BAKARA SURESİ (230-257. AYETLER)


230:"Eğer koca karısını (ikinci talâktan sonra) bir kere daha boşarsa, ondan sonra artık kadın başka bir ko­caya varmadıkça ilk kocasına helâl olmaz. Eğer ikinci koca onu boşarsa Allah’ın emirlerini yerine getirebilecek­lerine ümit var oldukları sürece bir­birlerine dönmelerinde ikisine de günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onları anlayan bir kavme beyan eder."
Bir koca, karısını üç talâkla boşadığı zaman beynûnet-i kübra ile boşanmış olur ki, artık kocanın bu kadınla tekrar bir araya gelebil­mesi için kadının normal olarak başka bir erkekle evlenmesi ve ev­lendiği bu ikinci kocasıyla cima yaptıktan sonra ondan da boşanmış olması icap etmektedir. Âyet-i kerîmede ge­çen "Başka bir erkekle evlenmesi" ifadesinden kasıt, bizzat onunla cima yapmasıdır. Hattâ Allah’ın Rasûlü az evvel ifade et­meye çalıştığım gibi şöyle buyurur:
"O kocan senin balcağızından sen de onun balcağı­zından istifade etmeden bu olmaz" buyurmuştu. (Buhârî, Talak 4)
Böyle kocasından boşanmış bir kadını, tekrar boşandığı ko­ca­sına döndürebilmek için akid yapıp onunla evlenen ve de ona dokun­madan boşayan erkeklere de bunu yaptıran kocaya da Rasulullah lâ­net eder. Her iki taraf da haram işlemiştir. İslâm’da böyle bir şey yok­tur. Bunun adına nikâh değil zina denir. Allah’ın Rasûlü bu haramı iş­leyen erkeklere ödünç teke ismini vermekte­dir. "Size ödünç teke hakkında haber vereyim mi?" Ashâb; evet ya Rasûlallah dediler. Allah’ın Rasûlü: "İşte o eski kocasına dönmesi için kadınla evle­nen kişidir. Allah ona da kendisiyle nikâh yaptırana da lânet etsin." buyurur. (İbni Mâce)
Böyle kocası tarafından üç talâkla boşanmış bir kadın, normal olarak başka bir erkekle bir evlilik yaşadıktan sonra bu ikinci kocadan da boşanırsa tekrar yeni bir mehir ve yeniden bir nikâhla eski koca­sına dönebilir. Toplumda hullecilik diye bilinen hadisenin İslâm’la uzak ve yakından bir ilgisi yoktur. Kadın normal bir evlilik geçirip o ikinci kocası ölüp ya da boşanmış olmalı ki birinci kocasına dönebilsin.
"Eğer ikinci koca onu boşarsa Allah’ın emirlerini ye­rine getirebileceklerine ümit var oldukları sürece bir­birlerine dönmelerinde ikisine de günah yoktur."
"İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onları anlayan bir kavme beyan eder."
231:"Kadınları boşadınız da iddetlerini tamamla­dı­lar mı artık onları ya iyilikle tutun, yahut iyilikle sa­lın! Lâkin haklarını ihlâl edip onlara zarar vermek için onları yanınızda tutmayın. Kim böyle yaparsa artık o kendine zulmetmiş olur. Allah’ın âyetlerini oyun konusu edinme­yin. Ve Allah’ın size verdiği nîmeti ve size öğüt olsun diye in­dirdiği kitabı ve hikmeti anın. Allah size böylece nasihat ediyor. Allah konusunda muttaki davranın ve bilin ki, Al­lah her şeyi hakkıyla bilendir.”
Bu âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki Rabbimiz; ric'i ta­lâkla yâni tek talâkla kadınlarınızı boşadığınız zaman iddet süresi bitmeden der-hal kadınlarınıza dönüp onları güzel bir şekilde yanı­nızda tutun. Değilse yine maruf bir şekilde onları salıverin. Yâni onlardan mal aparmak, ya da onlara zarar vermek, intikam almak için onları tutmaya kalkmayın. Eğer gerçekten onlarla ge­çinmeye ve anlaşmaya yüzünüzün olmadığı konusunda kesin bir ka­naat hâsıl olmuşsa, güzelce onları salıverin de onlar da siz de kurtul­muş olun.
"Lâkin haklarını ihlâl edip onlara zarar vermek için onları yanınızda tutmayın. Kim böyle yaparsa, artık o ken­dine zulmetmiş olur."
Evet, onlara zulmetmeyeceğiz. Zalimce onları yanımızda tutmayacağız. Çünkü unutmayalım ki böyle kadınlara zulmedenler aslın da kendi kendilerine zulmediyorlar, kendi geleceklerini berbat ediyorlar demektir. Çünkü hem o zulmettiği kadın kendi din kardeşidir, yani kendisinden bir parçadır, hem de kendi âhiretinin mahfına sebeptir.
"Allah’ın âyetlerini oyun konusu edinmeyin. Ve Al­lah’ın size verdiği nîmeti ve size öğüt olsun diye in­dirdiği kitabı ve hikmeti anın. Yolunuzu Allah’la bulun. Bilesiniz ki Allah her şeyi bilendir"
Buyuruyor ki Rabbimiz; Allah’ın âyetlerini oyun konusu yap­maya kalkmayın. Allah’ın âyetlerini alaya almayın. Allah’ın âyetlerini kendi zevklerinizi tatmine imkân verecek şekilde oyun ve eğlence ye­rine koymayın. Allah’ın âyetleriyle dalga geçmeye kalkmayın diyor Rabbimiz. Deniliyor ki; kimileri boşama ve köle azadı yapar, sonra da: "Canım ben şaka yaptım!" dermiş. Bunun üzerine bu âyet-i ke­rîme nazil olmuştur. Allah’ın Rasûlü de bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Üç şeyin ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir. Ni­kâh, boşama, ve köle âzâd etmek."
(Ebu Dâvûd Talâk 9)
Ey müslümanlar, bu konularda işi hafife almaktan son de­rece sakının! Allah’ın âyetlerini oyun ve oyuncak haline getirme­yin! Allah’ın sizleri sorumluluk yüklenecek konuma getirdiğini asla unutmayın! O size kitap vermiş, size hikmeti öğretmiş, sizi bütün milletlere önderler kılmış, vasat ümmet yapmış, denge unsuru yapmış, yâni sapıkların sapıklık noktalarını sizin şahsınızda göre­bilmeleri, bilebilmeleri için sizi denge unsuru bir ümmet yapmıştır. Bu sebeple sizin örnek yaşa­yışlarınızla tüm dünya insanlığına ör­nek olmanız gerekirken, böyle kendi kendinize evlerinizde bozuk düzen bir hayat sürmeniz yakış­maz.
232:"Kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi, aralarında iyilikle anlaştıkları müddetçe kendilerini kocalarına nikâhlamalarına engel olmayın!" Bu sizden Allah’a ve âhiret gününe inananlara verilen bir öğüttür. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Burada velâyetleri altındaki kadınlara kocalarına dönme izni vermeyen, ya da kadınların kocalarına dönmelerini engelleyen veli­lere seslenilmektedir. Deniliyor ki, ey veliler! Velâyetiniz altında bulu­nan kadınları kocalarına dönmekten engellemeyin!
Eğer bir koca, karısını ric'i bir talâkla boşamış, yâni bir veya iki talâkla boşamış ve iddetin bitiminde her ikisi de birbirlerine dönmek isterlerse, yeniden evliliği devam ettirme kararı almışlarsa, kadının ak­rabaları onun tekrar kocasına dönmemesi konusunda baskı yapma­sınlar, engellemesinler diyor Rabbimiz. Eğer kocala­rına dönmek isti­yorlarsa, eğer kocalarıyla anlaşabiliyorlarsa onlara yasak koymayın, engel olmayın. Git! Gitme! Gel! Gelme! demeyin eğer tekrar kocala­rına dönmek istiyorlarsa. Buna hiçbir babanın ve ananın hakkı yoktur. Ama günümüzde kimi babalar ve analar oğullarına: "Eğer bunu bo­şamazsan sana hakkımı helâl etmeye­ceğim!" gibi sözlerle veya kı­zına: "Eğer bu kocana tekrar döner­sen seninle hiç konuşmayacağım!" gibi İslâm dışı tavırlarla Allah’ın âyetlerini çiğnemektedirler. Halbuki Allah diyor ki; yapmayın bunu! Engellemeyin anlaşabilen insanları! di­yor. Bakın âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi olarak şu hadise anlatı­lır: Sahabeden Ma'kıl Bin Yesar (r.a.) der ki: "Kız kardeşim Cümeyli bir kişiyle evlendirmiştim. Fakat bu adam kız kardeşimi boşadı. İddeti bit­tikten sonra gelip kardeşimi istedi. Ben ona de­dim ki: Sana vaktiyle kardeşimi vermiş, sana yatak arkadaşı yap­mış, onu sana ikram et­miştim. Fakat sen nankörlük edip onu bo­şadın. Şimdi de utanmadan gelmiş benden onu istiyorsun. Hayır! Onu sana geri vermeyeceğim!" dedim. Bunun üzerine Rabbim bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu.
"Kadınları boşadığınız vakit onlar iddetlerini bi­tir­diklerinde aralarında güzelce anlaştıkları takdirde (Ey ve­liler!) onların (Eski) kocalarıyla evlenmelerine engel ol­mayın!" buyurunca Rabbimiz, ben Rasulullah’a dedim ki: "Ya Ra-sûlallah! Şimdi ben ne yapayım? Benim durumum ne olacak? Al­lah’ın Rasûlü buyurdu ki: "Kardeşini eski kocasına ni­kâh­la!"
(Buhârî, Müslim, Tirmizî)
Allah’a ve âhiret gününe inanan mü'minler ancak bu hü­kümle amel ederler. Allah’ın bu hükmünü bile bile yuva bozma­dan yana ol­mazlar. Çünkü Allah diyor ki; bu hükme uymanız hem sizin için hem de karı koca için daha hayırlıdır. Ve bu durum sizi günah pisliklerin­den temizleyecektir, arındıracaktır. Şüphesiz ki Rabbimiz, hem dünya hem âhiret hususunda kulları için nelerin hayırlı olduğunu en iyi bilen­dir. Sizi sizden çok düşünendir. Eğer dünyada da âhirette de huzurlu olmak istiyorsanız, Allah’ın hü­kümlerine tabi olun!
233:"Emzirmeyi tamamlatmak isteyenler için an­ne­ler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların (annele­rin) yiyeceği ve giyeceği örfe uygun şekilde babaya ait­tir. Hiç kimse gücünün üstünde bir şeyden sorumlu tutulamaz. Ne anne, ne de baba çocuğu yüzünden zarara so­kulmasın! Mîrasçıya düşen de bunun gibidir. Eğer (ana ve baba) kendi aralarında anlaşıp danı­şarak (iki sene dolmadan) çocuğu memeden esmek isterlerse, ikisine de bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı (başka bir kadına) emzirtmek isterseniz, vereceğiniz (emzirme ücretini) güzelce teslim etmek şartıyla bunu yapmanızda bir günah yoktur. Al­lah’tan korkun ve bilin ki Allah ne yaparsanız görmekte­dir."
Âyet-i kerîmede çocuklarını emzirmekle mükellef olan annele-rin kimler olduğu konusunda ihtilâf vardır. Kimilerine göre bu­rada kastedilen anneler boşanmış olan annelerdir. Eğer burada anlatılan anneler boşanmış anneler olmasaydı, Rabbimiz onların yiyecek ve giyeceklerinin babaya ait olduğunu zikretmezdi. Çünkü evli kadınların yiyecek ve giyecekleri zaten kocaya aittir. Öyleyse boşanan kadınla­rın emzirdikleri çocukları varsa, o zaman onların yiyecek ve giyecek­leri kocaya aittir. Kimi âlimlere göre de buradaki annelerden kasıt bü­tün annelerdir. Çünkü ifade geneldir.
Âyet-i kerîmedeki "Anneler çocuklarını tam iki yıl em­zirirler" Emir anlamına bir haberdir. Yâni Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler! diyor Rabbimiz.
Çocuğunu emzirme, kadının diyâneten görevidir. Günü­müzde kimi feminist müslümanlar, ya da feministler karşısında savunabile-cek din bilgisinden mahrum oldukları için eziklik duyan kimi Müslü­manlar, efendim kadınlar çocuklarını emzirmek zorunda değildir gibi fetvalar üretmektedirler.
Halbuki çocuğunu emzirmek, kadınların gö­revidir. Ama eğer o kadının kocası bir süt anne bul­muşsa, o zaman bu kadın için bu konuda görevsizlik hakkı doğ­muştur. Kocası tarafın­dan süt anne bulun-muş bir kadın, çocuğunu emzirmek zorunda değil­dir. Yâni bir kadın aslında çocuğunu em­zirmek zorundadır. Bu onun görevidir. Allah ona bu görevi vermiş­tir.
Evet, öyle bir görev ki, yap­mamaya imkân var. Kocası razı olur da bir süt anne bulursa sen niye kendi çocuğunu emzirmedin diye suçlu konumuna düşmüyor o kadın. Ama kocası böyle bir süt anne bulmaz da sen emzireceksin dedi mi, canı isterse emzirecek­tir onu. Buna diyâneten görev denir.
Meselâ kocanın babasına anasına bakmak da böyledir. Ka­dın bu konuda da diyâneten görevlidir. Eğer kocasının babası ve anası bakıma muhtaçsa ve kocası da karısına benim babama ve anama bakacaksın demişse, kadın onlara bakmak zorundadır. Ama kocası babama anama bakmak zorunda değilsin demişse, o zaman bu kadın onlara kendiliğinden bakmak zorunda değildir. Yâni kocanın bu sö­züyle otomatikman kadının sorumluluğu düş­müş olacaktır. Yâni bu konuda niye onlara bakmadın diye Allah ondan bir hesap sormaya­caktır. Ama kocası bunlara bakacaksın dedi mi, bakmak zorundadır. Bakmazsa bu kadın isyankardır, nâşizedir, dayağı hak edendir.
Meselâ ben gece saat ikide içinizden birinin evine gelsem. Ko­cası hanımını uyandıracak ve yemek hazırlatacak. Kadının: "Ya bana ne? Elin adamına şu saatten sonra yemek hazırlamak zo­runda mı­yım?" demeye hakkı yoktur. Şimdi gece o saatte kalkıp yemek hazır­layan bu kadın kime hazırlıyor bu yemeği? Bana mı yoksa kocasına mı? Kocasına hazırlıyor değil mi? Kocası dedi çünkü. İşte bu onun kocasına bir görevidir. Ama kocası ona böyle bir şey demezse, bu kadın bana yemek hazırlamak zorunda değil­dir. Yâni kocası ondan böyle bir şey istemediği halde: "Ya evimize kadar gelmiş, misafir, işte ayıp olur misafire yemek ikram edelim!" demeye de hakkı yoktur ka­dının. Ama kocası ondan bunu istediği anda nasıl ki kocasının arzusu olarak bana yemek hazırlamak zo­rundaysa, aynen bunun gibi kocası istediği zaman hem çocuklarını emzirmek, hem de kocanın babasına anasına bakmak zorunda­dır. Bu onun diyâneten görevidir. Ama ko­cası onun üzerinden bu tür sorumluluklarını kaldırdığı andan itibaren onun bu sorumluluk­ları kalkmış demektir.
Evet Rabbimiz buyuruyor ki; anneler çocuklarını tam iki yıl em­zirirler.
"Onların (annelerin) yiyeceği ve giyeceği örfe uy­gun şekilde babaya aittir. Hiç kimse gücünün üstünde bir şey­den sorumlu tutulamaz."
Babanın anne ve çocuğunun maişetini ve giyimini kendi im­kânla­rına göre, kendi gücüne göre temin etmesi üzerine farzdır. Ge­rek evli olduğu hanımı ve çocuğunun maişeti, gerekse boşadığı ha­nımı, onun çocuğunu emzirdiği sürece maişetini temin etmek kocaya aittir.
Müslim’in rivâyetinde bir kadın Allah’ın Resûlüne gelerek: "Ey Allah’ın Rasûlü kocam cimri bir adamdır, bana ve çocuklarıma harca-mıyor. Geçinebilmek için haberi yokken onun malından ala­bilir miyim? Böyle yaptığım zaman bana bir günah var mıdır?" diye sordu. Bu, aslında bir kadının kocasının bir sırrını deşifre etmektir. Yâni gıyabında kocasının guybetini yapmaktır ve böyle bir davranış caiz değildir. Ama bir fetva almak niyetiyle söylenmişse caizdir. Gıybetin caiz olduğu yerlerden birisi de işte burasıdır. Bir kişi mahkemede, kadı karşısında hakkını savunabilmek için, kadıyı ikna edebilmek için veya br âlimden fetva alabilmek için karşısındaki davalısının normalde sır olan bir kısım durumlarını deşifre edebilir. İşte bakın normal bir durumda bir kadının söylemesi caiz olmayan bir sırrını deşifre ediyor ve kocam cimridir, bana ve çocuklarına harcama yapmıyor diyor. Bunun üzerine onun harcamaları ve imkânları konusunda ikna olabilmek için sorular soran Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:
"Örfe uygun olarak sana ve çocuklarına yetecek ka­dar almanda bir günah yoktur."
(Müslim)
Kadın, kocasının ve çocuklarının maişetini temin etmek için kendi malından harcamak zorunda değildir. Ama böyle bir şey ya­parsa bu kadın infak ediyor demektir. Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir hadislerinde Ümmü Seleme’ye:
"Eğer onlara bir şeyler harcarsan o senin için bir ecirdir" buyurdu.
"Ne anne, ne de baba çocuğu yüzünden zarara so­kulmasın!"
Yâni çocuk yüzünden anne de baba da zarara uğratılmama­lı­dır. Baba annenin duygusunu, yavrusuna karşı şef­katini istismar ede­rek onu ücretsiz emzirmesi konusunda kötüye kullanarak zarar ver­memelidir. Ya da çocuğu emzirmek annenin hakkı iken onu alıp başka bir kadına emzirmesi için vermemelidir. Anne de babanın o an­daki çaresizliğini kötüye kullanarak çocuğu konusunda aşırı şekilde babanın omuzuna binmemelidir. Babanın zaafını kullanarak emzir­meye karşılık ondan çok fazla para iste­meye kalkmamalıdır.
"Mîrasçıya düşen de bunun gibidir."
Yâni eğer çocuğun babası yaşıyorsa durum böyle olduğu gibi, eğer çocuğun babası ölmüşse o zaman ölen babanın en ya­kın mîras­çısı babanın görevini üzerine alacak annenin ve çocuğun zarar gör­mesi önlenecektir.
"Eğer (ana ve baba) kendi aralarında anlaşıp danı­şarak (iki sene dolmadan) çocuğu memeden kesmek ister­lerse, ikisine de bir günah yoktur."
Rabbimiz çocuğun emzirilmesi konusunda iki yıl tayin bu­yur-muştu ancak bunu şart koşmamıştır. Karı koca aralarında an­laşırlar-sa çocuğa zarar vermemek kayd u şartıyla emzirme müd­detini iki yıldan aşağıya indirebilirler.
"Eğer çocuklarınızı (başka bir kadına) emzirtmek is­terseniz, vereceğiniz (emzirme ücretini) güzelce teslim etmek şartıyla bunu yapmanızda bir günah yoktur."
Eğer babanın durumu müsait ve bir süt anne bulup ona bu­nun karşılığını ödemeye karar vermişse, çocuğun süt anne ta­rafından em-zirilmesinde bir sakınca yoktur. Böyle bir durumda kadının emzirme sorumluluğu kalkmıştır.
"Allah’tan korkun ve bilin ki Allah ne yaparsanız görmektedir."
Evet, bütün bu anlatılanlarla Allah size yol gösteriyor. Sizler bü­tün bu konularda Allah’ın gösterdiği biçimde hareket edin. Yo­lu­nuzu Allah’la bulun, muttaki olun. Rabbinize karşı sorumluluklarınızın bilincinde olun. Yaptıklarınızı O’nun adına ve O’nun beğeneceği şekilde yapın. Tüm hayatınızı sadece O’nun beğenisine sunun. Unutmayın ki O Allah yaptıklarınızın tümünü görüp gözetmektedir.
234:"Sizden ölenlerin geriye bıraktıkları zevceleri, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler (beklesinler). İşte (o kadınlar) iddetlerinin sonuna ulaştıklarında artık kendileri hakkında iyilikle (şeriatın uygun gördüğü şe­kilde) yaptıkları işlerden dolayı size bir günah yoktur. Ve Allah ne işlerseniz hepsinden haberdardır."
Sizden ölenlerin geriye bıraktığı hanımları dört ay on gün bek­lerler. Daha önceki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, boşanan kadınların iddetini anlatmıştı. Burada da kocası ölen kadınların iddetini anlatıyor. Kocası ölen kadınlar dört ay on gün beklemek zorundadırlar. Bu süre içinde başka bir kocaya varamazlar, süslenemezler, takı takamazlar, kendilerini ortaya koyup arz edemez­ler. Hattâ Buhârî ve Müslim’in bir­likte rivâyet ettikleri bir hadisle­rinde Allah’ın Rasulü; kocası ölüp de iddet bekleyen bir kadına, gözlerinde rahatsızlık bulunduğu halde sürme çekmeyi yasakla­mıştır. Bu durumda kadınlar bir görüşe göre iddet dönemini koca­sının evinde geçirmelidir. Hz. Ayşe, Hz. Ali ve İbni Abbas da kadın istediği yerde bu iddetini doldurabilir demişlerdir.
Bunun adına yas tutma da denmiş. İslâm’a göre yas tutan ka­dın yıkanabilir, ihtiyaçlarını gidermek için gündüz evinden dışarı çıka­bilir. Fakat gece olunca bu kadın iddet beklediği evine dön­mek zo­rundadır başka bir evde geceleyemez. Evet, kocaları ölen kadınlar ancak dört ay on gün yas tutarlar.
Kadınların bu dönem içinde yas tutmaları farzdır. Çünkü Rab-bimiz bu âyetin sonunda iddetleri bittikten sonra süslenmele­rinde, koku sürüp güzel elbise giymelerinde evlenmek istemele­rinde bir gü­nah olmadığını anlatmaktadır. Demek ki yas tutma dö­neminde bunla­rın günah olduğu anlaşılıyor. Kadının kocasının dı­şında ölenler için üç günden fazla yas tutması yasaklanmıştır. An­cak kocaları ölüp de dört ay on gün beklemek zorunda olan ka­dınlar hamile olmayan kadınlar­dır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi hamile olan kadınların iddeti hamlini vaz etme süresidir. Ham­lini vaz eder etmez bu kadınların id-deti bitmiş demektir. Nitekim kocası vefat ettikten on beş gün sonra doğum yapan bir kadına Allah’ın Rasûlü istediği takdirde kocaya va­rabileceği iznini vermiş­tir.
"Sen doğurduğun zaman iddetin bitmiştir. İster­sen evlenebilirsin."
buyurmuştur. (Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Nesâî)
Kocaları ölen kadınlar bu iddet süreleri içinde hem Rahimle­rini temizlemiş olurlar, hem kocalarının hatıralarına saygılı olduklarını or­taya korlar, kocalarının hatıralarını çiğnemezler, hem de kocaları ölür ölmez hemen o evden ayrılarak kocasının ailesini de yaralamazlar. Bu âyet gelmeden önce İslâm’ın ilk dönemlerinde, kocası ölen kadının iddeti bir yıldı. Cahiliye dönemindeyse kocası ölen kadınların durumu içler acısıydı. Kocası ölen kadınlar küçük, ka­ranlık ve pis bir odaya kapatılır, eski elbise giyer, koku sürünmez hattâ bir sene bo­yunca hiç yıkanmadan bekletilirdi. Bir sene bit­tikten sonra da eline hayvan pisliği verilir ve bunu yüzüne gözüne sürmeye zorlanırdı. İs­lâm bunların hepsini men ederek sadece kadının dört ay on gün iddet beklemesini emretti.
"O kadınlar iddetlerinin sonuna ulaştıklarında, ken­dileri hakkında iyilikle (şeriatın uygun gördüğü şe­kilde) yaptıkları işlerden dolayı artık size bir günah yoktur."
Yâni iddetlerini doldurduktan sonra iddet esnasındaki ya­saklar bitmiştir. Allah’ın istediği, şeriatın izin verdiği kadarıyla süslenmeleri, koku sürmeleri, sürme çekmeleri, kendileriyle evlenmek isteyenlerin karşısına çıkmaları mubah kılınmıştır. Bunda herhangi bir günah yoktur. Bundan velilerin velâyeti altındakilerden sorum­luluğunu da anlıyoruz. Çocuklarını Allah’ın istediği biçimde yetiş­tirmeyenlerin gü­nahkâr olduklarını, bu vebalin onlar üzerinde ol­duğunu anlıyoruz.
235: "İddet bekleyen kadınları nikâhlamak istedi­ği­nizi ima yoluyla onlara bildirmenizde veya böyle bir ar­zuyu kalplerinizde saklamanızda üzerinize bir günah yoktur. Allah biliyor ki muhakkak siz onları ilerde ana­cak-sınız. Ama maruf (meşru) bir söz söylemenin dışında gizlice onlarla sözleşmeyin. Farz olan iddet bitinceye ka­dar da nikâh akdine azmetmeyin. Allah’ın kalpleri­nizde olanı bildiğini bilin. Ve ondan sakının ve bilin ki şüphesiz Allah bağışlayandır, Halîmdir."
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde, kocası ölüp de iddet bekle­yen veya kocası kendisini üç talâkla boşadığı için iddet bekleyen ka­dınlara açık olmamak şartıyla evlilik ima etmenin, çıtlatmanın veya bu düşünceyi kalpten geçirmenin haram olmadığını anlatı­yor. İnsan ko­cası ölmüş iddet bekleyen veya boşanmış, iddet bekleyen bir kadınla evlenmeyi düşünebilir. Bu evliliğe zemin ha­zırlamak üzere henüz ka­dının iddeti bitmeden bu düşünceyi içinde saklaması caiz olduğu gibi, üstü kapalı olarak bu düşüncesini ka­dına çıtlatması da caizdir. "Sen saliha bir kadınsın!" Ben saliha bir kadınla evlenmek istiyorum!" "Ben seni beğeniyorum!" Sen iyi bir kadınsın!" "Ben evlenmek istiyorum!" "Üzülme! Yakında Allah sana iyi bir eş nasip edecektir!" Veya kadının velisine "Benim ha­berim olmadan onu başkasıyla evlendirmeyin!" gibi imalı sözlerle bunu ona çıtlatabilir, bunda bir günah yoktur. Ama baş­kalarının onunla evlenmelerine imkân bırakmayacak biçimde "Ben seninle evlenmek istiyorum!" demesi, açıkça ona evlilik teklif etmesi caiz değildir.
"Allah biliyor ki, muhakkak siz onları ilerde ana­cak­sınız. Ama maruf (meşru) bir söz söylemenin dışında gizlice onlarla sözleşmeyin. Farz olan iddet bitinceye ka-dar da nikâh akdine azmetmeyin. Allah’ın kalpleri­nizde olanı bildiğini bilin. Ve ondan sakının ve bilin ki şüphesiz Allah bağışlayandır, Halîmdir."
Evet Allah biliyor ki, muhakkak siz onları hatırlayacaksınız. Yâ-ni sizlerin onlara evlenmek isteyeceğinizi, onlara duyduğunuz bu meyli mutlaka açığa vuracağınızı Allah bilmektedir. Tamam bunu içi­nizden geçirmeniz ya da ima yoluyla bu niyetinizi onlara çıtlatmanız normaldir, "kavlen marufa" yapmanız caizdir. Bu­radaki "Kavlen marufa" ifadesi evlenmeyi ima yoluyla arz et­mek anlamınadır. Bu caizdir, ama "Benimle evlen!" "Benden baş­kasıyla evlenmeyeceğine dair bana söz ver!" gibi açıkça onlara evlilik teklif etmekten veya giz­lice onlarla sözleşmekten sakının, çünkü bu haramdır diyor Rabbimiz.
Âyet-i kerîmedeki "Gizlice onlarla sözleşmeyin." İfadesi hem zina yapmayı hem de açıkça onlara evlilik teklif etmeyi veya id-det bitmeden nikâh yap­mayı ihtiva etmektedir. Buna göre boşanmış, ya­hut kocası ölmüş ve iddet bekleyen kadınla iddet süresi dolmadan yapılan nikâh akdi fasittir, geçersizdir. Hattâ bunun haram olduğunu bile bile yapan kişinin kâfir olacağını söylemişlerdir âlimlerimiz.
"Ve bilin ki, Allah kalplerinizde olanı bilmektedir. Artık ondan sakının! Ve yine bilin ki, şüphesiz Allah Ğa-fûr’dur, Halîmdir."
Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, kalplerden geçirilenleri bil-diğini ve Allah’ın kalplerden geçirilmesini istemediği şeylerin kalp­lerde bulundurulmaması gerektiğini anlatıyor.
Eğer Allah’ın razı olmayacağı şeyleri kalplerinizden geçir­miş-seniz, hemen Allah’a tevbe edin ve ondan bağışlanma dileyin. Kalp­lerden geçirilmeye Allah’ın izin verdiği, ama pratiğe dökülme­sini ya­sakladığı şeyleri yapmaktan sakının. Ve bilesiniz ki, Allah ğafur ve Halîmdir. Günah işleyip de hemen ondan tevbe eden kullarını bağış­layan ve onların hatalarını, kusurlarını örtendir. Bir de işlenen günah­lar karşısında hemen acele etmeyip tevbe etme imkânı tanıyandır, Halîmdir Allah.
236:"Kendileriyle temas etmeden veya kendilerine bir mehir tayin etmeden evlendiğiniz kadınları boşama­nızda size bir günah yoktur. (Ancak şu kadar var ki) zen­gin olanınız durumuna göre, darda olanınız da du­rumuna göre örfe uygun bir şekilde onlara mut'a ver­mesi gerekir. Bu muhsinler üzerine bir haktır."
Âyet-i kerîmenin nüzul sebebiyle alâkalı Kurtubî tefsirinde şöyle bir hadise anlatılır: Ensâr’dan birisi bir kadınla evlendi. Sonra henüz mehir tayin etmeden ve o kadınla cima yapmadan onu boşadı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Allah’ın Rasûlü buyurdu ki:
"Başına örttüğün şey bile olsa mut'a olarak onu o ka­dına ver!"
(Kurtubî tefsiri)
Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki; sadece şehvetini tatmin için ka­dınlarla evlenmeyi, sonra da onları boşamayı İslâm haram kıl­makta­dır. Ama nikâh akdi yaptıktan sonra henüz kadınla cima yapmadan, mehir de tayin etmeden onunla evlenmeyi dini ve maslahatı için uy­gun görmeyen kişinin onu boşamasında bir gü­nah yoktur. Nitekim Allah’ın Rasûlü kendisine nikâhladığı ve ger­değe gireceği karısı Bint’ül Cüne Rasulullah’a: "Senden Allah’a sığınırım!" dediği için Rasulul-lah’ın da:
"Benden çok büyük bir zata sığındın. Ailenin ya­nı-na dön!"
diyerek onu boşadığını Buhârî ve Müslim bize anlatmakta­dır. Âyet-i kerîmede:
_«8 «š³@«K¬±X7! ­v­B²TÅV«0 ²–Ë! ²v­U²[«V«2 «ƒ@«X­%ž¸
®}«N<¬I«4 Åw­Z«7 ²~Y­/¬I²S«# —Ï! Åw­;YÇK«W«# ²v«7
"Mehir tayin etmeden evlendiğiniz kadınları boşa­ma­nızda size bir günah yoktur."
İfadesinden anlıyoruz ki, mehir tayin edilmeden de nikâh ca­iz­dir. Yâni mehir nikâh akdinden sonra da tayin edilebilir.
