BAKARA SURESİ (258-286. AYETLER)


258:"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi konu­sunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim diriltir ve öldürür" de­mişti. O da: "Ben de öldürür ve diriltirim" demişti. (O zaman) İb­rahim: "Şüphe yok ki Allah güneşi doğudan getirir, hadi sen de onu batıdan getir!" deyince, o küfre sapan böylece afallayıp kalmıştı. Allah zâlimler toplulu­ğunu hidâyete er­dirmez."
Burada Allah’ın kendisine mülk verdi diye anlatılan kişi Hz. İbra­him’in doğup büyüdüğü Irak’ın zâlim hükümdarı Nemruttur. Allah kendisine mülk verdi diye devlet ve hükümdarlık verdi diye gururlana­rak ya da başka bir deyişle bu nîmetin şükrünü nankör­lükle yerine getirmeye çalışan bir tâğut. Hz. İbrahim’in ülkesinin kralı.
Hz. İbrahim’in babası Azer bu zâlimin baş memurlarından biri­siydi. Nemrutun en gözde kullarından birisiydi. Hz. İbrahim ba­basının tâğuta kulluk zilletinin tamamen aksine küçük yaşından itibaren put­lara, tâğutlara karşı bir nefret ve Allah’a karşı büyük bir sevgi besle­mektedir. Büyüyüp peygamber olduktan sonra ge­rek babasına, gerek içinde yaşadığı toplumuna ve gerekse zâlim krala karşı çok amansız bir mücâdele başlattığını görüyoruz.
Allah’a olan imanını amele dönüştürmek adına, daha ön­ceki âyette imanın ilk şartı olarak anlatılan tâğutu reddetmek, ima­nını a-mele dönüştürmek adına putları kırdı. Bunun üzerine babası alelacele kralın (Nemrut’un) huzuruna çıkıp oğlunu ona şikâyet etti. O bi­zim İlâhlarımızı kırdı. Ona gereken ceza verilsin, diye oğlunu krala ih­bar etti. İşte bunun üzerine Hz. İbrahim kralın huzuruna çıkarıldı. Ve aralarında bir konuşma geçti.
Anladığımız kadarıyla Hz. İbrahim bu dünyanın en zâlim ve en güçlü kralının huzuruna çıkınca bu zâlim tâğut ona kendisinin Rab ol­duğunu İlâh olduğunu ilan etti. Hz. İbrahim de onun karşı­sında onun bir zâlim olduğunu, asla Rab olmadığını, İlah olmadı­ğını Rab ve İlah olarak sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman ettiğini haykırınca Nemrut: "Ey İbrahim! Bu ülkenin Rabbi benim! Sizin benden başka Rabbiniz yoktur! Bu ülkede söz sahibi benim! Bu ülkede kanunlar be­nim ağzımdan çıkar! Bu ülkede hâkimiyet bana aittir! Söylesene ey İb­rahim! Senin o benden başka bahset­tiğin Rab kimdir? Diye sorar. İb­rahim (a.s) da buyurur ki: "Benim Rabbim, Rabb’ul âlemin olan, gökte ve yerde ne varsa hepsinin Rabbi olan, tüm varlıkları yaratan ve tüm varlıklara hükmeden, öldüren ve diriltendir!" Hz. İbrahim kendisine ilk olarak yegâne Rab ve İlâh olan Allah’ın hayat ve ölüm konusunu or­taya atmış ve İlâh olanın bir sıfatını gündeme getirmiştir.
Zâlim Nemrut bu sözler karşısında sarsılmıştı, ama bu du­ru-munu çevresindeki kendisini rab ve ilah kabul etmiş olan kulla­rının dikkatlerinden gizlemeye çalıştı. Hain insanların akıllarını sömürebil­mek için demagojiye başvurur. Böyle bir durumda, o gün de, bugün de tüm zâlim tâğutların, tüm despot ida­recilerin baş vuracakları tek şey kavramlarla oynamak ve çevrele­rinde kendilerine kulluk yapan basit düşünceli insanların bir türlü harekete geçmeyen ve olmayan akıllarıyla dalga geçmek. Vatan, millet, sakarya gibi konularla mese­leyi kamufle etmek. Bakın Nemrut durumu idare etmek üzere bir de­magoji yapar ve der ki:
"Dedi ki ben de diriltir ve öldürürüm."
Rivâyetlere göre iki adam getirtir; birini öldürür, diğerini ser­best bırakır. Ve der ki; baksana ben de diriltir ve öldürürüm. İşte bir tâğutluk örneği. Bu hayatı düzenleyenler bizleriz. Yaşatan da biziz, öl-düren de. Biz istedik mi öldürürüz. Biz istedik mi asarız. Biz iste­dik mi keseriz. Biz istesek size nefes bile alma imkânı bırakmayız. Şu anda yaşıyorsanız bizim sayemizde. Ya da falanın sayesinde. Allah’la boy ölçüşmeye çalışan tâğutların her devirde aynı tavrı sergiledikle­rine şahit oluyoruz.
Ama bakın iman zaafı içinde olanlar, Allah’a gereği gibi itimat etmeyenler, Allah’ın herkesten güçlü olduğu konusunda şüpheleri olanlar bu dünyanın en güçlü tâğutları karşısında tir tir tit­rerlerken ba­kın Allah’ın kahramanı Hz. İbrahim ne yapıyor? Allah için hareket eden kişi tek kişi de olsa, karşısındakiler de tüm dünya bile olsa Al­lah’ın yardımıyla onun galip geleceğini anlatan bir tavırla Hz. İbra­him’in Nemrut karşısında dimdik durduğunu gö­rüyoruz.
Nemrut Allah’ın sıfatlarını kendisinde görüyordu. Madem ki ben de öldürüyor, ben de diriltiyorum, öyleyse ben de İlâhım, ben de Rabbim diyordu. Öldürme ve hayat verme yetkisini kendi­sinde görü­yordu.
Tıpkı bugün Allah’ın bu sıfatını kendilerinde gören ve gu­rurla yeryüzünde tüm İslâm âlemini, tüm müslümanları bir daha di­rilme-yecek şekilde öldürdüklerini zanneden tâğutların, tüm dün­yaya Rablik çığlıkları atarken, unuttukları insanların gerçek Rabbi tarafından İslâm dünyasının yeniden dirilişi karşısında ödleri ko­pacak ve dilleri tutula­cak noktaya geldikleri gibi.
Nemrutun demagojiye kaçtığını gören Hz. İbrahim buyurdu ki:
"Şüphe yok ki Allah güneşi doğudan getirir, haydi sen de onu batıdan getir! Deyince böylece o kâfir afalla­yıp kaldı."
Diyor ki İbrahim (a.s): Ey insanlara Rablik ve İlahlık iddia­sında bulunan zâlim! Ey Allah’ın sıfatlarına sahip olduğunu, öldü­ren ve di­rilten olduğunu iddia eden tâğut! Hayat veren ve öldüren zat aynı za­manda tüm varlıkları istediği gibi idare eden, onlara söz geçiren, on­lara ferman edebilen zattır. Aya, yıldızlara, semaya, arza, bulutlara, yağmurlara, bitkilere ve tüm varlıklara söz geçiren zattır. Eğer bu zat sen isen, haydi bakalım benim Rabbim güneşi doğudan çıkarıyor, sen de onu batıdan getir! deyince kâfirin dili tutuldu, apışıp kaldı. Diyecek bir şey bulamadı.
Bu, tartışmada bir usuldür. Eğer karşımızdaki sözü çarpıta­rak çevredeki kişilerin kafalarını karıştırmaya yönelirse, Hz. İbra­him’in bu­rada yaptığı gibi biz de daha açık bir delille geçerek onun ağzını ka­patmayı becereceğiz inşallah.
Geçen haftaki dersimizde okuduğumuz son âyet-i kerîme­sin-de Rabbimiz, bizi bundan yüz yıllar öncesine, takriben iki bin yıl öncesine götürerek, o dönemde Allah’ın elçisiyle kendisine mülk verdiği bir tâğutun tartışmasını anlatmıştı. Bu tartışmayla anladık ki Rabbimiz dile­diği insanlara güç verir, kabiliyet verir, yetenek ve­rir, mal verir, mülk verir saltanat verir. Ve bu verdikleriyle insanları imtihan eder. Ve belki de böyle bir imtihana en fazla tabi tutulanlar yeryüzünde egemen olanlar ve saltanatlarıyla insanlara hakim olanlar ve de Allahu Teâlâ-nın kendilerine verdiği bu imkânlarla, bu fırsatlarla Allah’ın kul­larına karşı tanrılık iddiasında bulunanlardır.
Eğer bunlar Allah’ın kendilerine verdiği bu güç ve kuvvetle, bu imkân ve saltanatla Allah’a kulluğa yönelselerdi yâni Allah’ın önünde secdeye kapanarak, Allah’ın şanını yüceltseler, kendi hiç­liklerini anla­yarak, kulluklarını anlayarak Allah’ın velâyeti altına gir­selerdi, onun arzularını uygulamaya çalışsalardı, elbette hem dün­yada, hem de uk-bada daha şerefli bir hayata kavuşacaklardı. Dünyada şerefli bir hayat, öbür tarafta da cennet onların olacaktı. Ama ne gariptir ki bu insanlar Allah’ın kendilerine verdiği güç ve saltanatla, Allah’ın kendile­rine bahşettiği imkân ve fırsatlarla Al­lah’ın karşısına geçip: Ben de Rabbim. Ben de İlâhım. Ben de Melikim. Ben de mâlikim, demek zo­runda kalmışlar sanki. Demek zorunda kalmışlar dedim, çünkü güç ve kuvvetleri, imkân ve salta­natları onları aldatmıştır.
Varlıklı kişiler, Allah’ın kendilerine imkân ve fırsat verdiği kişiler çoğu zaman bu nîmetlerin vericisi olan Allah’ı unutmuşlar, istiğna duygusuna kapılmışlar, bu nîmetlerin kendilerine iyi insan oldukları için, imtihanı kazandıkları için verildiğini zannetmişler ve kendilerinin büyük insan olduklarını kabul etmeye başlamışlar­dır. Bir de bundan şunu anlıyoruz ki; Allah kâfirlere de mülk verebi­lir. Bir kimseye bolca mülk ve imkân verilmesi, o insanın faziletli bir insan olduğunu göster­mez.
Allah’ın kendilerine mülk ve saltanat verdiği insanlar kendileri­nin İlah olduğunu iddia etmeye başlayıvermişler. Bu neyin nesiydi böyle? Onları var eden Allah değil miydi? Yaratılışları kendi ellerinde miydi? Ellerindeki imkânların tamamını, o güçlerini o saltanatlarını onlara veren Allah değil miydi? Yarın vakti geldiği zaman onların ta­ma-mını alacak olan Allah değil miydi? Vakti ge­lince ölmemeyi, Al­lah’ın kaderine teslim olmamayı becerebilecek­ler miydi? Kendilerin­den öncekilerin bu kadere karşı gelemedikle­rini, vakti gelince ölüp gittiklerini görmüyorlar mıydı bu insanlar?
Yâni bu Nemrutlar, bu Firavunlar ve şu anda da kendileri­nin İlâhlığını iddia edenler acaba kendilerinden önce yaşamış olan baba­larının dedelerinin birer birer mülk ve saltanatlarını bırakıp hayata veda ederek gittiklerini görmemişler miydi? Evet her gün görüyorlardı ama, gariptir ki bu insanlar unutuyorlar işte. Güç ve kuvvet kendile­rinde olduğu zaman onları hiç kaybetmeyeceklerini zannediyorlar. Sıhhat ve sağlıkları yerinde olduğu zaman onları hiç kaybetmeye­ceklerini zannediyorlar.
İşte bakın burada bir örnek olarak kendisine güç ve kuvvet ver­diği, imkân ve saltanat verdiği birini gözler önüne seriverdi Rab-bimiz. İbrahim (a.s) insanlığın imamı, müslümanların ve Rasulullah’ın atası olan o büyük insan dedi ki:
"Benim Rabbim hem diriltir hem de öldürür!"
Bunun üzerine o azgın tâğut da dedi ki:
"Ben de öldürür ben de diriltirim!"
Şu çelimsiz insanın tavrına bakın. Allahu Teâlâ kendisine yetki vermiş, Allah onu o makama çıkarmış. Allah’ın kendisine verdiği o güç ve saltanatla gerçekten mâsum olan, suçsuz olan yâni ölümü hak etmemiş olan insanları, mazlumları öldürebiliyor. Suçsuz insanları hapse atabiliyor. Ve gerçekten Allah’ın yasala­rına göre Allah’ın kita­bına göre işlemiş oldukları suçlardan dolayı yaşamaları bitmesi gere­ken, yâni recm edilmeleri veya elleri ke­silmesi gereken insanları da Allah’ın yasalarını, Allah’ın kitabını görmezden gelerek affediyor ve onlara hayat hakkı verebiliyor.
İşte tüm sahte Rablerin, tüm sahte İlâhların özelliğidir bu. Allah’ın yasalarına göre suçlu olanların suçsuz, suçsuz olanların da suçlu görülerek muamele yapılması. Dün de bu­gün de bunu yapanların tamamı İlâhlık iddiasında bulunmuş insanlar­dır. Onun için diyor ki bakın: "Ben de öldürür ben de diriltirim!"
Rivâyetlere göre birisi suçlu ötekisi suçsuz iki adam getirtir Nem­rut. Suçsuzu öldürür, suçluyu da serbest bırakır. Ve der ki; "Bak öldürülmesi gerekeni dirilttim, yaşaması gerekeni de öldürdüm. Ben de öldürür, ben de diriltirim. O halde ben de İlâhım."
İşte böyle Allah yasalarına göre suçlu birini serbest bırakıp suçsuzlara hayat hakkı ta­nımamak, onları kodeslerde tutup akıl ve hayale gelmeyecek biçimde onları fitnelere uğratmak tüm tâğutların, tüm sahte İlâhların ve tüm zâlim­lerin sıfatlarıdır. Gerçekten de sahte tanrıların bütün amelleri, bü­tün işleri, bütün hükümleri işte böyledir. Çünkü Allah’ın hükümle­rini beğenmeyen, Allah’a kafa tutan, Allah’la yarışmaya çalışan bi­rinden bundan başkası da beklenmez.
Bu defa Hz. İbrahim dedi ki:
"Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor. Hadi sen de onu batıdan getir! Deyince kâfir şaşırıp kaldı."
Bakın birinci tartışma­nın konusu insanların Allah’ın kendilerine verdiği hür ira­deleriyle ulaşabilecekleri bir konudur. Ama buradaki tar­tışmanın ikinci bölümünde ise insanların hür iradelerine verilmeyen yâni in­sanların iradelerinin hiç sökmeyeceği iradeleriyle insanların ula­şamayacakları bir konudur. Yeryüzünde bu iki konuyu ayırmamız gerekiyor. Birisi yeryüzünde Allah tarafından insanların iradelerine bı­rakılmış konular, ötekisi de insan iradesiyle ulaşılamayacak alanlar.
İşte yeryüzünde bugüne kadar ve bugün de dahil kendile­rini Al­lah yerine koymuş, Allah kanunlarının yerine kendi arzularını oturt­maya ve insanları buna itaat ve ibâdete zorlamış (İslâm’da ibâdetle itaat aynı mânâya gelir de onun için böyle söyledim) in­sanları kendi arzularına itaate zorlamış tüm sahte tanrıların ve tanrıçaların insanları aldattıkları konu işte bu birinci konudur, bi­rinci alandır.
Allahu Teâlâ muradı gereği yeryüzünde insanlara irade ver­miş­tir. Allah’ın kendilerine verdiği bu iradeleri gereği insanlar yeryü­zünde Allah’ın arzularına uygun bir hayat yaşayabilecekleri gibi bu iradeleri gereği Allah’a rağmen, Allah’ın dinine, Allah’ın ki­tabına ve isteğine rağmen Allah’a isyan ederek bir hayat yaşama hakkına da sahiptirler. Yâni Allah’ın kendilerine verdiği bu iradeleri gereği insanlar imanı da küfrü de, hidâyeti de dalâleti de seçe­bilme hakkına sahiptir­ler. Allah’ın istediği razı olduğu bir hayatı da Allah’ın istemediği ve ya­sak kıldığı bir hayatı da tercih edebilme hakkına sahiptirler.
Bu hakkı onlara Allah vermiştir. Yâni Allah’ın yasaklama­sına rağmen insanlar kendilerine verilmiş bu iradeleriyle içki içebi­lirler, zina edebilirler, adam öldürebilirler, Allah’ın koyduğu düzeni bozabilirler, Allah’ın yasalarını değiştirebilirler. Zulmedebilirler, haksızlık yapabi­lirler, yeryüzünde Allah’a rağmen Allah’ın isteme­diği bir hayat tarzını yaşayabilirler.
Ama unutmayalım ki bu Allah’ın kendilerine verdiği özgür ira­de­den kaynaklanmaktadır. Ve hiç şüphe yoktur ki insanlar ken­dilerine verilmiş olan bu özgür iradelerinin bedelini mutlaka bir gün ödeye­ceklerdir. Yâni mutlaka bu insanlar kendilerine verilmiş olan bu özgür iradeleriyle istedikleri biçimde hareket etmelerinin bede­lini bir gün ödeyeceklerdir. Müslümanca yaşamalarının karşılı­ğında cennet, kâ­fir-ce ve zâlimce yaşamalarının karşılığında da cehennemi bulacaklar­dır.
İşte bu insanların hür iradeleriyle yeryüzünde ulaşabilecek­leri, yapabilecekleri alandır. Ama bir de insanların yeryüzünde öz­gür ira­deleriyle asla ulaşamayacakları müdahale edemeyecekleri veya ya­pamayacakları alanlar vardır. Yâni makamları, konumları, güçleri kuv­vetleri ve saltanatları ne olursa olsun kendilerinin asla ulaşamaya­cakları, iradelerinin sökmeyeceği alanlar da vardır. Bu sahte İlâhlar, bu bölümü hiç gündeme getirmeyen, sadece irade­leriyle ulaşabile­cekleri birinci bölümü gündeme getiren bu zâlimler: "Biz de Tanrıyız! Biz de İlâhız! Biz de İlahlık sıfatlarına sahibiz. Bizi de Rab kabul et­mek zorundasınız. Bizim kanunlarımıza ve ar­zularımıza da uymak zo­rundasınız. Bizim de emretme ve yasak­lama hakkımız vardır! Diyerek insanların düşünceleri üzerinde baskılar kurmaya çalışıyorlar. İnsan­ların inançlarına ipotekler koymaya çalışıyorlar. İnsanları Rablerine kulluktan koparıp kendi­lerine kul köle yapmaya çalışıyorlar. Ama ira­deleri gereği kendile­rine bırakılmış bu sahâlârda İlâhlık taslamaya kalkışırlarken beri tarafta kendi iradelerinin yetmeyeceği ve saltanatla­rının sökmeye­ceği konular söz konusu olunca da apışıp kalıyorlar, aptallaşıp ka­lıyorlar, donup kalıyorlar.
Dün Allah’ın peygamberi İbrahim (a.s) Allah düşmanı Nem­ruta demişti, biz de bugün aynı âyetle günümüzün İlâh tas­laklarına, Allah kanunları ortadayken, Allah kanunlarını beğenme­yerek, Allah’ın kitabı ortadayken kitabı diskalifiye ederek, kendile­rini Allah maka­mın-da görerek daha iyisini yapmaya kalkışan bu­günkü İlâh taslakla­rına da diyoruz ki: "Bizim Rabbimiz, bizim hayat programımızı kendi­sinden almak zorunda olduğumuz Rabbimiz güneşi doğudan getiriyor, hadi gücünüz yetiyorsa siz de onu batı­dan getirin!" Hadi eğer siz de Rab-sanız, siz de İlâhsanız, yeryü­zünde biz de egemeniz! Biz de güç sahi-biyiz! Bu insanlar üze­rinde biz de söz sahibiyiz! Biz de istedikle­rimizi öldürür, istedikle­rimizi diriltiriz! Biz de dilediklerimizi affeder, di­ledik-lerimizi kodes­lerde süründürürüz! Biz de istediğimiz gibi hareket ederiz! Eğer bizim kanunlarımıza uymazsanız, bizim arzularımızdan çıkarsanız dünyanızı zindan ederiz! Diyen bu sahte İlâhlardan bir ta­nesi ya da hepsi birleşsinler güneşe emretsinler de sadece bir gün o gü­neşi batıdan doğdursunlar.
Yapabilirler mi bunu? Evet egemenlik bizdedir, emretme ve ya­saklama hakkı bizdedir diyerek yeryüzünde tanrılık iddiasında bu­lunan bu insanlar bıraktık güneşe söz geçirmeyi acaba vücutla­rının en küçük parçası olan saçlarına ya da tırnaklarına söz geçi­rebiliyorlar mı? Saçlarının ağarmasını ya da tırnaklarının uzama­sını engelleyebi­liyorlar mı? Buna yetecek kadar güçleri var mı? Allah’ın arzında Al­lah’ı diskalifiye ettiklerini zannederek, Allah’ın kullarına egemen ol­duklarını zannederek diledikleri şekilde zulme dayanan bir sistem ku­rup da insanlara hayat hakkı tanımayan, in­sanların özgürce Rableri­nin emirlerini yerine getirmelerine engel­ler koyan, inançlarına, düşün­celerine hattâ kalplerine bile baskı kurup Allah’ın mülkünde: "Rabbim Allah!" demelerine bile izin vermeyen bu yeryüzünün sahte tanrıları ve tanrıçaları acaba ihti­yarlamalarına engel olabiliyorlar mı? Acıkıp su­samalarına engel olabiliyorlar mı?
Gökyüzünden muhtaç oldukları bir yağmur damla­sını bile indir­meye muktedir olamayan, yeryüzünden bir tek buğ­day tanesi bile çıkarmaya güç yetiremeyen, kendi vücutlarına bile söz geçiremeyen­ler nasıl olur da Hayyu Kayyum olan, gökte ve yerde ne varsa hepsini idare eden mülk kendisinin olan Allah kar­şısında utanmadan: "Biz de mâlikiz.” “Biz de İlahız” “Biz de emreder ve yasaklarız.” “Biz de hayat programı yaparız.” “Biz de öldürür ve di­riltiriz.” Diyebiliyorlar? Ama istedikleri kadar desinler, bir gün bir İbrahim çıkar, bir gün bir Allah dostu çıkar sözü ağızlarına tıkayıverir. "Benim Rabbim güneşi doğudan getiriyor Haydi sen de onu batıdan getir!" Deyiverir de:
"Kefere şaşırır kalır."
İşte onun ve onun gibilerinin tanrılığı bu kadardı. Tanrılık­ları bu­raya kadardı. E hani tanrıydın sen? Hani İlâhtın? Ne oldu? Nasıl İlah oldun? Nasıl tanrı oldun sen? Allah kanunları dururken nasıl ka­nun yapmaya kalkıştın? İbâdet ve itaat edilecek yegâne varlık olan Allah dururken nasıl Allah’ın kullarını ona kulluktan ko­parıp kendine kul köle yaptın sen? Hani ne duruyorsun bu konuda bir şeyler söyle­sene! Şaşırıp kaldı kâfir, apışıp kaldı, aptallaşıp kaldı. Elbette:
"Allah zâlimlere hidâyetini nasip etmez."
Elbette Allah zâlimleri hidâyete ve başarıya ulaştırmaz. Elbette Allah yeryüzünde hakkı olmadığı halde zâlimlik yapan, Allah’a kulluk makamında bulunması gerekirken kendisini başka bir makamda bu­lunduran, Allah’ın arzında Allah’ın hakkını gasp ederek Allah’ın kulla­rına hükmetmeye kalkışan, egemenlik iddia­sında bulunan bu tür zâ­limleri hidâyetine ulaştırmayacaktır. Yâni bütün bu hakikatleri anla­maya onu ulaştırmayacaktır. İslâm’ı, Kur’an’ı anlama imkânı verme­ye-cektir bunlara. Ama eğer bu tür insanlar bir gün kendi Rabliklerini bir ta­rafa bı­rakırlar da gurur ve kibirlerini kırarlar da, Allah’ın Rabliğine, Rab olan Allah’ın hâkimiyetine inanırlar ve Rab olan Allah’ın velâ­yeti altına girerek Allah’ın bu velâyeti altında olanlara indirdiği ki­tabının hüküm­lerine teslim olurlarsa ve bu kitabın yeryüzünde pratiğini uygulamasını göstermek üzere gönderilmiş olan pey­gambere tabi olurlarsa yâni kendiliklerinden karar vererek hidâ­yete talip olurlarsa Allah da onları hidâyetine ulaştıracaktır. Hidâyet Al­lah’ın elindedir .
Bundan sonra Rabbimiz velâyetini anlatan ikinci bir örnek daha anlatır. Hayyu Kayyum olan Rabbimiz, mü'minlerin işlerini çekip çeviren, onları karanlıklardan, bilgisizlik, cehalet ve olayları çözeme­mekten dolayı içine düştük­leri şaşkınlık karanlıklarından onları kesin bilginin aydınlıklarına ve nûra nasıl çıkardığını anlatmak üzere bir mi­sal daha anlatacak Rabbimiz. Her ân şu âlemde cereyan eden öl­dür-me ve diriltme işinin nasıl gerçekleştiğini anlatacak.
259:"Yahut altı üstüne gelmiş bir şehre uğrayan kimse gibisini görmedin mi? O: "Bunu bu ölümünden sonra Allah nereden diriltecek?" Dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz sene öldürdü. Sonra onu diriltti ve "ne ka­dar kaldın?" diye sordu. O da: "Bir gün, yahut bir günden eksik kaldım!" dedi. Allah buyurdu ki: "Hayır yüz sene kaldın, öyle iken bak yiyeceğine ve içeceğine henüz bozul­mamış. Hele eşeğine bak, hem bunlar seni insanlara karşı kudretimizin bir alâmeti kılalım diyedir. Hele o kemiklere bak onları nasıl birbirinin üzerine kaldırıyoruz? Sonra onlara nasıl et giydiriyoruz? Böy­lece gerçek ona açıkça belli olunca: "şimdi biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir." dedi."
Burada anlatılan kişi de hadisenin geçtiği şehir de anlatıl­ma-mıştır. Sahabeden pek çoğunun ifadesine göre burada anlatı­lan kişi Hz. Üzeyr'dir. Yine sahabeden bazılarının ifadesine göre bu şahıs Hz. Ermiya'dır. Lût’un (a.s) hizmetçisi Şaya diyenler de olmuştur.
Hadisenin geçtiği şehir konusunda da Kudüs şehri üze­rinde du­rulmuştur. Bahtunnasır’ın saldırısı sonucu Kudüs’te oturan İsrâil oğullarının pek çoğu öldürülmüş, geri kalanlar da sürgün edilmiş ve Kudüs tamamıyla yakılmış, yıkılmış, yerle bir edilmiş. İşte bu manza­rayı görünce demişti ki:
"Allah burasını ölümünden sonra nasıl dirilte­cek?"
Bunun birkaç anlamda söylendiğini düşünüyoruz.
1-) Allah yerin altı üstüne getirilmiş bu memleketi diriltecek bu-na inanıyorum ama nasıl diriltecek? Acaba bunun yasası nasıldır? Rabbimin buna gücünün yettiğine kesin iman ediyorum ama acaba bunun keyfiyeti nasıl olacaktır?
Veya inanıyorum Allah bunları tekrar diriltecek ama ne zaman diriltecek? Bunun zamanlaması nasıl ki diyordu, anlamak istiyordu, kavramak istiyordu veya bizzat bunu gözle­riyle görmek ve itminana kavuşmak istiyordu.
2-) Ya da ben bunu istiyorum, ben buna sa'y ediyorum, ben bu şehrin ve şehir halkının dirilişine sa'y ediyorum, ben bu ülke in­sanının silkinmesini bekliyorum ama âcizim, bunun yolunu bilmiyo­rum, Allah bunu mutlaka yapacak, Allah ölmüş bu şehri mutlaka diriltecek, her şeyini kaybetmiş bu ülkeyi yeniden diriltecek ama galiba ben göreme­yeceğim! diyerek hayıflanıyordu.
Yani kendisini sorumlu bildiği o toplumun dirilişi için kafa yoruyor, düşünüyor ve çareler arıyordu. Ölülerin dirilişi hızlan­dırmak için çırpınıyor ve Allah’a dua ediyordu. Allah’ım, bu iş senin elindedir. Ölüleri ancak sen diriltirsin. Bu konuda yardımını esirgeme diye dua dua Allah’a yalvarıp yakarıyordu.
3-) Ya da bu ölüler nasıl dirilecek? Bu üzerlerine ölü toprağı ser­pilmişler, bu her şeylerini kaybetmişler, bu duyguları dumura uğ­ramışlar nasıl dirilecekler? Heyhat! Hiç de hayat emaresi gö­zükmü­yor. Hiç diriliş ümidi gözükmüyor. Ülkenin her tarafı dökül­müş saçıl­mış. Her yerde ölüm uykusu her tarafta ölüm sessizliği. Allah’ım ben bu toplumu nasıl dirilteceğim? Karanlık, karamsarlık ve ümitsizlik ifa­desi dökülüyordu dilinden. Bunu söyleyen o mak­satla söylemiyor, di­rilişin mümkün olmadığını kast ederek ya da şüphe ederek böyle ko­nuşmuyor. Bu sözleri çaresizlik umutsuzluk içinde bir dil sürçmesi ola­rak anlıyoruz. Çünkü yeniden diriliş konusunda, ümitsizlik küfürdür.
Orada ölüm sessizliğinin dışında hiç bir şey göreme­miş, bu sı­rada aklında birtakım sorular şekillenmiş "Allah burasını ölümünden sonra nasıl diriltecek?" gibi ve bu sorular kalbini etkisi altına almaya başlayınca:
"Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı. Sonra onu diriltti. Ve ona demişti ki: "Ne kadar kal­dın?" O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" demişti. Allah ona: "Hayır yüz yıl kaldın. Böyleyken yiyece­ği-ne ve içeceğine bak ki henüz bozulmamış. Eşeğine de bir bak bunu yapmamız seni insanlara ibret kılmamız için­dir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz? Sonra da onlara etlerini giydiriyoruz de­miştir"
Allah bunu göstermek için yüz yıl uyutuverdi onu. Tam bir asırlık bir uyku. Aradan geçen bir asır içinde Allah ölmüş mü'minleri ye-niden diriltti. Müminler Allah’ın izniyle silkinip, dirilip Kudüs’ü yeni­den fethettiler ve otuz sene içinde yeniden şehri imar ettiler ve Ku­düs’te hayat başladı.
Bunu bizzat gözleriyle görünce de dedi ki:
"Artık şimdi biliyorum ki gerçekten Allah her şeye güç yetirendir."
Veya işte, bu ülke Türkiye’dir veya İslâm dünyası­nın herhangi birisidir. Her şey bitmiş, ölmüş, her şey yıkılmış, her şey harap olmuş. Ümmet yıkılmış, hilafet yok olmuş, medreseleri­nin üzerinde baykuşlar ötüşür, mescidleri fonksiyonlarını yitirmiş, sarıkları, cübbeleri kaybol­muş, kitapları sünnetleri mülga olmuş, dinleri imanları cihadları heye­canları pörsümüş, her şeyleri ala­bora olmuş, ümitsizlik karanlığı üzerlerine çükmüş.
İşte bu yıkılışı acı acı seyreden birileri de feryad edi­yor. Ama kesinlikle inanıyoruz ki Allah bu ümmeti ölümünden sonra yeniden diriltecektir. Ölüm ve diriliş elinde olan, dilediğini öldüren, di­lediğini dirilten Allah, inşallah bizim toplumu da diriltecektir.
Yine bakın Rabbimiz bundan sonra bu ihya ve imata ile ilgili, ya­ratma ve öldürme ile alâkalı bir misal daha anlatacak:
260:"Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl di­ril­tirsin bana da göster!" Demişti de Allah’: "İnanmı­yor musun?" Demişti. (Bunun üzerine) İbrahim: "Evet inanı­yorum, ancak kalbimin mutmain olması için bunu istiyo­rum" Demişti. Allah da: "Dört kuş al! onları ken­dine alıştır. Sonra da onlardan her dağa bir parça koy, sonra da onları kendine çağır. Onlar sana koşarak ge­lirler. Bile­sin ki şüphesiz Allah güçlüdür hakimdir."
İbrahim (a.s) dedi ki: "Ey Rabbim ölüleri nasıl diriltirsin? Na­sıl dirilteceksin? Böyle bir soruyu kim soruyordu? İnanmayan birisi miydi bunu soran? Hayır bunu soran Allah’ın peygamberiydi. Az evvel oku­duk Allah düşmanı Nemrut karşısında: "Benim Rabbim diriltir, benim Rabbim öldürür." diyen bir peygamberin dö­nüp de bu konuda inkâr içinde olduğunu söylemek mümkün de­ğildir. İbrahim (a.s) burada di­yordu ki: "Ey Rabbim! Ey hayat ver­meye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim! Ölüleri nasıl diriltecek­sin?" derken ben biliyorum ve inanıyo­rum ki sen ölüleri diriltirsin fakat bu işi nasıl yaptığını bana göstermeni istiyorum diyordu. Bu­radaki soru edatı, var olduğu kabul edilen bir şe­yin keyfiyetini öğ­renmek için kullanılır. Meselâ Hasan’ın ilmi nasıldır? diye sormak Hasan’ın ilminin var mı? Yok mu? olduğunu sormak an­lamına de­ğil, Hasan’ın var olan ilminin derecesini sormak demektir.
İbrahim’in (a.s) bu sorusunun altında bir şüphesinin olmadığını bilen Rabbimiz bunu dinleyenlerin böyle bir zehaba kapılmamaları için de: "İnanmıyor musun?" buyurarak onun "İnanıyorum ya Rabbi!" de­mesini bize duyurmayı murad etmiştir.
Çünkü: İbrahim (a.s) alelade bir insan değil bir peygamberdi. Normal bir müslümanın Allah’a karşı kulluk görevlerini yapabilmek için bu ölmüşlerin dirilişi gerçekliğini gözleriyle görme ihtiyacı duymayabi­lir. Fakat bir pey­gamber insanları kendisine çağıracağı şeyi bizzat gözleriyle gör­meliydi ki görevini en güzel biçimde yapabilsin. İnsan­lara: "Sizi inanmaya çağırdığım şeyi ben gözlerimle gördüm. Siz ca­hilsiniz, ama biz biliyoruz. Siz körsünüz, ama biz görüyoruz!" diyebil­me­liydi.
Peygamberlerin bunu diyebilmeleri için Rabbimiz tarafından on­lara göklerin ve yerin işleyiş biçimleri göklerin ve yerin melekûtu, cennet, cehennem, öldükten sonra dirilme gibi husus­lar apaçık göste­rilmiştir. Konumları ve üslendikleri görevleri gereği Allah onlara bu ya-kîn bilgisini olarak öğretmiştir.
Evet İbrahim (a.s): "Ya Rabbi bunu bana göster!" deyince Rabbimiz buyurdu ki:
"İnanmıyor musun?"
İnsanları, varlıkları tekrar dirilteceğime inanmıyor musun ey İb­rahim? Bir şüphen mi var bu konuda? İbrahim (a.s) buyurdu ki:
"Evet inanıyorum ama kalbim tatmin olsun için is­ti­yorum."
İbrahim’in (a.s) kalbi mutmain olacaktı, tabii atamızın kalbi mutmain olunca da bizim kalbimiz de mutmain olacaktı. Bu münâse­betle Rabbimiz ölüleri nasıl dirilttiğini Bakara sûresinin 260. âyetinde anlatacak biz de gözlerimizle görmüş gibi olacak ve inanacağız.
Allah da hayatın, kuş gibi uçup giden bir şey olduğunu işa­ret et­mek üzere, ve ölüleri nasıl dirilttiğini göstermek üzere bu­yurdu ki:
"Dört kuş al, onları kendine alıştır. Sonra onlar­dan her dağa bir parça koy, sonra da onları çağır. On­lar sana koşarak gelirler. Bil ki şüphesiz Allah Azîzdir, Hakimdir."
Rabbimiz buyuruyor ki Ey İbrahim dört kuş al ve on­ları iyice kendine alıştır. Yâni onlara iyice alış, duyularını onlar üzerine teksif ederek iyice onları tanı. O kuşların şekillerini, renkle­rini, özelliklerini iyice öğren ve tanı ki bunları başkaları ile karış­tırma. Dirilip yanına gelen bunlar mıydı? Yoksa başkaları mıydı? Bu konuda şüphen ol­ma-sın.
İbrahim (a.s) aynen Rabbimizin buyurduğu gibi yaptı. Dört kuş aldı, bunları iyice tanıdı, sonra bunları kesip etlerini birbirine karıştıra­rak her bir parçasını bir dağ başına koydu. Sonra onları tekrar çağırdı. Kuşların parçaları birleşerek, canlanmış olarak İb­rahim’in (a.s) dâve­tine koşarak icâbet ettiklerini İbrahim (a.s) göz­leriyle gördü. Siz de gördünüz değil mi bunu gözlerinizle? Siz de şahit oldunuz buna değil mi? Evet biz de gözleri­mizle gördük ve şahid olduk. Çünkü fikirler ya­nılır, duyular yanılır, gözler kulaklar yanılır, deneyler yanılır ama vahiy asla yanılmaz. Her şey yanılır ama Allah asla yanılmaz. Ayet asla ya­nılmaz. Sûrenin başlarında değinmiştik kişinin Allah’la öğrendiği bilgi kendi kendine öğrendiği bilgiden her zaman üstündür. Kişinin kendi tecrübeleriyle kendi duyularıyla öğ­rendiği bilgi yüzde yüz kesin ise, vahiyle öğrendiği bilgi yüz de bin kesinlik ifade edecektir.
İşte böyle İbrahim (a.s) öldürdüğü kuşların dirilmiş olarak ve ko­şarak kendisine doğru geldiklerini görecek ve kalbi tatmin olacaktı. Demek ki bu âyet-i kerîmeden öğreniyoruz ki insan kalbi­nin itminana kavuşmasının iki yolu vardır.
1-) işte bu âyetin de ifadesiyle Rabbimizin göze hitap eden gör­sel âyetleri vardır. Bunlar, Rabbimizin kâinatta serpiştirdiği ay, gü­neş, yıldızlar,sema,yağmur,bulut,kar,insan,bitki,ağaç gibi görsel âyetlerdir. Bunlar Allah’ın varlığını bize anlatan âyetler ve alâmetler­dir.
2-İkincisi de: "Dikkat edin kalpler an­cak zikrullah ile itminana kavuşur, kalpler ancak zikrullah ile doyuma ulaşır, sükûnete erişir, sıhhatine kavuşur." Ayeti Kur’an-ı Kerîmdeki kulağa hitap eden Rabbimizin işitsel âyetleridir.
Öyleyse bizler de kalplerimizin sükûnete kavuşmasını, do­yu-ma ulaşmasını itminana kavuşmasını istiyorsak kalplerimizi istila etmiş şüphe bulutlarını yok etmek üzere zikrullahla yâni Kur’an’la ve görsel âyetlerle sürekli beraber olmak zorundayız ki, Allah yar­dımcı­mız olsun. Öldükten sonra dirilme konusunda şüphesi olmayan mü'-minlerin kalplerinin tatmin olması için, inanmayan kâfirlerin de imana yönelmeleri için sürekli bu kitapla beraber olma zorunlu­lukları vardır. Bunu hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz yarın o mecburi diriliş günü gelmeden önce, müminleri infaka teşvik edecek. Ey müs-lümanlar! Rabbinizi tanıdınız, gücünü kud­retini bildiniz, Hayyu Kay-yum olduğunu, gökte ve yerde ne varsa hepsinin mülkünün sahibi olduğunu, bir lahza bile uyuklamadan, gaflet etmeden kullarının işle­rini deruhte ettiğini, öldüren ve diril­ten olduğunu bildiniz. İşte böyle bir Allah uğruna infakta bulunun! Maldan, candan, ilimden, akıldan, za­mandan, görüşten ve sahip olduğunuz her şeyden infakta bulunun. Sahip olduğunuz şeylerin başkalarının da sahip olmasını isteyin. Evi­nize götürdüklerinizden başkalarının evine de gitmesini sağlayın. Sa­hip olduğunuz şeyleri başkalarıyla da paylaşmayı becerin.
İşte böyle bir Allah adına infakta bulunulur. Böyle bir Allah uğ­runa can da mal da fedâ edilir. Ve böyle bir Allah her şeye lâyık olan bir Allah’tır. Zaten Allah’ı tanımayan, Allah’ın gü­cünü kuvvetini ve mül-kün gerçek sahibi olduğunu bilmeyen, mül­kün ve hayatın kendi­sine ait olduğunu zanneden bir adam zırnık bile veremez. Veremi­yorlar da işte görüyoruz. İşte Rabbimiz bu bölümde kendisini tanıttık­tan sonra böylece bildiğiniz benim hatı­rıma infakta bulunun buyuracak ve bu infak konusunda da iki ör­nek verecek Rabbimiz:
261:"Mallarını Allah yolunda harcayanların du­rumu bir tanenin durumu gibidir ki yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah’ın rahmeti geniştir. O her şeyi bilir."
Rabbimiz daha önceki âyetlerde infak etmeyenlerin kâfirler oldu­ğunu, Allah’ın dostlarının mü'minler olduğunu, tâğutun dostla­rının da kâfirler olduğunu anlatmıştı. Kâfirler tâğutlar uğrunda, tâğutî sis­temlerin yaşaması uğrunda, nefisleri, putları şeytanları ve şehvetleri uğrunda harcarlar. Mü'minler de Rableri ve Rablerinin sisteminin hâ­kimiyeti adına harcarlar. Cihad ve ilayı kelimetullah adına harcarlar.
Âyet-i kerîmede Allah yolunda infak edenlerin sevaplarının kat kat artırılacağı anlatılıyor. Hattâ bir iyiliğin karşılığının yedi yüze kadar çıkartılacağına dair bir misal veriliyor. Daha sonra bir amel ve o ameli işleyenlerin o ameli işlerken taşıdıkları ihlâs ve samimiyetlerine göre kat kat artırılacağı anlatılıyor. Yâni yapılan infakın değeri ya da karşı­lığında takdir edilecek mükâfat o infakın ferdin, toplumun ve ümmetin problemlerine, sıkıntılarına ne ölçüde çözüm getirdiğiyle orantılıdır. Yâni infaka takdir edilecek sevap giderilen ihtiyaçla orantılıdır.
Öyleyse: İnfak, infak edilen şeyin hacmi, azlığı, çokluğuyla ilgili değildir. Bir çuval hurması olup da bunun yüz tanesini Allah yolunda infak eden kişiyle bir tek hurması olup da ona ihtiyacı varken bölüp ya­rısını bir kardeşine infak eden kişi elbette bir değildir. Burada mü­kâfatın takdirinde azlık çokluk değil niyet ve giderilen sıkıntının türü önemlidir.
Mü'minler infak için bir taneyi bile küçük görme­meli ve onu Allah adına harcamayarak Allah’tan kıskanmamalıdır. Elimde bir ta­nem var onu da Allah yolunda harcarsam o da yok olup gidecek de­me-melidir. Bakın Allah önce dirilme sırrından söz etti. Eğer bu dirilme sırrı olmasaydı o bir tane yok olup giderdi. Ama bakın Allah onun yok olup gitmediği gibi çok daha fazlasıyla mukabelede bulunacağını an­latıyor.
"Allah dilediğine (harcadığının karşılığında) daha kat kat verir. Muhakkak ki Allah Vâsîdir, Âlim­dir."
Allah Vasidir, geniş olandır, genişlik sahibidir. Yâni dilediğine dilediği kadar kat kat ve hesapsız verendir. Âlimdir. Kime ne kadar ve­receğini çok iyi bilendir. Allah verenin verirken hangi şartlarda ve ne niyetle verdiğini en ince teferruatına kadar bilen, ve verene vereceğini nasıl takdir edeceğini bilendir.
İnfakın karşılığı budur. Ama şurası da unutulmamalı­dır ki her infak bu mükâfata lâyık değildir. Yâni her infakçıya bu sevap veril-mez. Bakın bundan sonraki âyet-i kerîmesinde bu hu­susu anlatırken Rabbimiz şöyle buyurur:
262:"Mallarını Allah yolunda infak edip sonra da harcadıklarını minnet ve eziyet vesilesi kılmayanlar var ya işte onların mükâfatı Rableri katındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir."
Rabbimiz kendi rızası uğrunda yapılacak infakın çok değerli ol­duğunu, çok büyük sevaplara lâyık olduğunu anlattı. Ama bu âyet-i kerîmesinde bu büyük sevaplara nail olabilmek için birtakım şartların yerine getirilmesi gerektiğini anlatıyor. Rabbimizin anlattığı bu şartlar yerine getirilmedikçe yapılan harcamaların boşa gideceği anlatılıyor. Bu şartlardan birisi infakta "menn" olmayacak, ikincisi de "eza" olma­yacak. Menn ve eza infakın bereketini kaçıran iki kötü özellik olarak zikrediliyor.
Menn; bunun iki anlamı var.
1-) Başa kakmak, baş kakıncı yapmak.
2-) Az verip çok istemektir.
Birinci mânâsıyla menn iyilik yaptığı kişiye, infakta bu­lunduğu insana karşı yaptığı iyiliği, sayıp dökmektir. Ben sana şunu vermiştim. Ben sana şunu yapmıştım. Gibi yaptığı bir iyiliği hatırlatıp kendine karşı ödemesi gereken haklarının bulunduğunu, minnet borcu oldu­ğunu sürekli hissettirip durması­dır.
Hani devamlı anlatılır. İki arkadaş bir yere giderlerken birisi­nin şemsiyesi varmış ötekisinin hiç bir şeyi yokmuş. Şemsiyeli olan arka­daşını da bu şemsiyesinden istifade ettirerek, Onu ıslanmak­tan kur­tarmış. Ama bunu bir türlü unutmamış adam. İkide bir: “Arkadaş! Ha-tırlıyor musun o gün ne yağmur yağmıştı! Eğer benim şemsiyem ol­masaydı sırılsıklam ıslanmıştın. Dua et ki be­nim şemsiyem vardı.” di­yerek sürekli bunu hatırlatıp durmasından rahatsız olan arkadaşı orada bir ırmağın içine kendisini atar ve: “Evet senin şemsiyen olma­saydı herhalde bundan daha beter olmayacaktım!” Der. Aslında Ec­dadımız "birine yaptığın iyiliği hemen unut. Ama kendine yapılan iyiliği unutma!" der. Birine iyilik yapıldığı zaman hemen bunun unutulması gerekir.
Menn kelimesinin ikinci mânâsı Müddessir sûresinin 6. âye­tinde de ifade buyurulduğu gibi Yaptığı işi çok görerek ya da, az vere­rek çok şey istemektir. Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, efendimize buruyor ki: Peygamberim, daha iyisini beklediğinden dolayı sakın in­sanlara iyilikte bulunayım deme. Kaz gele­cek yerden tavuk esirgen­mez mantığıyla insanlara iyilikte bulun­maya kalkma. Ben bunu bir kere arabama bindirirsem, bu bana araba alır beklentisiyle hareket etme. Hareketlerini buna bina etme peygamberim! Veya sen kendini çok iyiliğe lâyıksın zanne­derek hareketlerini öylece düzenleme!
Veya karşındakini minnet duygusu altında tutma. Az verip çok şey bekleme! Hep toplumsal planda, hem de Allah’a karşı gö­revle­rinde öyle davranma! Meselâ efendim namazı­mızı kılıyoruz, abdesti-mizi alıyoruz, elbette Allah bizi koymayacak da cennetine sı­ğırları mı koyacak? Gibi, az yaptığın şeyler karşılı­ğında tam kulluğun gereği olan cenneti bekleme. Veya sosyal ilişkiler içinde karşındakine iki âyet anlattın diye iki çay içirmesini bekleme. Ya da iki hadis anlat­tın diye aferin demelerini bekleme. Veya ben bunlara İslâm’ı tebliğ et­tim diye hemen karşındakilerin hayatlarının değişmesini bekleme. Yâni karşındaki insanlara yap­tığın bir iyilik, bir infak karşılığında onla­rın sana minnet duymasını isteme.
Evet infakta ve iyilikte menn olmayacak. Cezada olmaya­cak. Eziyet; birine verdiği şeyden ya da yaptığı iyilikten ötürü ona karşı ta­hakküm etmeye kalkışmak demektir. Kendisini har­cama yaptığı, infakta bulunduğu kişiden sürekli üstün görmek ve infakta bulunduğu kişiyi sürekli alçaltmak demektir.
Ya da eza, tiksindirmek demektir. İyiliğe balgam atmak de­mek­tir. Eğer iyilik Allah için yapılmışsa o buna her zaman lâyıktır.
Binaenaleyh sadaka verenler, yardımda bulunanlar yar­dımda bulundukları insanlara karşı bu yardımı psikolojik bir komplekse dö­nüştürenler yaptıkları iyiliklerle karşılarındakini ez­meye çalışanlar bu amellerinin boşa gittiğini bilmelidirler. Böyle bir iyiliği, böyle kan kustu­rarak yapılmış bir infakı Allah hiçbir zaman kabul etmiyor. Çünkü bu amel Allah için değil başkaları için veya kendisinin daha faziletli daha üstün olduğunu ispat etmek için ya­pılmış bir ameldir. Zira öyle insan­lar vardır ki böyle eziyetlere ma­ruz kalmaktansa aç kalıp ölmeyi tercih ederler. Kendi şeref ve onurlarını kaybetmektense, yokluk ve sıkıntı içinde yaşamayı izzet ve şerefine mal olan bir zenginliğe tercih eder­ler. Bakın İnsan sûresinin 8, 9 ve 10. âyetlerinde Rabbimiz şöyle bu­yurur:
"O muttakiler yemeği kendi ihtiyaçları varken yok­sula yetime ve esire yedirirler. Ve (yedirirken de on­lara) Biz size Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Çünkü biz Rabbimizden bed çehreli asık suratlı bir günün azabın­dan korkarız der­ler."
(İnsan 8-10)
Kendilerinin o yemeğe ihtiyaçları varken yedirirler veya seve seve yedirirler,yahut Allah sevgisinden ötürü yedirirler, ya da sevdikle­rinden, sevdikleri yemekten yedirirler. Bir de yedirirken yedirdiklerine: “Size ancak Allah için yediriyoruz. Sizden ne bir kar­şılık isteriz, ne de bir teşekkür derler.” Değilse ben size yediriyo­rum, ben size yardım ediyorum, o halde siz de benim karşımda şöyle şöyle davransaydınız, elimi bari öpseydiniz, ben gelince ayağa bari kalksaydınız sözümü dinleseydiniz vs, vs. Gerçek mü'minler böyle yapmazlar. Mü'minler yaptıklarını Allah için ya­parlar. Ona başka şeyleri asla karıştırmamaya çalışırlar.
Ama ba­kıyoruz bugün yemek yedirenlere, ziyafet çekenlere ne adına ya­pıyorlar bunu? Dergiye abone toplayalım diye, dergaha adam bulalım diye, partiye üye kaydedelim diye, cemaatin sayısını artı­ralım diye, ya da hoca desinler diye, zengin desinler diye, beni adam yerine koysunlar diye, bugüne kadar kazandığım sosyal sta­tümü kaybetmeyeyim diye, ya da bugün tavuk vereyim de yarın kaz gelir diye, ya da kasamı doldurayım, kesemi şişireyim diye. Bugün in­sanlar bunun için yediriyorlar. Veya işte başa kakıyorlar, yedirdiklerini ezme adına yediriyorlar ki bunların hiç birisi Allah’ın istediği ikram de­ğildir.
Öyleyse başa kakılarak, baş kakıncı yapılarak, yapılan ik­ram sü­rekli gündemde tutularak ya da eziyet edilerek, yapılan bir iyilik kar­şılığında karşısındakine hükmetmeye kalkışılarak, sada­kalarımızı boşa çıkarmayalım. Böyle yapmaktansa, onların onurla­rını kırarak, iz­zeti nefislerini rencide ederek bir şeyler vermek­tense onlara güzel bir söz söylememiz, maruf bir söz söylememiz daha hayırlıdır.
263:"Güzel bir söz ve bağışlama, arkasından ezi­yet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Muhakkak ki Allah Ğa-nî’dir, Halîmdir."
Onlara güzel söz söyleyin, tatlı söz söyleyin, hoş görülü olun. Onlara yardımda bulunarak arkasından burunlarından getir­menizden, onurlarını kırmanızdan daha iyidir. Şunu hiçbir zaman unutmayın ki, Allah sizden daha zengindir ve sizin bu şekilde ya­pacağınız yardım­lara da ihtiyacı yoktur. Çünkü İslâm’da eziyetleri engellemek menfaati celp etmekten daha evlâdır.
İhtiyaçlı olan kişiye güzel söz söylenir güler yüz gösterilir. Eğer ona o anda verebilecek bir şeyimiz yoksa Kardeşim şu anda imkânım yok. Allah ihtiyaçlarını gidersin. Allah yardımcımız olsun! Gibi güzel söz söylenir ve o kişinin ih­tiyacını açığa vurmadan kusuru affedilirse hem Allah’ın rızası kazanılır hem de ihtiyaç sahibi kişinin kin, haset ve nefreti engellenmiş olur. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Güzel söz sadakadır. Müslüman kardeşini güler yüzle karşılaman iyiliktir."
Buyurur. (Müslim)
İnsanlara söylenebilecek en güzel söz birine bir şeyler verir­ken şöyle demektir: Al kardeşim. Bu benim değil senindir. Bu benim malımın içinde Allah’ın sana verilmek üzere verdiği hakkıdır. Ben şu anda sana benim olan bir şeyi değil senin kendinin olan bir şeyi veri­yorum. Bu senin hakkındır. Bu benim malımın içinde sana verilmek üzere Allah’ın hakkıdır. Allah bunu sana verilmek üzere bana vermiş­tir demek zorundayız. Hani Meâric sûresinde:
"Onların mallarında isteyen ve isteyemeyenlerin hakkı vardır."
(Meâric 24, 25)
Buyuruluyordu ya, işte bu verdiğimiz bizim malımızın içinde on­lara verilmek üzere Rabbimizin koyduğu fazlalıktır ve onu, on­lara güzellikle ulaştırmak zorundayız. Bu konunun önemini biraz daha perçinlemek için, bakın Rabbimiz bundan sonraki âyet-i ke­rîmesinde yine şöyle buyurur:
264:"Ey iman edenler! Sadakalarınızı, Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen ve mallarını insanlara göste­riş olsun diye infak eden kimseler gibi başa kaka­rak veya eziyet vererek boşa çıkarmayın! Bu kişilerin (harcamala­rının) durumu, üzerine ince toprak örtülmüş sert kaygan bir kayaya benzer. Ona şiddetli bir yağmur isabet eder de (toprağını götürür ve) çırılçıplak bir hale getirir. (İşte on­lar) kazanç olarak bir şey elde edemezler. Şüphesiz ki Al­lah kâfir olan bir kavme hidâyet etmez.
Bu tür hareketler imanla asla bağdaşmaz. Bunlar İmandan kay­nak­lanan şeyler değildir. Çünkü iman, iman sahiplerini korumayı ve desteklemeyi emreder. İman, iman sahiplerinin imanlarını yaşaya­bilecek huzura kavuşturulmalarını emreder. İman, kendisinden kay­naklanarak yapılan amellerin boşa çıkarıl­mamalarını emreder. Rab-bimiz bu âyet-i kerîmesinde mallarını gösteriş için harcayan ve har-cadıklarını da, baş kakıncı yapan kimseleri Allah’a ve âhirete inanmayan insanların yanı başında zikrediyor. Allah’a ve Âhiret gü­nüne iman etmeyenler mallarını gösteriş ya da dünyevî menfaatler elde etmek için harcarlar. Bir yere bir harcama yapacakları zaman evvela bununla ne kazana­caklarını hesap ederler. Bunlar bu yaptıkla­rının karşılığını kesin­likle Allah katında bulamayacaklardır. Çünkü bunlar bu yaptıklarını Allah için yapmamışlardır. Menfaat ve riya için yapmışlardır.
Hani hizmetçi kızın biri ağlıyormuş: Ne yapıp ettiysem bir türlü ağamı memnun edemdim diye. Komşu kadın sormuş: Kızım nasıl hiz-met ediyorsun ağana? Bana bir anlatır mısın? Demiş. Kızcağız anlat-maya başlamış: “En güzel yemekleri yapıyorum. En güzel yağları döküyorum, en güzel tabaklara koyuyorum üze­rine de tezeği koyuyo­rum, en güzel en taze bir hayvan tezeğini de üzerine kapatıyorum ama bir türlü ağama beğendiremiyorum” di­yormuş. İşte kimileri de böyle yapıyor. Adam güzel güzel ameller işliyor ama o amellerinin üzerini tezekle kapatıyor, yâni riya ile, gösterişle kapatıyor. Halbuki Allah böyle bir ameli kabul etmiyor.
Böyle gösteriş olsun diye infakta bulunan ya da infakını baş ka­kıncı yapan insanların durumunu anlatırken bir örnek veri­yor Rab-bimiz. Sert bir kayalık arazi düşünün ki, yağan yağmurlar üzerin­den kolayca akıp gitmektedir. Bu sert arazinin üzerinde in­cecik bir toprak tabakası var ve siz bunun üzerine bir şeyler eki­yorsunuz. O ektiğinizi korumaya ve yetiştirmeye çalışıyorsunuz. Tohum çıkıyor, fi­lizleniyor, dışarıdan tohum filizlenip dal budak saldı diye bakıp bakıp seviniyorsunuz. Sonra bardaktan boşanır­casına bir yağmur yağmaya başlıyor. Ve yağan yağmur selleri o kayalığın üzerindeki o incecik top­rak katmanını üzerindeki filizlerle beraber söküp silip süpürür. So­nunda çekilen tüm zahmetler tüm emekler, harcanan tüm mesailer bir anda yok olup gidiyor. Zira bu filizler köksüzdür, tutunurlulukları yok­tur. İşte aynen bunun gibi amellerini köklü bir imana dayandırmayan, basit ve köksüz men­faatler ve gösterişler için yapan kişilerin amelleri de böyle yok olup gidecektir. Yarına intikal etmeyecek ve Allah ka­tında en ufak bir faydası bile görülmeyecektir.
Ama buna karşılık mallarını Allah için harcayanların du­rumu da şuna benzer:
265:"Mallarını Allah’ın rızasını kazanmak ve kalple­rindeki imanı sağlamlaştırmak için harcayanların hali, yüksek tepede bulunan bahçenin hali gibidir. Oraya bol yağmur yağar ve meyveleri iki kat olur. Eğer bol yağ­mur yağmazsa çisenti olur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
1- Mallarını Allah için harcayanlar, Allah’ın rızasını kazanmak için ve kalplerindekini ortaya koymak için, mü'min olduklarını is­patla­mak için, ya da kalplerindeki imanlarını amele dönüştürerek kuvvet­lendirmek için sadaka verenler. Buradaki:
"Nefislerindekini tespit için verenler."
İfadesinin birinci mânâsı budur. 2- Bunun bir ikinci mânâsı da: Sadaka, sıdk, sadâkat, tas­dik, bunlar aynı kökten gelir. Tasdik imanın eylemidir. Tasdik imanın ispa­tıdır. Malının tümünün Allah’a ait olduğuna inanan kişi mü'mindir. Ama bu imanı eyleme geçirerek, Allah’a ait olduğuna inandığı bu malını Allah yolunda sadaka veren kişi de tasdik ehli­dir, yâni sıddîktır. "Sa­daka burhandır" hadisi de bunu anlatır. Sadaka vermek malın ve canın Allah’a ait oluşunu kabulün delili­dir. Müminler mallarını ve can­larını Allah yolunda kullanarak sada­kalarını ortaya koyarlar. Sadaka insanın mal yönündeki imanını doğrulayan bir husustur.
3- Ya da bu, Allah için sürekli verme konusunda sebat ehli ola­bilmeyi becerebilmek için verilen demektir bunun mânâsı. Ken­dilerini sürekli vermeye alıştırabilmek için infak ederler. Bir bakıma nefis eği­timi adına verenler demektir. Yâni nefislerini iman üzerine sa-bit kıl­mak için mallarını ve canlarını Allah yolunda fedâ ederler. Zira mal ve can, Allah yolunda fedâya hazır olmadıkça, nefislerin iman üzerine sabit olması mümkün değildir.
4- Ya da sonuçtan kesin olarak emin oldukları halde verir­ler de­mektir bunun mânâsı. Yâni verene Allah’ın kat kat vereceği konu­sunda emin olarak verirler. Nitekim Leyl sûresinde de bu konu şöyle anlatılır:
"Artık kim verir ve muttaki olursa, ve hüsnayı da tas­dik ederse biz onu kolaya kolaylayacağız."
(Leyl: 5-7)
Evet içinizden kim Allah’ın verdiğini verirse, yarım ekmek, çey­rek ekmek, bir hurma, yarım hurma verirse, Allah güç mü verdi, akıl mı verdi, boş zaman mı verdi, dil mi verdi, bilgi mi verdi onları ve­rirse, ama muttaki olarak, benimseyerek, Allah adına ve Allah için ve­rirse, ve bir de hüsnayı tasdik ederse, yâni verene Allah’ın vereceğine inanarak, bunu tasdik ederek verirse, biz onu kolaya kolaylayaca­ğız.Bu Hesabını kolaylaştıracaktır. Birinci anlamı, Allah onun hayatını kolaylaştıracaktır.
İkincisi, Öyle bir hayat yaşayacak ki o kişi, kazan­ması kolay, harcaması kolay, namazı kolay, ikramı kolay, çocuklarını kolayca terbiye eder, hanımını kolayca terbiye eder, kolay karar alır, Allah’ın rızasının nerede olduğunu kolayca anlar ve hemen kolayca ona yönelebilir. Kalplerindekini tespit ve tasdik için verenler.
5- Bunun beşinci mânâsı da nefsini mal sevgisinden ve cim­rilik hastalığından temizlemek ve Allah yolunda eğitmek için verenler de­mektir. Çünkü bugün malını veremeyen kişi yarın ge­rektiğinde canını hiç veremeyecektir.
Evet işte böyle Allah için verenlerin ve de kalplerindekini tespit etmek için verenlerin durumu aynen şuna benzer. Bunların durumu öncekilerin tamamen aksine, yüksek bir te­pe­nin üzerindeki bahçeye benzer. Öncekilerin durumunu alçak bir çuku­run içindeki bahçeye benzetmişti Rabbimiz. Yüksek yer ekinin güven ve selâmeti için alçak bir yerden daha iyidir. Çünkü alçak yerler ekine zarar verebilecek birtakım şeylerin saldırılarına, baskınlarına maruz kalabilir. Genellikle çöplükler, artıklar bu tür çukurlara dolar. Ama yüksek yerler bu tür tehlikelerden daha emindir.
İşte mallarını Allah yolunda harcayanlar, böyle yüksekte bulu­nan bir bahçeye benzer. Oraya yağan yağmur şiddetli ve bol olursa bolca bitki bitirir. İki kat hâsılat verir. Oraya bolca yağmur yağmasa bile, yâni ufak bir çisenti olsa bile yine bitki bitirir. İşte Allah için malını infak eden mü'minlerin durumu buna benzer. Çok verdikleri zaman öbür tarafta bolca ürün elde ederler, az verseler, çisenti kadar verse­ler bile Allah için verdiklerinden, başa kakmadıklarından, gösteriş yapmadıklarından ve de verdikleriyle verdiklerine eziyet etmediklerin­den Allah onlara yine bolca sevap verecektir buyurulmaktadır. Bundan sonra bir soru ve vicdanlarımızla bir hesaplaşma nokta­sına getirerek sizler şöyle bir uçurumla karşı karşıya gelmek is­ter misiniz? Diyerek bizim karşımıza bir tablo daha çıkarıyor.
266:"Sizden hiçbiriniz ister mi ki, kendisinin hur­ma­lık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun, altında ır­mak­lar aksın, içinde her türlü ürünü bulunsun da, kendi üze­rine de ihtiyarlık çökmüş ve elleri ermez, güç­leri yetmez küçük zayıf çocukları olsun. Derken ona ateşli bir bora isabet ediversin de o bahçe yanıversin. İşte Allah, âyetle­rini size böylece açıklıyor. Umulur ki, düşünürsünüz."
Rabbimiz burada bize bir misal veriyor. Ömrünün son dö­nem­lerini yaşayan, zayıf ve ihtiyar olduğu için çalışıp kazanma im­kânı olmayan bir adam düşünün. Bu yaşlılık ve güçsüzlüğün yanında kü­çük yaşta olmaları ve de hasta olmaları ya da başka sebeplerle ça­lı­şamayacak durumda olan ve onun eline bakan ço­cukları da olan bir baba düşünün. Bu ihtiyar ve güçsüz babanın hem kendisi hem de ço­cuklarının geleceği için yıllarca çalışıp ye­tiştirdiği ve ümit bağladığı zemininden ırmaklar akan bir hurma ve üzüm bağı var. İçinde başka diğer meyveler de var.
Bu bahçe öyle bir bahçe ki onun geçimini, geleceğini ga­ranti ettiği gibi çocuklarının hayatını da güvence altına almaktadır. Bu du­rumda, bu yaşta ve bu şartlar altında bu bahçenin bu yaşlı baba için ne kadar önemli olduğunu, bu babanın onun üzerine nasıl titrediğini siz düşünün. Sahip olduğu bu bahçe sayesinde adam son derece ra­hat ve geleceğe ümitle bakıyor. Bahçenin dö­külüp gelen meyveleri onun tüm yükünü ve sorumluluklarını hafif­letiyor, yüzünü güldürüyor.
Ama, tam bu durumda her tarafı kasıp kavuran ateşli bir ka-sırga o bahçede şöyle bir tavaf ediyor. Ekmek teknesi, ümit da­ğarcığı tüm meyveler ve tüm ağaçlar harap oluyor, tüm üzüm ve hurma ağaçları yanıp kül oluyor. Ve düşünün ki bu yaşlı, çaresiz adam ya­nın-da bakıma muhtaç çocuklarıyla beraber bahçenin önünde duruyor. Artık o andaki onun duygularını kelimelerle ifade etmek mümkün de­ğildir. Yüzündeki karalığı, gözlerindeki zillet ve düşüklüğü, kalbindeki kırıklığı, yıkılışı, dökülüşü dile getirmek mümkün değildir. Karşısında duran bu manzara onun kalbinde hayat izi namına, ümit namına ne varsa hepsini silip götürmüştür. Bu kül yığınlarının arasında tüm ya­şama sevinci, tüm umutları yok olup gitmiştir.
Yaşı çok ilerlemiş olduğu için yeniden imar etme, yeniden ça­lışıp kazanma imkânı da kalmamıştır. Şimdi ne yapsın bu adam? Al­lah buyurur ki işte böyle ihtiyarladığınız, çalışıp yeniden kazanma im­kânınızın kalmadığı, çağınızın geçtiği bir döneminizde bütün hayatınız boyunca çalışıp kazandığınız şeylerin bir anda yok olup gitmesini ister misiniz? İçinizden kim ister bunu? İşte böyle bir tabloyu güzünüzün önüne getirin, dedikten sonra Rabbimiz karşımıza ikinci bir tablo daha çıkarıyor.
Bir ömür boyu çalışıp çabalayıp, ameller işleyip öbür ta­rafta cennet ümit eden bir adam düşünün. Çok şeyler harcamış, çok ameller işlemiş, çok değerli şeyler vermiş, infakta bulunmuş, ağla­yanları güldürmüş, yetimlerin başını okşamış, fakirlerin sofra­larını doldurmuş, kurslar yaptırmış, yurtlar kurmuş, yollar köprüler inşa et­tirmiş. Böylece bu yaptıklarıyla cenneti garanti etmenin se­vincini ya­şamaktadır. Fakat öbür tarafta çok ciddi bir hayal kırıklı­ğıyla karşı karşıya gelmiş. Tüm bu yaptıklarının imansızlık, riya, gösteriş, başa kakma ve eziyet fırtınalarıyla havaya savruldukla­rını, ya da yanıp kül olduklarını görünce, eline hiç bir şeyin geç­mediğini görünce bu ada­mın ne hale geleceğini siz düşünün.
Tıpkı önceki tablodaki yaşlanmış ve çalışıp kazanma im­kânı kalmamış adam gibi bu adamında kıyamet günü tekrar çalışıp amel işleme, Allah’ı hoşnut edecek ibâdetler yapma imkânı da kalmamıştır. İnfak edecek paranın olmadığı, ibâdet edecek fırsatın kalmadığı bir günde tüm yaptıklarınızın, dünya­lık adına yaptığınız için öbür tarafa intikal etmeyerek dünyada kal­dığını ya da riya, gösteriş, başa kakma gibi sebeplerle boşa gitti­ğini, hiçbir işe yaramadığını görünce aynen bu yaşlı adamın du­rumuna düşeceksiniz diyor Rabbimiz.
"İşte Allah size böylece âyetlerini açıklıyor. Düşü­ne­siniz, ibret alasınız diye."
Eğer bu dünyada, Allah’ın âyetleriyle birlikte bir hayat yaşa­maz, Allah’ın âyetlerinden ve uyarılarından uzak bir hayat yaşar, Al­lah’ın âyetlerine karşı vurdum duymaz bir tavır takınır, onlarla iç içe olmaz ve bunun tabii sebebi olarak da Allah’ın sizden istediği biçimde infak etmezseniz, maldan, candan, bilgiden, boş zaman­dan, beden­den Allah namına infakta bulunmazsanız tüm hayatı­nızı gençliğinizi ve enerjilerinizi bu dünyada kalacak biçimde har­car âhiretiniz için bir yatırımda bulunmazsanız aynen bu adamın durumuna düşeceksiniz! Bunu bir saniye bile unutmayın diyor Rabbimiz.
Evet imansızlık, riya, gösteriş, başa kakma ve eziyet verme amelleri bu hale getirecektir. Bunlar kıyamet günü tüm amelleri boşa çıkaracak ve sahiplerine çok büyük bir pişmanlık ve hüsran tattıra­caktır. Hem de kıyamet günü insanın hiç bir şeye sahip ol­madığı ve de cennete girebilmek için onlara en çok muhtaç ol­duğu bir anda tüm ameller boşa çıkacaktır Allah korusun.
267:"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en gü­zelle­rinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan (Al­lah için) harcayın. Kendinizin göz yummadan alamaya­cağınız pis ve değersiz şeyleri vermeye kalkmayın. İyi bilin ki şüp­hesiz Allah Ğanî (zengin) dir, Hamîd (övül­meye lâyık) dir."
Rabbimiz bundan önceki âyet-i kerîmesinde kendi rızasına uy­gun olarak yapılacak infakın katında kabul edilebilmesi için infak eden kişide bulunması gereken şartları anlatmıştı. İnfakta bulunan kişinin bu infakını sırf Allah’ın rızasını kazanmak için ve nefsini temizlemek adına yapması gerektiğini, riyadan, göste­rişten, başa kakmaktan ve eziyetten uzak durması gerektiğini an­latmıştı. Bu âyet-i kerîmesinde de Rabbimiz harcanacak, infak edilecek malda bulunması gereken şartları anlatıyor. Ve infak edilecek malların türünü anlatıyor. Buyuru­yor ki Rabbimiz:
"Kazandıklarınızın en temizinden."
Kazandıklarınızın en temiz ve en güzellerinden infak edin. Bura­daki "Tayyibat" ifadesini iki mânâda anlıyoruz.
1- Kazandıklarınızın en temizinden infak edin demektir bu­nun mânâsı. Yâni kaynağı temiz olan, kazanma yolu temiz ve he­lâl olan, helâl yollardan kazandığınız mallarınızdan infak edin. Ka­zanç yolu haram olan, temiz olmayan malları infak etmeyin. Zaten bunlara İslâm mal demez. Nitekim Abdullah Bin Mes'ud'un rivâyet ettiği bir hadisle­rinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Haramdan mal kazanan bir adam ondan infak ede­cek olursa kesinlikle bu infakını Allah kabul etmez. Sadaka verecek olursa sadakası kabul edilmez. Onu ver­meyip geri bırakacak olursa o mutlaka onun için cehen­nem azığıdır. Muhakkak ki Allah kötüyü kötü ile silmez. Fakat kötüyü iyi ile siler. Çünkü pis ve bayağı olan bir şey, pis ve bayağı olan bir şeyi asla silmez."
(İmam Ahmed)
Hattâ Hanefî ulemâsının ifadesine göre herhangi bir kimse, ha­ram yollardan kazandığı bir malı, Allah adına ve sevap bekleye­rek infak edecek olursa bu adam kâfir olur. Çünkü bu haliyle bu adam ha­ramı helâl kabul etmiştir. Ve yine bu adamın bu malı, kendisine infak ettiği fakir onun haramdan kazandığını bile bile kendisine: "Allah sen­den razı olsun" gibi bir dua da bulunursa, bu fakir de kâfir olur. Bu iki­sinin durumunu bilerek onların bu konuş­malarını duyan ve "Amin" di­yen kişi de kâfir olur. Evet mallarınızın temizinden yâni helâlinden infak edin diyor Rabbimiz.
2- Mallarınızın en güzellerinden, en kıymetlilerin­den infak edin demektir. Bakıyoruz bugün kimi insanlar kendileri­nin beğenmedikleri, değer vermedikleri yaramaz mallarını infak ediyorlar. Eski olduğun­dan, değersiz olduğundan, tadı tuzu güzel olmadığından, ya da başka kusurları sebebiyle kendilerinde bu­lundurmayıp başkalarına savmak istediklerinden veya başka se­beplerle kendilerinin ondan kurtulmak istedikleri mallarını infak etmeye çalışıyorlar. Başkaları bu tür malları kendilerine verecek olsalar, gözlerini kapatarak ancak kabul edebile­cekleri malları infak etmeye çalışıyorlar.
Ve böylece, Allah ancak bu kadarına lâyıktır demeye çalışı­yor-lar. Allah diyor ki böyle yapmayın. Allah buna lâyık değil­dir. Allah’a imanın gereği bu değildir. Bilesiniz ki Allah Ğanî’dir, Allah zengindir. Bu yaptıklarınız Allah için değil kendiniz içindir. Allah Hamîd’dir. Allah kendi kendini övendir. Sizlerden hiç biriniz ona onun istediği biçimde kulluk yapmasanız, onu onun istediği biçimde övgüye lâyık görmese­niz bile o kendi kendini övendir. Onun ne sizin mallarınıza, ne de öv­gülerinize ihtiyacı yoktur.
Öyleyse harcanan, infak edilen mallar kişinin mallarının en te­mizi ve en iyisi olmalıdır. Tirmizî’nin Bera İbni Azib’ten nakil etti­ğine göre bu âyetin nüzul sebebi şöyledir. Sahabeden Bera İbni Azib der ki: "Bu âyet biz Ensâr hakkında nazil olmuştur. Bizler hurma bahçele­rimizden, çokluğuna ve azlığına göre hurma sal­kımları getirir ve muhtaç olanlar ondan istifade etsinler diye, mes­cide asardık. Ehl-i Suffe’-den dilenenler karınları acıktığı zaman gelirler asalarıyla vurur­lar ve bu salkımlardan düşenleri yerlerdi. Sahabeden bazıları da caiz zannıyla, ya da azalacak korkusuyla döküntü, bozuk, adi, çürük çarık şeyleri kırılmış ve düşmüş hurma salkımlarını getirip asmışlardı. İşte bunu beğenmeyen Rabbimiz bunun üzerine bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur. Yâni sizden biriniz nefsinin hoşlanmadığı, değer verme­diği, utanarak, yüz bu­ruşturarak, istemeyerek, göz yumarak alabile­ceği malları infak et­mesin buyurdu.
Âl-i İmrân sûresindeki âyet-i kerîme de bu hususu şöyle an­la­tır:
"En çok sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça birre ula­şamazsınız. Ve neyi infak etmişseniz Allah onu bil­mek-tedir"
(Âl-i İmrân: 92)
Buyurulur. En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infak etme­dikçe, en çok sevdiğiniz şeyleri harcamadıkça, en çok sevdikleri­nizi eliniz­den çıkarmadıkça, onlardan vazgeçmedikçe birre ulaşa­mazsınız eb-râr olamazsınız diyor Rabbimiz. Eğer sizler dünya birimlerinden sevdiğiniz bir şeyleri, elinizdeki, ayağınız­daki, cebinizdeki şeyleri veya işinizi, aşınızı, mesleğinizi, meşrebi­nizi, diplomanızı, makamınızı, koltuğunuzu Allah için, ondan vaz­geçebilecek bir konum ortaya çı­kınca bunu gerçekleştirebiliyor ve ondan Allah için vazgeçebiliyorsa­nız, işte o zaman Ebrâr olursu­nuz birre ulaşırsınız diyor Rabbimiz.
O halde Ebrâr olabilmek için, birre ulaşabilmek için en çok sev­diklerimizi Allah adına infak edeceğiz. Allah adına vazgeçiverece­ğiz. En çok oğlunu mu seviyorsun? Onu Allah’ın dinini öğrenip öğ­ret-me yo­luna vakfederek Allah adına infak ediver. Oğlunu mühendis­liğe, mimarlığa, ya da çok para getirecek bir mesleğe değil de Allah adına bir hayat yaşayacağı ve Allah’ın dinine hizmet edeceği, bir mesleğe adayıp infak ediver. En çok kızını mı seviyorsun onu Al­lah’ın istediği biçimde eğitip Allah’ın istediği bir kul haline getirip Allah adına infak ediver. En çok bir kâlemini mi seviyorsun, bu kâlemle yazmayı çok sevdiğini mi söylüyorsun? Onu Allah adına, Al­lah’ın kullarından bir kardeşine infak ediver. Yeri gelince onu Allah için elinden çıkar­mayı beceriver.
Meselâ öyle yorgunsunuz öyle yorgunsunuz ki, uykuyu o ka­dar seviyorsunuz ki o anda, ayakta duracak haliniz yok, hemen yat­mak istiyorsunuz. İşte o anda sevdiğiniz ve can attığınız bu uy­kunuzu İslâmî bir ihtiyaç, İslâmî bir dert adına harcayabiliyorsanız o zaman işte sevdiğinizi infak etmiş olursunuz. İnfak onun adına ondan vaz­geç-mek demektir. Allah adına sizdeki olan o im­kândan vazgeçmek demektir. Meselâ hanımınız var çok seviyor­sunuz onu, veya arkada­şınız var çok seviyorsunuz onu. Onunla beraberliği o kadar seviyor­sunuz ki hiç ondan ayrı kalmaya daya­namıyorsunuz. Ama Allah’ın di­nini, Allah’ın arzularını icra etme adına ondan ayrılmamız gerektiği noktada eğer bunu ifa edebili­yorsak, işte bu Allah adına infaktır.
Hanımlarımız, arkadaşlarımız, sevdiklerimiz, sevecekleri­miz, evimiz barkımız, makamımız konumumuz, mesleğimiz, dük­kanımız, okulumuz, diplomamız, doktoramız bizim için bizim Al­lah’a kulluk or­tamımıza engel oluşturacak bir noktaya gelmişse bunların tümünden vazgeçmemiz infaktır ve o zaman birre ulaşa­cağız demektir.
Şayet kalben, ruhen, bedenen, sosyal biçimde, ekonomik bi­çimde ya da aile biçiminde meylettiğimiz, sevdiğimiz, onunla iç içe olmak istediğimiz tüm sevgi unsurlarına infak gö­züyle bakabiliyor, onları Allah adına harcayabiliyorsak o zaman birre ulaşabileceğiz demektir. Meselâ öğleyin saat birle iki ara­sında uyumayı mı seviyor­sun o zamanı Allah adına birilerine âyet anlatmaya, hadis anlatmaya tahsis edip Allah adına infak ediverin. Veya o saatte bir müslümanın bir derdi mi çıktı hemen koşup Allah adına infak ediverin.
Veya en çok sevdiğiniz bir malınızı, en çok sevdiğiniz ye­me-ğinizi infak ediverin. Rebî bin Enes kendisine gelenlere hep şeker ik­ram edermiş. Bunun sebebini kendisine soranlara da ben bunu çok seviyorum, Rabbimin de en çok sevdiklerinizden infak edin buyurdu­ğunu biliyorum, onun için şeker ikram ediyorum bu­yurur. Devenin ci­ğerini çok seven bir sahâbe de gelen misafirle­rine hep ondan ikram edermiş. Meselâ malı, parayı çok seviyor­sunuz. Para kazanmaya ayırdığınız zamanları da çok seviyorsu­nuz. yada öğleden sonra saat iki üç arası, böyle müşterilerin kaynaştığı, paraların bol olduğu bir zaman, çok para getiren bir zaman. Bu zamanda dükkanı kapatıverip bir hasta kardeşinizin zi­yaretine giderek o zamanı Allah için infak edi-verin. Hanımlarınızı çok mu seviyorsunuz onların imkân dahilinde çocuk yapmalarını sağlayın ve böylece hem onların sıhhatlerini Allah adına infak edin hem de kendi gücünüzü infak edin. Gazeteden, TV den haber öğ­renme zamanlarınızı Allah’tan haber öğrenme adına Kur’an ve Sünnete ayırın ve böylece infak ediverin. Evet en çok sev­dikleri­nizi Allah yolunda infak edin.
Evet biz bugün elimizde ne varsa Allah’ın istediği yerde harcaya­lım da yarın Allah Kerîm diyelim. Yarın Allah’ın huzuruna var­dığı­mız zaman da: Ya Rabbi! Ne yapayım ben bu kadarını becerebil­dim. Sen verdin ben dağıttım. Sen verdin ben harcadım. Sen ver­din ben imkân dahilinde sana kulluğa sarf ettim! E şimdi de senin huzu­runa geldim, şu anda elimde avucumda olsaydı senin hatı­rına yine verirdim. Ama şu anda mal senin, mülk senin, para se­nin, altın senin, gümüş senin! diyecek duruma gelmeliyiz inşallah.
Âyet-i kerîmede:
"Kazandıklarınızdan ve sizin için yerden çıkardık­la­rımızdan."
Deniyor.
Buradaki "Kazandıklarınız" ifadesinden kasıt, ticaret vasıta­sıyla kazanılan mallar demektir. "Yerden çıkardıklarımız" ifadesin­den kasıt da, ekilip dikilen bitkiler, yerden çıkarılan petrol ve ma­denler gibi mallardır. Topraktan hiç masraf etmeden ürün kaldırı­yorsak, yâni su­lama vs yapmadan ürün alıyorsak onda bir, ama sulama vs gibi bir kı­sım masraflar ederek ürün kaldırıyorsak yir­mide bir.
Ticaret yoluyla kazandıklarımızdan ve yerden bizim için Rab-bimizin çıkardıklarından Allah yolunda infak edeceğiz. Şunu da ifade edelim ki: Burada infaktan söz edilmiş, bu ze­kâttan ayrıdır. Zekâtı bu­nun dışında değerlendirmek zorundayız. Çünkü Bakara sûresinin ön­ceki âyetlerinde gördük Rabbimiz Ebrâr’ı anlatırken saydığı özellikle­rin arasında hem zekâtı verenler hem de infakta bulunanlar buyur­muştu. Bu ikisi ayrı ayrı zikredil­diğine göre zekâtla infak ayrı ayrı şeylerdir. Kaldı ki Kur’an zekâta infak demiyor sadaka diyor.
Öyleyse biz de mutlaka zekâttan ayrı infakta bulunacağız. Ma-aşımızın onda birini mutlaka vereceğiz. İçi­mizde öğretmen ve memur arkadaşlarımız çoğunlukta. Az evvel araziden elde ettiklerimiz konusunda onda bir yirmide bir demiş­tim. Şimdi bizim maaşları han­gisine benzeteceğiz? Bizim maaşlar ticaret değil, deve değil, sığır de­ğil, tarla değil, tapan değil ne ya? Bizimki zekâta konu değil, maden de değil yâni. Bizim maaşlar hattâ ameleninkine göre avantadan geli­yor gibi. Öğretmenlik yap­tığınız okuldaki müstahdemlere bir bakın inanın ki çok perişanlar. Öyleyse Allah için harcayalım yahu.
Veya işte KDV’den alınanlar hepten avantadan gibi değil mi? Arada bir böyle beklemediğimiz zamanlarda avantadan para­lar geli­yorsa onun da beşte birini ayıralım, çünkü zaten bu yoktu hesapta. Köyden geliyorsa, kentten geliyorsa, bir yerlerden in­tikal etmişse on­ların da geliş biçimine göre onda bir yirmide birini Allah için ayıralım. Yâni bizim de Allah rızası için birileriyle mal münâsebetimiz bulunsun. Yâni bizim de dünyamızda çevremizde fakirler de bulunsun. O gari­banların dünyasına da girmiş, onların hallerini de muttali olmuş ola­lım.
Meselâ şöyle yapmayalım yâni: Hasan iyidir, hoca efendi­dir, dü­rüsttür, gayretlidir, onun çevresinde vardır fakir fukara. Biz kendi aramızda toplayalım ayda bir üç beş milyon lira ona verelim o da çev­resindeki fakir fukaraya versin demeyelim. Çünkü Hasan o tanıdıkları olan garibanlara onu verirken dağıtırken onları üz­memeye çalışacak, onların evlerine gidecek, onların durumlarını gözleriyle görecek, ezi­lecek, sofralarına oturunca içi burkulacak, onların perişan vaziyetlerini gördükçe kalbi parçalanacak. Ek­mekleri yenmez, ayranları içilmez, sergilerinde oturulmaz. O bir çok acıları tadarken siz de elhamdü lillah paramızı verdik, infakımızı yaptık ve kurtulduk mu diyeceksiniz? Siz de gidin talebe evlerine ve görün onların vaziyetlerini. Görün de evle­rinizdeki ha­yatlarınızdan bir utanın. Zaten bu malı Allah size bunun için ver­miştir.
Allah sizi bizzat o malla imtihan etmek isterken, onun sorum­luluğunu bizzat size yüklerken bunun tam aksine siz bu görevi baş­kalarına aşırmayın. Her müslüman kendisi Allah beni bu malla imti­hana lâyık görmüş, madem ki bana mal vermiş ve beni bu malla imti­han etmeyi murad etmiş, öyleyse ben de Allah için bu imtihanın hak­kından geleceğim diyerek uğraşmak zorun­dadır.
Bir de şunu söyleyeyim: Elinize kaç lira geçiyorsa hemen o anda, parayı alır almaz hemen Allah için harcayacağınız miktarı be­lirleyip ayırmazsanız sonra mümkün olmuyor. Beş milyon mu aldınız, onu dört milyon kabul edin, aldığınızı o kadar kabul edin tamam geri­sini infak edin, infak edelim inşallah.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz insanları bu ko­nuda şeytanın saptırdığını, infaktan alıkoymaya çalıştığını ya da mal­larının en kötülerinden en değersizlerinden vermeye teşvik ettiğini anlatarak şöyle buyurur:
268:"Şeytan sizi verirseniz fakir düşersiniz diye kor­kutur. Ve size fuhşiyatı emreder. Allah ise size ken­di-sinden bağışlama ve bolluk emreder. Allah vasidir, bilendir."
Rabbimizin bu âyetinde çok açık bir şekilde ifadesine göre şey­tan Allah yolunda infak etmek isteyen müminleri sürekli fakir düş­mekle korkutur ve onlara cimriliği emreder. Bolca verirseniz mallarını­zın en iyisini verirseniz fakir düşersiniz, ele âleme muhtaç olursunuz diyerek insanları korkutmaktadır. İnsan bu konuda şeytanın iğvalarına kapılır onun direktiflerine uyar onu sevindirir ve infaktan vazgeçerse bu alçağı sevindirmiş ve Allah’ı darıltmış olur.
Ama maalesef bakıyoruz bu konuda insanların öne sürdük­leri en büyük mâzeret bolca verirlirse malların en değerlilerinden verilirse o zaman mallar eksilecek, ekono­mik güç kaybedilecek ve fakir düşü­lecek korkusudur. Çünkü Allah için harcama yapmak zahiren bu malın eksilmesi demektir. İşte şeytan insanın bu zaafını çok iyi bildiğinden ona buradan yaklaşmakta ve onun Allah yolunda infakta bulunmasını engellemeye çalışmakta­dır. "Yeter be kardeşim! Her şeyini verip de el açacak duruma gelecek değilsin ya! Herkes senin kadar verseydi bu toplumda fa­kir mi kalırdı? Sen sana düşeni çoktan yaptın!" gibi ves­veselerle insanların infakta bulunmalarını engellemeye çalışmaktadır.
Allah da onun tam aksine bize bolluk ve mağfiret vaad etmekte­dir. Rabbimiz nefsin ve şeytanın bu tür arzularına karşı gele­rek en çok sevilen malları kendi rızası yolunda harca­mayı emrediyor. Verenlere hem dünyada hem de âhirette daha fazlasını vereceğini vaade-diyor. Rabbimiz dünyada kendi rızası uğrunda mal harcayan­lara yaptıklarının karşılığında dünyada ayıplarını, kusurlarını, günah­larını örterek, rızıklarını bereketlendi­rip çoğaltarak, âhirette de gü­nahlarını bağışlayarak mükâfatlar vaâdetmektedir.
Bakın Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde Al­lah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Kulun sabahladığı her gün iki melek iner ve bi­risi: "Allah’ım! İnfak edene karşılığını ver!" diye dua eder. Diğeri de: "Allah’ım! cimrilik edene telef ver!" diye dua eder."
(Buhârî, Müslim)
Allah verene mutlaka daha fazlasıyla mukabelede bulunacak-tır. Ben öyle bir müslüman biliyorum. Önce kiradaydı. Bir evim olursa inşallah onu mutlaka Allah yolunda infak edeceğim diyordu. İlk evi kooperatifte bitti, arkadaşları otururken o kendisi evi sattı, marka çe­virdi ve Allah için onu harcadı biliyorum. İnanın ben şahidim ki Allah ona iki daha verdi. Hem de öyle verdi ki kendisi hiç emek sarf etme­den babasına yaptırdı ve şimdi oturuyor orada. Kaldı ki adam buna iman etti mi tamamdır. Allah verene ve­receğim diyorsa verecektir, bu-nun için örneğe de gerek de yoktur . Allah bize çok veriyor, bize göre verdiklerinden az verdikle­rine, biz de verelim ve şuna kesinlikle inanalım ki verdiğimizden çok daha fazlasını Allah bize verecektir.
Bolca verene Allah bereket verecektir. Meselâ bir eve misafir geli­yor, ev sahibi ikram ediyor, bir şeyler yenilip içiliyor ve o evden za-hirde bir şeyler eksiliyor. Veya adam malının kırkta birini veri­yor zekât olarak ve adamın malı zahiren eksiliyor. Memur aldığı maaşın on da birini almadım sayıyor, infak ediyor. Bütün bunlar zahiren malın eksilmesi gibi görünse de aslında bu adamın geriye kalan malı ona çok rahat yetiyor. Cenâb-ı Hak ona birinci olarak iktifa anlayışı veri­yor, istiğna duygusu veriyor, dünyaya karşı ey­vallahsızlık ve yeterlilik duygusu veriyor.
İkinci olarak da onun eşyalarına dayanma özelliği veriyor. Ayak­kabısı bir yıl dayanacakken iki yıl dayanıverir, elbisesi iki yılda eskiyecek yerde beş yıl dayanıverir. İnfak etmeyenlerin ara­bası ta­mir-haneden çıkmazken onun arabasına Allah dayanıklılık veriverir, berikisinin hanımı ve çocukları hasta haneden çıkmaz­ken infak eden kişinin hanımına ve çocuklarına Allah sıhhat veri­verir ve onunki ona bolca yetiverir.
İşte buna bereket denir, Allah bunu dilediklerine veri­verir. Ama bunu herkes anlayamaz, bunu ancak kendilerine Allah’ın hikmet ver-dikleri anlayabilir. Zaten Rabbimiz bundan sonraki âyet-i kerîmesinde bu hususu anlat­maya başlayacak.
Evet şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fahşâyı emreder. Fahşâ, fuhuş fahiş aşırılık demektir. Maddî ve manevî tüm aşırı­lıklar. Eşya talebinde, rızık talebinde, mal topla­mada, mesken konusunda aşırılık, bilgi talebinde, sevgide, saygıda aşırılık, hürmette tazimde aşırılık, hedeflemede aşırılık, meselâ üç kişiyle devlet kurma tale­binde aşırılık, yemede içmede aşırılık ya da kadın erkek ilişkilerinde aşırılık, zevklerde eğlencelerde aşırılık.
Şeytan size fahşayı emreder. Fahşâ, fâhişe kelimesi çirkin söz anlamınadır ve dilin bir afeti olarak kabul edilir. Resûl-i Ekrem efendi-miz, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu anlatmıştır. Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir. Bir hadislerinde de, ağız bozan fâhiş söz söyleyen kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır.
Bir sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar. Bu tür sözler, genellikle gıybet konusunda kullanılır. Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik kullandıkları çirkin sözler vardır. Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler kullanırlar. İbn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Allah (c.c.) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır. Meselâ "cimâ" konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır.
Şeytan insana fahşayı emreder. Çünkü insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi için yaratılışına ekilen ve karşısına çı-karılan birtakım kötü güçler, onu sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır tanımadan kendisi, hem-cinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle getirmeye uğraşır. Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal, insanî ve fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; söz-gelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri nor-mal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fit-rî ve vasat çizgide tutulması gereken şehvet güdüsünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta kılmak, Kur'an'ın 'fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şid-detle yasakladığı bir durumdur.
‘Fuhş, fahşa’ sözlükte, aşırı derecede çirkin söz ve davranış, iğrenç işler, büyük günâh, edep ve ahlâka aykırı her türlü kötülük ve çirkinlik demektir. ‘Fuhş ve fahşa’, ölçüyü aşan her türlü edepsizliktir. Normal ölçülere sığmayan bütün çirkin işlere bu isim verilir. ‘Fahiş’, bu ismin öznesi (fail ismi) olup çirkin ve ölçüsüz iş yapan demektir. Bunun dişili (müennesi) hem çirkin ve ölçüsüz iş yapan kadın, hem de bizzat kötü fiil veya söz, çirkin davranış anlamlarına gelir.
Türkçe’de aşırı olan şeylere ‘fahiş’ denir. ‘Fahiş fiyat’ gibi. Yine bu kökten gelen ‘fuhuş’ da aynı anlamda olup bir kadının evlilik dışı ve meslek edinerek bir menfaat karşılığı vücudunu bir erkeğe cinsel tatmin için sunması demektir. Bununla beraber, sevicilik, lutílik ve erkeklerin evlilik dışı cinsel ilişkileri de fuhşun kapsamına girer. ‘Fahşa veya fuhş’ temiz yaratılışın tiksindiği ve selim (sağlam) aklın reddettiği, normal ölçünün dışında tiksinti verici bütün davranış ve sözleri ifade eder.
İslâm’ın getirdiği ölçüler insanın fıtratına uygun olduğu gibi, haya ve edep örnekleridir. Hem selim aklın kabul edeceği güzellikte, hem de insana bedenen ve ruhen zarar vermeyen şeylerdir. Aksine insanı ruhen olgunlaştırırlar, ahlâkını güzelleştirirler. Buna göre şeytanın davet ettiği bütün işler ve ameller ‘fahşa-fahişe’dir, diyebiliriz. İn-sanın fıtratına uymayan, normal olmayan, iyi düşünen aklın çirkin saydığı ve hoş görmediği şeylerdir. Müslüman toplum ahlâklı ve edepli toplumdur. Bu toplumda ‘fahşa-fahişe’ sayılan sözler ve davranışlar pek yaygın değildir. Mü’minler bu türlü işlerden hoşlanmazlar, kaçınmaya çalışırlar. Mü’minler, onurlu ve haysiyet sahibi kimselerdir. Onlar, İslâm’ın getirdiği fazilet ölçülerini bürünerek, işte, amelde, sözde ve toplumsal ilişkilerde düşük, bayağı, çirkin ve edep dışı şeylerden uzak dururlar. ‘Fahşa’nın en büyüğü olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınırlar. Aileyi ve nesilleri perişan eden, insan ruhunu olumsuz olarak etkileyen, kadının ve erkeğin değerini düşüren fuhşun her türlüsü ile mücadele ederler.
Ancak bir takım münafık tipliler ile şeytanın yardakçılığına soyunanlar, çeşitli araçlara başvurarak mü’minler arasında ‘fahşa-fahi-şe’nin yayılmasını isterler, bunun için çaba gösterirler. Müslümanların ve onların toplumunun bozulması için ellerinden geleni yaparlar. Fırsat buldukları zaman kimilerini fuhşa iterler, bu işten zevk ve para kazanmaya çalışırlar. Kimileri de ellerindeki kitap, dergi, gazete, televizyon ve filmlerle bu tür ‘fahşa’nın propagandasını yaparlar. Kimileri ba-zı kadınları kötü yola düşürürler, fuhuş yerleri kurarlar, işletirler. Kimileri de buna göz yumarlar, ya da teşvik ederler. İslâm’a göre ‘fahşa-fahişe’ olan bütün bu hayasızlıkları müslümanlar arasında yaymaya çalışanlara dünyada da âhirette de büyük bir azap vardır.
Evet, Allah (c.c) bu ‘fuhuş’ tacirlerinin iki dünyada da azabı hak ettiklerini haber veriyor. Onların dünyada nasıl bir azap kazandıklarını belki net olarak göremiyoruz ama mutlaka cezalandırıldıkları açıktır. Nitekim bu çirkin işlerle uğraşanların hiç birinin iyi bir yüzü, iyi bir hali yoktur. Dikkat edilirse Kur’an, yalnızca evlilik dışı ilişkilere ‘fah-şa’ demiyor. Bunun yanında her türlü edep ve haya dışı davranış, söz ve fiiller, insanın temiz yaratılışına uymayan bütün işler ‘fahşa-fahişe’ ismiyle anılıyor.
İnsan şehvete, yani bir takım istek ve duygulara sahiptir. Mala, mülke, geçimliklere sahip olmak istediği gibi nefsinin cinsel istekleri de vardır. Mü’min, nefsinin isteklerini meşru yoldan karşılar, mala helâl yoldan sahip olur, inancının dışına çıkan isteklerine sınır koymaya çalışır. Ancak imandan mahrum olanlar ile zayıf imanlılar, nefislerinin istekleri önünde sınır tanımazlar. İsteklerini normal olmayan, insaní ve fıtrí çizginin dışındaki yollardan karşılamaya çalışır. Böylece haddi aşar, normal yolun dışına çıkar, Allah’ın koyduğu ölçüleri çiğner geçer; günahkâr, isyankâr ve bağí olur, ya da nefsinin kulu kölesi haline gelirler.
İşte şeytan tüm bu konularda aşırılık emre­der. Halbuki bunların hepsinde bir sınır vardır, bir durak noktası vardır, bir doyum noktası vardır. Ama bakıyoruz da bugün şeyta­nın saptırmalarına kapılan günümüz insanı tüm bu konularda bir türlü doyuma ulaşamıyor. Durulacak nokta tanımıyor Allah koru­sun.
Bütün bunları anlamak da bir hikmet meselesidir. Bunları her­kes anlayamaz. Bunları ancak Allah’ın kendilerine hikmet ver­diği in­sanlar anlayabilir.
269:"Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet veri­lirse ona çok hayır verilmiştir. Ve bunu ancak akıl sa­hipleri anlar."
Hikmet tüm dünya hayırlarını ve tüm âhiret güzelliklerini içinde bulunduran bir kavramdır ve bunu sûrenin daha önceki bö­lümlerinde, 129-130. âyet-i kerîmesinde ifade et­meye çalışmıştım.
Hikmet Kur’andır denmiş. Kur’an’ın nâsih ve mensuhunu, muh­kem ve müteşabihini, helâl ve haramını, emir ve yasaklarını bil­mek, Kur’an’ın tefsirini bilmek, Kur’an anlayışına muttali olmak, Kur’-an âyetlerinin fıkhına vukufiyettir denmiş. Nitekim Yâsîn sûre­sinin başın­daki:
"Hakim olan Kur’an hakkı için."
Âyet-i kerîmesi bunu anlatır.
Hikmet, sözde ve amelde isabet, iman ve amelde isabettir den­miş. Yâni kişinin sözüyle amelinin, imanıyla amelinin mutaba­katı­dır denmiş.
Hikmet Allah korkusudur denmiş.
"Hikmetin başı Allah korkusudur."
Hadisi bunu anlatır. (Keşf’ul Hafa 1/507)
Hikmet sünnettir denmiş. Hikmetli kişi sünneti bilen kişidir den-miş. Rabbimizin şu âyeti bunun delilidir:
"Evlerinizde Allah’ın âyetlerinden ve sünnetten oku­nan şeyleri hatırlayın. Muhakkak ki Allah Latîf ve Ha-bîrdir"
(Ahzâb: 34)
Âyet-i kerîmesi bu hikmetin sünnet olduğunu anlatır. Zira Ra-sulullah’ın hanımları evlerinde Kur’an ile birlikte sünnetten başka bir şey işitiyor değillerdi.
Hikmet nübüvvettir denmiş. Rabbimiz peygamberlerine hikmet verdiğini anlatır Kur’an-ı Kerîmde. İşte bu hikmet Allah’ın peygamber-lerine verdiği risalettir demişler.
Hikmet akıldır denmiş. Hikmet aklı kullanarak Allah’ın di­ninde bir kavrayış Allah’ın kitabına vukufiyet ve Allah’ın fazlından kullarının kalplerine koymuş olduğu bir basîrettir denmiş.
Bu âyet-i kerîmesinde de Rabbimiz hikmetin dilediği ve sev­diği kullarına verdiği en büyük bir nîmet olduğunu anlatıyor. Vâsî ve Alîm olan Rabbimiz, bu sıfatları gereği yukarıdaki âyet-i kerîmede gördü­ğümüz gibi sevdiği kullarına mal mülk ve mağfiret vaadediyor. Şeyta­nın korkutmalarına rağmen o bunu kullarına ga­ranti ediyor. Ama bu âyet-i kerîmesinden de anlıyoruz ki Rabbimiz sevdiği kullarına sadece mal mülk ve mağfiret vermiyor. Aynı za­manda bunun ikisini de birleş­tirici olarak hikmet de veriyor.
Hikmet; doğruyu yanlışı, hakkı bâtılı, haramı helâli, güzeli çir­kini ayırd etme bilgisi ve melekesidir. Allah’ın dininde doğru an­layış, din ilmine sahip oluş ve onunla amel ediş lütfudur. Nitekim Allah’ın Rasûlü Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri bir hadis-i şe­riflerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Allah kimin hakkında hayır murad etmişse onu dinde fakih kılar."
Din ilmini, kitap ve sünnet bilgisini ona lütfeder. Böylece hik­met sahibi kişi Allah’ın rızasının nerede olduğunu bilen kişidir. Hikmet sahibi kişi şeytanın vartalarına düşmeyen kişidir. Bunun için de Kur’-an ve sünneti sahih bir anlayışla anlamak ve yaşamak gerekmektedir. Hak ile bâtılı, şeytanın fısıltılarıyla Allah’ın emirle­rini birbirinden ayırd edebilmek için Kur’an ve sünneti çok iyi bil­mek ve buna göre amel etmek gerekir. Eğer bilgi olur da amel ol­mazsa Allah insanın anlayı­şını, kavrayışını azaltır. Ama ilmiyle amel eden kişinin anlayış ve il­mini artırır.
Şeytanın vesveselerine ve dâvetine kulak vererek: Eğer Al­lah’ın dâvetine icâbet edip Allah yolunda bolca infak edersem malım eksilecek. Ekonomik gücümü kaybedeceğim. Fakir düşe­ceğim. diye­rek cimrilik eden, infakta bulunmayan, Allah için har­cama yapmayan ve kendince dünya hayatında rahat ve huzurunu düşünen kişi hik­metten mahrum kişidir.
Çünkü bu adam hayatı tanımamaktadır. Zira onun zannet­tiği gibi yaşadığımız şu dünya hayatı yaşanılacak hayatın tamamı değil­dir. Bu yaşadığımız dünya hayatı ölümden sonra da devam edecek olan hayatın sadece küçük bir parçasıdır. O halde gelip geçici olan şu dünya hayatının çok kısa sürecek geçici zevkleri ve rahatı için ebedî hayatını fedâ eden kişi, hikmetten mahrum kişidir. İşte Allah mü'min-lere sevdiği kullarına bunun hikmetini vermekte­dir.
Kullarına iradeye bağlı olarak iyiliklere hayırlara yönele­bilme gü­cünü, zararları defedecek, menfaatleri celp edecek se­bepleri göre­bilme imkânını, basîretini kullarına lütfeden Allah’tır.
Hikmet her şeyi yerli yerine koymaktır. Her şeyi yerli ye­rinde yapmaktır. Allah’ın kendisine hikmet verdiği insan gerek kendisiyle bedeniyle, malıyla ilgili, gerekse hanımı, çocukları, ak­rabaları, kom­şuları ve çevresiyle ilgili tüm kararlarında, tüm davra­nışlarında yerli yerinde hareket eder.
Yerli yerinde konuşur, yerli yerinde karar verir, yerli yerinde hükmeder, yerli yerinde yapar, yerli yerinde alır verir. Bu Cenâb-ı Hakkın ona bahşettiği en büyük bir ihsanıdır.
Ama unutmayalım ki bu hikmet, hikmeti arayanlara verilir. Bu hikmete ancak ona ulaşmak için sa’y edenler ulaşabilir. Bu hu­susu Ankebût sûresinin 69. âyetinde Rabbimiz şöyle anlatır:
"Yolumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriş­tiri­riz. Şüphesiz ki Allah muhsinlerle beraberdir."
(Ankebût 69)
Allah yolunda cehd eden, cihad eden, hikmet kaynağı kitap ve sünneti anlama ve yaşama yolunda çalışıp çabalayan kimseleri hayır yollarımıza, hikmet yollarımıza ulaştıracağız diyor Rabbimiz. Bu şe­kilde gayret edenler ancak Rablerinin emirlerine kulak verir ve şeyta­nın vesveselerine karşı gelebilirler. Ama böyle değil de sırf bilgi sahibi olmak için kitap ve sünnete yönelen onunla amel etme derdinde ol­mayan kimseler şeytanın elinde oyuncak olmaya mahkum olurlar. Öğ­rendikleri bu ilmi Allah koru­sun günün birinde şeytanın ve tâğut-ların hizmetinde kullanmaya mecbur kalırlar. Çünkü bu kimseler bilgi sahi­bidirler ama hikmet­ten mahrum kimselerdirler.
Hikmet vahiyle elde edilir. Yâni hikmet her şeyi var eden ve var ettiği şeylere yasa koyan Allah’ın dinini ve yasalarını fıkhetmekle mümkün olacaktır. Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını, Allah’ın yasalarını bilen kişi hikmet sahibidir. Allah’ın yasalarını bilen kişi yerli yerinde söz söyler yerli yerinde iş yapar. Kişinin yapması gerekenleri yapma­sı, yapmaması gereken şeyleri de yapmaması, söylemesi gerekenleri söylemesi, söylememesi gerekenleri de söylememesi bu yasaları ta­nımasına ve böylece Allah’ın ihsa­nına ulaşmasına bağlıdır. Bilgisi her şeyi kuşatmış olan Allah bilgi­sine, kitap sünnet bilgisine sahip olma­sına bağlıdır. Allah bilgisine, kitap bilgisine, sünnet bilgisine, Allah ya­saları bilgisine sahip olan kişi hikmet sahibidir.
Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"İki kişiye gıpta edilir. Bunlardan birincisi Allah kendisine ilim vermiştir ve onu Allah yolunda harca­mak­tadır. İkincisi de Allah kendisine mal vermiştir o da onu Allah yolunda harcamaktadır."
İşte bu iki kişiye haset, ya da gıpta caizdir diyor Allah’ın Ra-sulü.
Bir adam ki, Allah kendisine nîmet olarak, imti­han olarak, ya da dünyada bulunması adına mal ver­miş. Adam o malı Allah yolunda helâk etmiş ve bitirmiştir. Yâni adam o malın kendisine ait değil de Allah’a ait olduğunu bilmiş, imtihan için onun kendisine verildiğini an­lamış, kavramış ve o malı Allah’ın istediği biçimde kendisine, ailesine, ehline ve müslümanlara harcayarak imtihanı kazanmıştır. İşte bu adama im­renilir diyor Allah’ın Rasûlü. Harcadığı malın azlığı çokluğu önemli değildir, bir hurması da olsa, yarım hurması da olsa o konuda Al­lah’ın kendisinden istediğini icra edip kendisini cehennemden kur­tarmasını becerebilmiştir.
Hadiste anlatılan ikinci imrenilen kişi de şudur. Bir adam ki Al­lah kendisine hikmet vermiştir, yâni Kuran anlayışı, Kur’an ilmi ver­miştir. Allah onu kitabıyla tanıştırmış, vahiyle buluşturmuş ve bu yüz­den de hikmet vermiştir. Yerli yerince hareket etme imkânı vermiştir. O adam da Allah’ın kendisine verdiği bu bilgi ile Kur’an’ı hakim kılma adına, onu ikâme etme adına ciddi bir gayretin içine girmiştir. Kur’an’ı hayatında, evinde, çevresinde, iş yerinde, mektebinde, pazarında Kur’an’ı hakim du­rumuna, otorite durumuna getirmiştir. Kur’an’ı ge­cede ve gün­düzde ikâme etti. Gecede ve gündüzde namaz kılarak Kur’an’ı kı­yamda okudu. Böylece onun namazlarının kıyamı öyle bir kıyam oldu ki hayatının tümünde o kıyamda okuduklarını kaim kıldı, ayağa kaldırmaya çalıştı.
Namazdaki kıraat vasıtasıyla Allah’tan aldığı mesajların ve Al­lah’a verdiği sözlerinin tümünü sosyal hayatında gerçekleştirdi. Çünkü hadislerde Kur’an’ın ikâmesinin iki türlü olacağı anlatıl­maktadır. Birin­cisi onunla hükmedilerek amel edilerek. İkincisi de onu başkalarına anlatılarak olur. Zira hikmetin elde edilmesi sü­rekli vahiyle beraberliğe bağlıdır. Kişi ne kadar vahiyle beraber olursa o kadar çok hikmet sa­hibidir. O ka­dar çok vahiyle konuşma ve vahiyle hareket etme imkânı bula­caktır. İşte hikmet budur ve imrenilecek ikinci insan da bu hik­mete sahip olan kişidir.
Bakın âyet-i kerîmenin devamında buyurur ki Rabbimiz:
"Bunu ancak akıl sahipleri anlar."
Hakkı, doğruyu, hayrı, güzeli akıllı olanlardan başkaları kesin-likle anlayamazlar. Akıllı olmayan insan ne kendisi anlar, ne de anla­tanları dinler. Bakın Rabbimiz bunca âyetiyle kendilerini uyardığı halde bir türlü dinlemeye ve anlamaya yanaşmazlar. Allah’ın bunca uyarılarına, bunca âyetlerine karşı âdeta kalplerini, kulaklarını kapa­mış-lar, kapılarını, pencerelerini kapatmışlar akıllarını kullanmamaya yemin etmişler. Demek ki âyet-i kerîmenin bu bölümünden anlıyoruz ki hikmete ulaşmak için sadece mal vermek yetmiyor almak da gere­ki-yor. Ve yine anlıyoruz ki bu hikmete ulaşmanın ilk ve en önemli şartı düşünmektir. Bu da ancak aklı ve kalbi kullanmakla mümkün olacak­tır. İslâm’da aklı kullanmak çok önemlidir.
Kur’an-ı Kerîmde: "Akıllanmayacak mısınız?" "Akıllarınızı kul­lanmayacak mısınız?" Veya "Hâlâ akletmeyecek misiniz?" Gibi âyetler pek çoktur.
270:"Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı Allah muhakkak bilir. Zâlimlerin yardımcıları yok­tur."
Allah her şeyi bilmektedir. Rabbimiz kim ne yaparsa, kim ne tür bir amel işlerse onu ne adına, kim adına yaptığını bil­mektedir. Al­lah her harcayan kişinin bu harcamasını Allah için mi yoksa gösteriş, riya gibi şeytani yollarda mı harcadığını mutlaka bilmektedir. Kimin ne harcadığını, ne adına harcama yaptığını bil­diği gibi aynı zamanda bu harcamada bulunanlara nasıl muamele edeceğini, nasıl bir mükâfat veya nasıl biz ceza vereceğini de bil­mektedir Rabbimiz. Mallarını Al­lah yolunda ve Allah’ın rızası uğ­runda harcayanları da şeytanın iğva-larına kapılıp mallarını Allah yolunda harcamayan cimrilik edip elinde tutan veya mallarını mâsiyetler, günahlar yolunda harcayanları bildiği gibi, Allah adına adakta bulunanları, ama Allah adına bulun­dukları bu adaklarını yerine getirmeyen zâlimleri veya mâsiyetler yo­lunda adakta bulu­nanları bilmektedir. Ve âyet-i kerîmede Rabbimiz bu şekilde mal harcayan ve de bu şekilde adaklarını yerine getirmeyenle­rin yar­dım-cıları yoktur buyuruyor.
Evet mallarını kötülük ve şer tohumları ekmek için harca­yan­lar, mal varlıklarını gizleyerek: "Benim neyim var ki infak ede­yim! Di­yenleri ve Allah adına bir adakta bulundukları halde adakla­rını yerine getirmeyenleri böylece kendi kendilerine zulmedenleri ve de kendileri infak etmedikleri gibi bir de üstelik başkalarının haklarını yemeye çalı­şarak başkalarına da zulmedenleri kıyamet günü dostsuz ve yardım­cısız bırakacaktır. O gün kendilerini savu­nacak, kendilerine yar­dım edecek ne bir dostları ve de bir yardım­cıları olmayacaktır bunla­rın.
Bu âyet-i kerîmede Rabbimiz iki tür harcamadan söz edi­yor:
1-) Birincisi infak. İnfak kişinin mecbur olmadan kendi gönlü ve arzusuyla Allah adına harcama yapmasıdır.
2-) İkincisi de adaktır. Adak da kişinin kendi kendisini mec­bur tutarak yine Allah için harcama yapmasıdır. Adak kişinin sırf Allah rı­zasını kazanmak için üzerine farz olmayan amelleri kendi kendine farz kılmasıdır. Yâni üzerine farz olmayan amelleri yap­maya niyet ederek söz vermesidir.
Bununla şunu demek istiyorum: Aslında adakta bulunmak ibâ­det değildir. Yâni Allah bunu yapmak, şunu yapmamak üzere bana adakta bulunun diye bir emir vermemektedir. Ama bir adakta bulu­nulmuşsa o zaman bu adağın yerine getirilmesi ibâdettir. Durup du­rurken kendi kendine adakta bulunmuş ve onu kendisine farz kılmış olan bir adamın artık bu adağını yerine getirmesi kendisine vacip olur ve onu yerine getirmezse günahkâr olur. Çünkü Rabbimiz İnsan sûre­sinin başında:
"Onlar adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günün şerrinden de korkarlar."
(İnsan: 7) buyurur.
Adaklar iki kısımdır:
1-) Hiçbir şarta bağlı olmadan yapılan adaklar. Hiç bir şarta bağlı olmaksızın durup dururken: "Ben Allah için beş gün oruç tu­ta-cağım" Veya "Allah için on milyon infak edeceğim" gibi bir kişinin adakta bulunması gibi. Böyle bir adakta bulunan kişi imkânı ol­duğu müddetçe mutlaka bu adağını yerine getirmek zorundadır. Ama im­kânsızlıklardan ötürü eğer bu adağını yerine getiremeye­cek olursa Allah onu affeder. Hattâ adam hayırlı bir iş yapmak üzere niyet edip adakta bulunmuş ama imkânsızlıklardan dolayı onu yerine getireme­mişse böyle hayırlı bir niyetten ötürü kimilerine göre sevap alır.
2-)İkincisi şarta bağlı olarak yapılan adaklar. Meselâ "Eğer bir oğlum olursa bir kurban keseceğim" veya "Eğer oğlum asker­den sağ sâlim dönerse üç gün oruç tutacağım" gibi bir şarta mukarin olarak yapılan adaklar. Bu şekilde adakta bulunan kişi adağının konusu ger­çekleştiği takdirde adağını yerine getirmesi üzerine vacip olur. Ama bu kişi adakta bulunduğu için değil ada­ğını yerine getirdiği için sevap kazanır.
Aslında demin de ifade ettiğim gibi şarta bağlı adak İslâm’da hoş görülen bir şey değildir. Ve adak takdiri de değiştirecek değildir. Bakın Abdullah İbni Ömer’in rivâyetinde Allah’ın Rasûlü insanları adaktan nehyederek şöyle buyurur:
"Adak Allah’ın takdir buyurmadığı hiçbir hayrı ge­tirmez. Ancak adağı sebebiyle cimrinin elinden mal çıka­rılmış olur."
(Buhârî, Müslim)
Yine Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği başka bir hadislerinde Al­lah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Adak adem oğluna takdir edilmemiş hiç bir şeyi sağlamaz. Lâkin adak bazen kadere muvafık düşer de bu sa’y ede cimriden çıkarmak istemediği mal çıkarıl­mış olur."
(Buhârî, Müslim)
Bu hadislerden anlıyoruz ki adak Allah’ın takdirini değiştire­me­mektedir. "Hastalığım iyi olursa bir kurban keseceğim" veya "Eğer oğlum sağ sâlim dönerse beş gün oruç tutacağım" diyerek adakta bulunmak ne hastalık konusunda ne de oğlunun sağ sâlim dönmesi konusunda Allah’ın takdirine tesir etmemektedir. Hattâ âlimlerin ifade­sine göre bu şekilde adaklarla kaderin değişeceğine inanan kişini Al­lah korusun kâfir olmuşlardır.
Bir de şirk ve haram olan adaklar var. İnşallah bu konuda da bir şeyler söyleyelim. Adak Allah için değil de Allah’tan başka­ları için adanırsa meselâ bir put adına, veya salih bir kişi adına veya herhangi bir türbe adına yapılırsa bu şirktir. Meselâ oraya veya o kimseye gi­dip: "Eğer şu işim hallolursa senin için şunları şunları yapacağım! Şu kadar harcayacak, şu kadar mum dikece­ğim! Derse bu şirktir.
Haram olan adak da haram olan bir şeyi yapmak üzere adakta bulunmaktır. Meselâ "bu işim olursa şu kadar içki içeceğim!" Veya "Eğer bu işim gerçekleşirse seninle ebedîyen konuşmaya­cağım! Veya seni öldüreceğim!" gibi adaklar haram adaklardır. Bu tür adakta bu­lunmak da haramdır bunun yerine getirilmesi de ha­ramdır. Eğer kişi bu tür bir adakta bulunurken yemin etmişse der­hal yeminini bozarak kefaret vermesi gerekmektedir. Allah’ın Rasûlü Müslim’in rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Bir kimse bir şeye yemin eder de başka işi ondan daha hayırlı bulursa hayırlı olanı yapsın. Yemininden do­layı da kefaret versin."
(Müslim)
Allah adına ne verirseniz, ne yaparsanız, ne yapmayı ve ne vermeyi adarsanız Allah onu bilmektedir. Yaptığınız hiç bir şey boşa gitmemektedir. İnfakta bulunduğunuz insanlar bunun kıymetini bilme­seler bile üzülmeyin Allah bunu bilmektedir. Biz yapalım ve kesinlikle inanalım ki Allah onu kay­detmektedir.
Bundan sonra Rabbimiz sadakaların verilme usulünü anlat­maya başlayacak. Bu âyet-i kerîme inince müslümanlar Rasûl-i Ek­rem Efendimize sormaya başladılar. İnfaklarımızı nasıl yapacağız? Gizli mi vereceğiz? Yoksa aleni mi vereceğiz? Diye. Allah’ın Resûlüne sorular sordular da bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki:
271:"Eğer sadakaları açıktan verirseniz bu iyidir. Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz bu sizin için daha ha­yırlıdır. Allah (Sadakalarınız sebebiyle) sizin günah­ları­nızdan bir kısmını affeder. Şüphesiz ki Allah yap­tıkları­nızdan hakkıyla haberdardır."
Burada anlatılan konuda ya farz olan sadakaları yâni zekât­ları açıktan vermek, diğer sadakaları, yâni nafile olan infakları gizli olarak vermek daha iyidir. Bu kural tüm ibâdetler için de geçerlidir. Tüm farz olan ibâdetleri açıktan yapmak ama nafile ibâdetleri de gizli yapmak efdaldir şeklinde anlaşılacaktır. Çünkü Rabbimiz farz olan zekât ko­nusunda:
"Onların mallarından sadaka al!"
(Tevbe: 103) Buyurmaktadır.
Bu âyet zekâtların açıktan alınmaları gerektiğini anlatmak­tadır. Eğer bir müslüman farz olan zekâtını gizli verirse o zaman bu adam galiba zekâtını vermiyor gibi sû-i zan altında kalabilir. Namazlar da böyledir. Allah’ın Rasûlü nafile namazlarını evinde kılmıştır ama farz namazları mutlaka açıkça ve cemaat halinde kılmıştır.
Burada açıkça vermenin güzel bir şey olduğunu bildi­ren âye­tin birinci bölümü farz olan sadakalar hakkındadır, gizli vermenin daha makbul olduğunu bildiren ikinci bölüm de nafile olan sadakalar hak­kındadır denmiş.
Ya da mallar iki kısımdır, bunlardan birincisinde açıktan ver­mek ikincisinde de gizli vermek daha efdaldir denmiş.
1-) Biri ekilen, dikilen araziler, hayvanlar gibi genellikle giz­len-mesi mümkün olmayan ve herkesin bilebildiği mallardır ki bun­lara "Emval-i Zahira" Yâni açıktaki mallar denir. Bu tür malla­rın farz olan zekâtlarını gizlemekte zaten bir fayda yoktur, üstelik gizlendiği zaman töhmet altında kalma ihtimali de vardır. Onun için bunlar ko­nusunda açık vermek efdaldir.
2- İkincisi de nakit paralar gibi gizlenmesi mümkün olan mal­lar­dır ki bunlara "Emval-i batına" yâni gizli mallar denir. Herhangi bir sakınca olmadıkça bu tür malların zekâtlarını açıkça vermek daha faziletlidir. Ama lâyık olanlara ulaştıramama gibi bir sakınca olursa o zaman da nafile sadakalar gibi onu da gizli ver­mek efdaldir.
Ya da sadakaları bazı durumlarda açıktan vermek, bazı ko­num­larda da gizli vermek daha efdaldir şeklinde anlaşılacaktır. Eğer açıkça bir infakta, bir harcamada bulunmak bir hayır tevlid edecekse meselâ başkalarını da infaka teşvik edecekse, çevre­dekilere de bu harcama ve infak konusunda bir cesaret verecekse o zaman açıkça infakta bulunmakta bir mahzur yoktur. Hattâ daha hayırlıdır. Zira kimi insanların çevrelerinde infak eden, iyilik yapan insanları görmedikçe bir türlü iyilik yamak, infakta bulunmak akılla­rından bile geçmez. İşte böyle insanları iyiliğe, infaka teşvik mak­sadıyla açıktan yapılan infak hayırlıdır.
Bakın Allah’ın Rasûlü Müslim’in rivâyet ettiği bir hadisle­rinde şöyle buyurur:
"Müslümanlıkta iyi bir çığır açan kimseye açtığı o çı­ğırın sevabı verileceği gibi açılan o çığırdan kıyamete kadar gidecek insanların sevaplarının bir misli de onla­rınki eksilmeksizin bu çığır açan kişiye verilecektir. Kötü bir çığır açan kimseye de açtığı bu çığırın vebali, vizri, gü­nahı yükleneceği gibi kıyamete bu çığırdan gi­decek insan­ların günahlarının bir misli de ona yüklene­cek."
Bu hadisin sebeb-i vürûdunu sahabe şöyle anlatır: Bir ara Me­dine’ye çok fakir bir grup insan geldi. O kadar fakirdiler ki bu insanlar bir kumaşı delip içine girivermişler elbiseleri de yoktu. Onları bu vazi­yette görünce Rasûlullah’ın beti benzi attı. O kadar ürktü o kadar korktu ki Allah’ın Rasûlü ne yapacağını şaşırmış te­laş içinde bir içeri giriyor bir dışarı çıkıyordu. Zira bu konuda ken­disini sorumlu tutuyordu Allah’ın Rasûlü. Dini ortaya koyma adına Allah’ın Rasûlü bunların dertlerine derman olmalıydı, çare bulma­lıydı. Öyleyse gördüğümüz bir eksiklik, bir ihtiyaç karşısında biz de yerimizde duramaz hale gelmeli­yiz. Betimiz benzimiz atmalı ve biz de buna çareler aramalıyız. Bu du­ruma çok içerleyen Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Allah’tan korkun! İşte şu gördüğü­nüz insanlar da sizin kardeşleriniz! Allah katında birbi­ri­nize üstünlük ve alçaklığınız yoktur!”
Buyurdu ağladı ve Haşr sûresinden âyetler okudu. Sonra bu­yurdu ki:
"Herkes bu kardeşlerine altınından, gümüşünden ikramda bulunsun! İnfakta bulunsun! Yarım hurmayla da olsa harcamada bulunsun!"
Dedi. Sonra Allah’ın Rasûlü daha bu hutbesini bitirmeden En-sâr’dan birisi elinde zor taşıdığı bir çıkınla çıkageldi. Bunu gö­ren Al­lah’ın Rasûlü çok memnun olmuş sahabenin ifadesiyle âdeta yüzü parıl parıl parlıyordu. Mescidin içi öbek öbek yiyecek ve giyeceklerle dolmuş, bu insanların yüzü gülüyor, kimisi yiyor, kimisi giyiniyordu. Onları bu vaziyette gören Allah’ın Rasûlü de dini ortaya koymuş olmanın mutluluğu içinde yüzü gülü­yordu. İşte bu hadise üzerine En-sâr’dan o ilk çıkını getiren o ilk çı­ğırı açan sahabe hakkında Al­lah’ın Rasûlü bu ilk çığır açma hadi­sini irad buyuruyordu. Elbette fa­zilet bu işe ilk başlayandadır. Bu işe müslümanları ilk teşvik edende­dir.
Nitekim Abdullah ibni Ömer’in rivâyet ettiği bir hadislerinde Al­lah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Gizlice vermek açıktan vermekten daha efdaldir. Ama açıkça verdiğinde kendisine uyulmasını isteyen kimse için de açıkça vermek daha efdaldir."
Ama bazen de kendisine infak edilen kişinin durumu söz ko­nusu olabilir. Kendisine infak edilen kişinin izzeti nefsinin ren­cide edilmesi, iffetinin ve onurunun kırılması söz konusu olursa o zaman da sadakanın gizli verilmesi efdal olur. Tabi bu alan açı­sından böyle olduğu gibi veren açısından da aynı tehlike söz ko­nusu olabilir. Gu­rura kapılması, riyaya kaçması gibi bir kısım tehli­keler söz konusu ise o zaman gizli yapması daha efdaldir. Gizli yapılan sadaka her türlü gösteriş tehlikesinden uzak, başkalarının haberi bile olmadan sadece adına infakta bulunduğu Allah’la kendi arasında bu işin yapılması, alan açısından da veren açısın­dan da bir eğitim konusudur ve daha hayırlıdır. Çünkü Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Allah ne desinler adına hayır yapan süm'acıdan, ne gösteriş yapan müraiden, ne de minnet altında tutan mennandan hiç bir şey kabul etmez."
Ecdadımız bunun örneklerini bize çok güzel bir şekilde sun­muştur. Kimisi sessiz sedasız bir âmânın eline bırakmış, kimisi kendi­sini göstermeden fakirin geçeceği yere onun görebileceği biçimde bı­rakmış, kimisi kendisini bildirmeden fakir uykudayken onun cebine bı­rakmış, kimisi başkaları aracılığıyla muhtaç karde­şine ulaştırıp kendi­sine karşı o kardeşinin eziklik duymamasını temin etmiş kimisi de ad­resine postalayarak kimliğini belli etmeden kardeşine ulaştırmıştır. Bunları hepsi de gösterişten, riyadan, süm’adan ve karşısındakini minnet altında tutmaktan sakınmak içindir. Ebu Dâvûd’un rivâyet ettiği bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken bakın şöyle bu­yurur:
"Sadakanın en faziletlisi az bir şeyi olan kişinin fa­kire gizlice verdiği ve gücünün son yettiğidir."
Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadisle­rinde Allah’ın Rasûlü Rahmânın arşının gölgesi altında gölgelene­cek yedi yiğitten bahsederken bunlardan birisinin de:
"Bir adam ki sadaka verir ama bunu yaparken de sağ elinin verdiğini sol eli duymayan"
Kişi olduğunu haber ve­rir.
Bundan sonraki âyet-i kerîme müslümanlar arasında daha ön­ceden mevcut olan bir yanlış uygulamayı, bir yanlış anlayışı düzelt-meyi hedefler.
272:"(Ey peygamberim!) Onları yola getirmek se­nin boynuna borç değildir. Ancak Allah dilediğini hidâ­yete er­dirir. Hayırdan ne yaparsanız kendiniz içindir. Yalnız Al­lah rızası için harcama yapın. Hayırdan ne harcamışsanız o size döndürülür ve asla zulme de uğ­ramaz-sınız."
Bu âyet gelmeden önce müslümanlar arasında şöyle bir an­la­yış yaygındı: İnfak ancak mü'min olanlara yapılır. Mü'min ol­mayan in­sanlara yardımda bulunmak da, onlara harcama yapmak da caiz de­ğildir. Bu yüzden müslümanlar, müslüman olmayan ak­rabalarına, ya­kınlarına ve diğer gayri müslimlere yardımda bu­lunma konusunda te­reddüt ediyorlar, bunun caiz olup olmadığını Allah’ın Resûlü’ne soru­yorlardı. Ey Allah’ın Rasûlü! Bu bizim dini­mize girmemiş, müslüman olmamış fakir akrabalarımıza yardımda bulunmak bizim içimizden gelmiyor. Bunlar müslüman olmadıkça onlara infakta bulunmak iste-miyoruz diyorlar, Allah’ın Rasûlü de bunu hoş görmeyerek onlara infakı yasak kılıyordu.
Meselâ sahabeden Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma müşrik olan ak­rabaları kendisinden bir şeyler istemeye gelince: "Vallahi Rasulul-lah’tan bu konuda müsaade almadıkça size bir şey veremem! Çünkü sizler benim dinimde değilsiniz” Diyerek bu konuda Allah’ın Resûlüne sormaya gelince Rabbimiz bu âyet-i kerîmesiyle bu yanlış anlayışı değiştiriyordu.
Ey peygamberim! Onlar hidâyette değiller diye onlara har­cama yapmamak, yardımda bulunmamak sana ve müslümanlara yakışmaz! Zira onların hidâyeti seni ilgilendirmez. Bu senin boynuna borç değil­dir. Yâni onları hidâyete erdirmek sana düşmez! Onların kalplerine İslâm’ı, imanı sokmak senin işin değildir.Onlar müslüman olmuşlar ya da olmamışlar bunun seninle ilgisi yoktur! Onların hidâyeti Allah’ı ilgi­lendirir. Çünkü onları hidâyete erdirmek Allah’a aittir! Senin vazifen sadece onlara hakkı duyurmak ve teb­liğ etmektir.
O halde bu adamlar müslüman olmadılar diye, yola gelme­diler diye, bu adamlar İslâm’ı yaşamıyorlar diye onlara sadaka vermezlik yapma! Onlara yardımda bulunmazlık yapma! Kâfir de olsalar, başka dinde bile olsalar İslâm düşmanı olmadıkları sürece onlara infaktan geri durma! buyuruluyor. İfadeden anlıyoruz ki muhtaç olan kişi hangi dinden olursa olsun, İslâm’ı yaşasın ya da yaşamasın fark etmez ihti­yacından dolayı ona infak edilmelidir. Çünkü bakın âyetin devamında deniyor ki:
"Hayırdan ne harcarsanız, ne infak ederseniz onun sevabı sizedir."
Bundan anlıyoruz ki, infakın sevabı o infakı yapana ait­tir, ya­pı­lana değil. Öyleyse infak edilen kişi, nasıl olursa olsun, kim olursa olsun, hangi dine, hangi inanca mensup olursa olsun muhtaç olduğu ve İslâm’la savaş halinde olmadığı müddetçe ona yardımda bulunmak mü'minlerin görevidir. Bu caiz midir değil midir diye bir tereddüde de gerek yoktur.
Bütün toplumlarda en çok tereddüt edilen hususlardan birisi de : infak edilecek kişinin namaz kılıp kılmadığı, İslâm’ı ya­şayıp ya­şamadığıdır. Namaz kılmayana infak edilir mi? Diye merak ediliyor. Oysa nafile olan sadakalar müslüman olmayan, başka din mensupla­rına bile verilebilirken fâsık müslümanlara vermek öncelikle sahih ola­caktır.
Nafile olan sadakalar müslüman olmayanlara da veri­lebilir. Müslüman olmayan birine sadaka vermek caiz olduğuna göre Allah’ın emirlerinden çıkmış İslâm’ı yaşamayan fâsık bir müslümana sadaka vermek kesinlikle sahih olur. Kişi verdiğini Allah rızası için verdikten sonra verilen kişinin amelinin ne olduğu, nasıl olduğu önemli değildir.
Nitekim Buhârî ve Müslim’in Ebu Hureyre’den rivâyet ettikleri bir ha­dislerinde, zina eden zâniye bir kadına, bir zengine ve bir hırsıza sa­daka veren bir kişi hakkında Rasulullah efendimizin:
"Senin sadakan kabul olmuştur. Zina eden ka­dına gelince muhtemeldir ki o infakın sebebiyle iffetini koruya­cak ve zinadan vazgeçecektir. Zengine gelince muhtemel­dir ki ibret alacak ve Allah’ın kendisine verdi­ğinden o da infak edecektir. Hırsıza gelince muhtemel­dir ki hırsızlık­tan vazgeçecektir."
Buyurduğunu haber vermektedir.
Rabbimiz müslümanlara tüm muhtaçlara Allah’ın rızasını ta­lep ederek yardım ellerini uzatmala­rını bir vecibe sayıyor. Tüm insan­lığa karşı müslümanların göğüs­lerinin açık olmasını, müsamaha ka­natlarını germelerini istiyor. Çünkü müslüman hep mesaj veren kişidir. İnsanlığın dirilişi, insanlığın Allah’ın dinine abone olması ve cennete gitmesi için çırpınan ve bunun için de her tür fedakârlığa hazır olan kişidir.
Bundan sonra Rabbimiz insanlar arasında sadaka ver­meye, infakta bulunmaya en fazla lâyık olan insanları arzetmeye başlıyor. İnsanlar arasında yardıma en çok ehil olan kişilerde bu­lunan dört sı­fattan söz ediyor Rabbimiz ve şöyle buyuruyor:
273:"(Ey peygamberim!) Sadakalar kendilerini Al­lah yoluna adayan, kazanç için yeryüzünde dolaşa­mayan, iffetleri sebebiyle (isteyemedikleri ve hallerini arzedeme-dikleri için) cahillerin kendilerini zengin san­dığı, senin kendilerini simalarından tanıdığın, yüzsüzlük edip insanlardan istemeyen fakirler içindir. Hayırdan ne har­car-sanız muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilendir."
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde infaka en lâyık insan­ları anlatı­yor. Bunların toplum içinde tanınabilmeleri ve mü'minlerin ken­dile-rine yardım ellerini uzatabilmeleri için Rabbimiz dört sıfat sayıyor.
1-) Birinci özellikleri Allah yolunda tutunmuş olmalarıdır. Ken­dile­rini Allah yoluna adamış, Allah’ın dinini öğrenip öğretmeye, İs­lâ-m’ın anlaşılıp yaşanır hale gelmesi için kendilerini ilme, tebliğe ve cihada adamış olanlar. Bu yüzden de çalışıp kazanacak za­manları ve imkânları kalmamış olanlar. Cihad, tebliğ ve ilim ken­dilerini ticaretten, mal kazanmaktan alıkoymamış olanlar. Allah yo­luna kendilerini ada­mış olduklarından dolayı yeryüzünde rahat dolaşamayan, yâni maişet temini için yol bulamayan kimseler. Ya da Müslümanların dertleriyle problemleriyle uğraşırken ticaret ya­pıp geçimlerini temin edemeyen­ler.
2-) Ama bir başka özellikleri daha vardır bunların. O da, ha­yala­rından, iffetlerinden dolayı kendilerini tanımayan bilmeyen in­san­ların kendilerini zengin zannettikleri insanlardır bunlar. Bunlar muhtaç oldukları halde yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey is­temedikleri için, hayaları iffetleri insanlara durumlarını açmalarına engel olduğu için görenler onları zengin zannederler.
Onları tanımak gerçekten zordur. Ama:
Sen onları yüzlerinden, simalarından tanırsın. Herkes onla­rın durumlarını bilemez. Bunu ancak basîret ve feraset sahipleri anlar. Akıl ve feraset sahibi halden anlar kimseler ciddi ciddi araştırıp bun­la­rın durumlarını öğrenir ve onlara karşı onların izzeti nefislerini, iffet­le­rini rencide etmeden gizlice ve güzellikle onlara infakta bulunurlar.
Onlar yüzsüzlük yapıp kimseden bir şey isteyemezler. Kim­se-ye hallerini açamazlar. Kendilerine bir şey verilmedikçe sırna­şıklık ederek bir şey isteyemezler. İsteyecek olsalar bile mutlaka nezaketle isterler.
Allah’ın Rasûlü bu hususu anlatırken Müslim’de şöyle buyu­rur:
"İstediğiniz zaman ısrarla istemeyin. Allah’a ye­min ederim ki istemediğim halde ben birinize bir şey ve­rirsem verdiğim şeyleri Allah bereketli kılmaz."
Yine bakın Allah’ın Rasûlü sırnaşıklık ederek ısrarla in­sanlar­dan bir şeyler isteyen kişi hakkında Buhârî ve Müslim’in rivâ­yetinde şöyle buyurur:
"Israrla insanlardan bir şeyler isteyen kişi kıya­met gününde yüzünde hiç bir et parçası olmadığı halde Al­lah’ın huzuruna getirilecektir."
Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadisle­rinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur: "Gerçek fakir, öyle kapı, kapı dolaşıp da halkın kendisine bir iki hurma, bir iki lokma verdiği kimse değildir. Gerçek miskin kendisine yetecek zenginliği olma­yan ve fakir­liği bilinmeyen ve insanlardan hiç bir şey isteyemeyen kimsedir."
Ebu Dâvûd ve Nesei Abdurrahmân Bin Ebi Said’den şunu rivâ­yet ederler: Bu zat diyor ki: "Annem beni bir şeyler istemek üzere Rasûl-i Ekrem’e gönderdi. İhtiyacımızı haber verip bir şeyler istemek üzere Rasûlullah’ın yanına varıp oturdum. Allah’ın Rasûlü bana karşı dönerek şöyle buyurdu:
"Kim ğanîlik gösterirse onu zengin kılar. Kim de ha­fiflik ederse Allah onu iffetli kılar. Kim yetinirse Al­lah ona yetecek kadarını verir. Her kimin bir ukıyye de­ğerin-de malı olduğu halde dilencilik yapar ve insanlar­dan bir şey­ler isterse o yüzsüzlük etmiş olur."
Buyurdu. Bunun üzerine ben düşündüm, benim Yakûte ismin­deki dişi devem bir ukıyyeden daha değerlidir diyerek iste­mekten vazgeçip geri döndüm der."
Malı olduğu halde istemekten Allah’ın Rasûlü menedi­yor. Müs­lüman bunu prensip edinince artık dünyaya ve dünya malına iltifat etmeyecektir. Aman benim olsun. Aman biraz daha olsun. Çabasında olmayacaktır. Zira kişi bir malı o mala tamahla alırsa kesinlikle onun bereketi de olmayacaktır. Allah’ın Rasûlü yediği halde bir türlü doy­mayan kişiye benzetir onu. Hattâ müslüman ona ihtiyacı yoksa kendi­sine kendisi istemeden de tek­lif edilen malı da almamaya niyetli ol­malıdır. Zira o müslüman ihti­yacı yokken kendisine teklif edilen o malı alırsa omuzuna bir so­rumluluk alıyor, yük alıyor demektir. Ama bu müslümanın gerçek­ten ihtiyacı varsa zaruret saikiyle istemek hakkı vardır.
Çünkü Rabbimiz Kur’an-ı Kerîmin pek çok yerinde bu du­rum-da olanların zenginler üzerinde haklarının olduğunu anlatmış­tır. Yâni bunların zenginlerin malları içinde belli hakları vardır. Bi­naen aleyh zor durumda kalıp da isteyen kişi hiç de üzülmemeli zira o kendi hakkını istemektedir. Beriki veren de hiçbir zaman öğünmemeli çünkü zaten ona kendi hakkını veriyor demektir. Böylece anlıyoruz ki iste­mek-ten çekineni Allah afif kılacaktır. Yâni mala karşı, dünyaya karşı müstağnî davranan, eyvallahsız davra­nan kişiyi Allah zengin kılacak­tır.
Ama unutmayalım ki bu anlattıklarım alan kişi için böyledir. Bir de meseleyi veren kişi için yâni zengin olup da vermesi gere­ken kişi­ler açısından düşündüğümüz zaman onlar da mallarının tamamını ve­recek kadar bu konuda hahişkar olmalıdır. Bu isteye­meyen kişileri yüzlerinden, simalarından tanıyarak onların iffetle­rini bozmadan, on­lara kendi yediklerinden, kendi giydiklerinden ulaştırma çabası içine girmeleri gerekecektir.
Allah yoluna kendilerini adamış, Allah’ın dinini öğrenip öğ­ret-me yoluna koyulmuş cihad ve tebliğle uğraşırken, maişet te­minine za-manları ve imkânları kalmamış ama iffetlerinden, utan­gaçlıkların­dan dolayı da kimseye durumlarını açamayan ve bunun için de in­sanların kendilerini zengin zannettikleri, ancak simaların­dan tanıya­bileceğiniz fakirler infakta önceliklidirler.
İbni Abbas’ın ifadesine göre bunlar asr-ı saâdette Ashab-ı Suf-fa idi. Bunlar Medine’de Rasulullah’ın mescidinde kalan, elbi­sele­rinin cepleri olmayan, yeryüzünden de bir karış arazileri olma­yan, kendilerini sadece ilme ve Allah yolunda cihada ve tebliğe adamış kimselerdi. Sayıları dört yüz kadar olan bu sahabelerin Rasulullah’tan İslâm’ı öğrenmek ve öğretmekten başka bir dertleri yoktu. Allah Rasülü’nün çevresinde, etten kemikten bir kale oluştu­rup, hayatlarını bu dâvâya vakfedip yıllar sonra şu anda bile bize bu kitabı, bu hadis­leri ulaştıran bu insanlardır.
Her devirde böyle kendilerini Allah yoluna vakfetmiş insan­lar bulunabilir. İşte bunlar hayatlarını Allah yoluna vakfettikleri için elbette geçimlerini temin edecek zamanları, imkânları olmayacak­tır. İşte böyle insanlar infakta en önde olmaları gereken insanlar­dır.
İnfak âyetlerinin sonuna geldik. Bundan sonra Rabbimiz infak-ta zirve noktayı anlatacak ve infakla alâkalı bölümü bitirecek.
274:"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık ola­rak hayra harcayanların ecirleri Allah katındadır. On­lara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de."
Bu âyet-i kerîme Hz. Ebu Bekir Efendimiz ve Hz. Ali Efendi­miz hakkında nazil oldu denmiş. Bu iki efendimiz de yanla­rındaki parala­rını dörde bölerek bir kısmını gündüz, bir kısmını gece, bir kısmını gizli, bir kısmını da aleni infak etmişler ve böy­lece onlar hakkında övgü olarak bu âyet inzal buyuruldu demişler.
Ama o gün bu âyetin konusu onlardı lâkin kıyamete kadar onla­rın yolunun yolcusu olan bütün mü'minler bu âyetin konusunu teşkil etmektedir. Mallarını gece gündüz harcayanlar. Gece ve gün­düz sürekli infakta olanlar. Yâni herhangi bir müslümanı ihtiyaçlar içinde kıvranırken gördükleri ve duydukları anda hemen zaman kay­bet­meden, onun ihtiyacına koşan ve onu başka bir zamana erteleme­yen, ihmal etmeyen kimseleri anlatır bu âyet-i kerîme. Sıkıntı içinde kıvranan bir kardeşini gece mi gördü? Hemen gece onun yardımına koşan, gündüz mü gördü, yahut duydu? Onu geceye bırakmayıp anında koşan müslüman.
Yâni gece gündüz demeyip, zamanlı za­mansız demeyip, gizli açık de­meyip sürekli infaka koşan mü'min an­latılıyor burada.
Aslında bu âyetin temelinde müslümanın kendi varlığını, kendi imkânlarını müslümanların istifadesine sunması yatmakta­dır. Allah bizden bunu istiyor. Tüm imkânlarımızı müslümanların faydalanma­sına sunmak zorundayız. Malımızı, bilgimizi, görüşü­müzü, aklımızı, zamanımızı, gücümüzü Allah için müslümanların istifadesine sunmak zorundayız.önceki âyetlerde de değinmiştik, malımızın bir bölümünü müslümanlar kullansın, zamanımızın bir bölümü müslümanlara fedâ olsun, bilgimizi müslümanlar kul­lansınlar.
Allah bana yirmi dört saat vermiş bunun iki üç beş saa­tini çok rahatlıkla müslümanlar kullana­bilmelidir. Bu gündüz olabi­lir, gece olabilir fark etmez. Müslümanların ne zaman ihtiyaçları olursa o zaman kullansınlar. Gece saat birde ikide de olsa müslümanlar bizim evlerimize gelebilmelidirler. Allah bize bilgi vermişse müslümanlar istedikleri kadar bundan istifade edebilmelidirler. Malımızdan, gücümüzden, zamanımızdan istifade edebilmelidirler. Tüm bu sahip olduklarımızı Allah’tan ve O’nun kullarından kıskanmamalıyız. Bunları bizden isteyen Rabbimizse O’na karşı cimrilik yapmaya hakkımız yoktur. Çünkü zaten neyimiz varsa hepsi O’nundur.
İmkanlarımızı keyfe ma yeşa kullanırken, evlerimizi keyfi­mize uygun tefriş ederken, istediğimiz arabalara binerken, sofra­mızda ağız zevki çeşit çeşit yemeklerimizi yerken şunu hiçbir za­man hatırımızdan çıkarmayalım: İhtimal ki yediğimiz bir lokmanın karşısında yokluktan yutkunan bir fakir belki de bizim o soframız­dakini kanıyla canıyla elde eden bir şehidin yavrusu veya babası­dır. Bu hayatı, bu yediklerimizi nasıl kazandık dersiniz? Öyleyse yerken, içerken, giyerken, binerken, harcarken israf etmeyelim ki infak edecek bir şeylerimiz her ân hazır bulunsun. Harcamaları­mızı asgari ölçülere kısalım ki Allah adına har­cayacak gücümüz olsun.
Rabbimiz buyuruyor ki o gerçek müslümanlar, ya da infakı zirve seviyede gerçekleştiren müslümanlar gece de infak ederler gün-düz de infak ederler, gizli de infak ederler, âşikâre de infak eder­ler, sürekli infak ederler.
Yâni yirmi dört saatlerinin tümü infaktadır bunların. Yatarken, kalkarken sürekli infaktadırlar bunlar. Nasıl? Me­selâ adam gece yatarken altına on milyon liralık bir ya­tak serip yatı­yorsa bunu infak ediyor denebilir mi? Elbette denmez değil mi? Yâni bu adam altına bu parayı sererek infaktan hapse­diyor demektir. İnfaka açık tutması gereken bu parayı kendine hasrediyor demektir. Adam onu oraya bağlamasaydı belki o ak­şam kendisine ihtiyaç adına gelen bir kardeşine hemen vermek üzere hazır bulunduracaktı. Hal­buki onu kendi şahsına münhasır kılarak infaktan hapsetmiş oldu.
Gündüz de böyledir. İhtiyaç fazlası nice mallar, nice milyon­lar, nice yerlere hapsedilmiştir ki infaktan mahrumdur. Me­selâ adam iki üç milyara bir araba almış, infaka hazır bulundurul­ması gereken bu pa­rayı bir yerlere hapsetmiş ve gelenlere de valla ne yapayım yok diye­biliyor. Sahabe de Hecin devesine bini­yordu ama akşam evine aç gelen bir misafirine çok rahatlıkla ke­sip onu ikram edebiliyordu. Siz de bu arabanızı kesip sıkıntılı bir kardeşinize ikram edebiliyorsanız ta­mam diyeceğim yoktur. Ama bunu yapanı ben hiç mi hiç görmedim bugüne kadar.
Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz fâizi ve fâizcile­rin durumunu anlatacak. Bundan önceki âyetlerde uzun uzun anlatılan infakçıyla fâizcinin mukayesesi yapılacak ve bu iki insan tipinin Allah katındaki değerleri ortaya konacak.
275:"Riba (Fâiz) yiyenler şeytanın çarptığı kimse­nin kalktığı gibi kalkarlar. Böyle olması onların: "Alış­veriş de fâiz gibidir." Demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, fâizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçerse geçmişi ona aittir ve işi Allah’a ait­tir. Kim de fâizciliğe dönerse onlar ateşin yaranıdırlar ve orada ebedîyen kalıcıdırlar."
Medine’de bu âyetler indiği sıralarda müslümanlar arasın­da fâ­izle iştigal edenler vardı. Halbuki daha önce inen Al-i İmran sûresin­deki âyetler fâizin haram olduğunu bildirmişti.
"Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâiz yeme­yin! Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz."
(Âl-i İmrân: 130)
Gibi âyetler fâizin yasaklığını daha önceden ortaya koy­duğu halde hâlâ bir kısım insanların buna devam etmesinin se­bebi galiba o günkü yahudilerin ekonomik hegemonyası altında bulunan Medine’nin ekonomik yapısından kaynaklanıyordu. Bu­gün olduğu gibi o gün de yahudiler fâizci bir zihniyetle Medine’yi etkileri altında bulunduruyor­lardı. Bu yüzden insanlardan kimileri hâlâ fâizle iştigal etmeye devam ediyorlardı.
Riba, fâiz: aslında bu konuda pek çok şey biliniyor, Ama fâiz âyetini tanımaya çalıştığımıza göre bu konuya kısaca değinelim in­şallah.
Fâiz eşyayı artırmak, fazlalaştırmak demektir. Yâni cinsi ve mik­tarı aynı olan iki şeyi fazlalıkla satmak, değiştirmek demektir. Veya herhangi bir malı kendisinden daha fazlasıyla borçlanmak demektir. Teknik olarak ise borç veren kişinin borç verdiği kişiden verdiği para üzerinden belli bir fazlalık, belli bir yüzde almasının adıdır. Bu âyetle­rin nazil olduğu dönemde günümüzde olduğu gibi çok çeşitli şekil­lerde ve usullerde fâiz alınıyordu. Meselâ borç al­mış kişi alacaklısına borcunu zamanında ödeyemediği takdirde zaman uzatılıyor ama fâizi de kat kat katlanıyordu. Günümüzde de bunun çok çeşitli şekilleri mevcuttur.
Rabbimiz fâizi haram kılmıştır. Çünkü Rabbimiz insanın in­san olarak diğer insanlarla, kardeşleriyle insanlık ölçüleri içinde kardeşçe yaşamasını ister. İnsanın kardeşlerini kendinden bir parça bilmesini ve onlara karşı ilişkilerini bu kardeşlik esasına bina etmesini ister. Yâ-ni insanın insan olması hasebiyle kardeşlerinin acılarında, dertle­rinde, üzüntülerinde, sıkıntılarında ve hayatın tüm problemlerinde onların yanında olmasını, onların bu sıkıntılarını kendi sıkıntısı bilme­sini ve onlara yardıma koşmasını istemektedir. Hâsılı insandan in­sanlara karşı güler yüz, tatlı dil, fedâkârlık, diğer gamlık istemektedir Rabbi-miz. Böylece insanın insanlarla olan tüm ilişkilerinde Allah’ın rı­zasını hedef almasını istemektedir.
Bundan önce infak âyetlerinde Rabbimiz uzun uzun bunu an­lattı gördük. Müslüman tüm sahip olduklarını, tüm imkânlarını kar­deş-leriyle paylaşmaya hazır olan insandır. Müslüman çevre­siyle iliş­kilerini Allah’a imana ve Allah hatırına bina eden insandır. Müslümanın kardeşleriyle ilişkisi sadece kâr esasına dayalı, sa­dece sömürü ve menfaat hedefini ön plana çıkaran ilişkiler değil­dir.
Müslümanın müslüman kardeşleriyle parasal ilişkisi şu iki esasa dayanmaktadır:
1-) Allah için, Allah’ın hatırını kazanmak için kardeşlerine kar­şılıksız verme esası. Bunu sûrenin önceki âyetlerinde anlat­maya ça­lışmıştım, müslüman bir müslüman kardeşine bir şeyler verirken Allah rızasının dışında kesinlikle bir karşılık beklemez. Sadece Rabbinin güzel hatırının dışında bir beklentisi yoktur onun. Bu yüzdendir ki Rabbimizin ifadesiyle müslümanın Allah için kardeşlerine sunduğu, sunacağı her şey infaktır ve bir ibâdettir.
2-) İkincisi, müslümanın kardeşleriyle ilişkisinin ikinci esası kar­deşlerine karşılıksız borç vermeye yönelme esasıdır. Karz-ı hasen âyetinin tefsirinde deyinmiştim, bir müslüman kar­deşlerine borç verir­ken Allah için kardeşlerinin sıkıntısını giderme adına ve verilen malın sadece kendisinin geri gelmesi amacıyla verir. Verdiğinden fazlasını asla beklemez. Sadece bu konuda Allah’ın rızasını umar ve bunu ya­parken de Allah bunu kendisin­den istediği için ibâdet kastıyla yapar. İcabında çalıştırıp kâr ede­bileceği, nemasından istifade edebileceği o parasını Allah rızası için kardeşinin hizmetine sunuverir. Allah rızası için verdiği mal bir süre sonra aynen kendisine dönse bile o süre içinde onu dondur­muş ve onun kârından da mahrum kalmıştır. Ama ne gam mü'min böylece Rabbinin hatırını kazanmıştır.
Aslında o parayı o kardeşine değil de o malın da, o para­nın da, kendisinin de gerçek sahibi olan Allah’a borç olarak ver­miştir. Al Ya Rabbi bu malın sahibi sensin, bu senin yanında emanet kalsın, ya­rın ona en muhtaç olduğum bir dönemimde senden alırım demektedir. Allah da onu kendi katında emanet ola­rak tutacak ve yarın ona en çok lâzım olduğu bir anda kat kat fazlasıyla ona ödeyecektir. Ne zaman lâzım oldu? Cennete gir­mek için mi lâzım oldu? Cehennemden kur­tulmak için mi lâzım oldu? O zaman Allah onu ona kat kat fazlasıyla ödeyecektir.
Müslümanın müslüman kardeşleriyle ilişkilerini Allah be­lirler. Çünkü bu şekilde müslümanlara borç verebilmek fâizdeki kazanç duygusunu ayaklar altına almayı ifade etmektedir. Zira bu tür insani ve imanî duygular fâiz anlayışında yoktur. Fâizde borç verenin kal­binde, iç dünyasında bu duyguların tamamen aksine sömürüyü, menfaati, duyarsızlığı, kardeşlerinin acılarını arttırmayı, sıkıntılarına sıkıntı katmayı, kardeşlerinin problemlerine sevinmeyi ve kardeşleri­nin sürekli kendisine muhtaç bir konumda olmaları duygusunu kam­çıla-maktadır. Kendisine bu şekilde, bu duygularla borç verilen kişi de o borç verene karşı içinden kin ve nefretle do­lup taşmaktadır.
Zira borç alan bu kişi zaten çaresizlik ve sıkıntılar içinde kıv­ranırken, ne yapacağını bilmez bir vaziyette çırpınıp dururken, şimdi de üstelik fâizin kahredici yükü de omuzlarına binince artık onun psi­kolojik yıkılışını siz düşünün. Borç veren kardeşinin kar­deş olarak onun sıkıntılarını biraz daha hafifletecek yerde biraz daha çoğaltan bir zâlim olduğunu görünce ona nasıl düşman ke­sileceğini varın siz dü­şünün.
Fâiz toplumda ezilmiş, yoksul insanların daha da fakir­leşme-sine, daha da ezilmesine buna karşılık kapital sahiplerinin daha da zenginleşmesine sebep olan bir mik­roptur. Çünkü zaten fakr-u zaruret içinde kıvranan fakir bu şekilde fâizle borç aldığı zaman kazandığının bir kısmını fâiz olarak ala­caklıya ayırmak zorunda kalacak ve böylece fakirin bir borcuna bir borç daha eklenecek ve sonunda bu fakir ala­caklıya çalışıveren, ya da alacaklının elinde, fâizcinin elinde oyuncak olmuş bir adam haline gelecektir.
Fert açısından bu bir yıkılış olduğu gibi toplum açısından da bundan farklı olmayacaktır. Çünkü en so­nunda da tüm maddî servetler, tüm imkânlar ve zenginlik kaynakları top­lumda sadece bir avuç kapital sahibinin elinde toplanacak bunlar bu bir avuç zâlim grup garibanların sırtında lüks bir hayat yaşar­larken berikiler de onları omuzlarında taşıyan ve onlar adına çalı­şan, onlar adına ter döken birer robot haline geleceklerdir.
Dahası ekonomik yönden şiştikçe şişen bu fâizciler ellerin­deki bu ekonomik güçle toplumda toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatın tümüne egemen olacaklar ve daha kolay, daha özgür bir şekilde in­sanları sömürebilmek, sömürü düzenini sürdürebilmek için yeni yeni kanunlar ve yasalar çıkararak kendi durumlarını meşrulaştıracaklar­dır. Böylece toplumda bir avuç zâlim, bir avuç tâğut, bir avuç müs-tekbir ve bürokrat insan tüm toplumu sömürme imkânlarını elle­rine geçirmiş olacaklardır. Tüm toplum köle, bir avuç insan da efendi konumuna gelecektir. Hal dilden daha güzel anlatır işte görüyoruz.
Fâiz hem fert için hem de toplum için ben­zeri olmayan bir mik­roptur. Bakın Bakara sûresinin bu bölümünde Rabbimizin yaptığı infak fâiz mukayesesine göre infaka dayalı İs­lâm düzeni ile şeytanın adımlarına dayalı fâiz düzeni kesinlikle gece ve gündüz kadar birbi­rine zıt iki düzendir. Bu iki düzen hiçbir konuda birbirlerine benze­mez-ler. Her birinin insanlar üzerinde do­ğurduğu sonuçlar diğerinden tamamıyla farklıdır. Her iki sistemin insanları birbirlerinden farklıdır. Bakın burada Rabbimiz iki insan tipi sergiledi.
Birincisi; önceki âyet­lerde anlatıldı. Malını, bilgisini, parasını, zamanını, atını arabasını Al­lah için kardeşlerinin hizme­tine sunan, Allah için her şeyini kardeşle­riyle paylaşmaya hazır olan mü'min tipi.
Ötekisi de zaten ezilmiş za­ten çaresizlikler içinde kıvranan kardeşlerini biraz daha ezmek için fırsat kollayan, her şeyi menfaat esasına bina eden, bencil ve zâlim bir in­san tipi.
İnfak, sadaka cömertliktir, malda ve nefiste temizliktir arınma­dır, sadaka insanlar arasında dayanışma, kardeşlik ve yardımlaşma­dır, sadaka fedâkârlıktır, diğer gamlıktır. Fâiz ise cimriliktir, bencilliktir, ferdiliktir, zulümdür ve insanları ezmedir. Sadaka Allah için sahip olu­nan malı karşıdakine fedâ etmektir. Borcu karşıdakinin hizmetine sunmaktır. Fâiz ise borcu borçlunun etinden, kanından ve emeğinden koparılmış bir fazla­lıkla onu geri almaktır.
Eğer fâizle borç alan kişi aldığı bu para ile çalışıp çabala­yıp kazanmışsa fâiz onun bu emeğinden çalınmış bir fazlalıktır. Eğer borç alan kişi aldığı bu para ile kazanamamış veya zarar et­mişse o zaman bu fâiz denen fazlalık onun etinden koparılmış bir parçadır. İşte tüm fâizcilerin yiyip içtikleri budur. Kendileri hiçbir çaba göstermeden, en ufak bir emek bile sarf etmeden insanların emeklerini, gayretlerini, alın terlerini, kanlarını fâiz geliri diye ken­dilerine döndüren bu insanla­rın akıbetleri hem bu dünyada hem de öbür tarafta çok korkunç ola­caktır. Ama bunu demeden önce burada önemli gördüğüm bir hususu arzedeyim.
Bakın bu fâiz âyetlerinin konu edildiği bölümün hemen önce­sinde Rabbimiz uzun uzun infaktan söz etti. Ondan sonra fâiz âyetleri geliyor. Fâiz âyetlerinden sonra da borçlanmaya dair âyetler gelecek ve daha sonra da Allah’a iman edip onun adına salih ameller işleyen insanlara seslenilmektedir. Bu insicamdan şunu anlıyoruz.
Demek ki toplumda fâizin kökünün kazınmasının yolu infaktan ve karşılıksız borç vermekten ve de Allah’a imandan ve Allah adına salih amellere koşmaktan geçmektedir. İşte fâizin yok edilmesinin tek çaresi budur. Eğer toplumda infakı yaygınlaştırabi­lirsek, toplumda sa­dakayı yaygınlaştırabilirsek, fâizsiz kardeşleri­mize borç vermeyi ve onların sıkıntılarına koşmayı yaygınlaştırabi­lirsek kesinlikle inanıyo­rum ki bu fâiz pisliğinin kökü kazınıp gide­cektir.
Özellikle bugün iman yoksunu oldukları için fâizi savunan­lar her zaman için fâizin alternatifinin ne olduğunu, ne olacağını sormayı âdet haline getirmişlerdir. İyi tamam fâizi kaldırırsak bu­nun yerine neyi oturtacağız? Bunu nasıl yapacağız? Diyorlar. İşte Rabbimiz bu âyetle­rin insicamıyla bunun alternatifini anlatıyor. Allah’a iman, Allah adına ve Allah rızası için infak, sadaka, Allah için hiçbir karşılık beklemeden sıkıntı içinde kıvranan müslüman kardeşlerimize borç verebilmek. İşte bunun alternatifi budur.
Bakın Rabbimiz az evvel okuduğumuz âyet-i kerîmesinde fâizi ve fâizci­lerin durumunu anlatırken şöyle buyurur:
275:"Fâiz yiyenler ancak şeytan çarpmasından do­layı ne yapacağını bilemeyen ve ayakta da duramayan kimsenin kalktığı gibi kalkacaktır. O ceza şu sebeptendir ki onların "alışveriş de fâiz gibidir" demeleri yüzündendir. Oysa Allah alışverişi helâl fâizi de haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (Fâize) bir son verirse artık onun geçmişi kendisine, işi de Allah’a ait­tir. Kim de fâize geri dönerse artık onlar ateşin sohbet­çisidir ve orada onlar ebedîyen kalacaklardır."
Âyet-i kerîmede "Mess" ve "Habt" kelimeleri geçmekte­dir. Mess, delilik, habt da doğru dürüst ayakta durama­mak demektir. O zaman âyetin ifadesinden anlıyoruz ki fâiz yo­luyla insanların mallarını yiyen, kanlarını emen kimseler kıyamet günü saraya tutulmuş, şeyta­nın messine maruz kalmış deli birinin doğru dürüst ayakta duramayışı biçiminde kalkacaklardır. Dün­yada bile bunun örneklerini görüyoruz. İflas eden bankaların önünde insanlıktan çıkmış bir vaziyette etrafla­rına saldıracak şe­kilde delirmiş insanları gördükçe âyetin ne kadar da güzel anlattı­ğını anlıyoruz.
Deli bir adam nasıl ki dengeli bir davranış sergileyemi­yorsa, ne yaptığını bilmez bir durumdaysa aynı şekilde fâizle in­sanların kanlarını emebilmek için onlara borç veren kişi de bu ge­lire ulaşabil­mek için o kadar dengesini kaybeder ki şuurunu kay­beder. Para hır­sıyla aklı gitmiş, gözü dönmüş vaziyetiyle bu ada­mın çevresine nasıl zarar verdiğini bir düşünün.
Bir de bu dünyada şeytan bazı insanları çarparak onları Al­lah yolundan uzaklaştırır. Bakın Sâd sûresinde bir âyet-i kerîme­sinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
"İblis dedi ki: "Senin izzetine yemin ederim ki on­lar­dan, ihlâslı (seçkin) kulların müstesna hepsini azdı­ra­cağım."
(Sâd: 82)
Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki şeytan ancak şirk işleyen kâ-firlere ve günaha batmış mü'minlere musallat olabilir, ancak onları çarpıp Allah yolundan uzaklaştırabilir. Eğer şeytanın çarptığı kişi kâfir veya müşrikse bu kişinin bu durumdan kurtulabilmesi için ancak şirki terk edip Allah’a Allah’ın istediği şekilde iman etmesi ge­rekmektedir. Eğer şeytanın çarptığı kişi günahkâr bir müslümansa o zaman da bu kişinin bu durumdan kurtulabilmesi için günahla­rından tevbe edip Al­lah’a Allah’ın istediği şekilde yönelmesi ge­rekmektedir.
Allah’ın Rasûlü şeytanlardan ve onların messinden koruna­bil­mek için sürekli şöyle dua ederdi:
"Kovulmuş şeytandan, onun büyüklenmesinden, sihrinden ve çarpmasından Semî ve Âlim olan Allah’a sı­ğınırım."
(Ebu Dâvûd, Nesâî, Tirmizî)
Fâiz yoluyla insanların mallarına göz dikenler, bu yolla kan içenler hem dünyada hem de âhirette şeytanların çarpmasına maruz kalacaklardır. Dünyada akıllarını, fikirlerini, zamanlarını sırf para ka­zanmanın peşine takıp, maldan, paradan, kazanmaktan başka bir şey düşünemez hale geldikleri için aklı başında normal insanlar gibi hare­ket edemezler. Aklı başında in­sanlar onları gördükleri zaman denge­sizliklerini, anormalliklerini hemen anlarlar. İşte görüyoruz dünyalık el-de edeceğiz diye, daha çok para kazanacağız, daha lüks yaşaya­ca-ğız diye borsaların pe­şine, dükkanların, tezgahların peşine takılmış, bir oraya bir buraya koştururken durup düşünecek, Allah’ın rızasını kazanacak, ilim öğrenecek, çoluk çocuğunu müslümanca eğitecek en küçük bir zamanları bile kalmamış insanlar bunlardır. Şeytanın kötü vurduğu insanlar. Bu bunların dünyadaki halleridir, âhirette ise bunla­rın du­rumu çok daha korkunç olacaktır.
Karınlarını fâizle dolduranlar bir hadis-i şerifte de anlatıldığı gibi kıyamet günü kabirlerinden kalkarlarken karınları şişmiş ola­rak saralı ve deli oldukları halde kalkacaklar ve bu durum onların belirgin özellikleri olacaktır. Yine İbni Ebi Hatim’de Ebu Hureyre’nin rivâyet et­tiği bir başka hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"İsrâ gecesi karınları evler gibi olan ve karınları­nın etrafında yılanların dolaştığı bir topluluğa uğradım. Ben: "Bunlar kimlerdir ey Cibril?" diye sordum. O da: "Bunlar fâiz yiyenlerdir" cevabını verdi."
Peygamberimiz bir hadislerinde:
“Faiz yetmiş üç bölümdür. En basiti kişinin anası ile nikahlanması gibidir. Faizin faizi ise müslüman kişinin ırzıdır” buyurmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.v.) de faizin uygulanmasını kesinlikle yasaklamış, ideal İslam Devletinde tamamen kalkması için devamlı bir şekilde çalışmıştır. Mekke’de “Muğire” oğulları faizcilik yaparlar ve faiz alırlardı. Halktan birçok alacakları ve faizden kazanılma malları vardı. Peygamberimiz bunların hepsini iptal etti ve Mekke’deki valisine bu adamlar faizcilikten vazgeçmezlerse onlarla vuruşmasını emretti.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) Veda Haccında:
“İslamiyet’ten önceki devrin faizi üzerlerinizden kaldırılarak iptal olunmuştur. Ancak ana paralarınızı a-lırsınız. Ne zulüm etmiş olursunuz ne de zulüme uğrarsınız. İlk iptal edip kaldırmaya başladığım faiz, amcam El-Abbas İbniul-Muttalip’in faizidir.”
Diyerek, Arapların en büyük ve ileri gelen faizcilerinden biri olan amcası El-Abbas İbn-i Abd-ul-Muttalib’in faizini iptal etmiştir. Müslim ve Buhari’nin rivayet ettikleri bir hadisinde peygamberimiz: Faizi yiyeni de yedireni de şahitlik edip yazışmalarını yapanı da lanetlemiş ve “Eşittirler” demiştir.
Evet fâiz yiyene insanların hem dünyada hem de âhirette du­rumları böyledir. Peki bunun sebebi meymiş? Niye böyle yapı­yormuş Allah bunlara?
"O ceza şu sebeptendir ki onların "alışveriş de fâiz gi­bidir" demeleri yüzündendir. Oysa Allah alışverişi helâl fâizi de haram kılmıştır."
Bu fâizciler diyorlar ki alışveriş de fâiz gibidir. Ticaret de fâiz gibidir. Fâizin de ticaretten bir farkı yoktur. Alış verişin de fâizden bir farkı yoktur, alışveriş de fâizin bir bölümüdür dediler. Yâni bu fâizin alışverişle, ticaretle ne farkı vardır? diyerek fâizi ti­carete, ticareti de fâize benzeterek güya kendilerince delil getire­rek Allah’a kafa tut­muş-lardır. Allah’ın kendileri için ayırdığı helâli kabul etmeyerek, ona razı olmayarak, meşru kazançla yetinmeye­rek Allah’ın pis dediği, ha­ram dediği bir yolla insanların mallarını yemeyi hedeflemişlerdir.
Fâizin haramlığını inkâr edebilmek için bu kâfirler bir kı­yas yapı­yorlar. Fâizin haramlığına inanan ve imanları gereği onunla ilgile­rini kesen müslümanlara diyorlar ki: "Fâize haram di­yorsunuz, alışve­rişe de helâl diyorsunuz. Oysa fâiz de alışveriş gibidir. Fâizin alışve­rişten ne farkı var? Bu ikisinin birbirinden hiç bir farkı yoktur. O halde alışveriş helâlse bu da helâldir, yok eğer fâiz haramsa o zaman sizin bu yaptığınız ticaretler de haramdır." demeye çalışıyorlar. Bozuk zih­niyetlerinden dolayı kâfirlerin kı­yasları her zaman bozuk olacaktır.
Bir de kâfirin hayatına yön veren daima Allah değil mantık­tır. Kâfirin hayatı "Allah’la insanlık arasında hiçbir ilişki yoktur" il­kesine dayanır. Fâiz düzeninde insan yeryüzünün efendisidir ve hiçbir so­rumluluk ve kayd altında değildir. Kâfir Allah’ın hiçbir em­riyle mükellef değildir. Allah onun hayatına hiçbir sûrette karış­mamaktadır. O her şeyde ve her konuda hürdür. Malı konusunda da bedeni konusunda da Allah’a karşı hiç bir sorumluluğu yoktur. İnsanlara karşı da hiçbir sorumluluğu yoktur onun. Karnını şişire­bilecek bir fırsat buldu mu is­terse bundan dolayı milyonlarca insan rahatsız olsun fark etmez. Onun için bu konuda Allah ne demiş nasıl demiş onlar için bunun hiç­bir önemi yoktur. Akıllarınca bir is­tidlal yaparlar ve böylece sonuca gitmeye çalışırlar.
Bugün de bakıyoruz fâi­zin haramlığını inkâr eden kâfirler aynı şeyi söylüyorlar. Efendim farz edelim ki bir adamın yüz milyon li­rası var. Bu adam bu pa­rayla ayakkabı alarak sattığı zaman yirmi mil­yon lira kâr edecektir. Şimdi aynı adam bu yüz milyonu bu şekilde ti­ca-rette kullanmayıp, yüzde yirmi fâizle birine veriyor ve sonunda yine yirmi milyonunu alıyor. Bunun ötekisiyle farkı nedir? Diyorlar. Borç ve­ren kişi o pa­rasını borç vermeyip çalıştırsaydı zaten o kadar para ka­zanacaktı, binaenaleyh borç verdiği insandan bu kadar parayı alma­sında ne mahzur var? Demeye çalışıyorlar. Bunu şöyle birkaç madde ha­linde ifade edeyim inşallah.
1-) Bir kere mü'min oluşumuzun gereği şunu peşinen kabul et­mişiz ki Allah birine helâl ötekisine de haram demişse bu ko­nuda hiç bir şey demeye gerek yoktur. Çünkü Rabbimiz âyetin devamında bu­yurur ki:
"Allah alışverişi helâl fâizi de haram kılmıştır."
O halde bunun hiçbir aklî izahı olmasa da müslüman bu­nun böyle olduğuna iman etmek zorundadır. İmanın gereği bu teslimiyettir. Buna itiraz edenler ancak inanmayanlar ve Allah’a teslim olmayan kâfirlerdir.
2-) İkincisi anlayabildiğimiz kadarıyla İslâm’ın caiz gördüğü alış­veriş ancak bir ihtiyaçtan dolayı yapılır ve bir mala karşılık al­dat­ma-dan mal verme esasına dayanır. Alanın da satanın da kar­şılıklı rı­za-sıyla ve hiçbir baskı olmaksızın kabulü şartına dayanır. Alıcı ihtiyaç duyduğu şeyi satın alır, satıcı da bu maddeyi satıcının ayağına geti­rirken, ya da onun için sağlarken harcadığı iş gücü ve harcamalarını karşılamak üzere kâr alır.
Halbuki fâiz böyle değil­dir. Fâizde fâizle borç alan kişi borcu veren kişiye oranla daha za­yıf ve muhtaç olduğu için kendisine borç veren kişiyle eşit şart­larda bir anlaşma yapamaz. Fâiz ihtiyaçlı kimselerin sıkıntılı anla­rında onların rızası olmadan on­ları sömürmektir. Başka şartlarda o paranın kendisine verilmesini canı gönülden isteyen ama imkânı olmadığı için o şekilde almaya mecbur kalan kişi belki kazanırım ümidiyle aldığı para ile eğer kazanırsa ka­zancını o fâizciye vere­cek, kazanamazsa da mahvolup gidecektir. Kat kat katlanacak fâiz borçları yüzünden borç verek fâizci bazen borçlu­nun tüm kâ­rını alabilir, hattâ onun tüm kişisel mallarına el koyabilir ve yine de borçlu kişi alacaklıya karşı borcunu ödeyememiş duruma ge­lebilir.
3-) Üçüncüsü ticaretle fâizin ikisinde de malın dönüşümü söz konusudur, ama birisinde risksiz ve zahmetsiz bir gelir ve de sabitleş­tirilmiş bir gelir söz konusu iken, ötekisinde hem sermaye, hem de iş gücü, yâni emek devreye girmektedir. Şimdi parasını sabit bir gelirle fâize yatıran bir adamla parasını ticarete yatıran, yatırım ve girişim­lerle meşgul olan, ticaretle meşgul olan bir adamı karşılaştırarak dü­şünelim.
Ticaretle uğraşan kişi tüm zamanını, iş gücünü, aklını fikrini ve sermayesini bu iş için kullanmakta ve başladığı bu ticaret işinde başa­rılı olabilmesi için, kaybetmemesi için elinden gelen çabayı göster­mektedir. Buna rağmen yine de sabit bir kazanç elde edeceği kesin­leşmiş değildir. Bütün bu uğraşlarına rağmen kazanabilir de kaybede­bilir de. Yâni her ân sermayesini bile kay­betme riskiyle karşı karşıya­dır. Ama bunun tamamen tersine fâizli bir yere sabit bir kârla parasını yatıran fâizci üzerine hiçbir risk ve zahmet almaksızın, hiçbir zarar ih­timaline girmeksizin sabit bir kâr oranını garantilemiştir. Bunu hangi mantığa, hangi hak ölçülerine sığdırabilirsiniz? Nasıl oluyor da fâizle alışveriş aynı şeylerdir di­yebiliyorsunuz?
Bütün insanlar, bütün ülke böyle bir riskle karşı karşıya bu­lun­duğu halde ve herkesin fedâkârlık yapmak zorunda kaldığı bir or­tamda bu ülkede tüyü bile bitmemiş çocukları fâiz borçlarıyla savaş galiplerine borçlandırmaya kimin hakkı vardır?
4-) Kimileri de fâizi kira karşılığında verilen ev veya dükkan gibi mülkler karşılığında alınan kazanca benzetir. Dükkanını, evini ki­raya vermiş bir adam onu kullanan kiracısından nasıl bir para alıyorsa biz de paralarımızı borç verdiğimiz kimselerden o parala­rımızı kul­lanmalarının karşılığı olarak fâiz almamızda bir mahzur yoktur de­me-ye çalışıyorlar. Bizim fâizlerden aldığımız paralar aşağı yukarı ev sahibinin kiracıdan aldığı paraya tekabül etmekte­dir. Yâni bu fazlalık o yararlanmanın karşılığıdır demeye çalışı­yorlar.
Halbuki bu ikisi birbirlerinden çok farklı şeylerdir. Birincisi ki­raya verilen ev sahibinin mülkündedir. O ev kiraya verilmekle sahibi­nin mülkünden çıkmamakta ve sadece ondan yararlanmak kiracının eline geçmektedir. Kiracının elinde olmayan sebeplerle o eve bir zarar gelmişse bunu kiracı değil ev sahibi üstlenmektedir. Meselâ bir zel­zele sonucu ev yıkılsa veya başka bir sebeple ev yanıp kül olsa bun­dan kiracı sorumlu değildir. Halbuki fâizli borç almada bu böyle değil­dir. Borç alınan para sahibinin mülkünden çıkmış borç alan kişinin mülküne intikal etmiştir. Elinde olmayan sebeplerle o paraya bir telef gelse alacaklı bundan kendisini so­rumlu tutmamaktadır. Zira o sa­dece her hâlükârda kazanma du­rumundadır. Halbuki onu çalıştıran borçlu kişi hem kazanabilir hem de kaybedebilir.
Yâni fâizli borçlanmalarda borçlu için iki risk vardır. Borçlu hem aldığı ana parayı üretmeli, hem de fâizi karşılayacak parayı da kazanmalıdır. Bu da gösteriyor ki burada mesele sadece bir ücret karşılığında başkalarının parasından istifade etmek değildir. Yâni fâ­izle alışveriş hiçbir zaman birbirinin aynı değildir.
Evet bundan sonra Rabbimiz insanları fâizden vazgeçme­ye ça­ğıracak. Ey kullarım vazgeçin bu pislikten buyuracak. Vazgeçin kardeşlerinizi ezip onlara zulmetmekten diyecek. Eğer vazgeçerseniz karşılığında cennetim var, değilse cehennemle karşıkarşıya olduğunuzu unutmayın, diyerek vazgeçenlerin ve vazgeçmeyip ona devam edenle­rin akı­betlerini anlatmaya başlayacak. Buyurur ki bakın:
"Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (Fâize) bir son ve­rirse artık onun geçmişi kendisine, işi de Allah’a ait­tir. Kim de fâize geri dönerse artık onlar ateşin sohbet­çisidir ve orada onlar ebedîyen kalacaklardır."
Kim ki Rabbinden kendisine fâizin haram olduğuna dair bir emir, bir âyet, bir uyarı, bir öğüt gelir gelmez hemen tevbe ederek fâ­izden vazgeçer, fâizle ilgisini alâkasını keserse geçmişte yediği fâiz­den dolayı kendisine bir günah yoktur. Çünkü önceki yemiş olduğu fâizleri bu âyetin nüzulünden önce yemiştir. Önemli olan fâizin ha­ram-lığının açıklanmasından sonraki durumdur. Eğer bu konudaki Rabbi-nin emrini duyar duymaz hemen vazgeçerse onun işi Allah’a kalmıştır. Onun işi Allah’a kalmıştır ifadesini şöyle anla­maya çalışıyo­ruz:
1-) İşi Allah’a kalmıştır. Kıyamet günü onun hakkında Allah hü­küm verecektir. Allah dilerse onu bağışlar dilerse bağışlamaz, onu ancak Allah bilir anlamınadır. Ancak tevbe âyetlerine bakılırsa bu âyetten onun affedileceği ümidinin ağır bastığı anla­şılmaktadır.
2-) Geçmişte olan kendisinindir ve onun işi Allah’a kalmıştır ifa­desinin bir başka mânâsı da âyetin nüzulünden evvel almış ol­duğu fâizleri ondan almaya kalkmayın anlamınadır. Daha önceki aldığı fâ­izler ondan istenmemelidir.
3-) Bir de onun işi Allah’a kalmıştır ifadesinin anlamı bu kişi ken­disini affettirebilmek için bolca infakta bulunmalı ve Rabbini kendi­sinden razı etmelidir, ayrıca elindeki önceden kalma fâiz biri­kimleri konusunda işi Allah’a kalmıştır demektir. Şunu unut­mayalım ki bu ifade bu hüküm öncesi alınan fâizlerin helâl olduğu anlamına gelmez. Zira âyet-i kerîmede onların Allah’a havale edi­leceği vurgulanıyor.
Öyleyse bu âyet gelmezden önce, ya da kendisine fâizin ha­ramlığı öğüdü ulaşmadan önce alınmış fâiz malları varsa, bu mallar elinde mevcutsa o zaman bu kişi kendisini pislikten temiz­leyebilmek için elinden gelen gayreti göstermelidir. Daha ön­celeri şeytana uyarak aldığı bu fâiz paralarını kendisine harca­mamalı fâiz alarak daha önce haklarını gasbettiği insanları bula­rak mümkünse bu haklarını onlara geri vermelidir. Eğer bu müm­kün olmuyorsa bu pisliği malının içinden çıkarıp toplumun sosyal hizmetlerine harcamalıdır. Bu haram serveti her şeye rağmen kullanmaya devam eden kimseler ise geçmişte yap­tıkları bu amelleri sebebiyle cezalandırılacaklarını anlıyoruz.
Allah’ın Rasûlü Veda haccında irşad buyurduğu hutbe­sinde şöyle buyurdu:
"Cahiliye dönemindeki yapılan tüm fâizler aya­ğı-mın altındadır. Sizin için ancak ana paranız vardır. Ne zulme­din ne de zulme uğrayın. İlk kaldırdığım fâiz de Ab-dul muttalip oğlu Abbas’ın bütün ribasını geçersiz kılıyorum."
Bundan sonra Rabbimiz fâizle sadakaların bir mukayese­sini ya­pacak ve insanlara insanların akıllarını erdirici ifadelerle bir daha seslenecek ve artık fâizi terk etmelerini isteyecek.
276:"Allah fâizi yok eder, sadakaları artırır. Al­lah kâ­firlerin hiç birini çok günah işleyenleri sevmez."
Allah fâizi mahveder, fâizi helâk eder, fâizden kazanılan malla­rın bereketini kaldırarak onları yok eder. Sadakaları ise be­reketlendi­rir. İçine fâiz karışan malları ve kazançları te­lef eder. Sadakaları ise geliştirir, arttırır.Zekâtı verilen malları zi­yâdeleştirir, ona bereketler ih­san eder.
Aslında ilk bakışta insan fâizin malı arttırdığını, insanı zen­gin-leştirdiğini, sadakanın da malı azalttığını, insanı fakirleştirdiğini zan­neder. Ama gerçek bunun tamamen aksinedir. Bakın Allah’ın Rasûlü Müslim’de rivâyet edilen bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Sizden birinizin Allah için verdiği sadaka Al­lah’ın eline düştüğünde (Allah’a ulaştığında) sizin kendi sürü­nüzü yetiştirip çoğalttığınız gibi Allah da onu yetiş­tirip ço­ğaltır. Kıyamet günü geldiğinde ise verdiğiniz bir lokma sadaka Uhud dağı kadar büyümüş olur."
Allah aslında malı arttırdı zannedilen fâizi derece, derece ek­silte, eksilte nihâyet mahveder. Fâiz ayın on dördü gibi parlak ve te­miz görülen servetleri tıpkı bir hilal gibi küçülte, küçülte nihâ­yet gözle görülmez hale getirir. Buna karşılık malları eksiltti zan­nedilen sadaka ise malları git gide çoğaltır ve büyütür.
Âyet-i kerîmede anlatılan Allah’ın fâizi mahvetmesini sada­ka­ları da arttırmasını fert açısından böyle anladığımız gibi, toplum açısından da şöyle anlıyoruz: Fâiz esasen toplumda mal üretecek ha­yatları tıpkı bir güve gibi yiyip bitiren, sermayeyi mah­veden ve toplu­mun üretim gücünü öldüren bir mikroptur. Bir top­lumda ekonomik gücü elinde bulunduranlar çalışacak ve üretecek zümreye fâizle para vererek, onların kanlarını emmeye başlarsa, toplumda çalışanlar ça­lışmalarının semeresinin bu bir avuç zâlim tarafından emildiğinin far­kına varınca onlar da tüm kalpleriyle kendilerini işlerine veremeye­ceklerdir. Bundan başka bu çalışacak zümrede meydana gelen üzüntü tedirginlik yetersiz beslenme ve istismar edilme duygusu onla­rın iş güçlerinin azalmasına sebep olacaktır. Böylece toplumda azınlık bir fâizci grubun karınlarının şişmesine karşılık çalışıp üretebilecek büyük bir çoğunluğun bo­zulması gerçekleşecektir.
Bu yüzden top­lumda meydana gelen randıman düşüklüğü milli üretimin düşmesine sebep olacaktır. Ve sonuçta toplumun sermayesi tıpkı bir güve tara­fından yenmiş biti­rilmiş olacaktır. Halbuki toplumda fâiz yerine infak esas alındığı zaman çalışan insanların çalışma azimleri artacak ve toplumda bolluk ve refah meydana gelecektir. İşte böylece fâizin ser­mayeyi yok ettiğini sadakanın da artırdığını anlıyoruz.
277"Şüphesiz ki iman eden ve güzel amellerde bulu­nan, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenler için Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar."
Bu bölümde imandan, salih amelden, namazdan, ze­kâttan söz eden âyetler geliyor. Dikkat ederseniz Rabbimiz önce infaktan söz etti, mü'minleri kendi rızası için infaka teşvik etti. Sonra da infakın zıddı olan fâizden söz etti ve fâizle ilgiyi alâkayı kesmeyi emretti. Sonra da fâiz âyetlerinin arasında hemen işi imana, salih amellere, namaza ve zekâta getirdi. Bundan şunu anlıyoruz. Mallarınız ve be­denleriniz konusunda Allah’ı söz sahibi bilebilmeniz, mallarınızı ve bedenlerinizi Allah yolunda Allah’ın is­tediği biçimde infak edebilmeniz için ve de malla ilişkin olan fâiz pisliğinden kendinizi kurtarabilmeniz için Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman etmek zorundasınız. Bu iman olmadan bunları be­cermeniz mümkün değildir. Allah’ı Allah’ın kendini tanıttığı şekilde tanımayan birinin, ona onun istediği biçimde inanmayan birisinin onun adına mal infak etmesi de onun adına ve onun hatırına fâizi terk etmesi de mümkün değildir.
Bu işleri becerebilmek için önce Allah’a Allah’ın iste­diği şe­kilde iman etmek zorundasınız. Unutmayalım ki, Allah’a iman Allah’ın gönderdiklerine imandır. Allah’tan gelenlere imandır. Allah’tan gelen emirlere inanmayan bir adam Allah’a inanmıyor demektir. İnfaka inanmayan bir adam, fâizin haramlığına inanma­yan bir adam Allah’a inanmıyor demektir. Allah’ın istediği iman amelle bütünleşen imandır. Sözle söylenip amele dönüşmeyen bir iman sadece iddiadan ibarettir. Allah’ın istediği iman, kişiyi onun emirlerini uygulamaya ve yasakla­rından da uzak durmaya götüren bir imandır.
Allah’a inanacaksınız, sonra namazla hayatınızı dü­zenleme adına Allah’tan mesaj alacaksınız, sonra da Allah’tan aldığınız bu mesajı uygulamak üzere zekât vereceksiniz ve işte böylece hem infakı becerebilecek hem de Allah’ın haram kıldığı fâiz belâsından kendinizi kurtarma imkânı elde edeceksiniz. Eğer böyle bir imana sa­hip olduğunuzu iddia ediyorsanız Allah’ın şu hitabı sizedir:
278:"Ey iman edenler! Eğer Allah’a iman etmiş­se­niz Allah’tan sakının ve fâizden arta kalanı bırakın."
Ey iman edenler! Eğer gerçekten iman iddialarınızda sa­mimi ve sâdıklarsanız o zaman Allah’tan korkun da henüz tahsil edilmemiş, alınmamış, ele geçirilmemiş, fâizden geriye bırakılmış olanları bırakın, terk edin. Eğer gerçekten inanıyorsanız böyle ya­pın. Zira iman, iman edilen şeyin gereğini yerine getirmedir.
Burada Rabbimiz gerek fâizin helâl olduğunu iddia ederek mürted olan kâfir olan kimselere gerekse fâizin haramlığına inan­dığı halde bu imanla amel etmeyip, fâiz alışverişine devam eden fâsık Müslümanlara bu işten vaz geçmeleri için bir daha çağrıda bulunuyor. Tevbe edip bu işten vazgeçenlerin sadece ana malla­rını alarak arta kalan fâizlerinden vazgeçmelerini istiyor. Sonra da hâlâ bu işten vaz­geçmeyenler için çok müthiş bir tehdit geliyor:
279:"Eğer böyle yapmazsanız Allah’a ve Resû­lü’ne karşı savaş açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz ana ser­mayeniz sizindir. Böylece haksızlık etmemiş ve de haksız­lığa uğramamış olursunuz."
Fâize devam edenler Allah ve Resûlü’ne karşı savaş açmış in­sanlardır. Ya da bunun ikinci mânâsı da Allah ve Rasûlü bu adam­lara karşı savaş açmıştır. Allah ve Resûlü’yle savaşa tu­tuşmanın ne demek olduğunu biliyor musunuz?
Bu fâizciler tıpkı Allah’ın farz kıldığı zekâtı vermeye­rek mürted sayılan ve Allah Resûlü’nün kendilerine savaş ilan ettiği kimseler gi­bidir. Bakın dikkat ederseniz Bakara sûresinin ön­ceki bölümlerinde görmüştük durup dururken belli şartlar gerçek­leşmedikçe kâfirlere bile savaş açmak caiz değilken bunlar için, bu fâizciler için her halükârda savaş açmak kayıtsız şartsız vacip kılınmıştır.
Fâize bulaşmamak, tüm fâ­izli ilişkilerden uzak durmak sa­kınmak müslümanların her birine ayrı ayrı farzı ayın bir görev olduğu gibi, aynı zamanda toplumda fâiz pisliğinin kökünü kazımak ve fâizci­lerle sonuna kadar savaş­mak da tüm müslümanlar üzerine içtimaî bir farizadır. Çünkü fâiz öyle sârî bir mikroptur ki onun yaşadığı toplumda tek tek müslümanların ondan kurtulmaları mümkün olmayacaktır. Gü­nün birinde her biri bu pisliğe bulaşmak zorunda kalacaktır.
Bu pislikten kurtulabilmek için şuna da dikkat edin:
280:"Eğer borçlu darda ise bolluk zamanına ka­dar ona süre tanıyın. Eğer bilirseniz borcu sadaka ola­rak ba­ğışlamanız sizin için daha hayırlıdır."
Ey müslümanlar! Borçlunuz olan kardeşleriniz eğer bor­cunu ödeyemeyecek kadar zor durumdaysa, elinde avucunda ve­rebilecek bir şeyi yoksa böyle bir durumda hiçbir müslümanın onu sıkıştırıp zor durumda bırakmaya hakkı yoktur. Böyle bir durumda müslümana dü­şen şey ona rahatlıkla borcunu ödeyebileceği ka­dar bir zaman mühlet tanıyıp beklemek ya da bundan daha güze­lini söyleyelim. Onun se­vabını mükâfatını Allah’tan beklemek üzere alacağını o kardeşine ta-sadduk etmektir. Tamam arkadaş ben senin gerçekten borcunu öde-me niyetinde olduğunu, ama ödeyemeyecek kadar zor durumda olduğunu biliyorum. Yorma kafanı ben onu sana tasadduk ettim de­yi-vermek bilirseniz sizin için çok daha hayırlıdır diyor Rabbimiz.
Borcunu ödeyebilecek durumda olup da hainliğine ödemeyen­ler bu işin dışındadır. Böyle durumlarda İslâm’da onun hapsi bile ge­rekir. Ama borçlu gerçekten borcunu ödeyemeyecek durumdaysa, ona borcunu ödeyebilecek kadar bir genişlik tanı­mak, ya da tama­mıyla onu infak etmek gerekir.
Bu âyet aynı za­manda İslâm mahke­melerine bu durumda olan borçlular konu­sunda süre tanıma emri vermektedir. Hattâ böyle durumlarda İs­lâm mahkemesi o kişinin bor­cunun bir kısmını veya tamamını silme hakkını vermektedir. Nitekim Allah’ın Resûlü’ne böyle borçlu olup da borcunu ödeyemeyecek kadar iflas etmiş bir adamdan bahsedildi. Allah’ın Rasûlü hemen harekete geçerek çevresinde­kiler-den o adam için yardımda bulunmalarını is­tedi. Sonra bu adamın alacaklılarını çağırarak bu toplananlarla yetin­melerini ve daha fazla da o adamı sıkıştırmamalarını tavsiye etmiştir.
Yine bakın Taberânî’nin rivâyet ettiği başka bir hadisle­rinde Al­lah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Kendi gölgesinin dışında hiçbir gölgenin bulun­ma­dığı bir günde Allah’ın kendini gölgelendirmesini arzu eden bir kimse, zor durumda kalmış bir kardeşine kolaylık sağlasın veya onun borcunu indiriversin."
Yine başka bir hadislerinde İmam Ahmed’in rivâyetine göre Al­lah’ın Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
"Dualarının kabul olunmasını, kaderlerinin açıl­ma­sını isteyen kimse borcunu ödeyemeyecek kadar zor du­rumda kalmış alacaklısını bu durumdan kurtarsın."
Taberânî’nin İbni Abbas’tan rivâyet ettiği başka bir hadisle­rin-de de:
"Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine kolay­lıkla ödeyebileceği zamana kadar mühlet tanıyan bir kimseye Allah da günahları sebebiyle tevbe edinceye kadar ona mühlet tanıyacaktır."
Buyurur. Başka bir hadislerinde Rabbimizin bu kimseyi cehen­nem ateşinden muhafaza edeceğini müjdelemektedir. Başka bir ha­dislerinde borcunu ödemekte güçlük çeken bir karde­şine mühlet tanı­yan kimsenin ona tanıdığı her bir gün için Allah’ın ona bir sadaka mü­kâfatı yazacağını, başka bir hadislerinde de her bir gün için iki sadaka yazacağını anlatmaktadır.
Borcun tehir edilmesine karşılık bir fazlalığın alınması ha­ram­dır. Cahiliye döneminde bir adam borcunu ödeyemediği zaman ala­caklı onun borcuna bir miktar daha ilave eder ve belli bir süre için onun ödemesini ertelerdi. Buna İslâm’da "Nesie fâ­izi" denir. Müca-hid’in ifadesine göre cahiliye döneminde borcunu zamanında ödeyemeyen borçlu alacaklısının yanına kadar gelir ve: "Sana şunu şunu ilave diyorum! Sen de benim borcumu ertele! Derdi. Alacaklı da onun borcunu ertelerdi. İşte buna "Riba ennesie" denir.
Borcu şart koşulmuş bir fazlalık karşılığında tehir etmek şek­linde gerçekleştirilen bir fâiz türü. Bu fazlalık erteleme karşılı­ğında yâ-ni ertelenen sürenin bir bedeli olarak ödeniyordu. Bu cahiliye dö­ne-minde yaygın olan bir fâiz çeşidiydi.
Demek ki borcunu ödeyemeyecek kadar zor durumda olan kardeşlerimize imkân tanıyacağız, mühlet vereceğiz, tanıdı­ğımız bu mühletten ötürü kesinlikle bir fazlalık talep etmeyeceğiz, eğer borç­luya borcunu sadaka olarak bağışlarsak bilelim ki bu bi­zim hakkı­mızda daha hayırlı olacaktır. Öyleyse:
281:"(Ey iman edenler!) Allah’a döndürüleceği­niz, sonra da herkese kazancının tamamının verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğramayacağı o günden kor­kunuz."
Rabbimiz insanları Al­lah’a Allah’ın istediği biçimde imana ve bu imanın gereği olarak salih amellere, namaza, zekâta dâvet etti, sonra Allah için karşı­lıksız borç vermeye ve borcunu ödeyemeyecek durumda olanlara mühlet vermeye ya da alacağını tasadduk etmeye çağırdı. Daha sonra bu âyet-i kerîmesinde de yapılanların zerre kadar da olsa zayi olmayacağı, karşılığının mutlaka ödeneceği bir günü ha­tırlatı­yor. Öyle bir günden korkun ve o gün için hazırlıkta bulunun ki o gün kim ne yapmışsa mutlaka karşılığını görecektir. O gün kimse­nin kimseye bir faydası olmayacaktır. Kimse kimseyi kurtaramaya­cak, kimse kimseye bir şey sağlayamayacak. O gün kişinin imda­dına yeti­şecek bir tek sermaye vardır. O da iman ve bu imana da­yalı olarak Allah adına yapılmış salih amellerdir. İşte Allah onları size açık açık anlatıyor. Haydi o gün gelmeden önce bu amellere koşun. Çünkü o gün hiçbir pişmanlık fayda vermeyecektir deniyor.
Abdullah bin Abbas’a göre bu âyet kitabımızın en son inen âye­tidir. Bu âyetten sonra Allah’ın Rasûlü bir rivâyete göre yedi gün ya da sadece üç saat yaşadığı söylenmiştir.
Bundan sonra Rabbimiz borçlanmalarla alâkalı konuları an­lat­maya başlayacak. Burada fâizi haram kılan âyetlerden sonra bu ko­nunun gündeme getirilişinden anlıyoruz ki fâizi haram kılan Rabbi-mizin onun alternatifi olarak da nelerin sunulduğunu anlıyo­ruz. Bunlar:
1- Zekât ve sadaka,
2- Karz-ı hasen,
3- Selem alışverişi ve taksitle ödemeli alışveriş,
4- Ve mudârabe ortaklığı.
Önce infakı ve sadakayı emreden âyetler gelmiş, daha sonra fâizin yasaklığını anlatan âyetler gelmiş, arkasından bor­cunu öde­mekte zorluk çeken kimselere mühlet verilmesini istemiş böylece kar-z-ı hasene dikkat çekilmiş. Daha sonra da bu âyet-i kerîmede borçlanma konusu yâni selem alışverişinin, yâni taksitle ödemeli alış­veriş kapısı açılmıştır. Bakın Rabbimiz şöyle buyuru­yor:
282:"Ey iman edenler! Muayyen bir vade ile borç­lan­dığınız zaman onu yazın. Aranızda bir katip de adâletle yazsın. Katip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmak­tan çekinmesin, ve yazsın. Hak kendi üzerinde olan da yazdır­sın. Rabbi olan Allah’tan da korksun ve ondan bir şey ek­siltmesin. Eğer borçlu sefih, yahut zayıf, yahut yazdırmaya gücü yetmeyen kimse ise (onun yerine) velisi adâletle yaz­dırsın. Erkeklerinizden iki de şahit yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olaca­ğınız bir erkek ve iki ka­dın olabilir. Böylece biri unuttuğunda diğeri ona hatırla­tacaktır. Şahitler (Şahitlik için) çağrıldıkları zaman çekin­mesinler. Borç ister büyük olsun, isterse küçük olsun onu süresiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Çünkü bu, Al­lah katında daha adâletli, şehadetin doğru olmasına ve şüp­helerin ortadan kalkmasına yardımcıdır. Ancak aranızda peşin alışveriş olursa o zaman onu yazmamanızda size bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınızda şahit tutun. Yazana da şehâdet edene de zarar verilmesin. Eğer böyle yaparsa­nız o zaman kendinize bir kö­tülük olur. Allah’tan korkun! Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilir"
Âyet-i kerîmede ifade edilen "deyn" kelimesi hem selem ak­dini, hem karz-ı haseni yâni karşılıksız borç vermeyi hem de vadeli satışlardan doğacak borçlanmaları içine almaktadır. Ancak dil bilim­cileri karz ile deynin birbirlerinden farklı olduklarını söylemişlerdir. Onun içindir ki bu âyette yazılması istenen borçların karzdan doğan borçlar değil sadece alışverişten yâni selem alış­verişinden doğan borçların yazılmasıdır denmiş.
Selem akdi; peşin parayla, peşin paraya karşılık, özellikleri, miktarı, teslim zamanı belli olan bir malı vadeli olarak almaktır. Bütün âlimlere göre böyle bir alışveriş caizdir. Bakın Buhârî’de İbni Abbas’ın şu ifadesini görüyoruz:
"Allah’ın belirlenmiş bir zamana kadar yapılan se­lem akdini helâl kıldığına ben şehâdet ediyorum. Dedi ve bu âyeti okudu."
Allah’ın Rasûlü Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
"Selem akdi ile hurma almak isteyen belli ağırlık, belli miktar ve belli zaman tayin ederek alabilir."
Allah buyurur ki işte böyle bir selem alışverişi yaparak borç­lan­dığınız zaman, o borcunuzu gün, ay gibi belirlilik ifade eden ve bilin­mezliği ortadan kaldıracak şekilde yazınız. Falan ki­şiye filan ayın fi­lan gününde ödenmek üzere şu kadar borcum vardır diyerek yazın. Yâni Allah sizin için fâizi haram kıldı diye borç ile veresiye muamele­sine de haram kıldı sanmayın. Allah buna izin vermiştir, birbirinize borç alıp verebilirsiniz, parasını son­radan ödemek üzere alışveriş ya­pabilirsiniz ama bu borçlarınızı vadesi belli olarak yazmanız ve bel­gelemeniz gerekmektedir. Hattâ günlük alışverişleri bile belgelemek yazmak her zaman yazmamaktan bizim için daha iyidir bunu unutma­yalım.
Hanefî ulemâsı bu âyet-i kerîmeyi selem alışverişinde süre tayi­ninin şart olduğuna delil göstermişlerdir. Yâni bir alım satım sonu-cunda doğacak borçların zamanı tayin edilmelidir. Lâkin bir alış veriş sonucu değil de karz olarak, yâni toplumda el ödüncü dediğimiz borçlanmalarda yazmak belgelemek vardır da bu tür borçlanmalarda zaman tayini yoktur. Çünkü bu tür el borçlarında alacaklı her ân onu alabilmelidir. Zira burada ticaret borçlanmalarında ol­duğu gibi her­hangi bir menfaatlenme söz konusu değildir. Bu tür borçlanmalarda alacaklının ona ihtiyacı olduğu andan itibaren borçlunun vermeyip bekletmesi caiz değildir.
Evet Hanefî ulemâsı bu âyeti selem alışverişinde süre ta­yin et­meye delil göstermişlerdir. Çünkü bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz:
"Muayyen bir vade ile"
Buyurmuştur. Az evvel okuduğum hadis de bunu anlatmak­ta­dır.
"Aranızda bir katip de adâletle yazsın."
Ya "bir katip bunu adâletle yazsın." demektir bunun mâ­nâsı, ya da "adâletli bir katip yazsın." demektir. Yâni iki taraftan bi­rine meyil göstermeyecek her iki tarafın da haklarını eşit olarak gözeterek yaza­bilecek tarafsız ve âdil bir katip yazsın demektir. İkisini birlikte söyle­yecek olursak: Borç alıp veren kişiler aralarında yazdıkları konusunda kendisine ve adâletine güvendikleri bir katip yazsın, âdilce ve dikkat­lice yazsın. Yâni yazması gerekenin dı­şında bir şey yazmasın, bir şey de eksiltmesin.
Aranızda bir katip de onu yazsın ifadesinden şunu anlıyo­ruz: Borçlu ve alacaklı her birinin birbirinizin yokluğunda onu kendi kendi­nize kendi defterlerinize, kendi hesabınıza yazdığınız gibi bununla yetinmeyip bir de ayrıca ikinizin birlikte kabul edip adâletine güvendi­ğiniz bir katibe de yazdırın diyor Rabbimiz.
Âyetten anlaşılıyor ki bu tür yazışmaları yapacak kişilerin müs-lüman, âdil, dinine bağlı ve fıkıh bilgisine sahip, yazması düz­gün olan kişilerden başkalarının olmaması gerekmektedir. Noterin kimliğini de anlatıyor bu âyetiyle Rabbimiz.
"Katip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmak­tan çe­kinmesin, ve yazsın."
Allah’ın kendisine İslâm bilgisi verdiği, bu âyetlerin bilgisini ver­diği kimse Allah’ın kendisine yazı yazabilme ve belgeleri tan­zim edebilme imkânı ve bilgisi verdiği hiçbir kimse müslümanların kendile­rine bir ihtiyaçları söz konusu olduğu zaman onlara yardımı esirge­memelidir. Hemen bu konuda onlara yardımcı olsun. Öy­leyse diyoruz ki borçları yazman farz-ı kifayedir. Yâni herhangi bir yazıyla yazma­sını bilen kişiye farz-ı kifayedir. Fakat böyle bir işle görevlendirildiği andan itibaren bu iş onun üzerine farz-ı ayın ol­maktadır.
"Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın."
Bu hak kendi üzerinde olan ifadesinde kastedilen borcu alan, üzerinde borç bulunan kimsedir. Borçlu kişi bu şekilde yazdı­rarak zimmetindekini ikrar ve tespit etmiş olacaktır. O halde yazıya geçecek ifade ikrar sahibinin yâni borçlunun ifadesi olacaktır.
Bundan da şu anlaşılıyor ki böyle bir borçlanmada bu bor­cun senede geçirilip tesbit edilmesini borçlu olan tarafın teklif et­mesi ge­rekmektedir. İşte bu "imla ettirsin, yazdırsın" hitabı borçlu olan kişiyedir. Böylelikle borçlu olan kişi kendi diliyle kendi­sinin borçlu ol­duğunu ikrar ve kabul etmiş, bu konuda şek ve şüp­heyi kaldırmış ve mutmain olmuş olacaktır.
"Rabbi olan Allah’tan da korksun ve ondan bir şey eksiltmesin."
Borçlu olan kimse bunu yazdırırken de Allah’tan korksun. Yâni hem onu yazdırmaktan çekinmesin hem de tarafların üze­rinde anlaş­tıkları bir konuda herhangi bir şey eksiltmek gibi, ya da fazlalaştırmak gibi bir yanlışlık yapmaya kalkışmasın. İfadede bir değişiklik ilerde ih­tilâflara ve yanlış anlamalara sebebiyet verecek bozuk bir cümle yaz­dırarak gelecekte borcun hukukî şeklini boza­cak veya tahsilini zorlaş­tıracak bir yamukluğa tevessül etmeye kalkmasın. Bu konuda muttaki davransın buyurarak Rabbimiz bu­rada bu borçlanmayı yazacak kişi­leri kendi ismi ve sıfatlarıyla kor­kutmaktadır.
"Eğer borçlu sefih, yahut zayıf, yahut yazdırmaya gücü yetmeyen kimse ise (onun yerine) velisi adâletle yaz­dırsın."
Eğer borç alan kişi sefihse yâni parasını çar­çur edecek, aklı kıt, savurgan birisiyse, ya da zayıf, çocuk, deli, cahil veya bunaklık derecesinde yaşlı birisiyse, yahut da yazdır­maya gücü yetmeyen dil­siz, kekeme veya yazılacak dili bilmeyen bir yabancı, yazdıracak kim­sesi olmayan birisiyse o zaman velisi­nin onun aldığı borcu adâletle yazdırması gerekmektedir.
"Erkeklerinizden iki de şahit yapın."
Bu borçlanma işine müslüman erkeklerinizden iki kişiyi de şa­hit tutun. Buna göre şahitler erkek olmalı, müslüman olmalı ve de ço­cuk olmamalıdır. Âkıl bâliğ olmuş iki kişi olmalıdır. Çocukların ve gayri müslimlerin mü'minler üzerine şehâdetleri geçerli değildir. Çünkü Rabbimiz burada "Erkeklerden iki kişi" dememiş de "Er­keklerinizden" yâni sizden olan müslüman olan erkeklerinizden buyurmuştur. Öy­leyse gayri müslimlerin müslümanlar üzerine şehâdetleri geçerli de­ğildir. Ama gayri müslimlerin kendi arala­rında şehâdetleri geçerli ka­bul edilmiştir.
"Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olaca­ğı­nız bir erkek ve iki kadın olabilir. Böylece biri unuttu­ğunda diğeri ona hatırlatacaktır."
Eğer bu konuda şahitlik yapabilecek iki erkek bulunmazsa o za­man razı olacağınız bir erkek iki kadın şahitlik etsin. Buradaki "Razı olacağınız" ifadesinden kasıt dinini, adâletini, dürüstlü­ğünü kabul ettiğiniz kimseler mânâsına gelmektedir. İmam Ebu Hanife’ye göre şahitlerin zahiren müslüman olmaları büyük günah işlememiş olmaları ve farzları yerine getiren kimseler olmalarını şart koşulmak­tadır. Ancak kâfirlerin kendi aralarındaki muamelele­rinde birbirlerine şahitlikleri makbul kabul edilmiştir.
Burada bir yanlış anlaşılmaya mahal bırakmamak için bir açık­lamada bulunmak istiyorum. Burada iki kadının şehâdetinin bir erke­ğin şehâdetine eşit tutulması kadınlara hakaret ya da onları küçük düşürmek için değil hakların kaybolmamasını sağlamak içindir. Bunu kısaca şöyle maddeleştireyim :
1-) Evvela kadının fıtratında duygusallık daha ağır basmak­ta­dır. Bu yüzden de yaratılışları gereği kadınlarda aşırı heyecan ve et­kilenme söz konusudur. Aşırı heyecan ve etkilenmeler de hafızayı za­yıflatıp unutkanlığı arttırır.
Nitekim pek çok erkeğin de aşırı heyecan ve etkilenmelerin­den ötürü hafızalarına güvenilmemektedir. Dikkat ederseniz her erkek değil kendisine güvenebileceğiniz âdil erkek deniyor.
2-) Dışarıda olup bitecek ticaret, alışveriş, borçlanma gibi ko­nu­lara kadınlar meşgul edilmemelidir. Bu gibi işler esasında er­kekle­rin işidir. Müslüman bir kadının öyle olup bitenlere şahit ola­cak bi­çimde ulu orta yanında hiç kimse olmadan dolaşması müm­kün değil­dir. Kadının dışarıda olup biten olaylara karşı hafızasını kapalı tut­ması kadınlığının gereği mükemmelliktir. Bu yüzden ka­dın şahit ol­duğu bir konuyu unutabilir. İşte tek kadın unuttuğu za­man ona unut­tuğunu hatırlatacak ikinci bir kadının olması daha iyidir. Şahitlik için kadının oraya buraya götürülmesi olur olmaz in­sanlarla konuşmaya zorlanması veya unuttuğu konuyu başka er­keklerin ona hatırlatmaya çalışması bunlar hoş şeyler değildir. Ama en azından yanında o ko­nuya şehâ-det eden bir kadın daha olursa birinin unuttuğunu öbürü hatırlatır ve böylece bir hakkın yenmesine fırsat verilmemiş olur.
Sorumluluğu üzerine yüklenmemiş olan ticaret konusunu ka­dınların kendilerine dert edinmemelerinden ötürü önemsememiş ola­bilirler. Bu onların ilgi alanlarının genellikle dışındadır. Bu yüzden on­ların bu konuda yanılmaları daha çok mümkündür. Ama eğer iki kadın olursa biri unutmuş olsa bile öte­kisinin hatırlatması sonucunda birile­rinin hakkının yenmesinin önüne geçilmiş olacaktır.
3-) Bu aynı zamanda bir iman konusudur, çünkü Allah böyle de­miş­tir, aksini düşünmek ve iddia etmek âyetin hükmünü reddetmek olacağından küfürdür.
"Şahitler (Şahitlik için) çağrıldıkları zaman çekin­me­sinler."
Şahitler şehâdete çağrıldıkları zaman da bundan çekinme­sin-ler. Bildikleri konuda şehâdette bulunsunlar ki insanların hakları kay­bolmasın. Ayetin ifadesinden anlıyoruz ki çağrıldıkları zaman şahitle­rin şehâdete icâbet etmeleri üzerlerine vaciptir. Hattâ âlimlerimiz bu şahitlerin çağrılmadan da gelip şehâdette bulunmaları gerektiğini id­dia etmişlerdir. Çünkü insanların malları­nın ve haklarının kaybolma­ması çok önemlidir. Bakın Rabbimiz bir âyet-i kerîmesinde bu hususu şöyle anlatır:
"Allah için şahitliği ikâme edin."
(Talâk: 2)
Allah’ın Rasûlü de bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Zâlim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et."
Hadis-i şeriften anlaşılıyor ki bir müslümanın zulme uğra­ması, hakkının gasp edilmesi söz konusu olduğu zaman çağrıl­masa da ya­nında bilgi olan bir müslümanın hemen onun yardı­mına koşması ge­rekmektedir. Nitekim Allah’ın Rasûlü Müslim’in ri­vâyetinde şöyle bu­yurur:
"Şahitlerin en hayırlısı kendisinden şahitliği is­ten-me­den şahitlik edendir."
(Müslim, Tirmizî, İbni Mâce)
Allah’ın hakkı söz konusu olduğu zaman kendilerin­den şahitlik istenmeden şahitlerin şehâdetlerini yerine getirmeleri gerekmektedir.
"Borç ister büyük olsun, isterse küçük olsun onu sü­resiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Çünkü bu, Al­lah katında daha adâletli, şehâdetin doğru olmasına ve şüp­helerin ortadan kalkmasına yardımcıdır."
Rabbimiz insanların haklarının kaybolmaması, kalplere şek ve şüphe girmemesi, adâletin ikâme edilmesi ve iki tarafın da ala­caklının da borçlunun da kalplerinin mutmain olması için borçların, miktarları az da olsa çok da olsa yazılmasını emretmektedir. Borçlar son tak-sidine kadar, son kuruşuna kadar bütün ayrıntıla­rıyla birlikte yazıl­malıdır.
Ve yazılanlar da açık ve anlaşılır olmalı­dır. Zaten azdır canım ne kıymeti var? Bu kadarcık şeyde yazılır mı? diyerek baş­tan savma­yın diyor Rabbimiz. Müslümanların bu konuda gevşeklik gösterme­melerini, ihmalkâr davranmamalarını istemektedir.
Çünkü günümüzde de çokça görüyoruz ki kimi arkadaşlar, kimi akrabalar bir ihmal ve gevşeklik sonucu aralarındaki alacak vere­ceklerini resmi bir yazı ha­line getirmezler. Çünkü sanki bunların açık açık yazılması onların bir­birlerine güvensizliği gibi gelir. Hal­buki Rab-bimiz bunun tamamen ak­sine her şeyin açık açık yazıl­masını emretmektedir. Sonunda da ya­zılmadığı için, gevşeklik gösterildiği için unutmalar, ya da hainlikler sebebiyle insanların başına çok kötü şeyler gelmektedir. Müslümanlar arasında mey­dana gelen ihtilâfların çoğu buradan gelmektedir.
Öyleyse bu ihtilâflara sebebiyet vermemek için Rabbimizin bu­yurduğu biçimde aramızdaki borçlar az da olsa çok da olsa onu he­men yazmak zorundayız. Zaten genellikle borçlar az olduğu zaman yazılmayıp ihmal edilmektedir. Halbuki Rabbimiz az da olsa yazılması gerektiğini anlatıyor.
Bakın Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde bu hususu açıklaya­rak üç tür kimsenin Allah’a dua ettiğini fakat bunların dualarına icâbet edilmediğini anlatıyor. Bunlardan birincisinin karısı yoldan çıkmış ol­du-ğu halde onu boşamayan kimse, ikincisinin kendisine yetim malı emanet edilen fakat henüz bu yetim olgunlaşmadan malını kendisine teslim eden kimse, üçüncüsünün de hiçbir yazılı belge ve delil olmak­sızın başkalarına borç veren kimse olduğunu anlatıyor.
Öyleyse az olsun çok olsun tüm borçlarınızı yazın, çünkü:
"Böyle (ayrıntılarıyla birlikte) yazılması Allah ka­tında takvaya en uygun olanı, şahitliğin yerine getiril­me­sini en iyi şekilde sağlayanı, ve kuşkuya şüpheye düşme­menize en büyük sebeptir."
"Ancak aranızda peşin alışveriş olursa o zaman onu yazmama­nızda size bir günah yoktur."
Aynı mecliste ve peşin parayla alışveriş yapıldığı za­man bu­nun yazılmamasında bir mahzur yoktur. Bu yine de yazmayın anla­mına değildir. Yâni yine de yazmanız daha iyidir ama yazmayabilirsi­niz demektir. Zira böyle peşin para ve peşin mal teslimine dayanan alışverişlerde borç işleminde söz konusu olan endişeler yoktur. Mal he-men teslim edilmiş para da anında ödenmiştir. Bu durumda onu yazmayabilirsiniz, ama:
"Alışveriş yaptığınızda şahit tutun. Yazana da şe-hâdet edene de zarar verilmesin."
Bundan önceki âyette peşin alışverişlerde yazmamaya ruh­sat veren Rabbimiz burada alışverişlerde şahit tutmayı emredi­yor. İster veresiye isterse peşin bir alış veriş de yapmış olsanız onu yazmasa­nız bile şahit tutun diyor Rabbimiz. Buradaki şahit tutma emri ister pe­şin olsun isterse veresiye olsun mutlak olarak bütün alışverişleri kap­samaktadır. Yâni ister peşin isterse veresiye olsun bütün alışverişleri­nizde şahit tutun diyor Rabbimiz. Çünkü böylesi daha ihtiyatlı ve ara­nızda çıkabilecek anlaşmazlıkları daha çok önleyicidir.
Yazana da şahitlik edene de zarar verilmesin ifadesini de şöyle anlamaya çalışıyoruz:
1-) Yazanın da kendisinden şahitlik istenenin de kendilerin­den isteneni kabul etmemeleri konusunda bir nehiydir bu.
2-) Veya yazarken de şahitlik ederken de herhangi bir tahrif­ten, eksiltmekten ve çoğaltmaktan sakınmaları emrediliyor.
3-) veya onlara ısrar edilerek daha önemli bir işlerinden on­ları alıkoymak sûretiyle katibe ve şahide zarar vermekten sakındı­rıyor Rabbimiz.
4-) Ya da yazma işi eğer bir ücretle yapılıyorsa o zaman yazma ücretini vermemekle veya eğer bir beldeden bir beldeye şahit­lik için gidip gelme söz konusu ise şahit ve katibin masrafları­nın ödenmemesi biçiminde onlara zarar verilmemesi emrediliyor.
"Eğer böyle yaparsanız o zaman kendinize bir kö­tü­lük olur. Allah’tan korkun! Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilir"
Eğer yazana ve şahitlik edene bir zarar verirseniz bu, Al­lah’ın emrine isyandır, fısktır, günahtır. Böyle yapanlar Allah’ın emirlerine ters düştüklerinden günahkâr olmuşlardır. Öyleyse ey müslümanlar! Allah’tan korkun. Onun emirlerini yerine getirme ve yasaklarından ka­çınma konusunda muttaki davranın. Yolunuzu Allah’la bulun, Allah’ın gösterdiği biçimde hareket edin. O zaman Allah size bilmediğiniz şer'i hükümleri öğretecek, size yol göstere­cek ve size basîret ve anlayış lütfedecektir.
Ama kimilerinin iddia etmeye çalıştıkları gibi bu âyetten şunu anlamamalıyız: İnsan Allah’tan korktu mu bu yeterlidir. Hiç uğraşma-dan, çaba göstermeden, ilim yoluna girmeden Allah onu âlim yapa­caktır. Bakın bu âyet-i kerîmede, siz yeter ki Allah’tan korkun, o size bilmediklerinizi kesinlikle öğretecek ve sizi âlim ya­pacaktır derler. Bu anlayış pek çoklarının okumadan âlim oldu­ğunu iddia ederek ortaya çıkmalarına sebep olmuş ve bu okuma­dan âlim olmuş insanların Kur’-an, hadis ve fıkıh konularında söy­ledikleri sözler cahilleri kandırıp türlü türlü yollara sevk etmiştir.
"Allah’tan korkun. Allah size öğretiyor."
Âyetinin anlamı böyle değildir. Takvanın katledilmesidir bu Al­lah korusun. Çaba göstermeden, uğraşmadan, okuyup öğren­meye çalışmadan âlim olmak fıtrata aykırıdır.
Ayet-i kerîmede Allah’tan korkun buyurulduktan sonra "Vav" harfi kullanılmıştır. Allah’tan korkun Allah size öğreti­yor demek ola­caktır mânâ. Ama böyle değil de eğer Allah’tan kor­karsanız "fe" ol­saydı, yâni "Vav" yerine "Fa" olsaydı, yâni Allah’tan korkarsanız Allah size öğretir olsaydı veya hiç edat kullanılma­saydı o zaman bu anla­yışa delil olurdu. Halbuki ifade böyle değil­dir. Kaldı ki ilim takvayı do­ğurur. İlimsiz takvadan söz edilemez. İlim asıl takva ise fer'dir. Allah’ın Rasûlü bunu anlatırken şöyle bu­yurur:
"İlim öğrenmekle olur."
(Darekutni, Taberânî)
283:"Eğer seferde olur da yazacak bir katip bula­maz­sanız (borca karşılık) rehin alın. Eğer birbirinize gü­venirseniz (yazmanız, şahit tutmanız, veya rehin al­manız gerekmez). Kendisine güvenilen kimse emanetini (bor­cunu) ödesin ve Rabbi olan Allah’tan korksun. Şa­hitliği gizlemeyin. Her kim onu gizlerse muhakkak ki o, kalbi günahkâr olan bir kimsedir. Şüphesiz ki Allah her yaptı­ğınızı hakkıyla bilendir."
Âyet-i kerîmeye göre yolculukta olup da vadeli alış veriş ya-pılmışsa veya borç alınmış verilmişse bunu yazacak belgeleyecek bir kimse bulunmadığı zaman da kişinin alacağına mukabil rehin alabile­ceği anlatılıyor. Kişinin bu durumda malını koruması konu­sunda rehin alarak işi sağlama bağlaması isteniyor. Ancak bu re­hin alma konusu hem seferde hem de yolculuk dışında yazacak kimse bulunmadığı takdirde olabilir.
Allah’ın Rasülünün bir yahudi’den aldığı ekmek­lik un karşılığında zırhını rehin olarak verdiğini biliyo­ruz. (Buhârî ve Müslim)
Ama eğer birbirinize güvenirseniz o zaman yazmanız, şahit tut­manız veya rehin almanız gerekmez. Bazen alacaklı borçluya gü­vendiği için, bu alacağı konusunda ona hüsnü zan beslediği için onu yazmak şahit tutmak ya da rehin alarak bu işi belgelemeyi düşünme­yebilir. Bu durumda da kendisine güvenilen ve emin ta­nınan kimse emanetini yâni borcunu ödesin ve Rabbi olan Al­lah’tan korksun diyor Rabbimiz.
Burada borca emanet denmesi borç verenin borç verdiği kişiye güvenmesi sebebiyle ondan rehin almasını anlatır. Rabbimiz karşılıklı birbirlerine güvenleri ol­duğu zaman bunlara izin vermektedir ve de borçluya borcunu tastamam ödemesini ve onun bu samimiyetini istismar etmemesini tavsiye etmektedir.
284"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla sorguya çekecektir. Sonra dilediğini bağışlar, dile­diğini azaplandırır. Allah her şeye güç yetirendir."
Bu konuyu daha önceki âyetlerde ifade etmeye çalışmıştık, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın mülküdür, hepsi de Al­lah’ın kuludur. Her şey ve herkes onun tasarrufu ve tedbiri altın­dadır. Tüm varlıklar üzerinde tek hakim ve tek Kayyum Al­lah’tır. Her varlığın boy­nundaki ipin ucu Allah’ın elindedir. Sadece ona ibâdet edilir ve sa­dece ona teslim olunur. Yaratıcının muradı gereği kâinatta iradeli ya­ratılmış olan insan ve cinlerin dışında hiçbir varlık onun emirlerinin ve yasalarının dışına çıkamaz. Hiçbir varlık ona karşı gelemez.
Eğer insan ve cinlerin dışında kâinattaki varlıklardan her­hangi biri Allah yasalarının dışına çıkarsa, Allah’ın emirlerinin dı­şında hare­ket ederse şüphesiz ki anında yok olur, mahvolur. Ama Allah hikmeti gereği kâinatta sadece insan ve cinlere irade ver­miştir. Onların bo­yunlarındaki ipin ucunu doğuştan elinde yarat­mamıştır. Bu yüzden Allah’ın kendilerine verdiği iradeleri sebe­biyle insan ve cinler Allah’ın koyduğu yasaların dışına çıkabilme, Allah’a kafa tutabilme imkânına sahiptirler. Böyle yaptıkları zaman da onlar hem dünyalarını mahvet­miş hem de âhirette büyük azaplara uğramış olacaklardır. Ama eğer insanlar ve cinler dün­yada mutlu olmak âhirette de Allah’ın mükâfatla­rına nail olmak is­tiyorlarsa o zaman Allah yasalarına uygun hareket etmek zorun­dadırlar.
Bu bir tercih meselesidir, bu bir iman meselesidir. Gök­lerin ve yerlerin sahibinin Allah olduğuna iman eden kişi el­bette ki tüm haya­tında Allah’a ve onun kanunlarına tabi olacaktır. Buna inanan kişi el­bette ki Allah’tan başkalarına tabi olmaktan, Allah’tan başkalarının kanunlarına teslim olmaktan ve Allah’tan başkalarını memnun etmeye çalışmaktan vaz geçektir.
Göklerin ve yerin mülkünün sahibi Allah’tır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi konusunda söz sahibi Allah’tır. O her şeyi bilmektedir. O’nun ilminin ve haberinin dışında hiç bir şey gerçek­leşemez. İlmiyle sizi kuşatan Allah sizin içinizde dışınızda ne varsa hepsini bilmekte­dir. İçinizde bulunanları gizleseniz de açığa çıkarsanız da Allah onu bilmektedir ve sizi onunla hesaba çeke­cektir. Bundan dolayı ne, yanı­nızdaki şehâdeti gizleme gibi bir yanlışlık yapmadığınız gibi insanların haklarını eksiltme veya art­tırma gibi bir eylemde de bulunmayın deni­yor.
Âyet-i kerîmede kalplerinizden geçirdiklerinizi ister açığa vu­rup eyleme dönüştürün, isterse açığa vurmayıp gizli tutun bun­ların tama­mından sizi hesaba çekeceğim buyuruyor Rabbimiz. Âyetle alâkalı şunları söyleyelim inşallah: Âyet-i kerîmede:
"İçinizde, kalbinizde ne varsa"
İfadesi, mutlak olduğuna göre acaba kalplerimizden her tür dü­şünceden, her tür vesveseden, her tür hayalden ve şüpheler­den de sorumlu muyuz? Acaba bunların tamamından da hesaba çekilecek miyiz? Bu kalplerimizden geçenler ihtiyarî yâni kendi elimizde olanlar mıdır? Yoksa gayri ihtiyarî ya da izdırarî dediğimiz yâni kendi elimizde olmadan kalplerimizden geçenlerden mi so­rulacağız? Veya acaba sü­rekli kalbimizde tuttuğumuz düşünceler­den mi sorulacağız? Yoksa bir anlık bir gaflet sonucu kalplerimiz­den gelip geçiveren hayallerden, düşüncelerden de mi sorumlu tutulacağız? Yoksa sadece kötülerin­den mi hesaba çekileceğiz?
Âyetin ifadesi mutlak olunca sahâbe-i kirâm bunların tama­mın­dan hesaba çekilmeyi anladılar ve perişan oldular. Âyet-i kerîmenin hükmü sahabeye çok ağır geldi. Üzüntülerinden mah­voldular, perişan oldular.
1-) Sahabeden bazılarının iddiasına göre âyetin bu bölümü yâni kalplerden geçenlerden insanların hesaba çekileceğini anla­tan bölümün nüzulünden takriben bir yıl sonra Bakara’nın son bö­lümünde gelen:
"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği bir şey yük­lemez."
(Bakara: 286)
Âyetiyle nesih edilmiştir. Ebu Hureyre’nin bu konuda şöyle de­diği rivâyet edilmiştir: "Allah’ın Resûlüne bu âyet-i kerîme nazil olduğu zaman âyetin hükmü sahabeye çok ağır geldi. Rasûl-i Ekremin ya­nına gelerek dediler ki: "Ey Allah’ın Rasûlü! Namaz, oruç, hac gibi gü-cümüzün yeteceği amellerle sorumlu tutulduk. Şimdi Rabbimiz bize bu âyetini indirdi. Bu âyetin hükmü bize çok ağır geldi. Bunun yükünü kaldıramıyoruz." dediler. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle bu­yur-du:
"Sizler daha önceki ehl-i kitabın dediği gibi: "İşit­tik ve isyan ettik" mi demek istiyorsunuz? Bilâkis! İşit­tik ve itaat ettik. Senin affını dileriz, dönüş sanadır" de­yiniz."
Bundan sonra da Bakara sûresinin sonundaki:
"Allah hiç kimseye gücünün yetmediğini yükle­mez"
Âyeti inzal buyurularak bu âyetin hükmü nesih edilmiştir." (Müslim, Ahmed)
2-) Bazı âlimlere göre bu âyet mensuh değildir ancak hükmü özeldir. Âyetin siyakına bakılırsa burada kastedilen şahitliği gizlemek ve kalpte olan bilgiyi söylememektir. Şahitliği gizleyen herkes Allah indinde kalbin eylemi olan bu amelinden sorumlu tutulacaktır.
3-) Bazı âlimler de bu âyetin mensuh olmayıp mânâsının kalple­rinizden geçirip de kaldırabilme imkânına sahip olup da kal­dır­ma-dığınız düşüncelerinizden hesaba çekileceksiniz anlamına gel­mek-tedir demişlerdir. Çünkü "fi" Zarf-ı müstakar olduğuna göre öyle gelip geçici bir anlık düşüncelerden değil içinizde iyice karar kılmış, yerleşmiş, kalplerinizin sahiplendiği duygu ve düşünceler­den, niyet­lerden hesaba çekileceksiniz anlaşılıyor.
Bir de insanın içinden kendi iradesiyle def edemeyeceği bir kı­sım düşünceler de geçebilir. Kendi iradesinin dışında elinde ol­madan insanın kalbinden gelip geçen düşünceler, vesveseler ve hayaller de bunun dışındadır. Çünkü bunlardan kurtulmak insan için mümkün ol­mayabilir. Âyet bunları kapsamamaktadır. Deminki hadiste ifade etti­ğim gibi sahâbe-i kirâm efendilerimiz âyetin bunu da kapsadığını zan­nederek çok korkmuşlar ve Rabbimiz de bunun üzerine kaldıramaya­cakları yükü onların üzerine yüklemeyeceğini ifade ediverdi. Dolayı­sıyla insanın kendi iradesiyle def edemeye­ceği kaldırıp atamayacağı bir kısım düşüncelerin kalpten geçiril­mesi buna dahil değildir.
İnsan kalpten geçen ve önüne geçemeyeceği ves­vese gibi dü­şüncelerden dolayı hesaba çekilmeyecektir. Ancak kalpten geçirilen bu düşünceler kalpte kökleşir ve buna göre amel etmeye de niyetleni­lirse o zaman bunlardan da hesaba çekilme­miz söz konusu olacaktır. Ama günah işlemeye karar verip bunu kalbinden geçirmekle beraber sonradan bu kararından dolayı pişman olur ve tevbe ederek vazge­çerse bu da bağışlanır. Ama meselâ bir kişi günah olan bir eylemi yapmayı kalbinden geçirse ve hemen ondan vazgeçmeyip onu dü­şünmeye devam ederse bu kişi günaha girer.
İşte yarın Allah katında bundan dolayı hesaba çekilecektir. Ay­nen bunun gibi meselâ küfür olan bir fiili işlemeyi düşünen bir kimse de bu düşüncesinden hemen vaz geçmez ve bu ameli ger­çekleştir­meyi düşünmeye devam ederse kâfir olur. Veya böyle kötü amelleri işlemeyi kalbinden geçiren, sürekli düşünen ve fakat fırsatını bulama­dığı için onu gerçekleştiremeyen insanlar bu dü­şüncelerinden ötürü hesaba çekileceklerdir.
Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurdu:
"Allah ümmetimin içinden geçirdiği şeyleri konu­şup, onunla amel etmedikleri müddetçe bağışlamıştır"
(Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd)
Kalplerinizde niyet olarak sürekli taşıdığınız şeyler açığa çıksa da çıkmasa da, onları açığa vursanız da kalplerinizde gizleseniz de Allah onları bilmektedir. Bunların tamamı Allah için malumdur. Hiç bir şey Allah’a gizli kalamaz. Bundan dolayı insan­ların onu açığa vurma­ları da gizli tutmaları da hiçbir mânâ taşı­maz. Allah bunların hepsin­den sizi hesaba çeker, ama:
"Şüphesiz ki Allah dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah her şeye Kâdirdir"
Sorumluluk kesinleştikten sonra dilediğini bağışlar dile­diği için bunları siliverir, yok farz ediverir, dilediğini de hesaba katarak, silme­yerek azap ediverir. Bu ona kalmış bir şeydir. Kime azap, Kime mağfi­ret edeceğini Allah’tan başka da hiç kimse bilemez. Sadece diyoruz ki Rabbimiz insanların gerek işledikleri ve gerekse kalplerinden geçir­dikleri gü­nah amellerinden dolayı şirk koşmadan ölen kullarını affede­bilir. Fakat küfür ve nifak ehlini de hem işlediklerinden ötürü hem de kalplerinden geçirdiklerinden ötürü hesaba çekecektir.
Bundan sonra Bakara sûresinin "Amenerrasûlü" diye baş­layan son bölümüne geldik. Bakara sûresinin son iki âyeti.
İbni Abbas’tan bize intikal eden bir rivâyete göre "Amenerra-sûlü" diye başlayan bu son iki âyet Allah’ın Resûlü’ne Cibril vasıta-sıyla nazil olmamış, Allah’ın Rasûlü Miraç gecesi vasıtasız olarak bu âyetleri Rabbinden almıştır. Bakara sûresi Medeni bir sûre oldu­ğuna göre Mi’râc da Mekke’de vaki olduğuna göre önceden nazil olan bu iki âyet Medine’de nazil olan sûrenin bu bölümüne yerleştirilmiştir demenin dışında bir şey bilmiyorum.
Yine Müslim ve Nesei İbni Abbas’tan şunu nakil ederler: "Ra-sûlullah’ın yanında Cebrâil’in olduğu bir sırada gökten bir ses işitildi. Cebrâil başını gökyüzüne doğru kaldırdı ve:
"Şu anda gökte açılan bu kapı şu ana kadar hiç açıl­mamıştır"
Dedi. İbni Abbas devamla şunları söyledi:
"O kapıdan iki melek indi ve peygamber (a.s) 'ın ya­nına gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammed! Senden önce hiç bir peygambere verilmemiş ve sadece sana ve­rilmiş olan iki nûr dolayısıyla müjdeler olsun sana! Bu iki nûr­dan birisi Fâtiha sûresi, ötekisi de Bakara sûre­sinin son iki âyetidir. Bunlarda okuyup da sana karşılığı verilmeye­cek hiçbir harf yoktur."
Buyurulmuştur.
Yine Buhârî ve Müslim’deki rivâyetlere göre Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Bakara sûresinin son iki âyetini bir gecede oku­yan kişiye bu iki âyet yeterli gelir. Veya kötülüklere karşı onu korumaya yeterlidir."
Buyurur.
Hz. Ali Efendimiz de: "Âyet el Kürsîyi ve Bakara sûresinin sonla­rını okumadan yatan kişinin İslâm’ı gereği gibi kavradığı gö­rü­şünde değilim. Çünkü bunlar öyle bir hazinedirler ki sizin pey­gambe­rinize arşın altından verilmiştir." buyurur.
Şimdi bu iki âyeti de tanıyalım inşallah:
Nüzul sebebiyle alâkalı rivâyetleri bir önceki âyetle ifade et­meye çalışmıştım. Bakara sûresinin 284. âyetinde buyurulur ki:
"Kalplerinizde olanları gizleseniz de açığa çıkar­sa­nız da Allah onunla sizi hesaba çekecektir."
(Bakara 284)
Âyeti nazil olunca bu âyet Ashab-ı kirama çok ağır geldi. Yı­kıl-dılar, mahvoldular, perişan oldular ve Rasulullah’ın yanına gelerek şöyle dediler: Ey Allah’ın Rasûlü namaz, oruç, hac gibi emirlere güç yetirebiliyoruz ama bu âyet bizi çok korkuttu! Bizim buna gücümüz yetmiyor. Kalplerimizden bazen hiç de hoş olmayan şeylerin gelip geçmesine engel olamıyoruz. Bazen öyle şeyler gelip geçiyor ki kalplerimizden, tüm dünyayı verseler biz onların kalple­rimizde bulun­ma-sını asla istemeyiz. Ama ne yapalım elimizde olmadan oluyor bunlar. Bu tür duygu ve düşüncelerin kalplerimiz­den geçmesine engel olamı-yoruz. Rabbimiz de bunların tama­mından hesaba çekeceğini söylü-yor.
Bu durumda bizim halimiz nice olur? diye dert yandılar. Sa-habenin bu sözlerine şahit olan Allah’ın Rasûlü: "Ne oluyor? Ne de­mek istiyorsunuz siz? Yoksa sizler de sizden öncekilerin pey­gamber­lerine söylediklerini mi söylemek istiyorsunuz? Yoksa siz­ler de yahu-diler gibi mi demek istiyorsunuz? Yoksa sizler de onlar gibi:
"Semi'na ve asayna" (işittik isyan ettik)
Mi demek isti­yorsu­nuz? Allah’ın âyetlerine itiraz etmek mi isti-yorsunuz? Allah’a yol gös­termek, Allah’a akıl vermek mi istiyorsunuz? Hayır! Böyle yapmayın! Sizler:
"Semi'na ve eta'na"
Demeye bakın. "Duyduk ve uyduk. Duyduk ve aynen kabul ettik. Duyduk ve gereğini yerine getirmeye koyulduk. Ey Rabbimiz! Gufranını dileriz! Dönüş ancak sanadır. de­yin" buyurdu.
Allah Resûlü’nün bu tavsiyesini duyan sahâbe-i kirâm e­fen-dile­rimiz Rasûl-i Ek­rem’in öğrettiği bu ifadeleri hep birlikte okumaya başladı­lar. Okudukça dilleri ve kalpleri bununla yatıştı. Sakinleştiler ve sonra da işte "Amenerrasûlü" diye başlayan âyetler nazil oldu. Onla­rın bu teslimiyetlerinden sonra da Rabbimiz bu âyetini inzal buyurdu. Yâni kullarının güçlerinin yetmeyeceği ve ellerinde olma­yan sebepler­den dolayı işlediklerinden onların hesaba çekilmeye­ceklerini Rab-bimiz ortaya koyuverdi. İşte bu minval üzere gelen Bakara sûre­sinin son iki âyetiyle karşı karşıyayız.
285"Peygamber Rabbinden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Mü'minlerin de hepsi Allah’a, melekle­rine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Biz Allah’ın peygamberlerinden hiçbirisinin ara­sını ayırmayız. Ve (yine) dediler ki: (Ey Rabbimiz!) İşittik ve itaat ettik! Bize mağfiret et ey Rabbimiz! Şüphesiz ki dönüş sanadır.
Peygamber Rabbinden kendisine indirilenlerin tümüne iman etti. Çünkü peygamber kitabın ilk muhatabı, vahyin ilk münzili ve ilk muhbir-i sadığıdır. Onun için peygamber Rabbinden kendisine indiri­lenlerin tamamına iman etti.
Acaba Rabbimizin bundan söz etmesinin mânâsı nedir? Biz za­ten biliyoruz ki Peygamber hakkında bu kesin bir realitedir. Yâni peygamber peygamberliği gereği üslendiği misyonu gereği zaten inandığını, inanması gerektiğini biliyoruz. Acaba bunun se­bebi nedir? Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz: Anlıyoruz ki pey­gamberin dâveti kendisine herhangi bir yükümlülük getirmeyen, kendisine herhangi bir sorumluluk yüklemeyen sırf başkalarına so­rumluluk yükleyen bir çağ­rıdan tamamen uzak bir dâvettir. Nitekim pek çok dâvetçi çağırdığı dâvâsını bir ustalık ve görev bilirler. Kendileri çağırdıkları dâvâya inanmamışlardır. İnsanları düşünce­ler ve sloganlarla harekete geçir­dikleri halde, kendi çağırdıklarına inanmayan ve kendi dâvâlarını ya­şamayan insanlardır onlar. Baş­kalarına yol budur diye yol gösterirler­ken kendileri karanlıkta bo­calayan insanlardır onlar. Böylece insanları sömürmeyi hedefle­mişlerdir. Ve insanlar bu tür dâvetçilere hiçbir za­man inanmaya­cak, onların arkasından gitmeyecektir.
Ama peygamberler böyle değildir. Rabbimiz seçtiği peygam-berlerin kendi peygamberlik misyonuna çağırdığı dâvâsına herkesten önce inanan kişi olduğunu haber veriyor. Böylece Rabbimiz bu ayetiyle bize de diyor ki: Dâvetçi başkalarını kendi mesa­jına çağırmadan önce kendisi kendi mesajına köklü bir biçimde iman etmesi lâzımdır. De­ğilse o mesaj muallakta kalacak, o dâvâ icâbet görmeyecektir. Zü-mer sûresindeki bir âyet-i kerîmesinde Rabbimiz peygamberinin bu konu­daki tavrını bakın şöyle anlatı­yor:
"O ki gerçeği getirdi ve onu bizzat kendisi tasdik etti. İşte onlar muttakilerin tâ kendileridir"
(Zümer: 33)
Çünkü peygamber insanlık için seçilmiş bir örnektir. Kur’an-ı Kerim peygamberin kişiliği, sıfatları ve pratik uygulamala­rıyla insan­lara örnek olarak takdim edildiğini haber verir. İşte bu­rada da buyuruluyor ki peygamber Allah’tan kendisine gelenlerin tümüne iman etti.
Hem de O’nun ümmeti olan mü'minlerin tamamı Al­lah’a, Al­lah’ın meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Allah’a iman Allah’tan gelenlerin tümüne iman demektir. Allah’a iman Allah’ın hayata karışacağına iman demektir. Allah’a iman onun Rab, Melik ve İlah oluşuna iman demektir. Allah’a iman Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde bir hayat yaşamaya iman demektir. Allah’a iman Al­lah’ın belirlediği hayat programına iman demektir. Allah’a iman kişinin boynundaki kulluk ipini yalnız Al­lah’ın eline vermesi demektir.
Meleklere iman, Allah’ın melekleri vasıtasıyla sürekli bizimle di­yalog halinde olduğuna iman demektir. Allah’ın dünyayı yaratmış, sonra da ne haliniz varsa görün! Ben sizinle ilgilenmiyorum. Hukuku­nuz, ticaretiniz, kılık kıyafetiniz, ka­zanmanız harcamanız, eğitiminiz nasıl olursa olsun, nasıl bilirse­niz, keyfinize nasıl uygun gelirse öylece yaşayın! diyerek kendi köşesine çekilmiş bir Allah değil her ân me­lekleri vasıtasıyla bizi kontrol altında tuttuğuna iman demektir.
Meleklere iman onlar tarafından sürekli amellerimizin tespit edil­diğine iman demektir. Meleklere iman hesap ve kitaba iman de­mektir. Meleklere iman âhiret hesabına göre bir hayat yaşamak ge­rektiğine iman demektir.
Sonra bu melekler vasıtasıyla Allah’ın gönderdiği kitaplara da iman etmişlerdir o mü'minler. Kitaplara iman Allah’ın vahiy gönderdi­ğine iman demektir.Allah’ın bizi kanun­suz, yolsuz, yordamsız, plansız, programsız bırakmadığına iman demektir. Onlarla sorumlu olduğu­muza , Onların içindekilere göre bir hayat yaşamaya ve onlardan he­saba çekilmeye imandır.
Bir de o mü'minler Allah’ın kendileri için örnek olarak seçip gö­revlendirdiği peygamberlerine de inanmışlardır. Peki peygam­berlere iman ne demektir? Peygamberlere iman onları takip et­meye imandır. Onların hayatta en büyük ör­nek olduklarına ve onların adım, adım ta­kip edilmesi gerektiğine imandır.
Dediler ki:
"Biz Allah’ın peygamberlerinden hiçbirisinin ara­sını ayırmayız."
Bunu sûrenin önceki âyetlerinde ifade etmiştik
1-) Peygamberlerden kimilerini kimilerine tercih ederek birbir­leri­nin arasını ayırmayız.
2-) Peygamberlerden birini veya birkaçını kabul edip diğerle­rini reddederek onlar arasında böyle bir ayırım yapmayız. Onların tümü­nün Allah tarafından görevlendirildiğini, tümünün salih, sâdık oldukla­rını, kendilerinin Rabbimiz tarafından hidâyete erdirildiklerini ve bizi de doğru yola ilettiklerini ikrar ve kabul ederiz dediler mü'minler.
"Ve (yine) dediler ki: (Ey Rabbimiz!) İşittik ve itaat ettik! Bize mağfiret et ey Rabbimiz! Şüphesiz ki dönüş sa­nadır."
Ey Rabbimiz! Senin mesajın Peygamberlerin tarafından bize ge­lince biz onları işittik ve itaat ettik. Senden gelene iyice kulak ver­dik, dikkatlice dinledik, anlamaya çalıştık, kafa yorup anladık ve itaat ettik. Kerhen değil tav'an itaat ettik. İstemeyerek değil is­teyerek ve seve seve itaat ettik. İşittik ve hemen uyduk. İşittik ve hemen gereğini yerine getirdik.
Burada dikkat etmemiz gereken husus şudur: İşit­mek indirileni bilmeyi, tanımayı gerektirir. Bilmek ve tanımak da okumayı ve ondan haberdar olmayı gerektirir. Şimdi söyleyin ba­kalım: Kitaplarını tanı­ma-yan, kitaplarından habersiz bir hayat ya­şayan müslümanlar nasıl diyecekler bunu? Ya Rabbi! Biz kitabını işittik ve onunla amel ettik, biz bize düşeni yaptık onun sen de ya Rabbi bize mağfiret et! Bizim eli­mizde olmayarak işlediklerimiz konusunda bize mağfiret buyur! Onları görmeyiver ya Rabbi! O kusurlarımızı hesaba katmayıver ya Rabbi! Siliver Allah’ım! Yok farz ediver, kaale almayıver, hesaba katmayıver Allah’ım! Nasıl diyeceğiz bunu? Bunu demeye hakkımız olacak mı?
Önce bir işiteceğiz, okuyacağız, tanıyacağız Allah’ın kitabını ve sonra itaat edeceğiz onlara. Samimiyetle onları uygulamaya çalı­şacağız, bunu yaparken de ufak tefek kusurları­mız olmuşsa o zaman da aman ya Rabbi sen bilirsin diyeceğiz.
Bakara sûresinde bu haklarını kaybedenleri anlattı Rabbimiz. Kitaplarını bozanları, tahrif edenleri, kitaplarının âyetle­rini az bir paha karşılığında satanları kitaplarının âyetlerini insan­lara anlatmayanları, kitaplarıyla diyaloglarını kesenleri, kitaplarını arkalarına atanları ve böylece Allah’ın mağfiretini kaybedenleri, Allah’ın affını kaybetmek bir tarafa Allah’ın gazabına ve lânetine maruz kalanları anlattı Rabbimiz.
Biz de kendimizi bu konuda hesaba çekmek zorundayız. Acaba biz de bizden öncekiler gibi: "İşittik ve isyan ettik" di­yen­ler-den miyiz. Dilimizle inandığımızı söylüyor, ama hayatımızla yalan­la-yanlardan mıyız? Yoksa kimileri gibi işitmeden inandığımızı mı iddia ediyoruz? Yada işittik ama unuttuk diyenler­den miyiz? Yoksa işittik ama hayatımız değişmedi mi diyoruz?
Allah korusun bakın buraya kadar bakaradan iki yüz seksen altı âyet tanıdık. Peki bütün bu âyetler ne değiştirdi bizim hayatı­mız-da? Bakara’yı bilmeyen dünkü bizle Bakara’yı bilen bugünkü biz arasında bir değişiklik olmamışsa, bu kadar âyet bizi değiştir­memişse, Bakara’yı bilmeyen şu insanlarla bizim aramızda belir­gin bir fark gö­rülmüyorsa, bu nasıl müslümanlık diyeceğiz Allah korusun. Veya bu Allah’ın kullarına aman siz de Bakara’yı tanı­yın. Aman siz de bu sû­reyi öğrenin. Bunu nasıl ve hangi yüzle diyeceğiz? Okuyup da ne ola­cak? İşte siz işte biz. İşte sizin hayatınız, işte sizin bizim hayatımız demeyecekler mi?
Okuyacağız, dinleyeceğiz, işiteceğiz ve hemen arkasın­dan itaat edeceğiz. Hemen arkasından duydukları­mızı amele dönüştürme savaşı vereceğiz ve sonra da şu duayı demeye hakkımız olacak:
Gufranını, görmezden gelmeni, silivermeni, he­saba katma-manı, yok farz etmeni umarız ya Rabbi! Dö­nüşümüz sanadır.
Ya Rabbi bizler her ne kadar da kitabını okumuş, kitabını anla­maya çalışmış, işitmiş ve işittiklerimizle amel etmeye itaat etmeye ça­lış­mışsak da, kusurumuz çoktur, hatamız çoktur. Eğer sen bizi yarlı-ğamazsan biz helâk olu­ruz. Çünkü bizler her ne kadar da sana kulluk etmeye çalışsak da yine de istemeyerek, nefislerimize uyarak veya unutarak, bilgi­sizce sana karşı gelebiliriz, senin emirlerini çiğne­yebi-liriz. Hele, hele içimize doğan, kalbimizden gelip geçen duygu ve düşünce­lere hiç gücümüz yetmiyor. Bunların tamamı senin için ma­lumdur. Yarın bunların tümünden hesaba çekilmek üzere senin huzu­runa geleceğiz. Dönüşümüz sanadır. Biz buna da inanıyoruz. Hayatı­mız, varlığımız nasıl sendense, ölümümüz de sendendir ve nihâ­yet öldükten sonra tekrar hesap kitap adına dirilip senin huzu­runda top­lanmamız da sendendir. Biz bunun bilincinde olarak bu­nun için hazır­lık yapmaktayız. O gün yüzü kara ve utananlardan olmamak için eli­mizden gelenleri yapmaya çalışıyoruz. Bizi o günde perişan etme ya Rabbi! Kusurlarımıza bakma ya Rabbi! Di­yebilelim, demeye yüzümüz olsun .
Ayet-i kerîmeden anlıyoruz ki mü'minler hem işitiyor­lar, hem tas­dik ediyorlar, hem itaat ediyorlar, hem kulluk yapıyor­lar hem de bununla beraber kusurlu olduklarını itiraf ediyorlar. Yaptıklarının Al­lah’a lâyık olmadığını daha fazlasını yapmaları ge­rektiğini itiraf edi­yorlar.
Mü'minler böylece Rablerine teslimiyette bulununca, böy­lece Rablerine arzı ubûdiyet ve özür beyanında bulununca bakın Rable­rinden, İlâhî rahmetten de kendilerine şu müjde geliyor:
286:"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez. Kişinin kazandığı iyilik lehine (kendisine) kötü­lük ise aleyhinedir. Rabbimiz! Unutmuş yahut hata yap­mışsak bu yüzden bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Gücü­müzün yetmeyeceğini bize ta­şıtma! Bizi affet! Bağışla bizi! Sen bizim Mevlâ’mızsın! Kâfirler güruhuna karşı sen bize yardım et!"
Üzülmeyin kullarım! Rabbiniz hiç kimseye gücünün yettiğin­den başkasını yüklemez. Sizin Rabbiniz doyumsuz değil­dir. Sizin Rabbiniz zâlim değildir. Allah’ın kullarına yükleye­ceği yük ancak kulların güç yetireceği kadardır. Hattâ onun çok çok altındadır. Sizi yaratan Allah sizin ne kadar yük çekebileceği­nizi sizin nelere katlanabileceğinizi çok iyi bilmektedir. Allah mer­hametlidir. Allah kullarını asla zorlamaz. Sı­kıntıya sokmak istemez .
İşte bu âyet daha önce geçen ve müslümanların, sahabe­nin be­lini büken:
"Kalplerinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de Al­lah onlarla sizi hesaba çekecektir."
(Bakara: 284)
Âyetini bir görüşe göre beyan eden, açıklayan, başka bir gö­rüşe göre de nesih eden âyettir. Buna göre diyoruz ki Allah kalpten geçenlerden bizi hesaba çekse bile ancak bizim elimizde olarak dü­şündüklerimizden hesaba çekecek, elimizde olmadan, gücümüz yet­meyerek içimizden geçenlerden hesaba çekmeye­cektir Yâni insanın kendisinden kurtulma imkânı olma­dığı, nefsin, şeytanın vesvesele­rin-den hesaba çekilmeyeceğiz. Ancak bu düşünceler bizi sardığı za­man bunlardan kur­tulmaya çalışacağız, unutmaya çalışacağız, red­dedece-ğiz, gere­ğini yapmamaya, amele dönüştürmemeye çalışaca­ğız.
Allah kulları için kolaylık diler, onlara güçlerinin yetme­yeceği zor yükler yüklemez. Hani sûrenin önceki bölümle­rinde geçti:
"Allah sizin için kolaylık diler zorluk dilemez."
(Bakara: 185)
Sonra sakın yanlış anlamayın! Bu kulluk adına yaptıklarınız Al­lah için değil kendiniz içindir. Allah’ın bunların hiçbirisine ihti­yacı yok­tur. Hem dünyanızın mutlu, hem de âhiretinizin mamur olması için Allah size bunları emrediyor.
"Kişinin kazandığı iyilik lehine (kendisine) kötü­lük ise aleyhinedir."
Herkesin kendi kazancı kendisinedir. Kim bir iyilik yaparsa o kendine, kendi lehine, kim de bir kötülük yaparsa o da kendi aleyhi­nedir. İyiliğin sevabı da kötülüğün vebali de kendisine ait olacaktır. Yaptıklarınızın yararları da zararları da menfaatleri de mazarratları da Allah’a değil kendinizedir.
Öyleyse kendisini seven , kendisi için iyilik bekleyen kişi, yap­tıklarıyla kendi kendisine zulmetmesin. Kendini can yakan da­yanılmaz ateşten korumasını bilsin. Bunun için de hayırların en güzelini kendisi için işlesin. Kendisini ateşe götürecek amellerde bulunmasın. Kendi kendini kendi elleriyle cehenneme atmasın diyor Rabbimiz. Sonra da mü'minlerin çok hoş bir duasını hatırlatı­yor, ya da mü'minlerin böylece dua etmelerini istiyor. mü'minlere dua yolunu gösteriyor ve böylece onu kabul edeceğini de işaret ediyor, teminat veriyor. Bakın şu duayı yapmalarını isti­yor:
"Rabbimiz! Unutmuş yahut hata yapmışsak bu yüz­den bizi sorumlu tutma!"
Ya Rabbi bize teklif ettiklerini imkânımız nispetince en iyi şe­kilde ifa etmeye çalışıyoruz, çalışacağız. Hattâ farzların da öte­sinde nafilelerle hayır kazanmak üzere senin rızanı kazanmaya azmettik. Ama insan oluşumuzdan, beşer oluşumuzdan ötürü se­nin emirlerin­den, senin farzlarından birini unutur veya iyi bir şey yapıyoruz zan­nıyla yasaklarına, haramlarına düşersek, hata eder­sek bunlardan dolayı da bizi hesaba çekme ya Rabbi. Bu iki şe­kilde olur:
1-) Ya hayrı, hayır bilgisinden mahrum olunduğu için terk et­mek şeklinde olabilir. Yâni emrin, farzın farkında olunmadığından emir terk edilmiş olur. Hayrı unutmak hayırdan habersiz yaşamak­tır.
2- )Ya da şerri, haramı yanlışlıkla emir zannederek işle­mekle olur. İşte bunlara unutma ve hata denir. Bunların kimile­rinde kişi ma­zur sayılırken kimilerinde mazur sayılmaz. Bunu şöyle ifade edeyim inşallah: Unutma ve hata iki türlüdür:
a:) Birincisi sahibinin mazur görülebileceği unutma ve hata­lar.
b:) İkincisi de sahibinin mazur görülemeyeceği unutma ve hata­lar.
Meselâ bir adam üzerinde bir necaset görse de bunu temiz­le­meyi geciktirse, hemen temizlemeyi geciktirdiği için, hemen temizle­meye gayret etmediği için sonra da unutup o elbiseyle na­maz kıl­mışsa bu adam mazur sayılmaz.
Veya bir adam dinin emirlerini öğrenmeye çalışmaz veya öğren­dikten sonra onu unutmamak için amele dönüştürme ya da onu başkalarına duyurma gibi bir çabanın içine girmez ve böylece unu­tursa o kişi de mazur sayılmaz. Bunun için yu­karıda borçlarla ilgili bir örnek vermişti Rabbimiz. Unutmamak için yazılmasını öğütlemişti. Allah’ın emirlerinin tamamı böyledir. Hani unutarak yanlışlıkla içilen bir zehirin zararı yoktur denilemez değil mi? Onun içindir ki âyet-i ke­rîmede, ya Rabbi! Bizi unuttuklarımızla mükellef tutma! denmemiş de, bizi bu unuttukla­rımızla muaheze etme! Bizi bunlardan sorumlu tutma ya Rabbi! denilmiştir. Bunlarla mükellefiz ama bunlardan hesaba çe­kilme­mek üzere bizden dua etmemiz isteniyor .
Allah’ın Rasûlü bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
"Hata ve unutmadan doğan sorumluluklar ümme­tim­den kaldırılmıştır."
(İbni Mâce, Talâk 16)
Yine başka bir hadislerinde bakın şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Allahu Teâlâ ümmetimden hatayı, nisyanı (unutmayı) ve ikrah olundukları şeyleri bana ba­ğışladı."
(İbni Mâce)
İslâm müsamaha dinidir. Allah bizim hayatımız için en gü­zel en uygun kanun koyucudur. Bir yer bir vida için hazırlanmışsa elbette oraya ancak vida girer. Altından gümüşten vidalar bulsanız bile oraya uygun değilse bir mânâ ifade etmeyecektir. Bizi yaratan bizi bizden, bizi herkesten daha iyi bilir. Hakkımızda en güzel prensipleri de ancak o vazedebilir başkası değil.
İnsan iki yönlü bir varlıktır. Bir yönüyle Allah’tan gelen ruh sa­hibi, diğer bir yönüyle de dünya şartlarıyla ilgili beden vücut sa­hibidir. Birinci yönüyle insan Allah’a bağlanmaya, sığınmaya, kul­luk etmeye ihtiyaç içinde içindeyken diğer yönüyle de yemeye, içmeye, cinsel iliş­kiye, yatmaya, uyumaya ihtiyacı vardır. Allah yaratan, düzenleyen, kanun koyan öyle bir Rab ki yarattığı bu varlığın bütün ihtiyaçlarını, bütün arzularını, bütün gereksinimle­rini, bütün zaaflarını, bütün özel­liklerini bilerek onun için sistem vazeder.
Rabbimiz Kur’an’ın pek çok yerinde yarattığı insanın özellik­lerin­den, yoğurduğu mayasından bahseder. Zâlimdir, cahil­dir, nan­kördür, cimridir, acelecidir, itirazcıdır, meşakkat içindedir, mala karşı, dünyaya karşı, kadına erkeğe karşı meyillidir, unut­kandır gibi onun pek çok özelliklerinden söz eder. Yaratan hiç ya­rattığını bilmez mi? Yaratan yarattığının mayasını tanımaz mı? Bi­lir elbette. Hattâ hiç kim­senin bilemeyeceği kadar.
İşte bu hadiste ve âyet-i kerîmede anlatıldığına göre kulları­nın unutkanlığını, unutacağını, hata edeceğini çok iyi bilen Rabbimiz bu iki şeyin günahından müminleri bağışlamıştır. Hata ve nisyan. Bir de ikrah, yâni zorlama.
Hata; meşru bir şey yapmak isterken kastı olmayarak kişi­nin gayri meşruya düşmesidir. Meselâ bir hayvanı, yahut bir kâfiri öldüre­ceğim derken hataen bir müslümanı öldürmesi veya kendi malı zan­nederek hataen bir başkasının malını telef etmesi ya da ihramlı iken hataen bir hayvanı öldürmesi, hataen birisine zarar vermesi, birinin gözünü çıkarması gibi. Kulun böyle hataen yaptığı şeylerde kasıt ve niyet olmadığı için Allah bunların günahını kal­dırmıştır. Ama şurasını unutmayalım ki bunlara tereddüp eden ce­zalar bâkîdir.
Meselâ hataen bir mü'mini öldüren kişi diyet cezası öde­mek zo­rundadır. Veya hataen bir başkasının malını telef eden kişi onu tazmin etmek zorundadır. Hataen bir hayvan öldüren ih­ramlının, ha-taen göz çıkaran kişinin belli cezaları vardır. Bunlar hatadır.
Nisyana, yâni unutmaya gelince: Nisyan; kişinin bir şeyi bi­lip de onu yaparken unutmasıdır. Meselâ kişi abdestsiz olduğunu unuta­rak namaz kılarsa bu fiilinden ötürü ona günah yoktur. Ama abdestsiz olduğunu hatırlar hatırlamaz namazını iade etmesi ge­rekir. Bir kişi besmeleyi unutarak hayvan keserse İmam Ahmed’e göre bu hayvan yenir, zira bundan geri dönüşü yoktur. Kişi unuta­rak bir namazı terk etse bunda bir günah yoktur. Hatırlatınca o namazı kaza eder. Uyku da böyledir. Ama kişi bunun ortamını kendisi hazırlarsa, meselâ gece geç saatlere kadar televizyon seyrederken sabah namazına kalkamı­yorsa bundan sorumlu ola­caktır Allahu âlem. Allah’ın Rasûlü:
"Kim uyur ya da unutarak namazı terk ederse, u­ya­nınca veya hatırlayınca onu iade etsin. Bundan dolayı o kişiye kefaret yoktur."
Buyurur.
Kişi,unutarak namazda konuşsa bu fiilinden ötürü kendi­sine gü­nah yoktur ama sahih olan kavle göre namazı bozulmuştur. İadesi gerekir. Öyleyse bir şeyi unutmadan evvel ne yapmamız gerekiyorsa onu hatırlar hatırlamaz aynı şeyi yapmak zorundayız.
Allah, âyetleriyle alay edilen, İslâm’la, Kur’an’la alay edilen bir mecliste oturmayı, bulunmayı yasak etmiştir. Ama diyelim ki şeytan bunu bize unutturdu ve biz orada oturduk. Şeytan bizi orada oturtu­verdi. Bunu hatırladığımız anda unutmadan evvel ne yapacaksak onu yapmak zorundayız. Unut­masaydık, şeytan bunu bize unutturmasaydı ne yapacaktık? Oturmayacaktık değil mi? İşte hatırlayınca da hemen onu icra edecek , derhal kalkacağız o meclisten. Değilse aynen onlar gibi oluruz Allah korusun.
Meselâ çocuğumuz seccadeye işemiş, bizde bilmeden onda namaz kılmışız. Sonra da görmüşüz, ya da bunu hatır­lamışız. Bu fiil, nisyanımız sebebiyle affolmuştur, fakat hatırlar ha­tırlamaz hemen na­mazımızı iade etmek zorundayız. Fakat tamamen unutmuş ve hiç ha­tırlamamışsak o zaman bu namazımız olmuştur.
Oruç da öyledir, ama oruç için özel bir nass var. Unutarak yiyip içeni şeriat affetmiştir ve o kişi, tekrar orucuna devam ediyor. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Kim unutarak orucunu yemiş içmişse orucunu ik­mal etsin. Zira onu ona yediren içiren Allah’tır."
Buyurur.
Ama nikâh konusunda durum böyle değildir. Meselâ bir kadın ve erkeğin evlenmesinden önce, unutup da ses çıkarmayan bir kadın sonradan durumu hatırlayıp da: "Eyvah! Ben ikinizi de birlikte emzir­miştim!" derse bu yapılan nikâh hatadır ve başkasının nisyanından kaynaklanarak meydana gelmiş olan bu hatadan ta­raflar ayrılarak, boşanarak dönülür. Burada geriye dönüş emre­dilmiştir. Ama kimi nisyanlardan geriye dönüş mümkün değildir. Meselâ üç bardaktan iki­sinde su, birisinde de içki var. Unutarak su zannıyla içkiyi içmişse bir kişi, bunun geriye dönüşü yoktur. Bunun geriye dönüşü ancak intiba­dır, bu kişinin, dikkatli olması ve tevbe etmesi is­tenir.
Eğer kişi bunları kendi ihmalinden ötürü meydana getirirse, me­selâ dini vazifelerini öğrenme yoluna girmez, veya belledikten sonra onu unutmamak için tekrar tekrar mütalaada bulunmaz, onu amel haline getirmez ve onu başkalarına duyurarak kendi malı haline getir-mezse ve böylece onu unutursa bu unutma da mazur sayılmaya­caktır diyoruz.
İkinci bir dua, veya duanın devamı :
"Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme."
Yâni ey Rabbimiz bizden önceki ümmetlere yaptığın gibi al­tın­dan kalkılmaz, üstesinden gelinmez, zor dayanılır, bel büken boyun­duruklar, meşakkatli buyruklar altında bulundurma bizi! So­nunda mü­kelleflerini çileden çıkaracak, kimilerini maymunlaştırıp kimilerini yerin dibine batıran, kimilerini birbirlerini öldürmeye, ki­milerini zillet ve mes­kenet damgası yemeye götüren ağır sıkıntı­lara sokma bizi.
"isr" lügatte hapis, esaret anlamına gelir. Altında ka­lanı ezen, kahreden, nefes aldırmayan ağır yük demektir. Anla­şılıyor ki ta­rihte bizden önceki ümmetlere yahudi ve hıristiyanlara çok ağır yükler yüklenmiş. Meselâ kendi şirretliklerinden ötürü ya­hudilere elli vakit namaz kılmaları, mallarının dörtte birini zekât olarak vermeleri, neca­set bulaşmış elbiselerini kesmeleri, vatanla­rından sürüp çıkarılmaları, toptan kılıçtan geçirilmeleri, tevbelerinin kabulü için intihar etmeleri ya da birbirlerini öldürmeleri, işledikleri bir isyan üzerine hemen cezaları­nın anında verilmesi, ramazan gecelerinde de hanımlarına yaklaş­ma-maları gibi.
İşte Rabbimiz merhametinden dolayı müslümanlara böy­lece dua etmelerini öğütledi. Onlarda böylece dua ettiler de Rableri onların dualarını kabul edip onların omuzlarında bu yükleri kaldırı­verdi. Kul Allah’a kul olursa Allah da ona lütuflarda bulunacaktır elbette. Sonra:
"Rabbimiz! Gücümüzün yetmeyeceğini bize ta­şıt-ma!"
Yâni ey Rabbimiz hem bize kolay kulluklar yükle, hem de yükle­diğin vazifeleri ifa etme konusunda bize güç ve kuvvet ver, sabır ver, dayanıklılık ver, bizleri buna muvaffak kıl. Bizi altından kalkama­yacağımız belâlar, imtihanlar ve iptilâlarla imtihan etme. Hiç çekilmez, dayanılmaz, takat getirilmez, yerine getirilmez imti­hanlar altında bizi inletme ya Rabbi. Hastalık gibi, yokluk gibi, fe­lâketler gibi, zillet ve meskenet gibi. Çünkü biliyoruz ki, istedikle­rini yapsak bile sana lâyık, senin istediğin biçimde yapamayınca kaldıramayacağımız, dayana­mayacağımız azapları hakketmiş olacağız. Bu konuda bize merhamet buyur ve yükümüzü hafiflet ya Rabbi.
İslâm’ın kolay hükümlerinden bizi ayırma ya Rabbi. İslâm siste­minin gölgesinden ayrılmaya, başka sitemlerin pisliğine, ağır, ezici ve kahredici yüklerinin altına girmeye, böylece senin rahme­tin­den, se-nin siteminin rahmet ve bereketinden cüda düşmeye bizler dayanamayız. Bizleri senin sisteminin kolaylıklarından mah­rum etme ya Rab-bi. Zira başkaları asla senin kadar merhametli, senin kadar cömert değildir. Başkaları doyumsuzdur, zâlimdir, cimridir, bizi baş­kalarının eline düşürme ya Rabbi.
"Bizi affet! Bağışla bizi! Sen bizim Mevlâ’mızsın! Kâ­firler güruhuna karşı sen bize yardım et!"
Bizi affet! Sana karşı bilerek veya bilmeyerek, bizim bildiği­miz senin de bildiğin, bizim bilmediğimiz senin bildiğin tüm gü­nahlarımızı affet. Hatalarımızı siliver, kusurlarımızı görmeyiver, bu sana lâyık ol­mayarak yaptıklarımızı hesaba katmayıver, bizi on­lardan sorumlu tut-mayıver. Bizim geçmiş günahlarımızı affettiğin gibi gelecekte de bize muvaffakiyet vererek yeni yeni günahlara düşürme. İyiliklerimiz, hayırlarımız çok az olmakla beraber sen bi­zim mizanlarımızı ağırlaştı­rarak bize merhamet eyle. Bize şu üç konuda acı ya Rabbi. Sana karşı işle-diklerimiz günahlarımızı ba­ğışlayarak, diğer kullarından bi­zim bu günahlarımızı setrederek, bizi el âleme karşı rezil rüsva etme­yerek ve de bizi bundan son­raki hayatımızda da muhafaza ederek yeni günahlara düşmeme konusunda koruyarak bize merhamet buyur ya Rabbi.
Çünkü sen bizim Mevlâ’mızsın. Bizim velimiz sensin. Bizler se­nin velâyetini kabullendik. Senin aldığın kararları kendimiz için bağlayıcı kabul ettik. Kendi iradelerimizden, kendi zevklerimizden vazgeçip senin seçimini seçim ka­bul ettik. Boyunlarımızdaki iplerin ucunu sana verdik.
Sana dayandık, sana güvendik, sana tevekkül ettik, kullu­ğu-muz, köleliğimiz sanadır, övgümüz sanadır, minnetimiz sanadır, senin huzurunda eğilen başlarımız asla başkalarının önünde eğilmedi. Ey bizim Rabbimiz! Ey bizim kendisine gü­vendiğimiz, safında yer aldığı­mız Rabbimiz! Sen bizim Mevlâ’mızsın o halde kâfirler güruhuna karşı, sana inanmayan, senin dinini reddeden, sana karşı savaş açan, kita­bına karşı savaş açıp onu gündemimizden düşürmeye çalışan, pey-gamberine karşı gelip onu reddeden, sana karşı bir kısım fâ­nileri tanrılaştırıp sana inat onlara kulluk yapmaya kalkışan, senin kullarını bir kaşık suda boğmaya çalışan, senin mülkünde, senin arzında sana ve senin sistemine hayat hakkı tanımayan bu kâfir­lere karşı bize yar­dım et ya Rabbi... Amin..
Muaz Bin Cebel Bakara sûresini bitirince "Amin Allah’ım! Amin Allah’ım! Amin" dermiş. Biz de amin diyerek sûreyi bitirmiş olalım in­şallah.
Rabbimize sonsuz hamdü senâlar olsun ki Bakara sûresini bir­likte okumaya, tanımaya ve onu itmama bizi muvaffak kıldı. Al­lah an­ladıklarımızla iman etmeyi, bu imanlarımızla hem kendimizi, hem de sorumlu olduklarımızı diriltmeyi nasip kılsın inşallah. Bakara’dan ha­bersiz yaşayan bu toplumu sizler vasıtasıyla bu sûreyle tanıştırsın. Onla­rın da dirilişlerini sizin elinizle mukadder kılsın inşallah. Vel-hamdü lillahi Rabbil âlemin.
İnşallah Âl-i İmrân sûresinden kitabımızı tanımaya devam ede­riz. Bu arada sizler bu sûreyi inşallah ulaştırabileceğiniz kimselere ulaştırma çabasında olursunuz. Allah yardımcımız olsun. Sübhanekel-lahümme ve bi hamdik, eşhedü en lâ İlâhe illa ente, estağfiruke ve etûbü ileyk. Ve ahiru dâvâna enilhamdü lillahi Rabbil Âlemin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder