NİSÂ
SÛRESİ
Mushaf’taki sıralanışına göre 4,
sûre, nüzûl sırasına göre 92, uzun sûreler kısmının da üçüncü sûresidir.
Âyetlerinin sayısı 176 dır. Medine’de nâzil
olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi
olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve onun pak aile
halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi
işitensin, her şeyi bilensin.
Muhterem arkadaşlar, Allah izin verirse
bu haftadan itibaren kulluk kitabımızın dördüncü sûresini birlikte okumaya,
birlikte tanımaya başlayacağız. Allah izin verirse her hafta çok kısa şerhlerle
beş on hadis okuyacağız ve bu sûreden de okuyabildiğimiz kadar âyetler okuyarak
benim hesabıma göre mayıs ayına kadar Nisâ’yı bitirmeye çalışacağız.
Sizlerden istediğim bu sûreyi mutlaka
en az iki tefsirden o-kuyup geleceksiniz ve burada derse katılacaksınız. Allah
için okumadan gelmemeye çalışın. Sadece dinleyici konumunda olmayın. Ayrıca
kendi çalışıp geldiğiniz ve bir de benden dinlediğiniz bu sûreyi hanımınız ve
çocuklarınızın dışında en az üç gruba anlatmanızı isteyeceğim. Geçen sene bu iş
biraz gevşek gitti, sizler de ben de bunun farkındayız. Ama bu sene Allah izin
verirse bunu biraz daha sıkı tutacağız. Herkes gruplarını oluşturacak ve imkân
buldukça inşallah sizi dinlemeye ben de gelmeye çalışacağım.
Sonra yine bir başka hususu şöyle
belirteyim. Ders bittikten sonra yine Allah için eğer burada oturacaksanız
başka bir şey konuş-mayın. Ya hiç konuşmadan susun, ya da sadece okuduğumuz
âyetler üzerinde konuşun. Buradaki konuşmalarımız sadece okuduğumuz bölümün daha
iyi anlaşılması adına olsun. Değilse ders bittikten sonra seçime, geçime,
paraya, pula, dükkana, tezgaha veya eylemsel konuşmalara öyle bir dalıyoruz ki
bu âyetler unutuluyor ve olduğu yer-de kalıveriyor Allah korusun. Bu gerçekten
çok tehlikeli bir durumdur bizim için. Ya okuduğumuz bu âyetlerin etkisi
kafamızdan silinmeden hemen buradan kalkıp gidelim, ya da bu âyetlerin daha iyi
anlaşılmasına yönelik şeyler konuşalım. Eğer konuşacağımız başka şeyler varsa
Allah’ın gecesi gündüzü mü bitti? Başka bir zaman oturup onları da konuşalım.
Kaldı ki bunlarsız onların konuşulup anlaşılması da, çözüme kavuşturulması da
mümkün olmayacaktır, bunu da biliyoruz.
İki hafta önce buradaki oturumumuzda
her arkadaşın belirleyeceği gruplar konusunda anlaşmaya varmıştık. Aradan iki
hafta geçti. İnşallah her arkadaş hafta içinde kaç gruba ders yapacaksa şu
andan itibaren onu bildirsin. Önümüzdeki haftaya kadar bu iş netleşmiş
olmalıdır. Bunu başka hiçbir gâyeyle değil sadece Allah için yapmak zorunda
olduğumuzun şuuruyla hareket edelim inşallah.
Sûrenin âyetlerini okumaya başlamadan
önce sûreyle alâkalı genel bir kaç söz söyleyelim. Arkadaşlar, Nisâ sûresi
Medineli bir sûredir. Medine’de inmeye başlayan sûre Medine’de Müslümanların
yeni başladıkları bu hayatlarında İslâmî bir cemiyet yapısını inşa etmeyi,
İslâm cemaatının temellerini en güzel bir biçimde oluşturmayı hedefleyen bir
sûredir. Yeryüzünde denge unsuru olarak çıkarılan, tüm in-sanlığın kendisini
örnek alacağı, tüm insanlık problemlerinin kendisine havale edileceği,
insanlığın kendisine bakarak sapma noktalarını anlayabileceği, gelmiş geçmiş
ümmetlerin en hayırlısı olan bu İslâm ümmetinin yeryüzünün en mukaddes emânetini
yüklenebilmesi için, mükellefiyetlerinin, sorumluluklarının neler olduğunu? Bu
ümmeti bekleyen tehlikelerin neler olduğunu en güzel bir şekilde ortaya koyarak
ümmeti geleceğe hazırlayan bir sûre. Medine’deki İslâm cemiyetini içinden kopup
geldiği Mekke cahiliye toplumunun pisliklerinden arındırmayı, Müslümanların
oradan getirip üzerlerinde taşıdıkları cahili-yenin izlerini, kalıntılarını
silmeyi ve İslâm’ın kendisine özgü şahsiyetini oluşturmayı hedefler. Rabbimiz bu
sûresinde uzun uzun hıristiyan, yahudi, müşrik ve münâfıkların bozukluklarını,
sapmalarını, kokuşmuş düşünce ve inanış yapılarını anlatarak Müslümanların
onlar gibi olma-malarını öğütler.
Sûrede cahiliyenin toplumda var olan
fakirlik problemine, yetimlik problemine bakış açıları, kadınlara bakış
açıları, kadınlara zulmedişleri, kadınları mîrastan mahrum edişleri, temizlik ve
pislik anlayışları, pis olanları temiz olanlara tercih edişleri, fâizi ve tüm
haram yollardan, bâtıl yollardan kazanmayı helâl kabul edişleri, emânet
mefhumunu kaldırıp haince bir hayat yaşamaları, aile bağlarını koparıp,
akrabalık ilişkilerini bozup birbirlerine zulmedişleri gündeme getirile-rek
Müslümanların onlar gibi olmamaları öğütlenir.
Allah’ın istediği biçimde içtimaî
nizamın temelleri atılır. Toplumdaki sosyal dengeyi ve huzuru sağlayan bu
nizamın adı olan dinin tarifi yapılır bu sûrede. Toplumun üyelerinden erkek ve
kadının toplum içindeki yerleri belirlenir. Erkek ve kadının bir bütünün
tamamlayıcısı olarak her ikisinin de birbirlerine eşit oldukları, her ikisinin
de kulluk noktasında, Allah’ın emirlerine muhatap olma noktasında eşit oldukları
anlatılır. Herhangi bir konuda ihtilafa düştüklerinde mü’min-lerin
başvuracakları itaat mekanizmaları anlatılır. Yine itikadî noktada mü’minlerin
tâğutlarla münâsebeti, onlara karşı takınacakları tavır ortaya konulur.
Sonra yine bu sûrede Mekke’de
Müslümanların zayıf oldukları bir atmosferde kendilerine pek rastlanılmayan, ama
Medine’de mü’-minlerin güçlü oldukları bir ortamda yavaş yavaş oluşmaya
başlayan münâfıkların durumları anlatılır.
Yine ibâdet kurallarının da muamelât
kurallarının da yaratıcıdan gelmesi ilkesi anlatılır sûrede. Hayatı ikiye
bölmenin ve birisinde Allah kaynaklı, ötekisinde de başkaları kaynaklı yaşamanın
şirk olduğu vurgulanır. Yine mü’minlerin velîlerinin Allah olduğu, hayatlarına
sadece Allah’ın karışması gerektiği, Allah’tan başkalarının velâyeti altına
girerek onların kendileri adına aldıkları kararları uygulamalarının asla caiz
olmadığı, ve hattâ mü’minlerin kendileri gibi inanmayan kimselerle aile ve
akrabalık bağları ne olursa olsun kesinlikle saflarını ayırmaları
emredilmektedir. Bunun için de Müslümanların İslâm’ın ve Müslümanların hâkim
olmadığı Mekke dar’ul harp konumundan İslâ-m’ın ve Müslümanların egemen olduğu
Medine dar’ul İslâm ortamına hicret etmek zorunda oldukları ve kıyamete kadar
bu hicretin Müslümanlar için geçerli olduğu vurgulanır.
Ve Medineli Müslümanlara Müslüman
oldukları halde Mekke’-den Medine’ye hicret etmeyenlerle hicret edecekleri ana
kadar dostluğun kesilmesi emredilir. Sonra yine Mekke’deki Müslümanlarla alâkalı
mus’taz’af kavramı kullanılır. Müslümanlara Mekke’deki mus’-taz’af kardeşlerini
kurtarmak üzere harekete geçmeleri öğütlenir. Sonra uzunca bir bölüm
Müslümanları malları ve canlarıyla Allah yolunda cihada teşvik eder. Ayrıca
cihad esnasında, sıcak savaş ortamında korku halinde kılınacak namazdan söz
edilir. Sonra Allah’la, Allah’ın sistemiyle, Allah’ın âyetleriyle alay edilen
bir mecliste oturma-ma emri gündeme getirilir. Sonra namazla alâkalı bir nifak
alâmeti çizilir. Sonra yine Allah’ın tüm günahları affedeceği ancak şirki
affetme-yeceği anlatılır. Sonra sûre içinde yahudiler Allah’ın gönderdiği bu
son dine iman etmeleri konusunda bir daha uyarılır. Ve nihâyet işte böyle
Rabbimizin âyetleri devam eder.
Bu kısa mukaddimeden sonra inşallah
sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım.
Az evvel de ifade etmeye çalıştığım
gibi Nisâ sûresinin ilk bölümlerinde Rabbimiz Medine’de özgür bir hayata
kavuşmuş Müslümanların sadece Allah egemenliği altında Müslümanca bir aile
hayatının nasıl gerçekleştirileceğini, âhiret inancına ve Allah egemenliğine
bina edilen böyle bir hayatta erkeğin ve kadının nelere dikkat edeceğini ortaya
koyar. Rabbimiz ilk âyetinde “Ey insanlar!” diyerek sözlerine
başlamaktadır. Halbuki biz biliyoruz ki Medineli âyetlerde Rabbimiz genellikle
“Ey Müslümanlar” diye söze
başlıyordu. Buradan anlıyoruz ki sûrenin bu bölümünde Rabbimizin gündeme
getireceği konu sadece Müslümanları değil tüm insanlığı ilgilendiren bir konu
olduğu için böyle hitap tarzı tercih edilmiştir. Çünkü ileride farklı
coğrafyalarda yaşayan, farklı inanışlarda olan insanların birbirleriyle
evlenmeleri, hayatlarını birleştirmeleri söz konusu olabilecekti.
İleride mü’min kâfirle, kâfir ve
müşrikler de mü’minlerle karşı karşıya gelebilecekler, çeşitli ilişkiler içine
girebileceklerdi. Onun içindir ki Allah egemenliği altında yaşanacak bir
hayatın temellerini atan Rabbimiz burada insanlığın tek asıldan, tek kaynaktan
meydana geldiğini gündeme getirerek insanların Hz. Adem’le Havva’dan
türediklerini unutmadan, atalarının ve analarının tek olduğunu göz ardı
etmeden, tek babanın ve ananın evlâdı olduklarını unutmadan birbirlerine karşı
merhamet ve şefkat esasları üzerine hayatlarını bina etmeleri
hatırlatılmaktadır.
Tek anadan babadan meydana gelmiş
insanlar olarak birbir-lerine karşı zalim olmamaları, birbirlerine karşı
haksızlık etmemeleri istenmektedir. Ama gelin görün ki Allah’ı tanımayanlar,
Allah’ın kitabı-nı tanımayanlar, Allah’ın bu emirlerinden gafil bir hayat
yaşayanlar, yaratılış yasasından habersiz olanlar, yaratılış konusunda Allah’ı
devreden çıkararak, Adem (a.s)’ı diskalifiye ederek kendilerinin maymundan
geldiklerini iddia edenler Rablerinin kendilerine lütfettiği ellerindeki güç ve
kuvvetlerine güvenerek Allah’a rağmen, Allah’ın âyetleri-ne rağmen kendi
kardeşlerine zulmetmektedirler.
Ama İslâm’dan habersiz yaşayan kâfirler
ve müşrikler ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar yeryüzünde
Allah’ın istediği hayatı gerçekleştirmek mecburiyetinde olan, yeryüzünde Allah
yasaları çerçevesinde denge unsuru olarak bir hayat yaşamak zorun-da olan
mü’minlere Rabbimiz nasıl bir aile yapısı kurmaları gerektiği-ni, nasıl bir
içtimaî düzen tesis etmeleri gerektiğini, birbirlerine karşı nasıl davranmaları
gerektiğini, kadınlar olarak, erkekler olarak, baba-lar evlâtlar olarak, ölenler
doğanlar olarak, evlenenler boşananlar olarak, babalılar yetimler olarak Allah
egemenliği altında nasıl bir hayat yaşamaları gerektiği konusunda işte Rabbimiz
kitabını arz ediyor, bize âyetlerini sunuyor, hayatın her alanıyla alâkalı
yasalarını, özellikle de bu sûrede yoğun olarak bize
gönderiyor.
1. “Ey İnsanlar! Sizi tek bir nefisten
yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana
getiren Rabb'inize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte
bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riâyetsizlikten de sakının. Allah
şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.”
Ey insanlar Rabbinize takvalı olun.
Rabbiniz konusunda takvalı olun. Rabbinizin koruması altına girin. Rabbiniz
için bir hayat yaşayın. Hayatınızın yasalarını Rabbinizden alın. Yolunuzu
Rabbinizin programıyla belirleyin. Rabbinizin helâl haram sınırlarına riâyet
ederek bir dünya yaşayın. Sürekli Rabbinizin huzurunda, Rabbinizin kontrolünde
olduğunuzu unutmadan, hayatınızın hesabını O’na vereceğinizin şuuru içinde O’na
lâyık bir hayat yaşayın. Aklınız, fikriniz, kafanız, gönlünüz, geceniz,
gündüzünüz hep Rabbinizle birlikte, Rabbi-nizin rızasıyla birlikte olsun.
Almanız vermeniz, küsmeniz barışma-nız, evlenmeniz boşanmanız, hukukunuz
eğitiminiz, kazanmanız, har-camanız, rızanız hoşnutluğunuz, bağlılığınız
minnetiniz hep Allah için olsun.
Öyle bir Allah ki, sizi tek bir
nefisten yarattı. Sizi babanız Adem’den yarattı. Rabbimiz önce yeryüzünde atamız
Adem’i yarattı sonra da ondan bizleri yaratmıştır. Geçen seneki derslerimizde
Bakara’yı tanımaya çalışırken Adem (a.s) in
yaratılışını görmüştük.
Ve ondan da zevcini yaratmıştır Allah.
Ondan Havva anamız yaratılmıştır. Ve her ikisi birden insan cinsinin bir
bölümünü teşkil ederek bir bütünü tamamlamışlar ve böylece Allah’ın dilemesiyle
her ikisi de varlık dünyasına çıkmışlardır.
Acaba buradaki “ondan” da eşini,
Havva’yı yaratmıştır ifadesini nasıl anlayacağız? Bu konuda bir açıklamada
bulunalım inşallah.
İlk
insan ve ilk peygamber Âdem (a.s)'in eşi, beşeriyetin anası ve ilk kadın. Hz.
Havva'nın ne zaman ve nasıl yaratıldığı hakkında muhtelif rivayetler bulunmakla
birlikte, bu konuda tam anlamıyla net ve kesin bir bilgiye sahip değiliz. Şu
kadar var ki, Hz. Âdem (a.s)'den (veya Adem ile aynı maddeden) yaratılmış
olduğunu, işte bu sûrede ifade edilen "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten
yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden pek çok erkek ve kadın türeten
Rabbinize karşı gelmekten sakının " ayetlerinden
öğreniyoruz.
Âyetlerden
anlaşılan ya Hz. Havva'nın, Hz. Âdem’le aynı mad-deden yani (nefis) den
yaratılmış olduğu ve önce Hz. Adem (a.s)'in bilahare Hz. Havva'nın var
edildiğidir. Ya da "... ve eşini de ondan var eden Allah'tır" ifadesini,
Havva'nın Âdem'den, Âdem'in vücudunun bir uzvundan yaratıldığını anlamaya
çalışıyoruz.
Dikkat
edilirse Kur'an-ı Kerîm; "Sizi bir tek nefisten yaratan O'-dur" ifadesiyle,
bütün insanların bir tek nefisten yaratıldığını, Hz. Havva'nın da "ondan" yani o
nefisten yaratıldığını kast etmekte olduğu anlaşılacaktır. Âyetteki "ondan"
maksat, Âdem (a.s) olabileceği gibi, Âdem'in yaratılmış olduğu asıl madde de
olabilir. Yani nefis de olabilir. Doğrusunu en iyi bilen hiç şüphesiz
Allah'tır.
Havva'nın
malum bir tek nefis'ten yaratıldığı kesin olmakla birlikte, yaratılış keyfiyeti
hakkında, Kur'an-ı Kerîm'de daha fazla bir açıklama bulamıyoruz. Ancak bazı
tefsirlerle birtakım zayıf hadislerde, Tevrat'ın ifadelerine benzer nakiller
görmekteyiz ki, muhtemelen bu rivayetler İsrâiliyattan alınmadır. Bu konuda
İbn-i Kesîr'in tefsirine aldığı rivayet aşağı yukarı şu
mealdedir:
İblis
(malum suçundan dolayı) Cennet' ten çıkarıldıktan sonra, Âdem (a.s) Cennete
yerleştirilir. Kendisiyle teselli olacağı bir eşi olmaksızın, yalnız başına bir
müddet orada dolaşır. Bir ara uykuya dalıp uyanınca başucunda, Allah'ın, kaburga
kemiğinden yarattığı bir kadın görür. "Sen nesin?" diye sorar. Kadın: "bir
kadın" diye cevap verir. Daha sonra kadına niçin yaratıldığını sorar. Kadın,
"benimle teselli olman için" diye cevap verir.
Bu
arada melekler onları görür ve Âdem'in bilgisini ölçmek için kadının kim
olduğunu sorarlar. Âdem (a.s), onun Havva olduğunu söyler. Neden O'na bu ismi
verdiğini sorduklarında; "çünkü o, canlı bir şeyden yaratıldı" diye cevap verir
(İbnu
Kesîr, "Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm", I, 112)
Buhârî'nin
nakline göre ise, Peygamber (s.a.s);
"Kadınlara iyilikle muamele edin,
zira kadın kabur-ga kemiğinden yaratılmıştır"
Başka
bir rivayette:
"Kaburga kemiği gibidir" kaburga
kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu düzeltmeye çalışırsan kırılır, kendi
haline terk edersen, devamlı eğri kalır. O halde kadınlara karşı iyi davranın"
(Buhârî,
Enbiyâ, 1)
Tavsiyesinde
bulunmuştur. Müslim'in rivayetinde ".... onu düzeltmeye çalışırsan kırılır, onun
kırılması talakıdır" ibaresi vardır.
Gerek
İbn Kesîr'in tefsirine aldığı, gerekse Buhârî'nin Sahihinde geçen her iki
rivayet de İslâm Âlimlerinin bir kısmı tarafından tenkide uğramıştır. Daha önce
de geçtiği gibi, Kur'an bu hususta sustuğu için, bizim bazı zayıf rivayetlere
dayanarak ileri geri konuşmamız doğru olmayacaktır. Hele hele bazı kimselerin
yaptığı gibi Hz. Havva'nın Hz. Âdem ile nikahlarının kıyılması esnasında
Cebrâil'in ve diğer bazı meleklerin şahit olduğu, cennet'ten kovulduktan sonra
Âdem'in, dünyanın filanca yerine, Havva'nın da falanca yerine indirildikleri,
seneler sonra Mekke'de buluştukları, Âdem'in" ayağım yere vurmakla Zemzemin
fışkırdığı, Havva'nın bu su ile ilk hayızından temizlendiği, Hz. Âdem'den iki
yıl sonra vefat edip aynı yere defnedildiği rivayetlerine itibar edilmez,
uydurma bilgilerdir.
Hz.
Âdem ile Havva'nın, cennet'ten niçin çıkarıldıkları Kur'an'-da zikredilmektedir.
Kur'an'da açıkça ifade edildiği gibi Cenâb-ı Allah, Hz. Âdem ile Havva'ya
cennette istedikleri meyvelerden istedikleri ka-dar yiyebileceklerini, ancak bir
tek ağaca yaklaşmamalarını emrettiği halde şeytan onları kandırıp ağaca
yaklaşmalarına vesile olmuş, neticede her ikisi de cennetten çıkarılmışlardır.
"Şeytan, oradan ikisinin de
ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı..."
(Bakara,
36) ayetinden ilk önce iğva edilenin Havva olduğunu asla ifade etmez; aksine her
ikisinin de birlikte aldatıldıklarını ifade eder.
"Şeytan, ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: Rabbinizin sizi bu ağaçtan
alıkoyması melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir"
(A'râf,20)
âyeti ise buna daha açık bir delildir. Hattâ:
"Şeytan, O'na vesvese vererek ey
Âdem! Sana ebedîlik ağacını göstereyim mi?' "Bunun üzerine ikisi de o ağacın
meyvesinden yedi, ayıp yerleri görünüverdi..."
(Tâhâ,120,
121 âyetlerinin zahirine bakarak, şeytanın Hz. Âdem'i öncelikle kandırdığı
sonucunu çıkarmak mümkündür.
İsrailî
rivayetlere itibar ettiğimiz takdirde, kadının toplumda hukuk ve ahlâk yönünden
düşük bir konuma girdiğini de kabul etmiş oluyoruz. Halbuki İslâm hiçbir din ve
ideolojinin kendinden üstünlüğünü kabul etmediği gibi, kadına gerçek değeri
kendisinin verdiğini her vesileyle ispat etmiştir. Tahrifata uğramış dinlerin ve
putperestliğin kadını aşağılık bir varlık kabul edip, insanlığın başına gelen
belâların te-mel etkeni saydığı ve bu yüzden sakınılması gereken aldatıcı bir
tuzak ve pislik kaynağı, erkeğin yanında sözü bile edilemeyecek bir mahluk
şeklinde telakki ettiği bir dönemde İslâm, kadının gerçek yerini belirlemiş, ona
gereken değeri vermiştir. Kur'an, kadının Hz. Âdemle aynı nefisten yaratıldığını
vurgulayarak; gerek yaratılış, gerek hukuk ve gerekse toplum açısından aynı
değerde olduklarını, yaratılış bakımından iki cins arasında bulunan bazı
farklılıkların biri diğerini ta-mamlayan iki parça arasındaki farktan öteye
gitmediğini beyan eder.
Ve ikisinden de birçok erkek ve
kadınlar yaratan, çıkaran Allah’tır. İkisinden birçok oğullar ve kızlar yaratan
Allah’tır. Kadınlar ve erkekler olarak hepiniz aynı kökten, aynı asıldan
gelmektesiniz. Hepinizin menşei birdir. Hepiniz aynı yaratılış yasasına tabi
Allah’ın kullarısınız. İçinizde yaratılış noktasında, kulluk noktasında
ayrıcalık sahip-leri yoktur. Hepinizi sizin kendi iradelerinizin dışında mutlak
egemen olan bir irade dünyaya getirmiştir. Varlığınızı Rabbinize borçlusunuz.
İşte böyle bir Rabbe kulluk edin,
böyle bir Rabbi dinleyin, böyle bir Rab için hayat sürün. Çünkü bu Rab sizi var
eden, sizin hayatı-nızı başlatandır. Sizler varlığınızı ve varlığınızın
devamını ona borçlu-sunuz.
Öyleyse yaratıcılıkta kaynağın
tekliği, yaratıcının tekliği hayat programının da tekliğini gerektirir. Hayatta
uygulanacak anayasanın tekliğini gerektirir. Öyleyse ey kullarım, sadece bana
kul olun ve sadece benim anayasam istikâmetinde bir hayat yaşayın buyuruyor
Rabbimiz.
Eğer şu anda insanlar farkında
olmadıkları bu gerçeği bir anlasalar, varlıklarının gerçek sahibinin Allah
olduğunu bir kavrasalar, mutlaka hayatlarında minnet duyacakları varlığın
Rableri olduğunun bilincine ulaşacaklar ve ondan gelen hidâyete tabi olacaklar.
Eğer şu anda yaratıcıları olan Rablerinin varlığından ve o Rablerinin
kendilerine gönderdiği hidâyet hediyesinden habersiz yaşayan, onun için de
düşüncesini, yasalarını soy ayırımı, ırk ayırımı, renk ayırımı tefrikası üzerine
oturtmaya çalışan şu modern cahiliye bu gerçeği bir anlasa o da tüm gücüyle tek
rubûbiyet gerçeğine bağlanmak için can atacak ama ne yazık ki tüm bu
gerçeklerden habersiz oldukları için tarih boyunca ırklara ayrı bakmışlar,
renklere ayrı bakmışlar, toplumlara ayrı bakmışlar, kadına ayrı, erkeğe ayrı
bakmışlar ve hep şer kaynağı olmaya devam etmişlerdir.
Buradan anlıyoruz ki bu
cahiliyenin ortaya attığı tekâmül nazariyesi herzeden başka bir şey değildir.
Yine yaratılış konusunda etkili kabul ettikleri tabiat, toplum gibi yorumları
zırvadan başka bir şey değildir. Çünkü akıl ve şuurdan mahrum olan şu tabiatın,
kendisine hük-meden insan gibi akıllı, iradeli, düşünen bir varlığı yaratması
mümkün değildir.
Allah Adem’i yaratmış, ondan Havva’yı
ve her ikisinden de erkekleri ve kadınları yaratmıştır. Yâni Rabbimiz tüm
yeryüzü ailesini bir tek aileden başlatmıştır. Böylece tüm yeryüzü insanlığı tek
aileden gelme tek ailedir. Cemiyetin temelini tek aile teşkil etmektedir. Böyle
değil de Rabbimiz başlangıçta bir anda pek çok aileler, pek çok kadınlar ve
erkekler yaratabilirdi. Ama eğer böyle dileseydi o zaman insanlar arasında
akrabalık bağları olmayacaktı. Onun için Rabbimiz tek babanın, tek ananın
evlâtları olarak yarattı bizleri ve bakın önce rubûbiyet bağına sonra da bu
akrabalık bağlarına dikkat çekti. İlk zamanlar bu rubûbiyet ve akrabalık
bağları çok kuvvetliydi. Adem’in çocukları her iki bağa da dikkat ediyorlardı.
Ama sonradan bu iki bağın ikisi de sarsıldı. Zaten rubûbiyet bağının sarsılması
arkasından öteki bağların da sarsılmasını kaçınılmaz hale getirecektir.
Şimdi düşünün ki, bir evdeki ailenin
tamamı, bir ülkedeki insanların ya da tüm dünyadaki insanların tamamı Adem’dir
ve Havva’dır. O zaman nasıl oluyor da Adem’le Havva birbirlerini tamamla-yarak
gâyet geçimli bir şekilde Allah için bir hayat yaşadıkları halde şu anda bir
aile içindeki Adem’le Havva, bir şehirdeki Adem’lerle Hav-va’lar, bir dünya
içindeki Adem’lerle Havva’lar aynı hayatı yaşayamı-yorlar? Sebep nedir ki bir
aile içindeki Adem’le Havva geçimsiz? Sebep nedir ki bir köydeki Adem’ler
Adem’lerle, Havva’lar Havva’larla, Adem’ler Havva’larla uyumsuz? Neden şu anda
dünyada Adem’ler Havva’lar birbirleriyle kanlı bıçaklı? Neden bu insanlar
arasındaki kav-ga? Neden birbirlerini yemeye çalışıyor bu insanlar? Bir
düşünüverseler insanlar hepsinin bir aile olduklarını, hepsinin bir babadan
anadan gelme kardeşler olduklarını o zaman aralarındaki bu kavgaların ne kadar
anlamsız olduğunu anlayacaklar.
Rablerinin Allah olduğunu,
Rableri tarafından bir tek asıldan yaratıldıklarını anlayacaklar ve Rablerinin
hayat programına yönelecekler ve artık kendi aralarındaki bu kavgalara son
verecekler, insan gibi bir hayat yaşamaya yönelecekler. Kendilerinden bir
ailenin fertleri olarak sulh isteyen, barış isteyen, sükûnet isteyen Rablerinin
şu âyetlerine bir kulak verseler anlayacaklar bunu, ama maalesef insanlar
Rablerinden de Rablerinin bu âyetlerinden de gafil bir hayat yaşadık-ları
sürece bu derbederlikleri sürüp gidecek.
Adını kullanarak birbirlerinize
dileklerde bulunduğunuz Allah’-tan ittika edin. Adına birbirinize dileklerde
bulunduğunuz; “Allah aşkına, Allah hatırına” diye birbirinizden bir şeyler
istediğiniz Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayınız. Allah’ın sizin
hayatınıza koyduğu sınırlara riâyet ederek bir hayat yaşayınız. Allah’ın her an
sizi gördüğü, gözettiği şuuru içinde ona lâyık bir hayat yaşayınız. Rahîmlere de
riâyet ederek bir hayat yaşayınız. Akrabalık bağlarını koparmamaya, akrabalık
hukukuna riâyet etmeye çalışınız.
Akrabalık hukuku, akrabalık bağları
İslâm’da çok önemlidir. Belki İslâm’ın sonradan bozulmuş, saptırılmış şekli olan
öteki dinlerde de akrabalık bağlarına riâyet anlayışı vardır. Ama bunun tamı
tamına Allah’ın istediği şekli sadece Müslümanların arasında olduğu bir
gerçektir. Müslümanlardan başka hiçbir din ve yolda da Allah’ın istediği sıla-i
rahîm dediğimiz akrabalık bağlarının titiz bir şekilde korunduğuna, riâyet
edildiğine şahit olamıyoruz bugün. Müslümanların dışında hiçbir toplumda bunu
görmek mümkün değildir. Bu Rabbimizin bize bir lütfudur tabi. Ekonomik
kaygılarımız, sosyal dertlerimiz, altın gümüş kaygılarımız olmadan,
birbirimizden hiçbir şeyi kıskanmadan Allah rızası işin akrabalarımızı ziyaret
ediyoruz, onlarla birlikte yiyip içiyoruz ve onlarla birlikte bir hayat
yaşıyoruz.
Muhakkak ki Allah sizi görüp
gözetmektedir, sizin üzerinize gözetleyicidir. Yaptığınız her şeyi Allah
görmektedir. Öyleyse ey Müs-lümanlar, yaptıklarınızı buna göre yapın, hayatınızı
Allah için yaşayın, Yaşadığınız hayatın belirleyicisinin Allah olduğunu
unutmadan yaşayın. Allah’ın size sunduğu bu sûreyi buna göre
dinleyin.
2. “Yetimlere malarını verin. Temizi
murdara değiş-meyin, onların mallarıyla kendi mallarınızı karıştırarak yemeyin,
çünkü bu büyük bir suçtur.”
Hz. Adem’le Havva’dan meydana gelen
oğullar ve kızların meydana getirdiği toplumlarda, dünyada insanların en büyük
problemlerinden birisi de yetimler konusudur. Yetimlik ve bir de bununla
birlikte fakirlik problemi toplumun en büyük problemleridir. Bu iki problemin
toplum tarafından kıyamete kadar ortadan kaldırılması mümkün değildir. Çünkü ne
yaparsanız yapın Allah’ın yeryüzünde koyduğu yasası gereği zengin de olacaktır,
fakir de olacaktır. Ve yine nasıl tedbir alırsanız alın toplumda babasını,
anasını küçük yaşta kay-beden yetim çocuklar hep var
olacaktır.
Allah’tan başka hiç kimsenin bu iki
problemi çözmesi, ortadan kaldırması mümkün değildir. Allah’ın yeryüzüne koyduğu
bir yasa olarak kıyamete kadar bu devam edecektir. Toplumda niye insanlar
ölüyor? Niye yetimler kalıyor? Niye fakirlik oluyor? Niye fakirler bulunuyor?
Bu konuda yaratan ve yarattıklarına yasa belirleyeni sorgulama hakkına sahip
değiliz. Allah bu hayatı böylece takdir buyurmuştur de-menin ve onun takdirine
teslim olmanın ötesinde yapabileceğimiz bir şey yoktur.
Evet yeryüzünde koyduğu bir yasa
olarak Rabbimiz kimimizi zengin, kimimizi fakir, kimimizi analı babalı, kimimizi
yetim imtihan ediyor. İster zengin olalım isterse fakir, ister analı babalı,
ister ana baba şefkati içinde büyüyelim, isterse ana baba şefkat ve
merhametin-den mahrum büyüyelim fark etmez bize düşen Rabbimizin takdirine razı
olmak ve imtihan içinde olduğumuzu unutmamaktır.
Üstelik biz bu imtihanda kendi
başımıza da değiliz. Yâni imtihanımız kendimizle sınırlı değildir. Zenginsek
fakirle, fakirsek zengin-le, yetimsek analı babalılarla, analı babalıysak
yetimlerle imtihana çekilmekteyiz. Yâni hem kendimizle, kendi dünyamızla bir
imtihanın için-deyiz hem de dış dünyamızla bir imtihanın içindeyiz.
Rabbimiz yaşadığımız hayatta
böyle bir kanun belirlemişse tüm dünya birleşse de; efendim toplumumuzda
fakirler ve yetimler bulunmasın, biz artık içimizde fakir ve yetimleri görmek
istemiyoruz, çocukları henüz küçükken hiçbir ana ve babanın ölmesini istemiyoruz
deseler de, bütün güç ve kuvvetlerini ortaya koysalar da bunu ortadan
kaldırmaları asla mümkün olmayacaktır. İnsanlık tarihinin herhan-gi bir
döneminde herhangi bir coğrafyasında buna bugüne kadar çare bulunmuş değildir,
kıyamete kadar da bulunamayacaktır.
Yetimlere mallarını verin. Büyüyüp rüşt
çağına geldiklerinde yetimlerin mallarını geri verin. Hani hepiniz Adem’in
çocuklarıydınız ya. Hepiniz aynı ailenin üyeleriydiniz ya. Hani aynı ananın,
aynı baba-nın çocukları olarak birbirlerinize zulmetmeyecek, birbirlerinize
karşı şefkat ve merhametle davranacaktınız ya. İşte yetim kardeşlerinizle bir
imtihana tabi tutulduğunuz zaman onların haklarını korumalı, onlar için, onların
geleceği için önemli bir değer ifade eden mallarını da haksız yere
yememelisiniz. Kendi kıymetsiz ve değersiz mallarınızla onların kıymetli ve
değerli mallarını değiştirmeye kalkışmayın.
Veya pisi temizle
değiştirmemelisiniz. Buradaki pis ifadesi yetimin malının pisliğini ifade
etmez. Yetimin malı aslında temizdir ama, bu mal yetimin vasisisinin, velîsinin
mülküne geçmişse o zaman pis olacaktır. Sahibi olan o yetim için helâl olan,
temiz olan bu mallar haksız yere onu alanlara pis ve haram olacaktır. Sahibi
için tertemiz olan bir mal onu çalana haramdır, pistir. İşte Rabbimiz buyurur ki
o yetimlerin mallarını haksız yere kendi tertemiz mallarınızın içine katarak o
tertemiz mallarınızı da pis hale getirmeyin. Helâl mallarınızı yasak yollarla
pisliğe bulaştırmayın.
Veya yetimlerin o tertemiz
mallarını kendi mallarınızın içine katarak pisleştirmeyin. Yâni bu tür
yamukluklara tevessül ederek tertemiz hayatınızı kirletmeyin buyuruyor
Rabbimiz. Böylece Medineli mü’minleri cahiliyenin pisliklerinden arındırmayı
hedefliyor Allah. Tüm cahili sistemlerde vardır bu. Yetimlerin, güçsüzlerin,
sosyal ve siyasal barınağı, dayanağı olmayan, dayısı olmayan veya elinde sosyal
bir dayanağı, çeki, senedi olmayan garibanların mallarını haksız yere ye-mek tüm
cahili sistemlerde vardır. Bunu halledecek olan tek yol takvadır. İşte Rabbimiz
Müslümanları bu konuda takvalı olmaya dâvet ediyor.
Ve o yetimlerin mallarını da kendi
mallarınızın içine katarak, karıştırarak yemeyin. Çünkü gerçekten bu büyük bir
suçtur, büyük bir vebaldir, günahtır.
Demek ki yetimlerin mallarını onların
velîleri, vasileri titizlikle korumak, muhafaza etmek zorundadırlar. Yetimlerin
mallarını ayrı, kendi mallarını ayrı değerlendirmek zorundadırlar. Yetimlerin
mallarını zerre miktar bile olsa zayi etmemek, onları haksızlığa uğratmamak
zorundadırlar.
Dikkat ederseniz bu genel yasaların, bu
hukukî yasaların insanları bağlamasından öte, Rabbimizin sûresinin başında bu
hususa dikkat çekerek konuya girişi gerçekten çok önemlidir. Rabbimiz sûresinin
başında bir kere hayatı takva üzerine bina etti. Tüm hayatınızda Allah’la
birlikte olun, hayatınızı Allah için yaşayın, hayat programınızı Rabbinizden
alın, Rabbinizin koruması altına girin, hayatınızı Allah’a sorarak yaşayın,
Allah’ın helâllerini helâl, haramlarını da haram bilin buyurduktan sonra hayatın
başlangıcını da Adem’le Havva’ya bağlayarak kardeşliğimizi de hatırlattı. Sonra
da bir gün sen, ya da bir Müslüman kardeşin zayıf, fakir, yetim bir duruma
düşebilirsiniz buyurarak bu konuya karşı dikkatler çekildi ve kalpler şefkat ve
merhametle dolduruldu, aile bağları kuvvetlendirildi. Sonra da aynı ailenin
üyeleri olarak yetim kardeşlerimizin malları konusu güdeme getirildi. Hiç
kimsenin haksız yere bir yetim kardeşinin malına yaklaşmaması
emredildi.
Yetimlerin mallarıyla alâkalı konunun
gündem maddesi yapıl-masından sonra şimdi de yetimlerin evlenme konusu gündeme
getirilecek. Bir Müslümanın yetim kardeşlerinin mallarına göz dikip o mallara
sahip olabilmek için o yetimlerle evlenmeyi düşünmesi, yahut o yetimlerin
güzelliğine göz dikerek onlarla evlenmeyi düşünmesi, ya da o yetimlerin
mallarına göz dikerek onların başkalarıyla evlenmelerini engellemeye çalışması
gibi yanılgıların da giderilmesini isteyecek Rabbimiz. Bir toplumda nasıl ki
anası babası başında olan kız çocuk-ları bu tür haksızlıklara uğramadan
evlenebiliyorlarsa, nasıl ki başka birileri onları güçsüz zannedip kendi
sömürülerine alet edemiyorlarsa, aynen onlar gibi İslâm toplumunda yetim kız
çocukları da birilerinin menfaatlerine, sömürülerine terk edilmemelidir. Bu
yetimlerin de tıpkı analı babalılar gibi vasileri, velîleri tarafından hakları
korunmalıdır. İşte toplumda var olan bu yanlışı düzetmek üzere Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
3. “Eğer, velîsi olduğunuz mal sahibi
yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla
değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz;
şâyet, aralarında adâletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız veya
sahip olduğunuz ile yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu
budur.”
Hz Aişe anamızın ifadesine göre bu âyet
cahiliye döneminde toplumda yaygın olan kötü bir alışkanlığı kaldırmak üzere
gelmiştir. O dönemde koruyucuları olmadığından onların mallarına sahip
olabilmek için velîleri yetim kızlarla kendilerine mehir de vermeden
evleniyorlardı. İşte bu âyet gelince Müslümanlar çok
korktular.
Eğer yetimlere karşı âdil davranıp
davranamamaktan, yetimler hakkında adâleti gerçekleştirip gerçekleştirememekten
korkuyorsanız, eğer mahiyetinizdeki yetim kızlarla evlendiğiniz zaman onlara
karşı âdil davranamayacağınız konusunda bir endişeniz varsa. Ne gibi bir
adâletsizlik korkusu? İşte az evvel ifade ettiğim gibi konularda bir endişeniz
varsa. Meselâ velâyetiniz altında, elinizin altında olmalarından dolayı, onlara
onların misillerinin hakkı olan mehirlerini verme-meyi düşünme gibi veya onların
mallarına sahip olma gibi, onların kendinizden başkalarıyla evlenmeleri haline
mallarının başkalarına gitmesini istememek gibi, onların güzelliklerine göz
dikerek onları sö-mürmek gibi, yahut fiziksel yönden hoşunuza gitmeyecek kadar
çirkin olmalarına rağmen sırf mallarına konmak için kendileriyle evlenip, yarın
öbürsü gün onları değer verilmeyecek bir konuma itecekseniz, yâni onların sizden
beklediği hakları olan ilgiyi, alâkayı, veya cinsel hukuklarını ihlâl
edecekseniz, bu konularda onlara karşı adâleti yerine getiremeyeceğinizden bir
endişeniz, bir korkunuz varsa o zaman
onlarla evlenmekten vazgeçin de:
Beğendiğiniz, hoşunuza giden öteki
kadınlardan ikişer, üçer, dörder helâl olanlardan evlenebilirsiniz. Bu sizin
hakkınızdır. Elinizin altındaki o gariban yetimlerin haklarını, hukuklarını
çiğneyerek onlara zulmetmeyi bir tarafa bırakın da Rabbinizin size helâl kıldığı
öteki kadınlardan Rabbinizin sınırladığı sayıya kadar, bazen iki, bazen üç,
ba-zen de dörde kadar varan bir sayıyla evlenme iznine, hakkına sahip-siniz
diyor Rabbimiz. Yâni siz sizin karşınızda haklarını koruyamaya-cak,
ezilebilecek bir durumda bulunan, elinizin altında olmalarından ötürü haklarını
gözetme konusunda âdil davranamayacağınız o yetimlerle evlenmekten vazgeçin de
sizin karşınızda ezilmeyecek, haklarını koruyabilecek durumda olan, sizin de
haklarına riâyet edebileceğiniz kadınlarla evlenin.
Siz kendiniz böyle yaparken, o
elinizin altındaki yetimleri de karşılarında ezilmeyecek kimselerle evlendirin.
Sizler velîleri olarak, sahipleri olarak o yetimlere analı babalı kızların sahip
oldukları gücü sağlayarak, onların asla ezilmeyecekleri bir şekilde
ezilmeyecekleri kimselerle evlenmelerini sağlayın diyor Rabbimiz.
Ama eğer bir kadınla evlendiniz, sonra
ikinci kadını aldığınız-da, alacağınızda, ya da iki kadınla evlendiniz de
üçüncüyü almaya kalkıştığınızda, dördüncüyü almaya karar verdiğinizde, bu
kadınlar a-rasında adâleti gerçekleştirememekten korkuyorsanız, aralarında
âdilce davranmayı beceremeyecekseniz, şahsiyetinizde bir kopukluk, hayatınızda
bir eksiklik, kulluğunuzda ters yönde bir zaaf, bir etkilen-me, bir eksiklik,
bir acziyet meydana gelecekse veya ekonomik duru-munuzda bir sarsılma, bir
sıkıntı meydana gelecekse, veya bedeninizde, bedenî gücünüzde bir yetersizlik,
bir zafiyet, bir iktidarsızlık söz konusu olacaksa o zaman da tek kadınla
yetinmeniz sizin için daha hayırlı olacaktır.
Yahut da sağ ellerinizin sahip
olduğu câriyelerle yetinmeniz sizin için daha iyi olacaktır. Allah yolunda
Allah’ın dininin ikâmesi ve Allah kullarının cennete kazandırılması adına
giriştiğiniz bir savaşta elde ettiğiniz câriyelerle yetinmeniz sizin için daha
hayırlı olacaktır.
Yâni gerçekten hürre Müslüman
kadınların hukukuna riâyet e-demeyeceğiniz konusunda bir endişeniz varsa o zaman
bir kadınla ve de elinizin altındaki câriyelerle yetinerek bir hayat yaşamadan
yana olun. Kendinizi zor bir duruma düşürecek, kulluğunuzu negatif yönde
etkileyecek, âhiretinizi kaybettirecek badirelere düşmekten uzak durun diyor
Rabbimiz. Bakın zaten âyetin devamında Rabbimiz bunun sebebini şöyle
açıklıyor:
İşte bu durum sizin sapmamanıza,
sapıtmamanıza ve azgınlı-ğa düşmemenize, günahlara yakalanmamanıza, kullukta
falsolar yap-mamanıza daha elverişli, daha yakındır diyor Rabbimiz. Evet bu âyet
evliliği dörtle sınırlandırmadır, ya da adâletle hükmetmek kayd u şartıyla dörde
kadar evlenmeye ruhsattır, bu şarttan hareketle kadınları arasında adâleti
gerçekleştiremeyecek olanların evlenmesi yasaktır gibi çeşitli anlayışlar
vardır. Şimdi o konulara girmek istemiyorum.
Buraya kadar üç âyet tanıdık. Bu üç
âyetinde Rabbimiz önce kendi rubûbiyetini gündeme getirerek işte böyle bir Rab
hatırına, böyle bir Rabbin yasası olarak bizlerden akrabalık bağlarına riâyet
etme-mizi, bir ailenin evlâtları olarak birbirimize karşı merhamet ve şefkatle
davranmamız gerektiğini, sonra yine ana baba bir kardeşlerimiz olan yetimlere
karşı, gerek malları konusunda gerekse onların evlendirilerek cinsel arzularının
doyuma ulaştırılması konusunda bizden kulluk istiyor Rabbimiz. Toplumda kendi
kendine malını koruyamayan, kendi kendine kendi cinsel gereksinimini
sağlayabilecek bir durumda olmayan yetimlerin, garibanların da huzurunu
sağlamamızı istiyor. Kendimizi düşündüğümüz kadar onları da düşünmemizi ve
İslâm toplumun-da bu noktada ihtiyaçları giderilmemiş, huzuru sağlanmamış bir
tek kadının bile olmaması gerektiğini anlatıyor.
Bu âyetlerden anlıyoruz ki İslâm
toplumunda erkekse kadın nî-metinden, kadınsa erkek nîmetinden mahrum, nikâhsız
bir tek fert bile olmamalıdır. Bir tek kadın kocasız, bir tek erkek de kadınsız
olma-malıdır. Allah bunu istiyor Müslümanlardan. Bunlar öyle toplumda
uygulanması mümkün olmayan ütopik şeyler değildir. Medine’de bu âyetlerin indiği
dönemde her şeyleriyle Rablerinin emirlerine teslim olmuş sahâbe toplumu
arasında bu âyetlerin aynen Allah’ın istediği biçimde hayata geçirildiğini,
Allah’ın istediği biçimde pratikte uygulan-dığını biliyoruz. Rasulullah
Efendimiz döneminde toplumda kocası ölüp de boşta kalan, kendi haline terk
edilmiş bir tek kadın bile yoktur. Mutlaka bir Müslüman onu hemen nikâhı altına
alarak yarasını sarıyor, huzurunu sağlıyordu. Savaş anlarında, savaş
toplumlarında bunu daha bir belirgin görüyoruz. Savaşta kocasını kaybetmiş
kadınlar veya kocalarıyla geçinemeyerek ayrılmış, boşanmış kadınlar gerekse
Rabbimizin bu ayetlerinin teşvikiyle, gerekse erkeklerin bu konudaki
duyarlılıkları sebebiyle hemen iddetleri biter bitmez Allah’ın helâl kıldı-ğı
dairede evleniyorlardı.
Demek ki İslâm toplumunda Müslümanlar
bu Allah yasalarıyla öyle bir hayat programı uygulayacaklar ki o toplumda bir
tek Müslüman bile mal özgürlüğünden mahrum edilmediği gibi, yine bir tek insan
cinsel yönden mağdur edilmeyecektir. Toplumun tüm üyeleri Allah’ın kendilerine
helâl kıldığı tüm meşru nîmetlerden meşru dairede istifade edebilecektir.
Toplumda birilerinin istifade ettiği nîmetlerden ötekiler kesinlikle mahrum
bırakılmayacaktır.
Şimdi buna göre bir ülke düşünün,
bir şehir, bir köy, bir dünya düşünün ki orada yaşayan insanlardan kimileri tok,
kimileri aç, kimileri paralı, kimileri parasız, kimileri evli, kimileri evsiz,
kimileri ekonomik doyumun zirvesinde, kimileri açlık ve yokluk derdiyle namusunu
bile tehlikeye düşürecek durumda. Veya bırakın bir şehri, bir dünyayı aynı evde,
aynı alenin içinde bile kimileri tok yatarken kimileri açlık içinde
kıvranmaktadır. Hattâ aynı ailenin, aynı evin bir odasında lüks içinde
yaşayanlara mukabil öbür odasında yaşayanların açlıktan kıvranmaları durumunda
bu ailelerin ne adar huzur içinde olduklarını söyleyebiliriz?
Toplumun en küçük birimi olan bu
aileyi biraz daha büyütün, meselâ bir mahallede, bir şehirde, bir ülkede, bir
dünyada insanlardan kimileri, evlerden kimileri korkunç bir israf hayatının
içinde, meselâ bir akşam yemeğinde fakir bir ailenin bir aylık yiyeceğini yiyor,
ekonomik gücünü hangi zevkinin, hangi keyfinin peşinde nasıl tüketeceğinin
hesabını yaparak besin hastalığına tutulmuşken aynı şehrin, aynı mahallenin
aynı ülkenin bir başka evinde bir başkası açlıktan, yokluktan kıvranıyorsa bu ne
kadar İslâmî, ne kadar insanca bir hayattır varın siz düşünün.
Aynı mahallede birilerinin
çocukları yiyecek kuru ekmek bile bulamazken birilerinin çocuklarını elinde
pastayla sokağa salmaları ne kadar insanca bir davranıştır siz düşünün. Tabi
aynen ekonomik ilişkilerdeki bozukluklar gibi cinsel ihtiyaçların giderilmesinde
de bu tür dengesizlikler varsa o toplumda huzur sükun yoktur. Aynı ailenin
fertlerinden kimileri, aynı mahallenin, aynı şehrin, aynı ülkenin
insanların-dan kimileri cinsel doyuma ulaşma imkânına sahip olurlarken
birileri-nin önü kapalıysa, bu konuda problemlerini çözüme ulaştıranlar
kendilerini düşündükleri kadar öteki kardeşlerinin önünü açma adına, onların bu
problemlerine çözüm bulma adına bir çabanın içine girmiyor-larsa bu insanlar ne
kadar Müslümandır? Bu toplum ne kadar İslâmî-dir? Ve bu toplumda ne kadar huzur
vardır siz düşünün.
Allah’ın kendilerine helâl
kıldığı evlenme nîmetinden mahrum bırakılmış bir kadının ya da bir erkeğin
bulunduğu bir mahallede oturan Müslümanlar ne kadar huzurlu olabilecekler? O
mahallede ne kadar huzur olacak da? Böyle erkek ve kadınların bulunduğu bir
köyde, bir şehirde ne kadar huzur olabilecek de? Gerek ekonomik gerek cinsel
problemleri bulunan ve Allah adına kardeşlerinden bu problemlerinin çözümü
konusunda yardım bekleyen mutsuz ve huzursuz insan-ların yaşadığı bir ortamda
insanlar ne kadar mutlu olabilecekler de?
İşte bu âyetleriyle bizlere
seslenen Rabbimiz biz Müslümanların bu âyetleri çok iyi anlayıp
sorumluluklarımızı yerine getirmemizi istiyor. Değilse ben kurtuldum, ben bu
ihtiyaçlarımı sağladım, başkalarının canı çıksın mantığıyla hareket etmeye
kalkarsanız, mahallenizdeki mü’minlerin problemlerine çözüm getirme adına,
onların yaralarını sarma adına bir gayretin içine girmezseniz unutmayın ki
sizin huzurunuzu da alıverecek Allah. Almamış mı? Olmamış mı? Diyesim geliyor.
Kaçmamış mı huzurlarımız? Daha büyükleri de gelebilir Allah korusun. Siz
insanların, kardeşlerinizin huzurunu sağlamaya çalışın ki Allah da sizi daha
iyi, daha mutlu bir hayata ulaştırsın inşallah.
Bundan sonra yine kadınlarla alâkalı
mehir konusunu günde-me getirecek Rabbimiz. Kendi rubûbiyetine ve insanlığın
akrabalık bağlarına dikkat çektikten sonra bakın şöyle
buyuruyor:
4. “Kadınlara mehirlerini cömertçe
verin, eğer ondan gönül hoşluğu ile size bir şey bağışlarlarsa onu afiyet-le
yiyin.”
Kadınlara mehirlerini güzel bir
şekilde, gönül hoşnutluğu, gönül rahatlığıyla verin. Veya nıhleh dindarlık
anlamına da gelir. Öyley-se dininizin, dindarlığınızın gereği olarak kadınlara
mehirlerini verin diyor Rabbimiz. Buradaki hitap hem o kadınları Allah’ın
emriyle nikâh-layan kocalaradır, hem de o kadınların velîlerinedir. Çünkü
cahiliye döneminde velîleri kızlarının mehirlerini onlara vermeyip kendileri
alıyorlardı. Rabbimiz kadınlara böyle bir hak tanıyor. Allah yasaları gere-ği
bu onların haklarıdır. Allah’a inanmış mü’min erkeklerin kadınlarla evlilik akdi
icra ederlerken dikkat etmeleri gereken bir yasadır bu. Allah’tan bir hak
olarak kadınların mehirleri verilecek, ama eğer kendi istekleriyle kadınlar
mehirlerinin bir kısmını kocaları olarak size bağışlarlarsa o zaman da onu
afiyetle yiyin diyor Rabbimiz.
Daha önce cahili toplumlarda kadının bu
kişisel hakkı çeşitli şekillerde çiğnenmekteydi. Meselâ kadının babası veya
velîsi evlendirdiği kişiden aldığı mehri o kadına vermeyerek hakkını yiyordu.
Veya bazen iki kızın velîleri karşılıklı birbirlerine kız alıp vererek adına “Şigar” dedikleri bir değiş tokuş
muamelesiyle kızların mehirlerini kendi aralarında gasp ediyorlardı. Böyle
cahili anlayışlardan vazgeçin. Yemeyin kadınlarınızın haklarını. Mehirlerini
zorla kadınlarınızdan alarak onların ekonomik haklarını kaldırmayın.
Ama eğer onlar o mehirlerinin bir
kısmını gönül rızasıyla size bağışlarlarsa, ya da tamamını bağışlarlarsa o zaman
onu gönül huzuruyla, hiç çekinmeden yiyebilirsiniz buyuruyor
Allah.
Burada anlıyoruz ki kadının ekonomik
özgürlüğünün varlığına dikkat çekerek bu ekonomik özgürlüğünün zedelenmemesini
emrediyor Rabbimiz. Yâni temelde kadının mal mülk sahibi olma hakkı vardır.
Gerek kocasından aldığı bu mehir, gerekse babasından intikal et-miş mîrasını
hiçbir zaman kocasının elinden alması, kendi mallarının içine katarak onu bu
mallarından mahrum bırakması caiz değildir. Çünkü erkek nasıl mal mülk sahibi
olabiliyor, malında tasarruf yetkisi-ne sahip oluyorsa aynı haklar kadın için
de söz konusudur.
Hattâ bir ailede kadının malı
mülkü olduğu halde evin ihtiyaçlarını karşılama noktasında kadın değil erkek
harcama yapmak zorundadır. Kadının böyle bir sorumluluğu yoktur. Ailenin yükü
erkeğin üzerindedir. Ama tabi malı varken bir kadının evin ihtiyaçlarını
karşıla-ma notasında sıkıntı çeken kocasını zor bir duruma düşürmesi de
dü-şünülemez. Elbette o da malından harcamada bulunacaktır, ama mecburiyeti
olmadığı için yaptığı bu harcama onun adına infak sevabı olarak
yazılacaktır.
5. “Allah'ın sizi koruyucu kılmış
olduğu mallarınızı, beyinsizlere vermeyin, kendilerini bunların geliriyle
rı-zıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz
söyleyin.”
Mallarınızı onu doğru dürüst kullanmaya
ehil olmayan sefihlere vermeyin. Servetleri israf ederek kullanılmaması,
harcanmaması gereken yerlerde harcayarak, israf ederek toplumun sosyal, ekonomik
ve ahlâkî yapısını bozacak sefihlere mallarınızı teslim etmeyin. Rabbinizin size
dünya hayatınızı Onun istediği bir güzellik içinde sürdürmeniz adına lütfettiği
o mallarınızı hayrını şerrini, faydasını zararı-nı, menfaatini zararını
bilemeyen sefihlere vermeyin diyor Allah.
Burada anlatılan sefihlerden kasıt az
evvel bahsi geçen, malları konusunda dikkatli olmamız istenen yetimler
olabileceği gibi toplumda fayda ve zarar mekânizmasını işletemeyecek durumda
olan tüm insanlardır. Tüm erkekler ve kadınlardır.
Veya burada anlatılan sefihler
kadınlarınız ve çocuklarınızdır deniyor. Toplumda israf ederek, harcanmaması
gereken yerlerde mal harcayarak içtimaî dengeyi bozacak herkestir. Böyle durumda
olan kimselerin velîleri onlara gerek kendi mallarını gerekse başka malları
vermeyecektir. Tamam kişinin özel mülkiyet hakkı vardır, bunu kimse-nin ihlâl
etmesi caiz değildir, onların hayati ihtiyaçları söz konusu olduğu zaman
harcayabilirler, ama kişi toplumun ekonomik düzenini, kültürel yapısını ve
ahlâkî anlayışlarını bozacak kadar ileri gitmişse İslâm toplumunda ona izin
verilmez.
Hattâ böyle savurgan kişilerin
mallarına sadece temel ihtiyaçlarına harcanmak kayd u şartıyla devlet el kor.
Buna hacr denir. Çocukluktan, delilikten, akıl ve din noksanlığından, ya da
iflas durumundan ötürü devlet kişinin tüm mallarına el koyar.
Küfür toplumlarında, cahiliye
toplumlarında olduğu gibi İslâm toplumunda kişiye malı konusunda sınırsız yetki
verilmez. Meselâ adam malını nerelerde ve nasıl kullanırsa kullansın, bu
tasarrufunun topluma ne tür zararları olursa olsun mutlak tasarruf hakkı tanımaz
İslâm. Böyle hayrını, şerrini bilemeyerek malını israf eden kişinin tüm ferdi
mülkiyet haklarından mahrum eder. Böyle sefihlerin mallarında tasarruf hakkı
toplumundur.
Veya âyetin bir başka mânâsı da ailenin
reisi olan erkeklere diyor ki Rabbimiz, malını tut, malın senin elinde olsun,
karıyın ve çocuklarının ihtiyaçlarına harcayan sen ol. Böylece onların hem
Rablerine karşı, hem de kendinize karşı itaatlerini sağlamış olursunuz. Her şeyi
ellerine veriverirseniz onlar ne sizin meşru dairedeki isteklerinize, ne de
Rablerine karşı sorumlu oldukları görevlerini yerine getirmeme konusunda cesaret
bulabilirler.
Onları örfe uygun bir şekilde
güzellikle rızıklandırıp doyurun, giydirip kuşatın ve kendilerine de güzel söz
söyleyin, maruf söz söyleyin. Ona Allah’ın istediği biçimde malın kazanç,
iktisa p ve sarf yollarını
gösterin, malın hukukuyla alâkalı Allah’ın, İslâm’ın kendisinden beklediklerini
ona anlatın diyor Rabbimiz.
O zaman buradaki velîler
onların en yakın akrabaları olan velîleri olabileceği gibi Allah yasalarını
bilen, Allah âyetlerinin bilincinde olan, Rabbimizin mala ilişkin bizden
istediklerine muttali olmuş vahyi tanıyan akıllı Müslümanlar da olabilecektir.
Bunlar böyle kimselerin mallarında tasarruf hakkına sahip olacaklardır.
Meselâ işte görüyoruz, adam daha
almadığı, daha hak etme-diği gelecek maaşına güvenerek belki de bazen o maaşının
iki, üç, beş misli miktarda borçlanarak taksitle çok lüzumsuz bir şeyler alarak
hem kendini, hem de çoluk çocuğunu çok kötü bir duruma düşürebil-mektedir.
Kapitalist tüketim ekonomisinin ürünü olarak İslâm dışı şeyler
yapabilmektedirler. Aklı başında din bilenlerin buna engel olmaları
gerekir.
Veya adam ay başında maaşı alıyor
ama ayın ikisinde cebinde metelik kalmıyor. Kumara harcıyor, oyuna harcıyor,
lüzumsuz şeylere harcıyor ve anında tüketiyor parasını. Aslında böyle
kimselerin elinden alınacak malları ve kendilerine Müslümanca bir harcamanın
yolları iyice anlatıldıktan sonra vereceksin. Böyle bir toplumda kime yapılacak
bu diyor insan içinden. Böyle İslâmî olmayan, sosyal, ekonomik ve ahlâkî
yapılanması, her şeyi İslâm’a ters olan bir toplumda bunu yapmak çok zordur,
biliyorum. İslâmî bir otoritenin olmadığı böyle bir toplumda kim kimi
dinleyebilecek de?
Doğrusu toplumun fertlerinin
tümüne, topyekün insanlara Allah’ın dinini bilen kimseler tarafından bu konuda
ciddi bir eğitim verilerek insanların kalplerine, zihinlerine bunu
yerleştirebilirsek belki bu problem o zaman çözülebilecektir. O zaman toplumda
israfın önü alınabilecektir. O zaman insanlar kendi mallarında sınırsız bir
özgürlüklerinin olmadığını, toplumun diğer fertlerine karşı sorumlu olduklarını
anlayacaklar ve bu tür ahlak dışı tasarruflardan va geçebileceklerdir. Evet,
bunu önce böyle israfçı kimselerin velileri yapacak, sonra da toplumun bütün
fertleri yapmaya çalışacaktır.
6. “Yetimleri, evlenme çağına gelene
kadar deneyin; onlarda olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin;
büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin.
Zengin olan, iffetli olmağa çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde yesin.
Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, yanlarında şahit bulundurun. Hesap
sormak için Allah yeter.”
Nikâh çağına, evlenme çağına
geldiklerinde yetimleri bir deneyin. Bulûğ çağına, namaz ve oruç gibi dinî
mükellefiyetlerle sorumlu olma çağına, ya da evlenme çağına ulaştıkları zaman,
evlenme durumuyla karşı karşıya geldikleri zaman onları bir imtihana tabi
tutun. Namaz kılma, oruç tutma çağına ulaşmışlar mı ulaşmamışlar mı? Evlilik
çağına gelmişler mi gelmemişler mi? Bu işin sorumluluğunu yüklenebilecek duruma
ulaşmışlar mı ulaşmamışlar mı? Veya onlar acaba kendi mallarına sahip olabilecek
bir duruma, bir çağa gelmişler mi, gelmemişler mi? Durumlarına bir bakın, bir
gözden geçirin onları.
Eğer onlarda bir rüşt, bir olgunluk,
sorumluluk yüklenme kapasitesi görmüşseniz, kendilerinden emin olmuşsanız o
zaman hemen kendilerine sizin emânetinizde olan mallarını verin. Onlar
büyüyecekler de mallarına sahip olacaklar, mallarını bizim elimizden alacaklar
diye sakın onlara ait olan malları israfla çarçabuk, alelacele yiyip
bitir-meden yana olmayın. Böyle bir endişeyle onların mallarını boşa gidermeye
kalkışmayın. Siz de Allah’ın emâneti olan o kardeşlerinizin mallarını koruyun,
muhafaza edin. Böyle elinin altında yetim malı bulunan mü’minlerden kim
ki:
Zenginse, durumu iyiyse yetimin malını
hafif tutsun, ondan fazla harcamasın da kendi malından fazlaca harcasın. Ya da
sizden böyle malî durumu iyi olanlar mahiyetindeki yetimlerin malları konusunda
iffetli davransın. Mala düşkün bir tavır sergilemesin, tok davransın,
ihtiyaçsız davransın. Ama yanında yetim malı olup ta fakir olan, ihtiyaçlarını
karşılama konusunda sıkıntı çeken kimse de:
Maruf ölçüler içinde, örfe uygun olarak
o yetimin malından az biraz yiyebilir. Tabi mahiyetinde yetim malı bulunan o
fakir kişi hem kendi ihtiyaçlarını, hem de mahiyetindeki yetimin bakımını
üzerine aldığı için onun malından az biraz yeme hakkına sahip oluyor. Lâkin
durumu iyi olan zenginler o mallar konusunda afif davranmak zorundadırlar.
Yetimin malına göz dikmemek zorundadırlar.
Evet onları imtihan edip de rüşte
ulaştıklarını anladığınız takdirde hemen onların mallarını kendilerine verin.
Ve mallarını kendilerine verirken de:
Onlara karşı şahitler tutun, şahitler
bulundurun. Mallarını kendilerine teslim ederken teslim ettiğinize dair
şahitler bulundurun diyor Rabbimiz. Sakın ha bu benim yeğenimdir, bu benim
kardeşimin çocuğudur, bu benim amcamın oğludur, dayımın çocuğudur. Onun bendeki
mallarını kendisine teslim ederken şahide ne gerek var? Birbiri-mize güvenimiz
yok mu? diyerek gevşek iş yapmaya kalkışmayın. Sonunda her türlü dedikodulara,
fitnelere fırsat vermeyin buyuruyor Rabbimiz. Çünkü siz ne kadar da samimi
olursanız olun, ne kadar da yaptığınız iş konusunda kendinize güvenirseniz
güvenin insanlar sizin yaptıklarınızı yanlış anlayabilirler. Onlara mallarını
teslim ederken şahit tuttuğunuz zaman hem o şahitler, hem diğer insanlar hem de
o yetimler bilirler ki babalarından kendilerine intikal eden malları gerçekten
emniyet altındaymış, koruma altındaymış, kendilerine hiçbir adâletsizlik
yapılmamış, hiçbir haksızlığa uğratılmamışlar. Malları çarçur edilip kendileri
fakir bir duruma düşürülmemişlerdir.
Unutmayın ki hesap görücünüz Allah’tır.
Hesap görücü olarak Allah yeter. Kendi kendinize bir düzen dolap içine girerek
yaptığınız haksızlıklar konusunda kılıflar hazırlayarak tüm çevreyi atlatmayı
becermiş olsanız da unutmayın ki Allah sizi görmektedir. Allah tüm
yaptıklarınıza şahittir ve hesap görücü olarak yetmektedir. İşte tüm
hayatımızda, tüm yapıp ettiklerimizde Allah bu hesap görücülüğü ile toplumu
murakabesi altına alıyor. Gerek az evvel anlatılan evlilik konusunda, gerek mal
mülk konusunda, gerek mehir konusunda, gerek yetimler konusunda her konuda
kendisinin gözetimi ve kontrolü altında bir hayat yaşadığımızı unutmamamızı,
bunu çok iyi anlamamızı, yaptıklarımızın tümünü kendisine lâyık bir şekilde
muhsinler olarak yapmamızı istiyor Rabbimiz.
Bundan sonra ölen bir kimsenin
arkasından uygulanması gereken sistemin ne olduğunu? Ya da ölmüş bir kimsenin
geriye bırak-tığı mîrasının nasıl paylaşılacağını? Varislerinin kimler olduğunu
ve bu varislerin hisselerinin nasıl belirlenmiş olduğunu anlatmaya başla-yacak
Rabbimiz.
7. “Ana babanın ve yakınların
bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Ana babanın ve yakınların
bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar, az veya çok, belirli bir
hissedir.”
Erkekler için, erkek çocuklar için ana
ve babalarının ve akra-balarının bıraktıkları mîrasta, malda belli bir nasip,
belli bir hak vardır. Ve yine kadınlar için, kız çocuklar için ana ve
babalarının ve akraba-larının bıraktıkları malda az ya da çok belli bir nasip
vardır. Bu nasip az ya da çoktur, ama mutlaka bir pay vardır. Ölmüş ebeveynden
ya da akrabalardan kendilerine intikal eden mal az da olsa çok da olsa fark
etmiyor, çünkü Rabbimiz mutlaka aralarında belli bir pay, belli bir nasip vardır
buyurarak az olduğu zaman da çok olduğu zaman da ay-nı yasanın uygulanmasını
emrediyor Müslümanlara.
İşte bu farz kılınmış bir paydır, Allah
tarafından yazılıp belirlenmiş bir nasiptir, bir taksimdir. Bu Allah’ın koyduğu
bir yasadır, bir takdiridir. Medine’de Allah egemenliği altında bir hayat
yaşayan Müslümanların bu yasaya riâyet etmelerini emrediyor Rabbimiz. Daha önce
yaşadıkları cahiliye döneminde, cahili bir hayatın içinde, Mekke toplu-munda
yaşanan hayatta insanlar güçsüz gördükleri kadınlara ve çocuklara hakları olan
mîraslarını vermiyorlardı. Ancak savaşabilecek güce sahip olanlar, ya da ailenin
ekonomik yükünü üslenebilecek durumda olan kimseler hakları olan mîrası
alabilir diyorlardı. Mîras bunların hakkıdır diyorlardı. Meselâ ölmüş bir
kişinin geriye bıraktığı mallarına en yakın akrabaları, babaları, kardeşleri,
dayıları, amcaları, veya dayı ve amca çocukları sahipleniyorlar, ölen kimsenin
küçük yaştaki çocuklarını ve kadınlarını bu mîrastan mahrum bırakıyorlardı.
Nitekim İslâm’ın ilk yıllarında
vuku bulan bir savaşta kocasını kaybetmiş bir kadın, bir şehid hanımı Rasulullah
Efendimize gelerek şehid kocasının mallarına sahiplenen ve kendisini o mîrastan
mahrum bırakan akrabalarını şikâyet etmiş ve bunun üzerine işte bu âyet nâzil
olmuştur.
İşte bu âyetleriyle Rabbimiz
mü’minlerin iman edip uygulamaları gereken mîras yasasını belirlemiştir. Artık
bundan sonra ister erkek ister kadın olsun mü’minler Allah’ın takdir buyurduğu
bu yasaya göre hareket etmek zorundadırlar. Allah kendilerine mîrastan ne
takdir buyurmuşsa, ne kadar bir pay vermişse ancak o kadarını almaya hakları
vardır. Hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’mine kadın Allah’ın kendilerine
tanıdığı hakkın ötesine bir hak arayışına gidemez.
Yâni ne erkek ne de kadın sahip
olduğu siyasal ve ekonomik gücüne güvenerek Allah’ın kendisine takdir etmediği
bir payı karşısın-dakinden zorla alma hakkına sahip değildir. Allah nasıl
takdir buyur-muşsa öylece hareket etmek ve Allah’ın taksimine razı olmak
zorun-dadır herkes. Bu Allah’a imanın bir gereğidir. Çünkü Allah’a iman
Allah’tan gelenlere imandır. Allah’a iman Allah’ın hayata karıştığına imandır.
Allah’a iman Allah’ın bizim hayatımızı düzenlemek üzere gön-derdiği yasalara
imandır. Öyleyse ben Allah’a inandım dediği halde, ben Allah’a teslim olan
Müslümanlardanım dediği halde Allah’ın yasalarına teslimiyet göstermeyen kişi,
kendi hevâ ve heveslerine göre, ya da bir kısım tâğutların yasalarına göre
hareket etmeye kalkışırsa o zaman bu kişi iman iddiasında kendi kendini kandıran
bir kişidir ve bu yaptığının cezası da yarın Allah huzurunda çok şedit
olacaktır. Ama kim de bu konuda Allah’ın yasalarına teslim olur, Allah’ın
istediği biçimde bir mîras yasası uygularsa onun mükafatı da elbette cennet
olacaktır.
8. “Taksimde, yakınlar, yetimler ve
düşkünler bulunursa, ondan onlara da verin, güzel sözler
söyleyin.”
Eğer mîrasın taksim edildiği ortamda o
mîrastan hak sahibi, pay sahibi olmayan yetimler, miskinler, garibanlar hazır
bulunurlarsa, mîrastan pay sahibi olmadıkları halde böyle bir vacibin
uygulandığı, böyle bir Allah yasasının yerine getirildiği, böyle Allah rızasının kazanılmaya çalışıldığı bir
ibâdet eyleminin icra edildiği bir yerde, Allah adına paylaşılan bir malın, bir
mîrasın yanı başında, orada, o ortamda, o atmosferde böyle kimseler
bulunurlarsa icra edilen o ibâdete şahit olmalarından ötürü onlara da bir şeyler
verilerek gönülleri hoş edilirse bu gerçekten bu çok iyi olacaktır. Gerek ölenin
akrabası olmakla birlikte mîrastan hak sahibi olmayan fakirler, yetimler,
miskinler, gerekse hiç akrabalığı olmayan garibanlar.
Demek ki ölen kişinin mîrasını taksim
maksadıyla malları or-taya döküldüğü zaman o ortamda fakir akrabalar ve yetimler
de bulunabilecektir. Ölen kimsenin yıllarca biriktirdiği, gözünün nûru,
gönlünün süruru gibi baktığı, sakladığı o mallar ortaya dökülünce elbette fakir
fukaraya da bir şeyler infak edilecektir.
Onları da o mallardan rızıklandırın.
Rızıklandırıp bir şeyler veremeyeceğiniz kimselere de maruf söz söylemeyi ihmâl
etmeyin. Hiç olmazsa güzel sözlerle onların gönüllerini almayı ihmâl etmeyin
buyuruyor Rabbimiz. Çünkü o ortamda bulunan bu insanların gerçekten ihtiyaçları
olup ta sizden bir şeyler umabilirler. Meselâ toplumda dede yetimi diye bilinen
kimseler. Babaları daha önce ölmüş olduğu için de-delerinin, ninelerinin
mallarından pay sahibi olma haklarını kaybetmiş kimseler. Babaları yahut
anaları daha önce ölmemiş olsalardı şimdi onların da bu mallardan, bu mîrastan
hakları olacaktı. Ama kendi ellerinde olmadan Allah’ın bir imtihanı gereği
babaları yahut anaları erken öldüğünden dedelerinden yahut ninelerinden
kendilerine intikal edecek o mîrastan mahrum olmuşlar. Başlarında babaları
yahut anaları olmuş olsaydı belki de o yetim çocuklar şimdi zengin bir hayatın
içinde olacaklardı. İşte bu tür kimselere de mîrastan güzel bir pay ayırarak
gönüllerini alabilirseniz sizin hakkınızda çok hayırlı olacaktır. Değilse hiç
olmazsa güzel söz söyleyerek onların yüzlerini güldürmeye çalışın diyor
Rabbimiz. Yâni bu işi insanların vicdanlarına havale ediyor, böyle bir
mecburiyetlerinin olmadığını, ama yaparlarsa çok büyük bir mükafat
kazanacaklarını anlatıyor Allah.
9. “Arkalarında cılız çocuklar
bıraktıkları taktirde, bundan endişe edecek olanlar, haksızlık yapmaktan
korksunlar ve Allah'tan sakınsınlar; dürüst söz
söylesinler.”
Kendilerinden sonra arkalarında zayıf
zürriyetler bırakanlar, güçsüz kuvvetsiz nesiller bırakanlar korksunlar.
Onlardan gerçekten korkuyorlar. İnsanlar ölüp giderlerken eğer arkalarında
küçük, zayıf, güçsüz yetimler bırakıp gitmekten korkuyorlar. Acaba şimdi ben
bunları bu halde bırakıp giderken bu yavrularımın hali nice olur? Onlara benden
sonra kim bakar? Kim kollar? diye korkuyorlar. İşte Allah buyuruyor ki sizler
nasıl ki böyle küçük yaşta, güçsüz kuvvetsiz yetim çocuklar bırakıp giderken
korkup onların üzerlerine titrediğiniz gibi kendileri küçük yaştayken babaları
ölmüş o yetimler konusunda da Allah’tan korkun. Kendilerininkileri düşündükleri
gibi akrabalarının, ya da başkalarının yetimlerini de düşünsünler de mal taksimi
esnasında güçleri yettiği kadar onları da vererek
sevindirsinler.
Allah’tan korksunlar, Allah’la yol
bulsunlar, Allah’ın dediklerini yapsınlar, Allah’ın hatırını kazanmayı
hedeflesinler de onlara doğru söz söylesinler. O yetimleri kendi yetimleri
yerine koysunlar da doğru dürüst karar versinler. Çünkü hasbel kader o ölen
kendisi ve o çocuk-lar da kendi çocukları olabilirdi. Veya yarın aynısının
kendi çocukları-nın da başına gelebileceğini asla unutmadan karar vermelidir.
Hani Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü şöyle buyuruyordu:
“Sizden biriniz kendisi için,
kendi nefsi için sevip istediklerini mü’min kardeşleri için de sevip istemedikçe
mü’min olamaz”
İşte Rabbimiz kulları adına razı
olup gönderdiği bu sistemi oturturken gönderdiği bu âyetleriyle, içimizle
dışımızla bizi kuşatan bu talimatlarıyla, bir taraftan bizi vicdanlarımızla bir
hesaplaşmaya çağırıyor, bir taraftan da sürekli kendisinin kontrolü atında bir
hayat yaşadığımız bize hatırlatılıyor. Öyleyse anlıyoruz ki, bizler dünyada
yalnız değiliz. Yaşadığımız hayatı yalnız yaşamıyoruz. Yetimlerle, fakirlerle
birlikte yaşıyoruz bu hayatı. Kendimizi düşündüğümüz kadar, kendi ekonomik ve
cinsel ihtiyaçlarımızı düşündüğümüz kadar dışımızdaki kardeşlerimizin
ihtiyaçlarını da düşünerek Kur’an’ın bizden istediği bir hayatı yaşayalım
inşallah. Birileri ağlarken biz gülmeden yana, birileri açken biz tok yatmadan
yana, birileri sıkıntı içinde kıvranırken biz zevk ü safa içinde bir hayat
yaşamadan yana olmayalım inşallah.
10. “Yetimlerin mallarını haksız yere
yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve
atılacaklardır.”
Rablerinin kendilerine yol göstermek
üzere gönderdiği bunca âyetleri yok farz ederek, görmezden, duymazdan gelerek
haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler, Allah yasalarını çiğneyerek
yetimlerin mallarına uzananlar, kendilerini güçlü, kuvvetli görerek toplumda
sosyal ve siyasal dayanağı olmayan garibanların mallarını yiyip, haklarını gasp
edenler başka değil karınlarına ateş doldurmaktadırlar. Rabbim korusun
yetimlerin, garibanların mallarını haksız yere yemek karınları ateşle
doldurmakla eş değerdedir.
Evet haydi şimdi insanların
mallarını yiyebilirseniz yiyin bakalım. Bunlar garibandır, bunların toplumda
haklarını koruyabilecek güçleri yoktur, ellerinde çekleri, senetleri yoktur,
bunlar ticaretten anla-mazlar, bunlar mal mülkten anlamazlar diyerek insanların
mallarını yemek, unutmayın ki karınları ateşle doldurmak anlamına geliyor.
Dayanabilecekseniz yarın bu ateşe buyurun yiyin.
Bakın böyle şedit bir tehditle
karşı karşıya gelen sahâbe-i kirâm efendilerimiz yetimlerin malları konusunda o
kadar korkup ürktüler ki hattâ yetimlerle birlikte oturup kalkmaktan bile
çekinir hale geldiler. O kadar ki Müslümanlar onların mallarına el sürmekten
bile korktular. Yetimlerle beraber olmaktan, onlarla birlikte yaşamaktan yiyip
içmekten, onların mallarıyla ve işleriyle ilgilenmekten çok korktular. Gelip
Allah’ın Resûlüne bu konuda onlara karşı nasıl davranacaklarını sordular. Bunun
üzerine Rabbimiz onlara Bakara sûresinin 220. âyetini indirdi.
"Peygamberim bir de sana yetimlerden
soruyorlar. De ki onlar hakkında ıslahta bulunmak (mallarını korumak) sizin için
daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız onlar sizin din
kardeşlerinizdir."
(Bakara 220)
Onlarla ilgilenmek, onların
durumlarını düzeltmek, onların eğitimleriyle, ahlâklarıyla ilgilenmek, onları
ıslah etmek daha iyidir. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın
emânetleridirler. Müslümanların görevi bu emânete emânetin sahibi olan Allah’ın
istediği biçimde davranmaktır. Onlarla yakın ilişki içine girmekten korkan
Müslümanlara Rabbimiz buyurdu ki onlar sizin din kardeşlerinizdir. Onlarla
ilişkiye girip onların dünya ve âhiret işlerini ayarlamanız sizin hakkınızda
daha hayırlıdır buyurarak Müslümanları bu konuda teşvik ediyordu. Onları aranıza
alır, onlarla birlikte yaşarsanız, onların mallarını kendi mallarınızın içine
katar ve onların da kazanmalarını sağlarsanız, yâni onların işleriyle
ilgilenirseniz sizin hakkınızda bu çok hayırlıdır, çünkü bilesiniz ki onlar
sizin din kardeşlerinizdir buyuruyor Rabbimiz.
Ama yetimlerin mallarını yiyenler,
yetimlere haksızlık yapanlar karınlarını ateşle doldurmakla birlikte bir de
üstelik:
Yarın Saire, cehenneme de
yaslanacaklardır. Cehenneme sallayıverecek Rabbimiz onları. Dayanabilecekseniz
haydi yiyin insanla-rın mallarını. Bundan sonra Rabbimiz mîras âyetlerini
gündeme getirmeye başlıyor. Müslümanların uygulamaları gereken mîras yasalarını
belirleyecek Allah. Müslümanca bir hayatın, Allah egemenliğinde yaşanacak bir
hayatın tüm yasalarını belirleyen Rabbimizdir. İşte mîras yasasıyla alâkalı
bakın Rabbimiz şöyle buyurur:
11. “Allah çocuklarınız hakkında,
erkeğe iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer kadınlar ikinin üstünde
ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır; şâyet bir ise yarısı onundur. Ana
babadan her birine, ölenin çocuğu varsa yaptığı vasiyetten veya borcundan arta
kalanın altıda biri, çocuğu yoksa, anası babası ona varis olur, anasına üçte
bir düşer. Kardeşleri varsa, altıda biri annesinindir; babalarınız ve
oğullarınızdan menfaatçe hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz.
Bunlar Allah tarafından tespit edilmiştir. Doğrusu Allah bilendir, Hakîm
olandır.”
Allah size vefatınızdan sonra geriye
bıraktığınız mallar konu-sunda hak sahiplerine haklarını ulaştırmanız gereken
paylarını açıklayarak şöylece emrediyor, şöylece söz veriyor: Erkekler için iki
dişi hissesi vardır. Çocuklarınız konusunda Rabbiniz erkeğe iki dişi hissesi
takdir etmiştir. Evet demek ki mîrasta erkek çocuğu iki kız çocuğu payı
alacaktır. Ve işte mîrasın bölüşümünde ilk önemli yasasını Rab-bimiz böylece
belirliyor. İlk yasa budur.
Erkek çocukların iki kız hissesi
almasıdır. Rabbimizin bu konu-da ilk bildirdiği farz hüküm budur. Bir ana, ya
da baba vefat ettiği zaman geriye bıraktığı çocuklardan erkekler ve kızlar varsa
kız çocuk-ları bu terekeden bir hisse alırlarken erkek çocukları iki hisse
alacak-lardır.
Eğer geride sadece bir tek erkek
evlât olup başka hiçbir kardeşi yoksa o zaman mîrasın tamamını bu erkek evlât
alır. Sadece iki kız çocuğu varsa mîrasın üçte ikisi
bunlarındır.
Şâyet o kadınlar, yâni ölen ana veya
babanın geriye bıraktıkları kız çocukları ikiden fazla ise o zaman onlar için
terekenin üçte ikisi vardır. Mîrasın üçte ikisi onlarındır. Tabi bu durum erkek
çocuğu ol-madığı zaman geçerlidir. Ölen kişinin arkasına bıraktığı erkek
çocuk-ları yoksa sadece kız çocukları varsa ve de bu kız çocukları iki ya da
ikiden fazlaysa onlara terekenin tamamının üçte ikisi verilecektir. Ve onların
hisseleri kendilerine verildikten sora geriye kalan üçte birlik hisse de öteki
varisler arasında paylaştırılacaktır.
Ama geriye sadece bir tek kız çocuğu
kalmış ise o zaman da mîrasın yarısı onundur. Bu durumda geriye kalan terekenin
kimlere nasıl paylaştırılacağı gerek bu âyetlerde gerekse başka âyetlerde
açıklanacaktır.
Eğer ölen kimsenin geriye bıraktığı
erkek ve kız çocukları varsa ve ölen kimsenin anne ve babası da sağsa o zaman o
ölen kişinin anne ve babasından her birisine altıda bir hisse vardır. Eğer ölen
kim-senin geriye bıraktığı sadece bir tek kız çocuğu varsa terekenin yarısını
bu kız çocuğu alır, altıda birini anne, altıda birini de baba alır. Geriye
kalanı ise asabe olarak baba alır.
Ama ölen kişinin erkek ve kız çocukları
olmayıp ta ana ve babası varsa, ana ve babası kendisine varis olmuşsa o zaman
malının üçte biri anasınındır. Bu durumda ölen kişinin geriye bıraktığı başka
mîrasçısı, başka varisi yoksa geriye kalan üçte iki de babasına ait olacaktır.
Bunun yasası da ayrıca belirlenmiştir. Evet ölen kimsenin ço-cukları yok da
varis olarak sadece anne ve babası varsa terekenin üçte biri ananın üçte ikisi
de babanındır.
Eğer ölen kimsenin kardeşleri varsa o
zaman annesine altı da bir verilir. Evet ölen kimsenin erkek ve kız kardeşleri
varsa o zaman dikkat ederseniz annesinin mîrastan payı biraz azalıyor. Kardeşler
yokken üçte bir alırken bu defa kardeşler olunca altı da bire düştü. Aslında bu
kardeşleri kendilerine bir şey alamazlar ama onlara bakmakla sorumlu olması
hasebiyle kalanı babaya geçirirler. Eğer ölenin erkek kardeşleri birden fazlaysa
durum böyledir. Yok eğer kardeşi bir taneyse o zaman annenin payı üçte birden
altı da bire düşmez. Yine anne üçte bir alır. Neden sonra?
Bütün bu mîrasla ilgili haklar yine
Allah yasalarına göre yapa-bileceği, yapması uygun olan bir vasiyetten veya
borçtan sonra sabit olacaktır. Evet ölen kimse eğer meşru bir vasiyette
bulunmuş veya borçlu olarak vefat etmişse o zaman borcu ödendikten ve vasiyeti
yerine getirildikten sonra erkek evlâdın, kız evlâdın, bir kızın, iki ve
ikiden fazla kızın, ananın, babanın mîrası böylece taksim edilecektir. Ölen
kimsenin vasiyetleri yerine getirilip, borçları ödenmedikçe mîrası paylaşılamaz.
Yine âyetin tertip
sırasından anlaşıldığından ziyade Resûlul-lah efendimizin uygulamasına göre önce
borç geliyor. Borçları öde-necek, sonra vasiyetleri yerine getirilecek, daha
sonra da mîras paylaştırılacaktır.
Hz Ali Efendimizin beyanına göre
Rasulullah Efendimiz ölen kişinin borçlarının ödenmesini vasiyetinin önüne
geçirmiştir. Onun için biz de borcu vasiyetin önüne aldık. Tabi vasiyet
konusunda da Rasu-lullah Efendimizin sınırlandırması vardır. Vasiyet malın üçte
birini geç-meyecek ve de varislere vasiyette bulunulmayacaktır.
Buhârî ve Müslim’de Ebu Hureyre’den
rivâyet edilen bir ha-dislerinde şöyle buyurulur: Sahâbeden Hz. Sa’d
Rasulullah’a gelerek: Ya Rasulallah malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi?
Buyurdu. Allah’ın Resûlü: Hayır! Buyurdu. Bu defa Sad: O halde yarısını vasiyet
edeyim mi? deyince Rasulullah: Hayır! Buyurdu. Peki üçte birine ne dersin ey
Allah’ın Resûlü? Evet üçte birini, ama o da fazladır. Senin varislerini varlıklı
bırakman, onları başkalarına avuç açar bırakmandan daha hayırlıdır buyurdu.
Bir de artık Nisâ sûresindeki
mîras âyeti-nin gelişinden sonra ölenin varislerine bir şeyler vasiyet etmesine
gerek kalmamıştır, çünkü mîras âyetiyle varislerden kimin ne kadar alacağı
belirtilmiştir. Artık varislere vasiyet yoktur. Bunun için Allah’ın Resûlü Veda
Hutbesinde şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak biliniz ki! Cenâb-ı Hak
her bir hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra varise vasiyet
yoktur."
(Tirmizi: Vesaya,
5)
Yine İbni Mâce’de rivâyet edilen başka
bir hadislerinde Allah’ın Resûlü:
"Diğer varisler izin verip razı
olmadıkça hiçbir varis için vasiyet caiz olmaz."
(İbni Mâce: Vesaya,
6)
Demek ki bir vasiyetin yerine
getirilebilmesi için üç şart vardır. Birincisi, bu vasiyet geriye bıraktığı
malın üçte birini geçmeyecek, ikincisi varislere yapılmış olmayacak, üçüncüsü de
vasiyet meşru yerlere yapılmış olacaktır. Vasiyet gayri meşru yerlere yapılmışsa
Bakara sûresinin beyanıyla bu vasiyet yerine getirilmez. Kendisi vasi tayin
edilmiş kişi bunu düzeltmekle mükelleftir. Meselâ adam ölmeden önce birisini
vasi tayin etmiş ve benim malımdan şu kadarını filan meyhaneye verin demiş. Veya
İslâmi duyarlılığı olmayan filan müesseseye verin demiş. Vasi bunu yerine
getirmek zorunda değildir. Bırakın yerine getirerek böyle bir günaha ortak
olmayı bilakis onu engellemekle mükellaftir.
Bir de burada ölen kişinin arkasında
borç bırakıp gitmesi konusunda da bir şeyler söylemek isterim. Borçlanmaktan ve
borçlu ölmekten çok sakınmalıyız. Bu konuda Resûl-i Ekrem efendimizin çok şedit
hadisleri vardır. Meselâ Buhâri’de rivayet edilen bir hadislerinde buyurur ki;
“Borçtan ve günahtan Allah’a sığınırım”. Bir başka hadislerinde de; “Küfürden ve
borçtan Allah’a sığınırım” buyurmaktadır. Dikkat ederseniz günahla borç, küfürle
borç özdeşleştiriliyor. Allah’ın Resûlü böyle buyuruyor, ama bizim toplumda
sanki bu hadislere nazire atasözleri uydurulmuştur. Meselâ; “borç yiğidin
kamçısıdır” gibi sözlerle bu hadisler kamufle edilmeye çalışılıyor. Kim ne derse
desin, borçtan ve borçlanmaktan azami derece kaçınmak zorundayız. Çünkü yine
Buhâri’de beyan edildiğine göre Allah’ın Resûlü borçlu kimselerin cenaze
namazlarını kıldırmamıştır.
Bu konuda üç uygulama görüyoruz.
Bir defasında peygamberimizin huzuruna bir caneze getirildi ve; “ey Allah’ın
Resûlü şu akrabamızın cenaze namazını kıldırırmısınız” dendi. Allah’ın Resûlü;
“Bunun borcu varmıydı” buyurdu, dediler ki; “evet, borcu var ya Resûlal-lah”.
Bunun üzerine buyurdu ki; “Peki borcunu ödeyecek kadar arkasında bıraktığı malı
var mı?” Dediler ki; “hayır, yok. Bunun üzerine bu-yurdu ki; “Arkadaşınızın
namazını kılın, ben borcu olan bir kşinin namazını kılmam” dedi. Eh haydi
buyurun, borçlanın öyleyse. Borçlanın da cenaze namazınız Resûlullah tarafından
kıldırılmasın. Borçlanın da peygamberin salatından, duasından, rahmet
okumasından mahrum kalın.
Bir başka uygulama da şöyledir:
Yine bir defasında Resûl-i Ekrem’in huzuruna bir cenaze getirildi ve namazını
kıldırmasını istediler. Allah’ın Resûlü onun borcunun olup olmadığını sordu.
Borcu var dediler. Geriye borcunu ödeyecek kadar bir malının olup olmadığını
sordu, yok dediler. Peki içinizde onun borcunu tekeffül edecek birisi var mı
şeklindeki sorusuna da akrabalarından birisinin; evet, onu ben üstleniyorum
demesi üzerine onun namazını kıldırmıştır.
Yine Buhâri’de anlatılan bir
başka uygulamada da borçlu ölüp geriye borcunu ödeyecek miktar mal bırakan bir
mü’minin cenazesini kıldırdığı anlatılmaktadır.
Öyleyse bütün bu uygulamalardan
anlıyoruz ki borçlanmaktan sakınacağız, borçlu ölmekten kaçınacağız. Bir de
bundan şunu anlı-yoruz ki ölen kişinin cenaze namazını kılmadan önce cemaate,
orada bulunanlara, onu tanıyanlara bunu soracağız. Ey cemaat, bu adamı
tanıyormuydunuz? Müslümanmıydı? Namaz kılarmıydı? Müslümanlarla berabermiydi?
Borcu varmıydı? İçinizde bu adamdan alacağı olan varmıydı? Bütün bunlar sorulup
hakkında iyi şehadetler alındıktan sonra onun cenazesini kılmalı ve ona rahmet
okumalıyız. Sünnette uygulama böyledir.
Ama bizde, nereden girdi, nasıl
girdi bilmiyorum da, adamın namazı kılındıktan, hakkında salâvat okunduktan
sonra soruluyor. Ey cemaat bunu nasıl bilirsiniz diye. Geçmiş olsun. Namazı
kılınmış, işi bitmiş ondan sonra soruyoruz. Önce
ne idiği, nasıl olduğu bilinmeden kendisine rahmet okunuyor, namazı kılınıyor,
sonra da deniliyor ki; “ey cemaat bu adamı nasıl bilirsiniz?” Bir ara bir cenaze
için demişler ki iyi biliriz. O arada onun cenaze namazını kıldıran imam o
kalabalığın arasından geçerken birisi demiş ki; ya bu adam o kadar iyi, o kadar
hoş bir insandı ki hiç kimseyle küs değil di, herkesle barışıktı deyince, eyvah
diyor hoca efendi. Ne var, ne oldu diyorlar. Eğer ben bu adamın böyle olduğunu
önceden bilmiş olsaydım vallahi cenaze namazını kıldırmazdım diyor. Çünkü bir
insanın dostu da olmalı elbette düşmanı da. Bir adamın herkesle arası iyi
olamaz.
Evet, zinhar borçlanmamaya çalışacağız.
Pekiyi hiç mi borçlanmayacağız? Hiç mi istisnası yoktur bunun? Bu sözlerin
sahibi olan peygamber efendimiz hiç mi borçlanmamış? Evet, bir defasında
ailesini doyurabilmek için bir yahudiden ekmeklik arpa unu ödünç almış, ama
karşılığında ona zırhını rehin bırakmıştır. Tamam, biz de eğer ailemizin karnını
doyurcak bir şey bulamamışsak karşılığında bir şeyimizi rein bırakmak şartıyla
borçlanalım. Ama ben bugün bu şekilde ciddi bir ihtiyaçtan dolayı borçlanan
kimseleri göremiyorum. Bugün insanlar açlıktan dolayı değil de köşe dönme
arzusundan dolayı borçlanıyorlar. Ve maalesef insanlar bugün ellerine
geçirdikleri kartlarla henüz kazanmadıkları, henüz ellerine geçirmedikleri
maaşlarını harcamaya ve borçlanmaya çalışıyor.
Ben bu hadisleri okuyunca da diyorlar
ki; eh ne yapalım, bu hayat böyledir, bu toplumun ticari yapılanması böyledir,
bu piyasa böyle yürüyüyor, borçlanmadan ticaret yapamayız. Böyle diyenlere ben
de diyorum ki; arkadaş, eğer piyasa İslâm’a yön verecekse benim diyecek bir
sözüm yoktur, çünkü ben piyasayı bilmem, ama eğer İslâm piyasayı düzenleyecekse,
İslâm piyasaya yön verecekse işte ben biliyorum ki İslâm böyle diyor.
Babalarınız ve oğullarınız, bunların
hangisinin size menfaati daha yakındır bunu sizler bilmezsiniz. Bunlardan
hangisinin size fayda açısından daha yakın olduğunu sizler bilemezsiniz. Yâni
babaların da oğullar gibi, oğulların da babalar gibi ölen kişinin mîrasında
hakkı vardır. Öyleyse varislerden kimilerini kimilerinden üstün tutma gibi, bir
kısmını kayırıp, bir kısmını mahrum bırakma gibi bir yanlışa düşülme-melidir.
Yâni arkanızda bıraktıklarınızın hangisinin sizin için hayırlı, hangisinin
hayırsız olduğunu bilmediğiniz için varislerinizden kimilerine vasiyette
bulunarak kimilerini mallarınızdan mahrum bırakmayı dü-şünmeyin. Ne bilirsiniz?
Belki de sizin o mahrum bıraktığınız sizin için yarın daha hayırlı olacaktır.
Veya Allah’ın bu yasalarına göre
meselâ babaya anaya oğul-lardan daha az mîras takdir edildi diye onlar daha az
saygı gösterile-cek, daha az sevilecek bir konumda görülmemelidir. Yâni ana
baba ve çocuklarınızın derini mirastan paylarına göre takdir etmeye
kalkış-mayın. Mirastan çok alanlara çok değer vermeye, az alanlara da az değer
vermeye kalkışmayın buyuruyor.
Veya vasiyette bulunarak malının
bir kısmından siz varislerini mahrum bırakan kimseler mi, yoksa vasiyette
bulunmayarak malının tamamını size mîras bırakanlar mı sizin hakkınızda daha
hayırlıdır bunu siz bilemezsiniz diyor Rabbimiz. Böylece sanki bunu sizden çok
daha iyi bilen Rabbiniz babalarınızın vasiyetlerini güzel bir şekilde yerine
getirin tavsiyesinde bulunmaktadır.
İşte bunlar Allah’ın farizalarıdır.
Bunlar Allah’ın belirlediği yasalardır ve Allah ezelden beri Alîm ve Hakîmdir.
Allah ilim ve hikmet sahibidir. Bilgisi ve hikmeti tam olandır. Öyleyse Allah
niçin böyle hük-metmiştir? Erkeğe mîrastan niye kadının iki hissesini takdir
buyur-muş? Babanın hissesi, ananın hissesi neden böyle olmuş? Evliliği niye
böyle belirlemiş? Mîrası niye böyle tespit etmiş? Yetimlerin malları konusunda
niye böyle hükümler indirerek onları koruma altına almış? Bu yetimler niye var
hayatta? Çocukları böyle küçük yaştayken bu ba-balar niye erken ölüyorlar?
Toplumda neden fakirler var? Neden kadınlar var? Neden erkekler var? Neden bir
erkeğin dörde kadar kadınlarla evlenmesine müsaade ediliyor da kadınlara aynı
hak tanınmamış? Neden kadınlar erkeklerden mehir alıyorlar da erkekler
kadınlardan alamıyorlar? Neden? Neden? Neden?
Hiç kimse hiçbir konuda Allah’ı
sorgulama hakkına sahip değildir. Her konuda Müslümanın diyeceği bir tek söz
vardır, o da: “Se-mi’na ve eta’na” Sözüdür. Ya Rabbi işittik ve itaat ettik.
Duyduk ve uyduk ya Rabbi. Duyduk senin yasalarını ve aynen kabul edip
uygulamaya koyulduk, gereğini yerine getirmeye koyulduk. Ama bizim bu tavrımıza
karşılık sen de bizim ufak tefek kusurlarımızı falsolarımı-zı görmeyiver ya
Rabbi. Bizi bağışlayıver ya Rabbi. İşte Müslümanın tavrı budur bu Allah yasaları
karşısında. Çünkü Allah en bilendir, bilgisi tam oladır ve yaptığı her şeyi biz
kimilerini anlayamasak ta belli bir hikmetle yapandır.
12. “Karılarınızın çocukları yoksa
bıraktıklarının yarısı sizindir, çocukları varsa, bıraktıklarının ettikleri
vasiyetten veya borçtan artakalanın dörtte biri sizindir. Sizin çocuğunuz yoksa
ettiğiniz vasiyet veya borç çıktıktan sonra bıraktıklarınızın dörtte biri
karılarınızındır; çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır.
Eğer bir erkek veya kadına kelale yolu (çocuğu ve babası olmadığı halde) varis
olunuyor ve bunların ana bir erkek veya bir kız kardeşi bulunuyorsa, her birine
edilen vasiyetten veya borçtan artakalanın altıda biri düşer; ikiden çoklarsa,
üçte birine, zarara uğratılmaksızın ortak olurlar. Bunlar Allah tarafından
tavsiye edilmiştir. Allah bilendir, Halimdir.”
Eğer sizin hanımlarınız ölmüşler de
geriye çocuk bırakmamışlarsa o zaman hanımlarınızın geriye bıraktıkları
terekelerinin yarısı sizindir.
Eğer onların geriye bıraktıkları
çocukları varsa vasiyetleri ve borçları ödendikten sonra terekelerinin dörtte
biri sizindir. Evet ölen bir kadının eğer çocukları yoksa onun malından kocası
iki de bir alacak, ama eğer ölen kadının çocukları varsa o zaman da dörtte
birini alacaktır.
Sizin terk ettiğiniz mallarınızda da
kadınlarınızın dörtte bir hakları vardır. Eğer sizin arkaya bıraktığınız
çocuklarınız yoksa. Evet ölen erkeklerin eğer çocukları yoksa o zaman hanımları
kaç tane olursa olsun, bir, iki, üç, dört fark etmez onların hepsine dörtte bir
hisse vardır. Eğer ölen erkeğin arkada bıraktığı karısı bir tane ise o malın
dörtte birini alır, eğer kadın iki ise o zaman o dörtte biri ikisi arasında
paylaşılır, üç ise üçe, dört ise dörde bölünür.
Eğer sizin arkanıza bıraktığınız
çocuklarınız varsa o zaman terekelerinizde vasiyetleriniz yerine getirildikten
ve borçlarınızda ödendikten sonra hanımlarınızın sekizde bir hisseleri vardır.
Eğer bir erkek ve kadın ölür de ona “Kelale” olursa. Kelale geriye ne çocuk ne de ana baba
bırakmadan ölen kimseye denir. Yâni eğer mîras bırakan erkek ya da kadın,
çocuğu, ana babası olma-yan bir kimse olursa. Yâni eğer ölen bir erkek veya bir
kadının usul ve furûu olmayıp da, yâni babası anası, ila nihaye babasının
babası, anasının anası ve oğlu kızı, oğlunun oğulları, kızının kızları yok da
ken-disine zayıf bir derece ile bir erkek veya kız kardeşi varis bulunursa o
zaman bunlardan her birisine mîrastan altı da bir hisse vardır. Ama eğer böyle
ölene varis olan kardeşler ikiden fazla iseler malın üçte birinde ortaktırlar
bunlar.
Tabi bu kardeşler anne payı
aldıklarından erkek kız farklılığı olmayarak aralarında eşit olarak
paylaşacaklardır. Ama yine ölenin vasiyeti yerine getirilip borçları ödendikten
sonra bu iş geçerli olacaktır. Zarara uğratılmaksızın onlara hakları
verilmelidir. Buradaki zarara uğratılmaksızın ifadesinden şunu anlıyoruz.
Vasiyet varislerin haklarına tecavüz etmemelidir ve de hiç kimse ölen kimsede
gerçekten bir alacağı olmadığı halde alacak iddiasında bulunarak varislere
haksızlık yapmamalıdır.
Veya ölen kişi ölmeden önce
çocuklarım yoktur, malım böyle uzak akrabalarıma kalmasın diye fazlaca vasiyette
bulunup onlara zarar vermeye kalkmasın. Allah Alîm ve halimdir. Allah
yaptığınız her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. Allah merhametlidir.
Sizin adınıza aldığı kararları da, bilgisi de rahmetinin
eseridir.
13. “Bunlar Allah'ın yasalarıdır.
Allah'a ve Peygamberine kim itaat ederse onu içlerinden ırmaklar akan
cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş
budur.”
İşte bunlar Allah’ın hudududur.
İşte bunlar, bu mîras âyetleri Allah’ın hudududur. Rabbimiz işte böylece mîras
taksimini bize arz ederken bu konudaki hududunu da çizmiş oluyor. Haram helâl
hudu-dunu, aile hukukunun hududunu, kılık kıyafetin hududunu, kazanma ve
harcama hududunu, kadın erkek ilişkileri hududunu, tüm hayatın hududunu tespit
etme hakkı sadece Allah’a aittir. Bu konuda Rabbi-miz hiç kimseye yetki
vermemiştir. Sadece kitabında açıklamadığı ve açıklanmasını kendisine bıraktığı
konularda Rasulullah Efendimiz söz söyleme yetkisine sahiptir. O zaman
Rabbimizin verdiği yetkiyle onu da dinlemek zorunda olacağız elbette. Resulsüz
bir kitap, Resulsüz bir din kabul edemeyeceğimize göre onun direk Allah’tan
aktardıklarına evet dediğimiz gibi, kendisinden söylediklerine de evet
diyeceğiz.
Öyleyse hem bu konuyu gündeme getiren,
bu konunun yasasını koyan Kur’an âyetlerini, hem de bu âyetlerin vermediği
detayı, ve-ya bu âyetlerin uygulamasını, pratiğini, yahut da bu âyetlerde
günde-me getirilmeyip de Rabbimizin bir tür vahiyle Rasulullah Efendimize
açtığı, bildirdiği ve bize de öylece bildirmesini istediği Rasulullah
Efendimizin beyanlarını, sünnetini, uygulamasını da içine almak kayd u şartıyla
Allah’ın hududu kabul ediyor ve öylece iman ediyoruz.
Evet hudûdullah deyince
hem bu âyetler, hem de bu âyetlerin tamamlayıcısı, açıklayıcısı olarak
Rasulullah Efendimizin bildirdiği, uy-guladığı yasalar da gündeme gelecektir.
Çünkü Rabbimiz genel yasaları belirler ama onun detaylarını, iç tüzüklerini
peygamberine bırakır. Evet işte bunlar Allah’ın hudutlarıdır
ve:
Kim de bu konuda, her konuda Allah ve
Resûlüne itaat edip gönülden bağlanırsa, Allah ve Resûlünün bu yasalarına
riâyet ederse, Allah ve Resûlünün mîras hukukuyla amel ederse, mîrasını böylece
taksim ederse:
Rabbi onu zemininden ırmaklar akan
cennetlerine idhal buyurur. Evet Allah ve Resûlüne iman eden, Allah ve
Resûlünün hayatına karıştığına inanan, Allah ve Resûlünün belirlediği bir hayat
programını yaşayan, malı konusunda, hayatı konusunda Allah ve Resûlünü söz
sahibi kabul eden, Allah ve Resûlünün kendisi adına seçimini seçim kabul eden
kimseler için Rabbimiz altlarından bal ırmakları, süt ırmak-ları, şarap ve su
ırmakları akan cennetler hazırlamıştır. Gözlerin görmediği, kulakların
duymadığı, akıl ve hayallerin bile ihata edemeyece-ği güzellikte razı
olacakları, razı edilecekleri cennetler onları beklemektedir. Elbette dünyada
Allah’tan razı olan, Allah’ın yasalarından razı olan, Allah’ın hayat
programından razı olan ve Allah için bir hayat yaşayan mü’minleri Rabbimiz da
orada razı edecektir.
Ve onlar orada, o cennetlerde ebediyen
kalıcıdırlar. Ve işte budur en büyük başarı. İşte budur en büyük kurtuluş. Evet
kim ki Nisâ sûresinin bu âyetlerinde Rabbimizin belirlediği mîras hukuku, mîras
yasaları doğrultusunda, Rasulullah Efendimizin uyguladığı bir mîras taksimi
doğrultusunda hareket eder de anası, babası, karısı, kocası, oğlu, kızı, gelini,
kayınpederi, kayınvalidesi vefat ettiğinde sadece Allah yasalarına baş vurur ve
öylece mîrasını taksim ederse bilesiniz ki cennet onu
beklemektedir.
14. “Kim Allah'a ve Peygamberine baş
kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu, temelli kılacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı
azab onadır.”
Ama kim de Allah ve resûlüne isyan
ederse, hayatını Allah ve Resûlüne sormadan yaşarsa, Allah ve Resûlüne rağmen,
Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetine rağmen kendi hevâ ve heveslerine
uyar-sa, ya da hayatta Allah ve Resûlünden başka yasa belirleyiciler kabul
ederek onların yasalarını uygulamaya kalkışırsa, ben mîras konusun-da Allah ve
Resûlünü dinlemiyorum derse, Allah ve Resûlünün hatırını bir dünya menfaatine
satarsa, üç kuruşluk bir dünya menfaati için Allah ve Resûlünün kendisine takdir
ettiğine razı olmayıp hududu aşarsa, azgınlık yaparsa:
Allah onu da öyle bir nara, öyle
dayanılmaz, öyle çılgın bir ateşe sokar ki o da ebediyen, hiç çıkmamacasına
orada kalıverir. Ve onun için orada mühiyn bir azap, alçaltıcı, aşağılayıcı, onu
insanlıktan çıkarıcı bir azap vardır unutmayalım. Evet Rabbimiz bir mîras
yasası-nı anlattıktan sora burada bir değerlendirmede bulunuyor. Cenneti ve
cehennemiyle bir uyarıda bulunuyor. Rabbimizin belirlediği tüm hayat kuralları
için geçerli bir uyarıdır bu. Genelde tüm hayat programı, özelde de burada
gündeme getirilen mîras yasasıyla alâkalı bir değerlendirme yapıp öteki âyetlere
geçelim inşallah.
Siz bilirsiniz diyor Allah. Ben
sizi cennet ve cehennemimle uyardım. İsterseniz kul olduğunuzu, benim tarafımdan
yaratıldığınızı, varlığınızı ve varlığınızın devamını bana borçlu olduğunuzu
unutmadan yaratıcınızın yasalarını uygulayarak bir hayat yaşayıp cennete
gidersiniz, dilerseniz de kendinizin tanrılığınızı iddia ederek, kendi hevâ ve
heveslerinize göre, ya da hayatın yasalarını Allah’tan daha iyi bildi-ğine
inandığınız bir kısım azgın tâğutların istedikleri biçimde bir hayat yaşayarak
cehenneme gidersiniz. Dilediğinizi tercih edebilirsiniz. Ama unutmayın ki
yaşadığınız hayatın hesabını bana ödeyeceksiniz diyor Rabbimiz. İtaat edene
ebedî cennet, isyan edene de ebedî cehennem vardır. Bu konuda hiçbir mâzeret de
geçerli değildir. Çünkü insanlar her konuda sadece Rablerine karşı
sorumludurlar.
Toplum şöyle istiyor diye,
âdetler böyledir diye, yasalar bunu gerektiriyor diye insanın şu veya bu şekilde
Allah yasalarını çiğneyerek birilerinin hakkını yemesi, birilerine zulmetmesi,
birilerinin malını çalıp çırpması asla ona mâzeret hakkı tanımaz. Çünkü işte
Allah her şeyi âyetleriyle açıklıyor. Ne yapalım toplum düzeni böyledir. Ne
yapalım bu yönetim biçiminde böyle düzenlemişler. Ne yapalım yöneticilerimiz
böyle karar vermişler. Bu kararın suçluları da onlardır diyerek hiç kimse bir
mâzeretin arkasına saklanamaz. Suçu hiçbir zaman başkalarının üzerine atıp bu
işten kurtulamaz. Biz hesabımızı Allah’a yalnız başımıza vereceğiz. İşte şu anda
ölmüş bir yakınımızın, tek ba-şına Allah’ın huzuruna gitmiş bir akrabamızın
mîrasının başındayız. Bu bize ibret olmalı değil mi? O değil de biz olamaz
mıydık mîrası paylaşılan? Ya da yarın biz olmayacak mıyız?
Öyleyse niye yamukluk yapmaya
çalışıyoruz? Niye bir kısım sudan mâzeretlerin arkasına saklanarak Allah
yasalarını diskalifiye yolları arıyoruz? Halbuki Allah ne demişse, Rasulullah
nasıl buyurmuşsa bir Müslüman ona teslim olup boyun bükmek zorundadır. Allah ve
Resûlünün hükmüne karşı inandım diyen insanların muhayyerlik hakkı yoktur. Bu
konuda birbirimizi uyaralım da dünyamızı da âhire-timizi de berbat etmeyelim
inşallah. İşte dünyanın yasası belli. Şu anda uğrunda kavga verdiğimiz bu mülk
dün bir başkasının elindeydi. Bugün bizdedir. Ama unutmayın ki yarın bizler de
bir başkalarına devredip gideceğiz. Bundan sonraki âyetlerinde Rabbimiz aile
içindeki kadın erkek ilişkilerinden, kadın erkek hukukundan söz edecek. Aile
içinde Allah yasalarına göre hareket etmeyen, Allah yasalarını çiğneyen,
Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan kimselerle alâkalı kararlarını,
hükümlerini, yasalarını anlatmaya başlayacak. Aile bireylerinin bu yasalar
istikâmetinde bir hayat yaşayarak Rablerine kulluk ortamı içinde bir aile
yapısı oluşturmalarını isteyecek.
15. “Kadınlarınızdan zina edenlere,
bunu ispat edecek aranızdan dört şahit getirin, şahâdet ederlerse, ölünceye
veya Allah onlara bir yol açana kadar evlerde
tutun.”
Kadınlarınızdan Allah’ın çizdiği hududu
aşıp fuhşiyyat yapan, aşırılık yapan, kötülük yapanlar olursa onların aleyhinde
dört şahit tutun. Buradaki fuhşiyyat Allahu âlem zina anlamınadır. Bir kadının
yapabileceği aşırılığın en kötüsü, kocasından başka birisiyle gayri meşru cinsel
ilişki kurmasıdır. Evet kadınlarınızdan bu kötülüğü yapanlar olursa, onun
aleyhinde dört şahit tutun diyor Rabbimiz. Yâni kadının böyle bir şey yaptığını
dört şahitle belgeleyin. Kadının böyle bir şey yapıp yapmadığı konusunda onu
bizzat gören dört şahit olmadıkça karar vermeyin. Eğer bu dört şahit onun
hakkında zaman aşımı olma-dan hemen derhal, sıcağı sıcağına şahitlik ederlerse,
o zaman:
Ölüm kendilerine gelene kadar veya
Allah kendilerine bir yol açana kadar evlerinizde hapsedin, evlerinizde tutun.
Evet böyle kadınlar evlerde hapsedilecekler. Tabi bir baskıyla birlikte bu kötü
fiili tekrar işlemesine izin vermeyerek eve hapsedilmelidirler. Çünkü zina
gerçekten çok kötü bir suçtur. Zina bir toplumun temel direği olan, belkemiği
olan ailelerini mahveden bir fiildir. Ailelerde, ailelerden mey-dana gelen
toplumlarda huzur ve güven namına hiç bir şey bırakmaz zina.
Şu anda istediği kadar birileri
toplumda zinayı suç olmaktan çıkarıp toplumu zinacı yapmaya gayret etse de, zina
nesli telef eden çok kötü bir pisliktir. Düşünün, bir kadın bir erkekle bir
yerlerde tesadüfen buluşacaklar. Belki ömür boyu o kadın o erkeği bir daha
göremeyecektir. Şimdi böyle bir kadın o erkekten çocuk yapmayı düşünebilir mi?
Hangi kadın böyle tesadüfen buluştuğu bir erkekten çocuk yapma riskine atar
kendisini? Hiç tanımadığı o erkeğin çocuğunu kar-nında taşıyacak dokuz ay,
meşakkatle doğuracak, emzirecek, büyütecek, eğitecek. Bu mümkün değildir.
Kedisinin de, çocuğunun da sorumluluğunu üslenecek, nikahla meşru bir şekilde
üzerine sorumluluk alacak bir kocadan ancak böyle çocuklar düşünebilir. Onun
içindir ki evliliklerin azaldığı, zinanın yaygınlaştığı kâfir toplumlarda nesil
de bit-miştir.
Evet, işte böyle kadınların
işledikleri bu kötülüğü devam ettirerek toplumun salâhını dinamitlemelerine
izin vermemek için evlerinize hapsedin buyuruyor Rabbimiz. Onları evlerinizde
tutun ve hiç kimsey-le karşı karşıya getirmeyin. Kimseyle görüştürmeyin. Ta ki
Allah onlar hakkında bir hüküm gönderene, bir yol açana kadar.
Bu âyetlerden sonra inen âyetlerinde
Rabbimiz yeni hükümler indirerek onlar hakkında yolunu açmıştır. Nûr sûresinin
2. âyeti ve zina suçunu işleyen evli erkeklerle evli kadınların taşlanarak recm
edil-meleri yasası belirlenmiş oldu. Eğer zina eden erkek ve kadın bekar
kimselerse onlara da yüz değnek vurulması emredilmiştir.
Evet Rabbimizin bu konuda
indirdiği âyetler ve bu âyetlerin nasıl anlaşılacağı konusundaki Rasulullah
Efendimizin pratikteki uygulamalarıyla Allah’ın onlar için açtığı yol da beyan
edilmiş oldu. Böylece İslâm’ın ilk yıllarında zinakâr kadınlara uygulanacak
cezayı ihtiva eden bu âyet de sonraki âyetlerle neshedilmiştir
diyoruz.
Eğer tabi bu çirkin suçu
işleyenler câriye ya da kölelerden olursa onlara da 50. değnek vurulacağı
konusunda Rasulullah efendimizin pratik uygulamalarıyla yasallaşmıştır.
Şu anda olduğu gibi dünya üzerinde
zinakârlar hakkında Al-lah’ın belirlediği bu yasaların uygulanma ortamının
bulunmadığı za-manlarda böyle suç işleyenler evlerde hapsedilecek ve bu eylemi
tekrar tekrar işleyerek toplumun ahlâkî dengesini sarsmasına izin
verilmeyecek. Daha sonra bakalım Rabbimiz bu konuda nasıl yollar açacaksa, o
yollara tabi olup gideceğiz.
(Bir soru soruldu. Pekiyi koca
karısının zina ettiğini gördü, ama o anda dört şahit çağırıp bunu belgeleyemedi.
Şahitleri çağırmaya gidince berikiler de o ortamı değiştirip kamufle etmeyi
becermişlerse durum ne olacak? Adam bunu nasıl belgelecek? Böyle bir kadından
nasıl ayrılacak?)
Arkadaşlar, böyle bir durumda da lian
âyeti, lanetleşme usulü gündeme gelecektir. Koca mahkemede, kadı huzurunda
karısının zina ettiğini, bunu gözleriyle gördüğünü yeminle iddia ettikten sonra,
eğer ben yalan söylüyorsam Allah bana lânet etsin der. Bu sefer kadı hanıma
döner ve; bak kocan böyle diyor, ne dersin bu konuda der. Kadın eğer bu isnadı
kabul etmişse mesele kalmaz. Kadın ecmedilir ve bu evlilik sona erdirilir. Ama
eğer kadın bu isnadı reddetmişse, o zaman ona da lanetleşme yemini ettirilir.
Vallahi ben böyle bir şey yapmadım, bu bana yapılmış bir iftiradır der ve en
sonunda da; eğer ben yalan söylüyorsam Allah benim belamı versin der. Bu durumda
kadın recimden kurtulmuş olur ama kadı bu evliliği sona erdirir. Çünkü eğer koca
karısından kurtulmak için böyle bir iftiraya baş vurmuşsa, zaten bu evlilikte
bir hayır kalmamıştır. Karısına bu büyük iftirayı yapabilecek bir noktaya gelmiş
koca karı arasında hiçbir şey kalmamıştır. Yok eğer gerçekten onun zinasına
gözleriyle şahit olmuşsa, artık böyle bir kadınla beraberliği mümkün
olmayacaktır.
16. “İçinizden zina eden iki kimseye
eziyet edin, tev-be edip düzelirlerse onları bırakın. Doğrusu Allah tevbe-leri
daima kabul eder ve merhamet eder.”
Eğer sizin içinizdeki erkeklerden iki
kişi bu suçu işlemişlerse, erkeklerden iki kişi kendi aralarında ya da
kadınlardan iki kişi bu kötü fiili işlemişlerse veya âyetin bir başka mânâsı da
sizden zina fiilini işleyen erkek ve kadından her ikisine de eziyet edin,
onları sıkıştırıp ce-za verin buyuruyor Rabbimiz. Selef âlimlerimizden kimileri
15. âyetin evliler hakkında, bu âyetin de bekar olan erkek ve kadınlar
hakkında olduğunu söylemişlerdir.
Evet bunlara ceza verilecek, ama
anlaşılan o ki bu ceza size kalmış gibi bir mânâ çıkıyor buradan. Ve onun
içindir ki İslâm hukukunda bu tür kimselere nasıl bir ceza verileceği konusunda
farklı yorumlar vardır. Bazıları işte Lût (a.s) un toplumunun bu tür ahlâksızlarının üzerlerine
taş yağdırılmasından hareketle bunların taşlanarak öl-dürülmesinden yana bir
hüküm ileri sürerlerken, kimileri sürgüne tabi tutulmaları, kimileri farklı
usullerle öldürülmeleri gerektiğini savunmuşlardır.
Ama erkeklerden ve kadınlardan her kim
de tevbe ederler ve Allah’la da barışırlar, ıslah olup durumlarını
düzeltirlerse, yâni biz bun-dan sonra artık ebediyen bu kötülüğü bir daha
işlemeyeceğiz diyerek bu fuhşiyyattan vaz geçtiklerini ortaya koyarak samimi
bir tevbeyle, samimi bir imanla Rablerine yönelirlerse artık onlardan vazgeçin,
onlardan yüz çevirin, onları serbest bırakın ve onların dönecekleri
Müslümanlıklarında, yaşayacakları Müslümanca bir hayatlarında onları
destekleyip yardımcı olun. Bilesiniz ki Allah tevbeleri çokça kabul eden,
dönüşleri kabul eden, yönelişlere karşılık verendir. Allah size karşı çok
merhametlidir acıyan ve affedendir. Allah tüm kullarına tev-be kapılarını açık
tutandır, el verir ki insanlar hangi boyutta günah işlemiş, hangi yasayı
çiğnemiş olurlarsa olsunlar o günahlarının tümünü affedebilecek büyüklükte,
merhametli bir Rableri olduğuna inanıp dönüş yapsınlar, tevbe etsinler,
Rablerine sığınıp af dilemeyi bilsinler. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
tevbenin ne olduğunu, nasıl olduğunu ve tevbeleri kabul edilecek insanların
kimler olduğunu şöylece açıklıyor:
17. “Allah, kötülüğü bilmeyerek yapıp
da, hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah işte
onların tevbesini kabul eder. Allah Bilendir, Hakîm
olandır.”
Tevbeleri kabul edilecekler, bir
cehalet sebebiyle, bilmeyerek bir kötülük işliyorlar, ama bilerek değil ve de bu
kötülüğe devam da etmiyorlar, hemen arkasından, en kısa bir zamanda kötülükten
dönenlerin bu dönüşlerini kabul ediyor Rabbimiz. İşte Rabbimizin kabul edeceği
tevbe budur.
Herkim ki bir bilgisizlik, bir cehalet
sonucu bir kötülük yapar, bir günah işleyecek olur da hemen arkasından tevbe
eder ve durumu-nu düzeltirse, cehaletle günaha gittiği bir anda hemen kıblesini
değiştirir ve Allah’a dönerse bilesiniz ki ben böyle yapanlar hakkında rahmeti
kendi üzerime yazdım, onu affederim buyuruyor Rabbimiz.
Mü'min bir günahı ancak bir
bilgisizlik sonucu, bir gaflet sonu-cu işleyebilir. Yâni ya onun isyan olduğunu
bilmeyerek, ya işleyeceği o isyanın sonucunda, o günahın sonucunda başına
gelecekleri bir an unuttuğundan dolayı günah işler, ya da isyanı taate tercih
ederek bir isyanda bulunabilir ki bu da ayrı bir cehalettir.
İşte bu durumda hemen kendine
gelir gelmez tevbe eden, günahtan vazgeçen, yönünü, kıblesini değiştiren, ve
bir daha bu duruma düşmeme konusunda kesin kararlı olan mü'minleri affedeceğini
bildiriyor Rabbimiz.
Ama dikkat ediyorsanız âyet-i kerîmede
"min gariyb" ifadesi
kullanılmaktadır. Yâni işlenen günahın hemen arkasından tevbe edilmelidir.
Meselâ adam günahı işler işler de artık o kötülüğü işleye-meyecek bir çağa
geldikten sonraya tevbesini geciktirmemelidir. Öyle yaşlanmış ki artık o
amelleri işleme imkânı kalmamıştır. Ne zina edebilecek, ne içki içebilecek, ne
de başka günahları işleyebilecek dermanının kalmadığı bir çağa gelince tevbe
etmeye kalkıyor adam. Eh zaten istesen de yapamayacaksın onları. Kimi
kandırıyorsun da? Öy-leyse tevbelerimizi geciktirmemeliyiz, Rabbimizle aramızı
açmamalı-yız ve her an Rabbimizle diyalog halinde olmalıyız.
Evet, Sizden
her kim ki bir bilgisizlik, bir cehalet sonucu bir kötülük yapar, bir günah
işleyecek olur da hemen arkasından tevbe eder ve durumunu düzeltirse, cehaletle
günaha gittiği bir anda hemen kıblesini değiştirir ve Allah dönerse bilesiniz ki
ben böyle yapanlar hakkında rahmeti kendi üzerime yazdım buyuruyor Rabbimiz.
Demekki
mü'min bir günahı ancak bir bilgisizlik sonucu, bir gaflet sonucu işleyebilir.
Yâni ya onun isyan olduğunu bilmeyerek, ya işleyeceği o isyanın sonucunda, o
günahın sonucunda başına gelecekleri bir an unuttuğundan dolayı günah işler, ya
da isyanı taate tercih ederek bir isyanda bulunabilir ki bu da ayrı bir
cehalettir. İşte bu durumda hemen kendine gelir gelmez tevbe eden, günahtan
vazgeçen, yönünü, kıblesini değiştiren ve bir daha bu duruma düşmeme konusunda
kesin kararlı olan mü’minleri affedeceğini bildiriyor, Rab-bimiz.
Evet işlenen günahın akabinde hemen
tevbe edilecek ve bir daha o günaha dönmeme kararı verilecek. Bu konuda
Rasûlullah’ın pek çok hadisi vardır.
"İşlediği bir günahın akabinde tevbe
eden (Pişman-lık duyarak, bir aha dönmeme azmi içinde olan, kişi günah işlememiş
gibidir."
(İbni Mâce)
Bir adam gelip Rasûlullah’a: Ya
Rasûlullah bir kul bir günah işlese sonra tevbe etse Allah affeder mi? dedi.
Allah’ın Resûlü buyurur ki:
“Bir kul günah işledi, tevbe
etti. Affedilir. Yine günah işledi yine tevbe etti, yine affedilir. Yine günah
işledi, tevbe etti yine affedilir. En son Rasûlullah şöyle buyurdu. “Hattâ
şeytan melül mahsur oluncaya, ümidini kesinceye
kadar”
(Hakim)
Anladınız değil mi? Hattâ bir başka
hadislerinde de Resûl-i Ekrem Efendimiz samimi olarak, içiyle dışıyla Tevbe edip
o günahla ilişkisini kestiği halde dayanamayarak aynı günahı günde yüz defa
işlemiş olsa bile Rabbimizin affedeceğini haber vermektedir. Adam ger-çekten
samimi bir şekilde o günahla ilişkisini kesmiştir, Tevbe etmiştir ama bir saat
sonra dayanamayarak aynı günahı işlemiş olsa bile, böylece aynı günahı günde yüz
defa işlemiş olsa bile Rabbimiz onun tevbesini kabul edecektir. Ama samimiyetle
o günahla ilişkisini kesip onu hayatından atması şartıyla.
Meselâ adam içki içiyor, her içişinin
sonunda Tevbe ettim di-yor, ama o günah unsuruyla tümden ilişkisini kesmiyor.
Yani onu hayatından söküp atmıyor. Yani Tevbe bir daha içmeyeceğim diyor ama
hâlâ içki şişeleri buzdolabında duruyor. Veya adam bir kadınla zina ediyor, her
birleşmenin sonunda tevbe ya Rabbi, bir daha yapmayacağım diyor, ama o kadını
evinden dışarıya atmıyor, onunla ilişkisini kesip atmıyor, yarın öbürsü gün
tekrar yapacak. Böyle değil tabii. O günah unsurlarını hayatından söküp atacak,
tümüyle ilişkisini kesecek, işte o zaman Allah onun tevbesini kabul edip
affedecektir.
Bakın âyetin bundan sonraki
bölümü o hususu anlatır:
18. “Kötülükleri işleyip dururken, ölüm
kendisine geldiği zaman: "Şimdi tevbe ettim" diyenler ile kâfir olarak
ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte onlara elem verici azab
hazırlamışızdır.”
Yoksa günahları işleyip işleyip
de:
Kendilerine ölüm gelip çatınca
da:
İşte şimdi ben tevbe ediyorum. Ben
şimdi günahlardan dönü-yorum diyen kişinin tevbesi kabul değildir. Ya da
gençliğinde, zinde-liğinde, sağlığında günahlar peşinde koşup koşup da artık
ihtiyarlayıp, veya sağlığını kaybedip
de bu günahları işleyemeyecek bir duruma gelen ve işte şimdi tevbe ettim diyen
bir kimsenin tevbesi kabul gör-meyecektir.
Evet ölüm kendisine geldiği bir
zamana kadar tevbesini geciktiren bir kimsenin tevbesi kabul edilmeyecektir. Bir
de:
Kendileri kâfir olarak ölenler için de
tevbe yoktur. Demek ki
Günah işleyen, bu
günahlarını sürdürür, mayın tarlasında geziyormuş gibi günah işlemeyi
alışkanlık haline getirir ve böyle günahlar peşinde bir hayat sürerken nihâyet
kendisine ölüm gelip çatınca da tevbe etmeye kalkışan bir kişinin tevbesi kabul
değildir diyor Rabbimiz. Ama can çekişme zamanı gelmeden tevbe edip dönenlerin
tevbelerinin ka-bul edileceği ümit edilir. Yâni imandan sonra, tevbeden sonra
salih a-meller işleyebileceği bir zaman içinde iman eden, tevbe eden kişininki
kabuldür diyoruz.
Tevbe yönelmek demektir. Tevbe kişinin
hayat programını de-ğiştirmesi demektir. Tevbe kişinin kıblesini değiştirmesi,
küfürden, şirkten, isyandan Allah’a kulluğa yönelmesi demektir. Kim bunu
gerçekleştirirse Allah da ona yönelir ve onun dönüşünü kabul buyurur. Kendisine
yönelenin yönelişini dikkate alır ve ona mukabele eder. Onun için kendisine
tevbe edene Allah da tevbe eder sözünün mânâsı işte budur. Zira böyle yanlıştan
dönenler, bilinç tazelemesinde bulunanlar için Allah sınırsız bağış ve merhamet
sahibidir. Allah karşısında böyle bir öz eleştiri yapanlara karşı Allah sınırsız
örtücü ve affedicidir. Sanki onun yaptıklarının tümünü silici ve hiç yapmamış
gibi kabul edicidir. İşte bunu vaadediyor Rabbimiz bu âyetinde.
Evet tevbe konusu da
işte böyle. Bundan sonra Rabbimiz nikâh konularını anlatmaya başlayacak. Bakın
19. âyetinde Rabbimiz şöyle buyurur:
19. “Ey İnananlar! Kadınlara zorla
mîrasçı olmaya kalkmanız size helâl değildir. Apaçık hayasızlık etmedikçe onlara
verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın. Onlarla
güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız
bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.”
Ey iman edenler, kadınlara zorla varis
olmaya kalkışmanız size helâl değildir. Cahiliye döneminde kadının durumu
gerçekten yürekler acısıydı. Sıradan mîras olarak devralınan bir eşyadan, bir
maldan farksızdı kadın. İnsanlar yakınlarından birisi vefat ettiği zaman o-nun
geriye bıraktığı karısının üzerine bir örtü atarak, ölen bu akrabamın malına
varis olduğum gibi karısına da varis oluyorum diyerek o kadın üzerinde hak
sahibi oluyordu. Dilediği takdirde ona mehir vermeden evlendiği gibi, dilediği
zaman da onu başkasıyla evlendirip mehrini kendisi alıyordu. İşte âyet-i
kerîmede bu yasaklanıyor.
Veya yine adam karısından
hoşlanmadığı halde, onunla doğru dürüst zevciyet ilişkisi kurmadığı halde sırf
onun malına varis olabilmek için onu zorla nikâhı altında tutardı. İşte âyet-i
kerîme bunu da menediyor. Ey iman edenler sizler artık böyle yapmayın. O
kadınlar istemedikleri halde zorla onların mallarına bu şekilde varis olmanız
size helâl olmaz diyor Rabbimiz. Kendileri sizinle evlenmeyi istemedik-leri
halde bir eşya alır gibi onları zorla almaya kalkışmayın
buyurulu-yor.
Çirkin bir hayasızlık, bir fahşa, bir
fuhuş işlemedikleri sürece onlara verdiklerinizin bir kısmını geri almak için
onlara baskı yapmanız da size helâl değildir.
Buradaki fahişeden, fuhuştan,
hayasızlıktan kasıt zina olabileceği gibi, kocaya karşı itaatsizlik, serkeşlik,
geçimsizlik veya kocanın anasına babasına karşı kötü davranmak, geçimsizlik
yapmak, onları incitip rahatsız etmek gibi anlamlara da gelmektedir. İşte böyle
zina etmiş yahut serkeşlikte bulunarak itaatten çıkmış bir kadına verdiğiniz
mehri geri almak, yahut onu buna razı edene kadar sıkıştırmak, ya da hulu’
yoluyla boşanıncaya kadar onu sıkıştırmak hakkınızdır.
(Kadın için zikredilen bu fahişe
kelimesi üzerine bir soru soruldu)
İslâm
şerîatının yasakladığı çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış. Fahşâ;
Dünyada had cezasını, ahirette ise azâbı gerektiren şeydir. Sınırı aşan her şey;
söz ve cevapta taşkınlık etme; çok çirkin olan zina olayı. Allah'ın yasakladığı
her şey, konuşurken ve cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın ve alışılagelen
ölçüyü aşan şeydir. Hakîkate ve normal ölçülere uymayan her işe fâhişe denilir.
Bu kelime, cehâletin bir çeşidi olup, hilmin karşıtıdır.
Fâhişe
kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'de on üç yerde geçmektedir. Ayrıca dört yerde de çoğulu
olan "fevâhiş" zikredilmektedir. Âl-i İmrân sûresi 135. ayette fena bir iş
olarak nitelenmiştir. İbn Abbâs'tan gelen bilgiye göre, hurma satan birine güzel
bir kadın geldi. Kadın, alışverişini yaptıktan sonra, adam onu kucaklayarak
öptü. Ancak hemen bu davranışına pişman oldu ve Hz. Peygamber'e gelip durumu
anlattı. Bu olay üzerine söz konusu ayet indi.
(Vahidi,
Esbâbu'n-Nüzûl, 105).
Fahşâ
ve fâhişe kelimesi, Nisâ sûresinin bu âyetinde zinadan kinaye olarak
kullanılmıştır. Ayrıca buradaki fahşâ sözcüğünün ''Kadının serkeşlik etmesi,
kocasına asi olması ve geçimsizlik yapması" anlamlarına geldiği; buna göre
kocanın onu isterse evinde tutacağı, isterse kendisinden boşanabileceği ve bunun
helâl bir davranış olduğu; İbn Abbâs'ın rivâyetine göre de "buğz ve serkeşlik
etme" anlamlarına geldiği açıklanmıştır.
Diğer
bir rivâyete göre de, söz dinlememek ve bununla birlikte isyan etmek
anlamındadır. Yine âlimlerimizden pek çoğuna göre söz konusu ayette geçen fâhişe
kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına, aba babasına eziyette bulunması
anlamındadır. Ayrıca fahişe kelimesinin çoğul sekli olan "fevâhiş" ile had
cezasını gerektiren şeylerin kastedildiği rivâyet edilmiştir
(En'âm,151;A'râf,33;).
Evet, kadının kocasına karşı
itaatsizliği, kocanın anne ve babasına karşı itaatsizliği sıkıştırma ve hattâ
boşama sebebidir. Bir kadın kocasının anasına babasına bakmaz, onlara karşı
itaatsiz bir tavır sergilerse kocası onu boşayabilir. İbrahim aleyhisselâm’ın
eşiğini beğenmedim buyurarak oğlu İsmail’e karısını boşattığını, sahabe-i kiram
efendilerimizden de böyle evlatlarına anımlarını boşattıklarını biliyoruz.
Kimileri feminist bir yaklaşımla,
batıdaki felsefelerden etkilenerek; efendim, bir kadın kocasının ailesine
bakmakla yükümlü olmadığı gibi, çocuklarını emzirmekle bile mükellef değildir
demeye çalışıyorlar. İnşallah bu konuda kısa bir açıklama yaparak inancımı
ortaya koyayım.
Bir kadının iki tür görevi vardır.
Bunlardan birincisi kazaen görevleridir ki bunları bizzat Allah belirlemiştir.
Namaz, oruç, hacc, zekat, tesettür gibi görevleri. İkincisi de diyaneten
görevleridir ki bunları belirleme yetkisini Allah kocasına vermiştir. Meselâ
gece saat üçte evinize misa firleriniz geldi. Kadının durup
dururken kalkıp onlar için ye-mek hazırlama görevi ve sorumluluğu yoktur. Ama
onun kocası; hanım, kalk misa firlerime yemek hazırla demişse,
ona böyle bir görev alanı belirlemişse, o misa firlerden dolayı değil de
kocasının istemesinden dolayı yemek hazırlamak zorundadır kadın. İşte bu, onun
diya-neten görevidir. Ama kocası gerek yok demişse sorumlu
değildir.
Aynen bunun gibi bir kadının kocası;
hanım sen benim anama babama bakmak, hizmet etmek zorunda değilsin, ben onlara
bakacak birilerini bulurum demişse, görevsizlik çıkarmışsa o kadın onun anasına
babasına bakmak zorunda değildir. Ama hanım, benim anama babama bakmak
zorundasın demişse, ona böyle bir görev alanı açmışsa, o kadın kocasının
babasına anasına bakmak zorundadır.
Veya koca; hanım, sen benim çocuklarımı
emzirmek zorunda değilsin, ben onları emzirecek süt anne buldum demişse, kadının
sorumluğu yoktur. Ama koca; hatun, benim çocuklarımı emzirmek zorundasın demişse
onun çocuklarını emzirmek kadının diyaneten görevidir. Benim bildiğim din böyle
der. Ama batı tipi bir aile yaşamadan yana olan, ana baba, dede nine ve
akrabalardan ayrı bir hayat yaşamaya özenen, materyalistçe hayatını başkalarıyla
paylaşmamayı arzu eden kadınlar için öteki anlayışlar daha kolay geliyor.
Bakara sûresinde de anlatıldığı gibi
birbirleriyle geçinemedikleri bir durumda kadının kendisini boşaması için
kocasına bir şeyler vermesi de caizdir. Kadının isteğine dayanan bu tür
boşanmalarda koca hem karısına verdiği mehri alabildiği gibi hem de daha
fazlasını da alması mümkündür.
Sabit Bin Kaysın hanımı Allah’ın
Resûlüne gelerek: “Ey Allah’ın Resûlü kocamla bir arada hayat sürmem mümkün
değil! Allah’a yemin ederim ki onun ne ahlâkını ne de dinini beğenmiyor değilim.
Fakat İslâm’dan sonra küfre dönmek ve kâfir olmak da istemiyorum! Evimin
bahçesinden kocamın bir kaç kişiyle birlikte gelmekte olduğu-nu gördüm! Onlar
içinde kocamı rengi en siyah, boyu en kısa ve yüzünü de en çirkin olarak gördüm!
Onu bir türlü sevemedim!” dedi. Bu sırada karısının bu sözlerini dinleyen Sabit
Bin Kays: "Ya Rasulallah! ben malımın en iyisi olan bahçemi mehir olarak ona
verdim! Eğer beni istemiyorsa bahçemi geri versin ben de onu boşayayım!" dedi.
Bunun üzerine Allah’ın Resûlü o kadına şöyle buyurdu: " Kocanın dediklerine ne
dersin? "Kadın evet daha fazlasını da veririm! deyince Allah’ın Resûlü ikisini
birbirinden ayırdı."
(Buhârî, Nesei)
Eğer böyle bir kadın kocasına belli bir
fidye vererek onu kendini boşamaya ikna ederse bunun adına İslâm fıkhında hulu
denir. Ve kocanın razı olması şartıyla bu boşanma
geçerlidir.
Onlarla iyi geçinin, kadınlarınızla
güzellikle geçinin. Onlara sevgi gösterin. Onlara iyi davranın. Muhabbet edin
onlarla. Konuşurken hep yüzlerine bakın. Yüzlere tebessümle bakın. Çokça
yanlarında, yakınlarında olmaya çalışın. Güzel söz söyleyerek onların
gönüllerini hoş edip yüzlerini güldürün. Sürekli onların yanlarında bulunmaya,
onlarla sohbet etmeye, latife yapmaya, ihtiyaçlarını en güzel biçimde temin
etmeye çalışın. Onları insan görün. Onların size nasıl davranmalarını
istiyorsanız siz de onlara öylece davranmaya çalışın. Kalplerini kırmayın.
İzzet-i nefislerini incitmeyin, kırıp dökmeyin onları. Hanımı Hz. Ayşe’yi
memnun edebilmek için onunla koşu yapan Ra-sulullah
Efendimiz:
“Sizin en hayırlınız kadınlarına karşı
hayırlı olanınızdır”
Buyurmaktadır.
Yine Rasulullah Efendimiz başka bir
hadislerinde:
“Dünyadaki hizmetçileri yüzünden
cennetteki hizmetçileri kaybedenlere yuh olsun!”
Dünyadaki hizmetçilerini adam
yerine koymayarak, onları hayvan görerek, onlara zulmederek, burunlarından
getirerek öbür taraftaki hûrilerini kaybedenlere yuh olsun. Peki kimdir bizim
dünyadaki hizmetçilerimiz? Kadınlarımız, çocuklarımız, işçilerimiz, memurlarımız
vs.
Evet Allah’ın Resûlü diyor ki
dünyada hizmetçileri, çocukları, işçileri ve kadınları sebebiyle cenneti
kaybedenlere yuh olsun. Kadınlarına zulmettikleri için, hizmetçilerine
zulmettikleri için, kadınlarına, hizmetçilerine zemin hazırlamadıkları için,
kadınlarını, hizmetçilerini insan görmedikleri için, onları hayvan gördükleri
için, kadir kıymet bil-medikleri için cenneti kaybedenlere yuh olsun! Halbuki
cennette nice hizmetçiler onları bekliyorlardı. Yuh olsun ki orayı onlar
yüzünden kaybettiler onlar. Öyleyse kadınlarımızı insan bilelim, onlara
insanca muamele edelim ki onlar sebebiyle cenneti ve oradaki hizmetçilerimizi
kaybedenlerden olmayalım.
Evet kadınlarınızla iyi geçinin, onlara
iyi davranın.
Eğer onlarda fuhşiyatın dışında, açık
bir hayasızlığın dışında hoşlanmadığınız bir şey varsa, hoşunuza gitmeyen bir
durum varsa, çirkinlikleri, fiziki güzelliklerinin olmaması, dış görünüşlerinin
hoşunuza gitmemesi gibi veya bazı huylarının hoşunuza gitmemesi gibi bir durum
olursa hemen onları boşamaya kalkışmayın. Belki Allah onu hakkınızda çok daha
hayırlı kılar. Umulur ki kerih gördüğünüz, beğen-mediğiniz şeyde Allah size pek
çok hayır verir.
Yâni belki hanımınızın o
durumundan hoşlanmazsınız da ona iyilik yapmanızdan, onun bu kusurunu görmezden
gelmenizden, onu korumanızdan, onun yemesini, içmesini ve cinsel ihtiyaçlarını
en güzel bir biçimde gidermenizden
ötürü Allah size hem dünyada hem de âhirette pek çok hayırlar lütfedecektir
bilir misiniz?
Eğer kadınlarınızın fizikleri,
fiziki güzellikleri hoşunuza gitmi-yorsa bile unutmayın ki her şey fiziki
güzellikten ibaret değildir. Sonra bunun Allah’ın bir takdiri olduğunu bilmiyor
musunuz? Yaratılış bizim elimizde olan bir şey değildir. O kadının size
verebileceği fizik güzelliğinin dışında çok daha güzel şeyleri vardır. Din
güzelliği, namus güzelliği, ahlâk güzelliği, itaat güzelliği, sizi haramlara
gitmekten kurtarma, dininizin yarısını size bahşetme, size huzur ve sükun
bahşetme güzelliklerinin yanında, size salih evlâtlar verme güzellikleri de
vardır.
Evet sizler kadınlarınızın bazı
yönlerinden hoşlanmıyor olsanız bile ama Allah’ın rızasını kazanma konusunda
onları sever, onlarla iyi geçimden yana olursanız bilesiniz ki Allah size başka
yönlerden, başka yerlerden hesap edemeyeceğiniz boyutta bereketler,
zenginlikler, mükafatlar verecektir. Öyleyse Rabbinizin bu nasihatlerini iyi
dinleyin. Kadınsanız kocalarınıza ihanet etmeden, kocaysanız kadınlarınıza
insanca muamele ederek Rabbinizin size vaâdettiği mükafatları kaçırmamaya
çalışın.
Ama buna rağmen, kadın da koca da
Allah’ın yasalarına riâyet ettikleri halde, birbirlerine insanca davranmaya
çalıştıkları, birbirlerinin hukukuna Allah’ın istediği şekilde azami riâyet
etmeye gayret ettikleri halde her ikisi de anlamışlarsa ki bu hayat birlikte
gitmeyecek. Kadın da koca da anlamışlar ki bu evlilik Allah’ın istediği biçimde
devam etmeyecek. Bu beraberlik her iki tarafın da kulluklarını menfi yönde
etkileyecek bir duruma gelmişse o zaman elbette ayrılmak da Allah’ın bir yasası
olacaktır. İşte böyle bir durumda kalıp da:
20. “Bir eşin yerine başka bir eş almak
isterseniz, birincisine bir yük altın vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın.
İftira ederek ve apaçık günaha girerek ona verdiğinizi geri alır
mısınız?”
Önceki eşinizi bir başka zevceyle
değiştirmek isterseniz, bir eşinizin yerine bir başka eş almak isterseniz, yâni
nikâhınız altındaki zevcenizi bir başka zevceyle değiştirmek isterseniz.
Arkadaşlar, burada anlatılan hitap evlenme sınırını sonuna kadar kullanmış,
yâni dörde kadar evlenmiş erkekleredir. Değilse bir tek kadınla evli olan bir
kimse ikinci bir hanım almak istediğinde elbette bu ilk hanımını boşamak
zorunda değildir. Dört hanımı var adamın ve bunlardan birisiyle anlaşamadılar,
onu boşayıp da onun yerine bir kadın daha almak isterse.
Veya tabii bir kadını var da
onunla anlaşamamış, onu boşayıp da yerine yine bir kadınla evlenmek isterse. Bu
hakkı da vardır adamın. Arkadaşlar, İslâm toplumunda evlenmek nasıl bir haksa
boşanmak ta Allah’ın izin verdiği bir haktır. Eğer karı koca
anlaşamamışlar-sa, kullukları ters yönde etkilenmeye başlamışsa o zaman elbette
Allah’a kulluk önce geldiği için, en son düşünmeleri gerekse de boşan-maları
haktır. Anlaşamamış insanların böyle birbirlerine işkence çektirerek
kulluklarını tehlikeye atmaları da caiz değildir. Böyle bir durum-da Allah
yasalarıyla evlenen taraflar yine Allah yasalarıyla boşana-caklardır. Bakara,
Nisâ ve diğer sûrelerde anlatıldığı gibi eğer bir kadınla bir erkeğin birlikte
yaşamaları mümkün olmayacak bir duruma gelmişse her iki tarafın da boşanma
hakları vardır.
Bunu kadın da talep edebilir,
erkek de onu boşamak isteyebilir. Ama ne boşanmayı talep eden kadın bu talebini
gerçekleştirirken, ne de boşamayı gerçekleştiren koca bu eylemi
gerçekleştirirken asla birbirlerini kötülemeyeceklerdir. Çünkü her şeyden önce
kardeştirler bunlar. Her iki taraf da birbirlerinin Müslüman kardeşidir.
Kardeşler olarak, tamam geçinememiş olabilirler, birbirlerini anlayamamış
olabilirler, karı koca olarak birbirlerine tahammül edememiş olabilirler,
nor-maldir bu, ama bundan sonraki hayatlarında onlar kardeşler olarak bir hayat
yaşayacaklar. Kâfirlerin karşısına birlikte çıkacaklar, Allah’ın emirlerini
birlikte ikâme kavgası verecekler. Onun için kardeş olduklarını asla
unutmayacaklar, birbirlerini kırıp geçirmeyecekler.
Bir hanımın yerini bir başka hanımla
doldurmak istediğinizde önceki hanımınıza, yâni boşadığınız hanımınıza kantar
kantar mehir de vermiş olsanız sakın onları geri almaya kalkmayın. İftira
ederek, olmadık iddialarda ve isnatlarda bulunarak, açıkça günaha girerek o
hanımınıza verdiğini geri almak mı istiyorsunuz? Alır mısınız onu ondan geriye?
Yakışır mı bu size? Allah’a karşı yapabilir misiniz böyle bir şeyi? Çünkü onlar
sizden sağlam bir teminat aldılar. Kendilerini size teslim ederlerken sizden
Allah adına sağlam bir nikâh akdi, sağlam bir evlilik bağı, sağlam bir mehir
sözü ve garantisi almışlardı. Allah namı hesabına onları nikâhlayıp kendinize
almıştınız. Allah adına nikâh kıymıştınız.
Aslında bu bir araya gelmeniz
nikâhsız olsaydı ölümle cezalandırılacak bir iş yapmış olacaktınız. Yâni eğer
sizler bu cinsel arzularınızı böyle bir nikâh akdi olmadan gidermiş olsaydınız
öldürülmüş olacaktınız. Öyle değil mi? Bir tek birleşmenizin bile sizi ölüme
götürebileceği bir eylemi aylar yıllar birlikte serbestçe yaptınız. Bunu hiç
düşünmüyor musunuz?
Evet boşanan tarafların
aralarındaki karılık kocalık ilişkileri bit-miştir, ama İslâm kardeşlik
ilişkileri hâlâ devam etmektedir. Öyleyse üç kuruşluk menfaat devşirebilmek için
bu kardeşliğin zedelenmemesine azami dikkat etmek zorundayız. Bakın şu andaki
kardeşlik an-layışıy ile Resûl-i Ekrem Efendimiz dönemindeki kardeşlik anlayışı
a-rasında mukayese yapabilmek için burada o dönemden bir örnek
vereyim.
Allah’ın Resûlü Medine’de kölelik
anlayışını yıkmak için bir devrim gerçekleştirmeyi düşündü. Allah’ın Resûlü
toplumda ciddi devrimler gerçekleştirirken kahramanları hep yakın akrabalarından
seçmiştir. Meselâ faizi kaldırma devrimini önce amcası Abbas’ın faiz
alacaklarını silerek gerçekleştirmiştir. Köleliği yıkma devrimini
gerçekleştirirken de yine kahramanları yakın akrabalarından seçti. Halasının
kızı Zeynep ile kölesi Zeyd efendimizi evlendirmeyi, böylece hür bir kadını bir
köleyle evlendirerek kölelik müessesesine bir darbe vurmayı hedefledi. Durumu
Zeynep annemize ve ailesine açınca önce onlar bunu çok garip karşıladılar. Nasıl
olur? Asil ve hür bir kadın bir eşyadan farksız olan bir köleyle nasıl
evlenebilir diye şaşırdılar. Çünkü o dönemde bu gerçekten çok garip bir şeydi.
Hür bir kadının bırakın böyle bir köleyle evlenmesini, tükürüğünü bile o köleye
reva görmezlerdi. Bu hadise üzerine Ahzâb sûresindeki âyet nzil
oluyordu.
“Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği
zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz.
Allah'a ve Peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış
olur.”
(Ahzâb
36)
Allah ve Resûlü bir konuda bir
hüküm vermiş, bir hükümde bu-lunmuşsa o konuda, Allah ve Resûlünün karar verdiği
o işte mü’min erkek ve kadınlara seçim hakkı yoktur. Allah ve Resûlü bir konuda
hüküm vermişse artık inanmış erkek ve kadınların o konuda bir görüş
belirtmeleri, bir tercihte bulunmaları söz konusu değildir.
Evet mü’min olduktan sonra hiç
kimsenin hiç bir konuda seçim hakkı yoktur. Ama mü’min oluncaya kadar iki seçim
hakkımız vardır. Allah ve Resûlünü de seçebiliriz, Allah ve Resûlü dışındaki bir
dünyayı da seçebiliriz. Allah ve Resûlüne iman ve teslimiyeti, Allah ve
Resûlünün istediği bir hayatı yaşamayı da seçebiliriz, keyfimize göre bir hayat
yaşamayı da seçebiliriz. Mü’min olmayı da, kâfir olmayı da seç-me hakkımız
vardır. Ama iman ettikten sonra, ben mü’minim dedikten sonra, ben inandım
dedikten sonra hiç bir mü’min erkek ve kadın için Allah ve Resûlünün seçtiği
karar karşısında itiraz etme, görüş bildirme, yargılama, sorgulama hakkı
kalmamıştır. Allah ve Resûlünün alternatifi bir karara, bir hükme, bir yola
gitme hakları kalmamıştır.
Evet anladık değil mi? Allah ve
Resûlüne iman edinceye kadar, Allah ve Resûlünü seçinceye kadar bu irademiz
elimizdedir. Dilediğimizi seçebiliriz. Ama tercihimizi Allah ve Resûlünden yana
kullandıktan, müslüman olduktan sonra artık Allah ve Resûlünün bizim hakkımızda
vermiş olduğu bir kararının dışında bir karar verme hakkımız da, yetkimiz de
yoktur. Allah ve Resûlü ne diyorsa, bizim için neyi seçmişse olduğu gibi kabul
edip teslim olmak zorundayız. Artık bu benim hoşuma gitmiyor, bunu benim
mantığım almıyor, buna benim aklım yatmıyor deme hakkımız da yetkimiz de yoktur.
“Hiç birinizin gönlü, arzusu, hevesi benim
getirip tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü’min olmuş
olamazsınız.”
(Buhârî)
Yine
bir başka hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Sizden biriniz beni nefsinden,
ailesinden, çocuklarından ve tüm insanlardan çok sevmedikçe mü’min
olamaz.”
(Buhârî,
İbni Mâce)
“Üç şey kimde bulunursa, o gerçek
imanın tadına ermiştir. Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmesi, sevdiğini
Allah için sevmesi, hidâyeti bulduktan sonra küfre dönmekten, ateşe düşmek kadar
korkması”
(Ahmed
İbni Hanbel Müsnedi)
Hz.
Ömer Efendimiz der ki; “Allah ve Resûlünün kötü gördüğü bir şeyi iyi gören
mü’min değildir.” Hz. Ali Efendimiz de buyurur ki; “Her kim ki Allah ve Resûlüne
muhabbet iddia ettiği halde, Allah ve Resûlüne muvafık hareket etmezse bu
iddiası batıldır.
Kim ki Allah ve Resûlüne isyan eder,
Allah ve Resûlünün seçimine alternatif seçimler arayışı içine girerse o kimse
apaçık bir şekilde Allah yolundan sapmış ve sapıtmış demektir. Evet Allah ve
Resûlüne inandığını iddia ettikten sonra, Allah ve Resûlünü tercih ettikten,
müslüman olduktan sonra kim ki Allah ve Resûlüne isyan ederse artık onun Allah
ve Resûlüyle hiçbir bağı kalmamış, net bir şekilde İslâm’dan uzaklaşmış
demektir. İşte bunun pratik örneğini sahâbeden Zeyd ve Zeynep’te görüyoruz. Zeyd
Rasûlullah efendimizin evlâtlığı, Zeynep te onun karısıdır. Rasûlullah efendimiz
evlâtlığı olan Zeyd’le hâlâsının kızı olan Zeyneb’i evlendirmek ister.
Tabii bir köleyle asil, soylu bir
kadını evlendirerek Allah’ın Resûlü toplumdaki kölelik anlayışına en büyük
darbeyi indirmek istiyor. Onun içindir ki o günün geleneklerine göre gerçekten
bu çok zor bir evlilikti. Ama İslâm gelenekleri yıkacak, kardeşliği
pekiştirecek, İnsanlar arasındaki sınıf farklılığını bitirecekti. İşte böyle bir
eylemi Allah’ın Resûlü ilk önce kendi akrabaları arasında gerçekleştiriyordu.
Soylu kadın Zeynep bundan çekinir. Ben Zeyd’den daha soyluyum, onu kendime lâyık
görmüyorum der. Rabbimiz işte bu âyetiyle uyarır onu ve velîsini. Ben müslümanım
diyen hiçbir kimse Allah ve Resûlünün seçimine itiraz edemeyecektir. Rabbimizin
bu âyetini duyar duymaz hemen Zeynep ve ailesi Rasûlullah’ın seçimine teslim
olurlar ve bu evlilik gerçekleşir.
Birkaç yıl evli kalırlar, ama bir
türlü aralarında geçim olmaz ve boşanırlar. Belki de Resûlullah Efendimizin
hatırına bir köleyle evlen-meye razı olması sebebiyle Rabbimiz Zeynep annemizi
peygamberi-mizle evlendirerek ödüllendirmek ister. İşte benim asıl diyeceğim
şuy-du: Zeynep annemiz peygamberimizle evlenirken onu istemeye dünürcü olarak
kim gidiyor biliyor musunuz? Zeyd efendimiz. Resûlullah efendimiz diyor ki; Zeyd
git Zeynebi bana iste. Zeyd efendimiz boşadığı peygamberimize istemeye gidiyor.
Zeyneb annemiz diyor ki, ben hamur yuğuruyordum, Zeyd geldi, bana arkasını
dönerek selâm verdi ve dedi ki; Zeynep Resûl-i Ekrem seninle evlenmek için beni
gönderdi, üç gün düşünmeni ve karar vermeni söyledi, rica ediyorum peygamberle
evlenmeyi kabul edersen sevinirim dedi ve gitti diyor. Dikkat ediyor musunuz?
Zeyd efendimiz boşadığı kadını bir başkasına istemeye dünürcü gidiyor. Şimdi
içimizden birisi bunu yapabilir mi? Bırakın onu bir başkasına istemeye gitmeyi,
onunla evlenmek isteyenleri öldürmeye kalkanları görüyoruz. Ne oluyor yahu?
Karılığınız kocalığınız bitmiştir ama unutmayın ki kardeşliğiniz devam ediyor.
Onu zedelemeye ve birbirinize düşman kesilmeye ne hakkınız
var?
21. “Nasıl alırsınız ki siz birbirinize
katılmıştınız ve onlar sizden sağlam bir teminat
almışlardı.”
Düşünün, bir erkek bir kadınla evlendi,
bir araya geldiler, birbirlerine yakın oldular, birbirlerine katıp karıştılar,
aralarında hiç bir engel kalmayacak biçimde birleştiler, yakınlaştılar, bir ruh
tarafından idare edilen iki beden oldular, o onun kocası, o da onun karısı oldu,
birlikte bir hayatı, birlikte soluklarını paylaştılar. Böylece sarmaş dolaş
birlikte günler, geceler, aylar, yıllar geçti. Sevgilerinin meyvesi olarak
çocukları oldu, ya da olmadı. Ama beraber oldular, beraber yaşadılar.
Birbirleriyle böylesine içli dışlı oldular. Birlikte cinsel ihtiyaçlarını
giderip güzel günler yaşadılar. Birlikte unutulmaz, silinmez hatıraları oldu.
Ama işte nedense sonradan olmadı,
anlaşamadılar, araya bir kısım tatsızlıklar girdi ki bu tatlılıklarına galebe
çaldı. Olmasa iyiydi ama huzursuzlukları huzurlarından üstün geldi de
birbirlerine daha fazla acı çektirmemek, birbirlerine hayatlarını zindan edip
kan kustur-mamak için güzellikle ayrılmayı, boşanmayı kafalarına koydular. İşte
bu durumda koca daha önce o kadınına mehir olarak kantar kantar altın ve gümüş
vermiş de olsa artık onun zerresini bile ondan almaya çalışmamalıdır, hakkı
yoktur buna. Onu o bir zamanlar birlikte geçirdiği güzel günler hatırına
hanımına bırakacak ve o kadın da istediği gibi onu harcama imkânına sahip
olacaktır.
Bakın Rabbimiz konunun önemine
dikkatlerimizi çekmek üze-re buyuruyor ki, ona iftira ederek ve kendiniz de
apaçık bir günaha girerek verdiğinizi almaya mı çalışacaksınız? Bir Müslüman
olarak ya-kışır mı bu size? Rabbimiz böyle diyerek biz kullarını uyarıyor ama
gelin görün ki şu anda bizim toplumda gerek kadın, gerekse erkek olarak
Rablerinin bu uyarılarını tanımadan, Rablerinin kitabından habersiz bir hayat
yaşayan insanlar Allah korusun maddeye tapınırcası-na tavırlar sergiliyorlar.
Gerek kadın tarafı, gerekse erkek tarafı üç kuruşluk mal için birbirlerine
olmadık zulümlerde bulunuyorlar. Mehiri vermemek için erkek tarafı kadına
olmadık iftiralar, olmadık hakaretler yapıyorlar. Kadın tarafı da bu mehiri
alabilmek için veya bazen fazladan bir
şeyler koparabilmek için koca tarafına olmadık şeyler söylüyorlar.
Halbuki Allah bu dedikoduların
kökünden silinmesini murad ediyor. Her iki tarafa da emirlerde bulunarak
birlikte yaşanan o güzel günlerin zehir edilmemesini emrediyor. Her iki tarafa
da kardeş olduk-larını hatırlatarak böyle yamukluklara tevessül etmemelerini
öğütlüyor Rabbimiz. Sizler her şeyden önce kardeşsiniz, dünyada kardeşler
olarak komşu olabileceğiniz gibi yarın cennette yine komşular olarak birlikte
bir hayatta yaşayacaksınız. Öyleyse niye bu ilişkilerinizi Allah’ın istemediği
bir şekilde bozmaya çalışıyorsunuz? Tamam bu evliliği yürütemeyerek ayrıldınız,
bu sizin hakkınızdır, bu suç değildir. Ge-çimsizlik de ayrılmak da suç değildir,
ama boşanırken ve boşandıktan sonra birbirinize yaptığınız bu yamuklukların
tamamı suçtur. Böyle bir-birinize yaptığınız iftiralarla, bühtanlarla,
dedikodular ve günahlarla İslâm toplumunu ve kardeşlik hukukunu zedeleme
eylemlerinizin yarın cezasını çekecek, bunun hesabını vereceksiniz buyuruyor
Rabbimiz.
Demek ki koca karısının mehrini mutlaka
vermek zorundadır. Ona daha önce kantar kantar mehir vermiş de olsa. Arkadaşlar,
bu kantar kantar ifadesi gücü yetenlerin, malî imkânları iyi olanların
kadınlara yüksek mehir vermelerinin cevazını anlatır deniyor. Gerçi Hz. Ömer
Efendimiz bir ara bunu yasaklamayı düşünmüş. Toplumun eko-nomik ve ahlâkî
dengesini bozduğu, toplumda fakirlerin evliliklerinin zorlaştığı,
zorlaştırıldığı endişesiyle kadınlara fazla mehir vermeyi yasaklamayı, ya da
buna bir sınır getirmeyi düşünmüş, ama sonradan mescitte hutbe esnasında bir
kadının işte bu âyeti hatırlatarak kendisini uyarması sonucunda bundan
vazgeçmiştir.
22. “Babalarınızın evlendikleri
kadınlarla evlenmeyin, geçmişte olanlar artık geçmiştir çünkü bu bir fuhuş ve
iğrenç bir şeydi, ne kötü bir yoldu!”
Cahili, şirk ve küfür toplumlarında
insanlar babalarının hanımlarıyla evlenirlerdi. İslâm öncesi Mekke ve diğer tüm
cahili toplumlar-da bu yaygındı. Şu anda yeryüzündeki müşrik toplumlarda, vahye
dayanmayan, vahiyden habersiz bir hayat yaşayan toplumlarda da bu tür cahili
uygulamaların varlığını biliyoruz. Ama bu kitabın ve bu âyetlerin geldiği
dönemde evlâtların üvey anneleriyle evlenmeleri yaygındı. Baba öldüğü anda hemen
büyük evlât, küçük evlât hangisi güç-lüyse, hangisi erken davranırsa anasının
sahipliğini iddia eder ve onunla evlenirdi. İşte Rabbimiz bu âyetiyle böyle bir
şeyin caiz olmadı-ğını ortaya koyuyor. Bu yasaktır. Babalarınızın nikâhladığı
kadınlarla, yâni üvey annelerinizle evlenmeyin.
Ama geçen de geçmiştir, geçenler
konusunda da sorumlu değilsiniz, Allah onu size affetmiştir. Ama şu andan
itibaren, Rabbinizin bu yasasına muttali olduğunuz andan itibaren sakın böyle
bir şeyi yapmaya kalkışmayınız.
Âyetin nüzûl sebebiyle alâkalı İbni
Kesir şöyle bir hadîse nakleder. Ensâr’dan bir zât vefat edince oğlu onun
hanımıyla evlenmek istedi. Kadın dedi ki, ben seni oğlum yerinde görüyorum. Sen
Kerîm bir zatın oğlu Kerîm bir kimsesin. Şimdi ben Rasulullah Efendimizin
yanına gideceğim ve bu konuyu kendisine soracağım dedi. Ve Rasu-lullah’ın yanına
gelerek durumu kendisine sordu. Ey Allah’ın Resûlü, kocam vefat etti ve onun
oğlu benimle evlenmek istiyor. Halbuki ben onu kendi oğlum makamında gördüm ve
durdum. Şimdi bu durumda bana ne dersin? Bu konuda hüküm nedir? dedi ve hemen
arkasından âyet nâzil oldu. Rabbimiz babalarınızın nikâhladığı kadınlarla
evlenmeyin, bu Allah’ın gazabını celbeden, Allah’ı kızdıran büyük bir fahşa-dır
buyurdu.
Evet, bu gerçekten çok çirkin bir
hayasızlık ve de öfke duyulan bir iğrençliktir, çok kötü bir yoldur. Allah
kullarına böyle ahlâk dışı yolları yasaklamıştır. Böyle bir evlenmeye yasak
koymuştur. Çünkü bu büyük bir fahşadır.
Daha
önceki âyeterde faşa ile fuhuş ile alakalı epey bir şeyler demeye çalışmıştım.
Burada da biraz söz edelim. Fuhuş dediğimiz kötülükler günümüzde özellikle Allah
bilgisinden, vahiyden uzak yaşayan toplumlarda oldukça yaygın hale gelmiştir. Bu
gibi yerlerde İslâm’ın ‘fahşa-fuhuş’ dediği çirkinlikler kanıksanıyor, ayıp
sayılmıyor; hattâ çok normal, sıradan davranışlar olarak kabul ediliyor.
Fuhuş
özellikle batı toplumlarında geniş bir sektör haline gelmiştir. Bu sektörde
mekanların yanında, bütün yazılı ve görsel basın ve en son teknoloji bile
kullanılıyor. Bu konuda üretilen ürünler çok rahatlıkla kitlelere ulaştırılıyor.
Evlilik dışı ilişkiler yaygın olduğu gibi, erkek ve kadının evlenmeksizin
beraber yaşaması artık sosyal bir olgu olarak kabul görüyor. Bunun yanında aynı
cinsler arasındaki ilişkiler, hatta evlilikler bile normal karşılanıyor. Bu
ülkelerde fuhuş’un sergilendiği mekanlar ise sayılamayacak kadar
çoktur.
Mü’minler
izzet ve şereflerini, haysiyet ve insanlıklarını, aile ve nesillerini; çağımızın
bu hayasız hastalığından ancak İslâm’ın getirdiği ölçülere uyarak, onları ahlâk
haline getirerek koruyabilirler. Kişiyi bütün toplumlarda –bu kadar bozulmaya
rağmen- küçülten, değerini düşüren, yüksek makamlara çıkmasına engel olan ve
kötü tanınmasına sebep olan fuhuş olayı, aslında İblis’in bir çağrısıdır ve
tuzağıdır. Aklı başında olan insanlar bu ezelí düşmanlarının böylesine kurnaz ve
tehlikeli oyunu karşısında uyanık olmak, onun çirkin davranışları sevimli
gösterme tuzağına düşmemek zorundadırlar.
İslâm,
evlilik dışı ilişkilere fuhuş dediği gibi, bütün çirkin, bayağı, adi, iffet ve
haya dışı çirkinliklere de ‘fahşa’ demekte ve hepsini müslümanlara uygun
görmeyerek yasaklamaktadır. Müslümanlar İslâm’ın getirdiği iffet ahlâk evlilik
ve aile hayatı ölçülerine uyarak bu ha-yasızlıklardan korunabilirler. Önceki
âetlerinde de Rabbmiz mü’min-leri temizlemeyi, onları Mekke cahiliye ortamından
üzerlerinde taşıyıp getirdikleri cahiliye izlerinden, kalıntılarından temizlemey
murat buyur-duğunu haber vermişti. Müslümanları kendi emirleri ve yasaları
doğrultusunda tertemiz bir hayata ulaştırmayı hedefediğini haber vermişti.
Öyleyse bizler Rabbimizin bizim için, bizim temizlenmemiz için gönderdiği helâl
haram yasarına riayet ederek, O’nun yasalarını çiğnemeden bir hayat yaşamak
zorundayız. O zaman dünyamız da güzel olacak, âhiretimiz de güzel olcaktır.
Bundan sonra öteki
evlenme yasaklarını anlatmaya başlıyor.
23. “Sizlere analarınız; kızlarınız,
kız kardeşleriniz, halâlarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, kız
kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz,
karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın
yanınızda kalan üvey kızlarınız ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bir engel
yoktur, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi bir arada almak sûretiyle
evlenmek, geçmişte olanlar artık geçmiştir size haram kılındı. Doğrusu Allah
bağışlar ve merhamet eder.”
Kendileriyle evlenilmeleri haram olanlar da
bakın şunlardır. Muharremat olanlar şunlardır ki; bunların ilk yedisi neseben
haram olanlar, sonrakiler de sebeben haram sayılanlardır. Rabbimiz önce neseben
haram olanları, sonra da süt akrabalığı dolayısıyla ve sıhrî arabalık sebebiyle
haram olanları anlatıyor. İşte bu zikredilenlerin dışındakilerin bize helâl
olduğu açıklanıyor. Ancak meşru yollarla, helâl yollarla olmak kayd u şartıyla.
Mehirleri verilerek, nikâh akdi gerçekleştirilerek ve de dörtten fazlaya
taşmayarak, câriyelerle yetinerek, zinaya gitmemek kayd u şartıyla. Rabbimizin
haramlarını haram, helâllerini de helâl bilmek kayd u
şartıyla.
1- Annelerinizle evlenmeniz size haram
kılındı. Anneleriniz ve ila nihaye annelerinizin anneleriyle evlenmeniz
haramdır. Nineleriniz, babalarınızın anneleri, annelerinizin anneleri. Bir de
annelerin üvey ya da öz olması da durumu değiştirmeyecektir. Üvey anneler de
aynen öz anneler gibi haramdır. Bir önceki âyette onu demeye
çalışmıştım.
2- Kızlarınız size haram kılındı.
Kızlarınız ve ila nihaye kızlarınızın kızları da haramdır. Kendi kızlarınız
haram olduğu gibi, oğullarınızın kızları, kızlarınızın kızları da
haramdır.
3 Kız kardeşlerinizle evlenmek haram
kılındı. Kız kardeşe-leriniz ve ila nihaye kız kardeşlerinizin kızları. İster
ana baba bir, isterse ana bir, veya baba bir kardeşiniz olsunlar fark
etmez.
4- Halâlarınızla evlenmeniz size haram
kılındı. Babalarınızın kardeşleri olan halâlarınız da size haramdır. Bunlar da
ister ana baba bir, ister ana, ya da baba bir kardeşleri olsunlar size
haramdırlar.
5- Teyzeleriniz size haram kılındı.
Annelerinizin kardeşleri de size haramdır. Bunlar ister ana baba bir, isterse
ana ya da baba bir kardeşleri olsunlar fark etmeyecektir.
6- Erkek kardeşlerinizin kızları haram
kılındı. Bunlar da aynıdırlar.
7- Kız kardeşlerinizin kızları haram
kılındı. Bunlar da öyledir.
İşte buraya kadar anlatılanlar neseben
haram olanlardır. Bundan sonrakiler de sebeben haram
olanlardır.
8- Sizi emziren süt anneleriniz size
haram kılındı. Çünkü bir erkek yahut kız çocuğunu emziren kadın aynen onun öz
annesi gibidir. O kadının kocası da emenin babası gibidir. O çocuğun öz babası,
öz annesi ile alâkalı hükümlerin aynısı bunlar için de geçerlidir. Binaenaleyh
bir kişi nasıl ki öz babası ve annesiyle evlenemiyorsa süt annesi ve süt
babasıyla da evlenmesi haramdır. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde şöyle
buyurur: “Kanın haram kıldığını süt de haram
kılar.”
Burada detaya girmek istemiyorum,
ama fıkıh kitaplarında bu haramlığın gerçekleşmesi için emilen süt miktarı ve
emme çağıyla alâkalı farklı görüşler vardır. Meselâ İmam Ebu Hanife ve İmam
Mâlike göre orucu bozacak kadar bir miktar emmişse bu haramlığın
gerçek-leşmesi için yeterlidir derlerken, imam Şâfiî de en az beş kez emme
şartını getirir. Emme çağıyla alâkalı da kimileri sütten kesilmeden önceki emme
geçerlidir, çünkü çocuğun sütten kesilmesinden sonraki emmeleri tıpkı su içmeye
benzer ki bu haramlık gerçekleşmez derlerken, kimileri iki yaşına kadar ki
emmelerin geçerli olduğunu, bu çağdan sonraki emişlerin geçerli olmadığını
söylemişlerdir. İmam Ebu Hanife de iki buçuk yaşına kadarki emmelerin geçerli
olduğunu söylemiştir. Hz. Ayşe annemiz de bu emme işinin herhangi bir yaşla
sınırlandırılmasının olmadığını, ne zaman emerse emsin bu yasağın
gerçekleşeceğini söyler.
9: Süt kız kardeşleriniz size haram
kılındı. Evet kişinin gerek kendisiyle birlikte aynı anda süt emdiği o kadının
çocuğu, gerekse kendisinden önce yahut sonra o kadının süt emzirdiği tüm
çocukları onun süt kardeşleridirler ve onlarla evlenmesi kendisine haram
olur.
10: Hanımlarınızın anneleri haram
kılındı. Evet kişinin hanımının annesi ona haramdır. Kişi hanımıyla
nikâhlandığı andan itibaren, isterse onunla gerdeğe girmemiş, cinsel ilişkide
bulunmamış da olsun, nikâh akdi gerçekleştirildiği andan itibaren o karısının
annesi o kişiye haramdır.
11- Kendileriyle gerdeğe girip cinsel
ilişki kurduğunuz kadınlarınızdan dünyaya gelmiş olup sizin elinizin altında,
koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Çünkü
anneleriyle zifaf onları kişiye haram kılar. Bu kişinin karısının kızları ister
kendi evinde büyümüş, korunma altına alınmış olsun, isterse başka yerlerde
bulunsun fark etmeyecektir. Ama kendileriyle cinsel ilişkide bulunmadığınız
kadınlarınızın kızlarıyla evlenmenizde bir sakınca yoktur. Yâni kendileriyle
nikâh kıyılmış ama gerdeğe girilmemiş, cinsel ilişkide bulunulmamış kadınların
kızlarıyla evlenmenizde bir sakınca yoktur. Tabi bunlar o kadının başka
kocalarından olma çocuklarıdır. Rebaib o kadının başka kocasından olma
çocuğunun adıdır.
12- Kendi sulbünüzden olan
oğullarınızın hanımları da size haram kılındı. Sizin kendi çocuklarınızın
eşleri. Evlâtlıkların bundan ayrı tutulması için Rabbimiz kendi sulbünüzden olan
çocuklarınız eşleri ifadesini kullanmıştır. Evlâtlıkların eşleri bunun
dışındadır. Nitekim Rabbimiz evlâtlığı Zeyd’in boşadığı karısı Zeynep’le
Rasulullah Efendimizi evlendirmiştir. Ahzâb sûresi bunu
anlatır.
13- İki kız kardeşi aynı anda nikâh
altında birleştirmeniz de size haram kılındı. Eğer Rabbimizin bu yasası gelmeden
önce böyle iki kız kardeş birlikte nikâhlanmışsa bunlardan birisi boşanacaktır.
Ancak cahiliyede geçen geçmiştir. Allah’ın bu yasaları size ulaşmadan öncekileri
Allah affedecektir.
24. “Evli kadınlarla evlenmeniz de
haram kılındı. Mâliki bulunduğunuz câriyeler müstesna, bunlar, Allah'ın
üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunlardan başkasını, zinadan kaçınıp,
iffetli olarak, mallarınızla istemeniz size helâl kılındı. Onlardan
faydalandığınıza mukabil kararlaştırılmış olan mehirlerini verin;
kararlaştırılandan başka karşılıklı hoşnut olduğunuz hususta size bir sorumluluk
yoktur. Allah Bilendir, Hakîm'dir.”
Sağ ellerinizin sahip olduğu
câriyelerinizin dışında kadınlardan evli ve hür olanlarla evlenmek de yasaktır.
Evet evli, muhsana kadınlarla evlenmek de yasaktır. Nikâh altındaki kadınları
nikâhlamak haramdır. Ancak savaş esiri olarak ele geçirdiğiniz evli kadınlardan
kocaları savaş alanının dışında olanlarla cinsel ilişkiye girmenizde size bir
sakınca yoktur.
Fakat savaşta esir alınan bu evli
kadınların kocaları da kendileriyle birlikte esir alınmışsa imam Ebu Hanife’ye
göre bunların kocalarıyla evlilikleri devam ettiğinden cinsel ilişki yasaktır.
İmam Mâlik ve Şâfiî’ye göre de bunların evlilikleri sona ermiştir ve o
kadınlarla cinsel ilişki caizdir.
(Bir soru soruldu. Bu cariyelerle
cinsel ilişkinin cevazından söz ettiniz. Acaba bu cinsel ilişki onlarla
kıyılacak bir nikah akdinden sonra mı olacak, yoksa nikahsız mı? Burayı
anlayamadım. İzah edermi-siniz?) Bu konuda detaya girmeye imkanımız yok. Ancak
şu kadar söyleyelim ki cariye ile nikahsız ilişki caizdir. Onların efendileri
nikahsız bir şekilde onlarla cinsel ilişkiye geçebilirler.
İşte bunlar, bu anlatılanlar size haram
olanlardır. Bu sayılanların dışında kalanlar da size helâl kılınmıştır. Zinadan
kaçınıp iffetli bir şekilde yaşamanız kayd u şartıyla, Rabbinizin bu yasalarına
riâyet et-meniz kayd u şartıyla, diğer kadınlarla evlenmeniz size helâl
kılınmış-tır. Mallarınızdan mehirlerini vererek bu helâl kadınlarla
evlenebilir-siniz.
(Tekrar cariye ile ilgili soru
soruldu)
Arkadaşlar, bu konuda çok detaylı
bilgiye gerek duymuyorum. Çünkü kılıcı kınına sokmuş, Allah için bir savaşı göze
alamayacak ka-dar cimrileşip bencilleşmiş bir toplumun bu tür nimetlerden mahrum
olması kaçınılmazdır. Ebu Zerr efendimiz der ki; “her cinsten pek çok cariyesi
olmayıp da kılıcı eline almayana şaşarım.”
Müslümanların
giriştikleri cihat sırasında esir edilen kadın ve kızlar. Başkasının mülkü olan
köle kadın. "Câriye" sözcüğü denizin üzerinde akıp giden gemiye denir. Câriyeler
de efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket etmeleri sebebiyle bu
ismi almışlardır. Câriyeliğin kaynağı, savaş esiri kadınlardır. Savaş sonrasında
tıpkı erkek esirler hakkında olduğu gibi kadın esirler de ya karşılıksız olarak,
ya fidye karşılığı serbest bırakılırlar veya köle olarak gazilere dağıtılırlar.
Hiç şüphesiz bu alternatiflerden biri tercih edilirken, karşı tarafın elindeki
müslüman esirlerin durumu ve İslâm'ın maslahatı gözetilerek tercih
yapılır.
Câriyelerin
işgal ettikleri mevki ve tesir köle ve azatlıların mev-ki ve tesirlerinden aşağı
değildir. Bu esirler kim olursa olsun cihada katılan müslüman askerler arasında
paylaştırılacak ganimetlerdendir. Câriyelik, kölelik gibi, insanın yeryüzündeki
mevcudiyeti kadar eskidir. Tarih boyunca kendisinde bir kuvvet ve kudret gören,
bir başkasını hizmetinde kullanmış ve ona tahakküm etmiştir. Bunda kadınla
erkeğin farkı yoktur. Köleler gibi câriyelerin de alınıp satılması tabii olarak
insanlığın geçirdiği sayısız merhaleden sonra başlamış olması gerekir. Bir
zamanlar câriyelerin talim ve terbiyesi pek kazançlı bir iş olduğundan, bu yolla
para kazanmak isteyen kişi esir pazarına gider, zekâ ve istidat sahibi bir
câriye satın alır, ona şiir ve edebiyat, şarkı ve çalgı, Kur'an okumak, ev
idaresi gibi şeylerden birini öğrettikten sonra aldığı fiyatın birkaç katına
satardı. Bu câriyelerden bazıları, hanendelik, şiir veya edebiyatta fevkalâde
maharet sahibi olmalarından dolayı çok pahalı
satılırlardı.
Köleler
gibi câriyeler de sahipleri tarafından azat edilirlerdi. Esir azat etmek, İslâm
nazarında önemli bir sevap olarak kabul edildiği için, müslümanlar köle ve
câriyelerini azat ederlerdi. Azat edilen câriye veyahut köleye, efendisi
tarafından ıtıknâme yani özgür olduğuna dair bir belge verilirdi. İçlerinden bu
ıtıknâmeleri muska gibi boyunlarına takanlar vardı. Câriyeler iyi muamele
görürlerdi. Sert efendilere tesadüf eder ve memnun olmazlarsa, diğer birine
satılmasını teklif eder; arzusu yerine getirilmediği takdirde kaçarak kendini
sattırırdı. Bununla birlikte kıskançlık yüzünden hırpalananlar da olurdu. Ayrıca
câriyelere "halâyık" denirdi.
İslâm
hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir statüye tabidirler. Efendileri
nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecburiyetindedirler. Onlara iyi
davranılması da Kur'an'da emredilmektedir. Müslümanlar onların hukuklarına
riayet edecekler, onlara yediklerinden yedirecekler, içtiklerinden içirecek,
giydiklerinden giydirecek yani onları koruyup gözeteceklerdir. Onların
yaralarını sarıp özgürleşmelerine, Allah’a kul olmalarına yardımcı olacaklardır.
İşte Nisâ sûresinin bu âyeti ve bundan sonra gelecek âyetleri uzun uzun bu
ko-nuyu anlatacak.
Efendileri,
yediklerinden onlara yedirir, giydiklerinden giydirirler. Azat edilmeleri söz
konusu edilmemiş olan câriyeler alınıp satılabilirler. Ancak azat edilmeleri
efendilerinin ölümüne bağlı olanlar, azat edilmeleri karşılığında kendilerinden
bir bedel talep edilmiş olanlar ya da efendilerinden çocuk getirmiş olup "Ümmü
Veled" statüsünü kazanmış olanlar alınıp satılamazlar.
İslâm
gerek kölelerin, gerek câriyelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları konusunda
teşvikte bulunmuş, ayrıca bir çok suça kefaret olarak azâd edilmelerini
öngörerek hürriyetlerine kavuşmaları için gerekli yolları çoğaltmıştır.
Unutmayalım
ki câriyelik ve kölelik, İslâm’ın çıkardığı bir hadise değildir. İslâm’ın
yeryüzüne geldiği dönemde dünyanın her yerinde var olan bir hadiseydi. Tabii ki
tüm dünyada yaygın olan böyle bir mü-esseseyi peygamber efendimizin dünyanın
küçücük bir şehri olan Me-dine’de bir sözüyle kaldırması da mümkün olmayacaktı.
Bir de savaşılan ve erkekleri öldürülmüş bu kadınların o haliyle salınıverilmesi
toplum içinde ahlâksızlığın yayılmasına da sebep olacaktı. Ve İslâm köleliği ve
cariyeliği ortadan kaldırmak için büyük mücadeleler vermiştir. Evet, İslâm adına
müslüman olmayan toplumlarla yapılan savaşların ortaya çıkardığı bir kurum olup,
bugün için kendiliğinden ortadan kalkmış bulunmaktadır. Bunun için bu konuda
teferruata girmek gereksizdir.
Onlardan hangi şeyle veya ne kadar
istifade etmişseniz tespit ettiğiniz şekilde onların mehirlerini kendilerine
veriniz. Dikkat ederseniz Rabbimiz ısrarla mehir konusunu gündeme getirerek söz
verip kararlaştırdığınız mehirlerini kadınlara verin buyuruyor. Bu miktarın
belirlenmesi konusunda demin bir şeyler söylemiştik. Şüphesiz kadınların
diledikleri kadar mehir isteme hakları vardır. Ama elbette içinde yaşadığımız
toplumun gerçeklerini ve az evvel söylediğim gibi Hz. Ömer Efendimizin döneminde
de kadınlara verilen bu hakların hiçbirisini zayi etmeden şunu söyleyelim.
Yaşadığımız toplumun ekonomik yapısını göz önünde bulundurarak evliliği
zorlaştırmaya ve insanları zinaya itmeye hiçbir zaman hakkımız yoktur.
Şu anda gerek yeni evlenmek
durumunda olan kızlar ve erkekler, gerek kocası ölmüş olup da evlenmek isteyen
dul kadınlar, gerek hanımı vefat etmiş ve evlenmek isteyen dul erkekler, böyle
birtakım zorluklar içinde bırakılarak, evlenebilme yolları kapatılarak,
evlenemedikleri için zinaya ve ahlaksızlıklara itilmemelidir. Hepimiz buna
azami dikkat etmeliyiz. Ne yapıp yapıp toplumun tüm üyeleri olarak, bu tür
insanları, sonunda ateşe gidecekleri, cehenneme gidecekleri bir ameli
işlemekten, zinaya düşmekten korumak zorundayız. Bunun için de toplumumuzda
evlenmek ne kadar kolaylaştırılabiliyorsa o kadar kolaylaştırmamız, evliliğin
önünü o kadar açmamız lâzımdır. Zorlaştırmaktan ziyâde kolaylaştırmamız
lâzımdır. Bu konuda toplumda herkese görevler düşmektedir.
Bilhassa maddî durumu iyi olan
zenginlerimiz oğlanlarını evlendirirlerken, kızlarını verirlerken benim nasıl
olsa her şeye gücüm yeter diyerek büyük masraflar ederek, büyük meblağlara
ulaşan harcamalar yaparak belki toplumda şu anda ekonomik güçleri olmadığı için
evlenemeyen on tane gencin evlenebilecekleri paralar harcayarak düğün
yapmamalıdırlar. On kişinin evlenebileceği bir meblağı bir kişinin evlenmesine
harcamaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Hem öyle, hem de toplumda
düğünleri böyle pahalılandırarak gücü olmayan garibanların işini zorlaştırmaya
da hakkımız yoktur. Kolaylaştırabildiğimiz kadar bunu kolaylaştırıp
garibanların önünü açmalıyız. Kız babası mıyız? istemeye gelenlere elimizle
buyurun diyebil-meliyiz. Kız anası mıyız? Aman ha, ben dul mu evlendiriyorum?
Ben kız gelin ediyorum. Ben kızımı bir kere evlendiririm, oğlumu bir kere
evlendiriyorum, onun için anlı şanlı düğün yapmalıyım, şunlar şunlar olmadan ben
kız çıkarmam. Şunlar şunlar olmadan ben oğlan evlendirmem diyerek toplumun
ahlâkî dengesini, ekonomik dengesini boz-mayalım.
Öyleyse düğünleri, evlilikleri
zorlaştırmayalım. Kendimizin dışındaki garibanları da düşünelim. Her şeyden
önce çevreye hava atmaktan ziyâde Rabbimizin rızasını kazanmayı düşünelim.
Unutmayalım ki oğlumuzun, kızımızın evlenmesine harcayacağımız çok fazla
paralarla çevremize hava atmak yerine o paraları evlenemeyen gençlere harcamamız
Rabbimizin rızasını kazanmamıza sebep olacaktır.
Eğer imkânlarınız varsa bu
imkânlarınızı başkalarının evlenmelerine harcayın ki Rabbiniz sizden razı
olsun. Eğer iki yatağımız, iki yorganımız varsa, birtakım yastık alma imkânımız
varsa nice gariban-lar var ki onlara bu bile yetmektedir. Gelin kendiniz
kolaylıkla evlen-meden yana olduğunuz gibi başkalarının da kolaylıkla
evlenmelerini sağlayın. Hayatınız, yaptıklarınız Allah’ın rızasını kazanmadan
yana olsun. Toplumda evlilikler kolaylaştırılsın, boşanma da kolay olsun. Mehir
sebebiyle, düğünlerde harcanacak çok çok paralar sebebiyle, alınacak eşyaların
çokluğu sebebiyle aileler parçalanmasın, garibanlar yıllarca evsiz, barksız
kalmasınlar. Erkekler ve kadınlar ıstırap ve sıkıntı içinde bir hayat
yaşamasınlar inşallah.
(Burada mehirle ilgili bir soru
soruldu)
Son
okuduğumuz âyetlerde bu konu ısrarla gündeme getirildi. Bu konuda çok şey
söylediğime inanıyorum. Ama madem ki hâlâ soruluyor, biraz daha bilgi verelim
inşallah.
Mehir,
evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh akdi
veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir terimdir. Kitap,
Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda; "sadûk",
"saduka","nıhle", "farîza", "ecr" "hıbâ" "ukr" "alâik" "tavl" ve "nikâh"
kelimeleri de kullanılır. İslâm Hristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe
verilmek üzere para biriktirilmesini (drahoma) değil de; aksine, erkeklerin
kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblağın ona
verilmesini emretmiştir.
Mehir
kadına değil, erkeğin üzerine vaciptir. Dâru'l-İslâm'da bir kadınla cinsel
temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına
saygının bir sonucudur.
Abdullah
b. Abbas (r.a) tan rivayet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken
Rasulullah (s.a.s) kendisine;
"O'na bir şey ver" dedi. Ali:
"Bende bir şey yok" deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin"
buyurdular.
Bir
kadınla evlenmek isteyen bir sahabeye Allah'ın elçisi mehir vermesini bildirdi.
Evinden de eli boş dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak"
deyip,
yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur'an-ı Kerîm bildiğini sordu
ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin
Kur'an karşılığında verdim"
(Şevkânî,
Neylü'l-Evtâr, VI, 170).
Bu
konudaki ayet ve hadislerden şu sonuca varılmıştır. Resu-lullah (s.a.s),
mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vacip olmasaydı, bunu
göstermek için arada bir onu terk ederdi. Diğer yandan, sahabe devrinden bu yana
İslâm bilginleri mehir üzerinde ic-ma etmişlerdir.
Aile
yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için eski
çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek, evin
dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için
kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım ve
terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin
görevidir. Me-hir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır. Bu
görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve ilâhî sünnete de uygundur. Erkek
daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır.
Mehir,
nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek
nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulur:
"Kendileriyle cinsel temasta
bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tayin etmediğiniz kadınları
boşamış-sanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur"
(Bakara,
2/236).
Bu
ayette, cinsel birleşmeden veya mehir tespitinden önce ka-dını boşamanın geçerli
olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduğuna göre,
ayet, akit sırasında mehirin konuşulmasının ne bir rükün ve ne de bir şart
olmadığına delâlet eder.
Ukbe
b. Âmir (r.a)'ın naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz.
Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş; erkeğin;
"evet" demesi üzerine, kadına hitaben; "Seni filanca erkekle evlendirmeme razı
oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da "evet" demesi üzerine, onları
evlendirdi. Herhangi bir me-hir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek
vefatı sırasında şöyle dedi: "Rasulullah (s.a.s), beni filanca kadınla
evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehirim
olarak Hay-ber'deki hissemi veriyorum". Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin lira
karşılığında satmıştır
(Zühaylî,
el-Fıkhu'l-İslâmî).
Yalnız
Malikîler mehiri, nikâhın bir rüknü olarak kabul ederler.
Ebû
Hanîfe'ye göre, mehirin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır.
Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir.
Hırsızlıkta, had cezasının uygulan-masını gerektiren en az miktar bir dinar
altın para olup, mehirde buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on
dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Malik'e göre
mehirin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi hırsızlık
nisa bını
ölçü olarak almıştır. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, en az miktar için bir sınır
koymamışlardır. Delilleri; mehir ayetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır
(Buhârî,
Nikâh, 34-51)
Satışı
veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir. Menkul ve
gayrimenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta menkul veya
gayri menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak İslâm'ın
yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan etleri mehir
olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapılmış
sayılır ve ka-dın emsal mehire hak kazanır.
Kur'an-ı
Kerîmi veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp
sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müçtehitlerine göre,
Kur'an ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan kadınları
belirleyen ayetteki; "mallarınızla istemeniz." (Nisâ,24) ifadesi buna engeldir.
Kur'an öğretimi ve benzeri ameller taat niteliğinde olup, kişi bunları Allah'a
yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müçtehidine göre, bunun için iş
akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehire hak kazanır.
Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir
yararlanmadır.
Sonraki
Hanefî fakihleri ise, Kur'an-ı Kerîm öğretimi ve diğer dini hizmetlerin;
şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi sebeplerle
olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetva verdiler.
Delil; Hz. Peygamber'in bildiği Kur'an-ı eşine öğretmesi karşılığında bir erkeği
evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te'vil ederek, mehirsiz
evlendirmenin Hz. Peygamber'e mahsus bir muamele olduğunu söylemişlerdir
(Bülûğu'l-Merâm,
Terc. III, 247)
25. “Sizden, hür mü'min kadınlarla
evlenmeye güç yetiremeyen kimse, ellerinizdeki mü'min câriyelerinizden alsın.
Allah sizin imanınızı çok iyi bilir. Birbirinizdensiniz, aynı soydansınız.
Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost tutmamış olmaları
halinde, velîlerinin izniyle evlenin ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini
verin. Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara edilen
azabın yarısı edilir. Câriye ile evlenmedeki bu izin, içinizden, günaha girme
korkusu olanlaradır. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah bağışlar ve
merhamet eder.”
Rabbimiz bundan önceki âyetlerinde bir
Müslüman erkeğin evlenmesinin yasak olduğu kimseleri anlatmıştı. Evlenilmesi
haram olanlar sayıldıktan sonra da işte bunların dışındakilerle meşru dairede
mehirlerini verdikten ve kendileriyle nikâh akdini de gerçekleştirdikten sonra
dilediklerinizle evlenebilirsiniz buyurulmuştu. İşte bakın bu âyette de Rabbimiz
hür kadınlarla onlara onların istedikleri mehirlerini vererek evlenmeye güç
yetiremeyenlerin de sağ ellerinin altında bulu-nan Müslüman câriyelerle
evlenmelerini, onlarla yetinmelerini tavsiye ediyor.
Yâni anlıyoruz ki Rabbimiz İslâm
toplumunda yaşayan insanların içinde nikâhsız bir tek kimsenin bile bulunmasını
istemiyor bir, bir de savaşlarda esir alınan ve sonradan Müslüman olmuş
câriyelerle evlenmeye teşvik ediyor. Savaşlarda esir alınmış, evlerinden,
yurtlarından uzak kalmış olsalar da ama fıtratları aynen yerinde duran,
fıtratları gereği kendileri de evlenmeye mecbur olan, kendilerinin de mutlaka
cinsel ihtiyaçları giderilecek olan bu câriyelerle evlenilerek sosyal hayatın
dengesinin kurulmasını istiyor Rabbimiz.
Allah böyle istiyor. Rabbimiz istiyor
ki toplumda hiçbir hür mü’-mine kadın nikâhsız ve yalnız kalmayacak, mutlaka
evlendirilecek. Böyle hür bir mü’mine ile evlenemeyecek durumda olanlar da
mü’-mine câriyelerle evlenecek. Hiç kimse ne yapayım benim evlenmeye gücüm
yetmiyor diyemeyecek. Çünkü gerek kadın, gerek erkek böyle cinsel ihtiyacı
giderilmeden toplumda yalnızlığa itilmemelidir. Böyle bir kimsenin bozulan ruh
ve beden dengesinin toplumun dengesini bozmasına asla izin verilemez.
Şunu unutmamak lâzımdır ki böyle
cinsel ihtiyacı sağlanamayan erkek ve kadınların bulunduğu bir toplum
bunalımlar toplumu olacaktır. O topumda hiçbir zaman huzur ve sükun
olmayacaktır. İşte bunun içindir ki Rabbimiz tarafından toplumda böyle bir tek
insan kal-mamacasına savaş esiri olup da mü’mine olan câriyelerle evlenilmeye
teşvik edilirken, mü’mine olmayanların da efendilerine verildikten sonra
onların mutlaka evlendirilmeleri emredilmektedir.
Bir kısmınız bir kısmınızdandır.
Yemenizde, içmenizde, giyin-menizde kuşanmanızda, sosyal hayatı yaşamanızda,
evlenmenizde, boşanmanızda, hukukunuzda, görevlerinizde, sorumluluklarınızda
bir-birinize farklılığınız yoktur. Hepiniz eşitsiniz. Sadece aranızda takva
yönünden bir üstünlüğün ötesinde birbirinize bir üstünlüğünüz alçaklığınız
yoktur. Onun içindir ki sakın Müslüman câriyeleri alçak görmeye kalkmayın.
Sonradan iman etmiş bir câriye takvası ve teslimiyeti gereği üst seviyeye mensup
hür bir kadından üstün bir konuma gelebilir. Sizin imanlarınızı Allah
bilmektedir. İman yönünden kimin üstün kimin alçak olduğunu en iyi bilen
Allah’tır.
Öyleyse o câriyeleri küçük görmeyin de
onları ehillerinin, sahiplerinin izniyle nikâhlayın. Dikkat ederseniz burada
câriyelerin nikâhlanmasında onların velîlerinin izni gündeme geliyor.
Velîlerinin izni olmadan câriyelerle nikâhlanmanın caiz olmadığı konusunda
âlimlerimizin farklı görüşleri vardır. Kimi âlimlerimiz, velîlerinin izni
olmadan da kızcağız kendi nikâhını akdeder derlerken âlimlerimizin ekseriyeti
ise velînin izni olmadan mutlak mânâda nikâhın sahih olmayacağını iddia ederler.
Kızın babası, anası, amcası, dayısı gibi velîsinin izni ol-madan onunla nikâh
akdi caiz değildir derler.
İffetli yaşamaları, gizlice dost
tutmamaları, dost edinmemeleri, zinaya uzanmamaları kayd u şartıyla onlarla, o
câriyelerle evlenin, ya da onları evlendirin. Onlar hakkındaki bu ifadeler genel
mânâda bugün Müslümanların evlilik hayatlarına bir açıklık getirmemizi zorunlu
kılıyor. Şu anda bizim toplumda ekonomik kaygılarımızdan dolayı, eğitim
yapılanmalarımızdan dolayı ailelerin erkek ve kız çocukları ailelerinden ayrı
ve uzakta bir hayatı yaşamak zorunda kalmışlardır. Baba, ana bir şehirde, kız ya
da oğlan tahsil için gittiği başka bir şehirde. Veya baba ekonomik kaygılarla
çocuklarını terk etmek, ya uzaklara gitmek ya da aynı şehirde ama çoluk
çocuğundan habersiz bir durumu yaşamaktadır. Böylece velîlerinden uzakta kalan
erkek ve kız çocukları velîlerinin haberleri bile olmadan evliliklerini
kendileri kararlaştırıyorlar. Ama çoğu zaman erkekler ve kızlar verdikleri bu
kararı nikâhla yasallaştırmadan birbirleriyle gayri İslâmî görüşme ihtiyacı
hissediyorlar. Yanlarında mahremleri olmadığı halde, yanlarında arkadaşları
olsa da zaten onlar da aynen berikilerin işlediği yasağı çiğneyen kimseler
olmaları hasebiyle aslında yok sayılırlar.
İşte bir pastahanede, kahvehanede
buluşup görüşürlerken, nihâyet bu durumdan rahatsız olarak bir an evvel
evlenelim diyorlar, ve fakat ne kızın, ne de oğlanın ana ve babalarının
haberleri olmadan kendi kendilerine bir nikâh akdediyorlar. Gerçekten garip bir
evlenme-dir bu. Cinsel birleşmede de bulunamıyorlar, ayrı ayrı evlerde, ayrı
ayrı yurtlarda kalıyorlar, sanki sadece görüşmek, buluşmak üzere kıyılmış bir
nikâhla devam ediyorlar. Sonra, taraflardan, bilhassa oğlan tarafının, oğlanın
ailesinin bu adaya veya bazen da kız
tarafının karşı çıkması sonucu veya uzun bir süre birlikte gezip tozduktan sonra
oğlanın ben artık bu işten hoşlanmamaya başladım, benim hoşuma gitmemeye
başladı diyerek kızdan uzaklaşmaya çalışması veya erkek evet dediği halde, kız
evet dediği halde ailelerinin baskıları sonucu birisinin bu işten vazgeçmesi,
ya erkeğin kızı, ya da kızın erkeği terk et-mesi gerçekten çok kötü bir
durumdur.
Böyle durumda olanlara
şunu tavsiye edelim. Sakın kendi ken-dinize nikâh kıymayın. Zaten siz
istediğiniz kadar bu nikâha nikah deyin, velîlerinizin haberi ve izni olmadığı
sürece bu nikâh da nikâh değildir. Nikâhımız var diye beraber olduğunuz zaman
içinde sürekli Allah’ın yasalarını çiğnemeye devam ediyorsunuz. Böyle
kendilerine nikâh şahitleri de bulsalar, sözde nikâhlıyız da deseler fiili
olarak bu kimseler nikâhsızdırlar. Böyle tarafların kendilerini hem nikâhlı, hem
nikâhsız bir durumda bunalımlara atmalarının hiçbir anlamı yoktur.
Evleneceklerse doğru dürüst ailelerini de bu işten haberdar ederek, ve de böyle
ayrı ayrı yerlerde, yurtlarda yaşamaktan, toplumun gözünde ne evli ne bekar,
utana utana, sıkıla sıkıla bir stres yaşamaktan, rahat bir şekilde cinsel
doyuma ulaşamamaktan da kurtulup bir araya gelerek, doğru dürüst karı koca
olmaları doğrusudur.
Değilse sonuç çoğu kez kızın
alacağı bir yara ile bu iş bitecek ve ömür boyu bunun mutsuzluğunu, bunalımını
yaşamak zorunda kalacaktır. Şüphesiz her şeyin en güzelini, en doğrusunu Allah
bildiği için onun emirlerine teslim olmak, sonunda bu tür tehlikelerden bizi
emin kılacaktır.
Bir de şu anda bizim toplumda son
zamanlarda yaygınlaşmaya başlayan bir yanlış uygulamadan da söz edelim burada.
Nişanla aralarında evlenme kararı alınmış kız ve erkek çocukları arasında
mahremiyet kalksın da rahat görüşsünler diye düğünden önce nikâhları kıyılıyor.
Bu da çoğu zaman tehlikeli olmaktadır. Çünkü eğer bu nişanlılık dönemi uzun
sürecekse, uzun süren bu nişanlılık dönemlerinde onların birlikte bir izdivaç
hayatı yaşamaları lâzımdır. Yâni normal olarak karı koca olmaları gerekecektir.
Yok eğer aralarında böyle bir
birleşme olmayacak ve bu nikâh sadece birlikte gezmeleri için yapılıyorsa,
gerçekten bu son derece yanlış bir şeydir. Çünkü hem oğlan hem de kız ne evli
ne bekar, ne nikâhlı ne nikahsız bunalımlara gireceklerdir. Bu bunalımlar
sonucu eğer taraflar birbirlerinden ayrılmak durumuyla karşı karşıya kalırlarsa
o zaman işler daha zor bir duruma gidecektir. Onun için bu tür tehlikeli
işlerden sakınmak zorundayız.
Âyetin evvelinde Rabbimiz bizlere
câriyelerle evlenmemizi tavsiye buyurmuştu. Burada da eğer muhsanat olduktan
sonra, yâni bu câriyeler evlenip de muhsana durumuna geldikten sonra, yâni
kocalarının koruması altına girdikten sonra veya başından böyle bir nikâh
geçtikten sonra eğer bir fuhuş yoluna girerler, zina ederlerse onlara da hür
kadınlara verilen cezanın yarısı verilecektir. Böylece bu ceza onların sosyal
hukuklarına da uygun olacaktır. Çünkü hür bir kadın, hem ailesi hem de kocası
tarafından korunmuş olduğu halde, câriye bu korunma unsurlarından sadece bir
tanesiyle korunmaktadır. Onun aile barınağı ve korunağı yoktur. İşte bu sebeple
ona uygulanacak zina cezası hür bir kadına uygulanacak cezanın
yarısıdır.
İşte bu câriyelerle evlenme izni
içinizden şehvetinin galebe çalıp da günahlara düşme, zinaya gitme ve böylece
bozulma tehlikesiyle karşı karşıya bulunanlar içindir. Değilse eğer
sabrederseniz, yâni câriyelerle evlenmezseniz bu sizin hakkınızda daha hayırlı
olacaktır. Eğer cinsel ihtiyaçlarınızın giderilmesi konusunda kendinizi tutar ve
sabrederseniz bu sizin için hayırlara sebep olacaktır.
Nitekim Rasulullah
Efendimiz evlenme çağına geldikleri halde evlenemeyen kimselere oruç tavsiye
ediyordu. Biliyoruz ki oruç tüm günahlara karşı, tüm şehvetlere karşı bir
vicadır, bir kalkandır. İster genç olsun, ister yaşlı, ister erkek olsun,
isterse kadın bir Müslümanın hiçbir zaman Allah’ın gazabını celp edecek,
Allah’ın yasalarını çiğneyecek bir duruma düşmemesi gerekmektedir. Bunun için de
şehvetinin galebe çalması karşısında durumu müsait olanların haramlara düşmemek
için hemen evlenmeleri tavsiye edilmektedir.
Böyle bir durumdaki mü’minlerin
hemen evlenmeleri vaciptir. Eğer hür bir kadınla mehirini vererek evlenebilecek
durumda değilse bir câriyeyle evlenmesi vaciptir. Çünkü daha önce de dediğimiz
gibi toplumda câriyelerin de nikâh altına alınarak zinadan uzak tutulması
gerekmektedir. Ama tabi mü’min câriyeler ötekilere tercih edilecektir. Ama
bununla birlikte eğer sabreder ve zinaya düşmekten kendinizi alıkoymayı
becerebilirseniz o câriyelerle evlenmenizden daha hayırlıdır buyuruyor
Rabbimiz. Kendimiz Rabbimizin bu emirlerine uygun hareket ettiğimiz gibi, gerek
evlenmelerine yardımcı olarak, gerek evlenmelerinin önünü açarak, gerekse onlara
haramlara düşmemesini tavsiye ederek yardımcı olmak
zorundayız.
26. “Allah size açıklamak ve sizden
öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah
Bilendir, Hakîmdir.”
Allah sizi en güzel bir hayata sevk
ederek, sizi size haram ve helâl yollarını göstererek en güzel bir evlilik
hayatına, kendi koyduğu yasalarla, yasal yollarla erkek ve kadın olarak sizlerin
en kolay ve en güzel bir biçimde cinsel ihtiyaçlarınızı giderme yolunu
gösterecek. Allah size bunun genel kanunlarını açıklayacak. Rabbinizin size
burada beyan buyurduğu yasalar Hz. Adem’den ve Havva’dan bu yana sürüp gelen ve
kıyamete kadar da değişmeyecek olan yasalardır.
Allah size bu yasalarını
anlatarak daha önce içinde doğup büyüdüğünüz cahiliye pisliklerinden arındırıp
sizden öncekilerin güzel yollarına, hoşnut olduğu şeriatlerine uymaya dâvet
ederek yaptığınız yanlışlardan yapacağınız tevbelerinizi, dönüşlerinizi kabul
etmek istiyor. Sizi, sizden daha çok seven, sizi, sizden daha çok düşünen
Rab-biniz, sizin adınıza belirlediği tüm yasalarında, yaptığı tüm işlerinde,
size ulaştırdığı tüm sözlerinde Alîmdir, Hakîmdir, hikmet sahibidir. Sizin
bilmediğiniz menfaatlerinizi, zararlarınızı Rabbiniz size bildirmek ister.
Rızasının nerede olduğunu, dünyada mutluluğa, âhirette de cennetine nasıl
ulaşacağınızı bildirmek ister. Sizden önce sizin şu an-da yaşadığınız kulluğu
Allah kontrolünde en güzel biçimde yaşamış, size örneklemiş peygamberlerin
izledikleri yolları, yöntemleri size göstererek, onların gittiği yere sizin de
gitme imkânı bulmanızı ister.
27. “Allah sizin tevbenizi kabul etmek
ister, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa girmenizi
ister.”
Rabbiniz sizin tevbe etmenizi, yoluna
girmenizi isterken beri tarafta şehvetlerine yanlar, şehvetlerinin peşinde
Allah’a kulluktan çıkan şehvetperestler, kendi şehvetlerini, kendi hevâ ve
heveslerini Allah dini yerine, Allah yasaları yerine ikâme etmeye çalışanlar,
yahudi ve hıristiyanlar, müşrik ve münâfıklar, dinsizler, zinacılar, Allah
yasalarını beğenmeyenler işte bu âyetleriyle Rabbinizin size beyan buyurduğu
gerek mîras yasalarını, gerek evlenme yasalarını reddederek tıpkı kendileri gibi
sizin de Allah yolundan uzaklaşmanızı, büyük bir sapıklığa düşmenizi, kâfir
olmanızı isterler. Unutmayın ki yeryüzünde kâfirler sizi kâfir yapana kadar
uğraşacaklardır. Kâfirin yeryüzünde bir tek derdi var. O da ne yapıp, yapıp sizi
kâfirleştirmektir. Sizi adâletten, Allah’a kulluktan uzaklaştırıp dalâlete,
zulme ve sapıklığa düşürmektir.
Allah’ın arzusu sizin Müslüman olmanız,
günahlarınızdan tev-be edip Rabbinize dönmeniz, Rabbinizin istediği biçimde
evlenerek cinsel arzularınızı tatmin etmeniz, Allah’ın istediği bir şekilde
hayat yaşayarak cennete gitmenizdir. Allah sizin için bundan yanadır. Sizin
için bunu dilemektedir. Ama şehvetlerine tabi olanlar ise Allah yasalarını
kaldırıp yerine ikâme etmeye çalıştıkları yasalarıyla sizi saptırmak isterler.
Allah ne güzel yasa koyuyor.
18-20 yaşlarında evlenmek ne güzel bir nîmettir. İstedikleri bir çağda yeme
içme ihtiyaçlarını temin ettikleri gibi aynı kolaylıkta cinsel ihtiyaçlarını da
temin etmeleri ne güzel bir yol. Ama düşünün 25-30 yaşlarına geldikleri halde
Allah’ın belirlediği biçimde evlenmeyerek sapık yollarla bu arzularını tatmin
eden ve kulluktan çıkan insanların durumları ne kadar da acı değil mi? Çünkü
nikâhsız bir hayat insanları cehenneme sürükler. Dünyada da cehennemi bir hayat,
âhirette de cehennemi bir hayat bu insanları beklemektedir. Allah yolunu, Allah
yasalarını bırakıp ta iblisin yasalarına teslim olanların durumu
budur.
28. “İnsan zayıf yaratılmış olduğundan
Allah sizden yükü hafifletmek ister.”
Allah sizin ağır yüklerinizi
hafifletmek istiyor. Çünkü sizi yara-tan Rabbiniz çok iyi biliyor ki sizler
zayıf yaratılmışınızdır. Rabbiniz emir ve yasaklarında, sizin hayatınıza koyduğu
yasalarında, sizin için belirlediği şeriatinde, hayat programında sizin
yüklerinizi indirmeyi murad ediyor.
Öyle değil mi? Rabbimizin
belirlediği yasalarında evlilik kolay, boşanmak kolay, mehir kolay, hayat kolay,
yeme kolay, içme kolay, her şey kolay. İşte evlenemeyecek durumda olanlara
tanınan câriye serbestisi de bu kolaylıklardan birisidir.
Allah biliyor ki insan kadınlar
karşısında zayıftır. İnsan şehvet-lerine karşı, şehevi arzularına karşı
zayıftır. İnsanın bu durumunu bilen Rabbimiz ona uygun bir din göndererek yükünü
hafifletmiştir. Öy-leyse bizler de Rabbimizin bu dinini çok iyi değerlendirmek
ve bu din istikâmetinde bir hayat yaşamak zorundayız.
29. “Ey İnananlar! Mallarınızı aranızda
haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile
nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet
eder.”
Ey mü’minler mallarınızı aranızda haram
yollarla yemeyiniz. Haram yollar bellidir. Fâizinden rüşvetine, hırsızlığından
aldatmacası-na, borç alıp vermemekten borcunu tehire, ondan ihanete, vermeye
almaya dikkat etmemeye varıncaya kadar haram yollarla birbirinizin mallarını
yemeyin.
Ey iman edenler sakın ha mallarınızı
bâtıl yollarla yemeye kalkışmayın. Mallarınızı haksız yollarla yemeye
kalkışmayın. Ancak karşılıklı rıza ve anlaşmaya dayanan ve yasaları Allah ve
Resûlü tarafından belirlenmiş ticaret sonucu yemeniz bunun dışındadır. Tabi
nasıl ticaret yapılacağı da belirlenmiştir. Anlaşarak ve yasayı da delmeden,
yasayı da çiğnemeden, Allah ve Resûlünün yasakladığı, riba, fâiz, ihtikar gibi
yasa dışı yollara gitmeden gönül rızasıyla yapılan ticaret sonucu yenenler
helâldir. Değilse Allah ve Resûlünün yasakladığı haram yollara girerek, efendim
işte biz ikimiz de bundan razıyız, alan da razı veren de razı diyerek İslâmî
olmayan bir kısım yollarla insanların birbirlerinin mallarını yemeleri de
yasaktır.
Bir de nefislerinizi öldürmeyin. Ya
intihar edip kendi canlarını-za kıymayın veya yukarısıyla irtibatlı söyleyecek
olursak haksız ve haram yollardan birbirlerinizin mallarını yiyerek hem dünyada
hem de Ukba’da kendi sonlarınızı hazırlamayın. Veya haksızlık yaparak,
toplumdaki ekonomik dengeyi dinamitleyerek sonunda kendinizin de toplumunuzun
da yıkılışını hazırlamayın. Allah yasalarını çiğneyerek ken-di kendinizi
cehenneme atmayın.
Unutmayın ki mal mülk hayatın
tamamı değildir. Tamam, evlenmek için mal mülk lâzımdır, mehir için lâzımdır,
yemek içmek ve güzel bir hayat yaşamak için mal mülk lâzımdır ama bunun için de
haram yollara gitmeye, Allah yasalarını çiğnemeye gerek yoktur. Unutmayalım ki
Rabbimizin bu dünyada bize takdir ettiği mutlaka bize ulaşacaktır. Kendi
kendimize ihtiyaç felsefeleri belirleyerek, kendi kendi-mize hayat standartları
belirleyerek ve bu hayatı gerçekleştirebilmek için, bu evliliğe ulaşabilmek için
de işte şu kadar ekonomik güce ihtiyaç vardır, şöyle yapmalı, böyle kazanmalı
diyerek kendi kendimize hayatımızı zorlaştırıp zindan etmeye hakkımız yoktur.
Kendi kafamızdan belirlediğimiz bir geçim standardı, kendi kafamızdan
belirlediğimiz bir evlilik standardı, bir mehir anlayışı, bir eşya anlayışı,
bir yeme içme anlayışı, bir giyim kuşam anlayışı belirlemeye kalkışırsak elbette
Allah’ın istediği normal bir çalışma temposu ve kazanma yoluyla bunu
gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır.
O zaman elbette aman ne yapıp
yapalım da şu kadar parayı kazanalım diyecek, bir ömür boyu bunun için
çırpınacak, helâl olmayan yollara tevessül edecek ve hayatımızı zehir zindan
edeceğiz. Öyleyse gelin ey Müslümanlar, evlenme standartlarımızı, ev kurma
stan-dartlarımızı, geçim standartlarımızı, mehir standartlarımızı, yeme iç-me,
giyinme kuşanma standartlarımızı belirleme konusunda örneğimiz, önderimiz Hz.
Muhammed (a.s)’ı örnek alalım. O ne demişse, nasıl yaşamışsa, ne kadarıyla
iktifa etmişse, ne kadarına izin vermiş-se böyle bir hayatı yakalayıp hem
dünyamızı, hem de âhiretimizi güzelleştirelim. Onun tanıdığı, izin verdiği
ruhsat istikâmetinde bir hayat yaşayalım da dünyamızı da âhiretimizi de berbat
etmeyelim.
Bir bakın şu insanlara, bir bakın
kendinize, ekonomik insan olup çıktık yahu! Gecemiz gündüzümüz, aklımız
fikrimiz, kalbimiz, gözümüz, kulağımız, düşüncemiz her şeyimiz paraya endeksli.
Paradan başka bir şey düşünemez olmuşuz. Hakkımız yok buna ya! Biz dünyaya
bunun için gelmedik. Dünyaya ve dünyalıklara kul köle olmak yerine, dünyaya ve
dünyalıklara efendilik makamında Allah’a kul köle olmaya geldik biz buraya.
30. “Bunu kim aşırı giderek haksızlıkla
yaparsa, onu ateşe sokacağız. Bu, Allah'a
kolaydır.”
Hal böyle iken kim de Allah’ın
belirlediği hududu aşarak böyle yapmaya kalkışırsa, Allah’ın sınırlarını
çiğneyerek bir hayat yaşamaya kalkışırsa, Allah’ın dinini bırakır da kendi
kendine belirlediği bir dünyayı yaşamaya kalkışırsa, yâni gerek Allah’ın
anlattığı bu konularda gerekse tüm hayat programında Allah’a sormadan bir hayat
yaşama-ya kalkışırsa biz onu ateşe göndereceğiz buyuruyor Rabbimiz. Yâni
düşünün ki bir adam Allah yasalarını görmezden gelerek kendi kendi-ne
belirlediği bir hayatı, kendi kendine hedeflediği bir dünyayı
gerçekleştirebilmek için helâl haram yasalarını dinlemeden, sanki dünyaya sadece
ekonomi için gelmiş gibi, Allah’ın kendisinden beklediği öteki kulluk
görevlerini görmezden gelerek gecesini gündüzüne katarak ekonomik bir insan olup
çıkmışsa biz onu ateşe göndereceğiz diyor Rabbimiz. Bu konuda hiçbir mâzeretimiz
yoktur.
Efendim ben bu hayat programımla
zekât verecek konuma gelmeye çalışıyorum, ben dükkanımda şu kadar işçi
çalıştırıyorum, yıllık, Müslümanlara şu kadar dağıtıyorum diyerek Allah’ın
istemediği bir hayatı yaşayan, Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye çalışan kişi
kendi kendine ne kadar da fetvalar bulursa bulsun Allah’ın ateşine git-mekten
asla kurtulamayacaktır. Eğer dünyalık elde edeceğiz diye Allah’ın bizden
istediği öteki görevlerimizi ihmâl edecek bir duruma düş-müşsek, kitap ve
sünnetten uzaklaşmış, çocuklarımızın dinî hayatıyla ilgilenemeyecek bir duruma
düşmüş, mutfak masraflarımız Rasulul-lah’ınkinden 30-40 misli fazla, günlük
gecelik harcamalarımız 5-10 garibanın normal harcamasına denkse Allah için
düşünmek zorunda-yız. Bizim için örnek olarak gönderilmiş olan Rasulullah
Efendimizin ölçülerini unutmadan yaşamak zorundayız.
31. “Size yasak edilen büyük
günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere
yerleştiririz.”
Evet günahların büyüklerinden
sakınıldığı sürece Rabbimiz kusurlarımızın örtüleceğini, ufak tefek işlenen
günahların sıfırlanacağını anlatıyor. Bu konuda Resûl-i Ekrem efendimizin pek
çok hadisi vardır. Bunlardan bazılarını okumaya çalışayım
inşallah.
Aynı
ifadenin geçtiği hadislerden bir kısmında ise Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: Abdullah b. Mes'ud anlatıyor: Ra-sûlullah'a "Allah indinde en büyük
günah nedir?" dedim. "Seni yaratan Allah'a şirk koşmandır." buyurdu. "Bu
gerçekten pek büyük, bundan sonra nedir?" dedim. "Seninle beraber yemek
yemesinden, tüketici olmasından korkarak evlâdını öldürmendir." dedi. "Ondan
sonra nedir?" dedim. "Ondan sonra komşunun hanımı ile zina etmendir" buyurdu.
Yine
Abdullah b. Mesud'dan değişik bir senetle aynı hadis rivayet edildikten sonra şu
ayetin nazil olduğu ilâve edilmiştir. "Allah'ın (halis) kulları o kimselerdir
ki, Allah'tan başka ilâha dua etmezler; Allah'ın haram kıldığı nefsi
öldürmezler; meğer ki hakla ola. Zina da etmezler. Her kim de bunları yaparsa
ağır cezaya çarptırılır. "
(Furkân,
25/68).
Abdurrahman
b. Ebû Bekir, babasından, şöyle dediğini rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.s.)'ın
yanında idik. Üç defa şöyle buyurdu: "Size büyük günahların en büyüğünü haber
vereyim mi? Allah'a Şirk koşmak, anaya babaya itaatsizlik etmek ve yalancı
şahitliği yapmak.."
(Buharî,
Edeb 6; İman, 16)
Başka
bir hadiste, büyük günahlar, "el-Mubîkât: helâk edici" kelimesiyle
ifadelendirilerek şöyle buyurulmuştur: "Yedi helâk edici Şeyden kaçının." Bunlar
nedir ya Rasûlallah diye sorulunca: "Allah'a şirk koşmak; sihir yapmak; Allah'ın
haram kıldığı halde bir kimseyi haksız yere öldürmek; yetim malı yemek; faiz
yemek; düşmana hücum anında harpten kaçmak: namuslu, kendi halinde mümin
kadınlara zina iftirası atmaktır" buyurdular. Diğer bir hadiste ise: "Büyük
günahlar dokuzdur: Allah'a şirk koşmak; haksız yere adam öldürmek; temiz bir
kadına kötülük isnat etmek; zina yapmak; düşmana hücum esnasında firar etmek;
sihirbazlık; yetim malı yemek; müslüman ana babaya asî olmak; emredilenleri
yapmamak ve yasakları yapmak sûretiyle aileye karşı doğruluğu terk etmektir. "
Diğer hadislerde yukarıdaki maddelere faiz yemek, hırsızlık ve şarap içmek de
ilâve edilmiştir. (Buhârî, Vasâya 23; Müslim, İman
141-146)
Kebâir
kelimesiyle ifade edilmediği halde, yukarıdaki hadislerde bildirilen fiillerin
dışında bir çok suçlar daha vardır ki, onlar İslâm âlimlerince, ayet ve hadisler
doğrultusunda, büyük günah kabul edilmiştir: Bilerek ve kasten İslâm'ın
şartlarını terk etmek; içki içmek; kumar oynamak; hırsızlık yapmak; adaletten
ayrılmak gibi. İslâm âlimlerinden bir kısmı genel hatlarıyla "büyük günah"ları
şöyle tarif etmişlerdir: İbn Abbâs'a göre: "Allah'ın yasak ettiği her şey büyük
günahtır.
Ayrıca
büyük ve küçük günah arasındaki fark şudur: Allah'ın cehennem, gazap, lânet veya
azap gibi ifadelerle sona erdirdiği her günah büyüktür. Diğerleri küçüktür."
Hasan Basrî de buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ebû Amr İbn Salâh'a göre:
"Büyük ismi verilecek şekilde büyük olan ve mutlak surette büyüklükle vasıflanan
her günah büyüktür." Buna göre büyük günahların bazı alâmetleri vardır. "Şer'i
cezayı icap ettirmek; cehennem azabıyla tehdit olunmak; yapana fâsık denil-mek;
lânet olunmak."
Hepsi
bu kadar olmamakla birlikte aşağıda sıralayacağımız suçlar, İslâm'da büyük
günahlar olarak kabul edilmiş ve bunlardan bir kısmına İslâm hukukuna göre bazı
cezalar takdir edilmiştir: "Allah'a şirk koşmak, içki içmek, kumar oynamak"
(Bakara,219); haram aylarda harp etmek (Bakara,217); bakmakla yükümlü olduğu
yetimin malını kendi malına katarak O'nun rızası olmaksızın yemek
(Nisa ,2;
İs-râ,34); fakirlik korkusuyla kendi çocuğunu öldürmek (İsrâ, 31); insanlar
arasında fitne çıkarmak (Bakara,217); faiz yemek (Bakara,275); Allah'tan
başkasına ibadet etmek (İsrâ,23); ana-babaya isyan etmek (İsrâ,23), akrabaya
miras hakkını vermemek (Nisa ,7,13;
İsrâ,26); malı gereksiz yere israf etmek (İsrâ,27); zina yapmak (İsrâ,32;
Nisa ,15-16);
haksız yere adam öldürmek (İsrâ, 33); ölçü ve tartıyı tam yap-mamak (İsrâ,35);
kibirlenmek (İsrâ,37); iffetli kadına zina isnat etmek
(Nisa ,23);
tesettüre riayet etmemek (Nur,31 ); yalan yere yemin; Peygamber'e (s.a.s.) yalan
hadis uydurmak (Peygamber'e yalan yere hadis uydurmak, büyük günah olmanın
ötesinde, küfür sayılabilir. Çünkü şerîat'ın temel kaynaklarından ikincisi
"sünnettir". Sünnete yalan isnat etmek; bazı konularda İslâm'ı temelinden
yıkabilir); insanları diliyle çekiştirmek; kaş göz hareketleriyle alay etmek
(Hümeze,1) İşte bunlar büyük günahlardır. Rabbimiz buyurur ki, bunlardan
sakındığımız müddetçe sizin ufak tefek kusurlarınızı örmezden gelir, örter,
örtbas eder ve sizi çok yüce, çok şerefli, çok cömert bir makama, yani cennete
idhal ederiz. Sizi çok büyük mükâfatlarla
mükâfatlandırırız.
“Bir
kul beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, malının zekâtını verir ve yedi büyük haramdan da sakınırsa ona
cennetin bütün kapıları açılır ve o kul dilediği kapıdan girer”
(Nesâî,
İbni Hıbban’dan)
Buyurmaktadır. Bu yedi büyük
günahla alâkalı olarak da şunlar sayılır: Zina, içki, sihir, iffetli bir mü’mine
zina iftirası, haksız yere bir Müslümanı öldürmek, fâiz yemek, savaşta düşman
karşısından kaçmak. Tabi büyük günahlar bunlarla sınırlı değildir, başka
hadis-lerde başkalarının da sayıldığını biliyoruz. Tabi kimileri buna karşı
gel-mekte ve itiraz etmektedir. Efendim Allah’a karşı işlenen günahın büyüğü
küçüğü olmaz, günahın kime karşı işlendiği önemlidir filan demeye çalışıyorlarsa
da hadislerde geçtiği için böyle diyoruz. Hadislerde kebair diye bir kavram
vardır. Tabi bu büyük günahlar bir tek hadiste sıralanıp anlatılmamış. Değişik
hadislerde Resûl-i Ekrem efendimiz bu günahlardan söz etmiş ve bizleri bunlardan
uzak durmaya çağırmıştır. İşte Kur’an’da da Rabbimiz bu âyetinde genel bir
ifadeyle kebairden (büyük günahlardan) sakınmamızı, bunun neticesi olarak da
ufak tefek kusurlarımızın bağışlanacağını ve kerim bir makama, cennete
ulaşacağımızı haber veriyor.
(Kebâir konusunda sorular
soruldu)
Az evvel demeye çalıştım, ama
anlaşılmamış. Sorularınızı bir daha maddeleştirerek şunları söyleyelim inşallah:
1: Bunu ben demedim. Bu kavramı Allah kullanıyor. Tanımında da farklı
değerlendirmeler var. Kimi âlimlerimiz azabı
büyük olan günahlar anlamına gelir demişler. Bu kelime, ‘kebir’, (büyük,
büyüklük taslama) kelimesinden türemiştir. Allah’ın emirlerine karşı gelme,
aykırı davranma, büyük suç anlamlarına gelen günah kavramı, iki kısma ayrılarak
değerlendirilmiştir. Bu yanlış fiillerin bir kısmına ‘büyük günah-kebâir’, bir
kısmına da ‘küçük günah-seğâir’ denmiştir. Günahları bizzat Kur’an-ı Kerim,
Sünnet ve selef alimleri ‘kebâir’ diye isimlendirmişlerdir. Bakın Necm
sûresindeki âyette de “lemem” kavramı geçmektedir.
“O (güzel davrana)nlar ki günahın
büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız (küçük hatalar) le-mem
işleyebilirler. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir....”
(Necm.32)
Dikkat
ederseniz bu âyette kebâir karşıtı olarak ‘lemem’ kelimesi kullanılmaktadır.
‘Lemem’; bir şeye yakın olmak, toplamak, bir şeyi ısrarlı ve devamlı olmamak
şartıyla yapmak anlamlarına gelen ‘lemm’ kökünden türemiştir. Buna göre ‘lemem’;
ısrarlı ve devamlı tekrar edilmeyen hatalar ve günahlardır. Demek ki ‘kebâir’,
bağımsız bir günah çeşidi olmaktan çok, ısrarlı ve sürekli bir şekilde yapılan,
vazgeçilmeyen, pişmanlık duyulmayan günahlardır. Çoğunluğun görüşüne göre
ısrarla işlenilen bir küçük günah, küçük olmaktan çıkar kebâir olur. Aynı
kelimeyi Peygamberimiz de kullanmıştır. Ebu Hurey-re’nin (r.a) anlattığına göre
O şöyle buyurmuştur:
“Beş vakit namaz ve cuma namazı
diğer cuma namazına, bir Ramazan diğer Ramazan’a kefârettirler. Büyük günah
(kebâir) işlenmedikçe aralarındaki (küçük) günahları
affettirirler.”
(Müslim,
Taharet/14)
Abdullah
b. Mes’ud anlatıyor: Rasûlullah’a, ‘Allah’ın katında en büyük günah hangisidir?’
diye sordum. “Allah seni yarattığı halde O’-na bir şeyi şirk (ortak) koşmandır.”
buyurdu. Ben: ‘Bu şüphesiz büyüktür, sonra hangisi?’ dedim. Şöyle buyurdu:
‘Seninle birlikte yemek yiyeceği korkusuyla çocuğunu öldürmendir.’ ‘Sonra
hangisi?’ dedim. Şöyle dedi: ‘Komşunun hanımıyla zina etmendir.’
(Müslim,
İman/141)
2:
İkinci soruya gelince, insan, beşer olduğu için devamlı hata yapabilir, yani
günah işleyebilir. Günah işlemek onun yaratılışında vardır. Allah, insanın bu
karakterini bildiği için, elçiler ve kitaplar gönderip insanı uyarmıştır.
Günahları gösterip onlardan sakındırmıştır. Bütün günahların insana ve topluma
zararlı olduklarını söylemeye gerek yoktur. Korkusuzca işlenen günahlar insanın
kendi hayatında ve içerisinde yaşadığı toplum hayatında mutluluğu yok eder.
İslâm, bir takım davranışların hata olduğunu bildiriyor ve onların yapılmasını
ya-saklıyor. Bu aynı zamanda bir denemedir. İnsanlar bu denemeden geçerlerse,
mükâfat veya ceza alabileceklerdir. Günahsız olanlar yalnızca melekler ve
peygamberlerdir. İnsan hata edebilir ve günah işleyebilir. Onun yapması gereken
günah işlememeye çalışmaktır. Günah işlediği zaman da, tevbe ve istiğfar etmek,
günahta ısrar etme-mektir.
3:
Az evvel de ifade ettiğim gibi büyük günahlarının hangileri olduğu konusunda
farklı görüşler vardır. Bunların sayısını sınırlamak oldukça zordur. Farklı
hadislerde farklı rakamlar verilmektedir. Günahın büyüklüğü biraz da işlenilen
ortama göre ortaya çıkabilir. Ayrıca küçük günahta ısrar etmek onu büyük günah
haline getirir. ‘Kebâir’; üzerinde tehdit (korkutma) gerçekleşen veya şeriat
tarafından bir ceza takdir edilen yahut ta açıkça yasaklanmış günahlara denir
şeklinde de tanımlanmaktadır. Alimlerin çoğuna göre oruç, namaz, abdest gibi
ibadetlerle affedilebilecek günahlara küçük günah denilir. Mesela, kabul edilmiş
bir hacc, o yıl işlenilen günahlara kefarettir, Cuma namazı bir haftalık
günahlara kefarettir, şehidlerin kanları bütün günahlarını siler gibi. Ancak
öyle günahlar vardır ki bunları hiç bir ibadet silemez. Meselâ adam öldürme
günahını başka hiç bir ibadet affettiremez. Katil olan kimse onun cezasını
çekmeli, bedelini ödemelidir. Bu tür günahlara ancak şeriatın uygun gördüğü
cezalar karşılık olabilir.
Büyük
günahları kimileri 17, kimileri 70, kimileri 100, kimileri daha çok
saymışlardır. Büyük günahların kaç tane olduğundan daha önemlisi İslâm’ın
davranışlara getirdiği ölçülerdir. Hakkında kesin delil ile yasak olan şeyi
yapmak günahtır ve insana vebal kazandırır. İster büyük olsun ister küçük olsun
günahları çekinmeden işlemek, insandaki takva duygusunun (Allah’a karşı
sorumluluk bilincinin) azlığındandır. Şüphesiz, büyük günahların en büyüğü
Allah’a şirk koşmaktır. Şirk koşanın ‘küfre düşeceği açıktır. Diğer büyük
günahları işleyenlere ‘fasık’ denilmiştir. Onlar günahın haramlığını inkâr
etmedikleri müddetçe müslümanlardır ve onlar için tevbe kapısı
açıktır.
32. “Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı
şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da
kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan bol nîmet isteyin. Doğrusu Allah her
şeyi bilir.”
Yine ekonomik hayatla alâkalı bir yasa
koyuyor Rabbimiz. Bakın buyurur ki sakın ha sakın Rabbinizin bir kısmınıza
fazla olarak vermiş olduğu, farklı olarak vermiş olduğu, bir kısmınızı
diğerlerinize tercih ederek üstün kıldığı, gerek ekonomik hayatta, gerekse erkek
ve kadın olarak sizlere verdiklerini temenni etmeyin. Birinize Rabbiniz fazladan
bir şey vermişse niye Rabbim ona verdi de bana vermedi? demeyin. Kardeşlerinize
Allah tarafından verilmiş mallara arzu ve kıskançlık duyarak göz dikmeyin. Bu
durum önceki âyetlerde yasaklanan insanların haksız yere insanların mallarını
yemelerini ve birbirlerini haksız yere öldürmelerini doğuracaktır. Bugün
insanlar arasında zuhur eden pek çok hastalıkların kaynağı budur. Yeryüzünde
ilk kan da bu yüzden akıtılmıştı. Adem’in oğullarından Kabil habil’i bunun için
öldürmüştü.
Allah herkesi eşit yaratmamıştır.
İnsanlara farklı özellikler vermiştir. Kimisi erkek kimisi kadın, kimisi zengin
kimisi fakir, kimisi güzel kimisi az güzel, kimisi güçlü kimisi zayıf, kimisi
boylu kimisi kısa. Bu fıtrî farklılıkları ortadan kaldırmaya da, bunlara itiraz
etmeye de hakkımız ve gücümüz yoktur. Kimimizi babalı analı imtihan ederken,
kimimizi yetim imtihan ediyor.
Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu
bir yasadır. Öyleyse insanın kendisine verilmeyeni elde etmek için
karşısındakine savaş açması Allah’ın takdirine karşı gelmesi anlamına gelir.
Öyleyse insanlar birbirlerini, erkekler kadınları, kadınlar da erkekleri onlara
verilenler konusunda kıskanarak birbirlerine savaş açmamalıdırlar. Biz niye
erkekler gibi yaratılmadık? Niye onlar gibi güçlü değiliz? Niye cihada iştirak
edip şehâdetle şereflenemiyoruz? Gibi iddialarla Allah’ın takdirine karşı
gelmenin anlamı yoktur. İşte şu anda görüyoruz. Kadın hakları adı altında
uluyuşlarıyla pek çok kadın bu yüzden mürted olmaktadırlar.
Halbuki:
Kadınların kazandıklarından kendilerine
bir nasip vardır, erkeklerin kazandıklarından da kendilerine bir nasip vardır.
Herkesin kazandıklarından kendisine bir nasip vardır. Kadın erkek herkes
ameline göre, yaşadığı hayatına göre ve çalışması nisbetinde bir karşılık
verecektir. Kadın erkek herkesin durumuna göre sorumlulukları ve görevleri
vardır. Öyleyse kadınlar kendi görevleri, kendi sorumluluklarıyla uğraşsınlar,
erkekler de kendilerininkiyle meşgul olsunlar. Başkalarının durumuna özlem
duymasınlar. Başkalarının imtihan konularına göz dikmek yerine isteyeceklerini
sadece Allah’tan istesinler. Çünkü Allah’ın fazlı geniştir. Birilerimize fazla
bir şeyler veriliyor diye, birilerimize bize verilmeyenler veriliyor diye
diğerlerimiz onları kıskan-mayalım, haset etmeyelim. Kendimizi içinde
bulunduğumuz toplumda kendimizden üstün olanlarla kıyaslamayalım.
Elbette birilerine göre bize
verilenler azdır ama birilerine bakış da fazladır. Öyleyse gelin ey Müslümanlar,
birilerine göre malımız az diye bizimkine nazaran malı fazla olanların mallarına
göz dikmeyelim. Allah’ın takdirine itiraz etmeyelim. İsteyeceklerimizi Allah’tan
isteyelim. Allah her şeyi en iyi bilendir. Kime ne vereceğini, kime ne kadar
vereceğini, kime hangi soruları göndereceğini, kimi neyle imtihan edeceğini,
kimi kime üstün kılacağını en iyi bilendir Allah.
Unutmayalım ki kime ne
verilmişse, kimden ne esirgenmişse bu bir imtihan konusudur. Ne çok verilenler
sevinsin, ne de az verilen-ler dövünsün. Ne çok verilenler imtihanı kazandı da
onun için verildi, ne de az verilenler imtihanı kaybettiler de onun için az
verildi. Kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli olacak. Hem dün çok
zengin olanların bugün çok fakir, fakir olanların da zengin bir konuma
getirildiklerini de görmekteyiz. Öyleyse böyle kalplerimizde kinin,
çeke-mezliğin ve nefretin hâkim olduğu bir hayatı asla yaşamayalım. Bakın
Resûl-i Ekrem Efendimiz Riyazus Salihin’de yer alan bir hadislerinde bu hususu
anlatırken şöyle buyuruyor:
“Dünya konusunda hep kendinizden
aşağıda olanlara bakınız, sizden üstün olanlara bakmayınız. Bu elinizde olan
nimeti hor görmemenize en uygun yoldur”
Bizden
üstün olanlar, bizden aşağı olanlar… Bizden daha çok verilenler, bizden daha çok
huzurlu gibi görülenler, bizden dünyası çok, malı çok, dünyadan kendisine
ayrılan payı bizden daha fazla olanlar, bizden daha az olanlar var. Biz de
bizden daha aşağı olanlara bakıverelim. Ne fark eder? Niye üstümüzdekilere, niye
bizden fazla verilenlere bakacakmışız? Rahatımızı kaçırmak mı istiyoruz? Ne
kârımız olacak da? Bize hiçbir faydası olmayacak böyle bir bakışa neden teşebbüs
edelim? Bizden daha az olanlara bakacağız, böylece Allah’ın bizde olan, elimizde
olan nimetlerini hor görmeyeceğiz. Nelere sahip olduğumuzu daha iyi anlamış,
görmüş olacağız. Benim aylık gelirim şu kadar, eh onu da bulamayanlar var ya.
Ben yılda şu kadar et yiyebiliyorum, eh onu da bulamayanlar var ya. Benim
elbisemin kalitesi, eh onu da bulamayanlar var ya. Benim evimin tefrişi, ısınma
ya da barınma şeklim, eh onu da bulamayanlar var ya desek ne kadar rahat
olacağız değil mi? Yâni kendimizden daha aşağıdakileri gördükçe egosunu tatmin
edecek; “oh olsun size! Sizler benden aşağıdasınız! Mahvolun, kahrolun!” mu
diyeceğiz? Hayır, ama Allah’ın bize verdiği nimetleri hor görmeyecek, o
nimetlerle kulluk yapmaya çalışacağız Rabbimize. Aa! Meğer bende onlardan daha
çokmuş, ben de birazını bu kardeşlerime vereyim diyebilecektir o zaman
kişi.
33. “Ana babanın ve yakınların
bıraktıklarından her birine varisler kıldık. Kendileriyle yeminleştiğiniz
kimselere hisselerini veriniz. Doğrusu Allah her şeye
şahittir.”
Anne babanın ve yakınların geride
bıraktıklarından her birine, biz mîrasçılar kıldık. Evet önceki âyetlerde de
demeye çalıştığımız gibi ölen kişinin varislerini tayin eden Rabbimizdir. Kimin
kimden ne kadar mîras alacağını Rabbimiz bildiriyor.
Yine yeminlerinizle, yahut sözlerinizle
bağladığınız, yahut nikah akidlerinizle bağladığınız, yahut daha önceleri
evlâtlık kaldırılmadan önceki dönemlerde kendinize evlâtlık edindiğiniz,
evlâtlık aldığınız kimseler için de onların nasiplerini
verin.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu âyet
eskiden Araplarda var olan bir geleneğin kaldırılmasıyla alâkalıdır. Eskiden
Araplar birbirleriyle dost olurlar ve birbirlerinin mallarına varis olurlardı.
Manevî bir kardeş manevî kardeşine, manevî bir evlât manevî babasına, manevî bir
baba manevî evlâdına varis olurdu. Ama işte bu sûredeki miras âyetiyle kimlerin
varis olacakları ortaya konunca onlara da bir şeyler verilmesini istiyor
Rabbimiz. Yani ey müslümanlar, vefatınızdan sonra geriye bıraktığınız
mallarınıza bunlar varis olamayacaklarına göre hayatta iken onlara bir şeyler
verin. Çünkü kişinin hayatta iken, ölp de malı Allah’ın belirlediği varislerine
intikal etmeden önce dilediklerine verme yetkisi vardır.
Yine bu âyetlerin gelişinden önce
ensâr ve muhacir Müslümanlar birbirlerine varis oluyorlardı. İşte bu âyetleriyle
Rabbimiz artık eski anlayışları kaldırıp mîrasın sadece Allah’ın belirlediği
varisler arasında geçerli olduğunu ortaya koyuyordu. Kişi hayatta iken istediği
kimselere malını verebilme hakkına sahip olmakla birlikte öldüğü andan itibaren
sadece malını anne, baba, dede, nene, evlât, kavim, kar-deş, birbirlerine
akrabalık bağı olan varisleri alacaklardır. Bunların bir-birlerine nasıl varis
olacakları? Mîrastan ne miktar pay alacakları Allah tarafından
belirlenmiştir.
Şüphesiz ki Allah, bilendir, haberdar
olandır. İşte akrabaların, anne ve babaların, oğulların, kızların birbirlerine
karşı nasıl mîrasçı olacakları açıklandıktan sonra, hukukî durum ortaya
konduktan sonra işin kendisi tarafından gözetim altında olduğunu anlatıyor
Rabbimiz. Unutmayın ki Allah her şeyi bilmekte ve her şeyden haberdar
olmaktadır. Unutmayın ki her an Rabbinizin gözetimi altında bulunmaktasınız.
Rabbiniz yaptıklarınız konusunda yarın sizi hesaba çekecektir. Öyleyse mîras
konusunda ve tüm hayat programınız konusunda, evlilik konusunda, boşanma
konusunda, birbirlerinize davranışlarınız konusunda Allah’ın dinine uygun
hareket edin. Allah gözetiminde olduğunuzu unutmayın. Yaptıklarınızı Ona lâyık
yapmaya çalışın. Yarın yaptıklarınızın tümünden hesaba çekileceğinizi bilerek
bir hayat yaşayın.
34.
“Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf
etmelerinden dolayı er-
kekler kadınlar üzerine
kavvamdırlar. İyi kadınlar, gönül-den boyun eğenler ve Allah'ın korunmasını
emrettiği, kocasının bulunmadığı zaman da koruyandır. Serkeşlik etmelerinden
endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın,
nihâyet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah
Yücedir, Büyüktür.”
Allah’ın bazısını bazısına (Cihad,
imamet ve mîras gibi konu-larda) üstün kılması sebebiyle, bir de erkekler
mallarından aile fertlerine harcama yaptıkları için, erkekler kadınlar üzerinde
kavvamdırlar. Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler.
Dikkat ederseniz sûrenin başında
Rabbimiz bizim hepimizin bir erkek ve dişiden yaratıldığımızı anlatmıştı. Sonra
yine Rabbimizin izniyle evlenme hakkına sahip kılındığımız ortaya konulmuştu.
Aslın-da birbirlerine haram olan erkek ve kadının Allah’ın belirlediği biçimde
nikâh bağıyla bir araya geldikleri takdirde helâl yollarla birbirlerinden
istifade edebileceklerini, helâl yollarla birlikteliklerini
sürdürebilecekle-rini anlatmıştı. Evet nikâhla, Allah’ın istediği biçimde
hayatlarını birleştirmiş bir kadın ve erkek huzur içinde birlikte
yaşayabilecekleri, birlikte Allah’a kulluklarını gerçekleştirebilecekleri,
birlikte cenneti kazanabilecekleri bir aile yapısı oluşturmuşlardır. Allah
onlara sevgilerinin mey-vesi olarak nûr topu evlâtlar da verecektir.
İşte elbette şimdi bu kadından,
erkekten ve çocuklardan müteşekkil bu aile yapısında, bu aile düzeninde
Allah’ın istediği düzenin sağlanabilmesi ve Allah’a Allah’ın istediği kulluğun
en güzel bir biçim-de icra edilebilmesi için bir reise ihtiyaç olacaktır. Zira
toplum olarak yaşamak zorunda olan insan gruplarının en küçük biriminden en
büyük birimine kadar intizamın sağlanabilmesi için mutlaka bir reisleri, bir
idarecileri olacaktır. Hani Rasulullah Efendimiz iki kişi de olsanız yola
çıkmışsanız mutlaka biriniz imam olsun buyuruyordu ya. Toplum için nasıl bu
gerekliyse, toplumun en küçük birimi olan aile için de bu gereklidir. Mutlaka
aile fertlerinden birinin reis olması gerekecektir.
Öyle değil mi? Şu anda yeryüzünde hangi
toplum neye ina-nırsa inansın Rabbimizin koyduğu bu genel yasanın dışına
çıkama-maktadır. Rabbimiz insanların fıtratları gereği bunu bir sisteme
bağlamıştır. İslâm’ın dışındaki toplumlarda da mutlaka bir reise bağlanma
yasası var, ama onlar bu reisi seçme ve bu reise bağlanma konusunda kendilerince
bir düzen oluşturmuşlar. Kendilerince koydukları kurallarla seçtikleri bir
idarecinin, bir kralın, bir hükümdarın buyrukları altında yaşamak zorundadırlar.
İşte devlet, toplum, kabile,
aşiret gibi toplumsal olguların en küçük birimi olan aile için de aynı yasa
geçerlidir. Bir ailede de mutlak sûrette bir reis olacak, bakın bu âyetinde de
Rabbimiz buyuruyor ki ailede erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar,
reistirler. Bu tayini, bu tespiti bizzat Rabbimiz yapmıştır. İşte bakın bu
âyetinde de Rabbimiz buyuruyor ki ailede erkekler kadınlar üzerinde
kavvamdırlar, reistirler.
Tabi şu anda dünyada bunun tartışması
sürmektedir. Vahyi tanımayan ve feminizm hareketlerinden etkilenen dünyada şu
anda erkek kadın eşitliği üzerinde ısrarla durulmaktadır. Yürüyüşler yapılıyor,
tartışmalar yapılıyor, hak arayışları sürüp gidiyor. Kâfir dünyanın düşünceleri
İslâm dünyasına taşınmak isteniyor. Müslümanlar da kâfir dünyanın bu
hareketlerinden etkilenerek kadın ve erkeği Allah’ın ve peygamberin yerli yerine
oturttuğu konumundan, makamından farklı konumlara çekme ihtiyacı hissediyorlar.
Dikkat ederseniz sûrenin başında
Rabbimiz insanlığın atası olarak bir Adem’den ve hemen arkasından da Adem’e bir
eşten söz etti. Adem’e bir Havva’dan söz edildi. Yâni yaratılan bu Adem’in yanı
başında bir de Havva var. Bir kadın var. Çünkü Adem için Havva’sız bir hayat,
hayat değildir. Havva Adem’i, Adem de Havva’yı tamamlar. Ne Adem’siz Havva, ne
de Havva’sız Adem düşünülemez. Bunun içindir ki kesinlikle İslâm kadınla erkeği
karşı karşıya getirmez. İslâm kadınla erkeği böyle karşı karşıya getirmediği
gibi asla kadın erkek e-şitliği, kadın erkek eşitsizliği gibi zırvaları da
gündeme getirmez. Hiçbir zaman konu etmez bunu. İslâm’a göre böyle bir problem
yoktur. Yâni kadın erkeğe eşit midir? Değil midir? Nasıl eşit olur? Nasıl olmaz?
Zerre kadar bunu problem etmez İslâm. Zira bu iki varlığı ayrı düşünmez İslâm.
Bu ikisi bir varlıktır. Bu iki varlığı ayrı ayrı düşündüğünüz zaman, ayrı ayrı
hiçbirisi bir değer ifade etmez yâni.
Meselâ yüz tane Adem insan
değildir Havva’sız. Veya yüz tane Havva da insan değildir Adem’siz. Bu ikisini
karşı karşıya getirmek yerine bu ikisini birlikte düşünmek
zorundayız.
Hadîselere kitap ve sünnetin gözlüğüyle
bakmak zorunda olan bizler kesinlikle küfrün kendi içinde yaşadığı çelişkilerini
İslâm’a taşımamalıyız. Bu konuyla alâkalı kâfir dünyanın çıkmazlarını İslâm’ın
meselesiymiş gibi İslâm’a sokmamalıyız. İslâm’a göre kadın ve erkek ayrı ayrı
varlıklardır ama ikisi birden insandır. Yalnız başına ne erkek insandır ne de
kadın insandır. İkisi birlikte insandır. İşte problemi böylece çözümlemek
zorundayız. Erkek ve kadını karşı karşıya getirmek İslâm’ın ve Müslümanların
problemi değildir.
Meselâ bakın bir şehre yüz bin
tane erkek yerleştirin, eğer orada kadın yoksa onlar öldükten sonra hayat
bitecektir orada. Öyley-se orada insan yoktur demek zorunda kalacağız. Aksi de
böyledir tabii. Yâni sanki kadınla erkek bir bütünün parçaları gibidir. Bir
bütünün ikiye parçalanmış ve sonra da fonksiyonel olarak birleşmesi gibidir.
Allah’ın da zaten erkeğin yanı başında hemen kadını da yaratmasının hikmeti de
buradadır. Başka bir âyetinde Rabbimiz:
"Onda sükûnete eresiniz diye içinizden eşler
yaratması da Onun âyetlerindendir."
(Rum: 21)
Onunla hayat bulasınız diye buyururken
bu iki parçanın birbi-rinin tamamlayıcısı olduğunu anlatır. Hayat bulmak. Yâni
bin erkek-ten bir insan dünyaya getirebilir misiniz? Veya bin kadından bir canlı
çıkarabilir misiniz? İşte meseleye böyle bakmak zorundayız ve küfür dünyasının
şirk dünyasının, Allah’ı tanımadan, vahye müracaat etmeden problemlere çözüm
getirmeye kalkışan kâfirlerin ürettiklerini İslâm’a taşımanın hiç mi hiç anlamı
yoktur bunu böylece bilelim inşal-lah. Müslümanların böyle bir problemleri
yoktur.
Kadın ve erkeğin birlikte
oluşturabilecekleri bir aile düzeninde ne kadın olmasa erkek yalnız başına bir
ailedir, ne de erkek olmasa kadın tek başına bir ailedir. Neden bu böyledir?
Çünkü Allah öyle buyuruyor. Kiminizi kiminizin üzerine üstün kıldık, kiminizi
kiminize kav-vam kıldık.
Bu üstün kılınma, kavvam kılınma, reis
kılınma konusunu biraz açalım. Arkadaşlar, bu erkeğin kadınlar üzerine üstün
kılınması, kav-vam kılınması erkeğin cennete gideceği, ya da önce cennete
gidece-ği anlamına gelmiyor. Reislik durumuyla, önderlik haliyle erkek cennete
gidecek, kadın gidemeyecek anlamına değildir bu. Peki nedir bu kavvam? Erkekler
kadınlar üzerine kavvamdırlar. Peki nedir bu kav-vam oluş? Zalimdir! Despottur!
Ezicidir! Aşağılayıcıdır! Horlayıcıdır! Üsttedir! Alttadır! Yandadır!
Kenardadır! değil. Ya ne? Hani İslâm’ın toplumun nüvesi dediği aile var ya,
bunu bir birim kabul eder ya İslâm toplumda, işte o ailede erkeğe bir fonksiyon
yükler ya İslâm, işte bu anlamadır kavvam. Yâni rol anlamına, şeref anlamına,
kahır anlamına ve görev anlamınadır bu kavvam.
Yâni kadınlar üzerinde bekçi ve
muhafız anlamınadır bu kav-vam. Yâni kadınlar üzerinde hizmetçi olmadır bunun
mânâsı. Kadın-ları eğitme, onları yetiştirme ve ateşten koruma görevidir.
Kadınların hayatına karışma ama onların Allah’ın emâneti olduklarını bilmedir
kavvam. Veya onlardan sorumlu olma görevini üstlenmedir. Bakın bu kelime Nisâ
sûresinde bir daha kullanılır:
"Ey
iman edenler! Hak üzere durup adâleti yerine getirmeye çalışan kavvamlar
olun!"
(Nisâ: 135)
Yâni ey iman edenler, siz de toplumda
bulunduğunuz konum-da, bulunduğunuz makamda kavvamlar olun! İnsanlara,
hayvanlara, bitkilere, hattâ taşlara cansız cemadatlara karşı kavvamlar olun.
Onlar nerede kullanılmalıysa, hangi konumda tutulmalıysa onları o makamda
tutarak kavvamlar olun! buyurulmaktadır.
Öyleyse erkeklerin kadınlar üzerine
kavvam oluşunu böyle an-lıyoruz. Hani Rasulullah Efendimizin: “Seyyid’ül kavmi hadimu-hum”
hadisinin muhtevası çerçevesinde anlıyoruz bunu. Değilse ka-dın erkek
İslâmî sorumluluk noktasında aynı konumdadırlar. Allah’ın kendilerinden istediği
emirler, farzlar ve haramlar hususunda insan olarak kadının erkekten hiçbir
farkı ve eksikliği yoktur. Kur’an’ın ifade-sine göre zina eden, hırsızlık yapan
bir kadın, bunları yapan erkek gibidir. Her ikisine de aynı had cezası
uygulanır. Yine saliha bir kadın salih bir erkek gibidir. Yaptıkları
karşılığında her ikisine de hazırlanan cennet aynı cennettir. Erkeğin
namazının, orucunun, sadakatinin ve iffetinin karşılığı kadınınkinin
karşılığından faklı değildir.
Yâni kullukları ve sorumlulukları
açısından kadın ve erkek birbirine eşittir. Lâkin aile içindeki müşterek
sorumluluklarına gelince Rabbimiz her birine ayrı ayrı roller biçmiştir. İşte
Rabbimiz tarafından kendilerine biçilen bu rol gereği olarak erkeğe şahsi ve
malî konumundan ötürü bir imtiyaz vermiştir. Riyasete, imamete, reisliğe lâyık
kılınmıştır.
Öyle değil mi? Şu anda toplumda toplum
üzerine reis olanların cennete gitmeleri, ya da cennete önce gitmeleri diye bir
durum söz konusu değildir değil mi? Kim Allah’a daha iyi kulluk ederse, kim daha
muttaki olursa ister reislerden olsun, isterse tebaadan olsun, ister ailenin
reisi olan erkek olsun, isterse kadın, çoluk çocuk olsun cennete gidecek olan
odur. Hattâ bir köle, bir câriye Allah’a en güzel bir kulluk yapar da
ötekilerden önce cennete gider. Kadın kocasından daha güzel kulluk yapar,
kocasından daha muttaki bir hayat yaşar da ondan önce cennete gider.
Öyleyse bu üstünlük hiçbir zaman
o anlama bir üstünlük değil-dir. Erkeğin kadın üzerine böyle kavvam oluşu cennet
üzerinde böyle yasal bir hak kazanması anlamına değildir. Bu konuda kimsenin
kimseye bir üstünlüğü, bir önceliği yoktur. Veya bu şeref ve fazilet olarak
erkeklerin kadınlar üzerine bir üstünlük değildir.
Ancak Allah hayatı böyle istemektedir.
Hayatın yoğun işleri erkekler üzerindedir. Sosyal hayatta çalışıp çabalayıp
kadınının ve çocuklarının nafakasını, geçimini sağlama görevi erkek
üzerindedir. Gerek kendi rızkını, gerekse kocasının ve çocuklarının rızkını
temin yükünü, ailenin geçimini sağlama yükünü Allah kadına yüklememiştir.
Fiziki güçlülükleri ve dayanıklılıkları sebebiyle, durumlarına ve
kapasitelerine göre Rabbimiz bu yükü erkeklere yüklerken kadınlara da
durumlarına göre erkeklerin asla yapamayacakları bir görevi yüklemektedir ki o
da çocuk doğurma ve analık fonksiyonlarını icra etme işidir. Veya hayatta bir
erkeğin dünya hayatına bağlanmasını, dünya hayatında doyuma ulaşıp sükuna
ermesini sağlama görevidir.
İyi kadınlar, saliha kadınlar gönülden
Allah’a itaat eden, kocalarının meşru isteklerine itaat eden, kendileri
üzerindeki Allah’ın belirlediği Allah’ın haklarına hukuklarına, kocalarının
haklarına hukuklarına riâyet eden kadınlardır. Saliha kadınlar, Rasulullah
Efendimizin bir hadislerinde de beyan buyurdukları veçhile:
“En iyi kadın, gördüğünüzde sizi
hoşnut eden, emirlerinizi dinleyen, evde olmadığınız zaman sizin malınızı ve
kendi namusunu koruyan kadındır.”
Allah ve Resûlünün beyanları
gereği kadın kocasının meşru arzularına itaat edecek. Ama unutmayalım ki
Allah’a itaat kocaya itaatten önceliklidir. Allah’a itaat eden kocaya itaat
edilir. Karısından Allah’ın istediklerini isteyen kocanın istekleri yerine
getirilir. Allah’ın emirlerine aykırı isteklerde bulunan kocaya itaat yoktur.
Allah’a isyan konusunda hiçbir beşere itaat yoktur. Allah’a isyan konusunda
kocanın arzularına, emirlerine itaat kadını günahkâr yapar. Meselâ kadının
tesettürünü, namazını, orucunu engelleyen, onu günah işlemeye teşvik eden bir
kocanın bu emirlerine karşı çıkmayan kadın günahkârdır. Ancak nafile
ibâdetlerden engelleme hakkı vardır kocanın.
Demek ki saliha kadın, en iyi
kadın Allah’ın haklarına, kocasının haklarına riâyet eden ve Allah onların
kendilerini ve haklarını nasıl korumuşsa kendileri de gizliyi, görünmeyeni
koruyan kadınlardır. Gizliyi koruyan, gaybı koruyandır o kadınlar. Yâni
kocaları yanlarındayken onların haklarını koruyup onlara Allah’ın istediği gibi
davrandıkları gibi, kocalarının olmadığı ortamlarda da korunması gerekenleri
korur-lar. Allah’ın haklarını korurlar, ırzlarını, namuslarını korurlar,
kocaları-nın mallarını korurlar, kocalarının sırlarını korurlar. Allah’ın
kendilerini muhafaza edip koruduğu gibi onlar da bunları muhafaza
edeceklerdir. Allah’ın kendilerini koruduğu gibi onlar da kendilerini
koruyacaklardır.
Sürekli Allah’ın emirlerine,
yasaklarına riâyet ederek, Allah’ın hukukunu gözeterek Allah’ın koruması
altında olacaklardır. Allah’ın hukukuna riâyet ederek Allah’ın koruması altında
olan kimseyi Allah korur. Ama Allah’ın yasalarını çiğneyerek, Allah’ın
emirlerine ters düşerek Onun korumasından çıkan kimseden Allah korumasını
kaldırıverir. Bir kadın Allah’ın yasak kıldığı birtakım yerlere gider, birtakım
ilişkiler içine girerse Allah da onu korumasından çıkarıverir ve böyle bir
kadının kendisini koruması da mümkün değildir artık. Onun başına her türlü belâ
gelir.
Eğer kadınların nüşûzundan korkarsanız.
Nüşuz yükselmek, havalanmak demektir. Allah’ın bu takdirine, bu kavvamlık, bu
reislik yasasına, bu itaat emrine karşı gelerek kendilerine kavvam olan
kocalarına karşı yükseklik, üstünlük taslamalarından, başkaldırmalarından,
kocalarının meşru dairedeki emirlerini yerine getirmeme konusunda yüz
çevirmelerinden, diretmelerinden, serkeşlik yapmalarından, itaatten
çıkmalarından korkarsanız. İşte nüşuz budur.
Onların size karşı itaatsizliklerini
görürseniz, Allah’ın hukuku-nu, sizin hukukunuzu korumaları konusunda veya
Allah’ın korumasını istediği hem sizin hem de kendilerinin ırz ve namuslarını
korumaları konusunda bir korkunuz varsa. Tabii bütün bu konularda erkek de
serkeşlik yaparsa aynı durum onun için de geçerlidir. Aynı yanlışı yapan erkekse
o zaman aynı şeyler onun için de yapılacaktır. Peki ne yapılacakmış böyle bir
durumda?
Onlara vazedip öğüt verin. Evet böyle
durumdaki kadın ve erkeklere ilk önce yapılacak şey onlara önce öğüt verip
uyarmaktır. İşte bu, bu durumdaki kadınları ve erkekleri bu hastalıktan
kurtarmak için Rabbimizin tavsiye buyurduğu ilk tedavi yöntemidir. Onlara
Allah’tan korkmaları, Allah’ın yasalarına saygılı olmaları hatırlatılarak
nasihatte bulunulacak. Eğer bu yöntem fayda vermişse ikinci usule adım
atılmayacaktır. Ama bu birincisi kâr etmezse o zaman ikinci
kademede:
Onların yataklarını ayırın. Evet
onların yataklarının ayrılması söz konusu olacak. Allah diyor ki yatakta
onlardan uzak durun. Aynı odada, aynı yatakta yatmakla birlikte onlarla cinsel
ilişkide bulunulmayacak. Aynı yatakta sırtınızı dönüp yatın, onlarla konuşup,
oynaşıp sohbet etmeyin. Dikkat ederseniz yataklarınızı ayırın, yahut da
yatak-larınızdan uzak durun denmemiş de, yataklarınızda onlardan uzak durun
denmiş. Aynı yatakta kadınla ilgilenmemek psikolojik olarak ona çok ağır
gelecektir. Bu durum onun ağırına gidecek ve uslanacaktır. Eğer bu yöntem de
kâr etmemişse o zaman üçüncü kademede Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
Sünnette iz bırakmamak, yüzüne vurmamak
ve takbih edip izzeti nefsini kırıp dökmemek kayd u şartıyla kadının
dövülebileceği sınırlandırılmıştır. Ama unutmamalıyız ki bu dövme işi üçüncü
merhalede olacaktır. Birinci ve ikinci merhalede Rabbimizin anlattığı yöntem
uygulanmadan direkt dövmek caiz değildir. Bir suç işleyince hemen dövmeye
kalkışmak caiz değildir.
Bugün kâfir ve müşrik dünya
Müslümanları sorgularken diyor-lar ki bu Müslümanlar vahşi insanlardır, kaba ve
barbardırlar bunlar. Çünkü bu Müslümanlar hanımlarını dövüyorlar. Bu din de
onun müntesipleri de işte böyle vahşi insanlardır demeye çalışıyorlar. İslâm’ın
kadınlar için de erkekler için de ayrı cezaları vardır, meselâ ölüm cezaları
vardır diyerek İslâm’ı ve Müslümanları çok kötü bir şekilde karikatürize etmeye
çalışıyorlar hainler. Böylece Allah’ın dinini gönüllerden düşürmeye
çalışıyorlar. Halbuki kimse kimseyi dövmemelidir, kimse kimseyi öldürmemelidir,
kimse kimseye vurmamalı, haksızlık etmemelidir diyorlar. Halbuki kendileri
sürekli dövüyorlar, sürekli öldürüyorlar ve zulmediyorlar alçaklar.
Şu anda tüm dünyaya çok çağdaş
ülkeler diye takdim ettikleri Amerika’sını, Almanya’sını, İngiltere’sini,
Rusya’sını herkes biliyor. Demokrat dedikleri, insancıl dedikleri, adâletin,
eşitliğin, insanlığın be-şiği dedikleri ülkeleri gözlemleyin. Gerek sosyal
hayatlarında, gerek caddelerinde, gerek hapishanelerinde, nezarethanelerinde
polislerin, askerlerin nasıl zalimce davrandıklarını göreceksiniz. Tüm dünyanın
gözleri önünde nasıl insanları öldürdüklerini, nasıl zulmettiklerini, nasıl
yargısız infazların yapıldığını görürsünüz. Bunlar sadece televizyon-lardan ve
filmlerinden intikal edendir. Bir de içlerine gidip de bizzat işlenenleri
görseniz aklınız durur.
Üç merhale anlatıyor Rabbimiz. Ama
tabii bunların üçünün de aynı anda yapılması gerekmeyebilecektir. Yâni birinci
merhalede sonuç alınmışsa ötekilere gerek kalmayacaktır. İşte bunlar bizi
bizden iyi bilen, bizi bizden daha çok düşünen, bize bizden daha merhametli olan
Rabbimizin bizim mutluluğumuz için koyduğu yasalarıdır. Ve bu, bir iman
meselesidir. İster bunlara aynen iman eder mü’min olursunuz, isterse reddeder
kâfir olursunuz. Bu sizin probleminizdir.
Bize gelince biz aynen Rabbimizin
dediklerinin doğruluğuna iman ediyoruz. Kâfir ve müşrik dünya karşısında asla
komplekslere kapılmadan Rabbimizden gelenlerin hak olduğuna iman ediyoruz.
Kur’an ve sünnet doğrultusunda bir eğitimden geçmemenin, Allah’ı ve peygamberi
tanımamanın verdiği cehalet ve sıkıntı ile kâfir ve müşrik dünyanın saldırıları
karşısında Müslümanlığımızdan eziklik duyanlardan olmayalım inşallah.
Yâni kâfir ve müşrik dünyanın
empoze etmeye çalıştığı efendim, işte İslâm’da kadın hakları şöyledir, erkek
hakları böyledir, mîras şöyledir, evlenme boşanma böyledir diyerek yaptıkları
alçakça saldırılar karşısında aşağılık duygusuna kapılarak Allah’ın kitabını ve
Resûlünün sünnetini değiştirmeye hiçbir zaman hakkımızın olmadığını bilelim.
İşte çok rahat baş vuran herkesin anlayabileceği biçimde Kur’an nasları
ortadadır. Peygamberimizin uygulamaları ayan beyan ortadadır.
Öyleyse başka yerlerde hak
aramaya, hukuk aramaya gerek yoktur. Tıpkı Allah düşmanı bu yahudi ve
hıristiyanların yaptıkları gibi Allah’ın kitabını ve peygamberin sünnetini
tahrif etmeye kimsenin hakkı yoktur. Zaten bunların tek dertleri budur. İsterler
ki sizler de kendileri gibi kitabınızı değiştirip, peygamberinizin yolunu tahrif
edip kendileri gibi sapıklığa düşesiniz, kendileri gibi kâfir
olasınız.
Eğer aldığınız bu tedbirler,
uyguladığınız bu yöntemler sonu-cunda o kadınlar uslanıp ta size itaate,
Allah’ın yasalarına iaate yönelirlerse artık onlar üzerine bir yol aramayın.
Yâni artık onlara eziyet et-meyin, onlara iyi davranın. Unutmayın ki Allah Âlî
ve Kebirdir. Allah çok yüce ve çok büyüktür.
Arkadaşlar âyetin sonunda gelen bu
ifadeler, Allah’ın günde-me getirdiği bu isimleri, bu sıfatları gerçekten
erkeklere çok büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Hanımlarına karşı haksız yere
zulmeden, onlara insanca davranmayan erkeklere çok büyük bir tehditte bulunuyor
Rabbimiz. Burada kendisinin çok âlî, çok yüce ve büyük oluşunu hatırlatması
erkeklere şunu ihsas ettirmesi içindir: Ey erkekler! Ey kocalar! Eğer şu anda
Rabbinizin yaratışı gereği, Rabbinizin takdiri gereği fiziksel yönden
kadınlardan üstün olduğunuz için onlara zulmetmeye kalkışırsanız, unutmayın ki
Rabbinizin size Kâdir oluşu, sizin onlara kadir oluşunuzdan daha yücedir.
Rabbinizin size güç yetirme-si, sizin onlara güç yetirmenizden daha üstündür.
Onun için sakın ha Allah’ın size verdiği gücünüze kuvvetinize güvenerek
kadınlarınıza zulmetmeye, hayatlarını burunlarından getirmeye kalkışmayın.
Allah’-ın bu tehdidinden korunmak için onlara insanca muamele edin. Onların da
insan olduklarını unutmayın.
Unutmayın ki şu anda siz o kadınların
üzerindeyseniz, sizin üzerinizde de Allah vardır. Efendileri olarak
kadınlarınızdan Allah’a ve kendinize itaat isteyen sizler kendi efendiniz olan
Allah’a ne kadar itaat ettiğinize bir bakın. Sizler efendiniz olan Allah’a nasıl
davrandığınıza bir bakın da efendisi olduğunuz kadınlarınızdan kendinize o tür
davranışlar bekleyin. Unutmayın ki sizler efendinize ne kadar itaat ediyorsanız
kadınlarınız da size ancak o kadar itaat edeceklerdir.
Öyleyse kadınlarından, çocuklarından
kendilerine itaat bekleyen babalar ve kocalar, efendileri olan Allah’a
itaatlerini artırmalıdırlar ki berikilerden itaat beklemeye hakları olsun. Bir
de sizler efendinize karşı kusurlar işleyip de özür dileyip tevbe ettiğiniz
zaman, efendinizin size olan af ve mağfiret tavrına bakın da sizler de efendisi
olduğunuz kadınlarınızın özürlerini, kusurlarını aftan yana, örtmeden yana
olun. İşte Rabbimiz anlayabildiğimiz kadarıyla bunları diyor bu âyetinde
bize.
Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz her
türlü tedbire baş vur-malarına rağmen yine de aralarında anlaşma sağlanamamış
bir aile probleminin çok güzel bir çözüm önerisini
anlatacak:
35.“Karı kocanın arasının açılmasından
endişelenirseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem
gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur.
Doğrusu Allah her şeyi bilen ve haberdar
olandır.”
Eğer karı kocanın aralarının
açılmasından korkarsanız. Yâni diyelim ki bir kadınla kocası kendi aralarında
anlaşamayarak problemli bir duruma düştüler. Birbirlerini çekemeyecek,
birbirlerine tahammül edemeyecek bir duruma geldiler. Birliktelikleri
birbirlerine huzur ve sükun yerine ıstırap verecek noktaya geldi ve işin en
önemli yönü, bu beraberlikleri Allah’a kulluklarını ters yönde etkilemeye
başladı. İşte böyle bir durumda bu problemi çözecek Allahça bir çözüm yolu, bir
imkân var. Ama onu söylemeden önce bir noktaya dikkat çekeyim inşallah.
Arkadaşlar, genelde bizim
toplumda bu konudaki Allah ve Resûlünün tavsiyeleri pek uygulanmaz. Bizim
toplumda Allah ve Resûlünün emirleri bilhassa bu karı koca kavgalarında en
sonda hatırlanır. Karı koca aralarında bir kavga, bir anlaşmazlık baş gösterdiği
anda bunu hemen kendi ailelerine aktarıp birbirlerine olmadık hakaretlerde
bulunmaya, birbirlerine zulüm etmeye başlarlar. Bu çok yanlış bir şey-dir. Bakın
Rasulullah Efendimiz bir hadislerinde buyurur ki:
“Kadın veya erkek kesinlikle
birlikte yaşadıkları karı koca hayatını, cinsel ilişkilerini kimseye
anlatmasın.”
Evet bu böyledir. Bu iş
mahremdir. Ama görüyoruz ki karı koca arasında şu veya bu şekilde bir
anlaşmazlık çıkmışsa, yâni erkek ve kadın olarak Allah’ın istediği bir hayatı
gerçekleştirmek üzere kurdukları sıcak bir aile yuvasında güzel güzel yaşayıp
giderlerken bir problemleri çıkmışsa. Neden çıkar bu problemler? Neden bozulur
bu sıcak ilişki? Eh olabilir, Müslüman bir toplumda da, Müslüman bir ailede de
bu olabilir, hayat budur, insanlar budur. Böyle problemler çıktığı zaman da
insanlar iki tür yanlış yapıyorlar. Birincisi az evvel ifade etmeye çalıştığım
gibi bu konuda Allah’ın çözüm önerisine bakmadan hemen birbirlerine veryansın
etmeye başlıyorlar.
Bazen bunun tamamen aksine karı
koca aralarındaki bu problemleri yutmaya, içlerine atmaya ve hiç kimseye
açmamaya çalışıyor-lar. İçlerinde bir sır olarak kalıp gidiyor. Bu da çok
yanlıştır. Çünkü iki tarafın da problemleri çözüme kavuşturulmadan bir sır
olarak kendi içlerinde kalınca probleme çözüm de bulunamıyor. Koca bir
problemin içinde, kadın bir yanlışın ve çözümsüzlüğün içinde, erkek kendi
kendine problemi büyütüyor, kadın kendi kendine handikaplara giriyor. Ne erkek
kendi velîsine, kendi büyüklerine, dostlarına açıyor, ne de kadın velîsine veya
Müslümanların velîsine açıyor. Kendi kendile-rine, kendi aralarında çözüm
bulsalar neyse, ama onu da yapamıyor-lar, sonra problem büyüyor, büyüyor, bir
haftalık evliliklerinde az olan, ama bir aylık olduklarında çoğalan, bir senelik
olduklarında had safhaya ulaşan problem bu sefer öyle bir noktaya geliyor ki
artık çözüm-lenemez hale geliyor. Kadın ayrılıktan dem vurmaya, koca
boşanma-dan bahsetmeye başlıyor.
Yâni belki ilk günlerde çok basit
çözümlenebilecek bir proble-mi sır haline getiriyorlar, kimseye açmıyorlar ama
sonunda problem büyüye büyüye ailenin dağılmasına sebep oluyor. Bu gerçekten çok
kötü bir şeydir. Buna hiçbirimizin hakkı yoktur. Çünkü bu sadece ferdi bir olay
değildir. Unutmamalıyız ki bu tür bozukluklardan İslâm toplumu, İslâm ailesi
yara almaktadır. Toplumu yaralamaya, toplumu rencide etmeye kimsenin hakkı
yoktur.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar, bu
konuda Rabbimiz ne diyor? Bu konuda örneğimiz nasıl bir yol tarif ediyor ona bir
bakalım. Gelin çok mahrem olmayan ki elbette onları da anlatabilecek akrabalar
bulunur problemlerimizi İslâm’ın anlatmaya müsaade ettiği bir biçimde ki bunu
Rasulullah Efendimizin uygulamalarından, sahâbenin hayatından öğreneceğiz
onların anlatabildikleri kadarıyla problemlerimiz en küçük şeklindeyken
anlatabileceklerimize anlatalım ve Rabbimizin şimdi okuyacağım çözüm önerisine
havale edelim inşallah.
Böyle bir problem anında erkek
tarafından bir hakem seçin, kadın tarafından da bir hakem seçin. Her iki
taraftan da birer hakem seçip gönderin. Bu hitap aralarında problem bulunan karı
kocaya, onların ailelerine, velîlerine olduğu gibi aynı zamanda tüm
Müslümanla-radır da. Eğer onların aralarına giren bu anlaşmazlıktan dolayı
birbirlerine düşmanlık ederek ayrılmalarından, boşanmalarından korkarsa-nız o
zaman her iki taraftan da birer hakem gönderin diyor Rabbimiz. Karı kocanın
tensip edecekleri, ya da ailelerinin kabullenecekleri, görevlendirecekleri
birer aracı gönderin.
Eğer bu hakemler samimi bir niyetle
arayı düzeltmeyi murad ederlerse Allah da onların aralarında başarı
sağlayacaktır. Yâni eğer bu aracıların her ikisi de samimi bir niyetle karı
kocanın aralarını ıslah etmeyi düşünürlerse, buna sa’y ederlerse Allah da
onların bu samimi niyetlerinden ve hasbi çabalarından ötürü karı kocanın arasını
bulacaktır, kalplerini birbirlerine kaynaştıracak, aralarına sevgi ve muhabbet
koyacaktır.
Veya bunun bir başka mânâsı eğer
bu hakemleri seçerken, gönderirken karı koca samimi bir niyetle aralarının
ıslahını murad ederlerse, barışmayı, bir araya gelmeyi arzu ederlerse Allah
onların kalplerini birleştirip barışmalarında başarı lütfedecektir. Veya âyetin
bir başka mânâsı da, eğer bu hakemlerden her ikisi de bu konuda âdil davranmayı
ve tarafları birleştirmeyi niyetlerine alırlarsa Allah her iki hakemin de
kalplerini birleştirecek, yâni onları sözbirliği ettirecektir ve arzulanan şey
gerçekleşene kadar Allah onların yardımında olacaktır.
Evet iki hakem seçilecek ve bu iki
hakem durumu araştıracaklar. Her iki tarafa da, kadına da, erkeğe de nasihat
edecekler. Her iki tarafa da sorumlulukları, hakları ve görevleri
hatırlatılacak. Cennet ve cehennem anlatılacak. Karı koca arasında Allah’ın
koyduğu hukuklar anlatılacak ve her iki tarafın da bunlara uyması istenecek.
Yâni gerçekten şu anda öyle bir toplum içinde yaşıyoruz ki ne erkeklerimiz
Allah’ın erkek hukukundan haberdar, ne de kadınlarımız kadın hukukundan
haberdar. Ne erkeklerimiz Allah yasalarını biliyorlar ne de kadınlarımız.
Gerçekten garip bir toplum. Kadınlarımız ve erkeklerimiz doğru dürüst bir aile
yaşantısını bile bilmiyorlar. Bir aile içinde gusül, abdest, namaz gibi
Müslümanlığın olmazsa olmaz vecibelerinden bile habersiz bir toplum içindeyiz şu
anda.
Yâni böyle bir toplum içinde
belki erkek karısından Allah’ın ve peygamberinin istemediği şeyleri isteyerek
ona zulmediyor. Veya belki de kadının erkeğinden beklediklerinin İslâm’la uzak
ve yakından hiç bir ilgisi yoktur.
Veya meselâ erkeğin karısından
istedikleri çok meşru şeylerdir de ama kadıncağız İslâmî bir eğitim almadığı
için, İslâm’ın temel kaynaklarından habersiz büyüdüğü, ailesinden, ya da
geleneklerden öğrendiği, ya da içinde bulunduğu toplumun kendisine empoze ettiği
değer yargılarıyla kocasının son derece meşru isteklerine şiddetle karşı
çıkmaktadır.
Veya aynı durumda karısının
kendisinden beklediği son derece meşru bir hakkına karşı erkek erkekliğinin
gururuna kapılarak, kazaklık mı? Yoksa süveterlik mi? diyorlar, işte öyle
yaparak veya ailesinden, toplumundan aldığı İslâm dışı bilgilerle kadının en
haklı isteklerine karşı geliyor. Ama kadınlarımız da erkeklerimiz de birlikte
bir vahiy eğitimine teslim olurlarsa, kadın da erkek de kendi haklarını ve
sorumluluklarını bilecek noktaya gelirlerse o zaman bu problemler elbette
azalacaktır.
Ama yine de birtakım problemler çıkacak
olursa o zaman da işte bu hakem hadîsesine başvurulacaktır. Böylece eğer kadın
ve erkek birleşmeyi murad ederler ve de kadın ve erkeğin birer parçası
konumunda olan bu akraba hakemler samimiyetle onların arasını ıslah etmeyi
düşünürler ve buna sa’y ederlerse Allah yardımcı olacaktır. El-bette bu hakemler
durumu araştıracaklar, karı kocadan her ikisini de dinleyecekler, hangi tarafın
suçlu olduğunu veya suçsuz olduğunu anlayacaklar, problemin derinine inerek ne
olduğunu ortaya çıkaracaklar ve bir karar verecekler. Onun içindir ki bu
hakemler akrabalardan seçiliyor. Zira onların iç hallerine muttali olabilecek
olanlar onların akrabaları olacaktır.
Evet hakemlerin araştırmaları
sonucu verdikleri karar her ki taraf için de bağlayıcı olacaktır. Gerek bu karı
kocanın yeniden birleştirilmeleri konusunda, gerekse artık bu evlilikte bir
hayır kalmadığı kanaatine varmaları halinde boşanmaları konusunda verdikleri
karara her iki tarafın da uyma zorunluluğu vardır.
Meselâ araştırmaları sonucunda
eğer bu hakemler erkeğin suçlu olduğunu tespit etmişlerse hemen o kadını ondan
ayırırlar ve erkeğe o kadına nafaka ödemesini emrederler. Yok eğer suçlunun
kadın olduğunu tespit etmişlerse o zaman o kadını kocasına itaate zorlarlar,
aksi takdirde onu nafakadan mahrum ederler. Eğer karı koca olarak taraflardan
herhangi birisi bu hakemlerin kararına uymayacak olursa, karara uyan uymayana
varis olurken, uymayanın uyana veraseti geçersiz hale gelir.
Unutmayın ki Allah karı kocadan her iki
tarafın da birbirlerine nasıl davrandıklarını, hangi niyeti taşıdıklarını
bildiği gibi, hakemlerden her birinin de ne istediğini, nasıl bir niyet
taşıdığını, onları birleştirmek için mi? Yoksa ayırmak için mi sa’y ettiğinden
haberdardır. Karı kocadan ve hakemlerden hangisinin zalim, hangisinin âdil
olduğunu bilmektedir Allah.
36. “Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi
ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya,
uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan
kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette
sevmez.”
Bu bölümde Allah’ın bu kadar âyetini
duyan kullarına Rabbi-mizden genel bir dâvet, bir çağrı geliyor. Ey kullarım!
Haydi öyleyse Allah’a kulluk yapın. Hayatınızın tümünde, 24 saatinizin
tamamında, evlenmenizde, boşanmanızda, mîrasınızda, alışverişinizde,
hukukunuzda, eğitiminizde, yemenizde, içmenizde, giyinmenizde, kuşanmanızda,
sevmenizde, küsmenizde, itaatinizde, isyanınızda, kadınlığınız-da,
erkekliğinizde, babalığınızda, evlâtlığınızda sadece Allah’ı dinleyin. Sadece
Allah’ın yasalarını uygulayın. Sadece Allah’ın gösterdiği gibi hareket edin.
Allah’a hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, hiçbir kurumu, hiç bir müesseseyi ortak
koşmayın. Hayatınızı parçalamadan yana olmayın. Hayatınızı parçalara ayırıp o
parçalardan bir bölümünde Allah’ın, öteki bölümlerinde de başkalarının
yasalarını uygulayarak şirke düşmeyin. Namaz konusunda Allah’ı, hukuk konusunda
başkalarını dinleyerek şirke düşmeyin. Oruç konusunda Allah’ın yasalarını,
kılık kıyafet konusunda başkalarının yasalarını uygulayarak müşrik olmayın.
Anaya babaya karşı da muhsin davranın.
Anaya ve babaya karşı ihsanda bulunmak, muhsin davranmak ana baba karşısında
Allah karşısında olma şuurunu taşımak demektir. İhsan neydi? İhsan Allah’ın her
an bizi gördüğü şuuru içinde olmaktı değil mi? Yâni kişinin yaptığını Allah
huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır ihsan.
Öyleyse bakın burada hem anaya
babaya itaat isteniyor bir anlamda, ama ana babaya itaat ederken, itaat
ortamında da Allah karşısında olma şuurunu kaybetmememiz isteniyor. Onlar
bizden bir şey isterken Allah huzurunda olduğumuzu unutmayacağız. Bu işi
yaparken Allah kontrolünde olduğumuzu hep hatırımızda canlı tutaca-ğız. Yâni ya
Rabbi! Sen bana anana şöyle davran dedin diye yapıyo-rum bunu! Babana böyle yap
dedin diye böyle yapıyorum! diyerek hem Allah huzurunda olacağız, hem de onlara
itaat edeceğiz.
Yâni anamız babamız bizden bir
şey istedikleri zaman o anda Allah huzurunda olma şuuru içinde önce Rabbimize
dönüp bir soracağız. Ya Rabbi! Şu anda babam, anam benden bir şey yapmamı
isti-yorlar. Ne yapayım? Nasıl davranayım? Sen bunların benden
istedik-lerinden razı mısın? Eğer Allah razıysa tamam yapacağız. Allah
huzurundayız ya. Her şeyimizle onun kontrolü altındayız ya.
Ama eğer onların bizden
istedikleri Allah’ı gücendirecek, kızdıracak veya gazabını gerektirecek noktaya
ulaşmışsa da o zaman onlara itaat etmeyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz.
Anamız babamız da olsalar dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah huzurundayız
ya. Allah kontrolündeyiz ya. Ne yapacaksak, nasıl yapacaksak onun rızasını
aşmayacak şekilde yapmak zorunda olduğumuzu asla
unutmayacağız.
İşte ihsan budur. İşte Muhsin
budur. Ana baba karşısında Allah huzurunda olduğunun bilincinde olmak. Biz tüm
hayatımızda, zamanın tümünde, mekanın tamamında hep Allah huzurunda, Allah
murakabesinde bulunmaktayız. Bir an bile bizden gafil değildir
o.
Dikkat ediyorsanız itaat değil, ihsan
isteniyor bizden. Âyet-i kerîmede anaya babaya itaat edin denmiyor da ihsanda
bulunun deniyor. Yâni ananız babanız karşısında Allah huzurunda olduğunuzu
u-nutmayın deniyor. Bir kere varlık sebebiyle anamız babamız itaate lâyıktır.
Çünkü annemiz babamız bizim sebebi vücudumuzdur. Yâni an-nemiz babamız bizim
varlığımıza sebep mi? Tamam onlara itaat edeceğiz. Bunun için anamızın babamızın
iyi bir Müslüman olmaları şart değildir. Onlar bizim babamız anamız mı? Tamam
onlara itaat şarttır. Bu mutlak bir ölçüdür. Çünkü onların itaate hak
kazanmaları bizim a-namız babamız olmalarıdır. Bunun için iyi bir Müslüman olup
olmamaları önemli değildir.
Ama eğer anamız babamız bizden
Allah’ın istemediklerini istemeye kalkışmışlar ya da bizi Allah’a isyana,
Allah’a şirk koşmaya zorlamışlarsa o zaman Allah huzurunda olma şuuru içinde
onları dinlemeyecek, onlara itaat etmeyeceğiz. Ama bizi şirke düşürmeyecek,
bizim Müslümanlığımızı etkilemeyecek, bizi Allah’la çatışır hale getirmeyecek
dünya işlerine gelince dünya işlerinde de onlarla iyi geçineceğiz. Dediklerini
gücümüz nisbetinde yapmaya çalışacağız. Çünkü bakın Lokman sûresi der
ki:
“Eğer anan bana seni körü körüne bana şirk
koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerinde de maruf veç hile
onlarla geçin.”
(Lokman:
15)
Evet dünya işlerinde onlarla iyi
geçineceğim ama itaat derken benden şirk isterlerse o zaman ben yan çizeceğim,
yok kabul edeceğim, dinlemeyeceğim, duymayıvereceğim, anlamayıvereceğim,
unutuvereceğim. Ama ısrar ederlerse engel koyacağım. Çünkü ben o anda Allah
huzurundayım, önce Rabbimin hatırını düşüneceğim. Onları putlaştırarak, Allah’a
ters düşen arzularını yerine getirerek Rabbimi küstürmeyeceğim. Yâni anam, babam
illa da bizim dediğimiz olacak diyerek enaniyetlerini putlaştırma noktasına
vardırmışlarsa o zaman onları dinlemek şöyle dursun, onların bu zulümlerine
engel olmaya da çalışacağız. Çünkü onların bu hareketleri kendilerini Rab
makamında görmelerinden ötürü bir zulümdür.
Öyle olunca da artık burada konu
anneye babaya itaat konusu değil, annenin babanın kötülüğüne engel olma
konusudur. Evet ana balarımıza karşı iyi davranmamızı istiyor Rabbimiz. Onlarla
birlikte onların hukukuna riâyet ederek Allah’ın istediği şekilde bir hayat
yaşamamızı istiyor.
Allah korusun da şu anda içinde
yaşadığımız toplum tıpkı kâfir dünyada olduğu gibi sadece karı kocanın birlikte
yaşadıkları bir aile ti-pine dönüştü. İslâmî aile tipi dağılıp ana baba ile ilgi
hemen hemen kesildi. Kadın ve erkek tıpkı yahudi ve hıristiyan dünyada olduğu
gibi ana babayla irtibatlarını kesip, hattâ çocuklarıyla bile ilgilerini koparıp
materyalistçe bir hayat yaşamaya, hayatlarını kimseyle paylaşmama-ya başladı.
Hattâ kimileri, kimi karı kocalar materyalist bir felsefeyle birbirlerine bile
tahammül edemeyerek, birbirleriyle bile irtibatlarını ke-serek yine batıda
olduğu gibi, müşrik aile düzeninde olduğu gibi ayrı ayrı bir hayatı yaşıyorlar.
Gelin ey Müslümanlar, Rabbimizin
bize en uygun olarak gönderdiği yasalarına kulak verelim. Rabbimizin istediği
bir hayatı yaşamaya çalışalım. Anne babayla, dede nineyle, çoluk çocukla, karı
kocayla mutlu bir hayat yaşayalım. Akrabalarımızla ilgimizi kesmeyelim.
Kâfirce, materyalistçe bir anlayışla akrabalarımızı çok kötü bir durum-da
bırakmayalım. Asla kâfirler gibi ben merkezli bir hayat yaşamaya-cağız. Benim
ekonomik gücüm var, benim siyasal gücüm var, benim hocalığım, hacılığım var,
benim çevrem, kredim var, benim kimseye eyvallahım yoktur, ben kendi dünyamı
yaşarım, diyerek kendi kendimize bir hayat yaşamadan yana olmayacağız. Bizim
yaşadığımız hayatta babamız olacak, anamız olacak, dedemiz olacak, ninemiz
olacak, çocuklarımız olacak, hattâ fakir fukara garibanlar olacak. Bir
ek-meğimiz varsa, yarım ekmeğimiz varsa onlarla birlikte yemek
zorundayız.
Akrabaya karşı da ihsanda
bulunun. Akrabaya iyilikte bulunmak ta aynı mânâlara gelmektedir. Malla,
lisânla, bilgiyle onları cennete götürmeye çalışın demektir. Akrabalarınızı
kendi hallerine bırak-mayın ve sürekli onlarla görüşerek hak yolda olmalarını
sağlayın demektir. Onlara emr-i bil’ma’ruf yaparak, kitap sünnet duyurarak,
onlarla ilgiyi kesmeyerek onları cennet yolunda tutun demektir. Onları Allah
dinine aboneler yapın demektir. Onları cehennemden koruyabilmek için elinizden
geleni arkanıza bırakmayın demektir.
Yetim ve miskinlere de ihsanda
bulunun. Yâni sûrenin evvelinde de ifade buyurulduğu gibi yetim ve miskinler
karşısında da Allah huzurunda olduğunuzu unutmayın. Onlara davranışlarınızı
huzurunda bulunduğunuz Rabbinizin istediği gibi ayarlayın. Onlara karşı
yaptıklarınız da Allah’a lâyık şeyler olsun. Onlara karşı Rabbinizi küstürecek
tavırlardan kaçının.
Yâni yetimlere, toplumda analı
babalı olanlar gibi bir dünyada yaşatılmaları konusunda ihsanda bulunun. Sanki
toplumda kendilerini analı babalılar gibi hissedecekleri bir hayat sunup
yaralarını sarmadan, işlerini görmeden yana olun. Miskinlerin de toplumda
paralı pullu olanlar gibi yaşatılmalarını sağlamak üzere ihsanda bulunun onlara.
Yediğinizden yedirip giydiğinizden giydirip onların huzurlarını sağlamaya ve
onları kendi hayat standartlarınıza çıkarmaya gayret edin di-yor Rabbimiz.
Yâni eğer yetimleri analı
babalılar gibi yaşatamayacak olursak kendimiz yetimler gibi bir hayat yaşamaya,
fakirleri de paralılar gibi bir hayata ulaştıramazsak kendimiz fakirler gibi bir
hayat yaşamaya yönelmek zorundayız. Çünkü unutmayın ki bizler onlara karşı
yaptıkları-mız konusunda Allah huzurundayız. Allah ne yaptığımızı her an
gör-mektedir.
Yakın komşuya, uzak komşuya,
yanınızdaki arkadaşa, yolcu-ya ve elinizin altında bulunan kimselere de iyilik
edip ihsanda bulunun.
Yakın komşu, ya kapı dibi
komşudur, ya da akrabalığı olan komşudur. Uzak komşu da ya evi uzak olan
komşudur, ya da akrabalığı olmayan komşudur. Yakın arkadaş ya kişiye en yakın
olan, en yakın hayat arkadaşı olan eşidir, ya da yolculukta arkadaş olan
kişidir veya kendisinden ilim öğrenilen, kendisinden ilim öğrendiğimiz ve
kendisine ilim öğrettiğimiz kimsedir. Veya bir ilim meclisinde kendisiyle
birlikte oturduğumuz kimsedir. Uzak komşu hakkında kimileri kişinin yahudi ve
hıristiyan olan, kâfir olan komşularıdır da demişler. İşte komşularımızla
ilişkilerimizde de muhsin davranıp Allah huzurunda olduğumuzu
unutmayacağız.
Evet Rabbimizin
beyanıyla:
1- Akraba olan mü’min komşuya,
2- Akraba olmayan mü’min komşuya,
3- Kâfir komşuya ihsanda
bulunacağız. Müslüman ve akraba olan komşunun komşusu üzerinde üç hakkı vardır.
İslâm kardeşliği hakkı, akrabalık hakkı ve komşuluk hakkı. Müslüman olup da
akrabalığı olmayan komşunun da iki hakkı vardır. Bir din kardeşliği hakkı, iki
komşuluk hakkı. Kâfir olan komşunun da komşusu üzerinde sadece komşuluk hakkı
vardır. İşte bütün bu haklara riâyet ederek onları cennete kazandırma kavgası
vermek zorundayız.
Komşu hukuku ve komşunun
tanımıyla ilgili sorular soruldu)
Tamam, biraz daha söz edelim bu
konuda. Çünkü gerçekten komşularımıza karşı Allah’ın istediği davranma ve ihsan
konusunda bugün hepimiz çok yaya ve yavanız. Ailemizden
sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü
günlerimizde şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir.
Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen
halleri gizleme birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın
almada öncelik hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve
sorumlulukların kaynağım teşkil etmiştir. Komşu deyiminin kapsamı ile ilgili
olarak Hz. Ali (r.a) çevrede "sesi işitilenlerin" komşu olduğu görüşündedir. Hz.
Aişe (r.a) da her taraftan kırk evin komşu olduğunu ve bunların komşuluk hakkına
sahip bulunduklarını bildirmiştir. Ayrıca, komşu tabiri, hiç bir ayırım
yapılmadan, müs-lüman-kâfir, âbid-fâsık, dost-düşman,
yerli-misa fir,
iyi-kötü, yakın-u-zak bütün komşuları içine alır.
(Tecrid-i
Sarih Tercümesi, XII, 130)
Hz.
Peygamber: "Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi. Bu
sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim"
(Buhârî,
Edeb, 28)
"Şerrinden
komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü'min olamaz"
(Buhârî,
Edeb, 29)
“Mü'minin,
kendi nâil olduğu nimetlere diğer mü'min komşularının da nâil olmasını, kendisi
için istemediği şeyleri mü'min komşusu için de arzu etmemesi
esastır”
(Buhâri,İman,5)
Bu prensipten hareket edilince komşu komşuyu
rahatsız ede-mez. Burada, herkese uygulanabilen objektif bir ölçü sunulmuştur.
Görüntü yaparak veya balkon, saçak vb. yapılarla komşunun arsasına taşarak zarar
veren kimse, aynı davranış kendisine yapılsa razı ol-mayacaksa, kalbine
danışarak doğruyu bulabilecektir. Allah Resulü bu ölçüyü
Vâbisa
(r.a)'ya hitap ederek şöyle açıklamıştır: "Ey Vâbisa
insanlar sana fetvâ verse bile bir de kalbine danış. Birr (iyi, güzel olan şey),
yaptığın zaman kalbini rahatlatan, günah ise kalbini rahatsız e-den şeydir"
(Dârimi,
Büyû', 2)
Komşusunun,
kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabeye Hz. Peygamber (s.a.s)
şöyle cevap vermiştir: "Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse
cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım
edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden
yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin, ya
da pişirdiğinden ona da ver"
(Y.Kandehlevi,
Hayâtü's-Sahâbe, III, 1068).
Bu
hadisin ışığında komşularımıza karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizin
neler olduğuna gelince: Komşularımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmalı,
onlarla karşılaştığımızda selamlaşmayı, hâl hatır sormayı, neşe ve kederlerini
paylaşmayı ihmal etmemeliyiz. Sağlık ve
hastalıklarında, üzüntü ve sevinçli anlarında, düğün ve bayramlarda kendilerini
ziyaret etmek, onlardan biri vefat etmek, onlardan biri vefat ederse yakınlarına
başsağlığı dilemek, kendilerine destek olmak, cenazenin kaldırılmasında yardımcı
olmak, dâvetlerini kabûl etmek, çocuklarını kendi çocuklarımız gibi sevmek,
koruyup gözetmek de komşuluk görevlerindendir. Peygamberimiz: "Allah'a ve âhiret
gününe iman eden komşusuna iyilik etsin"
(Buhârî,
Edeb, 31)
Allah
katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi
davrananıdır"
(Buhârî,
İman, 31)
Komşularımıza
ikramda bulunmak dâ ahlâkî görevlerimizdendir. Rasûlullah (s.a.s): "Allah'a ve
âhiret gününe iman eden komşusuna ikramda bulunsun" demiştir.
(Buhârî,
Edeb, 31)
Yine
Peygamber "Ya Ebâ Zerr! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çoğalt ve komşularını da
unutma," tavsiyesinde bulunmuş, ayrıca "Komşusu açken tok olarak yatan kimse
bizden değildir"
(Müslim,
iman, 74)
Fakir
ve muhtaç komşuların yardımına koşmak, gerekirse onlara maddi yardımda bulunmak,
ödünç para vermek, çalışabilecek durumda olanlara, geçimlerini sağlayacak bir iş
sağlamak müslüma-nın görevidir. Kimsesiz ve yaşlı komşularımızın, işlerini takip
etmek, yapmak veya yaptırma da çok güzel bir davranıştır.
(Ebû Dâvud, Zekât, 25)
“İbnü’s sebil” de yolcu olan
misa firdir. Yolcu olup da bize
uğ-rayan misa fire de iyi davranacağız.
Rasulullah Efendimizin başka hadislerinden öğreniyoruz ki
misa firlik üç gündür. Üç günden
sonrası ise sadakadır. Allah’a ve âhiret gününe iman eden her Müslüman
misa firini üç gün ağırlamak,
yedirmek, içirmek zorundadır. Bu, Müslüman olarak onun sorumluluğudur, ama
misa fir eğer üç günden fazla
kalmışsa o zaman onun ikramı kendisine sadaka sevabı olarak yazılacaktır.
Yolda kalmış ve kalacak, yatacak, yiyip içecek yeri olmayan mü’minlere ikram
etmek yardımda bulunmak farzdır. Bunu Rabbimiz Kur’an-ı Kerîmde anlatır. Hattâ
Buhârî ve Müslim’in Ukbe Bin Amirin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın
Resûlü şöyle buyurur:
“Eğer bir beldeye iner de o
beldedekiler size misa firlik hakkınızı vermezlerse
onlardan zorla bu hakkınızı alın!” Buyurmaktadır. Evet bu Allah’ın
hakkıdır, kim onu vermezse zorla ondan alınacaktır. Abdullah Bin Amir der ki:
“Misa firine ikram etmeyen kimse
Muhammed ve İbrahim (a.s)’dan değildir” der.
Elimizin altındaki kölelerimize,
câriyelerimize, hizmetçilerimize, memurlarımıza, işçilerimize de muhsin
davranacağız. Onlara yediğimizden yedirecek, giydiğimizden giydirecek,
güçlerinin yetmeyeceği yükler yüklemeyecek, doyumsuz olmayacak, kulluklarına
yardımcı olacak, cennet yollarını açacak, cehennem yollarına barikatlar
koyacak, bize yönelik hizmetleri aksamış olsa da, işimiz bozulsa da onları
Müslümanlaştırma derdini ön plana alacağız. Onların müslümanca eğitimleri için
imkânlar hazırlayacağız.
Âyetin devamında, Allah, kendini
beğenip öğünenleri elbette sevmez. Evet kim de kibirlenip yanındakileri insan
görmeyecek, onlara zulmedecek, tepeden bakacak olursa, bilesiniz ki Allah asla
onları sevmez. Allah böyle şımarıkları, böyle müstekbirleri asla sevmez.
37. “Onlar cimrilik ederler, insanlara
cimrilik tav-siyesinde bulunurlar, Allah'ın bol nîmetlerinden kendile-rine
verdiğini gizlerler. Kâfirlere aşağılık bir azap
hazırla-mışızdır.”
Cimrilik yapıyorlar. Allah’ın
kendilerine verdiklerini, babalarından, analarından, akrabalarından,
arkadaşlarından, komşularından, fakirlerden, yetimlerden,
misa firlerden
garibanlardan kıskanırlar. Ken-dileri cimrilik yaptıkları gibi başkalarına da
cimriliği emrederler. Elbette Allah’ı hesaba katmayan kişi O’nun mahlukâtını da
hesaba katmaz. Allah’ı kale almayan kişi elbette mahlukâtına hiç değer vermez.
Allah’a karşı sorumluluk duymayan kişi elbette kullarına karşı hiç sorumluluk
duymayacaktır. Allah’la iyi ilişki içinde olmayanın kullarla iyi ilişkiler
içinde olması elbette beklenemez.
Cimrilik, bencillik öyle kötü bir
hastalıktır ki, onun bulunduğu yerde ne kardeşlik, ne dostluk, ne cemaat, ne
yardımlaşma mümkün değildir. Eğer kalplerden hayır yapma düşüncesi silinir,
cimrilik yayılırsa hiçbir meşru hizmet görülmez. Cimriliğin hakim olduğu bir
ortamda cihad da yapılmaz. Cimriliğin hakim olduğu bir ortamda ne kadının
kadınlık görevlerini yapması, ne de babanın babalık görevlerini yerine getirmesi
mümkün değildir.
Bunun içindir ki Kur’an-ı kerimdeki
infak ve paylaşmayı tavsiye eden âyetlerin hemen hemen hepsinde cimrilikten
sakındırdığını gör-mekteyiz. Bakın
Teğâbûn sûresinin 16. âyetinde bu hususu anlatırken Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“Allah'a karşı gelmekten gücünüzün yettiği
kadar sakının, buyruklarını dinleyin, itaat edin; kendinizin iyiliğine olarak
mallarınızdan sarf edin; nefsinin tamahkârlığından korunan kimseler, işte onlar
saadete erenlerdir.”
(Teğâbûn
16)
Gücünüz yettiği kadar,
becerebildiğiniz kadar Allah’tan ittika edin. Takatiniz kadar Allah konusunda
takvalı olun. Allah’ın koruması altına girin. Allah’la yol bulun. Yolunuzu Allah
belirlesin. Hayatınızı Allah için yaşayın. Kendinizi Allah’ın beğenisine
harcayın. Eşinizi, oğlunuzu, kızınızı, malınızı Allah’ın istediği yerlerde
kullanın. Sahip olduklarınızın tümünü Müslümanlık yolunda tutun. Allah’ın helâl
ve haram sınırlarına riâyet edin. Allah’ın dur dediği yerde durun. Gücünüz
nispetinde Allah’tan ittika edin.
Dinleyin. İşitin, kulak verin
Allah’ın kitabına. Kulak verin Resû-l’ün
dâvetine. İtaat ediniz, okuyunuz, duyunuz, öğreniniz Allah’ın âyetlerini,
peygamberin dâvetini, sonra da uygulamak üzere itaat ediniz. İşitmeden, duymadan
itaat ettik diyenlerden olmayınız. İnfak ediniz. Hayatınızı paylaşmadan yana
olunuz. Allah’ın size verdiklerini Müslümanlara bol bol dağıtmadan yana olunuz.
İşte böyle yaparsanız, bilesiniz
ki bu nefisleriniz için hayır olur. Kim ki nefsinin cimriliğinden korunursa, kim
cömert olur, özveride bulunur, kardeşlerini kendi yerine koymayı becerebilirse,
kendisi muhtaç olduğu halde kardeşlerine verebilirse işte felaha erenler,
kurtuluşa erenler onlardır.
Kim ki sadece kendi menfaatini
düşünmez, sadece kendi dünyasını, kendi zevklerini düşünmeyip Müslüman
kardeşlerini de düşünürse, Rabbinin bir imtihan sebebiyle kendisine
verdiklerinden Müslüman kardeşlerinin evine de gitmesini isterse, kendi
zevkinden, kendi arzularından, kendi rahatından fedâkârlık yapmayı
becerebilirse, işte dünyada da ukbâda da kurtulanlar onlardır.
Rabbimiz, Allah’ın kitabına ve
Resûl’ünün sünnetine kulak veren, oradan aldığı emir ve yasaklara riâyet eden,
kendi nefsini cimrilik hastalığından kurtarıp sahip olduklarını Müslüman
kardeşleriyle paylaşmanın kavgasını veren kimseler kurtulanlardır, diyor. Yine
Âl-i İm-rân sûresinde de şöyle buyurulur:
“Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde
cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar,
bilâkis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyâmet günü
boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrası Allah'ındır. Allah
işlediklerinizden haberdardır.”
(Âl-i İmrân 180)
Müslim’de Cabir (r.a) dan Resûl-i Ekrem
efendimiz de şöyle buyurur: “Aman cimrilikten son derece sakının, zira
sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik, onları kan dökmeğe ve
haramı helâl tanımaya, sılayı rahmi kesmeye, akrabalarıyla alâkayı kesmeye
sürüklemiştir.”
“Cimriler, aldatıcılar, hainler cennete
giremezler.”
(Hakim,
Ebu Hureyre’den)
“İki haslet vardır
ki bunlar asla bir mü’minde top-lanmaz. Cimrilik ve kötü
huy.
(Tirmizî,
Ebu Said’den)
“Cimrilikle iman
bir kalpte toplanmaz”
(Nesâî)
Dikkat ediyor musunuz ifadeye?
Cimrilikle iman bir mü’minin kalbinde birlikte bulunamaz buyuruyor Allah’ın
Resûlü. Bir mü’min kalbinde iman varsa cimriliğe yer bırakmaz, cimrilik varsa da
imana yer bırakmaz. Gerçekten çok müthiş bir ifade.
Harcanması
gereken malı sarf etmekten kaçınmak, para ve malı çok sevdiğinden dolayı,
başkasına bir şey vermekten çekinmek. Dinimiz, başta zekât olmak üzere bazı malî
harcamalarda bulunmamızı emretmiştir. Aile bireylerinin bakımı, akrabaların
görülüp gözetilmesi de bu emirler arasındadır. Çevremizdeki yoksullara imkân
ölçüsünde malî yardım ise bir insanlık görevidir. Parası ve malı olduğu halde
bir insan bu görevlerini yapmaz ve malını sarf etmekten çekinirse, cimrilik
yapmış demektir.
Cimriliğin
başlıca sebebi aşırı mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur.
Peygamberimiz: "Çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir" buyurmuştur. Aşırı mal
hırsı ve cimriliği yüzünden durmadan mal biriktiren ve tükenir endişesi ile
hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı kendilerine zindan eden cimriler
vardır. Halbuki mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa
Allah onu artırır. Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve
aşağılık kişiler olarak görülür.
Rasûl-i
Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır:
"Her sabah gökten iki melek iner.
Birisi: -İlâhi İnfak edene karşılığını ver; diğeri: -Allah'ım! Cimrilik edene de
telef ver (malını yok et), diye dua ederler."
(Riyazü's-Salihin,
I, 253).
"...Cimri kişi Allah'a uzak,
Cennet'e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır"
(Tirmizî,
Birr, 40).
Cimriler
hakkında söylenen sözler, cimrilerin insanlar arasındaki durumunu, çok güzel
anlatmaktadır. Bişr b. el-Haris, cimriler hakkında şöyle demiştir: "Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini
katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak müminler için belâdır"
Yahya
b. Muaz da şöyle demiştir: "Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için
herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı herkesin
kalbinde yalnız nefret vardır." İbnu'l-Mutez'in cimrilik hakkındaki
görüşü de şudur: "İnsan malına cimrilik ettiği nispette
şerefinden kaybeder."
Mallarını
kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine
verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da
sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar.
Çünkü, Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların
da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey
değildir. Servet, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıdır. Allah (c.c.), serveti dilediğine
verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura
eremeyen insanlardır.
Beşer
nefsi zayıftır, muhteristir. Ancak Allah'ın koruduğu kimseler bundan
müstesnadır. Ancak imanla kendilerini mâmur edenler, bu cimrilik cehaletinden
temizlenebilir, yeryüzünün zaruretlerinden kurtulabilir, menfaate karşı
duydukları hırs kaydından vazgeçebilirler. Çünkü iman sahipleri, Allah’tan,
maldan da üstün bir şey umabilirler. Bu umulan şey Allah'ın rızasıdır. Mümin
kalp; mal ile değil, iman ile mutmain olur; Allah yolunda infak etmekle fakir
düşeceğinden kork-maz. Kendi hiç bir şey değilken Allah onu meydana getirmiş,
vücut, göz, kalp, lisa n ve
sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle
ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızası için malını infak
etmekten çekinmez.
Ama
kalp gerçek imandan yoksun olunca, infak etmeye veya sadaka vermeye teşebbüs
ettiği zaman, her defasında, nefsinde bir cimrilik duygusu dalgalanmaya başlar,
fakir düşeceğinden korkar. Böylece infak etmekten vazgeçer. Sonra onun hayatı
emniyetsiz ve istikrarsız bir korku ve ihtiras cehennemi haline gelir. Allah'a
söz verdiği halde ahdine ihanet eden, verdiği söze vefa göstermeyip Allah'a
karşı yalan söyleyen, hiç bir zaman kalbini münafıklıktan kurtaramaz.
Evet,
ölçülü hareket etmek İslâm nizamının temel esaslarından birisidir. Aşırı müsrif
davranmak da cimri davranmak kadar dengeyi bozar. İslâm, dengenin bozulmamasını
öngörür: "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma.
Yoksa pişman olur açıkta kalırsın." (İsrâ,29) Ayet-i Celilede cimrilik, ellerini
boy-nuna bağlıyan bir insan gibi tasvir ediliyor. İsraf ise, elini son haddine
kadar açıp elinde ve avucunda ne varsa dağıtmak şeklinde ifade
ediliyor.
Cimri
insanın da, müsrif insanın da varacağı netice aynıdır. Cimriliğin de israfın da
sonu pişmanlık duygusudur. Her şeyin en iyisi orta hallisidir. Orta yol, iman
ahlâkı ile küfür ahlâkının sınırıdır: Cimrilik cehaletten gelen kara bir
lekedir. İsraf ise şeytanın işini yapmaktır. Müsrifler şeytanın kardeşleri
olarak tanıtılmaktadır. Cimrilik kelimesinin Kur'an'daki diğer bir karşılığı
katur kelimesidir. Bu kelime, Türkçe'deki hasis kelimesini karşılamaktadır.
Anlamı, eli sıkı, yahut çok cimri demektir. Kur'an'da, kişinin elindeki şeyleri
çarçur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmıştır. "Ve onlar ki
harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; harcamaları bu
ikisinin arasında dengeli olur." (Furkan,67).
Cimrilik
konusu, Allah'ın çok kötülediği bir haslettir. İman eden bir kimse asla cimri
davranıp mal yığmaz. Tamahkâr davranmaz. Nefsinin cimriliğinden kendini
kurtarır. Cimriliğin ve tamahkârlığın son derecesi olarak Kur'an'da bir kelime
daha vardır. Bu kelime şih, şuh veya şihh'dir. Kelime güçlü bir kötüleme
anlamında tamahkârlık ve cimrilik demektir. "O halde gücünüz yettiği kadar
Allah'tan korkun. (O'nun öğütlerini) dinleyin. İtaat edin. Kendi iyiliğinize
olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden (şuhhe nefsihi) korunursa işte
onlar, kurtuluşa erenlerdir." (Tegabün,16).
Bu
ayete göre, cimrilik, nefsin kendisinde bulunan bir belâdır. Nefsi, bu belâdan
ancak iman kurtarır. Allah'a ve âhiret gününe inanan insan, infak ederek
nefsindeki bu cahilî lekeyi temizler, bu belâdan kurtulur. Cimrilik belâsından
kurtulamayan insan İslâmî bir hayata aşina olamaz. İslâmî hayata alışkın olmayan
cimriler, Allah'ın rahmet hazinelerine sahip olsalar bile, biter korkusuyla
cimrilik ederler. Halbuki Allah'ın hazineleri bitmez ve tükenmez. "De ki,
Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız tükenir korkusuyla yine de
cimrilik ederdiniz. Hakikaten insan çok cimridir." (İsrâ,100). Bu cümle ile
cimriliğin son haddi dile getiriliyor. Allah'ın rahmeti, her şeyi kaplamıştır.
Onun ne bitmesinden ne de eksilmesinden endişe edilebilir.
Evet, onlar cimrilik yapıyorlar ve
de:
Allah’ın
kendilerine fazl u kereminden lütfettiği nimetleri gizli-yorlar, nimeti
üzerlerinde göstermiyorlar. Halbuki Allah, bir kuluna hangi nimeti vermişse o
kulunun üzerinde o nimetin eserinin görülme-sini sever buyuruyor peygamberimiz.
Eğer üzerinizde Allah’ın ilim nimeti varsa, Allah size kitap ve sünnet bilgisi
lütfetmişse, bulunduğunuz ortamlarda onu göstermek, onu ortaya koymak
zorundasınız. Bilginizi ona muhtaç müslümanların istifadesine sunmak
zorundasınız. Her bir ortamda Allah o nimeti sizin üzerinizde göstermenizi
sever. Eğer bir mecliste insanlar attan, avrattan, fiyattan, murattan, marktan,
dolardan, saptan, samandan konuşuyorlar ve siz de orada Allah’ın size verdiği
ilmi ortaya koyup onların gündemlerini Müslümanlaştırma gayreti içine
girmemişseniz bu nimeti gizliyorsunuz demektir.
Veya
İslâmî bir hizmet için insanların sizden maddi yardım istemeye geldikleri bir
ortamda kırk dereden kırk su getirerek, borcum, derdim, çekim, senedim, yandım,
bittim diyerek Allah’ın sana fazlından lütfettiği imkânlarını gizlemeye
kalkarsan Allah’ın gazabını hak e-diyorsun demektir. O anda üzerindeki Allah
nimetini ortaya koymak ve göstermek zorundasın.
38. “Mallarını insanlara gösteriş için
sarf edip, Allah'a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın
arkadaş olduğu kimsenin ne fena arkadaşı vardır!”
Mallarını insanlara gösteriş olsun diye
infak ediyorlar. Allah tarafından Allah’ın istediği bir hayatı yaşayarak
Allah’ın rızasını ve cenneti kazanmak için verilmiş o mallarını onu verenin
yolunda harcaya-rak Müslümanca bir hayat yaşamaları gerekirken insanlar için,
toplum için yaşıyorlar. Toplumun değer yargılarına göre bir hayat yaşıyorlar.
Toplum istedi diye mal harcıyorlar. Rububiyeti ona ehil olmayanlara, ibadeti ona
lâyık olmayanlara sunmaya çalışıyorlar. Allah korusun bu gizli şirktir.
Yaptıkları amellerinde sadece Allah’ın rızasını gözetmeyerek kendi kendilerini
helâke sürüklemeye çalışıyorlar. Böyle riyakârların cehenneme gideceklerini
anlatan pek çok hadis var. Bu sahih hadislerden bir tanesi de, bu ümmetten
günahkârlar arasında cehenne-me gidecek üç grubu bildiren hadistir. Bunlar riyâ
için cihad yapan, riyâ için Kur’an okuyan ve yine riyâ için mal harcayanlardır.
Bazıları yaptıkları ibadetlerinde
Allah’tan hiçbir mükâfat beklemeden sadece insanlar duysunlar, bilsinler ve
görsünler diye yaparlar. Sadece insanlar kendisine cömert desinler diye mal
harcarlar. Kimsenin görmeyeceği bir ortamda, yani kendilerine bir övgü
sağlamayacak bir durumda zırnık bile vermezler. Gerçekten bu çok kötü bir
şirktir.
Bazıları da hem
insanlar bilsin, görsün, hem de Allah sevap versin diye yaparlar. Yani yaptığı
ibadetten gösterişin yanında bir de Allah rızası niyeti taşırlar. Hadis-i
kutsilerde böyle kendisine başkalarının ortak edildiği ibadetleri Rabbimizin
asla kabul etmeyeceği ortaya konulmaktadır. “Ben ortaklıktan müstağniyim”
buyuruyor Rabbimiz.
İnsanı riyakârlığa
sevk eden sebepler bildiğim kadarıyla üçtür. Bunlardan birincisi; övülmeyi
sevmek, ikincisi zemmedilmekten korkmak, üçüncüsü de insanların elinde olan
şeylere tama etmektir. Bu-hâri’de rivayet edilen bir hadislerinde Resûl-i Ekrem
efendimiz buyurur ki; “Kim gaza eder de, gazasından maksadı bir deve yuları
olursa, onun için o gazadan sadece niyet ettiği vardır.”
Allah’a da, âhirete de iman etmiyorlar.
Zaten Allah’a ve ahire-te, âhiretin hesabına kitabına inanmayan bir kimseden
başkası da beklenemez. Böyle yaşayanlar bir kere mecburen şeytanla dost olmak
zorundadırlar. Hayatlarını Allah için değil de insanlar için, toplum için
yaşayanların değişmez dostları şeytanlardır. Çünkü şeytan kendi dünyasında
Allah’la giriştiği kavgada kendine bir hak tanımış ve ben Allah için bir hayat
yaşamayacağım, Allah’ın istediği bir hayatı değil, kendi istediğim bir hayatı
yaşayacağım, hayatıma Allah’ı karıştırma-yarak kendim belirleyeceğim diyerek,
Allah’a kafa tutarak Adem’e secde emrini yerine getirmemişti. Allah’ın emrine
boyun bükmemiş, Allah’a teslim olmamıştı.
Allah’ın emrine
teslim olmayan mutlaka kendi emrine teslim o-lacaktır. Allah yasalarını
beğenmeyen mutlaka kendi hevâ ve heves-lerini din kabul edecek, hayat programı
kabul edecektir. İşte böyle Rabbi ile kavgaya tutuşan şeytan elbette kıyamete
kadar kendi tanrılığının kavgasını sürdürecek, insanları Allah’a kulluktan
koparıp, tıpkı kendisi gibi kendi hevâ ve heveslerine göre bir hayat yaşamaya
sevk edecekti. Gelin ey insanlar dinlemeyin o Allah’ı. Kimmiş o Allah? Neden
dinleyecekmişsiniz onu? Bu dünyada hayat programlarınızı kendi kendinize
yaparak, kendi keyfinize göre özgürce bir hayat yaşamak dururken, özgürce
istediğiniz her şeyi yapmak dururken neden Allah’ın emirlerine boyun büküp onun
kulu kölesi yapacaksınız kendinizi?
Allah diyor ki, siz bilirsiniz.
İsterseniz Rabbinizi dinlemeyip şeytanı dinleyin. Rabbinizin istediği hayatı
değil de şeytanın gösterdi-ği hayatı yaşayın. Ama unutmayın ki kimi şeytan
böylece aldatmışsa, kimi ayartıp bana kulluktan koparıp kendisine kul köle
edinmişse, kim şeytanı dost edinmişse bilsin ki o ne kötü bir dosttur? Bilsin
ki o insanı cehenneme götürücü, kendi ebedî azap mahalline götürücü bir
dosttur.
İnsanlar mallarını şeytanların
gösterdiği yollarda değil Allah’ın gösterdiği yollarda ve Allah için
harcamalıdırlar. Eğer mal harcamada değer yargısı olarak insanlar Allah’ın değer
yargılarını değil de toplumun, ya da şeytanın değer yargılarını kabul
etmişlerse bu işten hiçbir hayır göremeyeceklerdir. Ama bana bu hayatı, bu ömrü,
bu imkânları, bu malları veren Allah’tır. Öyleyse ben de bu ömrümü, bu ekonomik
gücümü Allah için harcayacağım diyen kişi yaptığı harcamalarının karşılığını
görecektir.
39. “Bunlar Allah'a, âhiret gününe
inanmış, Allah'ın verdiği rızklardan sarf etmiş olsalardı ne zararı olurdu?
Oysa Allah onları bilir.”
Ne olurdu, keşke bunlar şeytanı
dinlemeyerek Rablerini dinleselerdi de, Allah’a ve âhiret gününe iman ederek
Allah’ın kendilerine verdiği mallarını Allah yolunda, Allah’ın istediği şekilde
infak etselerdi aleyhlerine mi olurdu? Ne kaybederlerdi böyle yapsalardı? Zaten
o mallar Allah’ın değil miydi? Sonunda onlar ölecek ve o malları Allah’a
kalmayacak mıydı? Göklerin ve yerin mîrası sonunda Allah’a kalmayacak mıydı?
Öyleyse niye tutuyorlar o malları ellerinde? Niye harca-mıyorlar Allah yolunda
onları? Mezara mı götürecekler? Sonunda onları hesaba çekecek olan Allah değil
miydi? Allah onların yaptıklarını en iyi bilen değil
miydi?
Ne oluyor bu insanlara? Kimin adına
yaşıyorlar hayatlarını? Kimin adına harcıyorlar mallarını? Niye iman etmiyorlar
Allah’a? Niye yaşadıkları bu hayatlarını Allah’a ve âhirete iman esasına bina
etmiyorlar? Niye hayatlarında Allah’ı hüküm mercii kabul etmiyorlar? Niye
harcamalarını harcadıklarını Allah’ın verdiği bilinci içinde yapmıyorlar? Bu
malları kendilerinin mi yoksa? Bu ne bozuk bir anlayış böyle?
40. “Allah şüphesiz zerre kadar
haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik olsa onu kat kat artırır ve yapana büyük
ecir verir.”
Gerçek şu ki, Allah kullarına zerre
kadar haksızlık yapıp zulmetmez. Kulunun zerre ağırlığınca bir iyiliği varsa
onu kat kat artırır ve kendi yanından çok büyük bir ecir verir. Gerçekten Allah
kullarına karşı çok merhametlidir. Rabbimizin kullarıyla ilişkisi rahmet esasına
dayanmaktadır. Allah kullarına yönelik ilişkilerinde kendisine rahmetini
yazmıştır.
Ama unutmayalım ki
onun gazabı da vardır. Ceza da verebilir kullarına. Hiçbir güç ve kuvvet ona
karşı gelip, onunla çatışma içine giremez. Bu kadar Kahhâr, bu kadar Cebbâr, bu
kadar güç kudret sa-hibi olduğu halde rahmeti bol olan Rabbimiz kullarının
amellerini değerlendirirken onlara zerre kadar zulmetmiyor. Zerre ağırlığınca
bile onlara haksızlık yapmıyor.
Ne kullarının
amellerini zayi etmek şeklinde, ne işlemediklerinden ötürü onlara ceza vermek
şeklinde, ne birilerinin suçunu bir başkasına yüklemek şeklinde, ne de birileri
sebebiyle birilerine zulmetmek şeklinde kimseye zerre kadar bir haksızlık
yapmaz Allah. Herkesin imanı neyse, ameli neyse, nasıl bir hayat yaşamışsa, iyi
ya da kötü zerre kadar da olsa kim ne yapmışsa onu mutlak sûrette
değerlendirmeye tabi tutar Allah. Mü’minlerin işledikleri zerre ağırlığınca bir
hayırları karşılığında onlara mükafatlarını verirken, kâfirlerin de zerre kadar
bir günahlarının cezasını verecektir.
Ama iyilik
yapanların iyiliklerinin karşılığını kat kat verirken, Kur’an’ın başka
yerlerinden öğreniyoruz ki o iyiliği yaparken kişinin ta-şıdığı niyetin
derecesine göre bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen da sonsuz mükafat verir.
Evet iyiliğin
katsayısı böyle iken kötülüklerin katsayısı da sadece bire birdir. Bir kötülük
işleyene sadece bir kötülük yazılmaktadır. Hattâ bir kötülük yapmaya niyetlenip
de Allah korkusundan ötürü onu işlemekten vazgeçenlere bir iyilik
yazılmaktadır. Yine bir iyilik yapmaya niyet edip de onu yapamayanlara da bir
iyilik sevabı yazılmaktadır. Yine iyiliklerimiz kötülüklerimizi giderdiği halde
kötülüklerimiz iyiliklerimizi gidermemektedir. Rabbimiz hep bizim lehimizde
takdirde bu-lunuyor.
Bakın kütüb-i
sitte’nin tamamında rivayet edilen bir hadislerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz
şöyle buyuruyor: “Kim gönül hoşnutluğu ile helâlinden bir
sadaka verirse, hemen onu Rahmân sağ eline alır. Verilen bu sadaka bir hurma
bile olsa, Rahmân’ın elide büyüyüp çoğalır, nihayet dağ gibi olur; tıpkı sizden
birinin atını veya buzağısını büyütmesi gibi”
(Rûdâni
2/24)
Evet,
unutmayalım ki İslâm’da determinizm yoktur. Yani bir milyon lira infak eden bir
milyonluk sevap kazanır, bir milyar veren de bir milyarlık sevap kazanır diye
bir şey yoktur. İslâm’da oran önemlidir. Meselâ benim cebimde bir milyonum var,
onun beş yüz bin lirasını bir fakire infak ediyorum. Benim alacağım sevaba
ulaşabilmesi için bir trilyonu olan kişinin beş yüz milyarını infak etmesi
gerekmektedir. Bakın Hz Ali efendimizin rivayet ettikleri bir hadislerinde
Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Resulullaha üç
grup geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi.
Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim
benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim” dedi. Bunun
üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü
her bireriniz malının onda birini sadaka olarak
vermiştir.”
41. “Her ümmete bir şahit getirdiğimiz
ve ey Muhammed, seni de bunlara şahit getirdiğimiz vakit durum-ları nasıl
olacak?”
Evet bütün ümmetler kendilerinin
şahitleri olan peygamberleriyle geldikleri ve ey peygamberim seni de kendi
ümmetine, tüm insanlığa şahit olarak getirdiğimiz zaman haliniz nice olacak?
İnsanların halleri nasıl olacak o zaman? Evet her ümmeti, her topluluğu
şahitleriyle beraber getirdiğimiz, seni de onların üzerine şahit olarak
getirdiğimiz zaman nice olur haliniz?
Eğer şu anda yaşadığımız hayatta bunun
bilinci içinde olur, Rabbimizi razı edecek bir dünya yaşarsak inşallah o günde
Rabbimiz bizi utandırmaz. O gün herkes şahitlerle birlikte Allah’ın huzuruna
getirilecek. O gün öyle sıkıntılar, öyle dehşetler olacak ki kâfirler isterler
ki:
NİSA-1.Ayetin açıklamalı doğru meali şöyle olması gerekir,diye düşünüyoruz.
YanıtlaSilNisa-1-Ey insanlar! Sizi (atanız olan ilk insanı) tek bir canlıdan (canlı hücreden) yaratan ve (o canlı hücrenin birkaç hücreye bölünmesiyle) onun/o ilk insanın/ eşini de ondan (onun cinsinden ve aynı yöntemle) meydana getiren ve (o bölünmüş hücrelerin herbiri biyolojik bir süreçle bir beşer olarak vücut bulduktan sonra) her ikisinden bir çok erkek ve kadın üretip (yeryüzünde) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.Ve Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının.Şüphesiz Allah üzerinizde bir gözetleyicidir. ( الله اعلم )
خلق منها زوجها ) اي خلقه من جنسها ونوعها فكان مثلها نقل الرازي في تفسيره عن ابي مسلم ان م)
فأصل البشر زوجان مخلوقان من جنس واحد أو مادة واحدة، فكأن الآية حسب هذا التفسير ابتغت أن تبرز فكرةالتماثل والتساوي،
1- ( التحرير والتنوير) قيل : خلق حوي من بقية الطينة التي خلق منها آدم)
2- (زاد المسير ) وقال ابن بحر : منها ، أي: من جنسها)
3- وخلق منها زوجها أي: من نفسها، يعني من جنسها ليكون بينهما ما يوجب التآلف والتضام، فإن الجنسية علة الضم، وقد أوضح هذا بقوله تعالى: ومن آياته أن خلق لكم من أنفسكم أزواجا لتسكنوا إليها وجعل بينكم مودة ورحمة إن في ذلك لآيات لقوم يتفكرون [الروم: 21].
(تفسير القاسمي )
4-فقد نقل عن القفال في تأويل هذه الآية أنه تعالى ذكر هذه القصة على سبيل ضرب المثل، والمراد خلق كل واحد منكم من نفس واحدة، وجعل من جنسها زوجها إنسانا يساويه في الإنسانية، وارتضى أن يكون هذا أحد التأويلات
(زهرة التفاسير )
هو الله الذي خلقكم من نفس واحدة هي نفس أبيكم آدم، وجعل من نوع هذه النفس وجنسها زوجها حواء، ثم انتشر الناس منهما بعد ذلك كما قال- تعالى- يا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ واحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْها زَوْجَها وَبَثَّ مِنْهُما رِجالًا كَثِيراً وَنِساءً…….’’
( نقلا من تفسير الطنطاوي)
Yukarıda naklini yaptığım tefsir metinlerine göre de İlk insan hz.Adem neden yaratılmışsa,onun eşi de onun yaratıldığı aynı öz ve cevherden yaratılmıştır.Çünkü bir çok müfessire göre‘’منها ‘’minha’’ onun yaratıldığı aynı cins ve cevheri ifade ediyor.
Bkz:Tefsirur Razi,Tefsirul mizan,Tefsirul menar,Fizilalil kur’an,Tefsirut Tantavi, Tefsirul Kasimi, Zühretut Tefasir,Zadul Mesir,Ettehrir vet Tenvir… ‘’
Ayrıca bize göre Adem’i oluşturan bu tek hücreden bölünmüş olan hücrelerin herbiri de biyolojik bir süreçle aynı yöntemle Adem gibi topraktan birer beşer olarak vücut buluyorlar ve daha sonra Adem ve eşinden türeyen çocuklar ile onların çocukları birbirleriyle evleniyorlar.Yani kardeşin kardeşle evlenmesi de söz konusu olmamıştır.. (الله اعلم) En doğrusunu yüce Allah bilir.
Saygılarımla.