Âyet-i kerîmede geçen "Mut'a" erkeğin mehir tayin etme­den ve kendisiyle cinsi münâsebette bulunmadan boşadığı karı­sına onun üzüntüsünü ve sıkıntısını gidermek için vereceği bir ik­ramdır. Para, mal, elbise vs gibi. Ancak bunun belli bir miktarı yoktur. Bu kocanın takdirine bırakılmıştır.
"Bu muhsinler üzerine bir haktır."
diyor Rabbimiz. Bu ifadeden bunun farz olduğunu söyle­yenler çoğunluktadır.
Demek ki boşanan kadınları dört durumda değerlendirebili­riz:
1- Kendisiyle zifafa girilmiş ve mehir takdir edilmiş olan ka­dın-lar. Bu kadınların hükmü daha önce geçti. En küçük bir haksız­lığa meydan verilmeden bu kadınların mehirlerinin kendilerine ödenmesi gerektiğini Rabbimiz sûrede anlatmıştı.
(Bakara: 2/228-229)
2- Kendisiyle zifafa girilmiş olup ama henüz mehir takdir edil­memiş iken boşanan kadınlar. Bunlar için de mehri misil ge­rekmek­tedir. Yâni emsaline ödenen mehirin aynısının bu kadına ödenmesi gerektiğini Rabbimiz bildiriyor. Bununla ilgili açıklama ilerde gelecek­tir. Nisâ sûresinin 24. âyet-i kerîmesinde:
"O halde onlardan hangisiyle faydalandıysanız (cima yaptıysanız) ücretlerini takdir edildiği şekilde verin."
(Nisâ 24)
Aynen bunun gibi kendisiyle zifafa girilmeden ve kendisine mehir de tayin edilmeden kocası ölen bir kadın da kendisine denk olan kadınların aldığı mehir kadar bir mehir almakla birlikte, ölen ko­casının mîrasından da pay alır.
3- Üçüncüsü kendisiyle zifafa girilmemiş ve mehir de tayin e­dil­memiş oldukları halde boşanan kadınlardır ki; şu anda tanı­maya çalıştığımız âyet de bunu anlatıyor. Maruf ölçüler içinde ko­canın mad-dî durumuna göre böyle kadınlara mut'a verilmelidir. Ayrıca böyle zifafa girilmeden boşanmış kadınlar için bir iddet beklemek de söz konusu değildir:
“Ey İnananlar! Mü'min kadınlarla nikâhlanıp, onları, temasta bulunmadan boşadığınızda, artık onlar için size iddet saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle serbest bırakın.”
(Ahzâb 49)
Âyetiyle açıklanmıştır. 4- Dördüncüsü de:
237:"Onlara mehir tayin ettiğiniz halde dokunma­dan boşarsanız, o zaman tayin ettiğiniz mehrin yarısı onla­rındır. Ancak kadının kendisi yahut nikâh akdi elinde bulunan velisi bunu bağışlarsa mehir ge­rekmez. Sizin ba­ğışlamanız takvaya daha yakındır. Ara­nızdaki iyiliği de unutmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıkla­rınızı görendir."
Âyet-i kerîmede Rabbimiz nikâh akdi esnasında mehir ta­yin edilmiş, ama henüz zifafa girilmeden boşanan kadınlara tayin edilen mehirin yarısının verilmesi gerektiğini anlatır.
Eğer kendisiyle nikâh yapılmış, ama gerdeğe girilmeden bo­şa­nan kadın kendisine terettüp eden bu mehri bağışlarsa, al­maktan vazgeçerse o zaman bu mehir düşer.
Âyet-i kerîmedeki nikâh akdi elinde olan kişiden kimlerin kas­te­dildiği konusunda değişik görüşler vardır.
1- İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî’ye göre bu nikâh akdi elinde olandan kasıt, bu kadını boşayan koca demektir. Öyleyse ni­kâh akdi elinde olan kişi affederse ifadesinin anlamı şöyle ola­caktır: Kocası mehirin diğer yarısını da affeder ve tamamını ver­mek isterse bu müstesna olacaktır.
Bu durumda boşanan kadın, kendisine Rabbimizin tayin bu­yur­duğu bu mehrin yarısını kocasına bağışlayabileceği gibi ko­cası da öteki yarısını bağışlayıp mehrin tamamını boşadığı karı­sına verebile­cektir. Rabbimiz bu beyaıyla her ikisine de birbirlerini kırıp dökmemek için, İslâm kardeşliğini zedelememeleri için iyi davranmayı, cömert davranmayı tavsiye ediyor. Çünkü İslâm kardeşliği karılık kocalıktan önceliklidir. Buna çok dikkat etmek gerekmektedir. Karı koca arasındaki evlilik ilişkisi bitmiş olsa da bu kardeşlik ilişkisi kıyamete kadar devam edecektir. Her ikisi de yarın birlikte düşman karşısına çıkıp ci-had edecekler ve yine yarın cennette olacaklardır.
2- İkincisi buradaki "nikâh akdi elinde olan" dan kasıt, ka­dının velisidir. Bunu İmam Mâlik tercih etmiştir. Buna göre kadı­nın velisi mehrin yarısını damadına bağışlayabilir.
"Sizin affetmeniz (bağışlamanız), muhakkak ki tak­vaya daha yakındır. Aranızdaki iyiliği unutmayın. Muhak­kak ki Allah yaptıklarınızı görendir.”
Kadın ve erkekten her biri diğerini affedip iyilikte bulunursa, bu onlar için takvaya daha yakındır. Yâni kadın: "Nasıl olsa be­nimle zi­fafa girmedi" diyerek mehirin yarısını kocasına bağışlarsa, erkek de karısını teselli etmek için, gönlünü almak için diğer yarı­sını da affedip mehrin tamamını ona verirse işte bu her ikisi için de takvadır diyor Rabbimiz.
Bir de aralarınızdaki iyilikleri unutma­yın diyor Rabbimiz. Yâni boşandık diye birbirinizin düşmanı ol­maya kalkmayın. İki aile birbirine düşman kesilmesin. Müslü­manlar olarak, din kardeşleri ola­rak yine birbirinize dost kalın. Ba­kın Allah’ın Resûlüyle Hz. Zeynep evlendikten sonra, Hz. Zeyneb’in önceki kocası Zeyd’le Rasulullah’ın arasındaki dostluk aynen devam etmiştir. Muhakkak ki Allah yaptıkla­rınızı gören-dir. Eğer birbirinize iyilik yaparsanız Allah bunu görür ve size kat kat karşılığını öder; ama sizler birbirinize zulmetmeye kalkar­sanız, Al­lah onu da görmektedir.
Tabi bütün bu konularda Allah’ın istediği davranışları ger­çek-leştirebilmek için de namazlarınızı muhafaza etmek zorunda­sınız. Yâni sürekli Allah’la diyaloglarınızı kesmemek zorundasınız. Namazla sürekli Allah’tan mesaj almak, sürekli O’nun huzurunda ve O’nun kontrolünde olduğunuzu hatırlamak zorundasınız. De­ğilse bütün bunları beceremezsiniz, dikkat edin ha! diye Rabbimiz yeniden na­maza dikkat çekecek bu bölümde.
238:"Namazları ve bilhassa orta namazı (üzerine ti­tizlikle düşerek) muhafaza edin! Ve Allah için kalkıp O’-na gönülden boyun eğiciler olarak divan durun! (kunutta bulunun)"
Namazlarınızı muhafaza ediniz. Namazların muhafazası, tüm namazları vaktinde rükûn ve şartlarına riâyet ederek hiçbirini ihmal etmeden, Allah’ın istediği biçimde yerine getirmek demektir. Namazla­rın muhafazası, namazla Allah’tan alınan mesajın muha­fazası de­mektir. Namazla Allah’tan alınan mesajın, namaz sonrası hayata ak­tarılması ve sosyal hayatın bu mesajla düzenlenmesi demektir. İşte böyle namazlarınızı hiç ihmal etmeden muhafaza edin ve özellikle de orta namaza dikkat edin!
"Salâtul vusta" Vüsta, evsad kelimesinin müennes ismi taf-dıylidir. Arapça’da bu kelime hem orta, hem de yüce, yüksek anlamla­rına gelmektedir. Hem orta namaz, hem de bütün sıfatla­rını havi ola­rak Allah’ın istediği biçimde kılınan namaz mânâsına gelmektedir. Bu namazın hangi namaz olduğu, şu bildiğimiz na­mazlardan birisi mi, yoksa bu namazlardan başka bir namaz mı ol­duğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Sahabeden çoğunun ifa­desine ve dört mezhep ima­mının görüşüne göre bu namaz, ikindi namazıdır. Allah’ın Rasûlü Ah-zâb savaşı günü, kendilerini çok şid­detli bir biçimde sıkıştıran ve hattâ Müslümanlara ikindi namazı kılma imkânı bırakmayan müşrik­lere bedduada bulunmuştu:
"Onlar bizi orta namaz olan ikindi namazından meş­gul ettiler. Allah da onların evlerine ve kalplerine ateş doldursun!"
diye bedduada bulunmuştur.
(Beyhaki, Sünenü’l-Kübra 1/460)
Yine Allah’ın Resûlü’nün Tirmizî’de:
"Orta namaz, ikindi namazıdır."
hadisini biliyoruz.
Yine sahabeden kimileri bu orta namazın sabah namazı ol-duğunu söylemişlerdir. Kimileri bunun öğle namazı olduğunu, kimileri akşam, kimileri yatsı namazı olduğunu söylemişlerdir. Bu, beş vakit namazın tamamını içine alır diyenler de olmuş. Sahib-i tertip olmanın önemine dikkat çekiliyor diyenler olmuş. Cemaatla kılınan namazdır, Allah burada cemaata dikkat çekiyor diyenler olmuş. Cuma günü kılı­nan cuma namazıdır, korku namazıdır, vitir nama­zıdır, Kurban bay­ramı namazıdır, Ramazan bayramı namazıdır gibi pek çok görüşler serd edilmiştir bu konuda.
Fakat tüm bu rivâyetler dikkatlice incelenirse Allahu âlem en uygunu bunun ikindi namazı olmasıdır. Çünkü bu konuda en güzeli Rasûl-i Ekrem’in beyanına uymaktır. İnsanlar için meşguli­yetin en fazla olduğu dönem de ikindi dönemidir. Buna göre şöyle demek her­halde daha uygun olacaktır: Her şahıs için engellerin ve meşguliyetin çokluğu sebebiyle kılınması en zor ve geçirilmesi en çok ihtimal dahi­linde olan namaz, onun için en faziletli namaz veya orta namazdır.
Veya bu orta namaz açıkça belirtilmediğine göre mümin bütün namazlarını tam olarak muhafaza ederse, bu namazı da muhafaza etmiş olacaktır. Tıpkı Kadir Gecesini Rabbimizin gizli tuttuğu gibi. Ka­dir Gecesini yakalamak isteyen kişi Ramazanın son on gününü ta­mamen ibâdetle geçirmesi gerektiği gibi. Öy­leyse tüm namazlar Al­lah’ın istediği biçimde muhafaza edilmeli ki, bu orta namaz da muha­faza edilmiş olsun. Evet, namazların tü­münü muhafaza edin, özellikle de bu orta namaza çok dikkat edin!
"Ve de Allah için kalkıp, divan durunuz. (Kunutta bulununuz)"
Allah için kalkıp Allah huzurunda el pençe divan durunuz.
"Ganitiyn" kelimesinin birkaç mânâsı vardır.
1- İtaat ediciler olarak Allah’ın huzurunda durun.
2- Konuşmadan ve namazı bozacak fiillerde bulunmadan hu­zurda durun.
Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde şu rivâyeti görüyoruz: Zeyd Bin Erkam diyor ki: "Habeşistan’a hicretten önce Allah’ın Rasûlü na­mazdayken biz ona selâm verirdik, o da bizim selâmı­mızı alıyordu. "Ve Allah’ın huzurunda huşu ile durun" âyeti nazil olmuş Ha­beşistan’dan dönüşümüzde tekrar ona namazda iken selâm verdik; fakat Allah’ın Rasûlü bizim selâmımızı almadı. Öyleyse bu âyetin mâ­nâsı "Namazda konuşmayın!" demektir.
3- Huzû ve huşû içinde namaz kılın ve namazda dua edin de­mektir.
"Kunûd" el pençe beklemek demektir. Emre hazır bekle­mek demektir. Ya Rabbi ben sana teslimim! Ben sana bağlıyım! Ne ister­sen iste! Ne emredersen emret! Ben senin emrini bekliyo­rum! De­mektir. Kulluğu sadece Allah’a hasretme, şirkten kaçınma ve Allah’-tan başkalarını kesinlikle dinlemeyeceğini ortaya koyma­dır bu.
Bir de bu:
"Ve Allah için ganitiyn olarak ayakta durun!"
Âyetinin mânâsı; namazda aldığınız mesajla hayatınızı ayakta tutun! Bu mesajla ayağa kalkın anlamına gelmektedir. İs­ter evlilik, ister boşanma, ister yemin olsun Kur’an’da Allah’ın bil­dirdiği hükümle­rin tamamına uymak, namaz gibi ibâdettir. Nasıl ki namaz konusunda Allah’tan başka hiç kimsenin hüküm koyma yetkisi yoksa, diğer konu­larda da hiç kimsenin hüküm verme yet­kisi yoktur. Allah öğle nama­zını dört rek'at olarak tayin buyurduğu halde bu namazı beş rek'at kı­lacaksınız diyenlere itaat eden kişiler, nasıl ki Allah’ı bırakıp bu emri verenleri ilâh kabul etmişlerse ay­nen bunun gibi boşama yetkisini er­kekten alıp kadına veya dev­lete vererek Allah’ın hükmünün dışında hükmedenlerin hükümle­rini kabul edenler de bunarı ilâh kabul etmiş­ler demektir.
Allah, kocası tarafından boşanmış kadınların üç kuru’ müddeti iddet beklemesini emrettiği halde veya kocası ölen kadınların dört ay on gün beklemelerini emrettiği halde Allah’ın hükmünü değişti­rip, ha­yır kadın hemen evlenebilir, diyenlere itaat edenler de bunları İlâh kabul etmişler demektir. Allah’ın hükümleri dışında hüküm veren­ler kim olurlarsa olsunlar, kim olurlarsa olsunlar reddedilmesi gereken tâğutlardır.
Her kim de bu tâğutları reddetmez ve yalnız Allah’a yapıl­ması gereken kulluğu bu tâğutlara da ayırarak onları İlâh kabul ederse; bunlar Allah için ganitiyn olarak durmayan insanlardır. Al­lah’la birlikte başkalarına da itaat eden müşrikler demektir. Na­mazda hiç mesaj al­ma­yan, ya da namazda aldıkları mesajı ha­yatlarına aktaramayan in­sanlar demektir.
239:"Eğer bir şeyden korkarsanız namazı yaya veya binek üzerinde kılın! Emin olduğunuzda da Al­lah’ın size bilmediğiniz şeyleri öğrettiği gibi siz de Al­lah’ı zikredin!"
Rabbimiz bundan önceki âyette emniyet halinde iken na­mazı hiçbir zaman terk etmememizi emrettikten sonra bu âyetinde de korku halinde kılınması gereken namazı anlatıyor. Âyet-i kerî­meden anlı-yo­ruz ki korku halinde bile namazı terk etme yoktur. Namaz imandır. Namazın terki hiç bir zaman caiz değildir. Namaz ayakta kılınmalıdır. Ama ayakta kılamayan oturarak, oturarak kı­lamayan yatarak, yattığı yerden de kılamayan ima yoluyla nama­zını mutlaka kılmalıdır. Kıbleye yönelemeyen kişi herhangi bir yöne yönelerek kılabilir. Savaş esna­sında, düşmandan kaçarken, hastayken, korku halindeyken hâsılı her hâlükârda namaz kılın­malıdır. Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Eğer korku çok ise ayakta olduğu gibi binek üze­rinde de kılabilirsiniz. Kıbleye yönelebileceğiniz gibi başka bir yöne de yönelebilirsiniz."
Düşmandan, yırtıcı hayvanlardan şiddetli bir korku içine dü­şül-düğü zaman, namaz yolculuk namazı gibi iki rek'at olarak kı­lınabile-ceği gibi, öğle ile ikindi, akşam ile yatsı cem edilerek de kı­lınabilir. Herhangi bir yöne yönelerek, yürürken veya binekteyken kılınabilir. Evet bu korku durumundayken de namazlarınızı terk etmeyin.
"Korku kaybolup emniyete kavuştuğunuz zaman da Allah’ın size bilmediğiniz şeyleri öğrettiği gibi siz de Al­lah’ı zikredin!"
Yâni tehlike bitip de emniyete kavuştuğunuz zaman da ar­tık na­mazlarınızı yine tam olarak kılınız. Böylece namazla Allah’ı ve Al­lah’ın âyetlerini, Allah’ın hükümlerini zikredin. Namazla Allah’tan mesaj alın ve o mesajla hayatınızı düzenleme gayreti içine girin. Namazda aldığınız mesajları hafızanızda canlı tutun ki, hayatınızı onlarla düzenleyin.
240:"İçinizden vefat edip de geride eşler bırakan­lar, eşlerinin evlerinden bir sene çıkarılmamasını ve ge­çimle­rinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Eğer kendileri çıkar­larsa onların örfe uygun olarak yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah Azîzdir, hakimdir."
Müfessirlerin çoğuna göre bu âyet Bakara sûresinin 234. âye­tiyle nesih edilmiştir.
"Sizden ölenlerin geriye bıraktıkları zevceleri, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler..."
(Bakara 234)
Âyetiyle bu âyet nesih edilmiştir. Yâni kocası ölen kadınla­rın ko­calarının evinde bir yıl beklemeleri belki bir azimettir veya mubahtır. İlla da bir yıl beklemek zorunda değildirler. Ama dört ay on gün iddet beklemeleri farzdır.
Ayrıca ölümü yaklaşan kocaların arkalarında bıraktıkları ha­nım­ları için bir yıllık nafaka vasiyet yapmaları Nisâ sûresindeki:
"Bıraktıklarınızın dörtte biri hanımlarınızındır."
(Nisâ: 12)
Âyetiyle nesih edilmiştir. Yine şu hadis de bunun nesih edil­di­ğini anlatmaktadır:
"Mîrasçı için vasiyet yoktur."
(Buhârî, Müslim)
Kocası ölmüş kadın mîrasçılardan birisi olduğundan onun için ayrıca vasiyette bulunmanın yasaklandığı anlatılıyor bu ha­diste. Böy­lece mîras âyeti ile vasiyet âyeti, dört ay on gün iddet bekleme âye­tiyle de bir yıl bekleme hükmü nesih edilmiştir.
Bazı müfessirler de bu âyetin mensuh olmadığını aksine yeni bir hükmün mevcut olduğunu söylemişlerdir. O da vefat eden kocanın kendi hanımının lehine, bir senenin sonuna kadar evinde kalmasını vasiyet etmesidir. Böylece kadının evinde dört ay on gün bırakılması farz, sene sonuna kadar kalması da mendup olacaktır. Yâni kadın is­terse bir yıl kocasının evinde kala­cak, dilerse bir yıl dolmadan çıkabi­lecektir. Şâyet kendileri çıkar­larsa, artık size bu konuda bir mesuliyet yoktur ifadesi de bunu anlatmaktadır.
241:"Boşanan kadınlar için örfe uygun bir şe­kilde mut'a vardır. Bu muttakiler üzerine bir haktır."
Boşanan kadınlara mut'a konusu daha önce geçtiğine göre bu­rada anlatılan mut’a’nın iddet nafakası olması muhtemel­dir. Bu mut’a’nın da kocanın maddi gücüne ve kadının durumuna göre takdir edilmesi gerekmektedir.
242:"Allah, âyetlerini belki akledersiniz diye işte böy­lece açıklıyor."
Ey mü'minler! Allah böylece size âyetlerini, haramlarını, he­lâlle­rini, emirlerini, nehiylerini net ve açık bir şekilde açıklıyor. Eğer akıl sahipleriyseniz bütün bu açıklananlardan ibret alır Al­lah’ın istediği biçimde davranırsınız.
²v¬;¬*@«<¬( ²w¬8 ²~Y­%«I«' «w<¬HÅ7! |«7Ë! «h«# ²v«7Ï!
243:"Ölümden korktukları için binlerce kişinin memleketlerinden çıktığını görmedin mi? Allah on­la­ra; "Ölün!" dedi. Sonra onları tekrar canlandırdı. Muhak­kak ki Allah insanlara çok fazıl ve ihsan sahibidir. Fa­kat insanların çoğu şükretmez."
Âyet-i kerîmede hiçbir tedbirin takdiri bozamayacağı, Allah’ın kaderinden yine Allah’a sığınmaktan başka çarenin bulunma­dığı an­latılmaktadır. Sözü edilen bu insanlar ya ölüm korkusuyla cihattan kaçmış kimselerdir ya da salgın bir hastalıktan tedbir al­mak için kaç­mış insanlardır.
Düşmanla savaşmak, vatanlarını ve dinlerini müdafaa et­mek söz konusu olduğu zaman Allah’ın cihad emrini yerine getir­meyerek, düşmanla karşı karşıya gelmeyi göze alamayarak sürü sürü yurtlarını terk eden nice kavimlerin çok geçmeden mahvol­duklarını, perişan ol­duklarını, yıllar yılı galip toplumların kölesi ola­rak öldüklerini, bittikle­rini yok olduklarını ama yüz yıllar sonra yine Allah’ın izniyle tekrar ha­yat bulduklarını biliyoruz. Savaşı göze alamadıkları için galip toplum­ların elinde oyuncak olmuş, varlıkla­rını, şahsiyetlerini, hürriyetlerini kaybetmiş, dinlerini, tarihlerini kaybetmiş, silinip gitmiş nice milletler tanıyoruz. Allah bunlara, bu kendi uğrunda savaşı göze alamayan korkaklara, madem ki sizler benim yolumda cihadı göze alamadınız öyleyse haydi "ölün" haydi "sürünün" buyurmuş onlar da ölmüşler, yok olmuşlar ve silinmişler.
Yıllar yılı İslâm dünyasının ölümünün ve sukutunun altında ya­tan sebep işte budur. Yeniçeri kılıcı kınına sokup bu ıssız çöller aşıl­maz! Bu savaş çekilmez! Yaşamak varken ölüm göze alınmaz! dediği andan itibaren bizim sukutumuz da başlamış. Allah için sa­vaşı göze alamadıkları için galip toplumların kölesi durumuna düşmüşüz. Varlı­ğımızı, şahsiyetimizi, hürriyetimizi, dinimizi, tarihi­mizi kaybetmişiz. Kelimenin tam anlamıyla ölmüşüz yani.
Ama yıllar sü­ren bu ölümümüzden sonra inşallah Rabbimizin bizi yeniden diril­teceği günlerin yakın oldu­ğunu anlıyoruz. Zira öldürmek de O’na aittir diriltmek de. Ama bunun elbette bir yasası vardır. İşte bundan sonraki âyette Rabbimiz bu diri­lişin yasasını şöyle anlatı­yor:
244:"Allah yolunda savaşın ve bilin ki muhakkak Al­lah semidir âlimdir."
Rabbimiz ecelin kendi elinde olduğunu ve insanlar ölüm­den ne kadar da kaçarlarsa kaçsınlar, ölmemek için ne kadar tedbir alırlarsa alsınlar Allah’ın takdirini bozamayacaklarını anlatı­yor.Rabbimiz Ölüm korkusuyla cihattan kaçanları cihada teşvik ediyor. Ey mü'min-ler! Allah yolunda savaşın ve sakın ölümden korkmayın! İyi bilin ki Allah yo­lunda savaşmak sizin ecelinizi ke­sinlikle kısaltmaz. Kişinin ölüm se­bebi ecelinin gelmiş olmasıdır buyurarak Rabbimiz mü'minleri cihada teşvik ediyor. Varlıklarının garantisi olarak Allah’ın kendilerine yükle­diği cihattân geri durma­maları, ölümden korkmamaları aksine ona ölümü meydan okurca­sına karşılamaları istenmektedir. Allah için sa­vaşa katılmak hattâ savaşın en ön saflarında bulunmak ölüm sebebi olmayacağı gibi savaştan kaçmak da ölümden kurtuluş anlamına gel-meyecektir. Rabbimiz bu hususu anlatırken:
"De ki evlerinizde dahi olsaydınız yine üzerlerine öl­dürülmeleri yazılmış olanlar mutlaka vurulup düşe­ceği yeri boylardı."
(Âl-i İmrân: 154)
Yine aynı sûrede Rabbimiz şöyle buyurur:
"Allah’ın (belli bir süreye göre yazılmış) izni olma­dan hiçbir kişi ölemez."
(Âl-i İmrân: 145)
Bundan sonra karz-ı haseni anlatacak Rabbimiz. Buyurur ki:
_®/²I«5 «yÅV7! ­Œ¬I²T­< ™¬HÅ7! ~«) ²w«8
245:"Kim de Allah’a güzel bir borç verirse Allah O’na kat kat artırarak ödeyecektir. Sıkan da, açan da Allah’tır.Hepiniz O’na döndürüleceksiniz"
Rabbimiz kullarını cihada teşvik buyurduğu bu bölümde infakı da gündeme getiriyor. Hem de kendisine borç isteme pozis­yonunda infakı gündeme getiriyor. Yâni böyle cihat gibi, namaz gibi, oruç gibi, infak gibi yapacağınız kulluklarla Allah’a öyle borç­lar sunun ki bunlar güzel bir borç olarak Allah’ın yanında kalsın ve size en lâzım olacağı zaman ondan alırsınız. Cennet için mi lâzım oldu? cehennemden kurtulmak için mi lâzım oldu? O zaman on­dan alırsınız.
Canlarınızı, bedenlerinizi, akıllarınızı, zamanlarınızı, malları­nızı bugün Allah’a emanet verirseniz, yâni bütün bunları Allah yolunda ve Allah’ın hizmetinde kullanırsanız: “Ya Rabbi senin yolunda harcı­yorum ve sana emanet ediyorum yarın lâzım olunca senden alırım” derseniz bilesiniz ki onlara en çok muhtaç olduğunuz zaman Allah onu size kat kat ödeyecektir.Böyle demeseniz bile her biri zaten kay­bolup gidiyor. Meselâ şu anda şu bir saatlik zamanı Allah’a ayırma­saydınız nasıl olsa yine geçecekti değil mi?
Öyleyse zamanınızı Allah için harcayın ve ona bir ema­net olarak sunun, yarın ondan alırsınız. Akıllarınızı, zekâlarınızı sadece para kazanmaya değil de biraz da Allah’ın âyetlerini tanı­maya, ağızlarınızı sadece yemeye içmeye değil de biraz da Al­lah’ın dinini çoluk çocuğunuza anlatmaya harcayın. Böylece Allah’a güzel bir borç sunun ki yarın Allah’tan onu alasınız.
İbni Abbas der ki bu âyet Ebu Dahdah hakkında inmiştir. Bu âyet geldiği zaman bu zat Rasulullah’a gelerek: "Ey Allah’ın Rasûlü şimdi Allah bizden karz istiyor öyle mi?" Allah’ın Rasûlü evet deyince Ebu Dahdah: "Ey Allah’ın Rasûlü benim iki bahçem var. Bunlardan en güzelini, içinde 600 hurma ağacı bulunan bah­çemi infak etsem bana onun bir benzeri var mı?" dedi. Allah’ın Rasûlü “Evet hattâ ondan çok daha fazlası!” buyurdu. Adam: "Ey Allah’ın Rasûlü! Hanımım da benimle beraber olacak mı? Onun da bu işten bir hissesi var mı?" dedi. Allah’ın Resûlü: "Evet o da seninle beraberdir!" buyurdu. Adam: "Ey Allah’ın Rasûlü uzat elini ve şahit ol ki ben bahçemi bu şartla Rabbime karz ettim!" Dedi ve hemen bahçesine gitti hanımı ve çocukları oradaydı. Bahçenin kapısında durdu ve hanımına bu bah­çeyi şu şu şartla Allah’a karz ettiğini söyledi. En az onun kadar Allah’a teslim olan karısı da aynı fedâkârlık ve cömertlikle:
"Allah alışverişini kabul etsin! Ey Ebu Dahdah ne kadar da pa­halı satmışsın onu?" dedi ve birlikte bahçeden çıktılar. Kadın çocukla­rın ağzındaki ve torbalarındaki hurmaları da çıkarıp bunlar bize ait değil artık diyerek bahçeye bıraktı.
(Râzî Tefsiri 6/178)
Bu âyetin inişiyle insanlar üç gruba ayrıldılar.
1- Alçaklar. Bunlar şöyle dediler: Bakınsanıza Muhammed’in Rabbi bizden borç isteyecek kadar fakirmiş. Allah fakir, biz zengi­niz dediler. Allah zayıf, biz güçlüyüz dediler. Buna küfür mantığı denir. Yâsînde de aynı konu anlatılır:
"Onlara Allah’ın size verdiği rızıklardan Allah yo­lunda infak edin denildiği zaman küfredenler derler ki: Allah’ın doyuracaklarını biz mi doyuracağız?"
(Yâsîn: 47)
Yâni bu fakirleri Allah doyuramadı da biz mi doyuracağız? Al­lah bu fakir kullarını doyuramayacak kadar fakir de bizden infak mı is­tiyor diyorlardı. Küfür mantığı. Sanki Allah’ın malı ayrı ken­dilerininki ayrı. Sanki kendi ceplerindeki, kendi ellerindeki Allah’ın değil. Bunu önceki derslerimde de söyledim. Böyle cebindekilerin Allah’a ait değil de kendisine ait olduğuna inanan, yani kendisini mülkün sahibi gören bir kişi zırnık bile veremez. İstese de veremez. Bu mal, bu mülk benim değil Allah’ındır. Ben bunu onun istediği yerlerden kazanıp, razı olduğu yerlerde harcamalayım diyen ve böylece inanan kişi ancak infakı becerebilecektir. Allah kendilerinden karz isteyince bu şekilde alçakça davra­nanlar oldu.
2- Cimriler. Bir kısım insanlar da Allah’ın kendilerinden karz iste­yen bu âyetini duyunca cimrilik yaptılar. Mala rağbet edip Allah yolunda harcamaya yanaşmayan, dünya hayatına güvendiklerin­den ötürü hiç kimseye yardım elini uzatmayanlar, cimrilik edenler.
3- Üçüncü grup da Allah’ın bu dâvetini duyar duymaz infaka ko­şanlar. Bunlar mülkün de hayatın da gerçek sahibinin Allah oldu­ğuna inanan ve bu inanca dayalı olarak malını da, ca­nını da, hayatını da Allah’a karz olarak sunan, Allah için bir hayat yaşayan insanlar.
Birinci olarak anlarız ki, bu ayetle Rabbimiz tüm varlığı­mızı kulluk adına kendisine sunmamızı istiyor. İkinci olarak da biz­zat fa­kirlere, muhtaçlara kendi rızası adına borç vermemizi emre­diyor. Al­lah kendini fakir kullarının safında kılarak kendi adına onlara karz yapmamızı istiyor. Kendi rızası adına sıkıntı içinde kalmış kardeşleri­mize karz-ı hasen adı altında borç ver­memizi istiyor.
Karz-ı hasen Allah rızası için sıkıntı içinde kıvranan müslü-manlara verilen malın sadece kendisinin geri gelmesi şartıyla borç ve­rilmesinin adıdır. Allah bunu bir ibâdet kabul etmekte ve teşvik et­mek-tedir. Müslüman kardeşine mahza onu sıkıntıdan kurtarmak, yü­zünü güldürmek ve böylece Rabbinin rızasını kazanmak için borç ve­rir. İca-bında çalıştırarak kâr elde edebileceği o parasını Allah rızası için kardeşinin hizmetine sunmaktadır. Verdiği o para bir süre sonra aynen kendisine dönmüş olsa bile o süre içinde sırf Allah rızası için o parayı dondurmuş ve onun kârından, mahrum kalmıştır. Ama ne gam, onu aslında o malın da kendisinin de sahibi olan Allah’a borç olarak vermiş ve böylece Rabbinin ha­tırını kazanmıştır. Rabbine onu karz olarak sunmuş ve ona en çok muhtaç olduğu bir günde Allah onu ona kat kat fazlasıyla ödeye­cektir.
Hattâ bir hadis-i şerife göre bir müslüman kardeşine yapı­lan karz-ı hasenin sevabı, borç vermenin fazileti aynı şekilde bir müslü-mana yapılan sadakanın sevabından daha üstündür. Al­lah’ın Resûlü hadislerinde sadakanın sevabının ona katlanacağını ama borç vermenin sevabının on sekize katlanacağını buyur­maktadır. Bunun bir kaç sebebini şöyle kısaca arz edeyim inşal­lah:
1- Borç vermenin sadakadan üstün oluşunun birinci sebebi: bu şekilde karşılık düşünmeden, menfaat ummadan sa­dece Allah için bir kardeşine kişinin borç verebilmesi aynı za­manda fâizdeki kazanç duygusunu ayak altına almayı ifade et­mektedir.
2- İkincisi bazen kişisel olarak sadaka almayı uygun gör­me­yen borçlanmakla ihtiyaçlarını gidermeyi daha onurlu bir hare­ket olarak gören şahsiyetli müslümanların bu şekilde onurlarını kırmadan borç vermek sadakadan daha üstündür.
3- Bir de borç verilen mal sadaka ile halledilebilecek prob­lem-ler­den daha büyük problemlere çözüm getirmiş olabilir. Sada­ka­dan daha büyük neticeleri doğurmuş olabilir. Sonra borçlu olan da al­dığı bu borçla durumunu düzeltip o da başka kardeş­lerine borç vere­cek duruma gelmiş olabilir. Böylece ilk kişinin borç verişi defalarca katlanmış olabilir. Fakat sadaka böyle değildir. O sadece bir insanın problemini halleder ve bir daha da geri gelmez.
O halde Rabbimizin rızasını kazanmak, âhiret yurdumuzu imar etmek istiyorsak enflasyondan, paramızın değer kaybetme­sinden korkmadan Allah’ın, verdiğimizi kat kat artıracağına imanla müslüman kardeşlerimize borç verelim ve bu konuda bir iman gereği olarak da sadece Allah’a güvenelim.
Besmele ile devam edelim. Bundan önceki konuşmalarımız, besmele­siz konuşmalarmış meğer. Laiklik o kadar ruhumuza iş­lemiş ki, dini konuşmalar, din içerikli konuşmalar, din dışı konuş­malar diye bir ayırım söz konusu hayatımızda. Dini konuş­malar din dışı konuş­malar. Dini günlerimiz, dini bayramlarımız, din dışı günlerimiz ve bay­ramlarımız. Peki söyler misiniz ben ne za­man din dışındayım? Bazen din içi, bazen din dışı olmaz değil mi? Halbuki biz her zaman dindarız. Her zaman dindar yaşa­rız. Meselâ vali her zaman validir. Yâni vali ye-mek yerken de validir, uykuda da validir, uyanıkken de. O hep vali­dir değil mi? İşte müslüman da hep Müslümandır. O yap­tığı her işi hep müslüman olarak yapar. Ticaret yaparken de, talebeleriyle karşıkarşı-ya iken de, ailesiyle beraberken de hep kuldur ve müslümandır. Ama unutuyoruz, dalıyo­ruz bazen.
Galiba Allah’ı hep yanımızda bilmekten bıkıyoruz mu bil­mem. Öyleyse tüm besmelesiz konuşmalarımıza estağfirullah di­yerek ayet­leri okumaya anlamaya çalışalım. Estağfirullah bis­millah.
Besmelenin bizim hayatımızdaki fonksiyonu çok büyüktür. Ada­mın biri oğlunu dövüyormuş. Hem dövüyormuş hem de her vur­dukça da yüksek sesle besmele çekiyormuş. Oradan geçen biri sor­muş: "Amca ne yapıyorsun böyle? Bu dayakla besmelenin ilgisini anlayamadım?" demiş. Adam: "Sana ne oluyor ? Oğlum değil mi? Severim de döverim de!" İyi onu anladık da bu besmele ne olacak? deyince. Sen demiş, Rasulullah Efendimizin her iş ya­parken besmele çekin dediğini bilmiyor musun? Ben de işte her tokat atışımda bes­mele çekiyorum. Berikisi şöyle bakmış adamın yüzüne ve demiş ki: "Amca sen bu besmeleyi daha önce çeke­cektin!" Yâni bu çocuğun ta teşekkülü anında çekecektin besme­leyi!" Biz de baştan yapacaktık bunu ama Allah affetsin tüm bes­melesiz konuşmalarımızı. Sanki ön­ceki yaptığımız işler kulluğun dışındaymış gibi Kur’an okumaya baş­layınca besmeleyi hatırlıyo­ruz onun dışındaki işlerimiz hep besmele­siz işler..
Bakara sûresinde bir bölüme geldik. Bizi yakından ilgi­lendiren bir konu. İnşallah bilgi için değil, bilmek için değil, bili­yor desinler diye değil, iman etmek için, amele dönüştürmek için hemen uygulamaya koymak için dinleyelim ve öğrenelim. Bakara sûresinin bu bölümünde tarihte Talût ve Câlut kıssası diye maruf bir kıssaya geldik, bu bölümü tanıyacağız inşallah.
Olayın geçtiği dönem bundan yıllar öncesi bir dönem. Üç bin yıl önce olduğu söyleniyor. İsrâil oğulları var. Sû­rede uzun uzun bunu anlatmaya çalıştım. İsrâil Hz. Yakub’un adıdır. Onun çocuklarına da Yakub’un çocukları anlamına İsrâil oğulları denmekte. İbrahim (a.s) vardı baba. Onun iki oğlu vardı, biri İsmail, ötekisi de İshak. İshak’ın (a.s) bir oğlunun adı Yakub, onun da bir oğlunun adı Yusuf idi. Ya-kub’un (a.s) Yu­suf’tan başka on bir oğlu daha vardı. İşte Hz. Yu­suf’la beraber Yakub’un (a.s) Mısır’a giden ve oraya yerleşen on iki oğulun hep­sine birden İsrâil oğulları denir.
Peki bu bize niçin lâzım? Niye ısrarla gündeme getiriyoruz bunu? demeyin, Kur’an ısrarla anlatmışsa bunu bize, o zaman demek ki bu bize lâzımdır. Belki de tanıyacağımız tek sülale, tanıyacağımız tek grup belki de. Bunlar İbrahim soyudur. Hz. İbrahim de bizim ata­mız-dır. Analarımızın kocası olan babalarımızın soyunu tanımasak da olur ama babalarımızdan bize daha yakın bir babamız olan İbrahim soyunu bilelim inşallah; İşte Hz. Mûsâ da onlardan biridir. Mısır’dan İsrâil oğullarını çıkardı Allah’ın izniyle. Sina’da, çölde gezdiler, dolaş­tılar kırk yıl kadar. Arkasından Filistin bölgesine, Arz-ı me’vûd denen bölgeye geldiler de orada yaşayıp dururken içlerinde peygamberleri de vardı .
Yukarıdaki âyette anlatmıştı Rabbimiz, O bölgede yaşayan Amalikalıların başındaki Câlut isimli komutan bu İsrâil oğullarının ül­kesine saldırmış, İsrâil oğulları da Allah için bir savaşı göze ala­maya­rak ölüm korkusuyla vatanlarını terk etmişlerdi. Bu tavırların­dan dolayı da Rabbimiz onlara; "Ölün!" buyurmuş, onlar da ölmüş­ler, yâni galip tarafın kölesi durumuna gelmişler, şahsiyetleri silin­miş, varlıkları bit­miş, alçaklık ve zillet içine düşmüşlerdi.
Uzun bir süre böyle bir zillet dönemi yaşadıktan sonra nihâ­yet Allah onları diriltmişti. Bir süre sonra bunların kalplerindeki körelmeye yüz tutmuş akide duygusu, iman ve cihat duygusu tek­rar canlanmaya başlamış, içinde yaşadıkları zillet ve alçaklık ken­dilerine ağır gelmeye başlamış, yaşadıkları bu pis hayattan kurtu­lup hürriyete kavuşmak için Allah yolunda savaşmaya karar ver­mişler. Bir grup peygamberle­rine gittiler ve şöyle dediler. Ancak bu peygamberin hangi peygamber olduğunu bilmiyoruz. Âyet-i ke­rîmede bu peygamberin ismi zikredil­memiştir. Kur’an bunu bize zikretmediğine göre bize lâzım değil de­mektir.
Kur’an’ın anlattığı kısalarda esas mesele bu kıssada bize ve­rilmek istenen fikir, gösterdiği hedef ve ulaştırmak istediği mesajdır. Binaenaleyh bize düşen de bu tür kıssalarda anlatılan örnek insanı, örnek olayları ve örnek davranışları yakalamaktır. Onun için bu pey­gamber hangi peygamber olursa olsun, bu toplum hangi dönemde yaşa­mış toplum olursa olsun bizim açımızdan bunların bilinmesinin pek faydası yoktur. Peygamberlerine gittiler ve dediler ki:
246:”Baksana peygamber! Görmedin mi peygambe­rim! İsrâil oğullarından bir mele. Mûsâ (a.s) dan sonra, Dediler ki kendilerinden olan peygambere. “Bize bir ku­mandan gönder de Allah yolunda sava­şalım”. “Ya size sa­vaş farz kılınır da yapmazlık ederse­niz!”Biz ha! Niye Al­lah yolunda savaşmayalım? Yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve çocuklarımız­dan ayrıldığımız halde Allah yolunda niye savaşmaya­cakmışız biz?” Ne zaman ki savaş onlara farz kılındı. Az bir kısım müstesna pek çoğu tevellev yapıver­di­ler. Allah zâlimleri çok iyi bilir."
Baksana peygamberim! Fikrin neydi bu konuda? Bir düşün! Bir hatırla! Eğer peygamber o dönem bakmış ve işi bit­miş değilse Kur’an’ın, o zaman size de söylüyor Kur’an. Baksa­nıza! İyi bir düşü­nün bu Kur’an ne diyor! Bu bölümde Kur’an ne anlatıyor?
"İsrâil oğullarından bir mele."
İsrâil oğullarından bir grup, bir topluluk, ileri gelen bir grup. Mele; kavmin eşrafı, işleri bitirip çözüme ulaştıracak yetkiye sahip olan grup demektir. Toplumda söz sahibi ileri gelen kalburüstü grup de­mektir. İşte toplumun melesi.
"Mûsâ (a.s) dan sonra"
Ama:
"Dediler ki kendilerinden olan peygambere."
Kendilerine gelen peygambere dediler ki:
"Bize bir kumandan gönder de Allah yolunda sava­şalım."
Manzara sanki bizim bilmediğimiz bir toplum, içlerinde bir peygamber var, o peygamberle beraber yaşıyorlar, peygamber arala­rında yaşıyor ama hiç takmıyorlar o peygamberi. Gerçi şimdi Konya’-ya şu bizim topluma peygamber gelse, bu toplum ne ya­par? Bir kere programı olanlar aynen kendi programlarına devam ederler. Merak edenler belki giderler peygamberin yanına. Gi­denler ne sorar­lar dersiniz? Meselâ vade farkı helâl mı haram mı? Diyenler çıkar de­ğil mi? Veya peygambere peygamberlik öğret­meye kalkanlar olur mu dersi­niz? Yâni ey peygamber bize şunu anlatmalıydın! Önce şu, şu konu­ları gündeme getirmeliydin! Şunlara şunlara öncelik tanımalıydın! Di­yerek peygamberi şartlandır­maya çalışanlar, peygambere akıl ver­meye, ona yol göstermeye çalışanlar çıkacaktır değil mi?
Bakın bu adamlar da geliyorlar peygambere: Ey peygam­ber! Sen bize bir melik göndersen, bir komutan, bir başkan, bir başbuğ, bir emir tayin etsen de:
"Biz de Allah yolunda savaşsak!"
Böyle ukalaca bir istemin sonunda buradaki gibi çıkacaktır so­nuç. Ah bir emir olsa! Ah bir lider olsa! Ah bir savaş çıksa! Âli­mallah nasıl savaşırız bir görseniz! Cihad emri bir gelse neler ya­parız neler!!
Allah yolunda savaşacağız! Hani adam ce­binden beş bin lira çı­karıp veriyorken "Allah yolunda veriyorum!" filan diyor ya, burada da öyle diyorlar. Onlara acıyan o merhametli peygamber onlara merha­metinden dolayı yol gösteriyor. Ya da onların bu savaşma niyetlerinin altında Allah rızasından başka şeylerin yattığını sezinlediği için pey­gamber onları imtihana tabi tutuyor onlara yol göstererek buyuruyor ki:
"Ya size savaş farz kılınır da yapmazlık ederse­niz!"
Yâni “gelin siz savaşacak toplum değilsiniz! Bunu göze ala­cak durumda değilsiniz! Savaş size farz kılınır da ya savaşmaz­sanız! İşi­niz biter o zaman! Allah Defterinizi dürüverir o zaman Perişan olursu­nuz! Gelin inat etmeyin! Kendinize bir şeyleri so­rumlu kıldıktan sonra onu yapmazsanız hepten işiniz biter! Diyor Allah’ın peygamberi.
Kendinize bir şeyleri sorumlu kıldıktan sonra eğer yapmaz­sa-nız. İslâm’da bir şey azmedilip başlandıktan sonra artık o iş o kimseye vacip olur. Meselâ nafile bir oruca başlansa, başlanılmış bu oruç meşru bir mâzeretle bile bozulsa artık o oruç o kimseye vacip olur. Şimdi de öyle oldu değil mi? Buraya geldik anlat dedi­niz ve Ba­kara’-dan bir bölüm anlatmaya başladık. Öyleyse bilesiniz ki bu tavrı­nızla sorumlu kıldınız kendinizi. Bakara’yla sorumlu kıl­dınız kendinizi.
Öyleyse Bakara’yı anlatacaksınız çocuklarınıza. Bakara’yı anlatacaksınız birilerine. Bakara’yı anlatacaksınız kendinize ve top­lumu-nuza. Çünkü bu toplum Bakara’yı bilmemektedir. Bu top­lum Ba­kara’yı tanımamaktadır. Sadece Sivas için demiyorum, Türkiye’nin neresine giderseniz gidin her tarafı küçük bir An­kara’dır orası nasıl olsa fark et-mez. Bir elmayı ne kadar da küçük parçaya bölerseniz bölün en küçük parçası yine elmadır onun. Ama belki çürük tarafıdır, belki bozuk tarafıdır, çekirdeğidir, kabu­ğudur ama yine de elmadır. Türkiye’nin de neresine giderse­niz gidin her yeri küçük bir Ankara’dır.
Dediler ki peygambere bize bir melik tayin et de onun arka­sın-da savaşalım. Dedi ki peygamber (a.s): Ya farz kılınır da yap­maz­sa-nız? Acaba durum benim korktuğum gibi mi ki? Acaba korktuğum başıma gelir mi ki? Buyurarak onlarda gördüğü zaafın ve gevşekliğin boyutlarını anlamak istedi.
Ukalaların ukalalığına bakın siz, dediler ki:
"Biz ha! Niye Allah yolunda savaşmayalım?"
Niye savaşmayacakmışız? Niyeymiş?
"Yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve çocuklarımız­dan ayrıldığımız halde Allah yolunda niye savaşmaya­cakmışız biz?"
Bizim çocuklarımızı ellerimizden aldılar. Bizi yurdumuz­dan, yuvamızdan çıkardılar, sürdüler. Biz evimizden, çoluk çocuğumuzdan olduk. Onun için seve seve savaşırız biz! Dikkat ediyor musunuz ev­vela "Allah yolunda" demişlerdi, şimdi kıvırttılar, yamuldular. Bakın sa-vaşma sebepleri farklılaştı. Niçin savaşa­caklarmış? Evi barkı için, yurdu yuvası için, dükkanı tezgahı için vatanı, mekânı için, ekonomik kaygısı, oğlu kızı için. Yâni aslında bunların savaşma niyetleri îlâyı kelimetullah değil. Allah’ın dininin yücelmesi, Allah’ın adının ve site­minin hakim olması değil, vatan, yurt, ev bark, çoluk çocuk, mal mülk derdi için.
Bugün oğlu kızı için, çoluğu çocuğu için ölmeye can atan nice ana babalar görüyoruz. Ama ne gariptir ki onların ölümünü kendileri hazırlıyorlar.
Geçenlerde zafer meydanında arabaların, trafiğin çok sıkı­şık ol­duğu bir anda, yedi sekiz yaşlarındaki çocuğunu elinden tutmuş okula götürürken, elinden ayrılıp arabaların altına gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan çocuğunu arabaların altından kurtarabilmek için kendini fedâ edercesine arabaların altına atan bir anne gördüm de düşündüm. Bu kadıncağız çocuğunu kurtardı arabaların altından. Kurtardı; ama nereye gönderiyordu onu? Ölümün pençesinden kurta­rıp da gönderdiği okulda ne öğ­retecekler acaba o çocuğa? Belki de ölüme gidiyor olarak kurtarı­lan bu yavrucak şimdi de ateşe gidiyor. Ateşe gönderiliyordu. Bil­miyorum bıraksaydı da orada arabaların al­tında ölse belki daha mı iyiydi? Çünkü cennete gidecekti o zaman. Arabaların altında öl­seydi bu çocuk âkıl bâliğ olmadan gittiği için ke­sin cennete gide­cekti. Peki ya şimdi nereye gidiyor bu çocuk bir dü­şünelim.
Ya sizinkiler? Sizin hanımlarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz ta­nıdıklarınız onlar nereye doğru gidiyorlar? Hiç düşünüyor musu­nuz? Çocuklarının istikbalini düşündüğünü iddia eden nice anne baba bili­yorum ki çocuklarını kendi elleriyle öldürüyorlar. İstikbal endişesi diye ısrarla kimileri istikballerini öldürüyorlar. Meselâ Al­manya’da bunun çok bariz örnekleri var. Adam 25-30 senedir Al­manya’da çalışıyor. Oğlu orada, kızı orada. Adam oğlundan ümi­dini kesmiş, kızını kay­bet-miş. Oğlu da kızı da bir hıristiyandan farksız hale gelmiş. Ahlâk yok, namus yok, iffet yok, din yok, iman yok. Soruyorum adama: Kar­de-şim! Niye geldin buralara? Neden eğleşip kaldın buralarda? Adam diyor ki; ”Hocam ne yapalım işte evlât belâsı! Çoluk çocuk derdi” di­yor. Çoluk çocuğun istik­bali için katlandım bunca yıllar bütün bunlara. E kardeşim sen ço­luk çocuğunun istikbali için gelmişsin, çoluk çocu­ğunu kurtarmak için katlanmışsın bunca kahırlara ama sonunda çoluk çocuğunu kaybetmişsin.
Çoluk çocuğunun istikbali adına hareket ettiğini söyle­yen nice anne ve babalar aslında çoluk çocuğunu öldürmektedir­ler. Ya bizler öyle değil miyiz? Adam akşama kadar mı? Sabaha kadar mı? Öyle bir çalışma programı içine girmiş ki çoluk çocuğu­nun istikbalini düşüne­rek, ama aynı çocuğunu yalnız bıraktığı için, onunla ilgilenecek za­manı kalmadığı için, çoluk çocuğunun başına gelemediği için onları ölüme terk etmektedir. Çoluk çocuğun için çalıştığını iddia ediyorsun ama böyle bir programla çalıştığın için onları helâk ediyorsun da far­kında değilsin. Veya adam çocuğu­nun istikbali adına ona bilgisayar kursları aldırıyor ama aynı ço­cuğuna dinini diyânetini öğretmediği için onları helâk ediyor da farkında değil.
Savaşma sebepleri böyle Çoluk çocuk derdi, ev bark derdi, mal mülk derdi, yokluk, pahalılık derdi, ekonomik sıkıntılar. Demek ki evlerinden, barklarından çıkarılmasalardı savaşmaya­caklardı. Demek ki ekonomileri bozulmasaydı, işleri rahat gitseydi, parklarına, plajla­rına rahat gidebilme imkânı bulabilselerdi savaş­mayacaklardı. Ya da kim bilir belki bizler gibi çoluk çocukları elle­rinden alınıncaya kadar üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi bekle­yeceklerdi. Kadınlarının ır­zına geçilinceye kadar, malları tümüyle yağmalanıncaya kadar, kızları hayasızlaştırılıp evlâtları dinsizleşti­rilinceye, dinlerine açıkça küfredi­lip, kitapları ayaklar altına alının­caya kadar bekleyeceklerdi. Çünkü onların inandıkları Allah uğ­runda savaşmaya değmeyen bir Allah’tı. Uğrunda mal ve can fedâ etmeye değmeyen bir Allah’a inanıyorlardı onlar. Çoluk çocuk derdi, mal mülk derdi, dükkan tezgah derdi, eko­nomik hesapları Allah’tan daha önce geliyordu. Allah uğrunda savaş­maya değmez, ama bunlar değerdi onlar nazarında. Tıpkı şu anda ekonomik bir kriz karşısında yerinde duramaz olup da dinlerinin hü­kümlerini, ki­taplarının âyetlerini her gün bozuk para gibi harcayan in­sanlar karşısında kılı bile kıpırdamaz hale gelmiş biz müslümanlar gibi.
Tıpkı şu andaki bizler gibi isteriz! İsteriz! Diye tutturdu­lar. Biz emir isteriz! Biz lider isteriz! Biz savaş isteriz! Diye diretti­ler. peygam­berlerini sıkıştırıp bu konuda taciz ettiler. Allah da so­nunda istedikle­rini verdi onlara.
Siz de isterseniz size de verir Allah. Siz de isteyin şehâdet, siz de isteyin cennet, siz de isteyin Allah yolunda olmak ve Allah yolunda ölmek size verecektir Allah. Çünkü Allah için bu çok kolaydır. Allah onlara istediğini verdi.
"Ne zaman ki savaş onlara farz kılındı."
İsteyip durdukları, bekleyip durdukları cihad onlara yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı.
"Az bir kısım müstesna pek çoğu tevellev yapıver­di­ler."
Yani az bir kısmı hariç hepsi yüz çeviriverdiler, verdikleri söz­den dönüverdiler. Hareketleri sözlerine uymadı. Sözlerinde samimi ol-madılar. Yan çiziverdiler, duymazdan geliverdiler. İçlerinden çoğu kaçtı. Biz şu anda bu işe hazır değiliz. Cihat için şu anda zamanımız yok. Bu iş pek erken oldu canım. Hazırlıksız yakalan­dık bu işe. Ne yapalım işimiz aşımız, dükkanımız tezgahımız, he­sabımız kitabımız savaşa izin vermiyor. İmkânlarımız bu işe el vermiyor. Oğlan evlendireceğiz, kız evlendireceğiz, okul bitireceğiz, müdür olaca­ğız, amir olacağız, doktoramız bitmedi diyerek az bir kısım müs­tesna pek çoğu tüyüverdi. Tıpkı şu anda bu tür sudan ve ucuz bahanelerin arkasına saklanarak Allah’ın kendilerinden istediği sorumluluklardan kaçan müslümanlar gibi. İsterseniz hepiniz kaçın gidin! İsterseniz hepiniz tüyün! Ama bilesiniz ki Allah zâlimleri bilir.
"Allah zâlimleri çok iyi bilir."
Allah sorumluluğundan kaçanları çok iyi bilir. Allah ,cephe­sini terk edenleri çok iyi bilir. Hani bizim de bir sorumluluğumuz vardı. Hani geçen gelişimde bir söz vermiştiniz benim yanımda Allah’a. Hani Allah’a sözümüz vardı. Kitapsız günümüz geçmeye­cekti. Biz hep ki­taplı olacaktık her gün. Bilmem hayatınızı da, bu­gün sabahtan bu yana şu okuduğum Bakara’nın 246. âyetinin dı­şında kitabınızdan bir âyet duymamışsanız, e o zaman bugünü­nüz kitapsız mı? Eyvah! Düne gidelim. Geçen haftaya gidelim, geçen ay, bir önceki ay. Eh bu nasıl müslümanlık? Bu ne biçim ki­tap? Günlük tabelâ ve reklâm oku­duğu-nuz kadar Kuran okuma­mışsanız, günlük televizyon okuduğunuz kadar Kur’an okumamış­sanız, babanızı tanıdığınız kadar peygamberi tanımamışsanız, evinizi tanıdığınız kadar kitabınızı tanımamışsanız, işte o zaman Allah’a verdiğiniz sözlerinizi tutmayan sizler kendi ken­dinize zul­mediyorsunuz demektir. Bu halinizle hem kendinize, hem de Allah’a karşı zulmediyorsunuz demektir.
Zulüm adâletin zıddıdır. Yâni kişinin ol­maması gereken ko­num­da olması, bulunmaması gereken or­tamda bulunması zulüm­dür. Zulümlerin en büyüğü bir kişinin kendisini yaratıcısına kulluk ortamından uzaklaştırıp başkalarının kulu kölesi ortamına çekmesidir. Yani küfür ve şirktir. Ya da kişinin yapması gereken şeyleri yapmaması, yapmaması gereken şey­leri yapması zulümdür. Sadece Allah’a kul köle değilseniz, Allah’ın sizi gör­mek istediği konumda değilse­niz, Allah’a verdiğiniz sözleri unutu­yorsanız bilesiniz ki sizler de zâlim­ler­siniz ve unutmayın ki Allah zâlimleri çok iyi bilmektedir. Allah’a söz verdikleri halde bekledikleri cihad kendile­rine farz kılınınca da pek çoğu kaçıverdiler. Bunların sayıları ne kadardı bunu bilmiyoruz. Ama farz edelim ki bunlar 30.000(!) kişi idi. Savaş farz kı­lınınca 18.000(!)'i kaçtı gitti, geriye 12.000(!)' kaldı. Hani Bakara sûre­sinin önceki bölümlerinde Rabbimiz:
"Zâlimler benim ahdime ulaşamazlar!"
(Bakara 124)
Yâni zâlimler asla muvaffak olamazlar! diyordu ya. İşte bu zâ­limler elendi ve geriye samimi müslümanlar kaldı. Şimdi bakın bu geri kalanlar, bu ilk elemede başarılı olanlar peygamberle be­raberler, yâni peygamberle diyalogu sürdürüyorlar. Bakın pey­gamberleri onlara dedi ki:
247:"Peygamberleri onlara dedi ki, “muhakkak ki Allah size hükümdar olarak Talût’u seçip göndermiştir.” “O bizim üzerimize nasıl melik olur? Halbuki biz liderliğe ondan daha layığız. Ona maldan bir genişlik de verilme­miştir.” Peygamberleri onlara dedi ki, “Onu, Talût’u sizin başınıza Allah seçti (ta­mam). Ona bilgi ve vücut bakımın­dan bir güç, bir ge­niş­lik vermiştir. Allah mülkünü (İdare­ciliği) dilediğine verir. Al­lah vasidir, Âlimdir."
Peygamberleri onlara dedi ki: Ey İsrâil oğulları! Ey kavmim! Belki de kazananlara diyordu peygamber. Gelin bakalım! Siz me­lik istemiştiniz! Reis istemiştiniz. Lider, komutan istemiştiniz değil mi?
Allah Talût’u size melik gönderdi. Allah Talût’u size kuman­dan seçti hadi bakalım Talût’un emrine. Haydi sözlerinizi yerine ge­tirin. Haydi istediğiniz lider geldi onun arkasında saf bağlayıp sa­vaşmaya dedi. Cihadın farz olmasını istiyordunuz, Allah bir savaş imkânı çı­karsa karşımıza, bir lider olsa, âlimallah neler yapacağı­mızı görecek­siniz! Diyordunuz. Haydi işte lider, işte komutan sözle­rinizi yerine geti­rin bakalım! dedi. Bu defa dediler ki:
"O bizim üzerimize nasıl melik olur? Halbuki biz li­derliğe ondan daha layığız. Ona maldan bir genişlik de ve­rilmemiştir."
Bakın bu birinci imtihanı kazananlar, öncekilere nazaran bi­raz daha ciddi müslüman gözükenler de dediler ki: Ne dedin? Bu Talût bize melik mi olacak? Şimdi biz onun emrine mi gire­ceğiz? Onun komutasında mı savaşacağız? O bizim liderimiz olacak ha! Kesinlikle olmaz! Biz bu işe ondan daha layı­ğız! Reisliğe, emirliğe, komutanlığa, liderliğe biz ondan daha evlâ­yız!
"Üstelik onun malı mülkü de yok."
Onun malı mülkü de yoktur. O zengin değildir. Bu haliyle o bize nasıl emir olabilir? Burada bir yanlışlık var. Emirlik, liderlik olsa, olsa içimizden birilerine verilmeliydi. Bak bizim içi­mizde ondan çok daha zenginler var. Malı yok, evinin döşemesi de bozuk, galiba lava­bo-su da fayanstan değil gibi, kalebodur da yok, arabasının modeli A! A! Arabası da yok mu ne? E bu nereden emir olacak? Bu adam ken­di-sini idare edemez ki bizi idare etsin! Deyip onlar da yüz çevi­riverdi­ler.
Allah’ın peygamberi Allah’ın emriyle onlara Talût’u gösterince dediler ki Talût kim? Zengin mi? Rütbeli mi? Apoletleri çok olan birimi bu Talût? Nereden mezun olmuş? Hangi fakülteyi veya hangi üniver­siteyi bitirmiş? Diploma durumu ne? Nasıl biri bu Talût? Amerika’yı görmüş mü? Avrupa’da filan okumuş mu? Ya­bancı dil filan biliyor mu? Yo! Yo! Olmadı bu! Bu adam bize liderlik yapamaz! Biz böyle birisinin komutasında savaşamayız! diyerek pek çoğu yan çiziverdiler.
Görüyor musunuz bir kere peygambere teslimiyetleri yok adam­ların. Peygamberlerinin dediğini yapmıyorlar da peygambere akıl vermeye kalkıyorlar. Peygambere yol göstermeye çalışıyorlar. Eğer peygamber onlara, onların istedikleri cinsten bir melik getir­seydi o za-man onu dinleyecekler ve kabulleneceklerdi.
Öyleyse biz de şimdi peygambere, kitap ve sünnete müra­caat ederken ön yargılı hareket etmeyeceğiz. Yâni önce inanıp, sonra da bu inancımıza delil bulmak için yönelmeyeceğiz kitap ve sünnete. Ki­tap ve sünnet ne dedi, ne gösterdiyse öylece alıp ina­nacağız. Eğer öyle değil de kendi inancımıza delil bulmak için onlara müracaat eder-sek o zaman Allah korusun inancımıza ters düşen âyet ve ha­disleri inkâr edeceğiz veya tevil edeceğiz de­mektir.
Evet kitap ve sünnete müracaatımız ön yargılı olmamalıdır. Yâni ey kitap! Ey peygamber! Bizi bir zahmet şuna götür! Diye müra­caat etmeyeceğiz onlara. Şunu hiç bir zaman unutmayalım ki birine müracaat, ya onu rehber kabul ederek, ya da onu merkep kabul ede­rek yapılır.
Kişiyi hedefe rehber de götürür merkep de. Ama birisine tes­lim olunur öyle götürür hedefe, öbürü ise teslim alınır öyle götü­rür. Reh­bere teslim olunur rehber istediği biçimde götürür, ama merkep teslim alınır öyle götürür hedefe. Bakın bu adamlar pey­gamberi teslim almak istiyorlar. İstiyorlar ki peygamber teslim ol­sun onlara ve onların iste­diği gibi hareket etsin, onların istediğini tayin etsin kendilerine. Kendi keyiflerinin istediği bir reis bulsun onlara. Yâni tam demokratik bir se­çim istiyor adamlar.
İstediklerini seçecekler istemediklerini de seçmeyecekler. Öyle ya Allah bilmez bunu. Peygamber de anlamaz kimin seçile­ceğini, kendileri bilir. Peki şimdi bu âyetler ışığında size bir soru sorayım: Acaba şu anda bizler bu konuda bir İslâm toplu­muna mı benziyoruz, yoksa burada anlatılan bir yahudi toplumuna mı? bunu bir düşünelim. Yâni şu anda sizi yönetecek, lafı dinlenecek adamları siz mi belirliyor-sunuz? Yoksa Allah mı? İdarecilerinizi siz mi belirliyorsunuz? Yâni onları siz kendiniz mi seçiyorsunuz? Yoksa Allah belirlediği için mi siz onları dinliyorsu­nuz? Yâni bu idarecileri belirleme siteminiz İslâm’ın sistemine mi benzi­yor yoksa yıllar önce Allah’ın size haber verdiği ya-hudilerinkine mi benziyor?
Yâni hayatınızı düzenleme konusunda soru sorduğunuz kişi­leri Allah mı belirliyor, yoksa siz mi? Biraz biz gibi değil mi? Evlene­cek, falana, filana soruyor, ev yaptıracak ustaya, mimara soruyor, yol bulacak postacıya soruyor, peki niye Allah’a sormuyoruz? Allah hiç mi bir şey bilmez ya! Allah herkesten daha yakındır bize ve en iyi bilen­dir ya! Önce Allah’a bir sorun, bu okulda okuyayım mı, okumayayım mı? Bu mesleği seçeyim mi? Seçmeyeyim mi? Burada çalışayım mı? Çalışmayayım mı? Şu kıyafeti giyeyim mi? Giymeyeyim mi? Ya Rabbi ben onu sormuyorum sana da, ben düşündüm taşındım ve bu işi yap-mayı uygun gördüm. Sen bunun yolunu tarif et bana! diyen kişi Allah’a akıl veriyor demektir. Allah’a yol gösterme küstahlığında bulu­nuyor demektir.
Çünkü Cenâb-ı Hak bizden istediklerini yapmamız konu­sunda model insanlar göndermiş, peygamberler göndermiş. Yo­lumuzu bun­lara sorarsak, dünyada yaşadığımız yolların, yaşan­madan önceki ku­rucusu olan Allah’a sorarsak, yâni yol bilen Al­lah’a, yolun kurucusu olan Allah’a sorarsak, hangisinin cennete, hangisinin de cehenneme götürdüğünü söyler bize.
Evet onlar Talût’a itiraz edince peygamber dedi ki onlara:
"Peygamberleri onlara dedi ki, Onu, Talût’u sizin ba­şınıza Allah seçti (ta­mam). Ona bilgi ve vücut bakımın­dan bir güç, bir ge­niş­lik vermiştir."
Bunu ben değil Allah belirledi. Buna itiraz edemezsiniz. Çünkü onu Allah belirledi. Yâni ne oluyorsunuz? Size komuta edecek bu in­sanı Allah belirledi. Yoksa siz Allah’ın seçtiğini be­ğenmeyip idarecinizi kendiniz mi seçmeye kalkışıyorsunuz?
Peki hiçbir özelliği yok mu Onun? Sadece boyun mu eğece­ğiz? Allah onu seçti diye hemen ona itaat mı edeceğiz? Bu kadarı yeter mi yâni? Bunun dışında bir özelliği var mı? Evet bir özelliği var­mış bakın. İslâm toplumuna lider olabilecek, ida­reci olabilecek, emir olabilecek, komutan olabilecek insanda bu­lunması gereken bir özellik var-mış bakın: idareci ola­nın, yönetici olanın, savaşa sürükleyici ola­nın. Savaş İslâm toplu­munun genel adıdır, genel karakteridir. Yahudi­liğin temel felsefesi ise şehir toplumudur. Onlar yere çakılmaya, arza çakılı kalmaya çalışırlar. “Sanki ahlede ilel arz” olmaya, yerle bütünleşmeye, ondan bir parça koparmaya çalışırlar. Ama İslâm top­lumu-nun te­mel prensibi savaş toplumu olmasıdır. İşte savaş toplumu­nun yönlendiricisini Allah şu özelliklere sahip olarak seçmiş bakın:
"Ona bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir ge­niş­lik vermiştir."
Demek ki İslâm toplumunda müslümanlara lider ola­cak, emir olacak kişide bu özellikler olacaktır. İdareci olan kişinin, emir olan, sa-vaşa sürükleyici olan kişinin âlim ve vücut yönünden güçlü olması gerekecektir.
Çünkü savaş İslâm toplumunun genel adı, genel karakteri­dir. İslâm toplumunun vazgeçilmez unsurudur. Yahudi top­lumunun genel karakteri de şehir toplumudur. Onlar yere çakılı kalmayı hedeflerler. Sanki “Ahlede ilel arz” olmaya, yerle bütün­leşmeye, ondan bir parça koparmaya çalışırlar. Yahudi yerleşik hayatın insanıdır. Durağan ve kokuşmaya mahkum bir hayatın in­sanıdır yahudiler. Ama İslâm top­lumu akıcılıktan, hareketten ya­nadır. Yâni duran su her zaman için kokuşmaya mahkumdur ya, işte İslâm toplumunun temel prensibi akı­cılıktır.
Onun içindir ki belki yahudi toplumunun idarecisi zengin, dala­vereyi iyi bilen, ekonomiyi, çalıp çırpmayı iyi bilen birisi olabilir. Ama İslâm toplu­munun, yâni arza çakılıp kalmayan, şehir hayatından, du­rağan ve kokuşmaya mahkum olan yerleşik hayattan hoşlanmayan sürekli cihadı ve hareketliliği tercih eden İslâm toplumunun, savaş toplu­munun yürütücüsünü, idarecisini, yönlendiricisini bakın Allah şu özelliklere sahip olarak seçmiş.
1- İlimde üstünlük.
2- Cisimde üstünlük.
İlim ve cisimde üstün olan kişi İslâm toplumunda reis olabi­lir, ida­reci olabilir. Başkası değil. Yâni İslâm toplumuna idareci olacak ki­şide keskin bir görüş, engin bir bakış, düzgün bir ifade, güçlü bir pazı ve kendisine hakim bir iradesi varmış cisim yönün­den ve bir de ilim sahibiymiş bu emir.
Peki bu ilim hangi ilimdir? Yâni on fakülte bitirmiş birisi mi? Yo!! Balerin olmak için de ilim tahsil ediyorlar şimdi değil mi? Fizik kimya tahsili için de öğrenim görüyorlar, beden eğitimi için de, or­kestra şefliği için de öğrenim yapıyorlar değil mi? Ama bu ilim o ilim değil. Allah buyurur ki:
"Peygamberim! Eğer sen sana gelen şu ilimden sonra onların hevâ ve heveslerine uyarsan Allah’tan başka bilesin ki ne dostun var ne de yardımcın!"
(Bakara 120)
Peki acaba neydi peygamberimize gelen ilim? Kuran’dı değil mi? Vahiydi değil mi? Öyleyse ey peygamberim sana gelen ilim olan şu Kur’an’dan sonra onların hevâlarına uyarsan dostun da değilim, yardımcın da! Öyleyse ilim Kur’an’dır. İlim vahiydir ve ilim sahibi olan kişi üstündür. İlim sahibi olan önderdir. İlim sahibi olan, Kur’an’ı ve sünneti bilen kişi öndedir. Peygamberi örnek olarak kafasında canlı tutabilen önderdir. Yâni ki­tabı ve sünneti en iyi bilen kişi İslâm toplu­munda idarecidir. Nere­den çıkardık bunu? E yâni adam ekonomi bil­meli değil mi? Siyasal bilmeli değil mi? Sosyal bilmeli değil mi? Ben onları bilmem, büyük laflar bunlar, gerçekten çok büyük laflar.
Belki de yahudi toplumunda yâni şehirsel toplumda, yerle­şik toplumlarda lâzımdır bu adamlar ama İslâm toplumunda lâzım değildir bunlar; İslâm toplumunun idarecisi ilim ve cisimde en üs­tün olandır. O toplumu Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine göre yönetecek kadar bilgi sahibi olacak ve de o toplumu cihada sürükleyecek kadar da cisim yönünden güçlü olacak hepsi bu ka­dar.
Efendim işte savaş stratejisi filan bilmeli, askerî akademi­den fi­lan mezun olmalı değil miydi? E peki hani öyle miydi Talût? Öyle de­miyor ama bakın Allah.
İlim biliyordu. İlim: Allah’ın o konumda kişinin nasıl davran­ma­sını istediğini bilmektir. İlim, bir insanın herhangi bir konumda iken evlenirken, boşanırken, yerken, içerken, ölürken, öldürürken, sever­ken, küserken, doğarken, yaşarken kısacası her konumda Allah’ın kendisinden nasıl bir davranış istediğini bilen kişi ilim sahibidir.
Efendim bu suyun içinde hidrojen diye bir gaz varmış, bi­raz ok­sijen varmış, galiba biraz nikel varmış, bakır varmış, alümin­yum, sodyum, karbon varmış. Ya varmış da Allah için söyleyin, bu varları birleştirdiler de su mu yaptılar? Vallahi değil. Öyle birleştiri­lip yapılan su içilmez zaten Adına saf su mu diyorlar neyse bu su içilmez. Tüm bunlar benim neyime ya bu sudur işte! Bunları bil­mek zorunda değilim ki ben.
1) Allah bunu gökten indiriyor bileceğim, (gök ve su). Yani bu konuda sadece Allah’ı etkin ve yetkin bileceğim. O dileyip izin vermedikçe hiç kimsenin bir damla bile indirmeye yetkili olmadığına inanacağım.
2) Ama yerden çıkanları da Allah çıkarıyor bileceğim. Bu konuda da yetkili olarak sadece Allah’ı tanıyacağım.
3) Başka,
“Biz her şeyi sudan yarattık, inanmayacaklar mı?”
(Enbiyâ 30)
Âyetinin delâletiyle Allah her şeyin hayatiyetini buna bağlamış­tır bileceğim. Başka?
4- Eğer insanlar dikkatli davranmazlarsa, Allah’a karşı is­yan ederlerse tıpkı Nuh kavmini boğduğu gibi, Firavun oğullarını boğduğu gibi bu suyla Allah insanları boğar bileceğim.
Başka?
“De ki, söyleyin bakalım: Bir sabah baktınız ki suyu­nuzu yerin dibine batıverse size bir tatlı su getirecek kim var?”
(Mülk 30)
Bileceğim. Yâni Allah sularımızı kesiverse su kaynakları­mızı ku­rutuverse onu ondan başka bize getirecek bir yardımcımı­zın olma­dığını bileceğim.
(Mülk 30)
6- Abdestime faydalı bileceğim, guslüme yararlı bileceğim, ye­mekte yiyeceğim bileceğim, susayınca içeceğim bileceğim, müslü-manlara onu ikram edeceğim bileceğim, Ramazanda içilmez bilece­ğim. Su satılmaz bileceğim, Allah’ın kulları sudan engellen­mez bile­ce-ğim. Allah’ın suyunu gizleyen kişi zâlimdir bileceğim benim su bil­gim bunlardır işte. İşte ilim budur ve gerisi boş şeyler­dir bana göre.
Eh peki teknoloji bilenler, fizik bilenler, eşyanın tabi­atını bilenler, meselâ beşli demirin, onlu çubuk demirin veya ellilik lama demirinin dayanı­mını bilenler veya işte bilmem hangi beto­nun bilmem kaç yıl nerede statiğini, statükosunu bilenler toplum­ları idare edebilirler mi? Kesin­likle! Zira o bilgi toplumları idare etme bilgisi değildir. Onlar bina ya­parlar, köprü kurarlar, yıkarlar yumarlar. Onların işi bu. Nereye ne aradığımızı bilelim yâni. İn­şaat yapımı için adam mı arıyoruz? Yok-sa toplum idare etmek sa­vaşı yönlendirmek için lider mi aradığımızı bile­lim.
Demek ki İsrâil oğullarına göre emirliğin, idareciliğin şartı zen­ginlik. Kendilerine idareci olacak kişide mal mülk arıyorlar. Halbuki İslâm toplumunda idareciliğin şartı zenginlik değildir. İslâm toplumun­da zenginlerden idareci edinmek bâtıldır. Zira kişinin mal mülk sahibi oluşu, kendi elinde olan bir şey değildir. Yâni kendi kabiliyeti sonucu değildir. Allah onu malla imtihan etmektedir de onun için mal sahibidir o. Peki şimdi bizim toplumda idareciliğin şartı ne? Yâni kime benziyor bizim toplum? İslâm toplumuna mı? Yoksa yahudi topluma mı?
Demek ki emirlik, idarecilik için temel şart ilim ve cisim adına zenginliktir.
Bir de bakın peygamber bunu Allah’a râci olarak anlatıyor. Yâ-ni ben böyle istiyorum. Bunu ben seçtim, bu sizin komutanınız­dır, de-miyor da; "Onu size Allah seçti" diyerek konuyu Allah’a râci olarak anlatıyor. Biz de anlatacağımız konuyu Allah böyle istedi, Rasulullah böyle istedi diye anlatalım ve kendimizi devreden çı­karmaya gayret edelim. Meselâ çocuklarımızdan hanımla­rımızdan bir şeyler isterken, onlara bir şeyler emrederken kendi­mizi onların Rabbi konumunda gö­rerek: "Bunu ben istiyorum! Ben emrediyorum! Benim için yapacak­sın!" demek yerine bak evlâdım! Bak hanım! Allah böyle istiyor! Rasu-lullah böyle emrediyor! Gel bunu böylece yapalım diyelim in­şallah. O zaman o dediğimizi ya­pan kişi Allah’a kulluk yaptığının far­kında olarak bunu yapacaktır. Halbuki biz dedik diye yapması onun açısından da bizim açımız­dan da boştur.
Onların istemediği bir kumandan seçilince, Talût kendi­lerine emir tayin edilince, imtihanı yine kaybedenler oldu. Yâni bir daha elendiler. Bizim istediğimiz kişi emir olmadı diye bir on bini daha gitti geriye kaldı iki bin kişi falan.
O ayrılıp gidenler Allah emirliği bizden birine versin veya bi­zim istediğimiz birine vermeliydi dediler, halbuki:
"Allah mülkünü (İdareciliği) dilediğine verir. Al­lah vasidir, Âlimdir."
Allah onu kime vereceğini size sormaz. Allah kimi idareci­liğe lâ­yık görmüşse buna en lâyık olan odur. Bu âyet idareciliğin ırsi ol­madığını ve babadan oğula intikal edecek bir şey olmadığını anlatı­yor. Hilafet onu hak edenin hakkıdır. Onu hak eden ise belli sıfatları kazanan kişidir. İlim öğrenmiş, iradesini buna teksif etmiş kişidir. Ca­hiller idareci olacak kişide soy sop ve mal mülk ararlar. Allah’ın dinin­deyse ilim, takva ve emirlik ve cihad yükünü kaldırabilecek yetenek ve güce sahip olmaktır.
Allah vasidir. İlmi geniş olan, bilgisi geniş olan, mülkü geniş olan, lütuf ve rahmeti geniş olan, ama azabı da geniş olandır. Bir de her şeyi bilendir, en bilendir O.
Onlar Allah’ın peygamberinin bu seçimine itiraz edince pey­gam­berleri onlara kalplerinin yatışması ve bu konuda ikna ol­maları için bir mûcize göstermeyi murad ederek buyurdu ki:
248:"Ve peygamberleri onlara dedi ki, Onun emir­liği­nin alâmeti, tabutun size gelmesidir. Onun içinde Rab-binizden bir ferahlık ve Mûsâ ailesinin, Ha­run ailesi­nin geri bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanıyorsanız bunda sizin için (Tâlut’-un hükümdarlığına) kesin bir alâmet vardır."
Bu tabut böyle içinde ölü taşınan bir şey değildir. Sandık demek­tir de aynı zamanda. Ama içinde bir şeyler olan bir sandık. Hz. Mûsâ (a.s) döneminden, Hz. Mûsâ ve Hz. Harun ailesinden kalma içinde bir şeyler olan bir sandıktan söz ediliyor. Mahiyetini Allah bilir diyor ve öylece inanıyoruz. Bir tek bildiğimiz fonksiyonu, Allah tarafın­dan seçilen Tâlut’un emirliğine delil olmasıdır.
249:"Talût ordusuyla birlikte ayrılınca, yola koyu­lunca. “Allah sizi bu nehirle imtihan ediyor. Kim bu su­dan bu nehirden (doya doya, kana kana) içerse o benden de­ğildir.Ancak eliyle bir avuç alan da müstesnadır. Azı müstesna pek çoğu ondan içiverdiler. Talût ve beraberin­deki iman edenler karşıya geç­dikten sonra bir grup, bu se­fer dediler ki: "Bugün bizim Câlut’a ve ordusuna karşı koyacak gücümüz kalmadı!” Dediler. Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını bilenlerse de­diler ki: Nice az topluluklar Allah’ın izniyle kendile­rinden kat kat sayıca fazla toplu­lukları yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir."
Kaç kişi kaldı? 2000 kişi falan. Bunlarla yola çıktı. Başla­rında Talût olduğu halde ilerleyen ordu çok susamış ve yorul­muştu. Önle­rine bir nehir çıktı. Kumandan onları imtihan etmek için dedi ki:
"Allah sizi bu nehirle imtihan ediyor. Kim bu su­dan, bu nehirden doya doya, kana kana içerse o benden değil­dir."
İmtihan bu. Ya mantığı ne bunun? Mantığı filan olmaz bu­nun. Namaza başlarken elleri niye kaldırıyoruz. Mantığı ne bu­nun? Mantığı olmaz bunun. Allah öyle demişse öyledir. Abdestte niye böyle yapıyo­ruz? Sadece elimizi yıkayıverip de namaza öy­lece dursaydık olmaz mıydı? Mantığı olmaz bunun. Mantık teslimi­yettir. Allah öyle istemiştir o kadar. Allah sizi imtihan ediyor bu ne­hirle. Önlerinde şırıl şırıl su akıyor. Yoldan gelen yo­rulmuş 2000 kişilik bir ordu, susamışlardı da elbette ve Allah onları bu suyla imtihan ediyor. Hem de üstelik tam o suya ihtiyaçları ol­duğu bir zamanda.
Şimdi de bizden asarız, keseriz, vururuz, kırarız, savaşırız di­yenler... Yokluğa razı mısınız? Kuru ekmeğe razı mısınız? Hapse razı mısınız? İşkenceye razı mısınız? Becerebiliyor musu­nuz? Tamam o zaman varsınız demektir. Değilse işte yemekten sonra yapılan cihad edebiyatlarından başka bir şey değildir bun­lar.
Geçenlerde bir arkadaşı sıkıştırdılar. Efendim işte birleşe­lim. Bi­atleşelim! Yeter artık filan diye sıkış­tırdılar. Arkadaş tamam dedi. Ciddi misiniz? Eğer bu teklifinizde ciddiyseniz hadi o zaman üç tekli­fim var bunlara evet diyorsanız hemen ben hazırım dedi. Merakla ne­dir bu tekliflerini bir duyalım! Dediler. Arkadaş tekliflerini şöyle sıra­ladı:
1- Mutlaka her gece kalkacaksınız ve Kuran sün­net okuya­caksı­nız.
2- On yıl evinize çok zaruri yiyecekten başka hiç bir şey al­maya­caksınız.
3- Bundan başka tüm malınızı ve paranızı Allah yolunda or­taya koyacaksınız. Hadi buyurun.
Hani fareler toplanmışlar da, kediye bir çözüm bulsak diye. Şöyle umur görmüş yaşlı bir fare demiş ki: Kedinin boynuna bir zil ta­kalım, o gelirken bizim haberimiz olur kaçar ve kurtuluruz. Ta­mam demişler çok mükemmel. Peki kim takacak bunu? Herkes dağılmış. Aynen öyle dağılıverdiler.
Vakıf kur, dernek kur, devlet kur, bir şey yok bunda. Çok ko­lay­dır bunlar. Kişinin hayatı değişmedikten sonra çok kolaydır bunlar. Ama önemli olan Allah’ın istediği gibi yaşayışa geçmektir değil mi?
Allah onları varlıkta yoklukla imtihan etti. Biz bunun benzerle­rini yaşıyoruz şimdi. Meselâ binlerce kadın; ama bir avuç müstesna. Namusumuzu muhafaza edebiliyoruz.. Binlerce içki, ama biz sabre­debiliyoruz.
Dedi ki Talût içtin mi kaybettin imtihanı. İçmedin mi benden­sin. Peki hiç mi içmeyeceğiz? Hayır.
Bir avuç müstesna. Şöyle bir avuç müstesna. Bir avuç içebi­lirsi­niz. Anlatıldığına göre bir avuç da susuzluğu gideriyormuş. Biraz fazla içti mi adamın dudakları morarıp karnı şişmeye başlı­yormuş. Sanki burada anlatılan dünya gibi. Yâni sanki Allah dün­yadan bir avuç müstesna gerisiyle ilgilenmeyin diyor. Dünyadan ihtiyacınız kadarını alın gerisini üzerinizde, midelerinizde, kalpleri­nizde taşımayın diyor. Değilse çoğalınca şişersiniz, ağırlaşırsınız, onunla meşguliyet sizi ci­hattân da kulluktan da alıkor diyor. Dün­yadan, dünya malından bir avuç yeter. İhtiyacınız kadarı yeter. Bu bir avuç tabiri ihtiyaç demektir. İhtiyacınız kadar ilgilenin dünyayla. Değilse bir dükkan, bir dükkan daha, bir arsa bir arsa daha, bir ev bir ev daha, bir araba bir araba daha şişmeye başlıyor adam.
Veya bir makam bir makam daha, bir koltuk bir koltuk daha derken adam yükselmeye başladıkça sendelemeye başlıyor. Me­selâ adamın cüzdanının birazcık şişmesi bile bu kadarcık yüksek­lik bile kimilerinin başını döndürüyor değil mi? Sendelemeye baş­lıyor adam. İşte burada da dünya ile böyle ihtiyaçtan fazla içi içe olanlar imtihanı kaybettiler diyor âyet-i kerîme. Bunların imtihanı kaybettiklerini Kur’an söylüyor. Belki kâfir olmadı bu adamlar ama imtihanı kaybettiler. Yâni dünyayla bu kadar fazla ilgilenenler kâ­firdir demek istemiyorum. Ba­kın Medine’de gelen tica­ret kervanına meyledip, Rasulullah’ı hutbede terk edenlerin du­rumu da aynen böyledir diyoruz. Peki bunlar ne yaptı?
"Azı müstesna pek çoğu içiverdiler."
Az bir kısmı hariç pek çoğu yan çiziverdiler, o sudan içiver­diler gene ve imtihanı kaybettiler. Bunlar o ırmağın kenarında dö­külüp kal­dılar, Talût’la beraber karşı tarafa geçemediler. Kaç kişi­lerdi? Misal 2000.. Çoğu, yâni 1200 kadarı içip elendi, geriye ne kaldı? 800 kişi filan imtihanı başarıp karşıya geçtiler.
"Talût ve beraberindeki iman edenler karşıya geç­dik­ten sonra bir grup, bu sefer dediler ki:"
Kimdi bunlar? Üç imtihanı başarmış, üç elekten geçmiş insan-lardı bunlar. Bu sefer dediler ki bunlar:
"Bugün bizim Câlut’a ve ordusuna karşı koyacak gü­cümüz kalmadı! Dediler."
Bizim gücümüz kalmadı arkadaş; Takatimiz kalmadı. Sıfırı tüket­tik. Bu iş buraya kadar! Evet meliksin, komutansın filan; ama az mı çektik biz buraya kadar? Sudan bir yudum içtik. Faki­rim ben efen­dim! İmkânım yok efendim! Evim yok, param, pulum yok! Bugün gü­cümüz yok, imkânımız yok! Dediler.
Param olsa infak ederim. Zamanım olsa ben de çalışırım. İl­mim olsa ben de anlatırım. Ne yapayım ki bun­lar yok bende diyen bizler gibi. Düşmanla karşı karşıya gelince, bugün bizim savaşacak halimiz yok, gücümüz yok hele bir dinle­nelim. Bir soluk alalım . Hele bir başım sakin olsun. Oğlanı kızı evlendirelim. Okulu bitireyim! Hele bir doktoram bitsin.Önce bir cemaat olalım. Hazırlık yapalım. Kendi­mizi toparlayalım. Şu anda bu işe hazır değiliz diyerek karşıya ge­çenlerin çoğu tekrar eleniverdi. Bir beş yüzü daha gittiyse kaldı ge­riye üç yüz küsur insan. Buhârî Bera bin Azib’in şöyle dediğini rivâyet eder: Bunların sayısı Bedir günü Rasulullah’ın yanında bulunan as­habının sayısı kadardı, bu da 313 kişidir. Evet Allahu âlem otuz bin insan elene elene bu kadar kalmıştı. Ne kadar az değil mi? Peki size göre az mı bu sayı? Hayır az değil bu ra­kam.
"Nihayet onlar o vaadolundukları şeyi gördükleri za­man artık bileceklerdir ki kimin yardımcısı en zayıfmış ve sayıca en az olan kimmiş?”
(Cin: 24)
O yarın belli olacak. Kim azmış, kim çokmuş. Bunu cehen­nemi görünce anlayacaklar. Kim daha zayıfmış. Kim daha güç­lüymüş. Ki­min sayısı azmış. Kimin sayısı çokmuş. Kimin yardım­cısı güçlü? Ki­min yardımcısı zayıfmış yarın anlayacaklar bunu di­yor Rabbimiz. Vah müslümanlar vah! Sanki nüfus sayımcıları mübârekler! Sanki çoğal­mak azalmak görevlileri zavallılar Zayıfız! Güçsüzüz! Mus’taz’afız ne yapalım? Derdinde­ler.
Bir bölge düşünün. Meselâ diyelim ki Chicago. Kaç müslü-man var orada? Sekiz kişi, on kişi. Peki bunlar çok mu az­lar? Yarın anlayacaklar bunlar çok mu olduklarını az mı oldukla­rını. Kim azmış kim çokmuş? Kimin yardımcısı güçlü, kimin yardım­cısı güçsüzmüş bunu yarın anlayacaklar. Allah’la beraber olan bir tek mü'min aslında tüm dünyadan güçlüdür. Allah’a inanan bir tek mü'min aslında Adem’le beraberdir, Nuh’la beraberdir, tarihin de­rinliklerinde tüm pey­gamberlerle, tüm meleklerle ve tüm mü'minlerle beraberdir. Çünkü iman ehli asla yalnız değildir. Al­lah’a inanmış bir tek mü'min karşı­sında bütün dünya dize gele­cektir. Ama yeter ki o mü'min kimlerle be­raber olduğunun farkında olabilsin. Kimin safında olduğunu anlayan bir mümin, yardımcısı­nın Allah olduğunu bilen ve buna iman eden bir mümin karşısında bütün dünya vız gelecektir. Tüm dünyaya meydan okuma cesare­tini bulabilecektir kendisinde.
Ey müslümanlar! Sakın ha bulunduğunuz yerde azdık, mus’-taz’aftık, güçsüzdük, yapamıyorduk, beceremiyorduk deme­yin. Azlı­ğınızın ezikliği içine düşmeyin. Azlık psikolojisi içine düşme­yin ve ki­min safında olduğunuzu bir düşünün. Yardımınızda olan Allah’ın gü­cünü kuvvetini bir düşünün. İşte bakın Allah’a Allah’ın istediği biçimde inananlar dediler ki:
"Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını bilenlerse de­di­ler ki: Nice az topluluklar Allah’ın izniyle kendile­rinden kat kat sayıca fazla toplulukları yenmiştir. Allah sabre­denlerle beraberdir."
Her ân, her dakika Allah’la karşı karşıya gelecekleri zannıyla ya­şayanlar dediler ki; Her ân Allah’la karşı karşıya gelive­receklerine inananlar. Yâni her ân ölüp de Allah’ın huzuruna çıka­cakmış gibi ya­şayanlar. Şu sözü bitirmeden, şu lokmayı yutmadan ölüm geliverecek ve biz hesap kitap için Rabbimizle karşı karşıya gele­ceğiz hesabı içinde yaşayanlar. Ölümü her ân yanlarında bilenler. Ölüm için hazır­lık yapanlar, hesabı kitabı sağlam tutanlar, kasa hesabını her ân sıfır­la-yıp da ölümü bekleyenler. Bunlar için ölüm korkulacak bir şey değil­dir. Neden korksun da adam? Zaten ha­zırlığını yapmış, kasa hesabını sıfırlamış, envanterini düzgün yapmış niye korkacak da bu adam ölümden? Ha üç gün evvel gelmiş ha beş gün sonra gelmiş ne fark edecek ?
İşte böyle ölüme ve şehâdete inanmış olanlar dediler ki: “Biz azmışız, düşman bizim bin katımızmış ne gam? Allah’ın yar­dımı var ya. Allah’ın izniyle nice azların nice çoklara galip geldi­ğini, geleceğini biliyoruz. Allah’ın yardım ettiği insanların asla mağlup olmayacaklarını Rabbimiz vaadediyor. Şehâdet nasi­bimizse biz nasıl olsa Rabbimize gidiyoruz, nasıl olsa öleceğiz” Diyorlardı. Biz de böyle olalım inşallah.
1) Evden sokağa çıkarken ya Allah’ı yanımızda farz ede­lim.. Ne kadar güzel değil mi? Allah’la beraber. Ama ne kadar da zor değil mi? Yaptıklarımızın çoğunu da yapamayacağız veya yapmayacağız değil mi? Çünkü utan be! Allah yanı başında diye­ceksiniz kendi ken­dinize. Ve yaptıklarınızın çoğunu yapamaya­caksınız.
2) Veya ne zaman öleceklerini bilmeyen insanlar nasıl dav­ra­nır­lar? Ha adım attım öleceğim, ha durdum öleceğim, ha sö­zümü bi­tirmeden veya şu lokmayı bitirmeden öleceğim ve Allah’ın huzurunda olacağım diyerek yaşarlar değil mi? E şimdi de Allah’ın huzurundayız da ölünce hesap vermek üzere Allah’ın karşısında olacağız.
İşte öleceğinin şuurunda olanlar. Yâni her ân Allah’la karşı kar­şıya gelivereceği şuurunda yaşayanlar böyle davranırlar. Hani bir şehre gitseniz ve orada çok sevdiğiniz bir arkadaşınız olsa. Orada bir arkadaşınız var ki yıllardır görüşmemişsiniz ve âdeta burnunuza tüt­müş. Şimdi siz o şehirde dolaşırken her an, her kö­şeyi dönerken ar­kadaşınızla karşılaşıverecekmiş gibi olursunuz ya. Sanki karşılaştığı­nız herkes için işittiğiniz her ses için acaba o mu? Diye dikkat kesilir­siniz ya. İşte aynen onun gibi her ân Al­lah’la karşı karşıya geliverece­ğinin şuurunda olanlar, böyle yaşa­yanlar diyorlar ki :
Allah’ın izniyle nice azlar, nice az gruplar nice çoklara galip gel­miştir. Nice azlar. Sen ailende az mısın? Üzülme galip gelebi­lirsin. Sen okulunda az mısın? Sen iş yerinde az mısın? Sen Konya’da, sen Türkiye’de, sen Çin’de, Maçin’de, Mançurya’da az mısın? Sen dün­yada az mısın? Üzülme! Allah’ın izniyle galip ge­lebilirsin. Allah galibi­yetini istemişse bil ki sen galipsin.
Bazen istemez mi Allah? E bazen istemez tabii. Ne var ki bun-da. Uhut’ta istememişse istemez yâni. Allah neyin bizim için ha­yırlı neyin hayırsız olduğunu bize bildirmiyor . Senin öyle mi kazançta olacağın, böyle mi kazançta olacağın belli değil ki. Yâni ölünce mi ka­zançtasın, kalınca mı? Bu belli değildir. Zaten galibi­yet ya da mağlu­biyet, kazanç ya da kayıp dünya planına göre ol­maz. Zekeriya ve Yahya’yı tanımaz mısınız siz? Onlar dünyada şehid edildiler. Başa­ramadılar mı dersiniz? Hayır.
Yıllardır söylenir: Efendim işte onlar hedefe varamadılar. adam­lar mümkün değil doğru yolda değiller. Niye? Eğer doğru yolda olsalardı, bugüne kadar hedefe varırlardı. Peki neye göre? Öyleyse Kimi peygamberler de hedefe varamadılar mı? Fakat mesele öyle de­ğildir.
Dediler ki Allah’ın izniyle nice azlar var ki onlar çoklara ga­lip ge­lecektir.
Ama bilin ki, bilesiniz ki:
"Allah sabredenlerle beraberdir."
Yâni döneklik yapmayıp direnenlerle, dayananlarla bera­berdir Allah.
Ordu devam ediyor, kaç kişi? 300 küsur müslüman. Kar­şıda Yı­ğınlarla insan. İşte kâfirin ordusu Câlut’un ordusu görününce, bu bir avuç insan grubu dedi ki:
250:"Câlut ve ordusu açığa çıkınca dediler ki: Rab-bimiz bizim üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı sa­bit kıl. Ve şu kâfir topluğuna karşı da bize yardım et.”
İfadenin İslâmîliğine, sözün güzelliğine bakın. Rabbimiz. Bi­zim Rabbimiz. Bunu diyebilmek önemlidir. Meselâ bir çocuk dü­şünün, an­nesinin her dediğine karşı gelse, annesinin hiçbir dedi­ğini yapmasa, hep dediğine karşı çıksa, günler aylar böyle geçse, bir kerecik anne­sine değer vermese. Sonunda bu çocuk bir gün bir şeylerden bunalıp da yardım için: Anne! diye çağırdığında, hayrola senin annen var mı yavrum der değil mi annesi? Hani annense doğru dürüst davran­say-dın. Bugüne kadar annen gibi davransaydın ya! der değil mi? Veya müdür öğretmenine aynı şeyi der değil mi? Meselâ öğretmen okuldaki müdürü hiç takmasa, hiç dinlemese onu, hiçbir sözünü ye­rine getirmese, sonunda da dese ki "müdür bey izin verir miydiniz" falan. Müdür de “Ne demek ya! Senin müdürün var mıydı bugüne ka­dar?” Der değil mi?
Peki biz de: Rabbimiz desek acaba bugüne kadar gerçek­ten Rabbimiz miydi Allah? Tüm yaptıklarımızın yaptırıcısı mıydı? Hayat programımızı çizen miydi? Bizi hareket ettiren Allah mıydı? Hayatı­mızda etkili varlık o muydu? Bir gün biz de bu­nalmış, sıkılmış olarak el kaldırıp ya Rabbi! Desek. Ya Rabbi ne olur imdat desek. Derse ki ya hayrola! Bugüne kadar senin Rabbin ben değildim! Bugüne kadar hayat programını bana hiç sormadın! Bugüne kadar benim sözlerime hiç değer vermedin! Benim kitabımla bugüne kadar hiç ilgilenmedin! Benim peygambe­rime bugüne kadar hiç selâm vermedin! Hayrola şimdi mi aklına geldi benim Rabbin olduğum derse ne diyeceğiz? Di­yorlar ki ba­kın:
Rabbimiz. Ey bizim hayatımıza yön veren,bizi hareket etti­ren,adına buralara kadar geldiğimiz Rabbimiz! Ey cihat çağrısına koştuğumuz Rabbimiz. Ey şu ana kadar hayatımızda etkili olan, Bu­raya gelene kadar hatı­rına çeşitli eleklerden geçerek geldiğimiz Rabbimiz. Ey bizim ha­yat programımızı çizen Rabbimiz!
"Üzerimize sabır dök ve ayaklarımızı da sabit kıl ya Rabbi!"
Sabır indir, sabır gönder değil, üzerimize sabır dök, sabır bo­şalt. Öyle ki gözümüz de ayaklarımız da azalarımızın tümü de sabır­sızlanmasın. Sabırsızlık göstermesin. Bir de ayaklarımızı çak yere ya Rabbi. Ayaklarımızı sabit kıl da geriye adım atmasın. Bu bize düşen, bizim yapmamız gerekenler konusunda bize yardım ettiğin gibi, bir de:
"Kâfir topluluk üzerine de bize yardım et!"
Ayrıca bir de bizim bilmediğimiz konularda da kâfirler üze­rinde bize yardım et ya Rabbi. Kalplerine korku salarak mı? Yoksa melekler göndererek mi? O konuda da bize yardım et ya Rabbi! Dua budur işte. Allah’ın istediği ve kabul buyurduğu dua bu­dur. Bunu günümüz müslümanlarının çok iyi anlamaları gereki­yor. Fiili teşebbüsten sonra, yâni kılıcı ele alıp Allah yolunda hare­kete geçtik­ten, düşman karşısında saf bağladıktan sonra yapılan dua. Yattığı yerden zafer beklemek yerine kılıçlara sarıldıktan ve yola koyulduktan sonra dua etmek. Hani Hz. Mûsâ’nın su bulabil­mek için asasıyla taşa vurmasını anlatan âyetin tefsirinde de de­meye çalıştığımız gibi dua etmek zorundayız ki duamız kabul buyurulsun. Değilse üst üste otuz zırh giyerek, başına miğfer takarak, göğsünü kurşunlarla süsleyerek evinden dışarı çıkmadan, ya da henüz kılıcı resimlerden tanıyan cihad edebiyatı yapan ve de bu haliyle dua dua yalvararak Allah’tan zafer bekleyenler gibi değil.
Evet dua ediyorlar, savaşıyorlar, dişlerini sıkıyorlar ve so­nun-da da Allah’ın izniyle galip geliyorlar. Allah’ın yardımıyla galip ge­liyor-lar. Sebebe tevessülle galip geliyorlar. Maldan ve candan geçe­bil-mekle galip geliyorlar. Karşılarındaki güç ne olursa olsun kim olursa olsun Allah yardım ettikten sonra onların mağlup ol­maları kesinlikle mümkün değildir. E böyle yaşayanlar ölse de ga­lip, kalsa da galiptir zaten. Ne fark eder de! Hiç fark etmez.


251:"Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâ-vûd Câlut’u öldürdü. Allah ona yönetimi ve hikmeti verdi. Allah insanların bir kısmını diğer kısmıyla sav­ma­saydı yeryüzü fesada uğrardı. Ancak Allah âlemlere karşı fazl ve ihsan sahibidir."
Dâvûd (a.s) o dönem Tâlut’un ordusunda küçük bir ço­cuktu, he­nüz peygamber değildi. Allah’ın yardımıyla Dâvûd çocuk yaşta ol­masına rağmen elindeki sapan taşıyla Câlut’u öldürmüş ve Talût da ona kızını vermiştir. Allah da ona hükümdarlık, hikmet ve peygamber­lik ihsan etmiştir. Ona daha dilediği şeyleri de öğ­retmiştir Rabbimiz. Demiri yumuşatıp zırhlı elbise yapma gibi, kuşların dilinden anlama gibi daha başka şeyler de öğretmiştir.
İsrâil oğulları Hz. Dâvûd döneminde tarihlerinin hiçbir döne­minde ulaşamadıkları en zirvede bir hayatı yaşamışlardır. Aradan yüzyıllar geçmiş o Dâvûd’un torunu olan bu Dâvûd, yâni Muhammed (a.s) Mekke’de dünyaya gelmiş, sonra Medine’ye İs­râil oğullarının ül­kesine göç etmiş ve burada yahudilerle karşı karşıya gelmiş. Roller değişmiş, gruplar değişmiş, taraflar değiş­miş. Bu defa Allah düşmanı Câlut’un ordusunun yerinde Allah’ın ordusuna karşı koyan yahudiler yer almış, Dâvûd’un ordusunun yerinde de onun torunu Hz. Muhammed (a.s) ve ona inanan mü­minler ordusu yerini almış.
Dün Dâvûd neyle savaşıyordu? Sapan taşlarıyla. Peki bu­gün onun yerini alan Filistinli müslümanlar neyle savaşıyorlar? Yine taşlar. Dün Câlut’un ordusu tepeden tırnağa zırhlıydı, bugün yahudiler de öyle. Dün Câlut zâlimdi bugün de yahudiler aynı du­rumdadır. Ama unutmayın ki dün taş atan çocuk nasıl Câlut’un işini bitirmişse bugün de onun torunları olan Filistinli Dâvûd’lar ya­rın büyüyecek Tâlut’un or­dusu yine galibiyetini ilan ederken Câlut’un ordusu yenilgiyi ve hezi­meti tadacaktır. Bundan hiç kim­senin şüphesi olmamalıdır.
İşte şu anda Filistinli müslümanlar Allah’ın yardımıyla adım adım bu yasayı yaşıyorlar. Allah tarih boyunca hiç değişmeyen yasası gereği yolunda olan mü’min kullarını zafere ulaştıracaktır.
252:"İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki biz onları sana doğru olarak okuyoruz. Şüphesiz ki sen peygam­ber­lerdensin."
Allah âyetlerini peygamberine okuyor. Peygamber (a.s) da Al­lah’tan aldığı bu yüce âyetleri çevresindekilere okuyordu. Öy­leyse ey müslümanlar! Çevrenizdeki insanlar hep cehenneme doğru gidiyor­larsa ve siz bunu gördüğünüz halde hiç bir şey yap­madan güle oy­naya cennete gideceğinizi zannediyorsanız alda­nıyorsunuz demektir. Bu insanlara bu kitabı duyurun! Bu kitap sa­dece bana gelmedi, size anlatmak zorundayım. Sadece size gel­memiştir, siz de birilerine an­latmak zorundasınız. Anlattığınız in­sanlara söyleyin ki onlar da birile­rine anlatsınlar, duyursunlar. İşi­niz, derdiniz, hayatınız bu olursa o zaman kurtuluş açığa çıkacak­tır.
253:"İşte bu peygamberlerin bazısını bazısına üs­tün kıldık. Onlardan bazısıyla Allah konuştu. Bazısının da de­recelerini yüceltti. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs’le destekledik. Eğer Allah dileseydi o peygamberden sonrakiler kendilerine apaçık belgeler gel­dikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fa­kat ayrılığa düştüler, kimi iman ederken kimisi de kâfir oldu. Allah dileseydi birbirlerini asla öldürmezlerdi. Ancak Allah dile­diğini yapar."
Bu âyet aslında peygamberlerin birbirleriyle mukayesesini yap­mak üzere değil bu peygamberlerin müntesiplerinden her biri­nin kendi peygamberlerinin üstünlüğünü iddia ederek kavgaya tutuşmala­rının reddi için gelmiştir. Her biri dönemlerinde Allah’ın kendilerinden beklediği görevlerini ifa ederek Allah katına yürüyen peygamberler aslında risalet açısından birbirlerine eşittirler. Ama ortak özellikleri olan bu risaletin dışında bazı özelliklerle biz onları birbirinden üstün kıldık diyor Rabbimiz. Kimisiyle bizzat konuşarak, kimisini anasız babasız, kimisini anasız dünyaya getirerek farklı özellikler vermiştir. Ama bu bizzat Rabbimizin bir lütfudur.
Ya da her birine üstün özellikler lütfettik diyor. Tıpkı tüm mü'-inlerin iman açısından eşit olup da itaatleri, takvaları açısından farklılıkları olduğu gibi.
Hani hatırlayın sûrenin daha önceki âyetlerinde Rabbimiz İsrâil oğullarının âlemlere tafdıyl edilişini anlatmıştı. O bölümde de demeye çalıştığım gibi bu onların âlemlere tafdıyl edilişleri kişisel bir değer olarak onların üstünlüklerini değil de kendilerine Allah ta­rafından ve­rilen nîmetler açısından bir üstünlükleri söz konusudur. Peygamberle­rin birbirlerine olan durumları da böyledir. Nitekim ilerde Bakara sûre­sinin sonlarına doğru Rabbimiz şöyle buyura­cak:
"Biz peygamberlerin arasını ayırmayız"
(Bakara 285)
Âyetini de göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki buradaki pey­gamberlerin birinin diğerine üstünlüklerini şöyle de anlayabili­riz:
1-) Bu peygamberlerin Allah katındaki makamlarının farklı ol­ması anlamına gelebilir.
2- Peygamberlerin şu anda semadaki makamlarının farklılığı da olabilir. Nitekim İsrâ hadisinde peygamberlerden kimi­lerinin dünya semasında, yâni birinci kat semada, kimilerinin ikinci kat semada, ki­milerinin farklı semalarda olduğu anlatıldığı gibi.
Zira peygamberler arasında üstünlük iddiasını ileri sürmek bi­zim hakkımız değildir. Bunu ileri sürecek makam, insanların ma­kamı değildir. Bu ancak onları peygamber olarak gönderen ve onları deği­şik sıfatlarla mücehhez kılan Allah’a ait bir makamdır. Bize düşen de sadece onlara iman etmek, teslim olmak ve onların her birinin dinde temel örnekliliklerini kabul etmektir. Hiç birini diğerinden ayırmadan, birinin diğerlerine üstünlüğünü iddia etmeye kalkışmadan onların tü-mümüne iman etmektir. Hepsinin bizim yasal örneklerimiz olduğunu tasdik etmektir.
Rabbimiz peygamberlerin birbirlerinden üstün kılınmalarını gün­deme getirdikten sonra bunun detaylarını anlatırken bazıla­rıyla konuştuğunu, bazısını daha yüksek derecelere çıkardığını, Meryem oğlu İsa’ya da beyyinat verdiğini ve onu Ruhu’l-Kudüs’le teyid buyur­duğunu ifade ediyor. Kur’an’ın başka yerlerinden anlı­yoruz ki burada Rabbimizin kendisiyle konuştuğu peygamber Hz. Mûsâ’dır. Hz. İsa’-nın adı zaten zikredilmiş. İkisi arasında; "Bazısını da bir çok dere­ce-lerle daha yükseklere çıkardı", ifadesiyle de Rasûl-i Ekrem efendi­miz anlatılmaktadır.
Âyet-i kerîmede üç peygamberden söz edilmektedir. Al­lah’ın bu üç peygamberi bu âyetlerin nazil olduğu dönemde de şu anda da takipçileri bulunan ve müntesiplerinin ayrılığa düştükleri ve birbirleriyle kavga verdikleri peygamberlerdir. Âyetin devamın­da da bu konunun gündeme getirildiğine bakılırsa bu âyet pey­gamberlerin birbirlerinden üstün olup olmadıklarını anlatmak adına değil de müntesiplerinin: "Bi­zim peygamberimiz üstündü, sizin peygamberiniz değildi". gibi bu kı­sır kavgalarını sona erdirmek için gelmiştir.
Nitekim Buhârî ile Müslim Hz. Ebu Hureyre’den şunu nakil ederler: Ebu Hureyre der ki: “Müslümanlardan biri ile yahudilerden bi­risi münakaşa ettiler. Yahudi yemin ederken: "Mûsâ’yı bütün âlemler­den üstün kılana yemin ederim ki" Deyince, müslüman olan kişi de onun yüzüne sertçe bir tokat vurarak:" Pis herif! Onu Muhammed (a.s) 'dan da mı üstün tutmuştur? Dedi. Durum Al­lah’ın Resûlü’ne ha­ber verilince Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
"Beni diğer peygamberlere üstün tutmayınız!"
İbni Kesîr’in rivâyetinde de:
"Peygamberlerin birini ötekinden üstün tutma­yın!"
Buyurmuştur.
İşte müntesipler arasındaki asıl kavganın, ayrılığın buradan kay­naklandığını anlatarak Rabbimiz bunun bir fayda sağlamaya­cağını ortaya koymaktadır. Her grup kendi peygamberlerinin üs­tünlüğüyle öğünecek, her grup kendilerini tatmin edecek. İyi bilelim ki bunun kimseye bir fay­dası yoktur. Önemli olan hangi peygamberin ne kadar üstün olduğu değil, bizim o Allah elçilerine ne kadar tabi olduğumuz, onları ne kadar örnek aldıımız, hayatımızı onlara ne kadar yakın yaşadığımızdır.
Ama buna rağmen kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra insanlar yine de ihtilâfa düştüler, birbirlerinin kanlarına gir­diler, savaş­tılar, öldüler öldürdüler, kimileri iman ederken kimileri de kâfir oldular.
Eğer Allah dileseydi bunların hiç birisini yapamayacaklardı. Al­lah dileseydi yeryüzündeki tüm insanları iman birliğinden oluşan tek bir safta toplardı. Evet Allah dileseydi bu insanlardan hiç birisi küfre­demez, hiç birisi kâfir olamaz, hiç kimse Allah’ın Resûlleri aracılığıyla kendisine gönderdiği mesajına, hayat tarzına karşı gelemez, hiç kimse hidâyetten, imandan yüz çeviremezdi. Eğer Allah dileseydi di­ğer iradesiz varlıklara yaptığı gibi yeryüzündeki tüm insanların boyun­la-rındaki ipin ucunu doğuştan eline alır ve onları iradeleriyle baş başa yaratmazdı. Böylece yeryüzünde hiç­bir insan küfretme imkânını bu­lamazdı. Ama Allah böyle dilememiştir. Allah insanlara irade vermiş ve bu iradeleriyle iman ya da küfürden birini tercihle insanları baş başa bırakmıştır.
254:"Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alışveri­şin, hiçbir dostluğun, ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelip çatmadan size verdiğimiz rızıklardan Allah yo­lunda harcayın. Kâfirlere gelince onlar zâlimlerin ta ken­dileridir."
Kendisinde malın mülkün bulunmadığı, dostluğun, karşılıklı yar­dımlaşmanın bulunmadığı, şefaatin ve dost kayırmanın müm­kün olmadığı bir gün gelmeden infakta bulunmamızı emrediyor Rabbimiz. Zira o gün gelip çattı mı artık hiç kimse kendisini kurta­racak bir bedel ödeyemez, hiç kimse ateşten kurtuluş için fidye veremez.
Cihada teşvik edildiğimiz bir bölümün hemen aka­binde Rab-bimiz yine infaktan söz ediyor. İnfakla cihad iç içe. Öy­leyse cihad için, cihadın gerçekleştirilmesi için, küfrün ve onun temsil ettiği zul­mün defedilmesi için, kâfirlerin ve zâlimlerin berta­raf edilmesi için infak edeceğiz. Maldan, candan, zamandan, bilgi­den, rahattân, uyku­dan infak edeceğiz.
"Ve kâfirler zâlimlerin ta kendileridir."
Kâfirler kendilerini olmamaları yerde, bulunmamaları gere­ken yerde tuttukları için zâlimdirler. Ya da kendilerini ateşe götü­renler, kendilerini cehennem yolunda tutanlar kadar kendi ken­dilerine zulme­den başka birileri olamaz. Kâfirler inkâr ettikleri için önce hakka zulmetmişlerdir. Kendilerini uçuruma, yâni cehenneme sevk ettikleri için kendi nefislerine zulmetmişlerdir.
Bir de kâfirler, sûrenin önceki bölümlerinde uzunca anlatıldığı gibi yeryüzünde hep fitne unsuru olmuşlardır. Kendi kâfirlikleri yetmi-yormuş gibi hainler insanları Allah yolundan men ederek, insanları fitneye düşü­rerek, dinlerinden döndürmeye çalı­şarak din eğitimini engelleye­rek insanlığa zulmetmişlerdir. İnsanların akıllarına, vicdanlarına ipotekler koyarak, zorla onlara kendi küfürlerini empoze ederek zulmetmişlerdir.
Yâni kâfir hem kendisine, hem Rabbine, hem de tüm in­san­lığa karşı zulmeden insandır. Onun için kâfir zâlimin ta kendi­sidir.
Allah’ın kullarının Allah’ın dinini öğrenmesinin önüne engeller ko­yanlar, yâni dine karşı savaş açanlar, kendi görüşlerini Allah dini­nin yerine ikâme edebilmek için Allah’a ve onun dinine karşı savaş açan­lar, kendi kanunlarının yerleşmesi adına Allah kanunlarıyla mücâdele verenler evet bunlar insanlığın baş düşmanlarıdır.
Yer­yüzündeki tüm insanlığın vazifesi bu insanlık düşmanı zâlimlerin zulümlerini yıkıp, onların bir daha insanlara zulmedecek güçleri kalmayıncaya kadar onlarla savaşmaktır. Kısacası kâfir hem kendine, hem Rabbine, hem de tüm insanlığa karşı zulmeden insandır.
Bundan sonra Bakara sûresinin bu bölümünde "Âyet el Kürsî" diye bilinen bir bölüme geldik. Ulemânın ifadesiyle "İsm-i Azamı" ih­tiva eden uzunca bir âyet. Bundan dolayı bu âyeti ihtiva ettiği için bu sûreye "Kürsî sûresi" de denmiştir. Allah’ın Rasûlü bir hadisle­rinde:
"Kur’an-ı Kerimde en büyük âyet, âyet el Kürsîdir."
Buyurur. Tevhidi, Rabbimizin sıfatlarını, yaratılışı, yaratıkla­rın yönetimini, ulûhiyet ve rubûbiyeti, Rab karşısında kulların ko­numunu ve şefaati en güzel anlatan âyet, âyet el Kürsîdir.
255:"O Allah’tır. Ondan başka İlah yoktur. O Hayy ve Kayyum'dur. Onu ne uyuklama (gaflet) ne de uyku tu­tar. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kimmiş? O kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise O’nun ilminden ancak O’nun dilediğinden başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onların korunması ona ağır gelmez. O yücedir, büyük­tür."
İlâh, kendisine kulluk edilen varlık demektir. İlâh, kişinin boy­nun­daki ipin ucu elinde olan varlık demektir. İlâh, kişinin hatı­rını ka­zanmak için çırpındığı, arzularını gerçekleştirmek için can attığı, iti­razsız ve gönül rahatlığıyla isteklerini yerine getirdiği varlık demektir. İlâh, kişinin uğrunda seve seve malını ve canını fedâ ettiği varlık de­mektir. İlâh, kişinin hayat programını kendisi için ha­yat programı kabul ettiği varlık demektir.
İnsan kul olmaya müsait yaratılmıştır. Allah herkesi do­ğuştan kul olmaya müsait yaratmıştır. Herkesi boynunda bir iple dünyaya ge­tirmiştir Rabbimiz. Yâni bir şeylere tapacaktır o. Ta­pınmaya hazır ya­ratılmıştır. İşte boynunda böyle bir iple dünyaya gelmiş ve tarihin de şehâdetiyle mutlaka bir şeylere tapınmak zo­runda kalmış olan bu in­san boynundaki bu ipin ucunu kimin eline vermişse ona kulluk ediyor demektir. Boynundaki ipin ucu kimin elindeyse o bu kişinin İlâhı de­mektir. Bu durumda insanları dört kademede görüyoruz:
1-) Boynunda doğuştan getirdiği ipin ucunu Allah’a vererek: “Al ya Rabbi! Bu ipin de benim de sahibim sensin. Mademki beni boy­numda bir iple dünyaya getirdin. Yâni beni kulluğa mü­sait yarattın. Al öyleyse bu ipin sahibi sensin. Senin elinde dursun ve sen nereye çe­kersen ben o tarafa gideceğim. Ben sadece sana kulluk yapacağım. Sadece senin dediklerini dinleyecek, sa­dece senin seçimini seçim kabul edecek, sadece senin arzularını gerçekleştireceğim. Zira beni sen yarattın. Beni sen programladın. Benim bilgim kıttır, benim aklım sınırlıdır. Geçmişimi geleceğimi, hayrımı şerrimi, menfaatimi zararımı senin kadar bilemem.” diyerek iradesini Allah’a teslim eden kişiye müslüman denir ve bu kişinin İlâhı Allah’tır.
2-) İkinci tip insan boynundaki ipin ucunu Allah’a vermeye­rek kendi elinde tutmaya çalışan kişidir. Ben Allah filan tanımam. Ben din filan bilmem. Benim hiç bir şeye ihtiyacım yoktur. Benim aklım vardır, benim fikrim vardır, benim bilgim, benim keyfim var­dır. Ben bildiğimi yaparım. Ben keyfime göre bir hayat yaşarım diyerek boynundaki ipin ucunu elinde tutarak kendi kendisini İlâh­laştıran kimsedir.
“Kendi hevâsını İlâh edinen kimseyi gördün mü?”
(Furkân 43)
Âyeti gereğince kendi hevâsını, havasını put­laş­tıran kişidir ki bu adam kâfirdir ve bu kişinin İlahı da kendisidir.
3-) Üçüncüsü boynundaki ipin ucunu kendi gönlüyle, kendi arzu­suyla Allah’a vermiş, Kelime-i Tevhid okumuş, Kelime-i Şehâdet getirmiş, ama boynundaki ucunu Allah’a verdiği bu ipin yanı başına yine kendi arzusuyla bir ip daha bağlamış modaya vermiş, bir ip daha bağlamış âdetlere vermiş, bir ip daha bağlamış töre­lere vermiş, bir ip daha bağlamış çevreye vermiş, müdüre vermiş, amire vermiş, ka­nun-lara vermiş, yönetmenliklere vermiş, vermiş, vermiş.
Yâni boynundaki ipleri çoğaltmışsa, hem Allah’ı hem de baş­kala­rını razı etmeye çalışıyorsa, hem Allah’ın götürdüğü yere hem de başkalarının götürdükleri yerlere gitmeye çalışıyorsa yâni arzuları, emirleri Allah’ınkilerle çatışan başkalarının arzularını da gerçek­leştir-meye çalışıyorsa işte bu kişinin adı da müşriktir ve Allah’la birlikte boynundaki ipleri dağıttığı varlıklar bu kişinin İlâhlarıdır.
Evet bu adam boynundaki ipin ucunu önce Allah’a vermiş ama bu ipin yanı başına yeni yeni kulluk ipleri bağlayıp Allah’tan başka bi­rilerine de vermiş ve onların çektikleri yerlere gitmeye çalışan kişi­dir ki bunun adı da müş­riktir ve İlâhı da ipin ucu elinde olanlardır. Şeytanlara vermiştir onların kuludur, ağasına vermiştir onun kuludur, modaya vermiştir onun kulu­dur, âdetlere, törelere vermiş onların kuludur, çevreye vermiş çevre­nin kuludur, kapitalist sistemlere vermiştir onların kuludur, sosyal ha­yatta hıristiyan dünyanın kulu, ekonomik hayatta veya mesleki dünya­sında yahudi âleme vermiştir onların kuludur.
Ama öyle ki bu boynundaki ipin ucunu ellerine verdiği kişi, ku­rum ya da varlıklar yâni onun İlahı ya da İlahları olan varlıklar çok güçlü, çok becerikli değillerse yâni onun hayatının tümünü dolduracak kadar güçlü değillerse, ya da hayatının tümü konu­sunda ona yol gösterecek kadar becerikli, bilgili değillerse bu se­fer bu adamlar yol gösterebildikleri kadarıyla o İlâhlarının kulu kö­lesi olurken onların ser­best bıraktığı, ya da gaflet edip doldurama­dıkları hayat birimlerinde de başkalarının kulu ve kölesi olurlar. Ama bu kişinin bir de hayatında din birimi vardır ki onda da Al­lah’ın kulu kölesi olur. Öteki İlâhlarının boş bıraktıkları doldurama­dıkları namaz gibi, oruç gibi, zekât gibi, zikir gibi hayat birimlerini de Allah’ın dinine göre doldururlar.
İşte kim böyle Allah’la beraber birilerini de dinler, İlah ola­rak, söz sahibi olarak, hayatına karışıcı olarak Allah’tan başka bi­rilerinin varlığını da kabul ederse, bu iş sadece kendisi için ya­parsa Kaf sûre­sinin 26.âyetinde anlatıldığı gibi bu adam:
“ Ki o Allah’ın yanında, Allah’la beraber başka İlâh tutmuştur”
(Kâf 26)
Âyeti gereğince kendisine İlâh yapmış olur. Yâni Allah’la bera­ber başka İlâhlar bulmuş de­mektir. Yâni eğer bu adam boynuna ip ta­kıp da başka efendi­lere verme işini sadece kendisi için yapıyorsa böyledir.
Ama eğer bu adam bu işi yalnız kendisi için değil de başkala­rı­nın boyunlarına da ipler takarak onları da Allah’tan baş­kalarının eline vermeye çalışıyorsa, yâni başka insanları da bu sahte İlâhların kulu kölesi yapmaya çalışıyorsa, yardım ediyor, teşvik ediyorsa o zaman Yâsîn sûresinin 74. âyetinde anlatıldığı gibi:
“Tuttular da güya kendilerine yardım olunur ümi­diyle Allah dûnunda, Allah berisinde İlâhlar edindiler”
(Yâsîn 74)
Âyetinin delâletiyle min dünillah İlâh yapmış olur. Yâni Al­lah’-tan başka İlâhlar edinmiş demektir. Kendisi için Allah’tan başka İlâh edinmenin de ötesinde başkala­rını da Allah’tan başka İlâhlar edinmeye teşvik ediyor demektir. İdareciler, babalar, kocalar, analar veya eğiticiler, yöneticiler eğer insanlara her konuda İlâh olarak sa­dece Allah’ı tanıtıyorlarsa ta­mam bu tevhittir. Ama Allah’tan başkala­rını da dinlemelerini öğüt­lüyorlarsa, öğretiyorlarsa o zaman başkaları için de Allah’tan başka İlâhlar buluyor ve teşvik ediyor demektir. Ça­talı şöyle tut­malısın yavrum. Eteğini şöyle kaldırmalısın kızım. Bay­ramda şöyle hareket etmelisin hanım. Misafirlerin yanına çıkıp ellerini şöyle sıkmalısın. diyerek onların da Allah’tan başka İlâhları dinleme­sini sağlıyor demektir.
4-) Dördüncüsü şirkle günahın arasını ayırmamız için bu da çok önemlidir Bir adam ki kendi rızasıyla boynunda Al­lah’a verdiği ipin yanına yeni yeni ipler takıp bunları başkalarına vermeden yana değil­dir, böyle bir şeye razı değildir. Ama zorla bi­rileri uzaktan kement atıp onun boynuna kulluk ipleri geçirmişse, yâni o istemediği halde zorla birileri onu köle konumuna düşür­müşler ve çektikleri yere götürmeye mecbur etmişlerse işte bu adamın adı da günahkârdır. Önceki kişiden farklıdır bu. Zira bu adam öncekisinden farklı olarak kendi arzusunun ve isteğinin dı­şında köle durumuna düşürülmüştür.
Biz Hz. Yusuf’un Mısır paza­rında köle olarak satıldığını bili­yoruz. Bazen böyle istemediği halde, rızık endişesiyle, maaş korku­suyla, açlık tehdidiyle, ölüm korkusuyla, ya da şu anda olduğu gibi güçsüzlük psikolojisiyle güç­lülerin eline esir düşebilir.
Veya bazen müslümanlar cehaletleri sebebiyle, din konu­sun-da, İslâm konusunda, Kitap sünnet konusunda, kulluk konu­sunda bilgisizlikleri sebebiyle, bilgisiz bırakılmaları sebebiyle far­kında olma­dan, farkına varamadan boyunlarına birileri kement atıp onları köle­leştire-bilirler, birileri onları zulüm ağlarına takabilirler.
O zaman da eğer bunun farkına varır varmaz müslümanlar bu zulüm ağlarını delerek kurtuluşa kavuşabilmek için gecelerini gün­düzlerine katıp maldan ve candan geçercesine ciddi bir ciha­dın, ciddi bir çalışmanın içine girerlerse Allah’ın bunları affedeceği umulur. Ama Allah korusun günün birinde böyle bir hayattan razı oluverirlerse, yâni boyunlarındaki öteki iplerden rahatsız olmazlar ve yata giderlerse onlar da aynen berikiler gibi şirki sineye çekmiş müşriklerdir, zâlimler­dir.
Allah, boyunlardaki ipin ucu yalnız kendi elinde olması gere­ken sadece kendisine kulluk yapılması gere­ken, sadece onun çektiği yöne gidilmesi ve arzuları gerçekleştiril­mesi gereken tek İlahtır, ken­disinden başka İlâh olmayandır.
"O Hayy ve Kayyum'dur."
Hayy ve Kayyum Allah’ın iki ayrı ismidir.
Hayy; hayat sahibi, diri, başlangıcı ve sonu olmayan, son­suz ha­yat sahibi demektir. Allah’ın hay oluşu, hayatta oluşu yara­tıkların hayatta oluşuna benzemez. Tüm yaratılmışların hayatta oluşu Al­lah’-tandır ama Allah’ın hay oluşu kendindendir. Hayy, za­mana boyun eğ-meyen, zamanla mukayyet olmayandır. Bu Hayy’ın bizim hayatı­mıza yansıyan yönü insan hayatında önce Allah vardır. İnsana insa­nın hayatını kazandıran O’dur. İnsana hayatını kazandıran Allah ol­duğu gibi insanın hayatını sürdüren de O’dur.
Yâni hayatı boyunca Allah onunla beraberdir. Hayat veren, ha­yatını sürdüren ve sonunda onun hayatına son verecek olan da yine Allah’tır. En sonunda öldürdüğü bu insanı yeniden diriltecek olan da O’dur.
Kayyum ise, sürekli insanları ve tüm varlıkları görüp göze­ten, güç ve kuvvetiyle onları sevk eden, hareket ettiren, hareketle­rini ya­ratan ve koruyandır. Evet Allah Kayyûm’dur. Yâni kendi zatı ile kaim­dir. Varlığı kendisindendir. Varlığı konusunda başkalarına muhtaç de­ğildir. Başkaları ise onunla kaimdir.
Tüm varlıklar var olabilmek için O’na muhtaçtırlar. Var ola­bil­mek için ve varlıklarını sürdürebilmek için her şey O’na muhtaç­tır. Evet Kayyûm her ân tüm varlıklar âlemini idare eden ve ayakta tutan demektir. Herşeyi tutan, koruyan anlamında Allah'ın isimlerinden biri. Kayyûm, "fey'ûl" vezninde mübalağa sıygasıdır. Hayy ve Kayyûm I-simlerinin ism-i azam yani Allah'ın en büyük ismi olduğu da söylenmiştir. Kur'ân'da üç yerde geçer.
Birisi işte Bakara sûresinin bu âyetidir. İkincisi Âl-i İmrân sûresinin ikinci âyetinde “Allah, Ondan başka tanrı olmayan, diri, her ân yarattıklarını gözetip durandır.” Üçüncüsü de; Bütün yüzler, "Hayy", ezelî ve ebedî diri, "Kayyûm" her şeyin mutlak hâkimi olan Allah'a bo-yun eğer. Zulüm yüklenen perişan olur" (Tâhâ,111) âyetidir.
Diğer yandan Rasûlüllah (s.a.s)'in bu isimlerle duâ ettiği nakledilir. Bir hadiste, aşağıdaki duâyı yatağa girerken üç defa okuyan kimsenin günahlarının, denizin köpüğü kadar çok olsa bile, af edilebileceği bildirilmiştir.
"Ben kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, "Hayy", ezelî ve ebedî diri "Kayyum ", herşeyin mutlak hakimi olan Allah'tan bağışlanmamı diliyor ve O'na tevbe ediyorum"(Ahmed b'. Hanbel, Müsned, III,10)
Enes b. Mâlik, bir adamın namazdan sonra "Hayy ve kayyûm" isimleriyle Allah'a duâ ettiğini duyan Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakleder:
"Siz Allah'a ne ile duâ ettiğini biliyor musun? Hazır bulananlar; "Allah ve Rasülü daha iyi bilir" dediler. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurdu: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, O, Allah'a ism-i azamı ile duâ etti.-Allah bununla duâ edilince kabul eder ve bununla bir şey istenince verir" (Ahmed b. Hanbel, III, 245).
Bazen Hz. Peygamber duâda "Kayyım" kelimesini de kullanmıştır. "Allahım hamd, sana mahsustur. Sen yerleri ve gökleri idare edip, ayakta tutan (Kayyûmsun)"(Buhârî, Te-heccüd, 1)
Kayyûm ismi şu anlamları da kapsar; Allah zâtı ve yüceliği ile vardır; her şeyin var olması, varlığını sürdürmesi, ayakta durması O'nun varlığına bağlıdır. Nitekim, Ayetü'l-Kürsî'de bu isimden sonraki kısım, onun açıklaması gibidir.
"O'nu ne uyuklama ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O'nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir? O, insanların geçmişlerini ve geleceklerini bilir. İnsanlar ise O'nun ilminden, O'nun dilediğinin dışında bir şey kavrayamazlar. O'nun hükmü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve göğü koruyup gözetmek, O'nun için zor değildir. O, yücedir, büyüktür"
(Bakara,255)
"Onu ne uyuklama (gaflet) ne de uyku tutar."
O Allah’ı ne uyuklama basar ne de uyku tutar. Yâni Allah için ne uyuklama ne de uyuma söz konusu değildir. Yâni yarattıkla­rından asla gafil değildir. Bir an bile onlardan habersiz değildir. Her şeyi gö­ren ve hiç bir şey kendisinden gizli olmayandır.
Sine tün; uykudan önceki uyuklamak demektir. Uyku ön­cesi dal­gınlık anlamındadır. Uyku ise gözlerin, ku­lakların ve duyuların fonksiyonlarının bitmesi demektir. Rabbimizi ne uyuklama ne de uyku tutmaz.
Böylece bu ifade bir önceki "Kayyûm" kavramına daha de­rin bir boyut kazandırıyor. Öyle bir Kayyûm’luk, öyle bir Kayyımlık ki bir an bile, bir lahza bile yaratıklarını ihmalin söz konusu olma­dığı, bir an bile yaratıklarından gafletin söz konusu olmadığı bir durumdur. Bunlar sadece beden sahibi varlıklar için söz konusu­dur. Uyku da uyuklama da beden sahibi varlıklar içindir, Allah için caiz değildir bunlar.
Uyuklama ve fütur Allah hakkında asla caiz değildir. Ve uyuk­layanlar, uyuyanlar asla Kayyûm olamazlar. Kayyum ola­mayanlar da asla İlah olamazlar.
"Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur."
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onun kuludur. Göklerde ve yerde görünür görünmez, bilinir bilinmez ne varsa hepsi onun mülkü ve kuludur. Her şey onun mülküdür. Herkes ve her şey O’nun hükümranlığı altındadır, O’nun hâkimiyeti altındadır. O Allah Mâliktir ve her şey O’nun mülküdür. Gerçek Mâlik, gerçek sahip O’dur.
O’nun mülkünün yanında başkasının mülkü yoktur. Böy­lece anlı­yoruz ki göklerde ve yerde olan tüm varlıkların Allah’la ilişkisi mül­kün sahibiyle ilişkisi gibidir. Kölelerin efendiyle ilişkisi gi­bidir. Mülk Al­lah’ındır inancı insan şuurundaki tüm şirk unsurlarını siler. Mülk Al­lah’ındır inancı insan şuurunda kendisinin sadece mülkün gerçek sa­hibi tarafından tayin edilmiş bir halîfe olduğunu, bu hilafet ve sahip ol­duğu her şeyin kendisine emaneten ve mu­vakkaten Allah tarafından verildiğini, kısa bir süre sonra onların kendisinden geri alınacağı şuu­runu kazandıracaktır.
Mülk Allah’ındır demek o mülkte söz sahibi Allah’tır demek­tir. Eğer mülk olarak biz kendimiz ve sahip olduğumuz her şeyin Allah’a ait olduğuna iman ediyorsak o zaman kendimiz ve sahip olduğumuz şeyler konusunda söz sahibinin Allah olduğuna iman etmek zorunda­yız. Yâni elim benim değil o Allah’ınsa ben onu sa­hibinin razı olma­dığı yerde kullanmamalıyım. Midem benim değil Allah’ınsa, mülkün sahibi Allah’sa, o konuda söz sahibi ben değil Allah’sa o zaman ben bu mideme sahibinin razı olmadığı lokmayı indirmemeliyim. Çocukla­rım be-nim değil Allah’ınsa onlara verece­ğim isimden tutun da, onlara ulaştıracağım günlük eğitime varın­caya kadar, kılık kıyafetlerine va­rıncaya kadar onların sahibi olan Allah’a sormak zorundayım. Karım benim değil Allah’ınsa, onunla ilişkilerim konusunda söz sahibi ben değil de onun sahibi olan Al­lah’sa ona kendi keyfime göre değil Al­lah’ın istediği biçimde dav­ranmak zorundayım. Malım benim değil Al­lah’ınsa onu kazanaca­ğım ve harcayacağım yerleri Allah’a sormak zorundayım. Paramı onun sahibinin razı olmadığı yerlerde harcamaya kalkarsam o zaman mülkün sahibi olarak Allah’ı değil de kendimi ka­bul etmiş olurum.
Elimi, ayağımı, gözümü kulağımı, evimi, arabamı, bede­nimi, ak­lımı, bilgimi, zamanımı ve sahip olduğum her şeyi onların gerçek sahibinin razı olmadığı yerde kullanırsam Allah’ı mülkün sahibi ol­maktan çıkarıp kendimi mülkün sahibi kabul etmiş olurum ki bu Al­lah’ın istediği bir iman değildir.
Evet göklerin ve yeryüzünün mülkü Allah’ın olunca, gök­lerde ve yerde olanların tamamı Allah’ın olunca elbette göklerde ve yerde söz sahibi, kanun sahibi, egemenlik sahibi de Allah olur. Bir mülkün bir varlığa izâfesi demek o mülkte o varlığın söz sahibi olduğunu ka­bul etmek demektir. Meselâ sizler hepiniz ev sahibisi­niz. Evlerinizin size izâfesi demek o evlerinizde sizin sözünüzün geçmesi demektir. Bir adam düşünün ki ona ait olan evinde onun sözü geçmese, o evde onun sözü kaale alınmasa, o evde iste­diklerini emretme istediklerini yasaklama hakkı olmasa, o eve girip çıkanlar ondan izin almasa o ev o adamındır denebilir mi? İçiniz­den hanginiz böyle bir ev reisliğine razı olursunuz? Sizler böyle bir reisliğe razı olmazsınız da Allah’ı niye razı etmeye çalışıyorsunuz? Tamam ya Rabbi! Gökleri sen yarattın! Yeryüzünü sen yarattın. Bizi ve şu anda sahip olduğumuz her şeyi sen yarattın. Sen Alisin! Sen yücesin! Ama olduğun yerde kal. Bizim hayatımıza karışma. Kanunlarımıza karışma! Kılık kıyafetimize, ka­zanmamıza harca­mamıza, hukukumuza, düğünümüze derneğimize karışma. Eğiti­mimize karışma. Bütün bu konularda biz kendimiz söz sahibiyiz. Bizim de aklımız var, bizim de bilgimiz var, bizim de keyfi­miz var, biz de biliriz bütün bunları.
Ya da: Bizim söz sahibi başka Rablerimiz var. diyerek kendi mülkünde onu susturmaya çalışmanın mânâsı nedir? Böyle düşü­nen, böyle inanan ve Allah’a, Allah’ın mülkünde söz hakkı tanıma­yan bir adamın mü'min olduğunu nasıl söyleyebiliriz.
Evet mülk Allah’ındır. Gökler ve onlarda olanlar, yeryüzü ve onda olan her şey Allah’ın mülküdür. Hal böyle iken, mülk Al­lah’ınken, herkes ve her şey Allah’ın mülkü ve onun kulu iken:
"O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kim­miş?"
Bakara sûresinin İsrâil oğullarına hitap eden bir bölümünde bu şefaatle alâkalı bir bölüm geçmişti burada tekrar geçiyor
Kur’an-ı Kerîm şefaat konusunu etraflı bir biçimde ele alıp an­latmıştır. Zira geçmişte ve günümüzde insanların sapmalarının en bü­yük sebeplerinden birisi bu şefaat meselesinin yanlış anla­şılmasıdır. Yahudilerin, hıristiyanların ve müşriklerin sapma nokta­sıdır bu şefaat konusu. Geçmişte sapanlar bu yüzden sapmıştır.
Yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlar İsa Al­lah’ın oğludur dediler. Müşrikler de melekler Allah’ın kızlarıdır dediler.
Bunlar bu yaratıkların sıfatları konusunda hataya düştüler. Bun­lara Allah’ın sıfatlarını vermeye kalktılar. Gerekenden fazla değer verdiler.Bunların yaptıkları işlerin başkaları tarafından ya­pılamayaca­ğını, başkalarının yaptıklarını da bunların yapamaya­cağını iddia etti­ler. Diğer yaratıklardan ayırdılar bunları. Bunların diğer varlıklardan daha çok Allah’a yakın olduklarını ya da Allah’ın bunlarla daha çok il­gilendiğini iddia ettiler.
Aslında bütün bu iddiaların altında yatan sebep Allah’a ve­li­ahtlar bulmak, Allah’a karşı torpilli varlıklar bulmak, İşledikleri günah­lara kılıf bulmak çabasıydı. İsa Allah’ın oğludur! Üzeyr Allah’ın oğlu­dur! Melekler Allah’ın kızlarıdır! der­ken Allah torpil yaptırma gayretine giriyorlardı. Bir varlığın hatırın­dan çıkamayacağı, sözüne iş yapacağı varlık elbette onun en ya­kını oğlu ve kızı olabilirdi. Allah’ı insan gibi farz etmenin yanılgı­sıydı bu. İnsanlara oğlu ya da kızı vasıtasıyla yaklaşılabildiğine göre Allah’a da bu yakınları vasıtasıyla yaklaşabile­cek-lerini, O’na karşı da şefaatçiler bulabileceklerini, torpil yaptırabile­cek-lerini zannederek sapıp gittiler.
Bugün de pek çok insan böyle düşünmektedir. Dünkülerin sapma noktası bugünkülerin de sapma konusu olmuş Allah koru­sun. Belki bir babaya oğlu, kızı veya bir yakını vasıtasıyla yaklaş­mak mümkün olabilir. Ona tesir etmek, onu fikrinden vazgeçirmek mümkün olabilir . Ama yanıldıkları nokta Allah insan gibi değil ki. Allah baba gibi değil ki. Allah katındaki şefaatin insanlar arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu dü­şünmek Allah’ı insan gibi düşünmek ve Al­lah’ın sıfatları konu­sunda noksanlık izâfe etmektir ki bu şirktir ve Rabbimizi bundan tenzih ederiz.
Müşrikler Allah katındaki şefaatin insanlar arasında cere­yan eden şefaat gibi olduğunu zannediyorlardı. Onlar Allah katın­daki şe­faatin kral katındaki oğlunun, kızının vezirlerinin, yardımcı­larının ve ona denk veya ondan daha üstün kralların şefaat etmesi gibi düşünü­yorlardı. Ehl-i kitap Allah’a oğullar olarak izâfe ettikleri peygamberleri­nin, müşrikler de putlarının ve Allah’a kızlar izâfe ettikleri meleklerin kendilerine şefaatte bulunabileceklerine inanı­yorlardı. Hıristiyanlar ve tüm müşrikler meleklerden, vefat etmiş Nebilerden, şehidlerden ve salih kimselerden şefaat isterlerdi. Onların Allah katında şefaat etme yetkisine sahip olduklarını, bu yüzden de Allah’ın bunların şefaatlerini reddetmeyeceğini iddia ediyorlardı.
Yukarıdaki âyetlerde gördük her şey ve herkes Allah’ın kulu iken Allah’ın mülkü iken kimin böyle bir şeye cesareti olabilir? Kim böyle bir şeye teşebbüs edebilir? Allah’ı kim etkisi altına ala­bilir? Al­lah karşısında kim söz sahibi olabilir? Allah’a etki etmek, Allah’a bir şey yaptırmak şöyle dursun en çok sevdiği peygam­berler ve melekler bile onun huzurunda ağızlarını bile açmaya ce­saret edemezler.
Burada peygamberlerin şefaatleri konusuna değinelim:
Biz biliyor ve inanıyoruz ki peygamberler Allah’ın yeryü­zünde en değerli ve en şerefli kullarıdır. Ama unutmayalım ki bunlar da kul­durlar. Tüm peygamberler Allah’ın ona en muti kulla­rıdır. Elbette ki peygamberler yeryüzünde dualarına icâbet edilme yönünden en önde olan kullardır. Allah’ın bu sevgili kulları Allah’a dua ettiklerinde ya is­tedikleri şeyler dünyada kendilerine verilir veya burada verilmeyip öbür tarafta kendilerine verilir.
Peygamberlerin dünyada yaptıkları duaların ta­mamı kabul edil­miş değildir. Bu dua ya Allah’ın kaderine muhalif olduğu için, ya da Allah’ın kendilerinden razı olmadığı kişiler hak­kında dua ettikleri için reddedilmiştir. Nuh aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâm ve sevgili peygamberimiz bunun en net örnekleridirler. Kimisi babası için, kimisi oğlu için, kimisi amcası için dua etmişlerdir, şefaat etmek istemişlerdir de Allah buna izin vermemiştir.
Mesela Rabbimiz mü­nâfıklar konusunda Resûlüne şöyle buyurdu:
"Ey peygamberim! Onlar için ister af dile ister di­leme! Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu onların Allah ve Rasûlü’nü inkâr etme­lerindendir. Çünkü Allah fâsıklar topluluğunu asla hidâ­yete erdirmez."
(Tevbe 80)
Görüyor musunuz Allah’ın Rasûlü Allah katında yeryüzü­nün en hayırlısı olduğu halde Allah’ın sevmediği insanlar hakkında ne ka­dar da istiğfar ederse etsin Allah onlara mağfiret etmeye­cektir. Allah ve Rasulünü inkar eden, Allah ve Rasulünü hayatına karıştırmamaya çalışan bir kişiye kesinlikle Allah yol göstermez, hidayet etmez.
Öyleyse şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki Allah’ın razı olma­dığı kişiler için yapılacak şefaat asla kabul edilmeyecektir. Bunu candan, gönülden isteyen yeryüzünde Allah’ın en şerefli peygamberleri bile olsa da. Peygamberlerin bile mezun olmadıkları bir konuda kim yetkili olabilecek de?
Yine bakın Rabbimiz Kur’an-ı Kerîmde anlatıldığına göre Nuh’-un (a.s) oğluna ilişkin duasını da kabul etmemiştir.
"Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüp­he­siz oğlum da benim ailemdendir! Senin vadin ise haktır. Sen hakimler hakimisin!" Allah buyurdu ki: "Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü o salih olmayan bir amel sahibidir. (Kâfirdir) O halde hakkında bilgin olma­yan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahil­lerden olma­manı tavsiye ederim."
(Hûd: 45, 46)
Âyet-i kerîmeden açıkça anlıyoruz ki Allah’ın razı olmadığı bir insan için şefaatte bulunmak isteyen peygamberin bu şefaati Allah ta­rafından kabul edilmemiştir. Salih olmayan bir amel sahibi, yani Allah’ın istediği gibi olmayan bir hayat sahibi kim olursa olsun, Allah onun hakkında şefaatten yana değildir.
Yine İbrahim’in (a.s) babası hakkındaki duası da kabul edilmemiştir.
“İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu idi.”
(Tevbe 114)
Kâfir oldukları ve kâfir olarak öldükleri kesin belli olduktan sonra, o çılgın ateşin ashabı oldukları belli olduktan sonra yakın akrabaları bile olsa müşrikler hakkında istiğfar etmeleri peygambere ve mü’minlere asla yakışmaz. Gerek haklarında inen bir vahiyle, gerek-se kâfir olarak ölüp gittikleri belli olan kimseler hakkında dua etmek, istiğfar etmek, onların bağışlanmalarını dilemek peygambere de onun yolunun yolcularına da yakışık almaz. Böyle kâfir olarak Allah’ın hudutlarını muhafaza etmeden geberip gidenler babalarımız bile olsa, analarımız, kardeşlerimiz bile olsa onların arkasından dua etmemiz ve istiğfarda bulunmamız caiz değildir. Bunlar hayattayken bunların, bu tür kâfirlerin, bu tür sistemlerin Allah’la verdikleri savaşımlarında onların galip gelmeleri, başarıya ulaşmaları adına onlara fiili yardım ve destekte bulunmak türünde bir dua da caiz değildir, geberip gittikten sonra arkalarından dua ve istiğfarda bulunmak da caiz değildir.
Bütün bu âyetlerde görüyoruz nebilerin sağken bile istisna­sız bütün duaları kabul edilmediğine göre, Allah’ın istemediği, razı olma­dığı konularda onların şefaatleri kabul edilmediğine göre na­sıl olur da vefatlarından sonra böyle bir hakka sahip oldukları iddia edilebilir? Öyleyse bu ehl-i kitabın ve müşriklerin iddiaları boştur.Ve bunların aslı hakikati yoktur.
Peygamberimizin ümmetlerinden Allah’ın razı olduklarına şe­faat etme konusunu daha sonra inşallah diyeceğim. Bakın Allah buyu­rur ki:
"O’nun huzurunda O’nun izni olmadan kim şefa­atte bulunabilir?"
Bir kere azaba lâyık olanlar için kesinlikle şefaat yoktur. Bunu önce söyleyelim. Yâni kesinlikle ne kâfirler için, ne ehl-i kitap için, ne yahudiler, ne hıristiyanlar ne de müşrikler için şefaat söz konusu de­ğildir. Bunlar istedikleri kadar kendileri hakkında şefaatte bulunacak varlıklar bulmaya çalışsınlar, istedikleri kadar filan Allah’ın oğludur, falan Allah’ın kızıdır desinler kesinlikle onlar için şefaat söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerîmde bunu anlatan pek çok âyet vardır. Bunlar­dan bir tanesi şöyle ki:
"Allah’ı bırakıp da kendilerine ne fayda ne de za­rar vermeyecek şeylere tapıyorlar ve bunlar Allah ka­tında bi­zim şefaatçilerimizdir diyorlar. De ki siz Allah’a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber vermek is­tiyorsunuz? (Allah’a akıl vererek onu şartlandırmak mı istiyorsunuz?) Halbuki Allah onların ortak koştukları şeylerden münez­zehtir, yücedir."
(Yunus 18)
En’âm 51, A’râf 53, Meryem 87, Tâhâ 109 gibi âyetlere bakılır-sa kâfirler, müşrikler ve ehl-i kitapla ilgili şefaatin kesinlikle caiz olma­dığı anlaşılacaktır. Bunlar için kesinlikle şefaat yoktur. Müs­lümanlarla ilgili şefaate gelince şunları söylemek zorundayız. Müslümanlar içinde de bu konuda geçmiştekilerin sapması gibi sapma içine girenlerin varlığına şahit oluyoruz. Müslümanlar ara­sında da bu şefaat konu­sunu yanlış anlayarak tıpkı ehl-i kitabın düştüğü yanlışa düşenleri gö­rü­yoruz.
Müslümanlar için şefaat vardır. Bu hususu anlatan âyetler var­dır. Bunlardan biri işte bu âyettir.
"O’nun izni olmadan O’nun huzurunda kim şe­faat edebilir?"
Bu âyet-i kerîmeden ve Kur’an’ın başka âyetlerinden anlıyo­ruz ki yarın şefaatte bulunabilecek, şefaat edebilecek in­sanları Allah be­lirleyecektir. Bunu Allah’ın izni belirleyecektir. Al­lah’ın izin vermediği hiçbir kimse şefaat etme hakkını kendisinde bulamayacaktır.
Meryem sûresinin 87. âyetinde Rabbimiz bu hu­susu anlatırken şöyle buyurur:
"Rahmân’ın katında O’ndan söz almış olan kimse­le­rin dışında hiç kimse şefaate lâyık olamayacak­tır."
Yine Tâhâ sûresinin 109. âyetinde şöyle buyurulur:
"O gün Rahmân’ın izin verdiği ve konuşmasına razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda ver­meye-cek­tir."
Bu ve benzeri âyetlerden anlıyoruz ki şefaat edecek olan­ları ya­rın Allah belirleyecektir. Allah’ın kendilerine şefaat izni ver­diği in­sanlar ancak şefaat edebileceklerdir. Evet şefaat edicileri Allah belir­leyecektir.Yarın Allah bana şefaat edebilme müsaadesini verse ben babama, anama, kayınpederime, bacanağıma, arkadaşlarıma şefaat ede­meyeceğim de Allah’ın şunlara şunlara şefaat edebilirsin diye be­nim karşıma çıkardığı listede yazılı olanlara şefaat edebilece­ğim.
Demek ki şefaat edecek olanları da Allah belirleye­cek, şefaat edilecek olanları da Allah belirleyecek. Şefaat edilecek olan kişileri de yarın Allah’ın belirleyeceğini Enbiyâ sûre­sindeki şu âyet-i kerîme çok açık ve net bir biçimde anlatır:
"Allah onların geçmişini de geleceğini de bilir. On­lar ancak Allah’ın razı olduğu kimselere şefaat ede­bilir-ler. Onlar Allah’ın korkusuyla tir tir titrerler."
(Enbiyâ 28)
Yine Meryem sûresinde 87. âyetinde de Rabbimiz şöyle buyu­ruyordu:
"Rahmânın katında bir ahid almamış olanlardan başkaları şefaate lâyık olamayacaklardır."
Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki kendisine şefaat etme yet­kisi verilen kişi kendi istediklerine değil de Allah’ın şunlara şunlara şefaat edebilirsin diye belirlediği listede ismi bulunan kişilere, yâni Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimselere ancak şefaat edebileceklerdir.
Peki bunun sebebi nedir? Eğer yarın Allah bana şe­faat izni ve­rirse niye ben kendi istediklerime şefaatte bulunama­yacağım da sa­dece Allah’ın belirlediği kimselere şefaat edebile­ceğim? Bunun se­bebi nedir? Bunun sebebini bakın âyetin bundan sonraki bölümü şöyle anlatıyor:
"O kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hep­sini bilir. Onlar ise O’nun ilminden ancak O’nun dile­diğinden başka bir şey kavrayamazlar."
Evet insanların önlerini, arkalarını, cinslerini, cibilliyetlerini, kalp­lerini, niyetlerini, dosyalarını bilen yalnız Allah’tır. Ben bile­mem ki insanların önlerini arkalarını. Ben bilemem ki insanların ne tür bir dos­yayla Allah’ın huzuruna geldiğini.
Meselâ kayınpederimin amellerini, niyetlerini, nasıl bir dos­yay-la Allah’ın huzuruna geldiğini, direk cennete gitmesi gereken biri mi olduğunu, yoksa bir süre cehennemde yanması mı gerek­tiğini ke­sin-likle ben bilemem. Çünkü kalpleri, niyetleri, amelleri, bu amellerin önünü arkasını bilen sadece Allah’tır. Onun için ben is­tediklerime şe­faat etmeye kalkarsam zulmedebilirim, hata edebili­rim, cennete git­mesi gereken birini cehenneme ve direk cehen­neme gitmesi gereken birini cennete postalama çabası içine gire­bilir ve zulmetmiş olabilirim, haksızlık etmiş olabilirim. Onun için tüm insanları en iyi bilen, amelle­rini, o amelleri işlemeye iten ni­yetlerini, yâni insanların önlerini arkala­rını en iyi bilen Allah’tır ve ancak bunu belirleme hakkına Allah sahip­tir.
Meselâ siz hapishane müdürü olsanız. Çok sevdiğiniz bir ar­ka­daşınız da gelip sizden oradaki insanların tamamının salıve­rilmesini istese ne yaparsınız? Yâni sizden böyle bir şefaatte bu­lunmanızı is­tese ne yaparsınız? Oradaki mahkumların önlerini ar­kalarını, sicille­rini, dosyalarını, suçlarını o arkadaşınızdan daha iyi bilen siz bu ko­nu-da bilgi sahibi olmayan arkadaşınızın bu konu­daki müracaatını na­sıl karşılarsınız? Hemen salıverir misiniz on­ları? Veya sicilini, dosya­sını, notlarını sizin tuttuğunuz, dersleri, notları ve davranışlarıyla ke­sinlikle sınıfta kalması gerektiğine inandığınız bir öğrenciniz konu­sunda şefaatte bulunmaya gelmiş birine ne dersiniz? Tanımadığın, bilmediğin bir konuda benden bir şey isteme. Dersiniz değil mi? Bakın Rabbimiz Nebe’ sûresinde 37 ve 38. âyetlerinde bu hususu şöyle an­latır:
"...O’na O’nun huzurunda hiçbir söz söylemeye mâ­lik olamazlar."
(Nebe’ 37)
Hiç kimse hiçbir söz söylemeye kadir olamaz. Kimse kendi­sin-de bu cesareti bulamaz. Nebilerin bile korkudan ayaklarının al­tın­daki tozun uçuştuğu, ağızları bıçağın açmadığı bir ortamda kimin haddine konuşmak. Kimse konuşamayacak, kimsenin ağzını bıçak açmayacak ancak:
"Konuşamayacaklar, ancak Rahmânın izin ver­dik­leri (konuşabilecekler) O konuşanlar da sevaba ko­nuşa­caklardır."
(Nebe’ 38)
Yâni sevap söz söyleyeceklerdir. Doğru söyleyecek­ler. Yâni an­cak şefaate lâyık olan kişileri şefaat edebileceklerdir. Yalnızca Al-lah’ın şefaate izin verdiği kimselere şefaat edecekler, Al­lah’ın kendile­rinden razı olduğu insanları kurtarmaya kalkışacak­lardır. Allah’ın şe­faate izin vermediği, kendi istediklerine şefaat etmeye kalkışmaya­caklardır.
Öyleyse şunu diyebiliriz: Madem ki yarın, şefaat edecekleri de şe­faat edilecekleri de Allah’ın belirleyeceğine göre bugünden birilerini şefaat edecek makama oturtup da bunların eteğine ya­pışmak, bunla­rın önlerinde eğilmek, bunlara hediyeler götürmek, ellerine eteklerine sarılmak, bunlardan yardım beklemek, bunların hatırını kazanmak gibi Allah’a yapılması gereken kulluk vazifele­rinden bir kısmının bunlara yapılmasına ne demek lâzım?
Ne malum bunların yarın şefaat ediciler olduğu? Kim bilir belki de yarın bunlar şefaat edilecekler listesinde bile yer almaya­bilirler. Allah’a yol gösterircesine, hâşâ Allah’a akıl verircesine biz bunları şimdiden belirledik ya Rabbi! Sen de bunları kabul etmek zorundasın! Demenin anlamı yoktur.
Öyleyse, madem ki şefaat edecekleri de, şefaat edilecek­leri de Allah belirleyeceğine göre, şefaatin tümünün Allah’a ait olduğuna göre kulluğun tamamını Allah’a yapmak zorundayız. Allah’a yapma­mız gerekenlerin bir kısmını da başkalarına yap­mamak zorundayız. Allah’tan başkalarının eline eteğine sarılıp onlardan bir şeyler istemek yerine isteyeceklerimizin tamamını Allah’tan istemek zorundayız. Zümer sûresindeki şu âyet-i kerîme, 43. âyet-i kerîme bunu çok güzel anlatır:
"De ki bütün şefaat Allah’a aittir. Çünkü göklerle ye­rin mülkü Allah’ındır. Sonra hepiniz O’na döndürü­le­ceksiniz."
(Zümer 43)
Şefaat edecekleri de şe­faat edilecekleri de belirlemek Allah’a ait olunca elbette şefaatin tamamı da Allah’a ait olacaktır. Öyleyse kulluğun tamamı da Al­lah’a aittir. Hal böyleyken Allah’tan başka birile­rini belirleyip bu konuda onlardan yardım istemek Allah’a karşı saygı­sızlıktan, küstahlıktan başka bir şey değildir.
Muhsinin ihsanı anında gayri muhsine teşekkür etmek muh-sine hakarettir. Muhsinin ihsanına karşılık muhsini görmezden gelerek gayri muhsine teşekkür ya da kulluk muhsine karşı nan­körlüktür, nî­meti inkârdır der Kuran. Ayrıca muhsin kendi irade­siyle, kendi arzu­suyla ihsanda bulunduğu halde onun başkalarının tavsiyesi ile, baş­kalarının şefaatiyle bunları yaptığını iddia etmek muhsine karşı yapıl­mış en büyük nankörlüktür.
Bu konuyu bir misalle anlatalım : Farz edin ki ben çok zengin, çok cömert birisi olsam. Halini arz eden herkese yar­dım elini uzatan birisi olsam, inşallah dua edin öyle olalım. Şurada otururken İsmail içeri girse ve beni de tanımasa. Selâm verip dese ki ben Ali arkadaşı arıyorum, hanginiz Ali? Dese ve sizler de beni gösterseniz. İsmail be­nim yanıma gelip: Arkadaş duydum ki sen çok zengin ve o nisbetle de cömert birisiymişsin. Halini arz eden­lere yardım elini uzatıyormuşsun. Benim de ihtiyaçlarım var onun için sana geldim! Ben sorsam kendi­sine: Hayrola neye ihti­yacın var? desem. İsmail dese ki işte iki mercedese ihtiyacım var, üç çuval dolara, iki vilâyete, beş eyalete ihtiyacım var dese. Ben de hemen o anda istediklerinin tamamını al diyerek veriversem. Sonra bu nîmetlere ulaşan İsmail bu nîmetlerin vericisi olarak bana teşekkür etmesi gerekirken, dönse benim yanımda otu­ran şu kardeşime, Hasan’a teşekkür etse. Hasan! Allah senden razı olsun kardeşim. Ne kadar cömertsin? Ne kadar Muhsinsin? diye­rek Hasan’a teşekkür etse bu bana hakarettir değil mi? Muhsinin ihsanı anında gayri muhsine teşekkür muhsine en büyük hakaret­tir. Muhsin benim, ihsan eden, istediklerini ona veren benim. Bana teşekkür et­mesi gerekirken ihsanla uzaktan ve yakından hiçbir il­gisi olmadığı halde gayri muhsine, Hasan’a teşekkür etmesi bana hakarettir.
Bu hakareti biraz daha büyütelim bakın. Ben sorsam ken­di­sine: Arkadaş hayrola! İstediğin şeyleri sana anında veren be­nim. İh­san eden benim. Bu nîmetlerin vericisi olarak bana teşek­kür etmen gerekirken niye ona teşekkür ediyorsun desem. İsmail dese ki: Sen var ya sen, bütün bunları yapamayacak kadar, bütün bunları vereme­yecek kadar cimrisin. Ama sen bütün bunları Hasan’ın korkusundan verdin! Bütün bunları Hasan hatı­rına verdin! Hasan olmasaydı, Ha­san’ın şefaati olmasaydı, o ta­vassut etmeseydi sen bunları bana ve­remezdin! Dese bu bana karşı hakaretin biraz daha büyüğüdür değil mi?
Bizler de bugün Allah’a karşı aynı şeyi yapmaya çalışmıyor mu­yuz? Allah’a karşı bir kısım aracılar bularak: Ya Rabbi! Sen as­lın-da tek başına, kendi kendine bizi cennet gönderemeyecek kadar cimrisin, merhametsizsin! Ama filanların hatırına, falanların hürmetine bizi cennetine koyuver! Demeye çalışmıyor muyuz? Halbuki Allah hiç kimseye muhtaç olmadan, hiç kimsenin tesiri altında kalmadan bizi cennetine koyabilecektir. Bakın Rabbimiz Nahl sûresinde bu hususu şöyle anlatıyor:
"Allah’ın nîmetini tanırlar, sonra da onu inkâr eder­ler. Onların çoğu kâfirlerdir."
(Nahl 83)
Nîmeti bilirler, nîmetin vericisini bilirler, nîmetlerin vericisi o-larak Allah’ı bilirler tanırlar ama yine de başkalarına teşekkür ederler. Nîmetin vericisi olarak yalnız Allah’a kulluk etmeleri gere­kirken Al­lah’-tan başkalarına kulluk yaparlar. Öyleyse şefaatin tü­münü Allah’a ait bileceğiz ve kulluğun tamamını Allah’a yapaca­ğız. Önceden birile­rini belirleyip onlara farklı davranışlar içine gir­meye­ceğiz.
Şefaat edecek olanları da şefaat edilecek olanları da yarın Al­lah belirleyeceğine göre bileceğiz ki yarın Allah beni sana seni bana şefaatçi kılabilir. Bu tümüyle O’na ait bir şeydir. Önemli olan Allah’a kulluk etmemiz, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmamız, tüm nîmetle­rin vericisi, tüm ihsanların sahibi ve de tüm kullarına herkesten çok merhamet edici olarak Rabbimizi bilmemiz ve isteye­ceklerimizi sa­de-ce ondan istememizdir.
Kesinlikle bilelim ki Allah istemeden, Allah razı olmadan, Al­lah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yaparak O’nun rızasını ka­zanma­dan birilerinin tavassutu ve şefaatiyle cennete girmek mümkün değil­dir. Öyleyse şefaatin aslı şudur: Hani okulu bitirmiş ve diploma al­maya hak kazanmış talebeler için bir diploma töreni düzenlenerek çe­şitli salih kişilerin eliyle her birine diplomaları ve­rilerek hem diplomayı alanlar hem de elleriyle onlara diplomaları verdirilenler böylece her iki taraf da onore edilirler ya işte şefaatin aslı da budur. Zaten Allah ken­dilerinden razı, zaten Allah’ı razı edecek kulluklar yapmışlar ama ufak tefek kusurları varsa hem onlara şefaat edenleri onurlandırmak hem de onların şefaati va­sıtasıyla berikileri cennete göndererek Rabbimiz şefaat müesse­sesini işletmiş oluyor şeklinde anlıyoruz. Allahu âlem.
Rasulullah’ın şefaati konusuna değinelim. Allah’ın Rasûlü ha­yatta iken sahâbe-i kirâm ondan şefaat etmesini istemişlerdir. Bu hu­sus kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir. Fakat Rasûlullah’ın vefatından sonra ondan şefaat is­temenin caiz olmadığı konusunda bi­rinci, ikinci ve üçüncü yüz yıl içinde bütün âlimler icma etmişlerdir. An-cak üçüncü asırdan sonra insanlar bu konuda çeşitli sapmaları ya­şa-mışlardır. Dört halîfe zamanında ve ondan sonra gelen ilk üç asırda hiç bir kimse gide­rek Rasulullah’ın mezarı başında ondan şefaat dile­memişlerdir.
Ancak kıyamet gününde Rasulullah’ın şefaati kesindir. Bu ko­nuda açık nas vardır. Allah’ın Rasûlü Buhârî ve Müslim’de rivâ­yet edilen bir hadislerinde kendisinin şefaatiyle ilgili şöyle buyurur:
"Ben kıyamet gününde ilk şefaat edici ve ilk şe­faat et­tirilenim."
Buna göre Allah’ın Rasûlü şefaat hakkını ilk olarak mahşer ye­rinde kullanacaktır. Eğer Allah’ın Rasûlü kabrindeyken de şe­faat etme hakkına sahip olsaydı burada kıyamet günü ilk şefaat edecek olan benim buyurmazdı. O halde Allah’ın Resûlü’nün şe­faati kesindir ve Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimselere şe­faat edecektir diyoruz.
"O, Allah kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise O’nun dilediği kadarından başka O’nun ilminden hiç bir şey kavrayamazlar."
Evet Allah insanların yukarılarını, aşağılarını, önlerindeki­leri, ar­kalarındakileri, bildiklerini bilmediklerini her şeyi bilendir. İn­sanların öncesini ve sonrasını bilendir. Yâni varlıklardan önce ne vardı? Var­lıkların varlığından önce ne vardı? Onların yokluğundan sonra ne ola­cak? Bunu bilen ancak Allah’tır. O’nun bilgisinin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Ve hiçbir kimse Allah’ın bildiklerinden hiç bir şeye dair bil­giyi Allah onu kendisine öğretmeksizin elde edemez. Allah izin ver­medikçe hiçbir kimse Allah’ın bilgisinden hiçbir bilgiye muttali olamaz. Öy­leyse insanlar ne bilmişlerse, neyi biliyorlarsa, ne tür bir bilgiye sa­hiplerse, ister gayb âleminden, isterse şehâdet âleminden, ister Al­lah’ın zatına ya da sıfatlarına dair, ya da bu kâinatın kanunlarından neyi bilebilmişlerse bu ancak Allah’ın meşieti ve bildirmesi ile olmuş­tur.
Evet kullar Allah’ın bildiklerinin hiçbirini bilemezler ancak Al­lah’ın kendilerine öğrettiklerini bilebilirler.
"İnsana bilmediğini öğreten Allah’tır."
(Alâk 5)
Bilgi tümüyle Allah’tandır.
"O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır."
Göklerde ve yerde ne varsa tüm varlıkları bu kürsü ihata et­miş­tir. Her şeyi kuşatmıştır.
1-) Kürsî ilim demektir. Öyleyse şöyle diyeceğiz: Allah’ın ilmi gökleri ve yeri tamamen kuşatmıştır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın ilmine tabidir. Allah’ın bilgisi olmadan tek yaprak aç­maz, tek damla yağmur inmez.
Zerrelerden kürelere her şey Allah’ın ilmiyle hareket etmek­te­dir. Tek çiçek açmaz, tek çocuk doğmaz, tek karınca devinmez ki bundan Allah’ın bilgisi, Allah’ın haberi olmasın.
2-) Kürsî saltanat demektir. Kürsî egemenlik ve hâkimiyet de­mektir. Allah’ın saltanatı, Allah’ın egemenliği, Allah’ın hâkimiyeti gök­leri ve yeryüzünü tamamen kuşatmıştır. Semalar, ay, güneş, yıldızlar, bulutlar, gece, gündüz, hayvanlar, bitkiler, canlılar, cansızlar her şey Allah’ın egemenliğine boyun bükmüştür. Tüm var­lıklar yaratıcılarının yaratış gayesi istikâmetinde hareket etmekte­dirler. Tüm varlıkların boyunlarındaki ipin ucu yaratıcılarının elin­dedir.
3-) Kürsî kudret ve mülk demektir. Allah’ın gücü ve kudreti gök­leri ve yeri tamamen kuşatmıştır. Allah’ın hükmü, Allah’ın kud­reti, hâkimiyeti ve egemenliği göklerde ve yerde ne varsa hepsini kuşat­mıştır. Kâinatta sadece insan değil tüm varlıklar Allah’ın egemenliği altındadır.
4-) Kürsî mülk demektir. Allah’ın mülkü göktekileri ve yeryü­zün­dekileri tamamen kuşatmıştır. Göklerin ve yerin mülkü tama­men Allah’ındır. Gökte ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır, Allah’ın mülkü­dür ve Allah’ın mülkünde yaşamaktadırlar. Tüm varlıklar Al­lah’ın egemenliğine, Allah’ın hükmüne teslim olmuş, boyun bük­müştür. Evet Allah’ın egemenliği tüm varlıkları kuşatmıştır. Çünkü İlâhlık ancak bu­nunla olacaktır. İlâh olan varlığın gökler ve yeryü­zünde ne varsa hep-ine hükmedecek güçte olması gerekir. Hep­sine ferman edebile­cek iktidarda olması gerekir. İlâh olanın salta­nat sahibi kudret sahibi ve mülk sahibi olması gerekir. İlâh olanın, yaratıklarına hükmedecek olanın ilim sahibi olması gerekir.
5-) Bir de Kürsî Allah’ın yarattığı bir âlemdir ki yedi kat se­mayı çepeçevre kuşatmıştır. Allah’ın Rasûlü Ebu Zer hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Ey Eba Zer! Yedi kat sema Kürsîye nazaran ge­niş bir çöle atılmış küçük bir yüksük gibidir. Arş da Kürsîyi kuşatmıştır. Kürsî de arşa nazaran koskoca bir çölün içine atılmış bir yüksük gibidir."
(Beyhaki)
Kur’an-ı Kerîmde kürsî gibi, arş gibi kelimeler Kur’an’ın mu­ha-tabı olan insanın havsalasına, anlayışına uygun olarak Rabbimiz ta­rafından seçilmiş kelimelerdir. Tıpkı Kâbe’ye "Beytullah" Allah’ın evi denmesi veya Kâbe’deki Haceru’l-Esved’e "Yeminullah" Allah’ın sağ eli denmesi gibi insanların anlayabile­ceği, kavrayabileceği ifadelerle meselenin anlatılmasıdır.
"Allah arşa istivâ etti" "Onun kürsüsü semavat ve arzı kuşattı"
Gibi Rabbimizin arştan, kürsîden söz etmesi de aynen bunun gibidir. Kâbe’ye Beytullah (Allah’ın evi) denmesi Cenâb-ı Hakkın orada oturması, orada yatıp kalkması anlamına gelmediği gibi, ya da Hacer’ul Esved’e Allah’ın sağ eli denmesi Allah’ın elinin olduğu anla­mına gelmediği gibi kürsî de Allah’ın oturacağı bir ze­min anlamına gelmemektedir. Ama nasıl ki Beytullah’a Allah’ın evine iman etmemiz şartsa, Allah’ın kürsîsinin olduğuna da inan­mak zorundayız. Biz Al­lah’ın kitabında bize haber verdiği bir kürsîsinin olduğuna inanırız. Ve bu Kürsînin tüm semavat ve arzı kuşattığına da inanırız. Ama onun oturulacak bir kürsü olmadığını, mahiyetinin ne olduğunu da bilmedi­ğimizi söyleriz.
"Onların korunması ona ağır gelmez. O yücedir, bü­yüktür."
Arz, onu çepeçevre kuşatan yedi kat sema, onu kuşatan kürsî, onu da küçücük bir yüksük farz ettirecek kadar kuşatan arş bütün bu âlemlerin, bütün bu varlıkları koruyup gözetmek ona ağırlık vermez. Gökleri ve yeri korumak, onlarda olan, yaşayan, hareket eden her şeyi ve herkesi muhafaza etmek asla O’na zor gelmez. O her şeyi ve herkesi görüp gözetendir. Hem de bir an bile onlardan gafil olmadan, onların ihtiyaçlarını ihmal etmeden. Zira O’nun egemenliği, bilgisi ve kudreti tüm kâinatı kuşatmıştır. Hiç bir şey O’ndan gizli kalmaz.
"O yüce ve büyüktür."
O yücedir, yücelik O’na mahsustur. O’nun dışında her şey, tüm eşya bütünüyle O’nun huzurunda alçaktır, zelildir, küçüktür, muhtaçtır, fakirdir. Allah yaratıklarda mevcut olan bütün noksan sıfat­lardan ve kendi sıfatlarıyla mahlukâtlarına benzemekten mü­nezzeh ve yücedir.
Allah o kadar yücedir ki O’nun yaratıklarından hiç birisi O’na yaklaşamaz. İnsanları yeryüzünde gözünüzde ne kadar büyü­türseniz büyütün, ne kadar da uçurursanız uçurun, arşta okur mukabele filan diye ne kadar da onları arşa çıkarmaya çalışırsa­nız çalışın, ne kadar da Allah’ın sıfatlarını onlara vermeye çalışır­sanız çalışın bilesiniz ki peygamberler de dahil, melekler ve cinler de dahil O’nun karşısında herkes küçüktür hepsi kuldur, hepsi O’na muhtaçtır. Hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz. Hiçbir şey O’nu etkisi altına alamaz. Hiçbir şey O’nu yoramaz. O’nun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Dilediğini yapar dilediğini yapmaz. Kimse ona tesir edemez. Hiç kimse hiçbir konuda O’nu zor-layamaz. Bundan sonra dinde zorlamanın olmadığını anlatan bir âyete geldik. Rabbimiz dinde ikrahın olmadığını anlatacak:
256:"Dinde zorlama yoktur. Çünkü hak bâtıldan ay­rılmıştır. Artık kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse o, kopması olmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir."
Bu âyetin birkaç mânâsı vardır önce onları bir söyleyelim in­şal­lah.
1- Dinde zorlama yoktur, yâni dine girme konusunda, insan­la­rın bu dine girmeleri konusunda zor kullanmak yoktur.
2- Dinden çıkma konusunda zorlama yoktur. Zor kullanarak bu dine girmiş insanları dinden çıkarmak, mürted yapmak da yoktur. Ehl-i kitap ve kâfir dünyada şu anda insanlar dinlerinden çıkarılmak için zorlanmaktadırlar. Allah bu âyetiyle onların bundan vazgeçmelerini, insanları din eğitiminden mahrum bırakarak, ya da İslâm’ı yanlış ta­nıtarak, ya da İslâm’la insanların arasına bari­katlar koyarak insanların bu dinle tanışmasını engellemekten vaz­geçmelerini emretmektedir.
3- Dinde, dinin ruhunda zorlama yoktur. Yâni sadece dine girme çıkma konusunda değil bu dinin esasında hiç bir zorlama yok­tur. Zira bu dinin konusu zorunlu fiiller değil gönle ve isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. İslâm dininde zorlamanın sonucunda yapılan amellere sevap verilmez.

“Ameller niyetlere göredir”

Hadisi bunu anlatır. Zorlama ile iman da, itikat da caiz de­ğildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek imana iman denmez. Zorla­manın sonucu kabul edilen bir iman, Allah’ın istediği bir iman değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz, namaz değildir, zoraki tutulan oruç, oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişinin hoş­lanmadığı halde, kalben inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla yaptırmaktır. Hal­buki bu din hoşlanılmayacak bir din değildir.
Bu din insanlara anlatıldığı zaman herkesin gönül rahatlı­ğıyla kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda insanları zorlama hakkı sa­de-ce Allah’a aittir. Yâni yaratıklarını, kullarını bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a aittir. Zorlamış da nitekim Allah kimi kullarını. Bakın semavat, arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, hayvan­lar, melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın elindedir. Zoraki kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı asla isyan etme imkânları yoktur. Allah’a kafa tutma imkânları yoktur bunla­rın.
Ama insanlar için Allah bunu murad etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu kılmamıştır Rabbimiz. İrade vermiş, seçme özgürlüğü vermiş ve seçiminden de kendisini sorumlu tutmuştur.
Bakınız bu hususu Rabbimiz şöyle anlatır:
"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederdi. O halde sen mü'min olsunlar diye in­sanları zorlayacak mısın?"
(Yunus: 99)
O halde din konusunda dine girme konusunda hiç kimse zor­lanmamalıdır. Çünkü zorlanan bir kimsenin açığa vuracağı iman Allah katında makbul bir iman değildir. Ama şurası da unu­tulmamalıdır ki, böyle bir zorlamanın sonucu da olsa ben iman ettim diyen kişiye; sen bunu korktuğun için söylüyorsun! Sen aslında kâfirsin! Demek caiz değildir. Böyle bir iman iddia­sında bulunan kişi için şüphe ortadan kal-kacak kadar beklenir, ona kâfir muamelesi yapılmaz, o imanını açığa vurup amellerle is­patlayacak kadar beklenir. Eğer bu süre içinde amellerle imanını ispatlarsa mü'min, değilse kâfir kabul edilir.
Dinde zorlama yoktur. Bu âyet günümüzde kimileri tarafın­dan çok farklı anlamlara çekilmiş bir âyet-i kerîmedir. Onun için bu âyet üzerinde biraz daha duracağız. Âlimlerimizden kimileri bu âyetin men-suh olduğunu söylemişler. Tevbe sûresinin 5. ve 73. âyetleriyle bu âyetin nesih edildiğini söylemişler.
"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün!"
(Tevbe 5)
"Ey peygamberim! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et! Onlara karşı sert davran!"
(Tevbe 73)
Âyetleriyle bu âyetin nesih edildiğini söylemişler. Çünkü Al­lah’ın Rasûlü Arap müşriklerini İslâm’a girmeye zorlamıştır. Hattâ bu sebeple onlara karşı savaş açmış ve onlarla bizzat sa­vaşmıştır. On­ları sadece müslüman olma seçeneğiyle karşı kar­şıya bırakmış cizye bile kabul etmemiştir.
Buhârî ve Müslim’de ri­vâyet edilen bir hadisle­rinde Allah’ın Ra-sûlü şöyle buyurur:
"Bana insanlar, lâ İlâhe illallah deyinceye kadar on­larla savaşmak emredildi."
(Buhârî, iman 17. Müslim, iman 32)
Âlimlerden bazıları da bu âyetin mensuh olmadığını iddia etmiş­lerdir. Âyetin yalnız ehl-i kitabı kapsadığını, ehl-i kitap olanlar cizyeye razı oldukları sürece İslâm’a girmeleri konusunda zorlana­maz-lar. Ancak ehl-i kitabın dışında olanlar zorlanırlar demişlerdir.
İbni Abbas’tan şöyle bir rivâyet var. Bu âyet Ensâr hak­kında, Ensâr kadınları hakkında nazil olmuştur. Ensâr kadınları İslâm’ın zu­hurundan önce doğurdukları çocukların yaşadıklarını görünce kendi kendilerine şöyle bir adakta bulunmuşlar: "Eğer şu doğacak çocuğum yaşarsa söz veriyorum onu yahudi yapaca­ğım." diye söz vermişler. Sonradan Ensâr kadınları ve kocaları biz çocuklarımızı kesinlikle ya-hudi olarak bırakmayacağız diyerek onları müslüman yapmaya zorlayınca bunun üzerine "Dinde zor­lama yoktur" âyeti indi der İbni Abbas.
(Ebu Dâvûd, Nesei)
Yine Buhârî’de Hz. Ömer’in bir hıristiyanı İslâm’a girmeye ve böylece kurtuluşa ermeye dâvet ettiği ve o hıristiyanın da: "Ben artık yaşlandım ve İslâm’a girmeye de içim razı değil" demesi üzerine Hz. Ömer’in: Allah’ım! Benim ona tebliğ ettiğime sen şa­hit ol! Ne yapayım daha fazlasını yapamam! Çünkü dinde zorlama yoktur âyetini oku­du-ğu rivâyet edilir.
Gerek Rasûl-i Ekrem döneminde, gerekse halîfeler döne­min-de yahudi ve hıristiyanların İslâm’a girmeleri konusunda zor­lanmadık-ları, cizye verdikleri sürece kendi dinlerinde kalabilme imkânı tanındığını biliyoruz.
Ancak bu âyet savaşa engel değildir. Ve de kılıçtan kork­tuğu için müslüman olmuş birine zorlanmış da denilemez. Çünkü bir insa­nın iyiliği için yapılan zorlama kötü bir zorlama değildir. Ak­sine bu o kimsenin iyiliğini istemektir. Ebu Hureyre’nin rivâyet et­tiği bir hadisle­rinde bakın Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Allah zincirlerle bağlı olarak getirilen bir toplu­lu­ğun cennete girmesinden çok hoşlandı."
(Buhârî)
Bu zincirlerle bağlı olarak gelen topluluk müslümanlarla sava-şa tutuşup, müslümanların eline zincirler içinde esir düşüp, daha sonra da İslâm’la tanışarak müslüman olan ve cennete giden insanlar demektir. Allah bundan razı olduğuna göre onların iyiliği için onlara bu şekilde yapılan zorlama, zorlama sayılmamaktadır.
Batı hayranı, hıristiyan hayranı bazı kimseler, batıya karşı duy­dukları iç yenilgisinden ve kalbi komplekslerinden, iman zaaflarından dolayı "İslâm savaş dinidir" sözüne karşı çıkarak; efendim "dinde zorlama yoktur" âyetini sürekli gündemde tutmaya çalışırlar.
Kimileri de "İslâm savaş dinidir" sözünü sürekli gündeme ge­tire­rek İslâm’ı kötülemeyi yeğlerler. Aslında İslâm’ın cihadının gayesi insanların İslâm’ı anlamalarına, İslâm’ı tanımalarına engel olan tüm engelleri kaldırmaktır. İslâm’la insanlar arasına barikatlar koyarak, İs­lâm eğitimini engelleyerek, insanları fitneye düşüren tüm zâlimleri bertaraf et­mek, tüm engelleri kaldırarak insanları hür iradeleriyle İs­lâm’la karşı karşıya getirmektir.
İslâm açık ve net bir biçimde insanlara açıklanmadıkça hiç­bir kimse İslâm’a zorlanamaz. Gönüller ikna edilmeden insanların bilme­dikleri, tanımadıkları bir dine girmeleri istenemez. Hak ve bâtıl, dalâlet ve hidâyet, iman ve küfür, cennet ve cehennem, Allah ve tâğut, Al­lah’a kulluk ve tâğutlara kulluk, Allah’a kulluğun sonucu ve tâğutlara kulluğun neticeleri bütün delilleriyle açıklan­madan hiç kimse İslâm’a girmeye zorlanamaz.
Ancak günümüzde kimileri bu âyetleri yanlış anlayarak müs-lümanları da bu âyetin kapsamı içinde tutmaya çalışmakta­dırlar. Efendim nasıl ki müslüman olmayanlar İslâm’a girmeleri ko­nusunda zorlanamazsa, müslüman olanlar da İslâm’ı uygulama konusunda zorlanamazlar. Bir adamın ben müslümanım demesi yeterlidir. Bunu söyledikten sonra bu adam İslâm’ın hiçbir kuralını da uygulamasa, namaz da kılmasa, oruç da tutmasa, başını da örtmese, içki de içse, zina da etse herkes serbesttir. Kimse bu ko­nuda zorlanamaz. Kimse kimseye; şunu yap! Bunu yapma! di­yemez çünkü dinde zorlama yok­tur, demeye çalışıyorlar.
Bu, İslâm’ı tanımayan, ya da hainliğine tanımazlıktan gelen in­sanların fikridir. Bu, şeytanın düşüncesidir. Bu, kendilerine göre din koymaya çalışan dinsizlerin anlayışıdır. Bir adam kendi gön­lüyle İs­lâm’ı kabul etmişse artık o, İslâm’ın bütün hükümlerini peşi­nen kabul etmiş demektir ki bunların tümünü uygulamak zorunda­dır.
Ben müslümanım diyenler, eğer bunu inanmadıkları halde in­sanları kandırmak için münâfıkça dememişlerse, kabul ettikleri İs-lâm’ın hükümlerinden bir tanesini uygulamadıkları zaman onlara cezai müeyyide uygulanır. Öyle olmasaydı İslâm’daki cezalar kime uygula-nacaktı? Kâfirleri zorlamayacaksın, müslümanım diyenlere de do­kunmayacaksın, eh o zaman bu cezalar kime ait? Hırsızlık edene el kesme cezası, içki içene had cezası, zina edene recm ya da celde cezası kime uygulanacak?
Bakın burada bu konunun anlaşılabilmesi için bir örnek vere­lim: Meselâ hıristiyan bir İtalyan, biz onu zorla da Türk vatan­daşı ola­caksın diye zorlayamayız. Ama bu İtalyan günün birinde kendi arzu­suyla gelip ben Türk vatandaşı olmak istiyorum diye bir dilekçe ile müracaat etse. Türkiye makamları da onun bu isteğini inceleyip Türk vatandaşlığına kabul etse. Ve bu İtalyan Türk va­tandaşı olarak Tür­kiye’de ikâmet ederken bir adam öldürse, Türk makamları ona Türk ceza kanunlarını tatbik etmeye teşebbüs et­tiği zaman bu İtalyan ar­kadaş; ben İtalyan’ım, beni Türk ceza ka­nunları bağlamaz, diyebilir mi? Elbette diyemez değil mi? Çünkü İtalyan’san İtalyanlığında kal­saydın! Seni Türk vatandaşı olmaya biz zorlamadık kendi isteğinle gelip Türk vatandaşı oldun! De­mezler mi? İşte aynen bunun gibi bir adam kâfirse kâfirliğinde kal­sın! Kimse onu illa da müslüman olacak­sın diye zorlamaz.
Ama adam günün birinde kendi gönlüyle müslüman ol­maya ka­rar vermişse ve müslüman olarak da birtakım suçlar iş­lemişse el­bette ben müslüman değilim! Beni İslâm’ın cezaları bağlamaz! Deme­sinin bir anlamı olmayacaktır.
Evet dinde zorlama yoktur çünkü:
"Hak bâtıldan ayrılmıştır."
Hakla bâtıl birbirinden ayrılmıştır. Hak da bellidir bâtıl da bel­li­dir. Rabbimiz hakkı da bâtılı da, imanı da küfrü de, hidâyeti de dalâleti de, cenneti de cehennemi de, menfaatlerinizi de zararla­rınızı da ayrı ayrı tafsilatlı bir biçimde açıklamış, beyan buyur­muştur. Bu kadar açıklamalardan sonra artık aklı başında olan, hayrını, menfaatini za­rarını bilen birisi elbette bilerek, gönül rahat­lığı içinde İslâm’ı kabul edecektir. Onu bu konuda zorla­maya gerek yoktur. Ama İslâm bu şe­kilde kendisine açık ve net bir biçimde açıklandıktan sonra hayrını, menfaatini, mutluluğunu, cennetini tepip de İslâm’a girmeyen kimse, menfaatini ve zararını ayırd edemeyen hevâ ve hevesine göre hare­ket eden sefihlere ve çocuklara benzer.
Ya da böyle kimseler velilerinin kontrolü altında bulunan ço­cuk­lara veya doktorlarının kontrolü altında bulunan hastalara benzer­ler ki, veli ya da doktor, kontrolü altındaki çocuklar istemese de bazı konularda onları zorlayabilirler. Bu zorlama pek tabiidir ki onların za­rarı için değil, menfaati içindir. Kontrolü altındaki hastası onu içmeme konusunda diretse de kendisine şifa verecek ilacı içmesi konusunda onu zorlayabilir.
Bir de bu âyetten anlıyoruz ki Rabbimiz kitabında hak ve bâ­tılı, hidâyet ve dalâleti, çok açık ve net bir biçimde açıklamıştır. Hak ve bâtılı, doğruyla yanlışı ortaya koyan kitap ve sünnet ha­yattadır. O halde kitap ve sünnete dayanmadan yâni kitap ve sünnetten her hangi bir delile dayanmadan taklitçilik yaparak yan­lışa düşen bir kişi­nin Allah katında mazur sayılması mümkün de­ğildir. Zira bir kişinin Allah katında mazur sayılması ancak o ko­nuda delillerin açıklanma­dığı, veya o kişinin bütün gücünü kullan­dığı halde hakka ulaşma im­kânının olmadığı zaman geçerlidir. Halbuki hakkın ve bâtılın açıklan­dığı kitap ve sünnet hayatta iken ve kişilerin ona ulaşma imkânları da varken, buna rağmen kitap ve sünnete müracaat etmeyerek taklit yo­lunu tercih ederek yanlışa düşen veya doğruya ulaşamayan bir ada­mın mazur sayılması mümkün değildir.
Evet hak da belli bâtıl da belli iken, Rabbimiz hakkı da bâ­tılı da açıklayıp birbirinden ayırdıktan sonra kim de:
"Artık kim Tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse o, kopması olmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işi­tendir, bilendir."
Kim tâğutu reddeder ve Allah’a iman ederse. Anlıyo­ruz ki iman işinde tevhid işinde ilk yapılması gereken şey tâğutları reddetmektir. "Allah’tan başka İlâh yoktur." diyerek, Allah’tan başka İlâhlık taslayan tüm İlah taslaklarının İlâhlığını olumsuz kıla­rak Allah’a iman isteniyor. Demek ki tevhidin ilk şartı Allah’tan başkalarını inkâr etmek, yok farz etmek değil tâğutları inkâr et­mektir. Çünkü Allah’tan başka itaat edile­cek peygamber, baba, ana, koca, emir gibi mekânizmalar da vardır. Bunların tümünü reddetmek istenmiyor bizden de tâğutları inkâr et­mek isteniyor.
Ya da kimilerinin iddia ettikleri gibi masivallah’ın tümünün in­kârı, reddi istenmiyor da tâğutların inkârı isteniyor. Yâni bizden iki şey isteniyor: Tâğutları inkâr etmek ve Allah’tan başkalarından İlâhlık vasfını kaldırmak. Tâğutları tümüyle reddedeceğiz, tâğut olmayanların da sadece İlâhlık derecelerini reddedecek ve bu İlahlık derecelerinin dışındaki derecelerini de kabul edeceğiz. Peygamberlik derecesi, ba­ba-lık derecesi, kocalık derecesi, emirlik dere­cesi gibi.
Demek ki Allah’a imandan önce tâğutları red yâni küfürden te-berrî etmek küfürden tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tâ-ğutları asla tanımamaya, içinde tâğutlara asla yer bırakma­maya kesin karar vermektir. O halde "Kim tâğutu reddeder ve Al­lah’tan başka İlâh yoktur" ifadesi bir bakıma kelime-i tevhidin tef­siri sadedindedir.
Evet müslüman olmanın ilk şartıdır bu. Tâğutu red ve Al­lah’a iman. Tâğutlar reddedilmeden Allah’a iman edilmez. Bu ikisi birlikte olmadan müslümanlık iddiası boştur. Hem tâğutları kabul hem de Al­lah’a iman mümkün değildir. Bir adamın müslüman ola­bilmesi için önce tâğutları reddetmesi gerekmektedir.
Ancak tâğutun reddedilebilmesi için de elbette onun ne oldu­ğu­nun bilinmesi gerekmektedir. Çünkü tâğutun ne olduğunu bilmeyen kişi pek tabiidir ki onu reddedemez. Bilmediği bir şeyi reddetmek, red-detmesi gereken bir şeyi reddetmemek ya da red­detmemesi gere­ken bir şeyi reddetmek Allah’ın istediği ve razı ol­duğu bir red değildir. Öy-leyse kişi reddettiği şeyin ne olduğunu bilmek zorundadır.
Tâğut; tağa, tuğyan haddi aşmak, sınırı çiğnemek demek­tir. Haddi aşan sınırı çiğneyen her şey tâğuttur.
Tâğut kelimesinin şer'i mânâsı ise; Allah ve Resûlü’nün belir-lediği ölçülerin dışına çıkarak, Allah’ın belirlediği kanunların, yasaların dışında kanun koyarak insanların Allah kanunlarını bırakıp kendi ka­nunlarına uymaya zorlayan ve böylece haddini aşan kişi tâğuttur.
Allah’a karşı isyan edip, azgınlaşıp, zorla veya gönül rıza­sıyla insanların kendisine ibâdet ve itaat etmelerini isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek müessese ve kurumların hepsi tâğut-tur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah kanunlarının önüne geçirilip, onları putlaştırıp insanların ona boyun bükmeleri istenilen her varlık Firavun gibi, Nemrut gibi tâğuttur.
İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak isteyen, insanları Allah dinini öğrenmekten men eden, yâni din eğitimini yasaklayan her prog­ram, her sistem tâğuttur.
Allah’ın insan hayatı için belirlediği kulluk yasalarından ha­ber­siz olarak, kitap ve sünnete müracaat etmeyerek kendi haya­tını belir­lemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat programı belirle­yen herkes tâğuttur.
Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan; Allah bilirse biz de biliriz. Bizim de bilgimiz var. Bizim de aklımız var. Bizim de keyfimiz var. Biz de biliriz kılık kıyafetin nasıl olacağını. Biz de bili­riz eğitimin nasıl olacağını. Biz de biliriz nereden kazanıp nere­lerde harcayaca­ğımızı. Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı. Biz de biliriz nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi, diyerek Al­lah karşısında bilgi id­diasında bulunan her insan tâğuttur. Sen öyle diyorsan, biz de böyle diyoruz. Sen kılık kıyafetiniz şöyle ol­sun diyorsan, biz de böyle ola­cak, diyoruz. Sen mîrasınız şöyle ol­sun diyorsan, biz de böyle olmalı, diyoruz, diyerek Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan herkes tâğuttur.
Ya da Allah karşısında güç iddiasında bulunalar da tâğuttur. Al­lah varsa biz de varız. Allah’ın gücü varsa bizim de gücü­müz var. Allah’ın cehennemi varsa bizim de kodeslerimiz var. Al­lah’ın melekleri varsa bizim de silahlılarımız var. Biz de asar kese­riz. Biz istedik mi asarız. Biz istedik mi keseriz. Biz istedik mi aça­rız. Biz istedik mi kes­tiririz, diyerek Allah karşısında güç ve kuvvet iddiasında bulunanlar da tâğuttur.
Allah’a ve Allah’ın emirlerine isyan edip, kendi kendine uyup, kendi hevâsını, kendi düşüncesini ve aklını putlaştırıp, kendi kendisini mâbud yapmış kişi de tâğuttur.
"Kendi hevâ ve hevesini İlâh edineni görmedin mi?..."
(Câsiye: 23)
Kendi hevâsını, havasını putlaştırıp arzuları ve keyifleri isti­kâ­metinde bir hayat yaşayarak Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünne­tine karşı müstağnî davranan, ihtiyaçsız ve eyvallahsız dav­ranan kişi de tâğuttur. Parasına, malına, makamına, çevresine, kredisine güve­nerek kendi kendine yeteceğine zanneden; ben bana yeterim. Benim malım, mülküm, makamım, koltuğum, çev­rem, kredim var. Benim hiç kimseye ve hiç bir şeye ihtiyacım yok­tur. Kitaba da, sünnete de, dine de, diyânete de ihtiyacım yoktur. Ben kazanmayı bilirim. Ben harca­nacak yerleri bilirim. Ben hangi mesleği seçeceğimi bilirim. Ben ev tef­rişini bilirim. Ben çocuklarımı nasıl eğiteceğimi pekâlâ bilirim. Ben ha­yatımı nasıl yaşayacağımı bilirim. Başka hiç bir şeye ihtiyacım yoktur, diyerek kendisini put­laştıran insan da tâğuttur.
Nâziât sûresinin 37-40 âyetlerinde ifade edildiğine göre dün­yayı âhirete tercih eden, hayat programını dünya hayatı adına yap­maya çalışan, yâni programını dünyada bitecek biçimde ayar­layan, hayat programında âhiretin yeri olmayan kişi de tâğuttur.
Yine aynı âyetlerin ifadesiyle hayatında Allah’ı değil de top­lumu düşünen, Allah karşısında kötü bir konuma düşmekten kork­mazken, toplum karşısında, el âlem karşısında, âdetler karşı­sında, tö­reler karşısında, ağa patron karşısında, konu komşu kar­şısında kötü bir konuma düşmekten korkan ve utanan kişi de tâğuttur.
Evet tâğut deyince, onu hep dışımızda aramayalım. Bakın ba­zen biziz değil mi tâğut? Bakın Kâlem sûresinde müslüman ol­dukları halde kendilerini hayata etkin zannederek, yapacakları bir iş konu­sunda "inşallah" demeyen yâni böylece hayatlarında Allah’ı diskalifiye edenlerin de tâğut oldukları anlatılır.
"Dediler ki eyvah! Meğer biz tâğutluk etmişiz!"
(Kâlem 31)
Eyvah bize. Yazıklar olsun bize ki; biz tâğutluk etmişiz. Biz ya­pacağımız işler konusunda Allah’ı ekarte etmişiz. Biz hayat progra­mımızı Allah’a sormadan Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine sormadan kendimiz çizmeye kalkışmışız. Biz hayata kendimizin etkin olduğunu sanmışız. Ne yapacağımızı, nasıl yapa­cağımızı kendimiz belirlemeye kalkmışız. Hayatın programını ken­dimiz belirlemeye kalk-mışız. Ve böylece tâğutluk yapmışız diyor­lar. Vallahi bizler adına gerçekten çok korkunç.
Ya biz? Biz neyiz? Biz ne durumdayız bu konuda? Yâni bizim hayat programımızı kim belirliyor? Çocuğumuzun mektebine ilişkin, eğitimine ilişkin programı kim belirliyor? Malımıza ilişkin, mesleğimize ilişkin, dükkanımıza ilişkin, gündüzümüz gecemize ilişkin, kılık kıyafe­timize ilişkin, ekonomimize, hukukumuza ilişkin programları kim belir-liyor? Allah mı belirliyor yoksa başkaları mı? Ya da kendimiz mi? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor kaçta kaçına Zerdüşt karışı­yor? Eğer hayatımızın pek çok bölü­münü Zerdüşt dolduruyor da onun gaflet edip boş bıraktığı, ya da doldurmaya gücü yetmediği boşluğu da biz dinle doldurmaya çalı­şıyorsak başka yerde tâğut aramaya ge­rek yoktur sanırım.
Küfürle tuğyanın, kâfirle tâğutun, fâsıkla tâğutun arasını şöyle bir ayıralım inşallah. Allah’a isyan üç şekilde olabilir:
1- Bir kimse Allah’a inanır, Allah’ın emirlerine ve Allah’ın ha­ya-tına karışma yetkisine inanır, Allah’ın kulu olduğunu kabul eder ama pratik hayatında Allah’ın emirlerini uygulamadığı gibi onların aksini yaparsa bu kişiye fâsık denir.
2- Bir kimse Allah’a inanmaz, Allah’ın kendi hayatına karışa­ca­ğını reddeder ve Allah’ın hayata karışma birimleri olan kitabı ve pey­gamberleriyle ilgilenmez ve böylece Allah’la irtibatını koparıp başka birilerine bağlanırsa bu kişi kâfirdir.
3- Eğer kâfir olup Allah’a isyan eden kişi, Allah’ı inkâr eden kişi yâni kâfir olan kişi bir de insanları kâfir olmaya ya da kendi­sine boyun eğmeye, kendi kanunlarına, kendi düşüncelerine bo­yun eğ­meye zorlarsa o zaman bu kişi tâğuttur.
Tâğut bazen insan, cin, şeytan, hayvan, ağaç, taş, kadın, moda, kurum, müessese olabileceği gibi, bazen de Allah’ın ka­nunla­rının dışında kanun koymaya kalkışan zâlim bir diktatör veya zâlim bir grup da olabilir.
İnsanları Allah’ın emirlerini uygulamaktan alıkoyan her türlü program da tâğuttur. Meselâ namaz vaktine denk getirilmek iste­nen ve insanları namaz kılmaktan engelleyen tüm programlar ve bu prog­ramların yapıcıları tâğuttur.
(Alâk sûresi)
Başka neler engeller namazı? Tefrikalar engeller, dedikodular engeller, oyun ve eğlenceler engeller, baba ana engeller. Çocuklarına namaz eğitimi vermeyerek onların namaz kılmalarını engelleyen, ço­cuklarını sabah namazına kaldırmayan tüm babalar ve analar bu mâ­nâda tâğutturlar.
Ya da Firavunun yaptığı gibi dini tekeline alarak insanların onunla tanışmasına imkân vermeyen, din eğitimini kısıtlayan tüm zâ­lim idareciler tâğuttur. Hani Firavun iman etmek isteyen sihir­bazlara karşı:
"Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha!"
(A’râf 123)
Demiş ve onlara işkence mekânizmalarını çalıştırıvermişti. İşte tâğut budur. O izin verecekti hain. Şu âyetler okunsun şunlar okun­masın! Şunlar şunlar gündeme getirilebilir ama şunları şunları gün­deme getirmek yasaktır! Şu kadar anlatılsın! Filanlar an­latsın! Ama falanlar anlatamaz! Diyerek dine müdahale etmeye kalkışan herkes tâğuttur. Bakın Firavun "Benden izin almadan iman ettiniz ha!" Hal­buki sizi ben çağırmıştım! Sizi ben görevlen­dirmiştim! Sizin maaşınızı ben verecektim! Sizler benim memurla­rımdınız! Sizi ben tayin etmiş­tim! Sizler benim adamlarımdınız! Beni savunmalıydınız! Benim sö­zümden dışarı çıkmamalıydınız! Şimdi sizler benim memurlarım oldu­ğunuz halde bana danışma­dan iman ettiniz ha? Bana danışmadan benim mescidlerimde bunları konuştunuz ha? Bana danışmadan hutbe okudunuz ha? Benden izin almadan müslüman oldunuz ha? Bana danışmadan benim konuşulmasını yasak kıldığım konuları ko­nuştu-nuz ha???
İşte ağızlara kelepçe vurarak Allah’ın kullarının inandıkları di­nin kurallarını açık açık anlatmalarına, konuşmalarına ve uygulamala­rına izin vermemeye çalışan, imanlarını vicdanlarına hapsederek pra­tiğe dökmelerini yasaklayan tüm zâlim idareciler tâğuttur.
İşte kim ki içindeki ve dışındaki tüm tuğyanları, tüm tâğutları reddeder ve de Allah’a inanırsa:
"O kopması olmayan sağlam bir kulpa tutunmuş­tur. Allah işitici ve bilicidir."
Hak ve bâtıl, iman ve küfür, Allah ve tâğutlar, Allah’a kulluk ve tâğutlara kulluk, Allah’a kulluğun sonucu ve tâğutlara kulluğun su­nuşları bütün delilleriyle insanlara tanıtıldıktan sonra, her şey açık ve net olarak ortaya konulduktan sonra, artık kim ak­lını başına alır da tüm tâğutları reddedip, Rabbi tarafından arş’tan, kürsîden, uzatılmış kopmaz, kırılmaz, pörsümez ipine sımsıkı sa­rılırsa, Allah’ın ipine tu­tunursa, yâni İslâm’a girerse, Kur’an’a tutu­nursa, hidâyeti tercih ederse, yâni bu ipe ilk el atma anlamına ke­lime-i tevhidi söylerse ve söylediği bu kelimenin muhtevasına uy­gun bir hayat yaşamaya karar vererek, böyle bir hayatı devam et­tirerek, bu ipi hiç bırakmamaya ça­lışırsa işte o, kesin kurtulmuştur.
Aklı başında olan herkesin mutlak yapması gereken şey işte bu­dur. Aklı başında olan kişi bugün var, yarın yok olan, gelip geçici olan, fâni olan, bâtıl olan, gölgeden ibaret olan, ölümlü olan, bir gün kırılıp dökülecek olan, kendisine tutunanları, kendi­sine yaslananları, kendisine bel bağlayanları bir gün ölümüyle dü­şürüp, kırıp, bırakıp gi­decek olan tâğutların, Firavunların, Nemrut­ların ve çağdaş tâğutların, kendi görüşlerini, kendi düşüncelerini Allah kanunlarının önüne ge­çirmeye çalışan tüm sahte mâbudların kulplarına yapışmayı reddede­rek, "Hayyu Kayyum" olan, ezelden ebede hep var ve diri olan, hiç ölmeyecek ve kendisine tutunanları hiç kırıp dökmeyecek olan, hayal kırıklığına düşürmeyecek olan, her şeyin var edicisi ve varlığını de­vam ettiricisi olan, bir an bile varlıklarından gafil olmayan, onları asla ihmal etmeyen, şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, uyuklamaz olan Allah’a ve onun dinine sarılmak zorundadır.
Aklı başında olan herkes göklerin ve yerlerin mülkünün tama­mı kendisinin olan, gökte ve yerde ne varsa hepsine egemen olan, iz-ni olmadan hu­zurunda kimsenin söz söylemeye, şefaatte bulun­maya cesaret edemeyeceği, her şeyi bilen, bilgi kendisinden olan, o bildirme­dikçe kimsenin ilminin mahiyetine erişme imkânı olmayan, kürsîsi gökleri ve yerleri kuşatmış olan, haberi olmadan bir yaprak bile düşmeyen, gökler ve yerler kabza-i kudretinde olan ve de bu özellik­lere kendisinden başka sahip olmayan Allah’ın kulpuna tu­tunur ve lâ İlâhe illallah der. Aklı başında olan birinin bundan başkasını yapması mümkün değildir. Çünkü sayılan şu özelliklere sahip başka birisi yok ki onu da İlâh bilelim ve onun da kulpuna tutunup ona da kulluk ya­palım.
Allah’ın kanunları, tâğutların kanunları. Allah’a kulluk ya da tâ-ğutlara kulluk. Allah’ın dini, tâğutların dini. Allah’ın sistemi, tâğutların sistemi. Mü'min Allah dışındaki tüm tâğutların kulplarını reddeden ve Allah’ın kopmayan ipine kulpuna sarılan ve sadece Allah’a kulluk eden kişidir.
Hayatının bütün bölümlerinde Allah’ın arzularını uygulayan ha­yatında tâğutlara karışma alanı bırakmayan kişidir.
Bundan sonra bu konuyu biraz daha aydınlatmak için, Al­lah’ın kulpuna, Allah’ın dinine ve kitabına tutunan mü'minlerin du­rumunu ve bu Allah’ın kulpuna tutunmak istemeyerek tâğutlara kulluğa razı olan-ların durumunu anlatmak için bakın Rabbimiz şöyle buyurur:
257:"Allah mü'minlerin velisidir. Onları küfrün ka­ranlığından imanın aydınlığına çıkarır. Kâfirlerin ve­lileri ise tâğutlardır. Tâğutlar onları aydınlıktan karan­lığa çıka­rır. İşte onlar ateşin sohbetçisidirler ve orada ebedî kalıcı­dırlar."
Allah mü'minlerin velisidir. Veli kimileri bu kelimeye farklı an­lam­lar yüklemişlerse de veli velâyet hakkına sahip olan varlık demek­tir. Bir varlık adına ona danışmadan tek taraflı karar verme maka­mında olan varlığa veli denir. Meselâ ben çocuğumun velisi­yim. Onun adına ona danışmadan karar verme makamındayım. Velisi olduğum ve adına ona sormadan karar verme makamında olan ben ona istedi­ğim şeyleri emreder, istediğim şeyleri yasakla­rım. İstediğim okulda okutur, istediğim kişilerle arkadaşlık kurma­sını sağlar, istediğim kişi­lerle ilişkisini yasaklarım. Allah da bizim velimizdir. Yâni bize sorma­dan bize bizim adımıza tek taraflı karar alma makamındadır Rabbi-miz. İstediğini emreder istediklerini de yasaklar.
Öyle değil mi? Meselâ namazı emrederken bize danıştı mı Al­lah? Zinayı yasaklarken ey kullarım! Ben bunu yasak kılacağım! Ne dersiniz? Nasıl düşünürsünüz? Fikriniz nedir bu konuda? Diye bize sordu mu Allah? Hayır, Allah bizim velimizdir, velâyetimiz elinde olan­dır ve bizim adımıza aldığı kararlar konusunda velâyeti altında olan bizlere asla danışmaz.
İşte velinin anlamı budur. Vali, vilâyet ifadeleri de buradan gel­mektedir. Vali, yâni vilâyette, velâyeti altında bulunan insanlar konu­sunda onlara danışmadan karar verme makamında olan kişi demek­tir. Valinin anlamı budur. Ve kâfirlerin müslümanlar üzerine velâyet hakkı yoktur âyeti de bunu anlatır. Yâni vilâyette vali ola­rak müslü-manlara sormadan onlar adına karar verme makamına kâfirler oturtulmamalıdır.
"Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edin­mesinler."
(Âl-i İmrân: 28)
Yâni mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri velâyet maka­mına kendileri adına karar verme makamına oturtmasınlar. Kâfir­ler karar verip, kâfirler kanun yapıp müslümanlar da kendilerinden olma­yan bu kâfirlerin yaptıkları kanunları uygulamaya kalkmasın­lar. Âyetin sonunda da eğer mü'minler bunu yaparlarsa onların Allah katında en ufak bir değerleri kalmamış, Allah’ın yardımını da kaybetmişlerdir bu-yurulmaktadır.
Evet veli, vali budur. Çünkü vali karar verecek ve müslümanlar da kendi adlarına bu valinin verdiği kararı uygulayacaktır. Öyleyse mü'minlere veli olacak, vali olacak, idareci olacak insan­ların mutlaka mü'minlerden olması emrediliyor.
Ama acaba bu mânâları unut­turmak için mi? Yâni mü'minlerin başına kâfirlerin de idareci olma­sını sağlamak ve böylece mü'minleri köleleştirmek için mi bilmiyo­rum, insanlar bu veli kelimesini çok çarpıtmışlar. Veli deyince bu­gün insanlar hiç de bunu düşünmüyorlar. Veli, işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı bilen, eteğine yapışılan, cennet olurlayan, ce­hennem sınırlayan birileri anlaşılıyor şimdi. Hep böyle anlattılar çünkü.
Bu anlamı şeytana nasıl yükleyecekler bunu merak ediyo­rum. Yâni eğer veli deyince bunlar anlaşılacaksa, bunlar düşünülecekse, o zaman bakın Allah bir âyet-i kerîme­sinde şeytanın veli olduğunu haber verir:
"... Muhakkak ki şeytanı inanmayanların velisi kıl­dık"
(A’râf: 27)
Yine aynı sûrede:
"Onlar Allah’ı bırakıp da şeytanı kendilerine veli edindiler. Ve böylece kendilerinin doğru yolda olduklarını zannettiler"
(A’râf: 30)
Buyurulmakta ve şeytanın veli olduğu anlatılmaktadır. Eğer veli kelimesini az önceki mânâda anlayacaksak, o zaman şeytana na-sıl veli diyeceğiz? Ama Allah’ın anlattığı son derece açıktır ki, şey­tan kâ­firlerin velisidir. Yâni şeytan onların hayatında onlara danışma­dan karar alma makamındadır. Ya da onlar şeytanı kendi hayatla­rında, kendileri adına karar verme makamına oturtmuşlar. Şeytan ka­rar ver-miş, onlar uygulamışlar.
Bakın bu âyet-i kerîmenin devamında da yine tâğutların kâ­firle­rin velisi olduğu anlatılıyor. Kafirlerin velisi de tâğutlardır. Onlar velâyetleri altındaki kâfirleri nurdan, aydınlıktan karanlıklara götürürler buyuruluyor.
Şimdi eğer veli kelimesine az evvelki anlamı yükleyecek olursak acaba tâğutlara nasıl veli diyeceğiz? Allah tâğutlar için veli diyor. Yâni bu tâğutların gaybı bilen, gökte uçan, de­nizde yürüyen, Allah’ın ermiş kulları olduklarını nasıl söyleyebilece­ğiz? Ama veliyi Kur’an’ın ifade buyurduğu biçimde velâyet anlamına anladığımız zaman, tâğut-ların kâfirler adına karar verme makamında kişiler olduğunu anlamakta zorluk çek­meyeceğiz demektir. Yâni kâ­firler tâğutları kendilerine veli edin­mişlerdir. Bu tâğutlar velâyeti al­tında olan bu kâfirler adına karar alırlar ve bu kâfirler de kendileri adına karar alan bu tâğutların ka­rarlarını uygularlar.
Allah buyurur ki; Allah mü'minlerin velisidir. Yâni mü'minler adına onlara danışmadan tek taraflı karar verendir. Ve velimiz olan Rabbimiz bizim adımıza, kulları adına onlara danışma­dan aldığı ka­rarlarla onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. A’râf sûresinin 196. âyetinde ifade edildiği gibi:
Arşından, kürsîsinden kopmayan, sapasağlam bir ip uzata­rak, bir kitap göndererek, bizim adımıza aldığı kararlarını o kitabında bize bildirerek bizi karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Rabbimiz kendisinin velâyetini kabul eden, gönderdiği ki­tapla ilgilenen, aldığı karalar istikâmetinde bir hayat yaşamaya ka­rar veren kullarını küfür karanlıklarından, şirk karanlıklarından iman aydınlığına, İslâm aydınlığına çıkarır. Zulümât küfürdür, nûr da İslâm’dır.
Dikkat ederseniz burada zulümât kelimesinin çoğul olarak zik­redildiğini, nûr kelimesinin ise tekil olarak zikredildiğini görüyo­ruz. Bu gerçekten çok calibi dikkat bir husustur. Çünkü zulümât çoktur, küfür çoktur, bâtıl sayılamayacak kadar çoktur, ama o bâ­tılı yok edecek nûr bir tektir. İslâm bir tektir.
Demek ki Allah’ın nûruyla ilgi kuramamış, Allah’ın kitabıyla tanı­şamamış, Allah’ın dinini kabul edememiş kişi karanlıklar içindedir. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan yerler, gökler, gece ve gündüzler zifiri karanlıktır. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan gözler kör, kulak­lar sağır, kalpler bin türlü şüphe ve tereddütler içinde, bin türlü ıstı­rap ve buh­ranlar içinde çırpınır durur.
Allah’ın kitabıyla aydınlanmayan gönüller vesveselerle, ku-runtularla, cinler ve şeytanlarla dolar. Allah’ın nûruyla aydınlan­mayan hayat var olmanın tadını alamaz. Hayatının tadını almak isteyen, var­lığının farkında olmak isteyen akıllı kimseler, Allah’ın kendilerine sun­duğu bu kulpa tutunmak zorundadırlar.
Evet mü'minlerin velisi olan Allah, onlar adına aldığı karar­larla, onlara gönderdiği kulluk kitabıyla onları karanlıklardan, küfür karan­lıklarından, şirk karanlıklarından, cehalet karanlıklarından, hevâ ve heves karanlıklarından, terbiyesizlik, ahlâksızlık ve nan­körlük karan­lıklarından, şüphelerden, tereddütlerden, vesveseler­den aydınlığa çı­karır.
Allah, kendisini veli kabul eden, velâyetini kendisine teslim e-den, seçimini kendisi için seçim kabul eden, yâni iradesini kendisine teslim eden, kendisi adına aldığı kararlara teslim olup, hayatını onun kulluk maddelerine göre düzenleyen mü'minlerin ellerinden tutar, on­ları zulmetlerden, karanlıklar­dan çıkarır, dosdoğru yolda, hem dün­yada hem de ukbada onları sonsuz mutluluğa erdirir.
"Kâfirlerin velileri de tâğutlardır. O Tâğutlar da on­ları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehen­nemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar."
Kâfirlerin velileri de tâğutlardır. Kâfirlerin karar alma mercileri tâğutlardır. Onlar da hayatlarında tâğutları karar verme makamına oturturlar ve bu tâğutların kendileri adına aldığı karar­ları uygulamaya koyarlar. Bunlar aslında kendilerini yaratan ve gerçek velileri olan Al­lah’ın sapasağlam kulpuna, dinine, kitabına ve kendileri adına aldığı kararlara sımsıkı sarılarak tüm tâğutları inkâr etmeleri gerekirken, ta­mamen aksini yapmışlar, tâğutları veli bilmişler, onların arzularına, onların kanunlarına boyun bükmüşler ve onlara kulluk yapmaya karar vermişlerdir.
İşte bu kâfirlerin velisi olan tâğutlar da velâyetleri altında bu­lu­nan kulları adına onlara danışmadan aldıkları kararlarla onları nûrdan, hidâyetten, aydınlıktan, İslâm’dan, huzurdan, sükûndan koparıp türlü türlü karanlıkların kucağına götürüp atmışlardır.
Demek ki Allah’a kulluktan kaçan, Allah’ın velâyetini kabul etme­yen insanların başına kuzgun gibi tâğutlar çöker ve zorla­mayla, dayatmayla, hile ve aldatmalarla onları her taraflarından kıskıvrak bağlarlar. Zulüm ağlarına düşürürler onları. Yularlarını ellerine alırlar ve onların velileri olurlar. Onları nûrdan, imandan, İs­lâm’dan, Allah’a kulluktan, yaratılışlarından, fıtratlarından, insan­lıklarından, doğru yol­dan çıkarıp karanlıklara, küfre, inkâra, ilhada sürüklerler. Gidilmeye­cek yollara sürüklerler onları.
Çünkü tâğutlar aydınlık yolları sevmez­ler. Aklı, ilmi, düşünceyi fe­sada verirler. Ahlâkı ve fıtratı bozarlar. Al­lah ve Resûlüyle yarış iddiasıyla yapılmayacak şeyleri yaparlar. Peş­lerine taktıkları kulla­rını belâların kucağına taşırlar. Boyunlarındaki ipin ucunu, o ipin de, kendilerinin de sahibi olan Allah’a vermeyerek kendi ellerinde tutmak isteyen, ya da onu boşlukta tutmak isteyen herkesin iple­rini ellerine alırlar ve onları kendilerine kul köle edinirler.
İnsanlar güya Allah’a kulluktan kaçarken bu defa tâğutların kulu kölesi olurlar. Allah’ı inkâr eden, velâyetini Allah’a vermeyen kişi binlerce tâğutun kulu olur. Bir tek Allah’a kulluktan kaçarken pek çok tâğutlara kulluğa razı olur. Meselâ Allah’a kulluktan kaçan kişi evvela kendisini Allah’a kulluktan koparıp ayaklarını kaydırmak için fırsat kollayan şeytanın kulu durumuna düşer. Sonra onu Al­lah’ın arzuların­dan koparıp kendi arzu ve şehvetlerinin kulu kölesi durumuna düşür­mek isteyen nefsinin kulu durumuna düşer. Daha sonra başkaları, ka­rısı, babası, anası, çocukları, akrabaları, kavmi, kabilesi, milleti, dev­leti, politik ve dini liderleri, ağası, patronu, çev­resi, âdetleri, töreleri, modası ve daha yüzlerce tâğutların kulu kö­lesi durumuna düşecektir.
Görüyoruz işte, Allah’ın velâyetini kabul etmeyen insanlar, bir tek Allah’a kulluktan kaçarken yığınlarla tâğutun kulu kölesi olmuşlar. Kimisi şeytanın kulu, kimisi nefsin kulu, kimisi modanın kulu, kimisi şehvetlerinin, kadının, âdetlerin, törelerin, kanun koyu­cuların, çevre­nin, ağalarının, patronlarının kulu, kimisi bu âlemde sebepler nizamı üzerinde galip ve müessir zannettikleri, zarar ve felâketler anında kendilerinden medet bekledikleri, kendilerine sı­ğındıkları, kendilerini kurtarıcı olarak bildikleri kimselerin kulu.
Yâni güya bir tek Allah’a kulluktan kurtulup özgürlüğe kavu­şa-caklarını zanneden bu insanlar, boyunlarına pek çok varlı­ğın kulluk iplerini takmışlar ve onların çektikleri yere gitmek zo­runda kalmışlar­dır. Hepsini aynı anda razı etmek zorunda kalmış­lar, kalpleri parça parça olmuş, burunlarına vurulmadık zincir kal­mamış, zillet ve mes­kenetin esfeline düşmek zorunda kalmışlar­dır.
Öyleyse Allah dışındaki tüm tâğutları inkâr edip, hayatımız­da onlara karışma alanı bırakmayıp, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu sadece Allah’ın eline verip, sadece Rabbimizi veli kabul etmek zorun­dayız.
Sadece Allah’ı veli kabul edip, kulluğumuzu sadece Allah’a ya­pıp, Allah’ın bizim adımıza aldığı kulluk maddelerine sımsıkı sarılıp bu karanlıklardan kurtulmak zorundayız. Bundan başka ça­remiz de yok­tur. Allah yardımcımız olsun inşallah.
Allah, son okuduğumuz âyet-i kerîmesinde kendisinin mü'min-lerin velisi olduğunu ve onlar adına aldığı kararlarla onların elinden tutup aydınlığa çıkardığını, kâfirlerin velilerinin de tâğutlar olduğunu, onların da velâyetleri altında bulunan insanları aydın­lıktan karanlık­lara sürüklediklerini anlatmıştı. Bundan sonraki âyet-i kerîmesinde de ken-disini veli olarak kabul eden bir peygambe­riyle kendisini veli kabul et-meyen ve kendi kendine yeteceğini zanneden bir tâğutu karşı kar­şıya getirir. Allah’ın nasıl veli kabul edileceğini, tâğutun tâğutların na­sıl reddedilmesi gerektiğini, tâğut karşısında nasıl davranılması ge­rekti-ğini ve tâğuta karşı nasıl bir mücâdele verilmesi gerektiğini bir misalle bakın şöyle anlatır:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder