu.
Allah Resûlü’nün bu tavsiyesini duyan
sahâbe-i kirâm efen-dilerimiz Rasûl-i Ekrem’in öğrettiği bu ifadeleri hep birlikte okumaya başladılar. Okudukça
dilleri ve kalpleri bununla yatıştı. Sakinleştiler ve sonra da işte
"Amenerrasûlü" diye başlayan âyetler nazil oldu. Onların bu teslimiyetlerinden
sonra da Rabbimiz bu âyetini inzal buyurdu. Yâni kullarının güçlerinin
yetmeyeceği ve ellerinde olmayan sebeplerden dolayı işlediklerinden onların
hesaba çekilmeyeceklerini Rab-bimiz ortaya koyuverdi. İşte bu minval üzere
gelen Bakara sûresinin son iki âyetiyle karşı karşıyayız.
285"Peygamber Rabbinden kendisine ne
indirildiyse ona iman etti. Mü'minlerin de hepsi Allah’a, meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Biz
Allah’ın peygamberlerinden hiçbirisinin arasını ayırmayız. Ve (yine) dediler
ki: (Ey Rabbimiz!) İşittik ve itaat ettik! Bize mağfiret et ey Rabbimiz!
Şüphesiz ki dönüş sanadır.
Peygamber Rabbinden kendisine
indirilenlerin tümüne iman etti. Çünkü peygamber kitabın ilk muhatabı, vahyin
ilk münzili ve ilk muhbir-i sadığıdır. Onun için peygamber Rabbinden kendisine
indirilenlerin tamamına iman etti.
Acaba Rabbimizin bundan söz etmesinin
mânâsı nedir? Biz zaten biliyoruz ki Peygamber hakkında bu kesin bir
realitedir. Yâni peygamber peygamberliği gereği üslendiği misyonu gereği zaten
inandığını, inanması gerektiğini biliyoruz. Acaba bunun sebebi nedir? Bunu
şöyle anlamaya çalışıyoruz: Anlıyoruz ki peygamberin dâveti kendisine herhangi bir
yükümlülük getirmeyen, kendisine herhangi bir sorumluluk yüklemeyen sırf
başkalarına sorumluluk yükleyen bir çağrıdan tamamen uzak bir dâvettir.
Nitekim pek çok dâvetçi çağırdığı dâvâsını bir ustalık ve görev bilirler.
Kendileri çağırdıkları dâvâya inanmamışlardır. İnsanları düşünceler ve
sloganlarla harekete geçirdikleri halde, kendi çağırdıklarına inanmayan ve
kendi dâvâlarını yaşamayan insanlardır onlar. Başkalarına yol budur diye yol
gösterirlerken kendileri karanlıkta bocalayan insanlardır onlar. Böylece
insanları sömürmeyi hedeflemişlerdir. Ve insanlar bu tür dâvetçilere hiçbir
zaman inanmayacak, onların arkasından gitmeyecektir.
Ama peygamberler böyle değildir.
Rabbimiz seçtiği peygam-berlerin kendi peygamberlik misyonuna çağırdığı dâvâsına
herkesten önce inanan kişi olduğunu haber veriyor. Böylece Rabbimiz bu ayetiyle
bize de diyor ki: Dâvetçi başkalarını kendi mesajına çağırmadan önce kendisi
kendi mesajına köklü bir biçimde iman etmesi lâzımdır. Değilse o mesaj
muallakta kalacak, o dâvâ icâbet görmeyecektir. Zü-mer sûresindeki bir âyet-i
kerîmesinde Rabbimiz peygamberinin bu konudaki tavrını bakın şöyle
anlatıyor:
"O ki gerçeği getirdi ve onu bizzat
kendisi tasdik etti. İşte onlar muttakilerin tâ kendileridir"
(Zümer: 33)
Çünkü peygamber insanlık için seçilmiş
bir örnektir. Kur’an-ı Kerim peygamberin
kişiliği, sıfatları ve pratik uygulamalarıyla insanlara örnek olarak takdim
edildiğini haber verir. İşte burada da buyuruluyor ki peygamber Allah’tan
kendisine gelenlerin tümüne iman etti.
Hem de O’nun ümmeti olan mü'minlerin
tamamı Allah’a, Allah’ın meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman
ettiler. Allah’a iman Allah’tan gelenlerin tümüne iman demektir. Allah’a iman
Allah’ın hayata karışacağına iman demektir. Allah’a iman onun Rab, Melik ve İlah
oluşuna iman demektir. Allah’a iman Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde bir
hayat yaşamaya iman demektir. Allah’a iman Allah’ın belirlediği hayat
programına iman demektir. Allah’a iman kişinin boynundaki kulluk ipini yalnız
Allah’ın eline vermesi demektir.
Meleklere iman, Allah’ın melekleri
vasıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde olduğuna iman demektir. Allah’ın
dünyayı yaratmış, sonra da ne haliniz varsa görün! Ben sizinle ilgilenmiyorum.
Hukukunuz, ticaretiniz, kılık kıyafetiniz, kazanmanız harcamanız, eğitiminiz
nasıl olursa olsun, nasıl bilirseniz, keyfinize nasıl uygun gelirse öylece
yaşayın! diyerek kendi köşesine çekilmiş bir Allah değil her ân melekleri
vasıtasıyla bizi kontrol altında tuttuğuna iman demektir.
Meleklere iman onlar tarafından sürekli
amellerimizin tespit edildiğine iman demektir. Meleklere iman hesap ve kitaba
iman demektir. Meleklere iman âhiret hesabına göre bir hayat yaşamak
gerektiğine iman demektir.
Sonra bu melekler vasıtasıyla Allah’ın
gönderdiği kitaplara da iman etmişlerdir o mü'minler. Kitaplara iman Allah’ın
vahiy gönderdiğine iman demektir.Allah’ın bizi kanunsuz, yolsuz, yordamsız,
plansız, programsız bırakmadığına iman demektir. Onlarla sorumlu olduğumuza ,
Onların içindekilere göre bir hayat yaşamaya ve onlardan hesaba çekilmeye
imandır.
Bir de o mü'minler Allah’ın kendileri
için örnek olarak seçip görevlendirdiği peygamberlerine de inanmışlardır. Peki
peygamberlere iman ne demektir? Peygamberlere iman onları takip etmeye
imandır. Onların hayatta en büyük örnek olduklarına ve onların adım, adım
takip edilmesi gerektiğine imandır.
Dediler ki:
"Biz Allah’ın peygamberlerinden
hiçbirisinin arasını ayırmayız."
Bunu sûrenin önceki âyetlerinde ifade
etmiştik
1-) Peygamberlerden kimilerini
kimilerine tercih ederek birbirlerinin arasını
ayırmayız.
2-) Peygamberlerden birini veya
birkaçını kabul edip diğerlerini reddederek onlar arasında böyle bir ayırım
yapmayız. Onların tümünün Allah tarafından görevlendirildiğini, tümünün salih,
sâdık olduklarını, kendilerinin Rabbimiz tarafından hidâyete erdirildiklerini
ve bizi de doğru yola ilettiklerini ikrar ve kabul ederiz dediler
mü'minler.
"Ve (yine) dediler ki: (Ey Rabbimiz!)
İşittik ve itaat ettik! Bize mağfiret et ey Rabbimiz! Şüphesiz ki dönüş
sanadır."
Ey Rabbimiz! Senin mesajın
Peygamberlerin tarafından bize gelince biz onları işittik ve itaat ettik.
Senden gelene iyice kulak verdik, dikkatlice dinledik, anlamaya çalıştık, kafa
yorup anladık ve itaat ettik. Kerhen değil tav'an itaat ettik. İstemeyerek değil
isteyerek ve seve seve itaat ettik. İşittik ve hemen uyduk. İşittik ve hemen
gereğini yerine getirdik.
Burada dikkat etmemiz gereken husus
şudur: İşitmek indirileni bilmeyi, tanımayı gerektirir. Bilmek ve tanımak da
okumayı ve ondan haberdar olmayı gerektirir. Şimdi söyleyin bakalım:
Kitaplarını tanıma-yan, kitaplarından habersiz bir hayat yaşayan müslümanlar nasıl diyecekler
bunu? Ya Rabbi! Biz kitabını işittik ve onunla amel ettik, biz bize düşeni
yaptık onun sen de ya Rabbi bize mağfiret et! Bizim elimizde olmayarak
işlediklerimiz konusunda bize mağfiret buyur! Onları görmeyiver ya Rabbi! O
kusurlarımızı hesaba katmayıver ya Rabbi! Siliver Allah’ım! Yok farz ediver,
kaale almayıver, hesaba katmayıver Allah’ım! Nasıl diyeceğiz bunu? Bunu demeye
hakkımız olacak mı?
Önce bir işiteceğiz, okuyacağız,
tanıyacağız Allah’ın kitabını ve sonra itaat edeceğiz onlara. Samimiyetle onları
uygulamaya çalışacağız, bunu yaparken de ufak tefek kusurlarımız olmuşsa o
zaman da aman ya Rabbi sen bilirsin diyeceğiz.
Bakara sûresinde bu haklarını
kaybedenleri anlattı Rabbimiz. Kitaplarını bozanları, tahrif edenleri,
kitaplarının âyetlerini az bir paha karşılığında satanları kitaplarının
âyetlerini insanlara anlatmayanları, kitaplarıyla diyaloglarını kesenleri,
kitaplarını arkalarına atanları ve böylece Allah’ın mağfiretini kaybedenleri,
Allah’ın affını kaybetmek bir tarafa Allah’ın gazabına ve lânetine maruz
kalanları anlattı Rabbimiz.
Biz de kendimizi bu konuda hesaba
çekmek zorundayız. Acaba biz de bizden öncekiler gibi: "İşittik ve isyan ettik"
diyenler-den miyiz. Dilimizle inandığımızı söylüyor, ama hayatımızla
yalanla-yanlardan mıyız? Yoksa kimileri gibi işitmeden inandığımızı mı iddia
ediyoruz? Yada işittik ama unuttuk diyenlerden miyiz? Yoksa işittik ama
hayatımız değişmedi mi diyoruz?
Allah korusun bakın buraya kadar
bakaradan iki yüz seksen altı âyet tanıdık. Peki bütün bu âyetler ne değiştirdi
bizim hayatımız-da? Bakara’yı bilmeyen dünkü bizle Bakara’yı bilen bugünkü biz
arasında bir değişiklik olmamışsa, bu kadar âyet bizi değiştirmemişse,
Bakara’yı bilmeyen şu insanlarla bizim aramızda belirgin bir fark
görülmüyorsa, bu nasıl müslümanlık diyeceğiz Allah korusun. Veya bu Allah’ın
kullarına aman siz de Bakara’yı tanıyın. Aman siz de bu sûreyi öğrenin. Bunu
nasıl ve hangi yüzle diyeceğiz? Okuyup da ne olacak? İşte siz işte biz. İşte
sizin hayatınız, işte sizin bizim hayatımız demeyecekler mi?
Okuyacağız, dinleyeceğiz, işiteceğiz ve
hemen arkasından itaat edeceğiz. Hemen
arkasından duyduklarımızı amele dönüştürme savaşı vereceğiz ve sonra da şu
duayı demeye hakkımız olacak:
Gufranını, görmezden gelmeni,
silivermeni, hesaba katma-manı, yok farz etmeni umarız ya Rabbi! Dönüşümüz
sanadır.
Ya Rabbi bizler her ne kadar da
kitabını okumuş, kitabını anlamaya çalışmış, işitmiş ve işittiklerimizle amel
etmeye itaat etmeye çalışmışsak da, kusurumuz çoktur, hatamız çoktur. Eğer sen
bizi yarlı-ğamazsan biz helâk oluruz. Çünkü bizler her ne kadar da sana kulluk
etmeye çalışsak da yine de istemeyerek, nefislerimize uyarak veya unutarak,
bilgisizce sana karşı gelebiliriz, senin emirlerini çiğneyebi-liriz. Hele,
hele içimize doğan, kalbimizden gelip geçen duygu ve düşüncelere hiç gücümüz
yetmiyor. Bunların tamamı senin için malumdur. Yarın bunların tümünden hesaba
çekilmek üzere senin huzuruna geleceğiz. Dönüşümüz sanadır. Biz buna da
inanıyoruz. Hayatımız, varlığımız nasıl sendense, ölümümüz de sendendir ve
nihâyet öldükten sonra tekrar hesap kitap adına dirilip senin huzurunda
toplanmamız da sendendir. Biz bunun bilincinde olarak bunun için hazırlık
yapmaktayız. O gün yüzü kara ve utananlardan olmamak için elimizden gelenleri
yapmaya çalışıyoruz. Bizi o günde perişan etme ya Rabbi! Kusurlarımıza bakma ya
Rabbi! Diyebilelim, demeye yüzümüz
olsun .
Ayet-i kerîmeden anlıyoruz ki mü'minler
hem işitiyorlar, hem tasdik ediyorlar, hem itaat ediyorlar, hem kulluk
yapıyorlar hem de bununla beraber kusurlu olduklarını itiraf ediyorlar.
Yaptıklarının Allah’a lâyık olmadığını daha fazlasını yapmaları gerektiğini
itiraf ediyorlar.
Mü'minler böylece Rablerine
teslimiyette bulununca, böylece Rablerine arzı ubûdiyet ve özür beyanında
bulununca bakın Rablerinden, İlâhî rahmetten de kendilerine şu müjde geliyor:
286:"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği
yükü yüklemez. Kişinin kazandığı iyilik lehine (kendisine) kötülük ise
aleyhinedir. Rabbimiz! Unutmuş yahut hata yapmışsak bu yüzden bizi sorumlu
tutma! Rabbimiz! Gücümüzün yetmeyeceğini bize taşıtma! Bizi affet! Bağışla
bizi! Sen bizim Mevlâ’mızsın! Kâfirler güruhuna karşı sen bize yardım
et!"
Üzülmeyin kullarım! Rabbiniz hiç
kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Sizin Rabbiniz doyumsuz
değildir. Sizin Rabbiniz zâlim değildir. Allah’ın kullarına yükleyeceği yük
ancak kulların güç yetireceği kadardır. Hattâ onun çok çok altındadır. Sizi
yaratan Allah sizin ne kadar yük çekebileceğinizi sizin nelere
katlanabileceğinizi çok iyi bilmektedir. Allah merhametlidir. Allah kullarını
asla zorlamaz. Sıkıntıya sokmak istemez .
İşte bu âyet daha önce geçen ve
müslümanların, sahabenin belini büken:
"Kalplerinizdekileri açıklasanız da
gizleseniz de Allah onlarla sizi hesaba çekecektir."
(Bakara:
284)
Âyetini bir görüşe göre beyan eden,
açıklayan, başka bir görüşe göre de nesih eden âyettir. Buna göre diyoruz ki
Allah kalpten geçenlerden bizi hesaba çekse bile ancak bizim elimizde olarak
düşündüklerimizden hesaba çekecek, elimizde olmadan, gücümüz yetmeyerek
içimizden geçenlerden hesaba çekmeyecektir
Yâni insanın kendisinden kurtulma imkânı olmadığı, nefsin, şeytanın
vesveselerin-den hesaba çekilmeyeceğiz. Ancak bu düşünceler bizi sardığı zaman
bunlardan kurtulmaya çalışacağız, unutmaya çalışacağız, reddedece-ğiz,
gereğini yapmamaya, amele dönüştürmemeye çalışacağız.
Allah kulları için kolaylık diler,
onlara güçlerinin yetmeyeceği zor yükler yüklemez. Hani sûrenin önceki
bölümlerinde geçti:
"Allah sizin için kolaylık diler zorluk
dilemez."
(Bakara:
185)
Sonra sakın yanlış anlamayın! Bu kulluk
adına yaptıklarınız Allah için değil kendiniz içindir. Allah’ın bunların
hiçbirisine ihtiyacı yoktur. Hem dünyanızın mutlu, hem de âhiretinizin mamur
olması için Allah size bunları emrediyor.
"Kişinin kazandığı iyilik lehine
(kendisine) kötülük ise aleyhinedir."
Herkesin kendi kazancı kendisinedir.
Kim bir iyilik yaparsa o kendine, kendi lehine, kim de bir kötülük yaparsa o da
kendi aleyhinedir. İyiliğin sevabı da kötülüğün vebali de kendisine ait
olacaktır. Yaptıklarınızın yararları da zararları da menfaatleri de mazarratları
da Allah’a değil kendinizedir.
Öyleyse kendisini seven , kendisi
için iyilik bekleyen kişi, yaptıklarıyla kendi kendisine zulmetmesin. Kendini
can yakan dayanılmaz ateşten korumasını bilsin. Bunun için de hayırların en
güzelini kendisi için işlesin. Kendisini ateşe götürecek amellerde bulunmasın.
Kendi kendini kendi elleriyle cehenneme atmasın diyor Rabbimiz. Sonra da
mü'minlerin çok hoş bir duasını hatırlatıyor, ya da mü'minlerin böylece dua
etmelerini istiyor. mü'minlere dua yolunu gösteriyor ve böylece onu kabul
edeceğini de işaret ediyor, teminat veriyor. Bakın şu duayı yapmalarını
istiyor:
"Rabbimiz! Unutmuş yahut hata yapmışsak
bu yüzden bizi sorumlu tutma!"
Ya Rabbi bize teklif ettiklerini
imkânımız nispetince en iyi şekilde ifa etmeye çalışıyoruz, çalışacağız. Hattâ
farzların da ötesinde nafilelerle hayır kazanmak üzere senin rızanı kazanmaya
azmettik. Ama insan oluşumuzdan, beşer oluşumuzdan ötürü senin emirlerinden,
senin farzlarından birini unutur veya iyi bir şey yapıyoruz zannıyla
yasaklarına, haramlarına düşersek, hata edersek bunlardan dolayı da bizi hesaba
çekme ya Rabbi. Bu iki şekilde olur:
1-) Ya hayrı, hayır bilgisinden mahrum
olunduğu için terk etmek şeklinde olabilir. Yâni emrin, farzın farkında
olunmadığından emir terk edilmiş olur. Hayrı unutmak hayırdan habersiz
yaşamaktır.
2- )Ya da şerri, haramı yanlışlıkla
emir zannederek işlemekle olur. İşte bunlara unutma ve hata denir. Bunların
kimilerinde kişi mazur sayılırken kimilerinde mazur sayılmaz. Bunu şöyle ifade
edeyim inşallah: Unutma ve hata iki türlüdür:
a:) Birincisi sahibinin mazur
görülebileceği unutma ve hatalar.
b:) İkincisi de sahibinin mazur
görülemeyeceği unutma ve hatalar.
Meselâ bir adam üzerinde bir necaset
görse de bunu temizlemeyi geciktirse, hemen temizlemeyi geciktirdiği için,
hemen temizlemeye gayret etmediği için sonra da unutup o elbiseyle namaz
kılmışsa bu adam mazur sayılmaz.
Veya bir adam dinin emirlerini
öğrenmeye çalışmaz veya öğrendikten sonra onu unutmamak için amele dönüştürme
ya da onu başkalarına duyurma gibi bir çabanın içine girmez ve böylece unutursa
o kişi de mazur sayılmaz. Bunun için yukarıda borçlarla ilgili bir örnek
vermişti Rabbimiz. Unutmamak için yazılmasını öğütlemişti. Allah’ın emirlerinin
tamamı böyledir. Hani unutarak yanlışlıkla içilen bir zehirin zararı yoktur
denilemez değil mi? Onun içindir ki
âyet-i kerîmede, ya Rabbi! Bizi unuttuklarımızla mükellef tutma! denmemiş de,
bizi bu unuttuklarımızla muaheze etme! Bizi bunlardan sorumlu tutma ya Rabbi!
denilmiştir. Bunlarla mükellefiz ama bunlardan hesaba çekilmemek üzere bizden
dua etmemiz isteniyor .
Allah’ın Rasûlü bir hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurur:
"Hata ve unutmadan doğan sorumluluklar
ümmetimden kaldırılmıştır."
(İbni Mâce, Talâk
16)
Yine başka bir hadislerinde bakın şöyle
buyurur:
"Şüphesiz ki Allahu Teâlâ ümmetimden
hatayı, nisyanı (unutmayı) ve ikrah olundukları şeyleri bana bağışladı."
(İbni Mâce)
İslâm müsamaha dinidir. Allah bizim
hayatımız için en güzel en uygun kanun koyucudur. Bir yer bir vida için
hazırlanmışsa elbette oraya ancak vida girer. Altından gümüşten vidalar bulsanız
bile oraya uygun değilse bir mânâ ifade etmeyecektir. Bizi yaratan bizi bizden,
bizi herkesten daha iyi bilir. Hakkımızda en güzel prensipleri de ancak o
vazedebilir başkası değil.
İnsan iki yönlü bir varlıktır. Bir
yönüyle Allah’tan gelen ruh sahibi, diğer bir yönüyle de dünya şartlarıyla
ilgili beden vücut sahibidir. Birinci yönüyle insan Allah’a bağlanmaya,
sığınmaya, kulluk etmeye ihtiyaç içinde içindeyken diğer yönüyle de yemeye,
içmeye, cinsel ilişkiye, yatmaya, uyumaya ihtiyacı vardır. Allah yaratan,
düzenleyen, kanun koyan öyle bir Rab ki yarattığı bu varlığın bütün
ihtiyaçlarını, bütün arzularını, bütün gereksinimlerini, bütün zaaflarını,
bütün özelliklerini bilerek onun için sistem vazeder.
Rabbimiz Kur’an’ın pek çok yerinde
yarattığı insanın özelliklerinden, yoğurduğu mayasından bahseder. Zâlimdir,
cahildir, nankördür, cimridir, acelecidir, itirazcıdır, meşakkat içindedir,
mala karşı, dünyaya karşı, kadına erkeğe karşı meyillidir, unutkandır gibi onun
pek çok özelliklerinden söz eder. Yaratan hiç yarattığını bilmez mi? Yaratan
yarattığının mayasını tanımaz mı? Bilir elbette. Hattâ hiç kimsenin
bilemeyeceği kadar.
İşte bu hadiste ve âyet-i kerîmede
anlatıldığına göre kullarının unutkanlığını, unutacağını, hata edeceğini çok
iyi bilen Rabbimiz bu iki şeyin
günahından müminleri bağışlamıştır. Hata ve nisyan. Bir de ikrah, yâni zorlama.
Hata; meşru bir şey yapmak isterken
kastı olmayarak kişinin gayri meşruya düşmesidir. Meselâ bir hayvanı, yahut bir
kâfiri öldüreceğim derken hataen bir müslümanı öldürmesi veya kendi malı
zannederek hataen bir başkasının malını telef etmesi ya da ihramlı iken hataen
bir hayvanı öldürmesi, hataen birisine zarar vermesi, birinin gözünü çıkarması
gibi. Kulun böyle hataen yaptığı şeylerde kasıt ve niyet olmadığı için Allah
bunların günahını kaldırmıştır. Ama şurasını unutmayalım ki bunlara tereddüp
eden cezalar bâkîdir.
Meselâ hataen bir mü'mini öldüren kişi
diyet cezası ödemek zorundadır. Veya hataen bir başkasının malını telef eden
kişi onu tazmin etmek zorundadır. Hataen bir hayvan öldüren ihramlının, ha-taen
göz çıkaran kişinin belli cezaları vardır. Bunlar hatadır.
Nisyana,
yâni unutmaya gelince: Nisyan; kişinin bir şeyi bilip de onu yaparken
unutmasıdır. Meselâ kişi abdestsiz olduğunu unutarak namaz kılarsa bu fiilinden
ötürü ona günah yoktur. Ama abdestsiz olduğunu hatırlar hatırlamaz namazını iade
etmesi gerekir. Bir kişi besmeleyi unutarak hayvan keserse İmam Ahmed’e göre bu
hayvan yenir, zira bundan geri dönüşü yoktur. Kişi unutarak bir namazı terk
etse bunda bir günah yoktur. Hatırlatınca o namazı kaza eder. Uyku da böyledir.
Ama kişi bunun ortamını kendisi hazırlarsa, meselâ gece geç saatlere kadar
televizyon seyrederken sabah namazına kalkamıyorsa bundan sorumlu olacaktır
Allahu âlem. Allah’ın Rasûlü:
"Kim uyur ya da unutarak namazı
terk ederse, uyanınca veya hatırlayınca onu iade etsin. Bundan dolayı o kişiye
kefaret yoktur."
Buyurur.
Kişi,unutarak namazda konuşsa bu
fiilinden ötürü kendisine günah yoktur ama sahih olan kavle göre namazı
bozulmuştur. İadesi gerekir. Öyleyse bir şeyi unutmadan evvel ne yapmamız
gerekiyorsa onu hatırlar hatırlamaz aynı şeyi yapmak zorundayız.
Allah, âyetleriyle alay edilen,
İslâm’la, Kur’an’la alay edilen bir mecliste oturmayı, bulunmayı yasak etmiştir.
Ama diyelim ki şeytan bunu bize unutturdu ve biz orada oturduk. Şeytan bizi
orada oturtuverdi. Bunu hatırladığımız anda unutmadan evvel ne yapacaksak onu
yapmak zorundayız. Unutmasaydık, şeytan bunu bize unutturmasaydı ne yapacaktık?
Oturmayacaktık değil mi? İşte hatırlayınca da hemen onu icra edecek , derhal
kalkacağız o meclisten. Değilse aynen onlar gibi oluruz Allah korusun.
Meselâ çocuğumuz seccadeye işemiş,
bizde bilmeden onda namaz kılmışız. Sonra da görmüşüz, ya da bunu hatırlamışız.
Bu fiil, nisyanımız sebebiyle affolmuştur, fakat hatırlar hatırlamaz hemen
namazımızı iade etmek zorundayız. Fakat tamamen unutmuş ve hiç hatırlamamışsak
o zaman bu namazımız olmuştur.
Oruç da öyledir, ama oruç için özel bir
nass var. Unutarak yiyip içeni şeriat affetmiştir ve o kişi, tekrar orucuna devam ediyor. Allah’ın
Rasûlü bir hadislerinde:
"Kim
unutarak orucunu yemiş içmişse orucunu ikmal etsin. Zira onu ona yediren içiren
Allah’tır."
Buyurur.
Ama nikâh konusunda durum böyle
değildir. Meselâ bir kadın ve erkeğin evlenmesinden önce, unutup da ses
çıkarmayan bir kadın sonradan durumu hatırlayıp da: "Eyvah! Ben ikinizi de
birlikte emzirmiştim!" derse bu yapılan nikâh hatadır ve başkasının nisyanından
kaynaklanarak meydana gelmiş olan bu hatadan taraflar ayrılarak, boşanarak
dönülür. Burada geriye dönüş emredilmiştir. Ama kimi nisyanlardan geriye dönüş
mümkün değildir. Meselâ üç bardaktan ikisinde su, birisinde de içki var.
Unutarak su zannıyla içkiyi içmişse bir kişi, bunun geriye dönüşü yoktur. Bunun
geriye dönüşü ancak intibadır, bu kişinin, dikkatli olması ve tevbe etmesi
istenir.
Eğer kişi bunları kendi ihmalinden
ötürü meydana getirirse, meselâ dini vazifelerini öğrenme yoluna girmez, veya
belledikten sonra onu unutmamak için tekrar tekrar mütalaada bulunmaz, onu amel
haline getirmez ve onu başkalarına duyurarak kendi malı haline getir-mezse ve
böylece onu unutursa bu unutma da mazur sayılmayacaktır
diyoruz.
İkinci bir dua, veya duanın devamı
:
"Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme."
Yâni ey Rabbimiz bizden önceki
ümmetlere yaptığın gibi altından kalkılmaz, üstesinden gelinmez, zor
dayanılır, bel büken boyunduruklar, meşakkatli buyruklar altında bulundurma
bizi! Sonunda mükelleflerini çileden çıkaracak, kimilerini maymunlaştırıp
kimilerini yerin dibine batıran, kimilerini birbirlerini öldürmeye, kimilerini
zillet ve meskenet damgası yemeye götüren ağır sıkıntılara sokma
bizi.
"isr" lügatte hapis, esaret anlamına
gelir. Altında kalanı ezen, kahreden, nefes aldırmayan ağır yük demektir.
Anlaşılıyor ki tarihte bizden önceki ümmetlere yahudi ve hıristiyanlara çok
ağır yükler yüklenmiş. Meselâ kendi şirretliklerinden ötürü yahudilere elli
vakit namaz kılmaları, mallarının dörtte birini zekât olarak vermeleri, necaset
bulaşmış elbiselerini kesmeleri, vatanlarından sürüp çıkarılmaları, toptan
kılıçtan geçirilmeleri, tevbelerinin kabulü için intihar etmeleri ya da
birbirlerini öldürmeleri, işledikleri bir isyan üzerine hemen cezalarının
anında verilmesi, ramazan gecelerinde de hanımlarına yaklaşma-maları
gibi.
İşte Rabbimiz merhametinden dolayı
müslümanlara böylece dua etmelerini öğütledi. Onlarda böylece dua ettiler de
Rableri onların dualarını kabul edip onların omuzlarında bu yükleri
kaldırıverdi. Kul Allah’a kul olursa Allah da ona lütuflarda bulunacaktır
elbette. Sonra:
"Rabbimiz! Gücümüzün yetmeyeceğini bize
taşıt-ma!"
Yâni ey Rabbimiz hem bize kolay
kulluklar yükle, hem de yüklediğin vazifeleri ifa etme konusunda bize güç ve
kuvvet ver, sabır ver, dayanıklılık ver, bizleri buna muvaffak kıl. Bizi
altından kalkamayacağımız belâlar, imtihanlar ve iptilâlarla imtihan etme. Hiç
çekilmez, dayanılmaz, takat getirilmez, yerine getirilmez imtihanlar altında
bizi inletme ya Rabbi. Hastalık gibi, yokluk gibi, felâketler gibi, zillet ve
meskenet gibi. Çünkü biliyoruz ki, istediklerini yapsak bile sana lâyık, senin
istediğin biçimde yapamayınca kaldıramayacağımız, dayanamayacağımız azapları hakketmiş
olacağız. Bu konuda bize merhamet buyur ve yükümüzü hafiflet ya
Rabbi.
İslâm’ın kolay hükümlerinden bizi
ayırma ya Rabbi. İslâm sisteminin gölgesinden ayrılmaya, başka sitemlerin
pisliğine, ağır, ezici ve kahredici yüklerinin altına girmeye, böylece senin
rahmetinden, se-nin siteminin rahmet ve bereketinden cüda düşmeye bizler
dayanamayız. Bizleri senin sisteminin kolaylıklarından mahrum etme ya Rab-bi.
Zira başkaları asla senin kadar merhametli, senin kadar cömert değildir.
Başkaları doyumsuzdur, zâlimdir, cimridir, bizi başkalarının eline düşürme ya
Rabbi.
"Bizi affet! Bağışla bizi! Sen bizim Mevlâ’mızsın! Kâfirler güruhuna
karşı sen bize yardım et!"
Bizi affet! Sana karşı bilerek veya
bilmeyerek, bizim bildiğimiz senin de bildiğin, bizim bilmediğimiz senin
bildiğin tüm günahlarımızı affet. Hatalarımızı siliver, kusurlarımızı
görmeyiver, bu sana lâyık olmayarak yaptıklarımızı hesaba katmayıver, bizi
onlardan sorumlu tut-mayıver. Bizim geçmiş günahlarımızı affettiğin gibi
gelecekte de bize muvaffakiyet vererek yeni yeni günahlara düşürme.
İyiliklerimiz, hayırlarımız çok az olmakla beraber sen bizim mizanlarımızı
ağırlaştırarak bize merhamet eyle. Bize şu üç konuda acı ya Rabbi. Sana karşı
işle-diklerimiz günahlarımızı bağışlayarak, diğer kullarından bizim bu
günahlarımızı setrederek, bizi el âleme karşı rezil rüsva etmeyerek ve de bizi
bundan sonraki hayatımızda da muhafaza ederek yeni günahlara düşmeme konusunda
koruyarak bize merhamet buyur ya Rabbi.
Çünkü sen bizim Mevlâ’mızsın. Bizim
velimiz sensin. Bizler senin velâyetini kabullendik. Senin aldığın kararları
kendimiz için bağlayıcı kabul ettik. Kendi iradelerimizden, kendi zevklerimizden
vazgeçip senin seçimini seçim kabul ettik. Boyunlarımızdaki iplerin ucunu sana
verdik.
Sana dayandık, sana güvendik, sana
tevekkül ettik, kulluğu-muz, köleliğimiz sanadır, övgümüz sanadır, minnetimiz
sanadır, senin huzurunda eğilen başlarımız asla başkalarının önünde eğilmedi. Ey
bizim Rabbimiz! Ey bizim kendisine güvendiğimiz, safında yer aldığımız
Rabbimiz! Sen bizim Mevlâ’mızsın o halde kâfirler güruhuna karşı, sana
inanmayan, senin dinini reddeden, sana karşı savaş açan, kitabına karşı savaş
açıp onu gündemimizden düşürmeye çalışan, pey-gamberine karşı gelip onu
reddeden, sana karşı bir kısım fânileri tanrılaştırıp sana inat onlara kulluk
yapmaya kalkışan, senin kullarını bir kaşık suda boğmaya çalışan, senin
mülkünde, senin arzında sana ve senin sistemine hayat hakkı tanımayan bu kâfirlere karşı bize yardım et ya
Rabbi... Amin..
Muaz Bin Cebel Bakara sûresini
bitirince "Amin Allah’ım! Amin Allah’ım! Amin" dermiş. Biz de amin diyerek
sûreyi bitirmiş olalım inşallah.
Rabbimize sonsuz hamdü senâlar olsun ki
Bakara sûresini birlikte okumaya, tanımaya ve onu itmama bizi muvaffak kıldı.
Allah anladıklarımızla iman etmeyi, bu imanlarımızla hem kendimizi, hem de
sorumlu olduklarımızı diriltmeyi nasip kılsın inşallah. Bakara’dan habersiz
yaşayan bu toplumu sizler vasıtasıyla bu sûreyle tanıştırsın. Onların da
dirilişlerini sizin elinizle mukadder kılsın inşallah. Vel-hamdü lillahi Rabbil
âlemin.
İnşallah Âl-i İmrân sûresinden
kitabımızı tanımaya devam ederiz. Bu arada sizler bu sûreyi inşallah
ulaştırabileceğiniz kimselere ulaştırma çabasında olursunuz. Allah yardımcımız
olsun. Sübhanekel-lahümme ve bi hamdik, eşhedü en lâ İlâhe illa ente,
estağfiruke ve etûbü ileyk. Ve ahiru dâvâna enilhamdü lillahi Rabbil
Âlemin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder