Bir koca, karısını üç talâkla boşadığı
zaman beynûnet-i kübra ile boşanmış olur ki, artık kocanın bu kadınla tekrar bir
araya gelebilmesi için kadının normal olarak başka bir erkekle evlenmesi ve
evlendiği bu ikinci kocasıyla cima yaptıktan sonra ondan da boşanmış olması
icap etmektedir. Âyet-i kerîmede geçen "Başka bir erkekle evlenmesi"
ifadesinden kasıt, bizzat onunla cima yapmasıdır. Hattâ Allah’ın Rasûlü az evvel
ifade etmeye çalıştığım gibi şöyle buyurur:
"O kocan senin balcağızından sen
de onun balcağızından istifade etmeden bu olmaz" buyurmuştu. (Buhârî, Talak 4)
Böyle kocasından boşanmış bir kadını,
tekrar boşandığı kocasına döndürebilmek için akid yapıp onunla evlenen ve de
ona dokunmadan boşayan erkeklere de bunu yaptıran kocaya da Rasulullah lânet
eder. Her iki taraf da haram işlemiştir. İslâm’da böyle bir şey yoktur. Bunun
adına nikâh değil zina denir. Allah’ın Rasûlü bu haramı işleyen erkeklere ödünç
teke ismini vermektedir. "Size ödünç teke hakkında haber vereyim
mi?" Ashâb; evet ya Rasûlallah
dediler. Allah’ın Rasûlü: "İşte o eski kocasına dönmesi için kadınla
evlenen kişidir. Allah ona da kendisiyle nikâh yaptırana da lânet
etsin." buyurur. (İbni Mâce)
Böyle kocası tarafından üç talâkla
boşanmış bir kadın, normal olarak başka bir erkekle bir evlilik yaşadıktan sonra
bu ikinci kocadan da boşanırsa tekrar yeni bir mehir ve yeniden bir nikâhla eski
kocasına dönebilir. Toplumda hullecilik diye bilinen hadisenin İslâm’la uzak ve
yakından bir ilgisi yoktur. Kadın normal bir evlilik geçirip o ikinci kocası
ölüp ya da boşanmış olmalı ki birinci kocasına dönebilsin.
"Eğer ikinci koca onu boşarsa
Allah’ın emirlerini yerine getirebileceklerine ümit var oldukları sürece
birbirlerine dönmelerinde ikisine de günah
yoktur."
"İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır.
Onları anlayan bir kavme beyan eder."
231:"Kadınları boşadınız da iddetlerini
tamamladılar mı artık onları ya iyilikle tutun, yahut iyilikle salın! Lâkin
haklarını ihlâl edip onlara zarar vermek için onları yanınızda tutmayın. Kim
böyle yaparsa artık o kendine zulmetmiş olur. Allah’ın âyetlerini oyun konusu
edinmeyin. Ve Allah’ın size verdiği nîmeti ve size öğüt olsun diye indirdiği
kitabı ve hikmeti anın. Allah size böylece nasihat ediyor. Allah konusunda
muttaki davranın ve bilin ki, Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”
Bu âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki
Rabbimiz; ric'i talâkla yâni tek talâkla kadınlarınızı boşadığınız zaman iddet
süresi bitmeden der-hal kadınlarınıza dönüp onları güzel bir şekilde yanınızda
tutun. Değilse yine maruf bir şekilde onları salıverin. Yâni onlardan mal aparmak, ya da onlara
zarar vermek, intikam almak için onları tutmaya kalkmayın. Eğer gerçekten
onlarla geçinmeye ve anlaşmaya yüzünüzün olmadığı konusunda kesin bir kanaat
hâsıl olmuşsa, güzelce onları salıverin de onlar da siz de kurtulmuş olun.
"Lâkin haklarını ihlâl edip onlara
zarar vermek için onları yanınızda tutmayın. Kim böyle yaparsa, artık o kendine
zulmetmiş olur."
Evet,
onlara zulmetmeyeceğiz. Zalimce onları yanımızda tutmayacağız. Çünkü unutmayalım
ki böyle kadınlara zulmedenler aslın da kendi kendilerine zulmediyorlar, kendi
geleceklerini berbat ediyorlar demektir. Çünkü hem o zulmettiği kadın kendi din
kardeşidir, yani kendisinden bir parçadır, hem de kendi âhiretinin mahfına
sebeptir.
"Allah’ın âyetlerini oyun konusu edinmeyin.
Ve Allah’ın size verdiği nîmeti ve size öğüt olsun diye indirdiği kitabı ve
hikmeti anın. Yolunuzu Allah’la bulun. Bilesiniz ki Allah her şeyi
bilendir"
Buyuruyor ki Rabbimiz; Allah’ın
âyetlerini oyun konusu yapmaya kalkmayın. Allah’ın âyetlerini alaya almayın.
Allah’ın âyetlerini kendi zevklerinizi tatmine imkân verecek şekilde oyun ve
eğlence yerine koymayın. Allah’ın âyetleriyle dalga geçmeye kalkmayın diyor
Rabbimiz. Deniliyor ki; kimileri boşama ve köle azadı yapar, sonra da: "Canım ben şaka yaptım!" dermiş.
Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Allah’ın Rasûlü de bir
hadislerinde şöyle buyurur:
"Üç şeyin ciddisi de ciddidir,
şakası da ciddidir. Nikâh, boşama, ve köle âzâd etmek."
(Ebu Dâvûd Talâk
9)
Ey müslümanlar, bu konularda işi hafife
almaktan son derece sakının! Allah’ın âyetlerini oyun ve oyuncak haline
getirmeyin! Allah’ın sizleri sorumluluk yüklenecek konuma getirdiğini asla
unutmayın! O size kitap vermiş, size hikmeti öğretmiş, sizi bütün milletlere
önderler kılmış, vasat ümmet yapmış, denge unsuru yapmış, yâni sapıkların
sapıklık noktalarını sizin şahsınızda görebilmeleri, bilebilmeleri için sizi
denge unsuru bir ümmet yapmıştır. Bu sebeple sizin örnek yaşayışlarınızla tüm
dünya insanlığına örnek olmanız gerekirken, böyle kendi kendinize evlerinizde
bozuk düzen bir hayat sürmeniz yakışmaz.
232:"Kadınları boşadığınızda
iddetlerini bitirdiler mi, aralarında iyilikle anlaştıkları müddetçe kendilerini
kocalarına nikâhlamalarına engel olmayın!" Bu sizden Allah’a ve âhiret gününe
inananlara verilen bir öğüttür. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir.
Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Burada velâyetleri altındaki kadınlara
kocalarına dönme izni vermeyen, ya da kadınların kocalarına dönmelerini
engelleyen velilere seslenilmektedir. Deniliyor ki, ey veliler! Velâyetiniz
altında bulunan kadınları kocalarına dönmekten
engellemeyin!
Eğer bir koca, karısını ric'i bir
talâkla boşamış, yâni bir veya iki talâkla boşamış ve iddetin bitiminde her
ikisi de birbirlerine dönmek isterlerse, yeniden evliliği devam ettirme kararı
almışlarsa, kadının akrabaları onun tekrar kocasına dönmemesi konusunda baskı
yapmasınlar, engellemesinler diyor Rabbimiz. Eğer kocalarına dönmek
istiyorlarsa, eğer kocalarıyla anlaşabiliyorlarsa onlara yasak koymayın, engel
olmayın. Git! Gitme! Gel! Gelme! demeyin eğer tekrar kocalarına dönmek
istiyorlarsa. Buna hiçbir babanın ve ananın hakkı yoktur. Ama günümüzde kimi
babalar ve analar oğullarına: "Eğer bunu boşamazsan sana hakkımı helâl
etmeyeceğim!" gibi sözlerle veya kızına: "Eğer bu kocana tekrar dönersen
seninle hiç konuşmayacağım!" gibi İslâm dışı tavırlarla Allah’ın âyetlerini
çiğnemektedirler. Halbuki Allah diyor ki; yapmayın bunu! Engellemeyin
anlaşabilen insanları! diyor. Bakın âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi olarak şu
hadise anlatılır: Sahabeden Ma'kıl Bin Yesar (r.a.) der ki: "Kız kardeşim
Cümeyli bir kişiyle evlendirmiştim. Fakat bu adam kız kardeşimi boşadı. İddeti
bittikten sonra gelip kardeşimi istedi. Ben ona dedim ki: Sana vaktiyle
kardeşimi vermiş, sana yatak arkadaşı yapmış, onu sana ikram etmiştim. Fakat
sen nankörlük edip onu boşadın. Şimdi de utanmadan gelmiş benden onu
istiyorsun. Hayır! Onu sana geri vermeyeceğim!" dedim. Bunun üzerine Rabbim bu
âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu.
"Kadınları boşadığınız vakit onlar
iddetlerini bitirdiklerinde aralarında güzelce anlaştıkları takdirde (Ey
veliler!) onların (Eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın!"
buyurunca
Rabbimiz, ben Rasulullah’a dedim ki: "Ya Ra-sûlallah! Şimdi ben ne yapayım?
Benim durumum ne olacak? Allah’ın Rasûlü buyurdu ki: "Kardeşini eski kocasına
nikâhla!"
(Buhârî, Müslim,
Tirmizî)
Allah’a ve âhiret gününe inanan
mü'minler ancak bu hükümle amel ederler. Allah’ın bu hükmünü bile bile yuva
bozmadan yana olmazlar. Çünkü Allah diyor ki; bu hükme uymanız hem sizin için
hem de karı koca için daha hayırlıdır. Ve bu durum sizi günah pisliklerinden
temizleyecektir, arındıracaktır. Şüphesiz ki Rabbimiz, hem dünya hem âhiret
hususunda kulları için nelerin hayırlı olduğunu en iyi bilendir. Sizi sizden
çok düşünendir. Eğer dünyada da âhirette de huzurlu olmak istiyorsanız, Allah’ın
hükümlerine tabi olun!
233:"Emzirmeyi tamamlatmak isteyenler için
anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği ve
giyeceği örfe uygun şekilde babaya aittir. Hiç kimse gücünün üstünde bir şeyden
sorumlu tutulamaz. Ne anne, ne de baba çocuğu yüzünden zarara sokulmasın!
Mîrasçıya düşen de bunun gibidir. Eğer (ana ve baba) kendi aralarında anlaşıp
danışarak (iki sene dolmadan) çocuğu memeden esmek isterlerse, ikisine de bir
günah yoktur. Eğer çocuklarınızı (başka bir kadına) emzirtmek isterseniz,
vereceğiniz (emzirme ücretini) güzelce teslim etmek şartıyla bunu yapmanızda bir
günah yoktur. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah ne yaparsanız
görmektedir."
Âyet-i kerîmede çocuklarını emzirmekle
mükellef olan annele-rin kimler olduğu konusunda ihtilâf vardır. Kimilerine göre
burada kastedilen anneler boşanmış olan annelerdir. Eğer burada anlatılan
anneler boşanmış anneler olmasaydı, Rabbimiz onların yiyecek ve giyeceklerinin
babaya ait olduğunu zikretmezdi. Çünkü evli kadınların yiyecek ve giyecekleri
zaten kocaya aittir. Öyleyse boşanan kadınların emzirdikleri çocukları varsa, o
zaman onların yiyecek ve giyecekleri kocaya aittir. Kimi âlimlere göre de
buradaki annelerden kasıt bütün annelerdir. Çünkü ifade
geneldir.
Âyet-i kerîmedeki
"Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler" Emir anlamına bir
haberdir. Yâni Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler! diyor Rabbimiz.
Çocuğunu emzirme, kadının diyâneten
görevidir. Günümüzde kimi feminist müslümanlar, ya da feministler karşısında
savunabile-cek din bilgisinden mahrum oldukları için eziklik duyan kimi
Müslümanlar, efendim kadınlar çocuklarını emzirmek zorunda değildir gibi
fetvalar üretmektedirler.
Halbuki çocuğunu emzirmek,
kadınların görevidir. Ama eğer o kadının kocası bir süt anne bulmuşsa, o zaman
bu kadın için bu konuda görevsizlik hakkı doğmuştur. Kocası tarafından süt
anne bulun-muş bir kadın, çocuğunu emzirmek zorunda değildir. Yâni bir kadın
aslında çocuğunu emzirmek zorundadır. Bu onun görevidir. Allah ona bu görevi
vermiştir.
Evet, öyle bir görev ki,
yapmamaya imkân var. Kocası razı olur da bir süt anne bulursa sen niye kendi
çocuğunu emzirmedin diye suçlu konumuna düşmüyor o kadın. Ama kocası böyle bir
süt anne bulmaz da sen emzireceksin dedi mi, canı isterse emzirecektir onu.
Buna diyâneten görev denir.
Meselâ kocanın babasına anasına bakmak
da böyledir. Kadın bu konuda da diyâneten görevlidir. Eğer kocasının babası ve
anası bakıma muhtaçsa ve kocası da karısına benim babama ve anama bakacaksın
demişse, kadın onlara bakmak zorundadır. Ama kocası babama anama bakmak zorunda
değilsin demişse, o zaman bu kadın onlara kendiliğinden bakmak zorunda değildir.
Yâni kocanın bu sözüyle otomatikman kadının sorumluluğu düşmüş olacaktır. Yâni
bu konuda niye onlara bakmadın diye Allah ondan bir hesap sormayacaktır. Ama
kocası bunlara bakacaksın dedi mi, bakmak zorundadır. Bakmazsa bu kadın
isyankardır, nâşizedir, dayağı hak edendir.
Meselâ ben gece saat ikide içinizden
birinin evine gelsem. Kocası hanımını uyandıracak ve yemek hazırlatacak.
Kadının: "Ya bana ne? Elin adamına şu saatten sonra yemek hazırlamak zorunda
mıyım?" demeye hakkı yoktur. Şimdi gece o saatte kalkıp yemek hazırlayan bu
kadın kime hazırlıyor bu yemeği? Bana mı yoksa kocasına mı? Kocasına hazırlıyor
değil mi? Kocası dedi çünkü. İşte bu onun kocasına bir görevidir. Ama kocası ona
böyle bir şey demezse, bu kadın bana yemek hazırlamak zorunda değildir. Yâni
kocası ondan böyle bir şey istemediği halde: "Ya evimize kadar gelmiş,
misa fir, işte ayıp olur
misa fire yemek ikram edelim!" demeye
de hakkı yoktur kadının. Ama kocası ondan bunu istediği anda nasıl ki kocasının
arzusu olarak bana yemek hazırlamak zorundaysa, aynen bunun gibi kocası
istediği zaman hem çocuklarını emzirmek, hem de kocanın babasına anasına bakmak
zorundadır. Bu onun diyâneten görevidir. Ama kocası onun üzerinden bu tür
sorumluluklarını kaldırdığı andan itibaren onun bu sorumlulukları kalkmış
demektir.
Evet Rabbimiz buyuruyor ki; anneler
çocuklarını tam iki yıl emzirirler.
"Onların (annelerin) yiyeceği ve
giyeceği örfe uygun şekilde babaya aittir. Hiç kimse gücünün üstünde bir
şeyden sorumlu tutulamaz."
Babanın anne ve çocuğunun maişetini ve
giyimini kendi imkânlarına göre, kendi gücüne göre temin etmesi üzerine
farzdır. Gerek evli olduğu hanımı ve çocuğunun maişeti, gerekse boşadığı
hanımı, onun çocuğunu emzirdiği sürece maişetini temin etmek kocaya aittir.
Müslim’in rivâyetinde bir kadın
Allah’ın Resûlüne gelerek: "Ey Allah’ın Rasûlü kocam cimri bir adamdır, bana ve
çocuklarıma harca-mıyor. Geçinebilmek için haberi yokken onun malından alabilir
miyim? Böyle yaptığım zaman bana bir günah var mıdır?" diye sordu. Bu, aslında
bir kadının kocasının bir sırrını deşifre etmektir. Yâni gıyabında kocasının
guybetini yapmaktır ve böyle bir davranış caiz değildir. Ama bir fetva almak
niyetiyle söylenmişse caizdir. Gıybetin caiz olduğu yerlerden birisi de işte
burasıdır. Bir kişi mahkemede, kadı karşısında hakkını savunabilmek için, kadıyı
ikna edebilmek için veya br âlimden fetva alabilmek için karşısındaki
davalısının normalde sır olan bir kısım durumlarını deşifre edebilir. İşte bakın
normal bir durumda bir kadının söylemesi caiz olmayan bir sırrını deşifre ediyor
ve kocam cimridir, bana ve çocuklarına harcama yapmıyor diyor. Bunun üzerine
onun harcamaları ve imkânları konusunda ikna olabilmek için sorular soran
Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:
"Örfe uygun olarak sana ve çocuklarına
yetecek kadar almanda bir günah yoktur."
(Müslim)
Kadın, kocasının ve çocuklarının
maişetini temin etmek için kendi malından harcamak zorunda değildir. Ama böyle
bir şey yaparsa bu kadın infak ediyor demektir. Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir
hadislerinde Ümmü Seleme’ye:
"Eğer onlara bir şeyler harcarsan o senin
için bir ecirdir" buyurdu.
"Ne anne, ne de baba çocuğu yüzünden
zarara sokulmasın!"
Yâni çocuk yüzünden anne de baba da
zarara uğratılmamalıdır. Baba annenin duygusunu, yavrusuna karşı şefkatini
istismar ederek onu ücretsiz emzirmesi konusunda kötüye kullanarak zarar
vermemelidir. Ya da çocuğu emzirmek annenin hakkı iken onu alıp başka bir
kadına emzirmesi için vermemelidir. Anne de babanın o andaki çaresizliğini
kötüye kullanarak çocuğu konusunda aşırı şekilde babanın omuzuna binmemelidir.
Babanın zaafını kullanarak emzirmeye karşılık ondan çok fazla para istemeye
kalkmamalıdır.
"Mîrasçıya düşen de bunun
gibidir."
Yâni eğer çocuğun babası yaşıyorsa
durum böyle olduğu gibi, eğer çocuğun babası ölmüşse o zaman ölen babanın en
yakın mîrasçısı babanın görevini üzerine alacak annenin ve çocuğun zarar
görmesi önlenecektir.
"Eğer (ana ve baba) kendi aralarında
anlaşıp danışarak (iki sene dolmadan) çocuğu memeden kesmek isterlerse,
ikisine de bir günah yoktur."
Rabbimiz çocuğun emzirilmesi konusunda
iki yıl tayin buyur-muştu ancak bunu şart koşmamıştır. Karı koca aralarında
anlaşırlar-sa çocuğa zarar vermemek kayd u şartıyla emzirme müddetini iki
yıldan aşağıya indirebilirler.
"Eğer çocuklarınızı (başka bir kadına)
emzirtmek isterseniz, vereceğiniz (emzirme ücretini) güzelce teslim etmek
şartıyla bunu yapmanızda bir günah yoktur."
Eğer babanın durumu müsait ve bir süt
anne bulup ona bunun karşılığını ödemeye karar vermişse, çocuğun süt anne
tarafından em-zirilmesinde bir sakınca yoktur. Böyle bir durumda kadının
emzirme sorumluluğu kalkmıştır.
"Allah’tan korkun ve bilin ki Allah ne
yaparsanız görmektedir."
Evet, bütün bu anlatılanlarla Allah
size yol gösteriyor. Sizler bütün bu konularda Allah’ın gösterdiği biçimde
hareket edin. Yolunuzu Allah’la bulun, muttaki olun. Rabbinize karşı
sorumluluklarınızın bilincinde olun. Yaptıklarınızı O’nun adına ve O’nun
beğeneceği şekilde yapın. Tüm hayatınızı sadece O’nun beğenisine sunun.
Unutmayın ki O Allah yaptıklarınızın tümünü görüp
gözetmektedir.
234:"Sizden ölenlerin geriye
bıraktıkları zevceleri, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler
(beklesinler). İşte (o kadınlar) iddetlerinin sonuna ulaştıklarında artık
kendileri hakkında iyilikle (şeriatın uygun gördüğü şekilde) yaptıkları
işlerden dolayı size bir günah yoktur. Ve Allah ne işlerseniz hepsinden
haberdardır."
Sizden ölenlerin geriye bıraktığı
hanımları dört ay on gün beklerler. Daha önceki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz,
boşanan kadınların iddetini anlatmıştı. Burada da kocası ölen kadınların
iddetini anlatıyor. Kocası ölen kadınlar dört ay on gün beklemek zorundadırlar.
Bu süre içinde başka bir kocaya varamazlar, süslenemezler, takı takamazlar,
kendilerini ortaya koyup arz edemezler. Hattâ Buhârî ve Müslim’in birlikte
rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Rasulü; kocası ölüp de iddet
bekleyen bir kadına, gözlerinde rahatsızlık bulunduğu halde sürme çekmeyi
yasaklamıştır. Bu durumda kadınlar bir görüşe göre iddet dönemini kocasının
evinde geçirmelidir. Hz. Ayşe, Hz. Ali ve İbni Abbas da kadın istediği yerde bu
iddetini doldurabilir demişlerdir.
Bunun adına yas tutma da denmiş.
İslâm’a göre yas tutan kadın yıkanabilir, ihtiyaçlarını gidermek için gündüz
evinden dışarı çıkabilir. Fakat gece olunca bu kadın iddet beklediği evine
dönmek zorundadır başka bir evde geceleyemez. Evet, kocaları ölen kadınlar
ancak dört ay on gün yas tutarlar.
Kadınların bu dönem içinde yas
tutmaları farzdır. Çünkü Rab-bimiz bu âyetin sonunda iddetleri bittikten sonra
süslenmelerinde, koku sürüp güzel elbise giymelerinde evlenmek istemelerinde
bir günah olmadığını anlatmaktadır. Demek ki yas tutma döneminde bunların
günah olduğu anlaşılıyor. Kadının kocasının dışında ölenler için üç günden
fazla yas tutması yasaklanmıştır. Ancak kocaları ölüp de dört ay on gün
beklemek zorunda olan kadınlar hamile olmayan kadınlardır. Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi hamile olan kadınların iddeti hamlini vaz etme süresidir.
Hamlini vaz eder etmez bu kadınların id-deti bitmiş demektir. Nitekim kocası
vefat ettikten on beş gün sonra doğum yapan bir kadına Allah’ın Rasûlü istediği
takdirde kocaya varabileceği iznini vermiştir.
"Sen
doğurduğun zaman iddetin bitmiştir. İstersen evlenebilirsin."
buyurmuştur. (Buhârî, Müslim, Ebu
Dâvûd, Nesâî)
Kocaları ölen kadınlar bu iddet
süreleri içinde hem Rahimlerini temizlemiş olurlar, hem kocalarının
hatıralarına saygılı olduklarını ortaya korlar, kocalarının hatıralarını
çiğnemezler, hem de kocaları ölür ölmez hemen o evden ayrılarak kocasının
ailesini de yaralamazlar. Bu âyet gelmeden önce İslâm’ın ilk dönemlerinde,
kocası ölen kadının iddeti bir yıldı. Cahiliye dönemindeyse kocası ölen
kadınların durumu içler acısıydı. Kocası ölen kadınlar küçük, karanlık ve pis
bir odaya kapatılır, eski elbise giyer, koku sürünmez hattâ bir sene boyunca
hiç yıkanmadan bekletilirdi. Bir sene bittikten sonra da eline hayvan pisliği
verilir ve bunu yüzüne gözüne sürmeye zorlanırdı. İslâm bunların hepsini men
ederek sadece kadının dört ay on gün iddet beklemesini
emretti.
"O kadınlar iddetlerinin sonuna
ulaştıklarında, kendileri hakkında iyilikle (şeriatın uygun gördüğü şekilde)
yaptıkları işlerden dolayı artık size bir günah
yoktur."
Yâni iddetlerini doldurduktan sonra
iddet esnasındaki yasaklar bitmiştir. Allah’ın istediği, şeriatın izin verdiği
kadarıyla süslenmeleri, koku sürmeleri, sürme çekmeleri, kendileriyle evlenmek
isteyenlerin karşısına çıkmaları mubah kılınmıştır. Bunda herhangi bir günah
yoktur. Bundan velilerin velâyeti altındakilerden sorumluluğunu da anlıyoruz.
Çocuklarını Allah’ın istediği biçimde yetiştirmeyenlerin günahkâr olduklarını,
bu vebalin onlar üzerinde olduğunu anlıyoruz.
235: "İddet bekleyen kadınları
nikâhlamak istediğinizi ima yoluyla onlara bildirmenizde veya böyle bir
arzuyu kalplerinizde saklamanızda üzerinize bir günah yoktur. Allah biliyor ki
muhakkak siz onları ilerde anacak-sınız. Ama maruf (meşru) bir söz söylemenin
dışında gizlice onlarla sözleşmeyin. Farz olan iddet bitinceye kadar da nikâh
akdine azmetmeyin. Allah’ın kalplerinizde olanı bildiğini bilin. Ve ondan
sakının ve bilin ki şüphesiz Allah bağışlayandır,
Halîmdir."
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde, kocası
ölüp de iddet bekleyen veya kocası kendisini üç talâkla boşadığı için iddet
bekleyen kadınlara açık olmamak şartıyla evlilik ima etmenin, çıtlatmanın veya
bu düşünceyi kalpten geçirmenin haram olmadığını anlatıyor. İnsan kocası ölmüş
iddet bekleyen veya boşanmış, iddet bekleyen bir kadınla evlenmeyi düşünebilir.
Bu evliliğe zemin hazırlamak üzere henüz kadının iddeti bitmeden bu düşünceyi
içinde saklaması caiz olduğu gibi, üstü kapalı olarak bu düşüncesini kadına
çıtlatması da caizdir. "Sen saliha bir kadınsın!" Ben saliha bir kadınla
evlenmek istiyorum!" "Ben seni beğeniyorum!" Sen iyi bir kadınsın!" "Ben
evlenmek istiyorum!" "Üzülme! Yakında Allah sana iyi bir eş nasip edecektir!"
Veya kadının velisine "Benim haberim olmadan onu başkasıyla evlendirmeyin!"
gibi imalı sözlerle bunu ona çıtlatabilir, bunda bir günah yoktur. Ama
başkalarının onunla evlenmelerine imkân bırakmayacak biçimde "Ben seninle
evlenmek istiyorum!" demesi, açıkça ona evlilik teklif etmesi caiz
değildir.
"Allah biliyor ki, muhakkak siz onları
ilerde anacaksınız. Ama maruf (meşru) bir söz söylemenin dışında gizlice
onlarla sözleşmeyin. Farz olan iddet bitinceye ka-dar da nikâh akdine
azmetmeyin. Allah’ın kalplerinizde olanı bildiğini bilin. Ve ondan sakının ve
bilin ki şüphesiz Allah bağışlayandır, Halîmdir."
Evet Allah biliyor ki, muhakkak siz
onları hatırlayacaksınız. Yâ-ni sizlerin onlara evlenmek isteyeceğinizi, onlara
duyduğunuz bu meyli mutlaka açığa vuracağınızı Allah bilmektedir. Tamam bunu
içinizden geçirmeniz ya da ima yoluyla bu niyetinizi onlara çıtlatmanız
normaldir, "kavlen marufa" yapmanız caizdir.
Buradaki "Kavlen marufa" ifadesi evlenmeyi
ima yoluyla arz etmek anlamınadır. Bu caizdir, ama "Benimle evlen!" "Benden
başkasıyla evlenmeyeceğine dair bana söz ver!" gibi açıkça onlara evlilik
teklif etmekten veya gizlice onlarla sözleşmekten sakının, çünkü bu haramdır
diyor Rabbimiz.
Âyet-i kerîmedeki "Gizlice onlarla sözleşmeyin."
İfadesi hem zina yapmayı hem de açıkça onlara evlilik teklif etmeyi veya id-det
bitmeden nikâh yapmayı ihtiva etmektedir. Buna göre boşanmış, yahut kocası
ölmüş ve iddet bekleyen kadınla iddet süresi dolmadan yapılan nikâh akdi
fasittir, geçersizdir. Hattâ bunun haram olduğunu bile bile yapan kişinin kâfir
olacağını söylemişlerdir âlimlerimiz.
"Ve bilin ki, Allah kalplerinizde olanı
bilmektedir. Artık ondan sakının! Ve yine bilin ki, şüphesiz Allah Ğa-fûr’dur,
Halîmdir."
Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz,
kalplerden geçirilenleri bil-diğini ve Allah’ın kalplerden geçirilmesini
istemediği şeylerin kalplerde bulundurulmaması gerektiğini
anlatıyor.
Eğer Allah’ın razı olmayacağı
şeyleri kalplerinizden geçirmiş-seniz, hemen Allah’a tevbe edin ve ondan
bağışlanma dileyin. Kalplerden geçirilmeye Allah’ın izin verdiği, ama pratiğe
dökülmesini yasakladığı şeyleri yapmaktan sakının. Ve bilesiniz ki, Allah
ğafur ve Halîmdir. Günah işleyip de hemen ondan tevbe eden kullarını bağışlayan
ve onların hatalarını, kusurlarını örtendir. Bir de işlenen günahlar karşısında
hemen acele etmeyip tevbe etme imkânı tanıyandır, Halîmdir
Allah.
236:"Kendileriyle temas etmeden veya
kendilerine bir mehir tayin etmeden evlendiğiniz kadınları boşamanızda size bir
günah yoktur. (Ancak şu kadar var ki) zengin olanınız durumuna göre, darda
olanınız da durumuna göre örfe uygun bir şekilde onlara mut'a vermesi gerekir.
Bu muhsinler üzerine bir haktır."
Âyet-i kerîmenin nüzul sebebiyle
alâkalı Kurtubî tefsirinde şöyle bir hadise anlatılır: Ensâr’dan birisi bir
kadınla evlendi. Sonra henüz mehir tayin etmeden ve o kadınla cima yapmadan onu
boşadı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Allah’ın Rasûlü buyurdu ki:
"Başına örttüğün şey bile olsa mut'a olarak
onu o kadına ver!"
(Kurtubî
tefsiri)
Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki; sadece
şehvetini tatmin için kadınlarla evlenmeyi, sonra da onları boşamayı İslâm
haram kılmaktadır. Ama nikâh akdi yaptıktan sonra henüz kadınla cima yapmadan,
mehir de tayin etmeden onunla evlenmeyi dini ve maslahatı için uygun görmeyen
kişinin onu boşamasında bir günah yoktur. Nitekim Allah’ın Rasûlü kendisine
nikâhladığı ve gerdeğe gireceği karısı Bint’ül Cüne Rasulullah’a: "Senden
Allah’a sığınırım!" dediği için Rasulul-lah’ın da:
"Benden çok büyük bir zata sığındın. Ailenin
yanı-na dön!"
diyerek onu boşadığını Buhârî ve
Müslim bize anlatmaktadır. Âyet-i kerîmede:
_«8
«š³@«K¬±X7! vB²TÅV«0 ²–Ë! ²vU²[«V«2 «ƒ@«X%¸
®}«N<¬I«4 ÅwZ«7 ²~Y/¬I²S«# —Ï!
Åw;YÇK«W«# ²v«7
"Mehir tayin etmeden evlendiğiniz kadınları
boşamanızda size bir günah yoktur."
İfadesinden anlıyoruz ki, mehir
tayin edilmeden de nikâh caizdir. Yâni mehir nikâh akdinden sonra da tayin
edilebilir.
Âyet-i kerîmede geçen "Mut'a" erkeğin mehir tayin etmeden
ve kendisiyle cinsi münâsebette bulunmadan boşadığı karısına onun üzüntüsünü ve
sıkıntısını gidermek için vereceği bir ikramdır. Para, mal, elbise vs gibi.
Ancak bunun belli bir miktarı yoktur. Bu kocanın takdirine
bırakılmıştır.
"Bu
muhsinler üzerine bir haktır."
diyor Rabbimiz. Bu ifadeden bunun
farz olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.
Demek ki boşanan kadınları dört durumda
değerlendirebiliriz:
1- Kendisiyle zifafa girilmiş ve mehir
takdir edilmiş olan kadın-lar. Bu kadınların hükmü daha önce geçti. En küçük
bir haksızlığa meydan verilmeden bu kadınların mehirlerinin kendilerine
ödenmesi gerektiğini Rabbimiz sûrede anlatmıştı.
(Bakara:
2/228-229)
2- Kendisiyle zifafa girilmiş olup ama
henüz mehir takdir edilmemiş iken boşanan kadınlar. Bunlar için de mehri misil gerekmektedir. Yâni emsaline
ödenen mehirin aynısının bu kadına ödenmesi gerektiğini Rabbimiz bildiriyor.
Bununla ilgili açıklama ilerde gelecektir. Nisâ sûresinin 24. âyet-i
kerîmesinde:
"O halde onlardan hangisiyle
faydalandıysanız (cima yaptıysanız) ücretlerini takdir edildiği şekilde verin."
(Nisâ 24)
Aynen bunun gibi kendisiyle zifafa
girilmeden ve kendisine mehir de tayin edilmeden kocası ölen bir kadın da
kendisine denk olan kadınların aldığı mehir kadar bir mehir almakla birlikte,
ölen kocasının mîrasından da pay alır.
3- Üçüncüsü kendisiyle zifafa
girilmemiş ve mehir de tayin edilmemiş oldukları halde boşanan kadınlardır ki;
şu anda tanımaya çalıştığımız âyet de bunu anlatıyor. Maruf ölçüler içinde
kocanın mad-dî durumuna göre böyle kadınlara mut'a verilmelidir. Ayrıca böyle
zifafa girilmeden boşanmış kadınlar için bir iddet beklemek de söz konusu
değildir:
“Ey İnananlar! Mü'min kadınlarla
nikâhlanıp, onları, temasta bulunmadan boşadığınızda, artık onlar için size
iddet saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle
serbest bırakın.”
(Ahzâb 49)
Âyetiyle açıklanmıştır. 4- Dördüncüsü
de:
237:"Onlara mehir tayin ettiğiniz halde
dokunmadan boşarsanız, o zaman tayin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır. Ancak
kadının kendisi yahut nikâh akdi elinde bulunan velisi bunu bağışlarsa mehir
gerekmez. Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki iyiliği de
unutmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı
görendir."
Âyet-i kerîmede Rabbimiz nikâh
akdi esnasında mehir tayin edilmiş, ama henüz zifafa girilmeden boşanan
kadınlara tayin edilen mehirin yarısının verilmesi gerektiğini anlatır.
Eğer kendisiyle nikâh yapılmış, ama
gerdeğe girilmeden boşanan kadın kendisine terettüp eden bu mehri bağışlarsa,
almaktan vazgeçerse o zaman bu mehir düşer.
Âyet-i kerîmedeki nikâh akdi elinde
olan kişiden kimlerin kastedildiği konusunda değişik görüşler
vardır.
1- İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî’ye
göre bu nikâh akdi elinde olandan kasıt, bu kadını boşayan koca demektir.
Öyleyse nikâh akdi elinde olan kişi affederse ifadesinin anlamı şöyle
olacaktır: Kocası mehirin diğer yarısını da affeder ve tamamını vermek isterse
bu müstesna olacaktır.
Bu durumda boşanan kadın, kendisine
Rabbimizin tayin buyurduğu bu mehrin yarısını kocasına bağışlayabileceği gibi
kocası da öteki yarısını bağışlayıp mehrin tamamını boşadığı karısına
verebilecektir. Rabbimiz bu beyaıyla her ikisine de birbirlerini kırıp dökmemek
için, İslâm kardeşliğini zedelememeleri için iyi davranmayı, cömert davranmayı
tavsiye ediyor. Çünkü İslâm kardeşliği karılık kocalıktan önceliklidir. Buna çok
dikkat etmek gerekmektedir. Karı koca arasındaki evlilik ilişkisi bitmiş olsa da
bu kardeşlik ilişkisi kıyamete kadar devam edecektir. Her ikisi de yarın
birlikte düşman karşısına çıkıp ci-had edecekler ve yine yarın cennette
olacaklardır.
2- İkincisi buradaki "nikâh akdi elinde olan" dan kasıt,
kadının velisidir. Bunu İmam Mâlik tercih etmiştir. Buna göre kadının velisi
mehrin yarısını damadına bağışlayabilir.
"Sizin affetmeniz (bağışlamanız), muhakkak
ki takvaya daha yakındır. Aranızdaki iyiliği unutmayın. Muhakkak ki Allah
yaptıklarınızı görendir.”
Kadın ve erkekten her biri
diğerini affedip iyilikte bulunursa, bu onlar için takvaya daha yakındır. Yâni
kadın: "Nasıl olsa benimle zifafa girmedi" diyerek mehirin yarısını kocasına
bağışlarsa, erkek de karısını teselli etmek için, gönlünü almak için diğer
yarısını da affedip mehrin tamamını ona verirse işte bu her ikisi için de
takvadır diyor Rabbimiz.
Bir de aralarınızdaki iyilikleri
unutmayın diyor Rabbimiz. Yâni boşandık diye birbirinizin düşmanı olmaya
kalkmayın. İki aile birbirine düşman kesilmesin. Müslümanlar olarak, din
kardeşleri olarak yine birbirinize dost kalın. Bakın Allah’ın Resûlüyle Hz.
Zeynep evlendikten sonra, Hz. Zeyneb’in önceki kocası Zeyd’le Rasulullah’ın
arasındaki dostluk aynen devam etmiştir. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızı
gören-dir. Eğer birbirinize iyilik yaparsanız Allah bunu görür ve size kat kat
karşılığını öder; ama sizler birbirinize zulmetmeye kalkarsanız, Allah onu da
görmektedir.
Tabi bütün bu konularda Allah’ın
istediği davranışları gerçek-leştirebilmek için de namazlarınızı muhafaza etmek
zorundasınız. Yâni sürekli Allah’la diyaloglarınızı kesmemek zorundasınız.
Namazla sürekli Allah’tan mesaj almak, sürekli O’nun huzurunda ve O’nun
kontrolünde olduğunuzu hatırlamak zorundasınız. Değilse bütün bunları
beceremezsiniz, dikkat edin ha! diye Rabbimiz yeniden namaza dikkat çekecek bu
bölümde.
238:"Namazları ve bilhassa orta namazı
(üzerine titizlikle düşerek) muhafaza edin! Ve Allah için kalkıp O’-na gönülden
boyun eğiciler olarak divan durun! (kunutta
bulunun)"
Namazlarınızı muhafaza ediniz.
Namazların muhafazası, tüm namazları vaktinde rükûn ve şartlarına riâyet ederek
hiçbirini ihmal etmeden, Allah’ın istediği biçimde yerine getirmek demektir.
Namazların muhafazası, namazla Allah’tan alınan mesajın muhafazası demektir.
Namazla Allah’tan alınan mesajın, namaz sonrası hayata aktarılması ve sosyal
hayatın bu mesajla düzenlenmesi demektir. İşte böyle namazlarınızı hiç ihmal
etmeden muhafaza edin ve özellikle de orta namaza dikkat
edin!
"Salâtul vusta" Vüsta, evsad kelimesinin müennes
ismi taf-dıylidir. Arapça’da bu kelime hem orta, hem de yüce, yüksek
anlamlarına gelmektedir. Hem orta namaz, hem de bütün sıfatlarını havi olarak
Allah’ın istediği biçimde kılınan namaz mânâsına gelmektedir. Bu namazın hangi
namaz olduğu, şu bildiğimiz namazlardan birisi mi, yoksa bu namazlardan başka
bir namaz mı olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Sahabeden çoğunun
ifadesine ve dört mezhep imamının görüşüne göre bu namaz, ikindi namazıdır.
Allah’ın Rasûlü Ah-zâb savaşı günü, kendilerini çok şiddetli bir biçimde
sıkıştıran ve hattâ Müslümanlara ikindi namazı kılma imkânı bırakmayan
müşriklere bedduada bulunmuştu:
"Onlar bizi orta namaz olan ikindi
namazından meşgul ettiler. Allah da onların evlerine ve kalplerine ateş
doldursun!"
diye bedduada bulunmuştur.
(Beyhaki, Sünenü’l-Kübra 1/460)
Yine Allah’ın Resûlü’nün Tirmizî’de:
"Orta namaz, ikindi namazıdır."
hadisini
biliyoruz.
Yine sahabeden kimileri bu orta namazın
sabah namazı ol-duğunu söylemişlerdir. Kimileri bunun öğle namazı olduğunu,
kimileri akşam, kimileri yatsı namazı olduğunu söylemişlerdir. Bu, beş vakit
namazın tamamını içine alır diyenler de olmuş. Sahib-i tertip olmanın önemine
dikkat çekiliyor diyenler olmuş. Cemaatla kılınan namazdır, Allah burada cemaata
dikkat çekiyor diyenler olmuş. Cuma günü kılınan cuma namazıdır, korku
namazıdır, vitir namazıdır, Kurban bayramı namazıdır, Ramazan bayramı
namazıdır gibi pek çok görüşler serd edilmiştir bu konuda.
Fakat tüm bu rivâyetler
dikkatlice incelenirse Allahu âlem en uygunu bunun ikindi namazı olmasıdır.
Çünkü bu konuda en güzeli Rasûl-i Ekrem’in beyanına uymaktır. İnsanlar için
meşguliyetin en fazla olduğu dönem de ikindi dönemidir. Buna göre şöyle demek
herhalde daha uygun olacaktır: Her şahıs için engellerin ve meşguliyetin
çokluğu sebebiyle kılınması en zor ve geçirilmesi en çok ihtimal dahilinde olan
namaz, onun için en faziletli namaz veya orta namazdır.
Veya bu orta namaz açıkça
belirtilmediğine göre mümin bütün namazlarını tam olarak muhafaza ederse, bu
namazı da muhafaza etmiş olacaktır. Tıpkı Kadir Gecesini Rabbimizin gizli
tuttuğu gibi. Kadir Gecesini yakalamak isteyen kişi Ramazanın son on gününü
tamamen ibâdetle geçirmesi gerektiği gibi. Öyleyse tüm namazlar Allah’ın
istediği biçimde muhafaza edilmeli ki, bu orta namaz da muhafaza edilmiş olsun.
Evet, namazların tümünü muhafaza edin, özellikle de bu orta namaza çok dikkat
edin!
"Ve de Allah için kalkıp, divan durunuz.
(Kunutta bulununuz)"
Allah için kalkıp Allah huzurunda
el pençe divan durunuz.
"Ganitiyn" kelimesinin birkaç mânâsı
vardır.
1- İtaat ediciler olarak Allah’ın
huzurunda durun.
2- Konuşmadan ve namazı bozacak
fiillerde bulunmadan huzurda durun.
Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde şu
rivâyeti görüyoruz: Zeyd Bin Erkam diyor ki: "Habeşistan’a hicretten önce
Allah’ın Rasûlü namazdayken biz ona selâm verirdik, o da bizim selâmımızı
alıyordu. "Ve Allah’ın huzurunda huşu ile
durun" âyeti nazil olmuş
Habeşistan’dan dönüşümüzde tekrar ona namazda iken selâm verdik; fakat Allah’ın
Rasûlü bizim selâmımızı almadı. Öyleyse bu âyetin mânâsı "Namazda konuşmayın!"
demektir.
3- Huzû ve huşû içinde namaz kılın ve
namazda dua edin demektir.
"Kunûd" el pençe beklemek demektir. Emre hazır
beklemek demektir. Ya Rabbi ben sana teslimim! Ben sana bağlıyım! Ne istersen
iste! Ne emredersen emret! Ben senin emrini bekliyorum! Demektir. Kulluğu
sadece Allah’a hasretme, şirkten kaçınma ve Allah’-tan başkalarını kesinlikle
dinlemeyeceğini ortaya koymadır bu.
Bir de bu:
"Ve Allah için ganitiyn olarak ayakta
durun!"
Âyetinin mânâsı; namazda aldığınız
mesajla hayatınızı ayakta tutun! Bu mesajla ayağa kalkın anlamına gelmektedir.
İster evlilik, ister boşanma, ister yemin olsun Kur’an’da Allah’ın bildirdiği
hükümlerin tamamına uymak, namaz gibi ibâdettir. Nasıl ki namaz konusunda
Allah’tan başka hiç kimsenin hüküm koyma yetkisi yoksa, diğer konularda da hiç
kimsenin hüküm verme yetkisi yoktur. Allah öğle namazını dört rek'at olarak
tayin buyurduğu halde bu namazı beş rek'at kılacaksınız diyenlere itaat eden
kişiler, nasıl ki Allah’ı bırakıp bu emri verenleri ilâh kabul etmişlerse aynen bunun gibi boşama
yetkisini erkekten alıp kadına veya devlete vererek Allah’ın hükmünün dışında
hükmedenlerin hükümlerini kabul edenler de bunarı ilâh kabul etmişler demektir.
Allah, kocası tarafından boşanmış
kadınların üç kuru’ müddeti iddet beklemesini emrettiği halde veya kocası ölen
kadınların dört ay on gün beklemelerini emrettiği halde Allah’ın hükmünü
değiştirip, hayır kadın hemen evlenebilir, diyenlere itaat edenler de bunları
İlâh kabul etmişler demektir. Allah’ın
hükümleri dışında hüküm verenler kim olurlarsa olsunlar, kim olurlarsa olsunlar
reddedilmesi gereken tâğutlardır.
Her kim de bu tâğutları reddetmez ve
yalnız Allah’a yapılması gereken kulluğu bu tâğutlara da ayırarak onları İlâh
kabul ederse; bunlar Allah için ganitiyn olarak durmayan insanlardır. Allah’la
birlikte başkalarına da itaat eden müşrikler demektir. Namazda hiç mesaj
almayan, ya da namazda aldıkları mesajı hayatlarına aktaramayan insanlar
demektir.
239:"Eğer bir şeyden korkarsanız
namazı yaya veya binek üzerinde kılın! Emin olduğunuzda da Allah’ın size
bilmediğiniz şeyleri öğrettiği gibi siz de Allah’ı
zikredin!"
Rabbimiz bundan önceki âyette
emniyet halinde iken namazı hiçbir zaman terk etmememizi emrettikten sonra bu
âyetinde de korku halinde kılınması gereken namazı anlatıyor. Âyet-i kerîmeden
anlı-yoruz ki korku halinde bile namazı terk etme yoktur. Namaz imandır.
Namazın terki hiç bir zaman caiz değildir. Namaz ayakta kılınmalıdır. Ama ayakta
kılamayan oturarak, oturarak kılamayan yatarak, yattığı yerden de kılamayan ima
yoluyla namazını mutlaka kılmalıdır. Kıbleye yönelemeyen kişi herhangi bir yöne
yönelerek kılabilir. Savaş esnasında, düşmandan kaçarken, hastayken, korku
halindeyken hâsılı her hâlükârda namaz kılınmalıdır. Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurur:
"Eğer korku çok ise ayakta olduğu gibi binek
üzerinde de kılabilirsiniz. Kıbleye yönelebileceğiniz
gibi başka bir yöne de yönelebilirsiniz."
Düşmandan, yırtıcı hayvanlardan
şiddetli bir korku içine düşül-düğü zaman, namaz yolculuk namazı gibi iki
rek'at olarak kılınabile-ceği gibi, öğle ile ikindi, akşam ile yatsı cem
edilerek de kılınabilir. Herhangi bir yöne yönelerek, yürürken veya binekteyken
kılınabilir. Evet bu korku durumundayken de namazlarınızı terk
etmeyin.
"Korku kaybolup emniyete kavuştuğunuz
zaman da Allah’ın size bilmediğiniz şeyleri öğrettiği gibi siz de Allah’ı
zikredin!"
Yâni tehlike bitip de emniyete
kavuştuğunuz zaman da artık namazlarınızı yine tam olarak kılınız. Böylece
namazla Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini, Allah’ın hükümlerini zikredin. Namazla
Allah’tan mesaj alın ve o mesajla hayatınızı düzenleme gayreti içine girin.
Namazda aldığınız mesajları hafızanızda canlı tutun ki, hayatınızı onlarla
düzenleyin.
240:"İçinizden vefat edip de geride eşler
bırakanlar, eşlerinin evlerinden bir sene çıkarılmamasını ve geçimlerinin
sağlanmasını vasiyet etsinler. Eğer kendileri çıkarlarsa onların örfe uygun
olarak yaptıklarından dolayı size bir günah yoktur. Allah Azîzdir,
hakimdir."
Müfessirlerin çoğuna göre bu âyet
Bakara sûresinin 234. âyetiyle nesih edilmiştir.
"Sizden ölenlerin geriye bıraktıkları
zevceleri, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler..."
(Bakara 234)
Âyetiyle bu âyet nesih edilmiştir. Yâni
kocası ölen kadınların kocalarının evinde bir yıl beklemeleri belki bir
azimettir veya mubahtır. İlla da bir yıl beklemek zorunda değildirler. Ama dört
ay on gün iddet beklemeleri farzdır.
Ayrıca ölümü yaklaşan kocaların
arkalarında bıraktıkları hanımları için bir yıllık nafaka vasiyet yapmaları
Nisâ sûresindeki:
"Bıraktıklarınızın dörtte biri
hanımlarınızındır."
(Nisâ: 12)
Âyetiyle nesih edilmiştir. Yine şu
hadis de bunun nesih edildiğini anlatmaktadır:
"Mîrasçı için vasiyet yoktur."
(Buhârî,
Müslim)
Kocası ölmüş kadın mîrasçılardan birisi
olduğundan onun için ayrıca vasiyette bulunmanın yasaklandığı anlatılıyor bu
hadiste. Böylece mîras âyeti ile vasiyet âyeti, dört ay on gün iddet bekleme
âyetiyle de bir yıl bekleme hükmü nesih edilmiştir.
Bazı müfessirler de bu âyetin mensuh
olmadığını aksine yeni bir hükmün mevcut olduğunu söylemişlerdir. O da vefat
eden kocanın kendi hanımının lehine, bir senenin sonuna kadar evinde kalmasını
vasiyet etmesidir. Böylece kadının evinde dört ay on gün bırakılması farz, sene
sonuna kadar kalması da mendup olacaktır. Yâni kadın isterse bir yıl kocasının
evinde kalacak, dilerse bir yıl dolmadan çıkabilecektir. Şâyet kendileri
çıkarlarsa, artık size bu konuda bir mesuliyet yoktur ifadesi de bunu
anlatmaktadır.
241:"Boşanan kadınlar için örfe uygun bir
şekilde mut'a vardır. Bu muttakiler üzerine bir
haktır."
Boşanan kadınlara mut'a konusu
daha önce geçtiğine göre burada anlatılan mut’a’nın iddet nafakası olması
muhtemeldir. Bu mut’a’nın da kocanın maddi gücüne ve kadının durumuna göre
takdir edilmesi gerekmektedir.
242:"Allah, âyetlerini belki akledersiniz
diye işte böylece açıklıyor."
Ey mü'minler! Allah böylece size
âyetlerini, haramlarını, helâllerini, emirlerini, nehiylerini net ve açık bir
şekilde açıklıyor. Eğer akıl sahipleriyseniz bütün bu açıklananlardan ibret alır
Allah’ın istediği biçimde davranırsınız.
²v¬;¬*@«<¬(
²w¬8 ²~Y%«I«' «w<¬HÅ7! |«7Ë! «h«# ²v«7Ï!
243:"Ölümden korktukları için binlerce
kişinin memleketlerinden çıktığını görmedin mi? Allah onlara; "Ölün!" dedi.
Sonra onları tekrar canlandırdı. Muhakkak ki Allah insanlara çok fazıl ve ihsan
sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmez."
Âyet-i kerîmede hiçbir tedbirin takdiri
bozamayacağı, Allah’ın kaderinden yine Allah’a sığınmaktan başka çarenin
bulunmadığı anlatılmaktadır. Sözü edilen bu insanlar ya ölüm korkusuyla
cihattan kaçmış kimselerdir ya da salgın bir hastalıktan tedbir almak için
kaçmış insanlardır.
Düşmanla savaşmak, vatanlarını ve
dinlerini müdafaa etmek söz konusu olduğu zaman Allah’ın cihad emrini yerine
getirmeyerek, düşmanla karşı karşıya gelmeyi göze alamayarak sürü sürü
yurtlarını terk eden nice kavimlerin çok geçmeden mahvolduklarını, perişan
olduklarını, yıllar yılı galip toplumların kölesi olarak öldüklerini,
bittiklerini yok olduklarını ama yüz yıllar sonra yine Allah’ın izniyle tekrar
hayat bulduklarını biliyoruz. Savaşı göze alamadıkları için galip toplumların
elinde oyuncak olmuş, varlıklarını, şahsiyetlerini, hürriyetlerini kaybetmiş,
dinlerini, tarihlerini kaybetmiş, silinip gitmiş nice milletler tanıyoruz. Allah
bunlara, bu kendi uğrunda savaşı göze alamayan korkaklara, madem ki sizler benim
yolumda cihadı göze alamadınız öyleyse haydi "ölün" haydi "sürünün" buyurmuş
onlar da ölmüşler, yok olmuşlar ve silinmişler.
Yıllar yılı İslâm dünyasının ölümünün
ve sukutunun altında yatan sebep işte budur. Yeniçeri kılıcı kınına sokup bu
ıssız çöller aşılmaz! Bu savaş çekilmez! Yaşamak varken ölüm göze alınmaz!
dediği andan itibaren bizim sukutumuz da başlamış. Allah için savaşı göze
alamadıkları için galip toplumların kölesi durumuna düşmüşüz. Varlığımızı,
şahsiyetimizi, hürriyetimizi, dinimizi, tarihimizi kaybetmişiz. Kelimenin tam
anlamıyla ölmüşüz yani.
Ama yıllar süren bu ölümümüzden
sonra inşallah Rabbimizin bizi yeniden dirilteceği günlerin yakın olduğunu
anlıyoruz. Zira öldürmek de O’na aittir diriltmek de. Ama bunun elbette bir
yasası vardır. İşte bundan sonraki âyette Rabbimiz bu dirilişin yasasını şöyle
anlatıyor:
244:"Allah yolunda savaşın ve bilin ki
muhakkak Allah semidir âlimdir."
Rabbimiz ecelin kendi elinde
olduğunu ve insanlar ölümden ne kadar da kaçarlarsa kaçsınlar, ölmemek için ne
kadar tedbir alırlarsa alsınlar Allah’ın takdirini bozamayacaklarını
anlatıyor.Rabbimiz Ölüm korkusuyla cihattan kaçanları cihada teşvik ediyor. Ey
mü'min-ler! Allah yolunda savaşın ve sakın ölümden korkmayın! İyi bilin ki Allah
yolunda savaşmak sizin ecelinizi kesinlikle kısaltmaz. Kişinin ölüm sebebi
ecelinin gelmiş olmasıdır buyurarak Rabbimiz mü'minleri cihada teşvik ediyor.
Varlıklarının garantisi olarak Allah’ın kendilerine yüklediği cihattân geri
durmamaları, ölümden korkmamaları aksine ona ölümü meydan okurcasına
karşılamaları istenmektedir. Allah için savaşa katılmak hattâ savaşın en ön
saflarında bulunmak ölüm sebebi olmayacağı gibi savaştan kaçmak da ölümden
kurtuluş anlamına gel-meyecektir. Rabbimiz bu hususu
anlatırken:
"De
ki evlerinizde dahi olsaydınız yine üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar
mutlaka vurulup düşeceği yeri boylardı."
(Âl-i İmrân:
154)
Yine aynı sûrede Rabbimiz şöyle
buyurur:
"Allah’ın (belli bir süreye göre
yazılmış) izni olmadan hiçbir kişi ölemez."
(Âl-i İmrân:
145)
Bundan sonra karz-ı haseni anlatacak
Rabbimiz. Buyurur ki:
_®/²I«5 «yÅV7!
Œ¬I²T< ™¬HÅ7! ~«) ²w«8
245:"Kim de Allah’a güzel bir borç verirse
Allah O’na kat kat artırarak ödeyecektir. Sıkan da, açan da Allah’tır.Hepiniz
O’na döndürüleceksiniz"
Rabbimiz kullarını cihada teşvik
buyurduğu bu bölümde infakı da gündeme getiriyor. Hem de kendisine borç isteme
pozisyonunda infakı gündeme getiriyor. Yâni böyle cihat gibi, namaz gibi, oruç
gibi, infak gibi yapacağınız kulluklarla Allah’a öyle borçlar sunun ki bunlar
güzel bir borç olarak Allah’ın yanında kalsın ve size en lâzım olacağı zaman
ondan alırsınız. Cennet için mi lâzım oldu? cehennemden kurtulmak için mi lâzım
oldu? O zaman ondan alırsınız.
Canlarınızı, bedenlerinizi,
akıllarınızı, zamanlarınızı, mallarınızı bugün Allah’a emanet verirseniz, yâni
bütün bunları Allah yolunda ve Allah’ın hizmetinde kullanırsanız: “Ya Rabbi
senin yolunda harcıyorum ve sana emanet ediyorum yarın lâzım olunca senden
alırım” derseniz bilesiniz ki onlara en çok muhtaç olduğunuz zaman Allah onu
size kat kat ödeyecektir.Böyle demeseniz bile her biri zaten kaybolup gidiyor.
Meselâ şu anda şu bir saatlik zamanı Allah’a ayırmasaydınız nasıl olsa yine
geçecekti değil mi?
Öyleyse zamanınızı Allah için
harcayın ve ona bir emanet olarak sunun, yarın ondan alırsınız. Akıllarınızı,
zekâlarınızı sadece para kazanmaya değil de biraz da Allah’ın âyetlerini
tanımaya, ağızlarınızı sadece yemeye içmeye değil de biraz da Allah’ın dinini
çoluk çocuğunuza anlatmaya harcayın. Böylece Allah’a güzel bir borç sunun ki
yarın Allah’tan onu alasınız.
İbni Abbas der ki bu âyet Ebu Dahdah
hakkında inmiştir. Bu âyet geldiği zaman bu zat Rasulullah’a gelerek: "Ey
Allah’ın Rasûlü şimdi Allah bizden karz istiyor öyle mi?" Allah’ın Rasûlü evet
deyince Ebu Dahdah: "Ey Allah’ın Rasûlü benim iki bahçem var. Bunlardan en
güzelini, içinde 600 hurma ağacı bulunan bahçemi infak etsem bana onun bir
benzeri var mı?" dedi. Allah’ın Rasûlü “Evet hattâ ondan çok daha
fazlası!” buyurdu. Adam: "Ey Allah’ın Rasûlü! Hanımım da benimle beraber
olacak mı? Onun da bu işten bir hissesi
var mı?" dedi. Allah’ın Resûlü: "Evet o da seninle beraberdir!"
buyurdu. Adam: "Ey Allah’ın Rasûlü uzat elini ve şahit ol ki ben bahçemi bu
şartla Rabbime karz ettim!" Dedi ve hemen bahçesine gitti hanımı ve çocukları
oradaydı. Bahçenin kapısında durdu ve hanımına bu bahçeyi şu şu şartla Allah’a
karz ettiğini söyledi. En az onun kadar Allah’a teslim olan karısı da aynı
fedâkârlık ve cömertlikle:
"Allah alışverişini kabul etsin! Ey Ebu
Dahdah ne kadar da pahalı satmışsın onu?" dedi ve birlikte bahçeden çıktılar.
Kadın çocukların ağzındaki ve torbalarındaki hurmaları da çıkarıp bunlar bize
ait değil artık diyerek bahçeye bıraktı.
(Râzî Tefsiri
6/178)
Bu âyetin inişiyle insanlar üç gruba
ayrıldılar.
1- Alçaklar. Bunlar şöyle dediler:
Bakınsanıza Muhammed’in Rabbi bizden borç isteyecek kadar fakirmiş. Allah fakir,
biz zenginiz dediler. Allah zayıf, biz güçlüyüz dediler. Buna küfür mantığı
denir. Yâsînde de aynı konu anlatılır:
"Onlara Allah’ın size verdiği rızıklardan
Allah yolunda infak edin denildiği zaman küfredenler derler ki: Allah’ın
doyuracaklarını biz mi doyuracağız?"
(Yâsîn: 47)
Yâni bu fakirleri Allah doyuramadı da
biz mi doyuracağız? Allah bu fakir kullarını doyuramayacak kadar fakir de
bizden infak mı istiyor diyorlardı. Küfür mantığı. Sanki Allah’ın malı ayrı
kendilerininki ayrı. Sanki kendi ceplerindeki, kendi ellerindeki Allah’ın
değil. Bunu önceki derslerimde de söyledim. Böyle cebindekilerin Allah’a ait
değil de kendisine ait olduğuna inanan, yani kendisini mülkün sahibi gören bir
kişi zırnık bile veremez. İstese de veremez. Bu mal, bu mülk benim değil
Allah’ındır. Ben bunu onun istediği yerlerden kazanıp, razı olduğu yerlerde
harcamalayım diyen ve böylece inanan kişi ancak infakı becerebilecektir. Allah
kendilerinden karz isteyince bu şekilde alçakça davrananlar
oldu.
2- Cimriler. Bir kısım insanlar da
Allah’ın kendilerinden karz isteyen bu âyetini duyunca cimrilik yaptılar. Mala
rağbet edip Allah yolunda harcamaya yanaşmayan, dünya hayatına güvendiklerinden
ötürü hiç kimseye yardım elini uzatmayanlar, cimrilik
edenler.
3- Üçüncü grup da Allah’ın bu dâvetini
duyar duymaz infaka koşanlar. Bunlar mülkün de hayatın da gerçek sahibinin
Allah olduğuna inanan ve bu inanca dayalı olarak malını da, canını da,
hayatını da Allah’a karz olarak sunan, Allah için bir hayat yaşayan
insanlar.
Birinci olarak anlarız ki, bu ayetle
Rabbimiz tüm varlığımızı kulluk adına kendisine sunmamızı istiyor. İkinci
olarak da bizzat fakirlere, muhtaçlara kendi rızası adına borç vermemizi
emrediyor. Allah kendini fakir kullarının safında kılarak kendi adına onlara
karz yapmamızı istiyor. Kendi rızası adına sıkıntı içinde kalmış kardeşlerimize
karz-ı hasen adı altında borç vermemizi istiyor.
Karz-ı hasen Allah rızası için sıkıntı
içinde kıvranan müslü-manlara verilen malın sadece kendisinin geri gelmesi
şartıyla borç verilmesinin adıdır. Allah bunu bir ibâdet kabul etmekte ve
teşvik etmek-tedir. Müslüman kardeşine mahza onu sıkıntıdan kurtarmak, yüzünü
güldürmek ve böylece Rabbinin rızasını kazanmak için borç verir. İca-bında
çalıştırarak kâr elde edebileceği o parasını Allah rızası için kardeşinin
hizmetine sunmaktadır. Verdiği o para bir süre sonra aynen kendisine dönmüş olsa
bile o süre içinde sırf Allah rızası için o parayı dondurmuş ve onun kârından,
mahrum kalmıştır. Ama ne gam, onu aslında o malın da kendisinin de sahibi olan
Allah’a borç olarak vermiş ve böylece Rabbinin hatırını kazanmıştır. Rabbine
onu karz olarak sunmuş ve ona en çok muhtaç olduğu bir günde Allah onu ona kat
kat fazlasıyla ödeyecektir.
Hattâ bir hadis-i şerife göre bir
müslüman kardeşine yapılan karz-ı hasenin sevabı, borç vermenin fazileti aynı
şekilde bir müslü-mana yapılan sadakanın sevabından daha üstündür. Allah’ın
Resûlü hadislerinde sadakanın sevabının ona katlanacağını ama borç vermenin
sevabının on sekize katlanacağını buyurmaktadır. Bunun bir kaç sebebini şöyle
kısaca arz edeyim inşallah:
1- Borç vermenin sadakadan üstün
oluşunun birinci sebebi: bu şekilde
karşılık düşünmeden, menfaat ummadan sadece Allah için bir kardeşine kişinin
borç verebilmesi aynı zamanda fâizdeki kazanç duygusunu ayak altına almayı
ifade etmektedir.
2- İkincisi bazen kişisel olarak sadaka
almayı uygun görmeyen borçlanmakla ihtiyaçlarını gidermeyi daha onurlu bir
hareket olarak gören şahsiyetli müslümanların bu şekilde onurlarını kırmadan
borç vermek sadakadan daha üstündür.
3- Bir de borç verilen mal sadaka ile
halledilebilecek problem-lerden daha büyük problemlere çözüm getirmiş
olabilir. Sadakadan daha büyük neticeleri doğurmuş olabilir. Sonra borçlu olan
da aldığı bu borçla durumunu düzeltip o da başka kardeşlerine borç verecek
duruma gelmiş olabilir. Böylece ilk kişinin borç verişi defalarca katlanmış
olabilir. Fakat sadaka böyle değildir. O sadece bir insanın problemini halleder
ve bir daha da geri gelmez.
O halde Rabbimizin rızasını kazanmak,
âhiret yurdumuzu imar etmek istiyorsak enflasyondan, paramızın değer
kaybetmesinden korkmadan Allah’ın, verdiğimizi kat kat artıracağına imanla
müslüman kardeşlerimize borç verelim ve bu konuda bir iman gereği olarak da
sadece Allah’a güvenelim.
Besmele ile devam edelim. Bundan önceki
konuşmalarımız, besmelesiz konuşmalarmış meğer. Laiklik o kadar ruhumuza
işlemiş ki, dini konuşmalar, din içerikli konuşmalar, din dışı konuşmalar diye
bir ayırım söz konusu hayatımızda. Dini konuşmalar din dışı konuşmalar. Dini
günlerimiz, dini bayramlarımız, din dışı günlerimiz ve bayramlarımız. Peki
söyler misiniz ben ne zaman din dışındayım? Bazen din içi, bazen din dışı olmaz
değil mi? Halbuki biz her zaman dindarız. Her zaman dindar yaşarız. Meselâ vali
her zaman validir. Yâni vali ye-mek yerken de validir, uykuda da validir,
uyanıkken de. O hep validir değil mi? İşte müslüman da hep Müslümandır. O
yaptığı her işi hep müslüman olarak yapar. Ticaret yaparken de, talebeleriyle
karşıkarşı-ya iken de, ailesiyle beraberken de hep kuldur ve müslümandır. Ama
unutuyoruz, dalıyoruz bazen.
Galiba Allah’ı hep yanımızda bilmekten
bıkıyoruz mu bilmem. Öyleyse tüm besmelesiz konuşmalarımıza estağfirullah
diyerek ayetleri okumaya anlamaya çalışalım. Estağfirullah bismillah.
Besmelenin bizim hayatımızdaki
fonksiyonu çok büyüktür. Adamın biri oğlunu dövüyormuş. Hem dövüyormuş hem de
her vurdukça da yüksek sesle besmele çekiyormuş. Oradan geçen biri sormuş:
"Amca ne yapıyorsun böyle? Bu dayakla besmelenin ilgisini anlayamadım?" demiş.
Adam: "Sana ne oluyor ? Oğlum değil mi? Severim de döverim de!" İyi onu anladık
da bu besmele ne olacak? deyince. Sen demiş, Rasulullah Efendimizin her iş
yaparken besmele çekin dediğini bilmiyor musun? Ben de işte her tokat atışımda
besmele çekiyorum. Berikisi şöyle bakmış adamın yüzüne ve demiş ki: "Amca sen
bu besmeleyi daha önce çekecektin!" Yâni bu çocuğun ta teşekkülü anında
çekecektin besmeleyi!" Biz de baştan yapacaktık bunu ama Allah affetsin tüm
besmelesiz konuşmalarımızı. Sanki önceki yaptığımız işler kulluğun dışındaymış
gibi Kur’an okumaya başlayınca besmeleyi hatırlıyoruz onun dışındaki işlerimiz
hep besmelesiz işler..
Bakara sûresinde bir bölüme geldik. Bizi
yakından ilgilendiren bir konu. İnşallah bilgi için değil, bilmek için değil,
biliyor desinler diye değil, iman etmek için, amele dönüştürmek için hemen
uygulamaya koymak için dinleyelim ve öğrenelim. Bakara sûresinin bu bölümünde
tarihte Talût ve Câlut kıssası diye maruf bir kıssaya geldik, bu bölümü
tanıyacağız inşallah.
Olayın geçtiği dönem bundan yıllar
öncesi bir dönem. Üç bin yıl önce olduğu söyleniyor. İsrâil oğulları var.
Sûrede uzun uzun bunu anlatmaya çalıştım. İsrâil Hz. Yakub’un adıdır. Onun
çocuklarına da Yakub’un çocukları anlamına
İsrâil oğulları denmekte. İbrahim (a.s) vardı baba. Onun iki oğlu vardı,
biri İsmail, ötekisi de İshak. İshak’ın (a.s) bir oğlunun adı Yakub, onun da bir
oğlunun adı Yusuf idi. Ya-kub’un (a.s) Yusuf’tan başka on bir oğlu daha vardı.
İşte Hz. Yusuf’la beraber Yakub’un (a.s) Mısır’a giden ve oraya yerleşen on iki
oğulun hepsine birden İsrâil oğulları denir.
Peki bu bize niçin lâzım? Niye
ısrarla gündeme getiriyoruz bunu? demeyin, Kur’an ısrarla anlatmışsa bunu bize,
o zaman demek ki bu bize lâzımdır. Belki de tanıyacağımız tek sülale,
tanıyacağımız tek grup belki de. Bunlar İbrahim soyudur. Hz. İbrahim de bizim
atamız-dır. Analarımızın kocası olan babalarımızın soyunu tanımasak da olur ama
babalarımızdan bize daha yakın bir babamız olan İbrahim soyunu bilelim inşallah;
İşte Hz. Mûsâ da onlardan biridir. Mısır’dan İsrâil oğullarını çıkardı Allah’ın
izniyle. Sina’da, çölde gezdiler, dolaştılar kırk yıl kadar. Arkasından
Filistin bölgesine, Arz-ı me’vûd denen bölgeye geldiler de orada yaşayıp
dururken içlerinde peygamberleri de vardı .
Yukarıdaki âyette anlatmıştı
Rabbimiz, O bölgede yaşayan Amalikalıların başındaki Câlut isimli komutan bu
İsrâil oğullarının ülkesine saldırmış, İsrâil oğulları da Allah için bir savaşı
göze alamayarak ölüm korkusuyla vatanlarını terk etmişlerdi. Bu tavırlarından
dolayı da Rabbimiz onlara; "Ölün!" buyurmuş, onlar da ölmüşler, yâni galip
tarafın kölesi durumuna gelmişler, şahsiyetleri silinmiş, varlıkları bitmiş,
alçaklık ve zillet içine düşmüşlerdi.
Uzun bir süre böyle bir zillet dönemi
yaşadıktan sonra nihâyet Allah onları diriltmişti. Bir süre sonra bunların
kalplerindeki körelmeye yüz tutmuş akide duygusu, iman ve cihat duygusu tekrar
canlanmaya başlamış, içinde yaşadıkları zillet ve alçaklık kendilerine ağır
gelmeye başlamış, yaşadıkları bu pis hayattan kurtulup hürriyete kavuşmak için
Allah yolunda savaşmaya karar vermişler. Bir grup peygamberlerine gittiler ve
şöyle dediler. Ancak bu peygamberin hangi peygamber olduğunu bilmiyoruz. Âyet-i
kerîmede bu peygamberin ismi zikredilmemiştir. Kur’an bunu bize zikretmediğine
göre bize lâzım değil demektir.
Kur’an’ın anlattığı kısalarda
esas mesele bu kıssada bize verilmek istenen fikir, gösterdiği hedef ve
ulaştırmak istediği mesajdır. Binaenaleyh bize düşen de bu tür kıssalarda
anlatılan örnek insanı, örnek olayları ve örnek davranışları yakalamaktır. Onun
için bu peygamber hangi peygamber olursa olsun, bu toplum hangi dönemde
yaşamış toplum olursa olsun bizim açımızdan bunların bilinmesinin pek faydası
yoktur. Peygamberlerine gittiler ve dediler ki:
246:”Baksana peygamber! Görmedin mi
peygamberim! İsrâil oğullarından bir mele. Mûsâ (a.s) dan sonra, Dediler ki
kendilerinden olan peygambere. “Bize bir kumandan gönder de Allah yolunda
savaşalım”. “Ya size savaş farz kılınır da yapmazlık ederseniz!”Biz ha! Niye
Allah yolunda savaşmayalım? Yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve
çocuklarımızdan ayrıldığımız halde Allah yolunda niye savaşmayacakmışız biz?”
Ne zaman ki savaş onlara farz kılındı. Az bir kısım müstesna pek çoğu tevellev
yapıverdiler. Allah zâlimleri çok iyi bilir."
Baksana peygamberim! Fikrin neydi bu
konuda? Bir düşün! Bir hatırla! Eğer
peygamber o dönem bakmış ve işi bitmiş değilse Kur’an’ın, o zaman size de
söylüyor Kur’an. Baksanıza! İyi bir düşünün bu Kur’an ne diyor! Bu bölümde
Kur’an ne anlatıyor?
"İsrâil oğullarından bir
mele."
İsrâil oğullarından bir grup, bir
topluluk, ileri gelen bir grup. Mele; kavmin eşrafı, işleri bitirip çözüme
ulaştıracak yetkiye sahip olan grup demektir. Toplumda söz sahibi ileri gelen
kalburüstü grup demektir. İşte toplumun melesi.
"Mûsâ (a.s) dan sonra"
Ama:
"Dediler ki kendilerinden olan
peygambere."
Kendilerine gelen peygambere dediler
ki:
"Bize bir kumandan gönder de Allah yolunda
savaşalım."
Manzara sanki bizim bilmediğimiz bir toplum,
içlerinde bir peygamber var, o peygamberle beraber yaşıyorlar, peygamber
aralarında yaşıyor ama hiç takmıyorlar o peygamberi. Gerçi şimdi Konya’-ya şu
bizim topluma peygamber gelse, bu toplum ne yapar? Bir kere programı olanlar
aynen kendi programlarına devam ederler. Merak edenler belki giderler
peygamberin yanına. Gidenler ne sorarlar dersiniz? Meselâ vade farkı helâl mı
haram mı? Diyenler çıkar değil mi? Veya peygambere peygamberlik öğretmeye
kalkanlar olur mu dersiniz? Yâni ey peygamber bize şunu anlatmalıydın! Önce şu,
şu konuları gündeme getirmeliydin! Şunlara şunlara öncelik tanımalıydın!
Diyerek peygamberi şartlandırmaya çalışanlar, peygambere akıl vermeye, ona
yol göstermeye çalışanlar çıkacaktır değil mi?
Bakın bu adamlar da geliyorlar
peygambere: Ey peygamber! Sen bize bir melik göndersen, bir komutan, bir
başkan, bir başbuğ, bir emir tayin etsen de:
"Biz de Allah yolunda
savaşsak!"
Böyle ukalaca bir istemin sonunda
buradaki gibi çıkacaktır sonuç. Ah bir emir olsa! Ah bir lider olsa! Ah bir
savaş çıksa! Âlimallah nasıl savaşırız bir görseniz! Cihad emri bir gelse neler
yaparız neler!!
Allah yolunda savaşacağız! Hani adam
cebinden beş bin lira çıkarıp veriyorken "Allah yolunda veriyorum!" filan
diyor ya, burada da öyle diyorlar. Onlara acıyan o merhametli peygamber onlara
merhametinden dolayı yol gösteriyor. Ya da onların bu savaşma niyetlerinin
altında Allah rızasından başka şeylerin yattığını sezinlediği için peygamber
onları imtihana tabi tutuyor onlara yol göstererek buyuruyor
ki:
"Ya size savaş farz kılınır da yapmazlık
ederseniz!"
Yâni “gelin siz savaşacak toplum
değilsiniz! Bunu göze alacak durumda değilsiniz! Savaş size farz kılınır da ya
savaşmazsanız! İşiniz biter o zaman! Allah Defterinizi dürüverir o zaman
Perişan olursunuz! Gelin inat etmeyin! Kendinize bir şeyleri sorumlu kıldıktan
sonra onu yapmazsanız hepten işiniz biter! Diyor Allah’ın
peygamberi.
Kendinize bir şeyleri sorumlu kıldıktan
sonra eğer yapmazsa-nız. İslâm’da bir şey azmedilip başlandıktan sonra artık o
iş o kimseye vacip olur. Meselâ nafile bir oruca başlansa, başlanılmış bu oruç
meşru bir mâzeretle bile bozulsa artık o oruç o kimseye vacip olur. Şimdi de
öyle oldu değil mi? Buraya geldik anlat dediniz ve Bakara’-dan bir bölüm
anlatmaya başladık. Öyleyse bilesiniz ki bu tavrınızla sorumlu kıldınız
kendinizi. Bakara’yla sorumlu kıldınız kendinizi.
Öyleyse Bakara’yı anlatacaksınız
çocuklarınıza. Bakara’yı anlatacaksınız birilerine. Bakara’yı anlatacaksınız
kendinize ve toplumu-nuza. Çünkü bu toplum Bakara’yı bilmemektedir. Bu toplum
Bakara’yı tanımamaktadır. Sadece Sivas için demiyorum, Türkiye’nin neresine
giderseniz gidin her tarafı küçük bir Ankara’dır orası nasıl olsa fark et-mez.
Bir elmayı ne kadar da küçük parçaya bölerseniz bölün en küçük parçası yine
elmadır onun. Ama belki çürük tarafıdır, belki bozuk tarafıdır, çekirdeğidir,
kabuğudur ama yine de elmadır. Türkiye’nin de neresine giderseniz gidin her
yeri küçük bir Ankara’dır.
Dediler ki peygambere bize bir melik
tayin et de onun arkasın-da savaşalım. Dedi ki peygamber (a.s): Ya farz kılınır
da yapmazsa-nız? Acaba durum benim korktuğum gibi mi ki? Acaba korktuğum
başıma gelir mi ki? Buyurarak onlarda gördüğü zaafın ve gevşekliğin boyutlarını
anlamak istedi.
Ukalaların ukalalığına bakın siz,
dediler ki:
"Biz ha! Niye Allah yolunda
savaşmayalım?"
Niye savaşmayacakmışız?
Niyeymiş?
"Yurtlarımızdan çıkarıldığımız ve
çocuklarımızdan ayrıldığımız halde Allah yolunda niye savaşmayacakmışız
biz?"
Bizim çocuklarımızı ellerimizden
aldılar. Bizi yurdumuzdan, yuvamızdan çıkardılar, sürdüler. Biz evimizden,
çoluk çocuğumuzdan olduk. Onun için seve seve savaşırız biz! Dikkat ediyor
musunuz evvela "Allah yolunda" demişlerdi, şimdi kıvırttılar, yamuldular. Bakın
sa-vaşma sebepleri farklılaştı. Niçin savaşacaklarmış? Evi barkı için, yurdu
yuvası için, dükkanı tezgahı için vatanı, mekânı için, ekonomik kaygısı, oğlu
kızı için. Yâni aslında bunların savaşma niyetleri îlâyı kelimetullah değil.
Allah’ın dininin yücelmesi, Allah’ın adının ve siteminin hakim olması değil,
vatan, yurt, ev bark, çoluk çocuk, mal mülk derdi için.
Bugün oğlu kızı için, çoluğu çocuğu
için ölmeye can atan nice ana babalar görüyoruz. Ama ne gariptir ki onların
ölümünü kendileri hazırlıyorlar.
Geçenlerde zafer meydanında arabaların,
trafiğin çok sıkışık olduğu bir anda, yedi sekiz yaşlarındaki çocuğunu elinden
tutmuş okula götürürken, elinden ayrılıp arabaların altına gitme tehlikesiyle
karşı karşıya bulunan çocuğunu arabaların altından kurtarabilmek için kendini fedâ edercesine arabaların
altına atan bir anne gördüm de düşündüm. Bu kadıncağız çocuğunu kurtardı
arabaların altından. Kurtardı; ama nereye gönderiyordu onu? Ölümün pençesinden
kurtarıp da gönderdiği okulda ne öğretecekler acaba o çocuğa? Belki de ölüme
gidiyor olarak kurtarılan bu yavrucak şimdi de ateşe gidiyor. Ateşe
gönderiliyordu. Bilmiyorum bıraksaydı da orada arabaların altında ölse belki
daha mı iyiydi? Çünkü cennete gidecekti o zaman. Arabaların altında ölseydi bu
çocuk âkıl bâliğ olmadan gittiği için kesin cennete gidecekti. Peki ya şimdi
nereye gidiyor bu çocuk bir düşünelim.
Ya sizinkiler? Sizin hanımlarınız,
çocuklarınız, kardeşleriniz tanıdıklarınız onlar nereye doğru gidiyorlar? Hiç
düşünüyor musunuz? Çocuklarının istikbalini düşündüğünü iddia eden nice anne
baba biliyorum ki çocuklarını kendi elleriyle öldürüyorlar. İstikbal endişesi
diye ısrarla kimileri istikballerini öldürüyorlar. Meselâ Almanya’da bunun çok
bariz örnekleri var. Adam 25-30 senedir Almanya’da çalışıyor. Oğlu orada, kızı
orada. Adam oğlundan ümidini kesmiş, kızını kaybet-miş. Oğlu da kızı da bir
hıristiyandan farksız hale gelmiş. Ahlâk yok, namus yok, iffet yok, din yok,
iman yok. Soruyorum adama: Karde-şim! Niye geldin buralara? Neden eğleşip
kaldın buralarda? Adam diyor ki; ”Hocam ne yapalım işte evlât belâsı! Çoluk
çocuk derdi” diyor. Çoluk çocuğun
istikbali için katlandım bunca yıllar bütün bunlara. E kardeşim sen çoluk
çocuğunun istikbali için gelmişsin, çoluk çocuğunu kurtarmak için katlanmışsın
bunca kahırlara ama sonunda çoluk çocuğunu kaybetmişsin.
Çoluk çocuğunun istikbali adına
hareket ettiğini söyleyen nice anne ve babalar aslında çoluk çocuğunu
öldürmektedirler. Ya bizler öyle değil miyiz? Adam akşama kadar mı? Sabaha
kadar mı? Öyle bir çalışma programı içine girmiş ki çoluk çocuğunun istikbalini
düşünerek, ama aynı çocuğunu yalnız bıraktığı için, onunla ilgilenecek zamanı
kalmadığı için, çoluk çocuğunun başına gelemediği için onları ölüme terk
etmektedir. Çoluk çocuğun için çalıştığını iddia ediyorsun ama böyle bir
programla çalıştığın için onları helâk ediyorsun da farkında değilsin. Veya
adam çocuğunun istikbali adına ona bilgisa yar kursları aldırıyor ama aynı
çocuğuna dinini diyânetini öğretmediği için onları helâk ediyor da farkında
değil.
Savaşma sebepleri böyle Çoluk çocuk derdi, ev
bark derdi, mal mülk derdi, yokluk, pahalılık derdi, ekonomik sıkıntılar. Demek
ki evlerinden, barklarından çıkarılmasalardı savaşmayacaklardı. Demek ki
ekonomileri bozulmasaydı, işleri rahat gitseydi, parklarına, plajlarına rahat
gidebilme imkânı bulabilselerdi savaşmayacaklardı. Ya da kim bilir belki bizler
gibi çoluk çocukları ellerinden alınıncaya kadar üzerlerine ölü toprağı
serpilmiş gibi bekleyeceklerdi. Kadınlarının ırzına geçilinceye kadar, malları
tümüyle yağmalanıncaya kadar, kızları hayasızlaştırılıp evlâtları
dinsizleştirilinceye, dinlerine açıkça küfredilip, kitapları ayaklar altına
alınıncaya kadar bekleyeceklerdi. Çünkü onların inandıkları Allah uğrunda
savaşmaya değmeyen bir Allah’tı. Uğrunda mal ve can fedâ etmeye değmeyen bir
Allah’a inanıyorlardı onlar. Çoluk çocuk derdi, mal mülk derdi, dükkan tezgah
derdi, ekonomik hesapları Allah’tan daha önce geliyordu. Allah uğrunda
savaşmaya değmez, ama bunlar değerdi onlar nazarında. Tıpkı şu anda ekonomik
bir kriz karşısında yerinde duramaz olup da dinlerinin hükümlerini,
kitaplarının âyetlerini her gün bozuk para gibi harcayan insanlar karşısında
kılı bile kıpırdamaz hale gelmiş biz müslümanlar gibi.
Tıpkı şu andaki bizler gibi isteriz! İsteriz!
Diye tutturdular. Biz emir isteriz! Biz lider isteriz! Biz savaş isteriz! Diye
direttiler. peygamberlerini sıkıştırıp bu konuda taciz ettiler. Allah da
sonunda istediklerini verdi onlara.
Siz de isterseniz size de verir Allah.
Siz de isteyin şehâdet, siz de isteyin cennet, siz de isteyin Allah yolunda
olmak ve Allah yolunda ölmek size verecektir Allah. Çünkü Allah için bu çok
kolaydır. Allah onlara istediğini verdi.
"Ne zaman ki savaş onlara farz
kılındı."
İsteyip durdukları, bekleyip
durdukları cihad onlara yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı.
"Az bir kısım müstesna pek çoğu tevellev
yapıverdiler."
Yani az bir kısmı hariç hepsi yüz
çeviriverdiler, verdikleri sözden dönüverdiler. Hareketleri sözlerine uymadı.
Sözlerinde samimi ol-madılar. Yan çiziverdiler, duymazdan geliverdiler.
İçlerinden çoğu kaçtı. Biz şu anda bu işe hazır değiliz. Cihat için şu anda
zamanımız yok. Bu iş pek erken oldu canım. Hazırlıksız yakalandık bu işe. Ne
yapalım işimiz aşımız, dükkanımız tezgahımız, hesabımız kitabımız savaşa izin
vermiyor. İmkânlarımız bu işe el vermiyor. Oğlan evlendireceğiz, kız
evlendireceğiz, okul bitireceğiz, müdür olacağız, amir olacağız, doktoramız
bitmedi diyerek az bir kısım müstesna pek çoğu tüyüverdi. Tıpkı şu anda bu tür
sudan ve ucuz bahanelerin arkasına saklanarak Allah’ın kendilerinden istediği
sorumluluklardan kaçan müslümanlar gibi. İsterseniz hepiniz kaçın gidin!
İsterseniz hepiniz tüyün! Ama bilesiniz ki Allah zâlimleri
bilir.
"Allah zâlimleri çok iyi
bilir."
Allah sorumluluğundan kaçanları çok iyi
bilir. Allah ,cephesini terk edenleri çok iyi bilir. Hani bizim de bir
sorumluluğumuz vardı. Hani geçen gelişimde bir söz vermiştiniz benim yanımda
Allah’a. Hani Allah’a sözümüz vardı. Kitapsız günümüz geçmeyecekti. Biz hep
kitaplı olacaktık her gün. Bilmem hayatınızı da, bugün sabahtan bu yana şu
okuduğum Bakara’nın 246. âyetinin dışında kitabınızdan bir âyet duymamışsanız,
e o zaman bugününüz kitapsız mı? Eyvah! Düne gidelim. Geçen haftaya gidelim,
geçen ay, bir önceki ay. Eh bu nasıl müslümanlık? Bu ne biçim kitap? Günlük
tabelâ ve reklâm okuduğu-nuz kadar Kuran okumamışsanız, günlük televizyon
okuduğunuz kadar Kur’an okumamışsanız, babanızı tanıdığınız kadar peygamberi
tanımamışsanız, evinizi tanıdığınız kadar kitabınızı tanımamışsanız, işte o
zaman Allah’a verdiğiniz sözlerinizi tutmayan sizler kendi kendinize
zulmediyorsunuz demektir. Bu halinizle hem kendinize, hem de Allah’a karşı
zulmediyorsunuz demektir.
Zulüm adâletin zıddıdır. Yâni kişinin
olmaması gereken konumda olması, bulunmaması gereken ortamda bulunması
zulümdür. Zulümlerin en büyüğü bir kişinin kendisini yaratıcısına kulluk
ortamından uzaklaştırıp başkalarının kulu kölesi ortamına çekmesidir. Yani küfür
ve şirktir. Ya da kişinin yapması gereken şeyleri yapmaması, yapmaması gereken
şeyleri yapması zulümdür. Sadece Allah’a kul köle değilseniz, Allah’ın sizi
görmek istediği konumda değilseniz, Allah’a verdiğiniz sözleri unutuyorsanız
bilesiniz ki sizler de zâlimlersiniz ve unutmayın ki Allah zâlimleri çok iyi
bilmektedir. Allah’a söz verdikleri halde bekledikleri cihad kendilerine farz
kılınınca da pek çoğu kaçıverdiler. Bunların sayıları ne kadardı bunu
bilmiyoruz. Ama farz edelim ki bunlar 30.000(!) kişi idi. Savaş farz kılınınca
18.000(!)'i kaçtı gitti, geriye 12.000(!)' kaldı. Hani Bakara sûresinin önceki
bölümlerinde Rabbimiz:
"Zâlimler benim ahdime ulaşamazlar!"
(Bakara 124)
Yâni zâlimler asla muvaffak
olamazlar! diyordu ya. İşte bu zâlimler elendi ve geriye samimi müslümanlar
kaldı. Şimdi bakın bu geri kalanlar, bu ilk elemede başarılı olanlar peygamberle
beraberler, yâni peygamberle diyalogu sürdürüyorlar. Bakın peygamberleri
onlara dedi ki:
247:"Peygamberleri onlara dedi ki, “muhakkak
ki Allah size hükümdar olarak Talût’u seçip göndermiştir.” “O bizim üzerimize
nasıl melik olur? Halbuki biz liderliğe ondan daha layığız. Ona maldan bir
genişlik de verilmemiştir.” Peygamberleri onlara dedi ki, “Onu, Talût’u sizin
başınıza Allah seçti (tamam). Ona bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir
genişlik vermiştir. Allah mülkünü (İdareciliği) dilediğine verir. Allah
vasidir, Âlimdir."
Peygamberleri onlara dedi ki: Ey
İsrâil oğulları! Ey kavmim! Belki de kazananlara diyordu peygamber. Gelin
bakalım! Siz melik istemiştiniz! Reis istemiştiniz. Lider, komutan istemiştiniz
değil mi?
Allah Talût’u size melik gönderdi.
Allah Talût’u size kumandan seçti hadi bakalım Talût’un emrine. Haydi
sözlerinizi yerine getirin. Haydi istediğiniz lider geldi onun arkasında saf
bağlayıp savaşmaya dedi. Cihadın farz olmasını istiyordunuz, Allah bir savaş
imkânı çıkarsa karşımıza, bir lider olsa, âlimallah neler yapacağımızı
göreceksiniz! Diyordunuz. Haydi işte lider, işte komutan sözlerinizi yerine
getirin bakalım! dedi. Bu defa dediler ki:
"O bizim üzerimize nasıl melik olur?
Halbuki biz liderliğe ondan daha layığız. Ona maldan bir genişlik de
verilmemiştir."
Bakın bu birinci imtihanı kazananlar,
öncekilere nazaran biraz daha ciddi müslüman gözükenler de dediler ki: Ne
dedin? Bu Talût bize melik mi olacak? Şimdi biz onun emrine mi gireceğiz? Onun
komutasında mı savaşacağız? O bizim liderimiz olacak ha! Kesinlikle olmaz! Biz
bu işe ondan daha layığız! Reisliğe, emirliğe, komutanlığa, liderliğe biz ondan
daha evlâyız!
"Üstelik onun malı mülkü de
yok."
Onun malı mülkü de yoktur. O zengin değildir.
Bu haliyle o bize nasıl emir olabilir? Burada bir yanlışlık var. Emirlik,
liderlik olsa, olsa içimizden birilerine verilmeliydi. Bak bizim içimizde ondan
çok daha zenginler var. Malı yok, evinin döşemesi de bozuk, galiba lavabo-su da
fayanstan değil gibi, kalebodur da yok, arabasının modeli A! A! Arabası da yok
mu ne? E bu nereden emir olacak? Bu adam kendi-sini idare edemez ki bizi idare
etsin! Deyip onlar da yüz çeviriverdiler.
Allah’ın peygamberi Allah’ın emriyle onlara
Talût’u gösterince dediler ki Talût kim? Zengin mi? Rütbeli mi? Apoletleri çok
olan birimi bu Talût? Nereden mezun olmuş? Hangi fakülteyi veya hangi
üniversiteyi bitirmiş? Diploma durumu ne? Nasıl biri bu Talût? Amerika’yı
görmüş mü? Avrupa’da filan okumuş mu? Yabancı dil filan biliyor mu? Yo! Yo!
Olmadı bu! Bu adam bize liderlik yapamaz! Biz böyle birisinin komutasında
savaşamayız! diyerek pek çoğu yan çiziverdiler.
Görüyor musunuz bir kere peygambere
teslimiyetleri yok adamların. Peygamberlerinin dediğini yapmıyorlar da
peygambere akıl vermeye kalkıyorlar. Peygambere yol göstermeye çalışıyorlar.
Eğer peygamber onlara, onların istedikleri cinsten bir melik getirseydi o
za-man onu dinleyecekler ve kabulleneceklerdi.
Öyleyse biz de şimdi peygambere, kitap
ve sünnete müracaat ederken ön yargılı hareket etmeyeceğiz. Yâni önce inanıp,
sonra da bu inancımıza delil bulmak için yönelmeyeceğiz kitap ve sünnete. Kitap
ve sünnet ne dedi, ne gösterdiyse öylece alıp inanacağız. Eğer öyle değil de
kendi inancımıza delil bulmak için onlara müracaat eder-sek o zaman Allah
korusun inancımıza ters düşen âyet ve hadisleri inkâr edeceğiz veya tevil
edeceğiz demektir.
Evet kitap ve sünnete müracaatımız ön
yargılı olmamalıdır. Yâni ey kitap! Ey peygamber! Bizi bir zahmet şuna götür!
Diye müracaat etmeyeceğiz onlara. Şunu hiç bir zaman unutmayalım ki birine
müracaat, ya onu rehber kabul ederek, ya da onu merkep kabul ederek
yapılır.
Kişiyi hedefe rehber de götürür merkep
de. Ama birisine teslim olunur öyle götürür hedefe, öbürü ise teslim alınır
öyle götürür. Rehbere teslim olunur rehber istediği biçimde götürür, ama
merkep teslim alınır öyle götürür hedefe. Bakın bu adamlar peygamberi teslim
almak istiyorlar. İstiyorlar ki peygamber teslim olsun onlara ve onların
istediği gibi hareket etsin, onların istediğini tayin etsin kendilerine. Kendi
keyiflerinin istediği bir reis bulsun onlara. Yâni tam demokratik bir seçim
istiyor adamlar.
İstediklerini seçecekler
istemediklerini de seçmeyecekler. Öyle ya Allah bilmez bunu. Peygamber de
anlamaz kimin seçileceğini, kendileri bilir. Peki şimdi bu âyetler ışığında
size bir soru sorayım: Acaba şu anda bizler bu konuda bir İslâm toplumuna mı
benziyoruz, yoksa burada anlatılan bir yahudi toplumuna mı? bunu bir düşünelim.
Yâni şu anda sizi yönetecek, lafı dinlenecek adamları siz mi belirliyor-sunuz?
Yoksa Allah mı? İdarecilerinizi siz mi belirliyorsunuz? Yâni onları siz kendiniz
mi seçiyorsunuz? Yoksa Allah belirlediği için mi siz onları dinliyorsunuz? Yâni
bu idarecileri belirleme siteminiz İslâm’ın sistemine mi benziyor yoksa yıllar
önce Allah’ın size haber verdiği ya-hudilerinkine mi benziyor?
Yâni hayatınızı düzenleme konusunda
soru sorduğunuz kişileri Allah mı belirliyor, yoksa siz mi? Biraz biz gibi
değil mi? Evlenecek, falana, filana soruyor, ev yaptıracak ustaya, mimara
soruyor, yol bulacak postacıya soruyor, peki niye Allah’a sormuyoruz? Allah hiç
mi bir şey bilmez ya! Allah herkesten daha yakındır bize ve en iyi bilendir ya! Önce Allah’a bir sorun,
bu okulda okuyayım mı, okumayayım mı? Bu mesleği seçeyim mi? Seçmeyeyim mi?
Burada çalışayım mı? Çalışmayayım mı? Şu kıyafeti giyeyim mi? Giymeyeyim mi? Ya
Rabbi ben onu sormuyorum sana da, ben düşündüm taşındım ve bu işi yap-mayı uygun
gördüm. Sen bunun yolunu tarif et bana! diyen kişi Allah’a akıl veriyor demektir. Allah’a yol
gösterme küstahlığında bulunuyor demektir.
Çünkü Cenâb-ı Hak bizden istediklerini
yapmamız konusunda model insanlar göndermiş, peygamberler göndermiş. Yolumuzu
bunlara sorarsak, dünyada yaşadığımız yolların, yaşanmadan önceki kurucusu
olan Allah’a sorarsak, yâni yol bilen Allah’a, yolun kurucusu olan Allah’a
sorarsak, hangisinin cennete, hangisinin de cehenneme götürdüğünü söyler
bize.
Evet onlar Talût’a itiraz edince
peygamber dedi ki onlara:
"Peygamberleri onlara dedi ki, Onu, Talût’u
sizin başınıza Allah seçti (tamam). Ona bilgi ve vücut bakımından bir güç,
bir genişlik vermiştir."
Bunu ben değil Allah belirledi. Buna
itiraz edemezsiniz. Çünkü onu Allah belirledi. Yâni ne oluyorsunuz? Size komuta
edecek bu insanı Allah belirledi. Yoksa siz Allah’ın seçtiğini beğenmeyip
idarecinizi kendiniz mi seçmeye kalkışıyorsunuz?
Peki hiçbir özelliği yok mu Onun?
Sadece boyun mu eğeceğiz? Allah onu seçti diye hemen ona itaat mı edeceğiz? Bu
kadarı yeter mi yâni? Bunun dışında bir özelliği var mı? Evet bir özelliği
varmış bakın. İslâm toplumuna lider olabilecek, idareci olabilecek, emir
olabilecek, komutan olabilecek insanda bulunması gereken bir özellik var-mış
bakın: idareci olanın, yönetici olanın, savaşa sürükleyici olanın. Savaş İslâm
toplumunun genel adıdır, genel karakteridir. Yahudiliğin temel felsefesi ise
şehir toplumudur. Onlar yere çakılmaya, arza çakılı kalmaya çalışırlar. “Sanki ahlede ilel arz” olmaya,
yerle bütünleşmeye, ondan bir parça koparmaya çalışırlar. Ama İslâm toplumu-nun
temel prensibi savaş toplumu olmasıdır. İşte savaş toplumunun yönlendiricisini
Allah şu özelliklere sahip olarak seçmiş bakın:
"Ona bilgi ve vücut bakımından bir güç, bir
genişlik vermiştir."
Demek ki İslâm toplumunda müslümanlara lider
olacak, emir olacak kişide bu özellikler olacaktır. İdareci olan kişinin, emir
olan, sa-vaşa sürükleyici olan kişinin âlim ve vücut yönünden güçlü olması
gerekecektir.
Çünkü savaş İslâm toplumunun genel adı,
genel karakteridir. İslâm toplumunun
vazgeçilmez unsurudur. Yahudi toplumunun genel karakteri de şehir toplumudur.
Onlar yere çakılı kalmayı hedeflerler. Sanki “Ahlede ilel arz” olmaya, yerle
bütünleşmeye, ondan bir parça koparmaya çalışırlar. Yahudi yerleşik hayatın
insanıdır. Durağan ve kokuşmaya mahkum bir hayatın insanıdır yahudiler. Ama
İslâm toplumu akıcılıktan, hareketten yanadır. Yâni duran su her zaman için
kokuşmaya mahkumdur ya, işte İslâm toplumunun temel prensibi akıcılıktır.
Onun içindir ki belki yahudi
toplumunun idarecisi zengin, dalavereyi iyi bilen, ekonomiyi, çalıp çırpmayı
iyi bilen birisi olabilir. Ama İslâm toplumunun, yâni arza çakılıp kalmayan,
şehir hayatından, durağan ve kokuşmaya mahkum olan yerleşik hayattan
hoşlanmayan sürekli cihadı ve hareketliliği tercih eden İslâm toplumunun, savaş
toplumunun yürütücüsünü, idarecisini, yönlendiricisini bakın Allah şu
özelliklere sahip olarak seçmiş.
1- İlimde
üstünlük.
2- Cisimde
üstünlük.
İlim ve cisimde üstün olan kişi İslâm
toplumunda reis olabilir, idareci olabilir. Başkası değil. Yâni İslâm
toplumuna idareci olacak kişide keskin bir görüş, engin bir bakış, düzgün bir
ifade, güçlü bir pazı ve kendisine hakim bir iradesi varmış cisim yönünden ve
bir de ilim sahibiymiş bu emir.
Peki bu ilim hangi ilimdir? Yâni on
fakülte bitirmiş birisi mi? Yo!! Balerin olmak için de ilim tahsil ediyorlar
şimdi değil mi? Fizik kimya tahsili için de öğrenim görüyorlar, beden eğitimi
için de, orkestra şefliği için de öğrenim yapıyorlar değil mi? Ama bu ilim o
ilim değil. Allah buyurur
ki:
"Peygamberim! Eğer sen sana gelen şu
ilimden sonra onların hevâ ve heveslerine uyarsan Allah’tan başka bilesin ki ne
dostun var ne de yardımcın!"
(Bakara 120)
Peki acaba neydi peygamberimize gelen
ilim? Kuran’dı değil mi? Vahiydi değil mi? Öyleyse ey peygamberim sana gelen
ilim olan şu Kur’an’dan sonra onların hevâlarına uyarsan dostun da değilim,
yardımcın da! Öyleyse ilim Kur’an’dır. İlim vahiydir ve ilim sahibi olan kişi
üstündür. İlim sahibi olan önderdir. İlim sahibi olan, Kur’an’ı ve sünneti bilen
kişi öndedir. Peygamberi örnek olarak kafasında canlı tutabilen önderdir. Yâni
kitabı ve sünneti en iyi bilen kişi İslâm toplumunda idarecidir. Nereden
çıkardık bunu? E yâni adam ekonomi bilmeli değil mi? Siyasal bilmeli değil mi?
Sosyal bilmeli değil mi? Ben onları bilmem, büyük laflar bunlar, gerçekten çok
büyük laflar.
Belki de yahudi toplumunda yâni
şehirsel toplumda, yerleşik toplumlarda lâzımdır bu adamlar ama İslâm
toplumunda lâzım değildir bunlar; İslâm toplumunun idarecisi ilim ve cisimde en
üstün olandır. O toplumu Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine göre
yönetecek kadar bilgi sahibi olacak ve de o toplumu cihada sürükleyecek kadar da
cisim yönünden güçlü olacak hepsi bu kadar.
Efendim işte savaş stratejisi filan
bilmeli, askerî akademiden filan mezun olmalı değil miydi? E peki hani öyle
miydi Talût? Öyle demiyor ama bakın Allah.
İlim biliyordu. İlim: Allah’ın o
konumda kişinin nasıl davranmasını istediğini bilmektir. İlim, bir insanın
herhangi bir konumda iken evlenirken, boşanırken, yerken, içerken, ölürken,
öldürürken, severken, küserken, doğarken, yaşarken kısacası her konumda
Allah’ın kendisinden nasıl bir davranış istediğini bilen kişi ilim sahibidir.
Efendim bu suyun içinde hidrojen diye
bir gaz varmış, biraz oksijen varmış, galiba biraz nikel varmış, bakır varmış,
alüminyum, sodyum, karbon varmış. Ya varmış da Allah için söyleyin, bu varları
birleştirdiler de su mu yaptılar? Vallahi değil. Öyle birleştirilip yapılan su
içilmez zaten Adına saf su mu diyorlar neyse bu su içilmez. Tüm bunlar benim
neyime ya bu sudur işte! Bunları bilmek zorunda değilim ki
ben.
1) Allah bunu gökten indiriyor
bileceğim, (gök ve su). Yani bu konuda sadece Allah’ı etkin ve yetkin bileceğim.
O dileyip izin vermedikçe hiç kimsenin bir damla bile indirmeye yetkili
olmadığına inanacağım.
2) Ama yerden çıkanları da Allah
çıkarıyor bileceğim. Bu konuda da yetkili olarak sadece Allah’ı
tanıyacağım.
3) Başka,
“Biz her şeyi sudan yarattık,
inanmayacaklar mı?”
(Enbiyâ
30)
Âyetinin delâletiyle Allah her şeyin
hayatiyetini buna bağlamıştır bileceğim. Başka?
4- Eğer insanlar dikkatli
davranmazlarsa, Allah’a karşı isyan ederlerse tıpkı Nuh kavmini boğduğu gibi,
Firavun oğullarını boğduğu gibi bu suyla Allah insanları boğar bileceğim.
Başka?
“De ki, söyleyin bakalım: Bir
sabah baktınız ki suyunuzu yerin dibine
batıverse size bir tatlı su getirecek kim var?”
(Mülk
30)
Bileceğim. Yâni Allah sularımızı
kesiverse su kaynaklarımızı kurutuverse onu ondan başka bize getirecek bir
yardımcımızın olmadığını bileceğim.
(Mülk 30)
6- Abdestime faydalı bileceğim, guslüme
yararlı bileceğim, yemekte yiyeceğim bileceğim, susayınca içeceğim bileceğim,
müslü-manlara onu ikram edeceğim bileceğim, Ramazanda içilmez bileceğim. Su
satılmaz bileceğim, Allah’ın kulları sudan engellenmez bilece-ğim. Allah’ın
suyunu gizleyen kişi zâlimdir bileceğim benim su bilgim bunlardır işte. İşte
ilim budur ve gerisi boş şeylerdir bana göre.
Eh peki teknoloji bilenler, fizik
bilenler, eşyanın tabiatını bilenler, meselâ beşli demirin, onlu çubuk demirin
veya ellilik lama demirinin dayanımını bilenler veya işte bilmem hangi betonun
bilmem kaç yıl nerede statiğini, statükosunu bilenler toplumları idare
edebilirler mi? Kesinlikle! Zira o bilgi toplumları idare etme bilgisi
değildir. Onlar bina yaparlar, köprü kurarlar, yıkarlar yumarlar. Onların işi
bu. Nereye ne aradığımızı bilelim yâni. İnşaat yapımı için adam mı arıyoruz?
Yok-sa toplum idare etmek savaşı yönlendirmek için lider mi aradığımızı
bilelim.
Demek ki İsrâil oğullarına göre
emirliğin, idareciliğin şartı
zenginlik. Kendilerine idareci olacak kişide mal mülk arıyorlar. Halbuki İslâm
toplumunda idareciliğin şartı zenginlik değildir. İslâm toplumunda zenginlerden
idareci edinmek bâtıldır. Zira kişinin mal mülk sahibi oluşu, kendi elinde olan
bir şey değildir. Yâni kendi kabiliyeti sonucu değildir. Allah onu malla imtihan
etmektedir de onun için mal sahibidir o. Peki şimdi bizim toplumda idareciliğin
şartı ne? Yâni kime benziyor bizim toplum? İslâm toplumuna mı? Yoksa yahudi
topluma mı?
Demek ki emirlik, idarecilik için temel
şart ilim ve cisim adına zenginliktir.
Bir de bakın peygamber bunu Allah’a
râci olarak anlatıyor. Yâ-ni ben böyle istiyorum. Bunu ben seçtim, bu sizin
komutanınızdır, de-miyor da; "Onu size Allah seçti" diyerek konuyu Allah’a râci
olarak anlatıyor. Biz de anlatacağımız konuyu Allah böyle istedi, Rasulullah
böyle istedi diye anlatalım ve kendimizi devreden çıkarmaya gayret edelim.
Meselâ çocuklarımızdan hanımlarımızdan bir şeyler isterken, onlara bir şeyler
emrederken kendimizi onların Rabbi konumunda görerek: "Bunu ben istiyorum! Ben
emrediyorum! Benim için yapacaksın!" demek yerine bak evlâdım! Bak hanım! Allah
böyle istiyor! Rasu-lullah böyle emrediyor! Gel bunu böylece yapalım diyelim
inşallah. O zaman o dediğimizi yapan kişi Allah’a kulluk yaptığının farkında
olarak bunu yapacaktır. Halbuki biz dedik diye yapması onun açısından da bizim
açımızdan da boştur.
Onların istemediği bir kumandan seçilince,
Talût kendilerine emir tayin edilince, imtihanı yine kaybedenler oldu. Yâni bir
daha elendiler. Bizim istediğimiz kişi emir olmadı diye bir on bini daha gitti
geriye kaldı iki bin kişi falan.
O ayrılıp gidenler Allah emirliği
bizden birine versin veya bizim istediğimiz birine vermeliydi dediler,
halbuki:
"Allah mülkünü (İdareciliği) dilediğine
verir. Allah vasidir, Âlimdir."
Allah onu kime vereceğini size
sormaz. Allah kimi idareciliğe lâyık görmüşse buna en lâyık olan odur. Bu âyet
idareciliğin ırsi olmadığını ve babadan oğula intikal edecek bir şey olmadığını
anlatıyor. Hilafet onu hak edenin hakkıdır. Onu hak eden ise belli sıfatları
kazanan kişidir. İlim öğrenmiş, iradesini buna teksif etmiş kişidir. Cahiller
idareci olacak kişide soy sop ve mal mülk ararlar. Allah’ın dinindeyse ilim,
takva ve emirlik ve cihad yükünü kaldırabilecek yetenek ve güce sahip olmaktır.
Allah vasidir. İlmi geniş olan, bilgisi geniş
olan, mülkü geniş olan, lütuf ve rahmeti geniş olan, ama azabı da geniş olandır.
Bir de her şeyi bilendir, en bilendir O.
Onlar Allah’ın peygamberinin bu
seçimine itiraz edince peygamberleri onlara kalplerinin yatışması ve bu konuda
ikna olmaları için bir mûcize göstermeyi murad ederek buyurdu ki:
248:"Ve peygamberleri onlara dedi ki, Onun
emirliğinin alâmeti, tabutun size gelmesidir. Onun içinde Rab-binizden bir
ferahlık ve Mûsâ ailesinin, Harun ailesinin geri bıraktıklarından bir kalıntı
vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanıyorsanız bunda sizin için
(Tâlut’-un hükümdarlığına) kesin bir alâmet
vardır."
Bu tabut böyle içinde ölü taşınan bir
şey değildir. Sandık demektir de aynı zamanda. Ama içinde bir şeyler olan bir
sandık. Hz. Mûsâ (a.s) döneminden, Hz. Mûsâ ve Hz. Harun ailesinden kalma içinde
bir şeyler olan bir sandıktan söz ediliyor. Mahiyetini Allah bilir diyor ve
öylece inanıyoruz. Bir tek bildiğimiz fonksiyonu, Allah tarafından seçilen
Tâlut’un emirliğine delil olmasıdır.
249:"Talût ordusuyla birlikte ayrılınca,
yola koyulunca. “Allah sizi bu nehirle imtihan ediyor. Kim bu sudan bu
nehirden (doya doya, kana kana) içerse o benden değildir.Ancak eliyle bir avuç
alan da müstesnadır. Azı müstesna pek çoğu ondan içiverdiler. Talût ve
beraberindeki iman edenler karşıya geçdikten sonra bir grup, bu sefer dediler
ki: "Bugün bizim Câlut’a ve ordusuna karşı koyacak gücümüz kalmadı!” Dediler.
Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını bilenlerse dediler ki: Nice az topluluklar
Allah’ın izniyle kendilerinden kat kat sayıca fazla toplulukları yenmiştir.
Allah sabredenlerle beraberdir."
Kaç kişi kaldı? 2000 kişi falan.
Bunlarla yola çıktı. Başlarında Talût olduğu halde ilerleyen ordu çok susamış
ve yorulmuştu. Önlerine bir nehir çıktı. Kumandan onları imtihan etmek için
dedi ki:
"Allah sizi bu nehirle imtihan ediyor.
Kim bu sudan, bu nehirden doya doya, kana kana içerse o benden
değildir."
İmtihan bu. Ya mantığı ne bunun?
Mantığı filan olmaz bunun. Namaza başlarken elleri niye kaldırıyoruz. Mantığı
ne bunun? Mantığı olmaz bunun. Allah öyle demişse öyledir. Abdestte niye böyle
yapıyoruz? Sadece elimizi yıkayıverip de namaza öylece dursaydık olmaz mıydı?
Mantığı olmaz bunun. Mantık teslimiyettir. Allah öyle istemiştir o kadar. Allah
sizi imtihan ediyor bu nehirle. Önlerinde şırıl şırıl su akıyor. Yoldan gelen
yorulmuş 2000 kişilik bir ordu, susamışlardı da elbette ve Allah onları bu
suyla imtihan ediyor. Hem de üstelik tam o suya ihtiyaçları olduğu bir
zamanda.
Şimdi de bizden asarız, keseriz,
vururuz, kırarız, savaşırız diyenler... Yokluğa razı mısınız? Kuru ekmeğe razı
mısınız? Hapse razı mısınız? İşkenceye razı mısınız? Becerebiliyor musunuz?
Tamam o zaman varsınız demektir. Değilse işte yemekten sonra yapılan cihad
edebiyatlarından başka bir şey değildir bunlar.
Geçenlerde bir arkadaşı sıkıştırdılar.
Efendim işte birleşelim. Biatleşelim! Yeter artık filan diye sıkıştırdılar.
Arkadaş tamam dedi. Ciddi misiniz? Eğer bu teklifinizde ciddiyseniz hadi o zaman
üç teklifim var bunlara evet diyorsanız hemen ben hazırım dedi. Merakla nedir
bu tekliflerini bir duyalım! Dediler. Arkadaş tekliflerini şöyle
sıraladı:
1- Mutlaka her gece kalkacaksınız ve
Kuran sünnet okuyacaksınız.
2- On yıl evinize çok zaruri yiyecekten
başka hiç bir şey almayacaksınız.
3- Bundan başka tüm malınızı ve
paranızı Allah yolunda ortaya koyacaksınız. Hadi buyurun.
Hani fareler toplanmışlar da, kediye
bir çözüm bulsak diye. Şöyle umur görmüş yaşlı bir fare demiş ki: Kedinin
boynuna bir zil takalım, o gelirken bizim haberimiz olur kaçar ve kurtuluruz.
Tamam demişler çok mükemmel. Peki kim takacak bunu? Herkes dağılmış. Aynen öyle
dağılıverdiler.
Vakıf kur, dernek kur, devlet kur, bir
şey yok bunda. Çok kolaydır bunlar. Kişinin hayatı değişmedikten sonra çok
kolaydır bunlar. Ama önemli olan Allah’ın istediği gibi yaşayışa geçmektir değil
mi?
Allah onları varlıkta yoklukla imtihan
etti. Biz bunun benzerlerini yaşıyoruz şimdi. Meselâ binlerce kadın; ama bir
avuç müstesna. Namusumuzu muhafaza edebiliyoruz.. Binlerce içki, ama biz
sabredebiliyoruz.
Dedi ki Talût içtin mi kaybettin
imtihanı. İçmedin mi bendensin. Peki hiç mi içmeyeceğiz?
Hayır.
Bir avuç müstesna. Şöyle bir avuç
müstesna. Bir avuç içebilirsiniz. Anlatıldığına göre bir avuç da susuzluğu
gideriyormuş. Biraz fazla içti mi adamın dudakları morarıp karnı şişmeye
başlıyormuş. Sanki burada anlatılan dünya gibi. Yâni sanki Allah dünyadan bir
avuç müstesna gerisiyle ilgilenmeyin diyor. Dünyadan ihtiyacınız kadarını alın
gerisini üzerinizde, midelerinizde, kalplerinizde taşımayın diyor. Değilse
çoğalınca şişersiniz, ağırlaşırsınız, onunla meşguliyet sizi cihattân da
kulluktan da alıkor diyor. Dünyadan, dünya malından bir avuç yeter. İhtiyacınız
kadarı yeter. Bu bir avuç tabiri ihtiyaç demektir. İhtiyacınız kadar ilgilenin
dünyayla. Değilse bir dükkan, bir dükkan daha, bir arsa bir arsa daha, bir ev
bir ev daha, bir araba bir araba daha şişmeye başlıyor adam.
Veya bir makam bir makam daha,
bir koltuk bir koltuk daha derken adam yükselmeye başladıkça sendelemeye
başlıyor. Meselâ adamın cüzdanının birazcık şişmesi bile bu kadarcık yükseklik
bile kimilerinin başını döndürüyor değil mi? Sendelemeye başlıyor adam. İşte
burada da dünya ile böyle ihtiyaçtan fazla içi içe olanlar imtihanı kaybettiler
diyor âyet-i kerîme. Bunların imtihanı kaybettiklerini Kur’an söylüyor. Belki
kâfir olmadı bu adamlar ama imtihanı kaybettiler. Yâni dünyayla bu kadar fazla
ilgilenenler kâfirdir demek istemiyorum. Bakın Medine’de gelen ticaret
kervanına meyledip, Rasulullah’ı hutbede terk edenlerin durumu da aynen
böyledir diyoruz. Peki bunlar ne yaptı?
"Azı müstesna pek çoğu
içiverdiler."
Az bir kısmı hariç pek çoğu yan
çiziverdiler, o sudan içiverdiler gene ve imtihanı kaybettiler. Bunlar o
ırmağın kenarında dökülüp kaldılar, Talût’la beraber karşı tarafa geçemediler.
Kaç kişilerdi? Misa l 2000.. Çoğu, yâni 1200 kadarı
içip elendi, geriye ne kaldı? 800 kişi filan imtihanı başarıp karşıya
geçtiler.
"Talût ve beraberindeki iman edenler
karşıya geçdikten sonra bir grup, bu sefer dediler
ki:"
Kimdi bunlar? Üç imtihanı başarmış, üç
elekten geçmiş insan-lardı bunlar. Bu sefer dediler ki
bunlar:
"Bugün bizim Câlut’a ve ordusuna karşı
koyacak gücümüz kalmadı! Dediler."
Bizim gücümüz kalmadı arkadaş;
Takatimiz kalmadı. Sıfırı tükettik. Bu iş buraya kadar! Evet meliksin,
komutansın filan; ama az mı çektik biz buraya kadar? Sudan bir yudum içtik.
Fakirim ben efendim! İmkânım yok efendim! Evim yok, param, pulum yok! Bugün
gücümüz yok, imkânımız yok! Dediler.
Param olsa infak ederim. Zamanım olsa ben de
çalışırım. İlmim olsa ben de anlatırım. Ne yapayım ki bunlar yok bende diyen
bizler gibi. Düşmanla karşı karşıya gelince, bugün bizim savaşacak halimiz yok,
gücümüz yok hele bir dinlenelim. Bir soluk alalım . Hele bir başım sakin olsun.
Oğlanı kızı evlendirelim. Okulu bitireyim! Hele bir doktoram bitsin.Önce bir
cemaat olalım. Hazırlık yapalım. Kendimizi
toparlayalım. Şu anda bu işe hazır değiliz diyerek karşıya
geçenlerin çoğu tekrar eleniverdi. Bir
beş yüzü daha gittiyse kaldı geriye üç yüz küsur insan. Buhârî Bera bin Azib’in
şöyle dediğini rivâyet eder: Bunların sayısı Bedir günü Rasulullah’ın yanında
bulunan ashabının sayısı kadardı, bu da 313 kişidir. Evet Allahu âlem otuz bin
insan elene elene bu kadar kalmıştı. Ne kadar
az değil mi? Peki size göre az mı bu sayı? Hayır az değil bu rakam.
"Nihayet onlar o vaadolundukları şeyi
gördükleri zaman artık bileceklerdir ki kimin yardımcısı en zayıfmış ve sayıca
en az olan kimmiş?”
(Cin: 24)
O yarın belli olacak. Kim azmış, kim
çokmuş. Bunu cehennemi görünce anlayacaklar. Kim daha zayıfmış. Kim daha
güçlüymüş. Kimin sayısı azmış. Kimin sayısı çokmuş. Kimin yardımcısı güçlü?
Kimin yardımcısı zayıfmış yarın anlayacaklar bunu diyor Rabbimiz. Vah
müslümanlar vah! Sanki nüfus sayımcıları mübârekler! Sanki çoğalmak azalmak
görevlileri zavallılar Zayıfız! Güçsüzüz! Mus’taz’afız ne yapalım? Derdindeler.
Bir bölge düşünün. Meselâ diyelim ki Chicago.
Kaç müslü-man var orada? Sekiz kişi, on kişi. Peki bunlar çok mu azlar? Yarın
anlayacaklar bunlar çok mu olduklarını az mı olduklarını. Kim azmış kim çokmuş?
Kimin yardımcısı güçlü, kimin yardımcısı güçsüzmüş bunu yarın anlayacaklar.
Allah’la beraber olan bir tek mü'min aslında tüm dünyadan güçlüdür. Allah’a
inanan bir tek mü'min aslında Adem’le beraberdir, Nuh’la beraberdir, tarihin
derinliklerinde tüm peygamberlerle, tüm meleklerle ve tüm mü'minlerle
beraberdir. Çünkü iman ehli asla yalnız değildir. Allah’a inanmış bir tek
mü'min karşısında bütün dünya dize gelecektir. Ama yeter ki o mü'min kimlerle
beraber olduğunun farkında olabilsin. Kimin safında olduğunu anlayan bir mümin,
yardımcısının Allah olduğunu bilen ve buna iman eden bir mümin karşısında bütün
dünya vız gelecektir. Tüm dünyaya meydan okuma cesaretini bulabilecektir
kendisinde.
Ey müslümanlar! Sakın ha
bulunduğunuz yerde azdık, mus’-taz’aftık, güçsüzdük, yapamıyorduk,
beceremiyorduk demeyin. Azlığınızın ezikliği içine düşmeyin. Azlık psikolojisi
içine düşmeyin ve kimin safında olduğunuzu bir düşünün. Yardımınızda olan
Allah’ın gücünü kuvvetini bir düşünün. İşte bakın Allah’a Allah’ın istediği
biçimde inananlar dediler ki:
"Muhakkak Allah’a kavuşacaklarını
bilenlerse dediler ki: Nice az topluluklar Allah’ın izniyle kendilerinden kat
kat sayıca fazla toplulukları yenmiştir. Allah sabredenlerle
beraberdir."
Her ân, her dakika Allah’la karşı karşıya
gelecekleri zannıyla yaşayanlar dediler ki; Her ân Allah’la karşı karşıya
gelivereceklerine inananlar. Yâni her ân ölüp de Allah’ın huzuruna çıkacakmış
gibi yaşayanlar. Şu sözü bitirmeden, şu lokmayı yutmadan ölüm geliverecek ve
biz hesap kitap için Rabbimizle karşı karşıya geleceğiz hesabı içinde
yaşayanlar. Ölümü her ân yanlarında bilenler. Ölüm için hazırlık yapanlar,
hesabı kitabı sağlam tutanlar, kasa hesabını her ân sıfırla-yıp da ölümü
bekleyenler. Bunlar için ölüm korkulacak bir şey değildir. Neden korksun da
adam? Zaten hazırlığını yapmış, kasa hesabını sıfırlamış, envanterini düzgün
yapmış niye korkacak da bu adam ölümden? Ha üç gün evvel gelmiş ha beş gün sonra
gelmiş ne fark edecek ?
İşte böyle ölüme ve şehâdete inanmış
olanlar dediler ki: “Biz azmışız, düşman bizim bin katımızmış ne gam? Allah’ın
yardımı var ya. Allah’ın izniyle nice azların nice çoklara galip geldiğini,
geleceğini biliyoruz. Allah’ın yardım ettiği insanların asla mağlup
olmayacaklarını Rabbimiz vaadediyor. Şehâdet nasibimizse biz nasıl olsa
Rabbimize gidiyoruz, nasıl olsa öleceğiz” Diyorlardı. Biz de böyle olalım
inşallah.
1) Evden sokağa çıkarken ya Allah’ı
yanımızda farz edelim.. Ne kadar güzel değil mi? Allah’la beraber. Ama ne kadar
da zor değil mi? Yaptıklarımızın çoğunu da yapamayacağız veya yapmayacağız değil
mi? Çünkü utan be! Allah yanı başında diyeceksiniz kendi kendinize. Ve
yaptıklarınızın çoğunu yapamayacaksınız.
2) Veya ne zaman öleceklerini bilmeyen
insanlar nasıl davranırlar? Ha adım attım öleceğim, ha durdum öleceğim, ha
sözümü bitirmeden veya şu lokmayı bitirmeden öleceğim ve Allah’ın huzurunda
olacağım diyerek yaşarlar değil mi? E şimdi de Allah’ın huzurundayız da ölünce
hesap vermek üzere Allah’ın karşısında olacağız.
İşte öleceğinin şuurunda olanlar. Yâni
her ân Allah’la karşı karşıya gelivereceği şuurunda yaşayanlar böyle
davranırlar. Hani bir şehre gitseniz ve orada çok sevdiğiniz bir arkadaşınız
olsa. Orada bir arkadaşınız var ki yıllardır görüşmemişsiniz ve âdeta burnunuza
tütmüş. Şimdi siz o şehirde dolaşırken her an, her köşeyi dönerken
arkadaşınızla karşılaşıverecekmiş gibi olursunuz ya. Sanki karşılaştığınız
herkes için işittiğiniz her ses için acaba o mu? Diye dikkat kesilirsiniz ya.
İşte aynen onun gibi her ân Allah’la karşı karşıya gelivereceğinin şuurunda
olanlar, böyle yaşayanlar diyorlar ki :
Allah’ın izniyle nice azlar, nice az
gruplar nice çoklara galip gelmiştir. Nice azlar. Sen ailende az mısın? Üzülme
galip gelebilirsin. Sen okulunda az mısın? Sen iş yerinde az mısın? Sen
Konya’da, sen Türkiye’de, sen Çin’de, Maçin’de, Mançurya’da az mısın? Sen
dünyada az mısın? Üzülme! Allah’ın izniyle galip gelebilirsin. Allah
galibiyetini istemişse bil ki sen
galipsin.
Bazen istemez mi Allah? E bazen istemez
tabii. Ne var ki bun-da. Uhut’ta istememişse istemez yâni. Allah neyin bizim
için hayırlı neyin hayırsız olduğunu bize bildirmiyor . Senin öyle mi kazançta
olacağın, böyle mi kazançta olacağın belli değil ki. Yâni ölünce mi
kazançtasın, kalınca mı? Bu belli değildir. Zaten galibiyet ya da mağlubiyet,
kazanç ya da kayıp dünya planına göre olmaz. Zekeriya ve Yahya’yı tanımaz
mısınız siz? Onlar dünyada şehid edildiler. Başaramadılar mı dersiniz? Hayır.
Yıllardır söylenir: Efendim işte onlar
hedefe varamadılar. adamlar mümkün değil doğru yolda değiller. Niye? Eğer doğru
yolda olsalardı, bugüne kadar hedefe varırlardı. Peki neye göre? Öyleyse Kimi
peygamberler de hedefe varamadılar mı? Fakat mesele öyle
değildir.
Dediler ki Allah’ın izniyle nice azlar
var ki onlar çoklara galip gelecektir.
Ama bilin ki, bilesiniz
ki:
"Allah sabredenlerle beraberdir."
Yâni döneklik yapmayıp
direnenlerle, dayananlarla beraberdir Allah.
Ordu devam ediyor, kaç kişi? 300 küsur
müslüman. Karşıda Yığınlarla insan. İşte kâfirin ordusu Câlut’un ordusu
görününce, bu bir avuç insan grubu dedi ki:
250:"Câlut ve ordusu açığa çıkınca dediler
ki: Rab-bimiz bizim üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı sabit kıl. Ve şu kâfir
topluğuna karşı da bize yardım et.”
İfadenin İslâmîliğine, sözün
güzelliğine bakın. Rabbimiz. Bizim Rabbimiz. Bunu diyebilmek önemlidir. Meselâ
bir çocuk düşünün, annesinin her dediğine karşı gelse, annesinin hiçbir
dediğini yapmasa, hep dediğine karşı çıksa, günler aylar böyle geçse, bir
kerecik annesine değer vermese. Sonunda bu çocuk bir gün bir şeylerden bunalıp
da yardım için: Anne! diye çağırdığında, hayrola senin annen var mı yavrum der
değil mi annesi? Hani annense doğru dürüst davransay-dın. Bugüne kadar annen
gibi davransaydın ya! der değil mi? Veya müdür öğretmenine aynı şeyi der değil
mi? Meselâ öğretmen okuldaki müdürü hiç takmasa, hiç dinlemese onu, hiçbir
sözünü yerine getirmese, sonunda da dese ki "müdür bey izin verir miydiniz"
falan. Müdür de “Ne demek ya! Senin müdürün var mıydı bugüne kadar?” Der değil
mi?
Peki biz de: Rabbimiz desek acaba
bugüne kadar gerçekten Rabbimiz miydi Allah? Tüm yaptıklarımızın yaptırıcısı
mıydı? Hayat programımızı çizen miydi? Bizi hareket ettiren Allah mıydı?
Hayatımızda etkili varlık o muydu? Bir gün biz de bunalmış, sıkılmış olarak el
kaldırıp ya Rabbi! Desek. Ya Rabbi ne olur imdat desek. Derse ki ya hayrola!
Bugüne kadar senin Rabbin ben değildim! Bugüne kadar hayat programını bana hiç
sormadın! Bugüne kadar benim sözlerime hiç değer vermedin! Benim kitabımla
bugüne kadar hiç ilgilenmedin! Benim peygamberime bugüne kadar hiç selâm
vermedin! Hayrola şimdi mi aklına geldi benim Rabbin olduğum derse ne diyeceğiz?
Diyorlar ki bakın:
Rabbimiz. Ey bizim hayatımıza yön
veren,bizi hareket ettiren,adına buralara kadar geldiğimiz Rabbimiz! Ey cihat
çağrısına koştuğumuz Rabbimiz. Ey şu ana kadar hayatımızda etkili olan, Buraya
gelene kadar hatırına çeşitli eleklerden geçerek geldiğimiz Rabbimiz. Ey bizim
hayat programımızı çizen Rabbimiz!
"Üzerimize sabır dök ve ayaklarımızı da
sabit kıl ya Rabbi!"
Sabır indir, sabır gönder değil,
üzerimize sabır dök, sabır boşalt. Öyle ki gözümüz de ayaklarımız da
azalarımızın tümü de sabırsızlanmasın. Sabırsızlık göstermesin. Bir de
ayaklarımızı çak yere ya Rabbi. Ayaklarımızı sabit kıl da geriye adım atmasın.
Bu bize düşen, bizim yapmamız gerekenler konusunda bize yardım ettiğin gibi, bir
de:
"Kâfir topluluk üzerine de bize yardım
et!"
Ayrıca bir de bizim bilmediğimiz
konularda da kâfirler üzerinde bize yardım et ya Rabbi. Kalplerine korku
salarak mı? Yoksa melekler göndererek mi? O konuda da bize yardım et ya Rabbi!
Dua budur işte. Allah’ın istediği ve kabul buyurduğu dua budur. Bunu günümüz
müslümanlarının çok iyi anlamaları gerekiyor. Fiili teşebbüsten sonra, yâni
kılıcı ele alıp Allah yolunda harekete geçtikten, düşman karşısında saf
bağladıktan sonra yapılan dua. Yattığı yerden zafer beklemek yerine kılıçlara
sarıldıktan ve yola koyulduktan sonra dua etmek. Hani Hz. Mûsâ’nın su
bulabilmek için asasıyla taşa vurmasını anlatan âyetin tefsirinde de demeye
çalıştığımız gibi dua etmek zorundayız ki duamız kabul buyurulsun. Değilse üst
üste otuz zırh giyerek, başına miğfer takarak, göğsünü kurşunlarla süsleyerek
evinden dışarı çıkmadan, ya da henüz kılıcı resimlerden tanıyan cihad edebiyatı
yapan ve de bu haliyle dua dua yalvararak Allah’tan zafer bekleyenler gibi
değil.
Evet dua ediyorlar, savaşıyorlar,
dişlerini sıkıyorlar ve sonun-da da Allah’ın izniyle galip geliyorlar. Allah’ın
yardımıyla galip geliyor-lar. Sebebe tevessülle galip geliyorlar. Maldan ve
candan geçebil-mekle galip geliyorlar. Karşılarındaki güç ne olursa olsun kim
olursa olsun Allah yardım ettikten sonra onların mağlup olmaları kesinlikle
mümkün değildir. E böyle yaşayanlar ölse de galip, kalsa da galiptir zaten. Ne
fark eder de! Hiç fark etmez.
251:"Allah’ın izniyle onları bozguna
uğrattılar. Dâ-vûd Câlut’u öldürdü. Allah ona yönetimi ve hikmeti verdi. Allah
insanların bir kısmını diğer kısmıyla savmasaydı yeryüzü fesada uğrardı. Ancak
Allah âlemlere karşı fazl ve ihsan sahibidir."
Dâvûd (a.s) o dönem Tâlut’un
ordusunda küçük bir çocuktu, henüz peygamber değildi. Allah’ın yardımıyla
Dâvûd çocuk yaşta olmasına rağmen elindeki sapan taşıyla Câlut’u öldürmüş ve
Talût da ona kızını vermiştir. Allah da ona hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik
ihsan etmiştir. Ona daha dilediği şeyleri de öğretmiştir Rabbimiz. Demiri
yumuşatıp zırhlı elbise yapma gibi, kuşların dilinden anlama gibi daha başka
şeyler de öğretmiştir.
İsrâil oğulları Hz. Dâvûd döneminde
tarihlerinin hiçbir döneminde ulaşamadıkları en zirvede bir hayatı
yaşamışlardır. Aradan yüzyıllar geçmiş o Dâvûd’un torunu olan bu Dâvûd, yâni
Muhammed (a.s) Mekke’de dünyaya gelmiş, sonra Medine’ye İsrâil oğullarının
ülkesine göç etmiş ve burada yahudilerle karşı karşıya gelmiş. Roller değişmiş,
gruplar değişmiş, taraflar değişmiş. Bu defa Allah düşmanı Câlut’un ordusunun
yerinde Allah’ın ordusuna karşı koyan yahudiler yer almış, Dâvûd’un ordusunun
yerinde de onun torunu Hz. Muhammed (a.s) ve ona inanan müminler ordusu yerini
almış.
Dün Dâvûd neyle savaşıyordu? Sapan
taşlarıyla. Peki bugün onun yerini alan Filistinli müslümanlar neyle
savaşıyorlar? Yine taşlar. Dün Câlut’un ordusu tepeden tırnağa zırhlıydı, bugün
yahudiler de öyle. Dün Câlut zâlimdi bugün de yahudiler aynı durumdadır. Ama
unutmayın ki dün taş atan çocuk nasıl Câlut’un işini bitirmişse bugün de onun
torunları olan Filistinli Dâvûd’lar yarın büyüyecek Tâlut’un ordusu yine
galibiyetini ilan ederken Câlut’un ordusu yenilgiyi ve hezimeti tadacaktır.
Bundan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.
İşte şu anda Filistinli müslümanlar
Allah’ın yardımıyla adım adım bu yasayı yaşıyorlar. Allah tarih boyunca hiç
değişmeyen yasası gereği yolunda olan mü’min kullarını zafere
ulaştıracaktır.
252:"İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki biz
onları sana doğru olarak okuyoruz. Şüphesiz ki sen
peygamberlerdensin."
Allah âyetlerini peygamberine okuyor.
Peygamber (a.s) da Allah’tan aldığı bu yüce âyetleri çevresindekilere okuyordu.
Öyleyse ey müslümanlar! Çevrenizdeki insanlar hep cehenneme doğru gidiyorlarsa
ve siz bunu gördüğünüz halde hiç bir şey yapmadan güle oynaya cennete
gideceğinizi zannediyorsanız aldanıyorsunuz demektir. Bu insanlara bu kitabı
duyurun! Bu kitap sadece bana gelmedi, size anlatmak zorundayım. Sadece size
gelmemiştir, siz de birilerine anlatmak zorundasınız. Anlattığınız insanlara
söyleyin ki onlar da birilerine anlatsınlar, duyursunlar. İşiniz, derdiniz,
hayatınız bu olursa o zaman kurtuluş açığa çıkacaktır.
253:"İşte bu peygamberlerin bazısını
bazısına üstün kıldık. Onlardan bazısıyla Allah konuştu. Bazısının da
derecelerini yüceltti. Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik ve onu
Ruhu’l-Kudüs’le destekledik. Eğer Allah dileseydi o peygamberden sonrakiler
kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat
ayrılığa düştüler, kimi iman ederken kimisi de kâfir oldu. Allah dileseydi
birbirlerini asla öldürmezlerdi. Ancak Allah dilediğini
yapar."
Bu âyet aslında peygamberlerin
birbirleriyle mukayesesini yapmak üzere değil bu peygamberlerin
müntesiplerinden her birinin kendi peygamberlerinin üstünlüğünü iddia ederek
kavgaya tutuşmalarının reddi için gelmiştir. Her biri dönemlerinde Allah’ın
kendilerinden beklediği görevlerini ifa ederek Allah katına yürüyen peygamberler
aslında risa let açısından birbirlerine
eşittirler. Ama ortak özellikleri olan bu risa letin dışında bazı özelliklerle
biz onları birbirinden üstün kıldık diyor Rabbimiz. Kimisiyle bizzat konuşarak,
kimisini anasız babasız, kimisini anasız dünyaya getirerek farklı özellikler
vermiştir. Ama bu bizzat Rabbimizin bir lütfudur.
Ya da her birine üstün özellikler
lütfettik diyor. Tıpkı tüm mü'-inlerin iman açısından eşit olup da itaatleri,
takvaları açısından farklılıkları olduğu gibi.
Hani hatırlayın sûrenin daha önceki
âyetlerinde Rabbimiz İsrâil oğullarının âlemlere tafdıyl edilişini anlatmıştı. O
bölümde de demeye çalıştığım gibi bu onların âlemlere tafdıyl edilişleri kişisel
bir değer olarak onların üstünlüklerini değil de kendilerine Allah tarafından
verilen nîmetler açısından bir üstünlükleri söz konusudur. Peygamberlerin
birbirlerine olan durumları da böyledir. Nitekim ilerde Bakara sûresinin
sonlarına doğru Rabbimiz şöyle buyuracak:
"Biz peygamberlerin arasını ayırmayız"
(Bakara 285)
Âyetini de göz önünde
bulundurarak diyebiliriz ki buradaki peygamberlerin birinin diğerine
üstünlüklerini şöyle de anlayabiliriz:
1-) Bu peygamberlerin Allah katındaki
makamlarının farklı olması anlamına gelebilir.
2-
Peygamberlerin şu anda semadaki makamlarının farklılığı da olabilir.
Nitekim İsrâ hadisinde peygamberlerden kimilerinin dünya semasında, yâni
birinci kat semada, kimilerinin ikinci kat semada, kimilerinin farklı semalarda
olduğu anlatıldığı gibi.
Zira peygamberler arasında üstünlük
iddiasını ileri sürmek bizim hakkımız değildir. Bunu ileri sürecek makam,
insanların makamı değildir. Bu ancak onları peygamber olarak gönderen ve onları
değişik sıfatlarla mücehhez kılan Allah’a ait bir makamdır. Bize düşen de
sadece onlara iman etmek, teslim olmak ve onların her birinin dinde temel
örnekliliklerini kabul etmektir. Hiç birini diğerinden ayırmadan, birinin
diğerlerine üstünlüğünü iddia etmeye kalkışmadan onların tü-mümüne iman
etmektir. Hepsinin bizim yasal örneklerimiz olduğunu tasdik etmektir.
Rabbimiz peygamberlerin birbirlerinden
üstün kılınmalarını gündeme getirdikten sonra bunun detaylarını anlatırken
bazılarıyla konuştuğunu, bazısını daha yüksek derecelere çıkardığını, Meryem
oğlu İsa’ya da beyyinat verdiğini ve onu Ruhu’l-Kudüs’le teyid buyurduğunu
ifade ediyor. Kur’an’ın başka yerlerinden anlıyoruz ki burada Rabbimizin
kendisiyle konuştuğu peygamber Hz. Mûsâ’dır. Hz. İsa’-nın adı zaten zikredilmiş.
İkisi arasında; "Bazısını da bir çok derece-lerle daha yükseklere çıkardı",
ifadesiyle de Rasûl-i Ekrem efendimiz anlatılmaktadır.
Âyet-i kerîmede üç peygamberden söz
edilmektedir. Allah’ın bu üç peygamberi bu âyetlerin nazil olduğu dönemde de şu
anda da takipçileri bulunan ve müntesiplerinin ayrılığa düştükleri ve
birbirleriyle kavga verdikleri peygamberlerdir. Âyetin devamında da bu konunun
gündeme getirildiğine bakılırsa bu âyet peygamberlerin birbirlerinden üstün
olup olmadıklarını anlatmak adına değil de müntesiplerinin: "Bizim
peygamberimiz üstündü, sizin peygamberiniz değildi". gibi bu kısır kavgalarını
sona erdirmek için gelmiştir.
Nitekim Buhârî ile Müslim Hz. Ebu
Hureyre’den şunu nakil ederler: Ebu Hureyre der ki: “Müslümanlardan biri ile
yahudilerden birisi münakaşa ettiler. Yahudi yemin ederken: "Mûsâ’yı bütün
âlemlerden üstün kılana yemin ederim ki" Deyince, müslüman olan kişi de onun
yüzüne sertçe bir tokat vurarak:" Pis herif! Onu Muhammed (a.s) 'dan da mı üstün
tutmuştur? Dedi. Durum Allah’ın Resûlü’ne haber verilince Rasûl-i Ekrem şöyle
buyurdu:
"Beni diğer peygamberlere üstün
tutmayınız!"
İbni Kesîr’in rivâyetinde de:
"Peygamberlerin birini ötekinden
üstün tutmayın!"
Buyurmuştur.
İşte müntesipler arasındaki asıl
kavganın, ayrılığın buradan kaynaklandığını anlatarak Rabbimiz bunun bir fayda
sağlamayacağını ortaya koymaktadır. Her grup kendi peygamberlerinin
üstünlüğüyle öğünecek, her grup kendilerini tatmin edecek. İyi bilelim ki bunun
kimseye bir faydası yoktur. Önemli olan hangi peygamberin ne kadar üstün olduğu
değil, bizim o Allah elçilerine ne kadar tabi olduğumuz, onları ne kadar örnek
aldıımız, hayatımızı onlara ne kadar yakın yaşadığımızdır.
Ama buna rağmen kendilerine apaçık
belgeler geldikten sonra insanlar yine de ihtilâfa düştüler, birbirlerinin
kanlarına girdiler, savaştılar, öldüler öldürdüler, kimileri iman ederken
kimileri de kâfir oldular.
Eğer Allah dileseydi bunların hiç
birisini yapamayacaklardı. Allah dileseydi yeryüzündeki tüm insanları iman
birliğinden oluşan tek bir safta toplardı. Evet Allah dileseydi bu insanlardan
hiç birisi küfredemez, hiç birisi kâfir olamaz, hiç kimse Allah’ın Resûlleri
aracılığıyla kendisine gönderdiği mesajına, hayat tarzına karşı gelemez, hiç
kimse hidâyetten, imandan yüz çeviremezdi. Eğer Allah dileseydi diğer iradesiz
varlıklara yaptığı gibi yeryüzündeki tüm insanların boyunla-rındaki ipin ucunu
doğuştan eline alır ve onları iradeleriyle baş başa yaratmazdı. Böylece
yeryüzünde hiçbir insan küfretme imkânını bulamazdı. Ama Allah böyle
dilememiştir. Allah insanlara irade vermiş ve bu iradeleriyle iman ya da
küfürden birini tercihle insanları baş başa bırakmıştır.
254:"Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir
alışverişin, hiçbir dostluğun, ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelip
çatmadan size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince
onlar zâlimlerin ta kendileridir."
Kendisinde malın mülkün
bulunmadığı, dostluğun, karşılıklı yardımlaşmanın bulunmadığı, şefaatin ve dost
kayırmanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden infakta bulunmamızı emrediyor
Rabbimiz. Zira o gün gelip çattı mı artık hiç kimse kendisini kurtaracak bir
bedel ödeyemez, hiç kimse ateşten kurtuluş için fidye
veremez.
Cihada teşvik edildiğimiz bir bölümün hemen akabinde Rab-bimiz yine
infaktan söz ediyor. İnfakla cihad iç içe. Öyleyse cihad için, cihadın
gerçekleştirilmesi için, küfrün ve onun temsil ettiği zulmün defedilmesi için,
kâfirlerin ve zâlimlerin bertaraf edilmesi için infak edeceğiz. Maldan, candan,
zamandan, bilgiden, rahattân, uykudan infak edeceğiz.
"Ve kâfirler zâlimlerin ta
kendileridir."
Kâfirler kendilerini olmamaları
yerde, bulunmamaları gereken yerde tuttukları için zâlimdirler. Ya da
kendilerini ateşe götürenler, kendilerini cehennem yolunda tutanlar kadar kendi
kendilerine zulmeden başka birileri olamaz. Kâfirler inkâr ettikleri için önce
hakka zulmetmişlerdir. Kendilerini uçuruma, yâni cehenneme sevk ettikleri için
kendi nefislerine zulmetmişlerdir.
Bir de kâfirler, sûrenin önceki
bölümlerinde uzunca anlatıldığı gibi yeryüzünde hep fitne unsuru olmuşlardır.
Kendi kâfirlikleri yetmi-yormuş gibi hainler insanları Allah yolundan men
ederek, insanları fitneye düşürerek, dinlerinden döndürmeye çalışarak din
eğitimini engelleyerek insanlığa zulmetmişlerdir. İnsanların akıllarına,
vicdanlarına ipotekler koyarak, zorla onlara kendi küfürlerini empoze ederek
zulmetmişlerdir.
Yâni kâfir hem kendisine, hem Rabbine,
hem de tüm insanlığa karşı zulmeden insandır. Onun için kâfir zâlimin ta
kendisidir.
Allah’ın kullarının Allah’ın dinini
öğrenmesinin önüne engeller koyanlar, yâni dine karşı savaş açanlar, kendi
görüşlerini Allah dininin yerine ikâme edebilmek için Allah’a ve onun dinine
karşı savaş açanlar, kendi kanunlarının yerleşmesi adına Allah kanunlarıyla
mücâdele verenler evet bunlar insanlığın baş düşmanlarıdır.
Yeryüzündeki tüm insanlığın
vazifesi bu insanlık düşmanı zâlimlerin zulümlerini yıkıp, onların bir daha
insanlara zulmedecek güçleri kalmayıncaya kadar onlarla savaşmaktır. Kısacası
kâfir hem kendine, hem Rabbine, hem de tüm insanlığa karşı zulmeden
insandır.
Bundan sonra Bakara sûresinin bu
bölümünde "Âyet el Kürsî" diye bilinen bir bölüme geldik. Ulemânın ifadesiyle
"İsm-i Azamı" ihtiva eden uzunca bir âyet.
Bundan dolayı bu âyeti ihtiva ettiği için bu sûreye "Kürsî sûresi" de
denmiştir. Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde:
"Kur’an-ı Kerimde en büyük âyet,
âyet el Kürsîdir."
Buyurur. Tevhidi, Rabbimizin
sıfatlarını, yaratılışı, yaratıkların yönetimini, ulûhiyet ve rubûbiyeti, Rab
karşısında kulların konumunu ve şefaati en güzel anlatan âyet, âyet el
Kürsîdir.
255:"O Allah’tır. Ondan başka İlah yoktur. O
Hayy ve Kayyum'dur. Onu ne uyuklama (gaflet) ne de uyku tutar. Göklerde ve
yerdekilerin hepsi O’nundur. O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek kimmiş?
O kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise O’nun
ilminden ancak O’nun dilediğinden başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü
gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onların korunması ona ağır gelmez. O yücedir,
büyüktür."
İlâh, kendisine kulluk edilen
varlık demektir. İlâh, kişinin boynundaki ipin ucu elinde olan varlık
demektir. İlâh, kişinin hatırını kazanmak için çırpındığı, arzularını
gerçekleştirmek için can attığı, itirazsız ve gönül rahatlığıyla isteklerini
yerine getirdiği varlık demektir. İlâh, kişinin uğrunda seve seve malını ve
canını fedâ ettiği varlık demektir. İlâh, kişinin hayat programını kendisi için
hayat programı kabul ettiği varlık demektir.
İnsan kul olmaya müsait yaratılmıştır. Allah
herkesi doğuştan kul olmaya müsait yaratmıştır. Herkesi boynunda bir iple
dünyaya getirmiştir Rabbimiz. Yâni bir şeylere tapacaktır o. Tapınmaya hazır
yaratılmıştır. İşte boynunda böyle bir iple dünyaya gelmiş ve tarihin de
şehâdetiyle mutlaka bir şeylere tapınmak zorunda kalmış olan bu insan
boynundaki bu ipin ucunu kimin eline vermişse ona kulluk ediyor demektir.
Boynundaki ipin ucu kimin elindeyse o bu kişinin İlâhı demektir. Bu durumda
insanları dört kademede
görüyoruz:
1-) Boynunda doğuştan getirdiği ipin
ucunu Allah’a vererek: “Al ya Rabbi! Bu ipin de benim de sahibim sensin. Mademki
beni boynumda bir iple dünyaya getirdin. Yâni beni kulluğa müsait yarattın. Al
öyleyse bu ipin sahibi sensin. Senin elinde dursun ve sen nereye çekersen ben o
tarafa gideceğim. Ben sadece sana kulluk yapacağım. Sadece senin dediklerini
dinleyecek, sadece senin seçimini seçim kabul edecek, sadece senin arzularını
gerçekleştireceğim. Zira beni sen yarattın. Beni sen programladın. Benim bilgim
kıttır, benim aklım sınırlıdır. Geçmişimi geleceğimi, hayrımı şerrimi,
menfaatimi zararımı senin kadar bilemem.” diyerek iradesini Allah’a teslim eden
kişiye müslüman denir ve bu kişinin İlâhı Allah’tır.
2-) İkinci tip insan
boynundaki ipin ucunu Allah’a vermeyerek kendi elinde tutmaya çalışan kişidir.
Ben Allah filan tanımam. Ben din filan bilmem. Benim hiç bir şeye ihtiyacım
yoktur. Benim aklım vardır, benim fikrim vardır, benim bilgim, benim keyfim
vardır. Ben bildiğimi yaparım. Ben keyfime göre bir hayat yaşarım diyerek
boynundaki ipin ucunu elinde tutarak kendi kendisini İlâhlaştıran
kimsedir.
“Kendi hevâsını İlâh edinen kimseyi gördün
mü?”
(Furkân 43)
Âyeti gereğince kendi hevâsını,
havasını putlaştıran kişidir ki bu adam kâfirdir ve bu kişinin İlahı da
kendisidir.
3-) Üçüncüsü boynundaki ipin ucunu
kendi gönlüyle, kendi arzusuyla Allah’a vermiş, Kelime-i Tevhid okumuş,
Kelime-i Şehâdet getirmiş, ama boynundaki ucunu Allah’a verdiği bu ipin yanı
başına yine kendi arzusuyla bir ip daha bağlamış modaya vermiş, bir ip daha
bağlamış âdetlere vermiş, bir ip daha bağlamış törelere vermiş, bir ip daha
bağlamış çevreye vermiş, müdüre vermiş, amire vermiş, kanun-lara vermiş,
yönetmenliklere vermiş, vermiş, vermiş.
Yâni boynundaki ipleri çoğaltmışsa, hem
Allah’ı hem de başkalarını razı etmeye çalışıyorsa, hem Allah’ın götürdüğü
yere hem de başkalarının götürdükleri yerlere gitmeye çalışıyorsa yâni arzuları,
emirleri Allah’ınkilerle çatışan başkalarının arzularını da gerçekleştir-meye
çalışıyorsa işte bu kişinin adı da müşriktir ve Allah’la birlikte boynundaki
ipleri dağıttığı varlıklar bu kişinin İlâhlarıdır.
Evet bu adam boynundaki ipin
ucunu önce Allah’a vermiş ama bu ipin yanı başına yeni yeni kulluk ipleri
bağlayıp Allah’tan başka birilerine de vermiş ve onların çektikleri yerlere
gitmeye çalışan kişidir ki bunun adı da müşriktir ve İlâhı da ipin ucu elinde
olanlardır. Şeytanlara vermiştir onların kuludur, ağasına vermiştir onun
kuludur, modaya vermiştir onun kuludur, âdetlere, törelere vermiş onların
kuludur, çevreye vermiş çevrenin kuludur, kapitalist sistemlere vermiştir
onların kuludur, sosyal hayatta hıristiyan dünyanın kulu, ekonomik hayatta veya
mesleki dünyasında yahudi âleme vermiştir onların
kuludur.
Ama öyle ki bu boynundaki ipin ucunu
ellerine verdiği kişi, kurum ya da varlıklar yâni onun İlahı ya da İlahları
olan varlıklar çok güçlü, çok becerikli değillerse yâni onun hayatının tümünü
dolduracak kadar güçlü değillerse, ya da hayatının tümü konusunda ona yol
gösterecek kadar becerikli, bilgili değillerse bu sefer bu adamlar yol
gösterebildikleri kadarıyla o İlâhlarının kulu kölesi olurken onların serbest
bıraktığı, ya da gaflet edip dolduramadıkları hayat birimlerinde de
başkalarının kulu ve kölesi olurlar. Ama bu kişinin bir de hayatında din birimi
vardır ki onda da Allah’ın kulu kölesi olur. Öteki İlâhlarının boş bıraktıkları
dolduramadıkları namaz gibi, oruç gibi, zekât gibi, zikir gibi hayat
birimlerini de Allah’ın dinine göre doldururlar.
İşte kim böyle Allah’la beraber
birilerini de dinler, İlah olarak, söz
sahibi olarak, hayatına karışıcı olarak Allah’tan başka birilerinin varlığını
da kabul ederse, bu iş sadece kendisi için yaparsa Kaf sûresinin 26.âyetinde
anlatıldığı gibi bu adam:
“ Ki o Allah’ın yanında, Allah’la
beraber başka İlâh tutmuştur”
(Kâf
26)
Âyeti gereğince kendisine İlâh
yapmış olur. Yâni Allah’la beraber başka İlâhlar bulmuş demektir. Yâni eğer bu
adam boynuna ip takıp da başka efendilere verme işini sadece kendisi için
yapıyorsa böyledir.
Ama eğer bu adam bu işi yalnız kendisi
için değil de başkalarının boyunlarına da ipler takarak onları da Allah’tan
başkalarının eline vermeye çalışıyorsa, yâni başka insanları da bu sahte
İlâhların kulu kölesi yapmaya çalışıyorsa, yardım ediyor, teşvik ediyorsa o
zaman Yâsîn sûresinin 74. âyetinde anlatıldığı gibi:
“Tuttular da güya kendilerine yardım olunur
ümidiyle Allah dûnunda, Allah berisinde İlâhlar
edindiler”
(Yâsîn
74)
Âyetinin delâletiyle min dünillah İlâh
yapmış olur. Yâni Allah’-tan başka İlâhlar edinmiş demektir. Kendisi için
Allah’tan başka İlâh edinmenin de ötesinde başkalarını da Allah’tan başka
İlâhlar edinmeye teşvik ediyor demektir. İdareciler, babalar, kocalar, analar
veya eğiticiler, yöneticiler eğer insanlara her konuda İlâh olarak sadece
Allah’ı tanıtıyorlarsa tamam bu tevhittir. Ama Allah’tan başkalarını da
dinlemelerini öğütlüyorlarsa, öğretiyorlarsa o zaman başkaları için de
Allah’tan başka İlâhlar buluyor ve teşvik ediyor demektir. Çatalı şöyle
tutmalısın yavrum. Eteğini şöyle kaldırmalısın kızım. Bayramda şöyle hareket
etmelisin hanım. Misa firlerin yanına çıkıp ellerini
şöyle sıkmalısın. diyerek onların da Allah’tan başka İlâhları dinlemesini
sağlıyor demektir.
4-) Dördüncüsü şirkle günahın arasını
ayırmamız için bu da çok önemlidir Bir adam ki kendi rızasıyla boynunda Allah’a
verdiği ipin yanına yeni yeni ipler takıp bunları başkalarına vermeden yana
değildir, böyle bir şeye razı değildir. Ama zorla birileri uzaktan kement atıp
onun boynuna kulluk ipleri geçirmişse, yâni o istemediği halde zorla birileri
onu köle konumuna düşürmüşler ve çektikleri yere götürmeye mecbur etmişlerse
işte bu adamın adı da günahkârdır. Önceki kişiden farklıdır bu. Zira bu adam
öncekisinden farklı olarak kendi arzusunun ve isteğinin dışında köle durumuna
düşürülmüştür.
Biz Hz. Yusuf’un Mısır
pazarında köle olarak satıldığını biliyoruz. Bazen böyle istemediği halde,
rızık endişesiyle, maaş korkusuyla, açlık tehdidiyle, ölüm korkusuyla, ya da şu
anda olduğu gibi güçsüzlük psikolojisiyle güçlülerin eline esir düşebilir.
Veya bazen müslümanlar
cehaletleri sebebiyle, din konusun-da, İslâm konusunda, Kitap sünnet konusunda,
kulluk konusunda bilgisizlikleri sebebiyle, bilgisiz bırakılmaları sebebiyle
farkında olmadan, farkına varamadan boyunlarına birileri kement atıp onları
köleleştire-bilirler, birileri onları zulüm ağlarına takabilirler.
O zaman da eğer bunun farkına varır
varmaz müslümanlar bu zulüm ağlarını delerek kurtuluşa kavuşabilmek için
gecelerini gündüzlerine katıp maldan ve candan geçercesine ciddi bir cihadın,
ciddi bir çalışmanın içine girerlerse Allah’ın bunları affedeceği umulur. Ama
Allah korusun günün birinde böyle bir hayattan razı oluverirlerse, yâni
boyunlarındaki öteki iplerden rahatsız olmazlar ve yata giderlerse onlar da
aynen berikiler gibi şirki sineye çekmiş müşriklerdir,
zâlimlerdir.
Allah, boyunlardaki ipin ucu yalnız kendi
elinde olması gereken sadece kendisine kulluk yapılması gereken, sadece onun
çektiği yöne gidilmesi ve arzuları gerçekleştirilmesi gereken tek İlahtır,
kendisinden başka İlâh
olmayandır.
"O Hayy ve
Kayyum'dur."
Hayy ve Kayyum Allah’ın iki ayrı
ismidir.
Hayy; hayat sahibi, diri, başlangıcı ve
sonu olmayan, sonsuz hayat sahibi demektir. Allah’ın hay oluşu, hayatta oluşu
yaratıkların hayatta oluşuna benzemez. Tüm yaratılmışların hayatta oluşu
Allah’-tandır ama Allah’ın hay oluşu kendindendir. Hayy, zamana boyun
eğ-meyen, zamanla mukayyet olmayandır. Bu Hayy’ın bizim hayatımıza yansıyan
yönü insan hayatında önce Allah vardır. İnsana insanın hayatını kazandıran
O’dur. İnsana hayatını kazandıran Allah olduğu gibi insanın hayatını sürdüren
de O’dur.
Yâni hayatı boyunca Allah onunla
beraberdir. Hayat veren, hayatını sürdüren ve sonunda onun hayatına son verecek
olan da yine Allah’tır. En sonunda öldürdüğü bu insanı yeniden diriltecek olan
da O’dur.
Kayyum ise, sürekli insanları ve tüm
varlıkları görüp gözeten, güç ve kuvvetiyle onları sevk eden, hareket ettiren,
hareketlerini yaratan ve koruyandır. Evet Allah Kayyûm’dur. Yâni kendi zatı
ile kaimdir. Varlığı kendisindendir. Varlığı konusunda başkalarına muhtaç
değildir. Başkaları ise onunla kaimdir.
Tüm varlıklar var olabilmek için O’na
muhtaçtırlar. Var olabilmek için ve varlıklarını sürdürebilmek için her şey
O’na muhtaçtır. Evet Kayyûm her ân tüm varlıklar âlemini idare eden ve ayakta
tutan demektir. Herşeyi
tutan, koruyan anlamında Allah'ın isimlerinden biri. Kayyûm, "fey'ûl" vezninde
mübalağa sıygasıdır. Hayy ve Kayyûm I-simlerinin ism-i azam yani Allah'ın en
büyük ismi olduğu da söylenmiştir. Kur'ân'da üç yerde
geçer.
Birisi
işte Bakara sûresinin bu âyetidir. İkincisi Âl-i İmrân sûresinin ikinci âyetinde
“Allah, Ondan başka tanrı olmayan, diri, her ân yarattıklarını gözetip
durandır.” Üçüncüsü de; Bütün yüzler, "Hayy", ezelî ve ebedî diri, "Kayyûm" her şeyin mutlak
hâkimi olan Allah'a bo-yun eğer. Zulüm yüklenen perişan olur" (Tâhâ,111)
âyetidir.
Diğer
yandan Rasûlüllah (s.a.s)'in bu isimlerle duâ ettiği nakledilir. Bir hadiste,
aşağıdaki duâyı yatağa girerken üç defa okuyan kimsenin günahlarının, denizin
köpüğü kadar çok olsa bile, af edilebileceği bildirilmiştir.
"Ben kendisinden başka hiçbir ilâh
bulunmayan, "Hayy", ezelî ve ebedî diri "Kayyum ", herşeyin mutlak hakimi olan
Allah'tan bağışlanmamı diliyor ve O'na tevbe ediyorum"(Ahmed
b'. Hanbel, Müsned, III,10)
Enes
b. Mâlik, bir adamın namazdan sonra "Hayy ve kayyûm" isimleriyle Allah'a duâ
ettiğini duyan Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakleder:
"Siz Allah'a ne ile duâ ettiğini biliyor
musun? Hazır bulananlar; "Allah ve Rasülü daha iyi bilir" dediler. Rasûlullah
(s.a.s) şöyle buyurdu: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, O,
Allah'a ism-i azamı ile duâ etti.-Allah bununla duâ edilince kabul eder ve
bununla bir şey istenince verir" (Ahmed
b. Hanbel, III, 245).
Bazen
Hz. Peygamber duâda "Kayyım" kelimesini de kullanmıştır. "Allahım hamd, sana mahsustur. Sen yerleri
ve gökleri idare edip, ayakta tutan (Kayyûmsun)"(Buhârî,
Te-heccüd, 1)
Kayyûm
ismi şu anlamları da kapsar; Allah zâtı ve yüceliği ile vardır; her şeyin var
olması, varlığını sürdürmesi, ayakta durması O'nun varlığına bağlıdır. Nitekim,
Ayetü'l-Kürsî'de bu isimden sonraki kısım, onun açıklaması gibidir.
"O'nu ne uyuklama ne de uyku tutar.
Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O'nun izni olmadan, katında kim şefaat
edebilir? O, insanların geçmişlerini ve geleceklerini bilir. İnsanlar ise O'nun
ilminden, O'nun dilediğinin dışında bir şey kavrayamazlar. O'nun hükmü gökleri
ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve göğü koruyup gözetmek, O'nun için zor değildir. O,
yücedir, büyüktür"
(Bakara,255)
"Onu ne uyuklama (gaflet) ne de uyku
tutar."
O Allah’ı ne uyuklama basar ne de
uyku tutar. Yâni Allah için ne uyuklama ne de uyuma söz konusu değildir. Yâni
yarattıklarından asla gafil değildir. Bir an bile onlardan habersiz değildir.
Her şeyi gören ve hiç bir şey kendisinden gizli olmayandır.
Sine tün; uykudan önceki uyuklamak
demektir. Uyku öncesi dalgınlık anlamındadır. Uyku ise gözlerin, kulakların
ve duyuların fonksiyonlarının bitmesi demektir. Rabbimizi ne uyuklama ne de uyku
tutmaz.
Böylece bu ifade bir önceki "Kayyûm"
kavramına daha derin bir boyut kazandırıyor. Öyle bir Kayyûm’luk, öyle bir
Kayyımlık ki bir an bile, bir lahza bile yaratıklarını ihmalin söz konusu
olmadığı, bir an bile yaratıklarından gafletin söz konusu olmadığı bir
durumdur. Bunlar sadece beden sahibi varlıklar için söz konusudur. Uyku da
uyuklama da beden sahibi varlıklar içindir, Allah için caiz değildir bunlar.
Uyuklama ve fütur Allah hakkında asla
caiz değildir. Ve uyuklayanlar,
uyuyanlar asla Kayyûm olamazlar. Kayyum olamayanlar da asla İlah olamazlar.
"Göklerde ve yerdekilerin hepsi
O’nundur."
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
onundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onun kuludur. Göklerde ve yerde
görünür görünmez, bilinir bilinmez ne varsa hepsi onun mülkü ve kuludur. Her şey
onun mülküdür. Herkes ve her şey O’nun hükümranlığı altındadır, O’nun hâkimiyeti
altındadır. O Allah Mâliktir ve her şey O’nun mülküdür. Gerçek Mâlik, gerçek
sahip O’dur.
O’nun mülkünün yanında başkasının mülkü
yoktur. Böylece anlıyoruz ki göklerde ve yerde olan tüm varlıkların Allah’la
ilişkisi mülkün sahibiyle ilişkisi gibidir. Kölelerin efendiyle ilişkisi
gibidir. Mülk Allah’ındır inancı insan şuurundaki tüm şirk unsurlarını siler.
Mülk Allah’ındır inancı insan şuurunda kendisinin sadece mülkün gerçek sahibi
tarafından tayin edilmiş bir halîfe olduğunu, bu hilafet ve sahip olduğu her
şeyin kendisine emaneten ve muvakkaten Allah tarafından verildiğini, kısa bir
süre sonra onların kendisinden geri alınacağı şuurunu kazandıracaktır.
Mülk Allah’ındır demek o mülkte söz
sahibi Allah’tır demektir. Eğer mülk olarak biz kendimiz ve sahip olduğumuz her
şeyin Allah’a ait olduğuna iman ediyorsak o zaman kendimiz ve sahip olduğumuz
şeyler konusunda söz sahibinin Allah olduğuna iman etmek zorundayız. Yâni elim
benim değil o Allah’ınsa ben onu sahibinin razı olmadığı yerde
kullanmamalıyım. Midem benim değil Allah’ınsa, mülkün sahibi Allah’sa, o konuda
söz sahibi ben değil Allah’sa o zaman ben bu mideme sahibinin razı olmadığı
lokmayı indirmemeliyim. Çocuklarım be-nim değil Allah’ınsa onlara vereceğim
isimden tutun da, onlara ulaştıracağım günlük eğitime varıncaya kadar, kılık
kıyafetlerine varıncaya kadar onların sahibi olan Allah’a sormak zorundayım.
Karım benim değil Allah’ınsa, onunla ilişkilerim konusunda söz sahibi ben değil
de onun sahibi olan Allah’sa ona kendi keyfime göre değil Allah’ın istediği
biçimde davranmak zorundayım. Malım benim değil Allah’ınsa onu kazanacağım ve
harcayacağım yerleri Allah’a sormak zorundayım. Paramı onun sahibinin razı
olmadığı yerlerde harcamaya kalkarsam o zaman mülkün sahibi olarak Allah’ı değil
de kendimi kabul etmiş olurum.
Elimi, ayağımı, gözümü kulağımı, evimi,
arabamı, bedenimi, aklımı, bilgimi, zamanımı ve sahip olduğum her şeyi onların
gerçek sahibinin razı olmadığı yerde kullanırsam Allah’ı mülkün sahibi olmaktan
çıkarıp kendimi mülkün sahibi kabul etmiş olurum ki bu Allah’ın istediği bir
iman değildir.
Evet göklerin ve yeryüzünün mülkü
Allah’ın olunca, göklerde ve yerde olanların tamamı Allah’ın olunca elbette
göklerde ve yerde söz sahibi, kanun sahibi, egemenlik sahibi de Allah olur. Bir
mülkün bir varlığa izâfesi demek o mülkte o varlığın söz sahibi olduğunu kabul
etmek demektir. Meselâ sizler hepiniz ev sahibisiniz. Evlerinizin size izâfesi
demek o evlerinizde sizin sözünüzün geçmesi demektir. Bir adam düşünün ki ona
ait olan evinde onun sözü geçmese, o evde onun sözü kaale alınmasa, o evde
istediklerini emretme istediklerini yasaklama hakkı olmasa, o eve girip
çıkanlar ondan izin almasa o ev o adamındır denebilir mi? İçinizden hanginiz
böyle bir ev reisliğine razı olursunuz? Sizler böyle bir reisliğe razı
olmazsınız da Allah’ı niye razı etmeye çalışıyorsunuz? Tamam ya Rabbi! Gökleri
sen yarattın! Yeryüzünü sen yarattın. Bizi ve şu anda sahip olduğumuz her şeyi
sen yarattın. Sen Alisin! Sen yücesin! Ama olduğun yerde kal. Bizim hayatımıza
karışma. Kanunlarımıza karışma! Kılık kıyafetimize, kazanmamıza harcamamıza,
hukukumuza, düğünümüze derneğimize karışma. Eğitimimize karışma. Bütün bu
konularda biz kendimiz söz sahibiyiz. Bizim de aklımız var, bizim de bilgimiz
var, bizim de keyfimiz var, biz de biliriz bütün bunları.
Ya da: Bizim söz sahibi başka
Rablerimiz var. diyerek kendi mülkünde onu susturmaya çalışmanın mânâsı nedir?
Böyle düşünen, böyle inanan ve Allah’a, Allah’ın mülkünde söz hakkı tanımayan
bir adamın mü'min olduğunu nasıl söyleyebiliriz.
Evet mülk Allah’ındır. Gökler ve
onlarda olanlar, yeryüzü ve onda olan her şey Allah’ın mülküdür. Hal böyle iken,
mülk Allah’ınken, herkes ve her şey Allah’ın mülkü ve onun kulu
iken:
"O’nun izni olmadan huzurunda şefaat edecek
kimmiş?"
Bakara sûresinin İsrâil
oğullarına hitap eden bir bölümünde bu şefaatle alâkalı bir bölüm geçmişti
burada tekrar geçiyor
Kur’an-ı Kerîm şefaat konusunu etraflı
bir biçimde ele alıp anlatmıştır. Zira geçmişte ve günümüzde insanların
sapmalarının en büyük sebeplerinden birisi bu şefaat meselesinin yanlış
anlaşılmasıdır. Yahudilerin, hıristiyanların ve müşriklerin sapma noktasıdır
bu şefaat konusu. Geçmişte sapanlar bu yüzden sapmıştır.
Yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur
dediler. Hıristiyanlar İsa Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de melekler
Allah’ın kızlarıdır dediler.
Bunlar bu yaratıkların sıfatları
konusunda hataya düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatlarını vermeye kalktılar.
Gerekenden fazla değer verdiler.Bunların yaptıkları işlerin başkaları tarafından
yapılamayacağını, başkalarının yaptıklarını da bunların yapamayacağını iddia
ettiler. Diğer yaratıklardan ayırdılar bunları. Bunların diğer varlıklardan
daha çok Allah’a yakın olduklarını ya da Allah’ın bunlarla daha çok
ilgilendiğini iddia ettiler.
Aslında bütün bu iddiaların
altında yatan sebep Allah’a veliahtlar bulmak, Allah’a karşı torpilli
varlıklar bulmak, İşledikleri günahlara kılıf bulmak çabasıydı. İsa Allah’ın
oğludur! Üzeyr Allah’ın oğludur! Melekler Allah’ın kızlarıdır! derken Allah
torpil yaptırma gayretine giriyorlardı. Bir varlığın hatırından çıkamayacağı,
sözüne iş yapacağı varlık elbette onun en yakını oğlu ve kızı olabilirdi.
Allah’ı insan gibi farz etmenin yanılgısıydı bu. İnsanlara oğlu ya da kızı
vasıtasıyla yaklaşılabildiğine göre Allah’a da bu yakınları vasıtasıyla
yaklaşabilecek-lerini, O’na karşı da şefaatçiler bulabileceklerini, torpil
yaptırabilecek-lerini zannederek sapıp gittiler.
Bugün de pek çok insan böyle
düşünmektedir. Dünkülerin sapma noktası bugünkülerin de sapma konusu olmuş Allah
korusun. Belki bir babaya oğlu, kızı veya bir yakını vasıtasıyla yaklaşmak
mümkün olabilir. Ona tesir etmek, onu fikrinden vazgeçirmek mümkün olabilir .
Ama yanıldıkları nokta Allah insan gibi değil ki. Allah baba gibi değil ki.
Allah katındaki şefaatin insanlar arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu
düşünmek Allah’ı insan gibi düşünmek ve Allah’ın sıfatları konusunda
noksanlık izâfe etmektir ki bu şirktir ve Rabbimizi bundan tenzih
ederiz.
Müşrikler Allah katındaki şefaatin
insanlar arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu zannediyorlardı. Onlar
Allah katındaki şefaatin kral katındaki oğlunun, kızının vezirlerinin,
yardımcılarının ve ona denk veya ondan daha üstün kralların şefaat etmesi gibi
düşünüyorlardı. Ehl-i kitap Allah’a oğullar olarak izâfe ettikleri
peygamberlerinin, müşrikler de putlarının ve Allah’a kızlar izâfe ettikleri
meleklerin kendilerine şefaatte bulunabileceklerine inanıyorlardı.
Hıristiyanlar ve tüm müşrikler meleklerden, vefat etmiş Nebilerden, şehidlerden
ve salih kimselerden şefaat isterlerdi. Onların Allah katında şefaat etme
yetkisine sahip olduklarını, bu yüzden de Allah’ın bunların şefaatlerini
reddetmeyeceğini iddia ediyorlardı.
Yukarıdaki âyetlerde gördük her şey ve
herkes Allah’ın kulu iken Allah’ın mülkü iken kimin böyle bir şeye cesareti
olabilir? Kim böyle bir şeye teşebbüs edebilir? Allah’ı kim etkisi altına
alabilir? Allah karşısında kim söz sahibi olabilir? Allah’a etki etmek,
Allah’a bir şey yaptırmak şöyle dursun en çok sevdiği peygamberler ve melekler
bile onun huzurunda ağızlarını bile açmaya cesaret
edemezler.
Burada peygamberlerin şefaatleri
konusuna değinelim:
Biz biliyor ve inanıyoruz ki
peygamberler Allah’ın yeryüzünde en değerli ve en şerefli kullarıdır. Ama
unutmayalım ki bunlar da kuldurlar. Tüm peygamberler Allah’ın ona en muti
kullarıdır. Elbette ki peygamberler yeryüzünde dualarına icâbet edilme yönünden
en önde olan kullardır. Allah’ın bu sevgili kulları Allah’a dua ettiklerinde ya
istedikleri şeyler dünyada kendilerine verilir veya burada verilmeyip öbür
tarafta kendilerine verilir.
Peygamberlerin dünyada yaptıkları duaların
tamamı kabul edilmiş değildir. Bu dua ya Allah’ın kaderine muhalif olduğu
için, ya da Allah’ın kendilerinden razı olmadığı kişiler hakkında dua ettikleri
için reddedilmiştir. Nuh aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâm ve sevgili
peygamberimiz bunun en net örnekleridirler. Kimisi babası için, kimisi oğlu
için, kimisi amcası için dua etmişlerdir, şefaat etmek istemişlerdir de Allah
buna izin vermemiştir.
Mesela Rabbimiz münâfıklar
konusunda Resûlüne şöyle buyurdu:
"Ey peygamberim! Onlar için ister af dile
ister dileme! Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu
onların Allah ve Rasûlü’nü inkâr etmelerindendir. Çünkü Allah fâsıklar
topluluğunu asla hidâyete erdirmez."
(Tevbe 80)
Görüyor musunuz Allah’ın Rasûlü
Allah katında yeryüzünün en hayırlısı olduğu halde Allah’ın sevmediği insanlar
hakkında ne kadar da istiğfar ederse etsin Allah onlara mağfiret etmeyecektir.
Allah ve Rasulünü inkar eden, Allah ve Rasulünü hayatına karıştırmamaya çalışan
bir kişiye kesinlikle Allah yol göstermez, hidayet etmez.
Öyleyse şunu kesinlikle söyleyebiliriz
ki Allah’ın razı olmadığı kişiler için yapılacak şefaat asla kabul
edilmeyecektir. Bunu candan, gönülden isteyen yeryüzünde Allah’ın en şerefli
peygamberleri bile olsa da. Peygamberlerin bile mezun olmadıkları bir konuda kim
yetkili olabilecek de?
Yine bakın Rabbimiz Kur’an-ı
Kerîmde anlatıldığına göre Nuh’-un (a.s)
oğluna ilişkin duasını da kabul etmemiştir.
"Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim!
Şüphesiz oğlum da benim ailemdendir! Senin vadin ise haktır. Sen hakimler
hakimisin!" Allah buyurdu ki: "Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü o
salih olmayan bir amel sahibidir. (Kâfirdir) O halde hakkında bilgin olmayan
bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye
ederim."
(Hûd: 45,
46)
Âyet-i kerîmeden açıkça anlıyoruz
ki Allah’ın razı olmadığı bir insan için şefaatte bulunmak isteyen peygamberin
bu şefaati Allah tarafından kabul edilmemiştir. Salih olmayan bir amel sahibi,
yani Allah’ın istediği gibi olmayan bir hayat sahibi kim olursa olsun, Allah
onun hakkında şefaatten yana değildir.
Yine İbrahim’in (a.s) babası
hakkındaki duası da kabul edilmemiştir.
“İbrahim'in, babası için mağfiret
dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu
anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huylu
idi.”
(Tevbe
114)
Kâfir oldukları ve kâfir olarak
öldükleri kesin belli olduktan sonra, o çılgın ateşin ashabı oldukları belli
olduktan sonra yakın akrabaları bile olsa müşrikler hakkında istiğfar etmeleri
peygambere ve mü’minlere asla yakışmaz. Gerek haklarında inen bir vahiyle,
gerek-se kâfir olarak ölüp gittikleri belli olan kimseler hakkında dua etmek,
istiğfar etmek, onların bağışlanmalarını dilemek peygambere de onun yolunun
yolcularına da yakışık almaz. Böyle kâfir olarak Allah’ın hudutlarını muhafaza
etmeden geberip gidenler babalarımız bile olsa, analarımız, kardeşlerimiz bile
olsa onların arkasından dua etmemiz ve istiğfarda bulunmamız caiz değildir.
Bunlar hayattayken bunların, bu tür kâfirlerin, bu tür sistemlerin Allah’la
verdikleri savaşımlarında onların galip gelmeleri, başarıya ulaşmaları adına
onlara fiili yardım ve destekte bulunmak türünde bir dua da caiz değildir,
geberip gittikten sonra arkalarından dua ve istiğfarda bulunmak da caiz
değildir.
Bütün bu âyetlerde görüyoruz nebilerin
sağken bile istisnasız bütün duaları kabul edilmediğine göre, Allah’ın
istemediği, razı olmadığı konularda onların şefaatleri kabul edilmediğine göre
nasıl olur da vefatlarından sonra böyle bir hakka sahip oldukları iddia
edilebilir? Öyleyse bu ehl-i kitabın ve müşriklerin iddiaları boştur.Ve bunların
aslı hakikati yoktur.
Peygamberimizin ümmetlerinden Allah’ın
razı olduklarına şefaat etme konusunu daha sonra inşallah diyeceğim. Bakın
Allah buyurur ki:
"O’nun huzurunda O’nun izni olmadan kim
şefaatte bulunabilir?"
Bir kere azaba lâyık olanlar için
kesinlikle şefaat yoktur. Bunu önce
söyleyelim. Yâni kesinlikle ne kâfirler için, ne ehl-i kitap için, ne
yahudiler, ne hıristiyanlar ne de müşrikler için şefaat söz konusu değildir.
Bunlar istedikleri kadar kendileri hakkında şefaatte bulunacak varlıklar bulmaya
çalışsınlar, istedikleri kadar filan Allah’ın oğludur, falan Allah’ın kızıdır
desinler kesinlikle onlar için şefaat söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerîmde bunu
anlatan pek çok âyet vardır. Bunlardan bir tanesi şöyle ki:
"Allah’ı bırakıp da kendilerine ne fayda ne
de zarar vermeyecek şeylere tapıyorlar ve bunlar Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir diyorlar. De ki siz Allah’a göklerde ve yerde bilmediği bir
şeyi mi haber vermek istiyorsunuz? (Allah’a akıl vererek onu şartlandırmak mı
istiyorsunuz?) Halbuki Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir,
yücedir."
(Yunus 18)
En’âm 51, A’râf 53, Meryem 87,
Tâhâ 109 gibi âyetlere bakılır-sa kâfirler, müşrikler ve ehl-i kitapla ilgili
şefaatin kesinlikle caiz olmadığı anlaşılacaktır. Bunlar için kesinlikle şefaat
yoktur. Müslümanlarla ilgili şefaate gelince şunları söylemek zorundayız.
Müslümanlar içinde de bu konuda geçmiştekilerin sapması gibi sapma içine
girenlerin varlığına şahit oluyoruz. Müslümanlar arasında da bu şefaat
konusunu yanlış anlayarak tıpkı ehl-i kitabın düştüğü yanlışa düşenleri
görüyoruz.
Müslümanlar için şefaat vardır. Bu hususu
anlatan âyetler vardır. Bunlardan biri işte bu âyettir.
"O’nun izni olmadan O’nun huzurunda kim
şefaat edebilir?"
Bu âyet-i kerîmeden ve Kur’an’ın
başka âyetlerinden anlıyoruz ki yarın şefaatte bulunabilecek, şefaat edebilecek
insanları Allah belirleyecektir. Bunu Allah’ın izni belirleyecektir. Allah’ın
izin vermediği hiçbir kimse şefaat
etme hakkını kendisinde bulamayacaktır.
Meryem sûresinin 87. âyetinde
Rabbimiz bu hususu anlatırken şöyle buyurur:
"Rahmân’ın katında O’ndan söz almış olan
kimselerin dışında hiç kimse şefaate lâyık olamayacaktır."
Yine Tâhâ sûresinin 109. âyetinde
şöyle buyurulur:
"O gün Rahmân’ın izin verdiği ve
konuşmasına razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda
vermeye-cektir."
Bu ve benzeri âyetlerden
anlıyoruz ki şefaat edecek olanları yarın Allah belirleyecektir. Allah’ın
kendilerine şefaat izni verdiği insanlar ancak şefaat edebileceklerdir. Evet
şefaat edicileri Allah belirleyecektir.Yarın Allah bana şefaat edebilme
müsaadesini verse ben babama, anama, kayınpederime, bacanağıma, arkadaşlarıma
şefaat edemeyeceğim de Allah’ın şunlara şunlara şefaat edebilirsin diye benim
karşıma çıkardığı listede yazılı olanlara şefaat
edebileceğim.
Demek ki şefaat edecek olanları da
Allah belirleyecek, şefaat edilecek olanları da Allah belirleyecek. Şefaat
edilecek olan kişileri de yarın Allah’ın belirleyeceğini Enbiyâ sûresindeki şu
âyet-i kerîme çok açık ve net bir biçimde anlatır:
"Allah onların geçmişini de geleceğini de
bilir. Onlar ancak Allah’ın razı olduğu kimselere şefaat edebilir-ler. Onlar
Allah’ın korkusuyla tir tir titrerler."
(Enbiyâ
28)
Yine Meryem sûresinde 87.
âyetinde de Rabbimiz şöyle buyuruyordu:
"Rahmânın katında bir ahid almamış
olanlardan başkaları şefaate lâyık
olamayacaklardır."
Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki
kendisine şefaat etme yetkisi verilen kişi kendi istediklerine değil de
Allah’ın şunlara şunlara şefaat edebilirsin diye belirlediği listede ismi
bulunan kişilere, yâni Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimselere ancak şefaat
edebileceklerdir.
Peki bunun sebebi nedir? Eğer yarın
Allah bana şefaat izni verirse niye ben kendi istediklerime şefaatte
bulunamayacağım da sadece Allah’ın belirlediği kimselere şefaat edebileceğim?
Bunun sebebi nedir? Bunun sebebini bakın âyetin bundan sonraki bölümü şöyle
anlatıyor:
"O kullarının önlerinde ve arkalarında ne
varsa hepsini bilir. Onlar ise O’nun ilminden ancak O’nun dilediğinden başka
bir şey kavrayamazlar."
Evet insanların önlerini,
arkalarını, cinslerini, cibilliyetlerini, kalplerini, niyetlerini, dosyalarını
bilen yalnız Allah’tır. Ben bilemem ki insanların önlerini arkalarını. Ben
bilemem ki insanların ne tür bir dosyayla Allah’ın huzuruna
geldiğini.
Meselâ kayınpederimin amellerini,
niyetlerini, nasıl bir dosyay-la Allah’ın huzuruna geldiğini, direk cennete
gitmesi gereken biri mi olduğunu, yoksa bir süre cehennemde yanması mı
gerektiğini kesin-likle ben bilemem. Çünkü kalpleri, niyetleri, amelleri, bu
amellerin önünü arkasını bilen sadece Allah’tır. Onun için ben istediklerime
şefaat etmeye kalkarsam zulmedebilirim, hata edebilirim, cennete gitmesi
gereken birini cehenneme ve direk cehenneme gitmesi gereken birini cennete
postalama çabası içine girebilir ve zulmetmiş olabilirim, haksızlık etmiş
olabilirim. Onun için tüm insanları en iyi bilen, amellerini, o amelleri
işlemeye iten niyetlerini, yâni insanların önlerini arkalarını en iyi bilen
Allah’tır ve ancak bunu belirleme hakkına Allah sahiptir.
Meselâ siz hapishane müdürü olsanız.
Çok sevdiğiniz bir arkadaşınız da gelip sizden oradaki insanların tamamının
salıverilmesini istese ne yaparsınız? Yâni sizden böyle bir şefaatte
bulunmanızı istese ne yaparsınız? Oradaki mahkumların önlerini arkalarını,
sicillerini, dosyalarını, suçlarını o arkadaşınızdan daha iyi bilen siz bu
konu-da bilgi sahibi olmayan arkadaşınızın bu konudaki müracaatını nasıl
karşılarsınız? Hemen salıverir misiniz onları? Veya sicilini, dosyasını,
notlarını sizin tuttuğunuz, dersleri, notları ve davranışlarıyla kesinlikle
sınıfta kalması gerektiğine inandığınız bir öğrenciniz konusunda şefaatte
bulunmaya gelmiş birine ne dersiniz? Tanımadığın, bilmediğin bir konuda benden
bir şey isteme. Dersiniz değil mi? Bakın Rabbimiz Nebe’ sûresinde 37 ve 38.
âyetlerinde bu hususu şöyle anlatır:
"...O’na O’nun huzurunda hiçbir söz
söylemeye mâlik olamazlar."
(Nebe’ 37)
Hiç kimse hiçbir söz söylemeye
kadir olamaz. Kimse kendisin-de bu cesareti bulamaz. Nebilerin bile korkudan
ayaklarının altındaki tozun uçuştuğu, ağızları bıçağın açmadığı bir ortamda
kimin haddine konuşmak. Kimse konuşamayacak, kimsenin ağzını bıçak açmayacak
ancak:
"Konuşamayacaklar, ancak Rahmânın izin
verdikleri (konuşabilecekler) O konuşanlar da sevaba
konuşacaklardır."
(Nebe’ 38)
Yâni sevap söz söyleyeceklerdir.
Doğru söyleyecekler. Yâni ancak şefaate lâyık olan kişileri şefaat
edebileceklerdir. Yalnızca Al-lah’ın şefaate izin verdiği kimselere şefaat
edecekler, Allah’ın kendilerinden razı olduğu insanları kurtarmaya
kalkışacaklardır. Allah’ın şefaate
izin vermediği, kendi istediklerine şefaat etmeye kalkışmayacaklardır.
Öyleyse şunu diyebiliriz: Madem ki
yarın, şefaat edecekleri de şefaat edilecekleri de Allah’ın belirleyeceğine göre bugünden
birilerini şefaat edecek makama oturtup da bunların eteğine yapışmak, bunların
önlerinde eğilmek, bunlara hediyeler götürmek, ellerine eteklerine sarılmak,
bunlardan yardım beklemek, bunların hatırını kazanmak gibi Allah’a yapılması
gereken kulluk vazifelerinden bir kısmının bunlara yapılmasına ne demek
lâzım?
Ne malum bunların yarın şefaat ediciler
olduğu? Kim bilir belki de yarın bunlar şefaat edilecekler listesinde bile yer
almayabilirler. Allah’a yol gösterircesine, hâşâ Allah’a akıl verircesine biz
bunları şimdiden belirledik ya Rabbi! Sen de bunları kabul etmek zorundasın!
Demenin anlamı yoktur.
Öyleyse, madem ki şefaat edecekleri de,
şefaat edilecekleri de Allah belirleyeceğine göre, şefaatin tümünün Allah’a ait
olduğuna göre kulluğun tamamını Allah’a yapmak zorundayız. Allah’a yapmamız
gerekenlerin bir kısmını da başkalarına yapmamak zorundayız. Allah’tan
başkalarının eline eteğine sarılıp onlardan bir şeyler istemek yerine
isteyeceklerimizin tamamını Allah’tan istemek zorundayız. Zümer sûresindeki şu
âyet-i kerîme, 43. âyet-i kerîme bunu çok güzel anlatır:
"De ki bütün şefaat Allah’a aittir. Çünkü
göklerle yerin mülkü Allah’ındır. Sonra hepiniz O’na
döndürüleceksiniz."
(Zümer 43)
Şefaat edecekleri de şefaat edilecekleri de
belirlemek Allah’a ait olunca elbette şefaatin tamamı da Allah’a ait olacaktır.
Öyleyse kulluğun tamamı da Allah’a aittir. Hal böyleyken Allah’tan başka
birilerini belirleyip bu konuda onlardan yardım istemek Allah’a karşı
saygısızlıktan, küstahlıktan başka bir şey değildir.
Muhsinin ihsanı anında gayri muhsine
teşekkür etmek muh-sine hakarettir. Muhsinin ihsanına karşılık muhsini görmezden
gelerek gayri muhsine teşekkür ya da kulluk muhsine karşı nankörlüktür, nîmeti
inkârdır der Kuran. Ayrıca muhsin kendi iradesiyle, kendi arzusuyla ihsanda
bulunduğu halde onun başkalarının tavsiyesi ile, başkalarının şefaatiyle
bunları yaptığını iddia etmek muhsine karşı yapılmış en büyük nankörlüktür.
Bu konuyu bir
misa lle anlatalım : Farz edin ki ben
çok zengin, çok cömert birisi olsam. Halini arz eden herkese yardım elini
uzatan birisi olsam, inşallah dua edin öyle olalım. Şurada otururken İsmail
içeri girse ve beni de tanımasa. Selâm verip dese ki ben Ali arkadaşı arıyorum,
hanginiz Ali? Dese ve sizler de beni gösterseniz. İsmail benim yanıma gelip:
Arkadaş duydum ki sen çok zengin ve o nisbetle de cömert birisiymişsin. Halini
arz edenlere yardım elini uzatıyormuşsun. Benim de ihtiyaçlarım var onun için
sana geldim! Ben sorsam kendisine: Hayrola neye ihtiyacın var? desem. İsmail
dese ki işte iki mercedese ihtiyacım var, üç çuval dolara, iki vilâyete, beş
eyalete ihtiyacım var dese. Ben de hemen o anda istediklerinin tamamını al
diyerek veriversem. Sonra bu nîmetlere ulaşan İsmail bu nîmetlerin vericisi
olarak bana teşekkür etmesi gerekirken, dönse benim yanımda oturan şu
kardeşime, Hasan’a teşekkür etse. Hasan! Allah senden razı olsun kardeşim. Ne
kadar cömertsin? Ne kadar Muhsinsin? diyerek Hasan’a teşekkür etse bu bana
hakarettir değil mi? Muhsinin ihsanı anında gayri muhsine teşekkür muhsine en
büyük hakarettir. Muhsin benim, ihsan eden, istediklerini ona veren benim. Bana
teşekkür etmesi gerekirken ihsanla uzaktan ve yakından hiçbir ilgisi olmadığı
halde gayri muhsine, Hasan’a teşekkür etmesi bana
hakarettir.
Bu hakareti biraz daha büyütelim bakın.
Ben sorsam kendisine: Arkadaş hayrola! İstediğin şeyleri sana anında veren
benim. İhsan eden benim. Bu nîmetlerin vericisi olarak bana teşekkür etmen
gerekirken niye ona teşekkür ediyorsun desem. İsmail dese ki: Sen var ya sen,
bütün bunları yapamayacak kadar, bütün bunları veremeyecek kadar cimrisin. Ama
sen bütün bunları Hasan’ın korkusundan verdin! Bütün bunları Hasan hatırına
verdin! Hasan olmasaydı, Hasan’ın şefaati olmasaydı, o tavassut etmeseydi sen
bunları bana veremezdin! Dese bu bana karşı hakaretin biraz daha büyüğüdür
değil mi?
Bizler de bugün Allah’a karşı aynı şeyi
yapmaya çalışmıyor muyuz? Allah’a karşı bir kısım aracılar bularak: Ya Rabbi!
Sen aslın-da tek başına, kendi kendine bizi cennet gönderemeyecek kadar
cimrisin, merhametsizsin! Ama filanların hatırına, falanların hürmetine bizi
cennetine koyuver! Demeye çalışmıyor muyuz? Halbuki Allah hiç kimseye muhtaç
olmadan, hiç kimsenin tesiri altında kalmadan bizi cennetine koyabilecektir.
Bakın Rabbimiz Nahl sûresinde bu hususu şöyle anlatıyor:
"Allah’ın nîmetini tanırlar, sonra da
onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirlerdir."
(Nahl 83)
Nîmeti bilirler, nîmetin
vericisini bilirler, nîmetlerin vericisi o-larak Allah’ı bilirler tanırlar ama
yine de başkalarına teşekkür ederler. Nîmetin vericisi olarak yalnız Allah’a
kulluk etmeleri gerekirken Allah’-tan başkalarına kulluk yaparlar. Öyleyse
şefaatin tümünü Allah’a ait bileceğiz ve kulluğun tamamını Allah’a yapacağız.
Önceden birilerini belirleyip onlara farklı davranışlar içine
girmeyeceğiz.
Şefaat edecek olanları da şefaat
edilecek olanları da yarın Allah belirleyeceğine göre bileceğiz ki yarın Allah
beni sana seni bana şefaatçi kılabilir. Bu tümüyle O’na ait bir şeydir. Önemli
olan Allah’a kulluk etmemiz, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmamız, tüm
nîmetlerin vericisi, tüm ihsanların sahibi ve de tüm kullarına herkesten çok
merhamet edici olarak Rabbimizi bilmemiz ve isteyeceklerimizi sade-ce ondan
istememizdir.
Kesinlikle bilelim ki Allah istemeden,
Allah razı olmadan, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yaparak O’nun
rızasını kazanmadan birilerinin tavassutu ve şefaatiyle cennete girmek mümkün
değildir. Öyleyse şefaatin aslı şudur: Hani okulu bitirmiş ve diploma almaya
hak kazanmış talebeler için bir diploma töreni düzenlenerek çeşitli salih
kişilerin eliyle her birine diplomaları verilerek hem diplomayı alanlar hem de
elleriyle onlara diplomaları verdirilenler böylece her iki taraf da onore
edilirler ya işte şefaatin aslı da budur. Zaten Allah kendilerinden razı, zaten
Allah’ı razı edecek kulluklar yapmışlar ama ufak tefek kusurları varsa hem
onlara şefaat edenleri onurlandırmak hem de onların şefaati vasıtasıyla
berikileri cennete göndererek Rabbimiz şefaat müessesesini işletmiş oluyor
şeklinde anlıyoruz. Allahu âlem.
Rasulullah’ın şefaati konusuna
değinelim. Allah’ın Rasûlü hayatta iken sahâbe-i kirâm ondan şefaat etmesini
istemişlerdir. Bu husus kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir. Fakat
Rasûlullah’ın vefatından sonra ondan şefaat istemenin caiz olmadığı konusunda
birinci, ikinci ve üçüncü yüz yıl içinde bütün âlimler icma etmişlerdir. An-cak
üçüncü asırdan sonra insanlar bu konuda çeşitli sapmaları yaşa-mışlardır. Dört
halîfe zamanında ve ondan sonra gelen ilk üç asırda hiç bir kimse giderek
Rasulullah’ın mezarı başında ondan şefaat dilememişlerdir.
Ancak kıyamet gününde Rasulullah’ın
şefaati kesindir. Bu konuda açık nas vardır. Allah’ın Rasûlü Buhârî ve
Müslim’de rivâyet edilen bir hadislerinde kendisinin şefaatiyle ilgili şöyle
buyurur:
"Ben kıyamet gününde ilk şefaat edici ve
ilk şefaat ettirilenim."
Buna göre Allah’ın Rasûlü şefaat
hakkını ilk olarak mahşer yerinde kullanacaktır. Eğer Allah’ın Rasûlü
kabrindeyken de şefaat etme hakkına sahip olsaydı burada kıyamet günü ilk
şefaat edecek olan benim buyurmazdı. O halde Allah’ın Resûlü’nün şefaati
kesindir ve Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimselere şefaat edecektir
diyoruz.
"O, Allah kullarının önlerinde ve
arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise O’nun dilediği kadarından başka
O’nun ilminden hiç bir şey kavrayamazlar."
Evet Allah insanların
yukarılarını, aşağılarını, önlerindekileri, arkalarındakileri, bildiklerini
bilmediklerini her şeyi bilendir. İnsanların öncesini ve sonrasını bilendir.
Yâni varlıklardan önce ne vardı? Varlıkların varlığından önce ne vardı? Onların
yokluğundan sonra ne olacak? Bunu bilen ancak Allah’tır. O’nun bilgisinin
dışında kalan hiç bir şey yoktur. Ve hiçbir kimse Allah’ın bildiklerinden hiç
bir şeye dair bilgiyi Allah onu kendisine öğretmeksizin elde edemez. Allah izin
vermedikçe hiçbir kimse Allah’ın bilgisinden hiçbir bilgiye muttali olamaz.
Öyleyse insanlar ne bilmişlerse, neyi biliyorlarsa, ne tür bir bilgiye
sahiplerse, ister gayb âleminden, isterse şehâdet âleminden, ister Allah’ın
zatına ya da sıfatlarına dair, ya da bu kâinatın kanunlarından neyi
bilebilmişlerse bu ancak Allah’ın meşieti ve bildirmesi ile
olmuştur.
Evet kullar Allah’ın bildiklerinin
hiçbirini bilemezler ancak Allah’ın kendilerine öğrettiklerini
bilebilirler.
"İnsana bilmediğini öğreten Allah’tır."
(Alâk 5)
Bilgi tümüyle Allah’tandır.
"O’nun kürsüsü gökleri ve yeri
kuşatmıştır."
Göklerde ve yerde ne varsa tüm
varlıkları bu kürsü ihata etmiştir. Her şeyi
kuşatmıştır.
1-) Kürsî ilim demektir. Öyleyse şöyle
diyeceğiz: Allah’ın ilmi gökleri ve yeri tamamen kuşatmıştır. Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi Allah’ın ilmine tabidir. Allah’ın bilgisi olmadan tek yaprak
açmaz, tek damla yağmur inmez.
Zerrelerden kürelere her şey Allah’ın
ilmiyle hareket etmektedir. Tek çiçek açmaz, tek çocuk doğmaz, tek karınca
devinmez ki bundan Allah’ın bilgisi, Allah’ın haberi
olmasın.
2-) Kürsî saltanat demektir. Kürsî
egemenlik ve hâkimiyet demektir. Allah’ın saltanatı, Allah’ın egemenliği,
Allah’ın hâkimiyeti gökleri ve yeryüzünü tamamen kuşatmıştır. Semalar, ay,
güneş, yıldızlar, bulutlar, gece, gündüz, hayvanlar, bitkiler, canlılar,
cansızlar her şey Allah’ın egemenliğine boyun bükmüştür. Tüm varlıklar
yaratıcılarının yaratış gayesi istikâmetinde hareket etmektedirler. Tüm
varlıkların boyunlarındaki ipin ucu yaratıcılarının elindedir.
3-) Kürsî kudret ve mülk demektir.
Allah’ın gücü ve kudreti gökleri ve yeri tamamen kuşatmıştır. Allah’ın hükmü,
Allah’ın kudreti, hâkimiyeti ve egemenliği göklerde ve yerde ne varsa hepsini
kuşatmıştır. Kâinatta sadece insan değil tüm varlıklar Allah’ın egemenliği
altındadır.
4-) Kürsî mülk demektir. Allah’ın mülkü
göktekileri ve yeryüzündekileri tamamen kuşatmıştır. Göklerin ve yerin mülkü
tamamen Allah’ındır. Gökte ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır, Allah’ın
mülküdür ve Allah’ın mülkünde yaşamaktadırlar. Tüm varlıklar Allah’ın
egemenliğine, Allah’ın hükmüne teslim olmuş, boyun bükmüştür. Evet Allah’ın
egemenliği tüm varlıkları kuşatmıştır. Çünkü İlâhlık ancak bununla olacaktır.
İlâh olan varlığın gökler ve yeryüzünde
ne varsa hep-ine hükmedecek güçte olması gerekir. Hepsine ferman edebilecek
iktidarda olması gerekir. İlâh olanın saltanat sahibi kudret sahibi ve mülk
sahibi olması gerekir. İlâh olanın, yaratıklarına hükmedecek olanın ilim sahibi
olması gerekir.
5-) Bir de Kürsî Allah’ın yarattığı bir
âlemdir ki yedi kat semayı çepeçevre kuşatmıştır. Allah’ın Rasûlü Ebu Zer
hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle
buyurur:
"Ey Eba Zer! Yedi kat sema
Kürsîye nazaran geniş bir çöle atılmış küçük bir yüksük gibidir. Arş da Kürsîyi
kuşatmıştır. Kürsî de arşa nazaran koskoca bir çölün içine atılmış bir yüksük
gibidir."
(Beyhaki)
Kur’an-ı Kerîmde kürsî gibi, arş gibi
kelimeler Kur’an’ın muha-tabı olan insanın havsalasına, anlayışına uygun olarak
Rabbimiz tarafından seçilmiş kelimelerdir. Tıpkı Kâbe’ye "Beytullah" Allah’ın
evi denmesi veya Kâbe’deki Haceru’l-Esved’e "Yeminullah" Allah’ın sağ eli
denmesi gibi insanların anlayabileceği, kavrayabileceği ifadelerle meselenin
anlatılmasıdır.
"Allah arşa istivâ etti" "Onun
kürsüsü semavat ve arzı kuşattı"
Gibi Rabbimizin arştan, kürsîden
söz etmesi de aynen bunun gibidir. Kâbe’ye Beytullah (Allah’ın evi) denmesi
Cenâb-ı Hakkın orada oturması, orada yatıp kalkması anlamına gelmediği gibi, ya
da Hacer’ul Esved’e Allah’ın sağ eli denmesi Allah’ın elinin olduğu anlamına
gelmediği gibi kürsî de Allah’ın oturacağı bir zemin anlamına gelmemektedir.
Ama nasıl ki Beytullah’a Allah’ın evine iman etmemiz şartsa, Allah’ın kürsîsinin
olduğuna da inanmak zorundayız. Biz Allah’ın kitabında bize haber verdiği bir
kürsîsinin olduğuna inanırız. Ve bu Kürsînin tüm semavat ve arzı kuşattığına da
inanırız. Ama onun oturulacak bir kürsü olmadığını, mahiyetinin ne olduğunu da
bilmediğimizi söyleriz.
"Onların korunması ona ağır gelmez. O
yücedir, büyüktür."
Arz, onu çepeçevre kuşatan yedi
kat sema, onu kuşatan kürsî, onu da küçücük bir yüksük farz ettirecek kadar
kuşatan arş bütün bu âlemlerin, bütün bu varlıkları koruyup gözetmek ona ağırlık
vermez. Gökleri ve yeri korumak, onlarda olan, yaşayan, hareket eden her şeyi ve
herkesi muhafaza etmek asla O’na zor gelmez. O her şeyi ve herkesi görüp
gözetendir. Hem de bir an bile onlardan gafil olmadan, onların ihtiyaçlarını
ihmal etmeden. Zira O’nun egemenliği, bilgisi ve kudreti tüm kâinatı
kuşatmıştır. Hiç bir şey O’ndan gizli kalmaz.
"O yüce ve büyüktür."
O yücedir, yücelik O’na
mahsustur. O’nun dışında her şey, tüm eşya bütünüyle O’nun huzurunda alçaktır,
zelildir, küçüktür, muhtaçtır, fakirdir. Allah yaratıklarda mevcut olan bütün
noksan sıfatlardan ve kendi sıfatlarıyla mahlukâtlarına benzemekten münezzeh
ve yücedir.
Allah o kadar yücedir ki O’nun
yaratıklarından hiç birisi O’na yaklaşamaz. İnsanları yeryüzünde gözünüzde ne
kadar büyütürseniz büyütün, ne kadar da uçurursanız uçurun, arşta okur mukabele
filan diye ne kadar da onları arşa çıkarmaya çalışırsanız çalışın, ne kadar da
Allah’ın sıfatlarını onlara vermeye çalışırsanız çalışın bilesiniz ki
peygamberler de dahil, melekler ve cinler de dahil O’nun karşısında herkes
küçüktür hepsi kuldur, hepsi O’na muhtaçtır. Hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz.
Hiçbir şey O’nu etkisi altına alamaz. Hiçbir şey O’nu yoramaz. O’nun hiç bir
şeye ihtiyacı yoktur. Dilediğini yapar dilediğini yapmaz. Kimse ona tesir
edemez. Hiç kimse hiçbir konuda O’nu zor-layamaz. Bundan sonra dinde zorlamanın
olmadığını anlatan bir âyete geldik. Rabbimiz dinde ikrahın olmadığını
anlatacak:
256:"Dinde zorlama yoktur. Çünkü hak
bâtıldan ayrılmıştır. Artık kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse o,
kopması olmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir,
bilendir."
Bu âyetin birkaç mânâsı vardır
önce onları bir söyleyelim inşallah.
1- Dinde zorlama yoktur, yâni dine
girme konusunda, insanların bu dine girmeleri konusunda zor kullanmak
yoktur.
2- Dinden çıkma konusunda zorlama
yoktur. Zor kullanarak bu dine girmiş insanları dinden çıkarmak, mürted yapmak
da yoktur. Ehl-i kitap ve kâfir dünyada şu anda insanlar dinlerinden çıkarılmak
için zorlanmaktadırlar. Allah bu âyetiyle onların bundan vazgeçmelerini,
insanları din eğitiminden mahrum bırakarak, ya da İslâm’ı yanlış tanıtarak, ya
da İslâm’la insanların arasına barikatlar koyarak insanların bu dinle
tanışmasını engellemekten vazgeçmelerini emretmektedir.
3- Dinde, dinin ruhunda zorlama yoktur.
Yâni sadece dine girme çıkma konusunda değil bu dinin esasında hiç bir zorlama
yoktur. Zira bu dinin konusu zorunlu fiiller değil gönle ve isteğe bağlı
fiiller ve davranışlardır. İslâm dininde zorlamanın sonucunda yapılan amellere
sevap verilmez.
“Ameller niyetlere göredir”
Hadisi bunu anlatır. Zorlama ile
iman da, itikat da caiz değildir. Zorlamanın sonucunda gerçekleşecek imana iman
denmez. Zorlamanın sonucu kabul edilen bir iman, Allah’ın istediği bir iman
değildir. Aynen bunun gibi zoraki kılınan namaz, namaz değildir, zoraki tutulan
oruç, oruç değildir. Çünkü zorlanma bir kişinin hoşlanmadığı halde, kalben
inanmadığı halde bir şeyi tehditle ve zorla yaptırmaktır. Halbuki bu din
hoşlanılmayacak bir din değildir.
Bu din insanlara anlatıldığı
zaman herkesin gönül rahatlığıyla kabullenebileceği bir dindir. Bu konuda
insanları zorlama hakkı sade-ce Allah’a aittir. Yâni yaratıklarını, kullarını
bu konuda zorlama hakkı sadece Allah’a aittir. Zorlamış da nitekim Allah kimi
kullarını. Bakın semavat, arz, ay, güneş, yıldızlar, bitkiler, hayvanlar,
melekler hepsinin boyunlarındaki ipin ucu doğuştan Allah’ın elindedir. Zoraki
kulluk yapmaktadırlar, Allah’a karşı asla isyan etme imkânları yoktur. Allah’a
kafa tutma imkânları yoktur bunların.
Ama insanlar için Allah bunu murad
etmemiştir. İnsanların imanlarını zorunlu kılmamıştır Rabbimiz. İrade vermiş,
seçme özgürlüğü vermiş ve seçiminden de kendisini sorumlu tutmuştur.
Bakınız bu hususu Rabbimiz şöyle
anlatır:
"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa
hepsi toptan iman ederdi. O halde sen mü'min olsunlar diye insanları zorlayacak
mısın?"
(Yunus: 99)
O halde din konusunda dine girme
konusunda hiç kimse zorlanmamalıdır. Çünkü zorlanan bir kimsenin açığa vuracağı
iman Allah katında makbul bir iman değildir. Ama şurası da unutulmamalıdır ki,
böyle bir zorlamanın sonucu da olsa ben iman ettim diyen kişiye; sen bunu
korktuğun için söylüyorsun! Sen aslında kâfirsin! Demek caiz değildir. Böyle bir
iman iddiasında bulunan kişi için şüphe ortadan kal-kacak kadar beklenir, ona
kâfir muamelesi yapılmaz, o imanını açığa vurup amellerle ispatlayacak kadar
beklenir. Eğer bu süre içinde amellerle imanını ispatlarsa mü'min, değilse kâfir
kabul edilir.
Dinde zorlama yoktur. Bu âyet günümüzde
kimileri tarafından çok farklı anlamlara çekilmiş bir âyet-i kerîmedir. Onun
için bu âyet üzerinde biraz daha duracağız. Âlimlerimizden kimileri bu âyetin
men-suh olduğunu söylemişler. Tevbe sûresinin 5. ve 73. âyetleriyle bu âyetin
nesih edildiğini söylemişler.
"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün!"
(Tevbe 5)
"Ey peygamberim! Kâfirlere ve münâfıklara
karşı cihad et! Onlara karşı sert davran!"
(Tevbe 73)
Âyetleriyle bu âyetin nesih
edildiğini söylemişler. Çünkü Allah’ın Rasûlü Arap müşriklerini İslâm’a girmeye
zorlamıştır. Hattâ bu sebeple onlara karşı savaş açmış ve onlarla bizzat
savaşmıştır. Onları sadece müslüman olma seçeneğiyle karşı karşıya bırakmış
cizye bile kabul etmemiştir.
Buhârî ve Müslim’de rivâyet
edilen bir hadislerinde Allah’ın Ra-sûlü şöyle buyurur:
"Bana insanlar, lâ İlâhe illallah deyinceye
kadar onlarla savaşmak emredildi."
(Buhârî, iman 17. Müslim, iman
32)
Âlimlerden bazıları da bu âyetin mensuh
olmadığını iddia etmişlerdir. Âyetin yalnız ehl-i kitabı kapsadığını, ehl-i
kitap olanlar cizyeye razı oldukları sürece İslâm’a girmeleri konusunda
zorlanamaz-lar. Ancak ehl-i kitabın dışında olanlar zorlanırlar demişlerdir.
İbni Abbas’tan şöyle bir rivâyet var.
Bu âyet Ensâr hakkında, Ensâr kadınları hakkında nazil olmuştur. Ensâr
kadınları İslâm’ın zuhurundan önce doğurdukları çocukların yaşadıklarını
görünce kendi kendilerine şöyle bir adakta bulunmuşlar: "Eğer şu doğacak çocuğum
yaşarsa söz veriyorum onu yahudi yapacağım." diye söz vermişler. Sonradan Ensâr
kadınları ve kocaları biz çocuklarımızı kesinlikle ya-hudi olarak bırakmayacağız
diyerek onları müslüman yapmaya zorlayınca bunun üzerine "Dinde zorlama yoktur"
âyeti indi der İbni Abbas.
(Ebu Dâvûd,
Nesei)
Yine Buhârî’de Hz. Ömer’in bir
hıristiyanı İslâm’a girmeye ve böylece kurtuluşa ermeye dâvet ettiği ve o
hıristiyanın da: "Ben artık yaşlandım ve İslâm’a girmeye de içim razı değil"
demesi üzerine Hz. Ömer’in: Allah’ım! Benim ona tebliğ ettiğime sen şahit ol!
Ne yapayım daha fazlasını yapamam! Çünkü dinde zorlama yoktur âyetini okudu-ğu
rivâyet edilir.
Gerek Rasûl-i Ekrem döneminde, gerekse
halîfeler dönemin-de yahudi ve hıristiyanların İslâm’a girmeleri konusunda
zorlanmadık-ları, cizye verdikleri sürece kendi dinlerinde kalabilme imkânı
tanındığını biliyoruz.
Ancak bu âyet savaşa engel değildir. Ve
de kılıçtan korktuğu için müslüman olmuş birine zorlanmış da denilemez. Çünkü
bir insanın iyiliği için yapılan zorlama kötü bir zorlama değildir. Aksine bu
o kimsenin iyiliğini istemektir. Ebu Hureyre’nin rivâyet ettiği bir
hadislerinde bakın Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Allah zincirlerle bağlı olarak
getirilen bir topluluğun cennete girmesinden çok
hoşlandı."
(Buhârî)
Bu zincirlerle bağlı olarak gelen
topluluk müslümanlarla sava-şa tutuşup, müslümanların eline zincirler içinde
esir düşüp, daha sonra da İslâm’la tanışarak müslüman olan ve cennete giden
insanlar demektir. Allah bundan razı olduğuna göre onların iyiliği için onlara
bu şekilde yapılan zorlama, zorlama sayılmamaktadır.
Batı hayranı, hıristiyan hayranı bazı
kimseler, batıya karşı duydukları iç yenilgisinden ve kalbi komplekslerinden,
iman zaaflarından dolayı "İslâm savaş dinidir" sözüne karşı çıkarak; efendim
"dinde zorlama yoktur" âyetini sürekli gündemde tutmaya çalışırlar.
Kimileri de "İslâm savaş dinidir"
sözünü sürekli gündeme getirerek İslâm’ı kötülemeyi yeğlerler. Aslında
İslâm’ın cihadının gayesi insanların İslâm’ı anlamalarına, İslâm’ı tanımalarına
engel olan tüm engelleri kaldırmaktır. İslâm’la insanlar arasına barikatlar
koyarak, İslâm eğitimini engelleyerek, insanları fitneye düşüren tüm zâlimleri
bertaraf etmek, tüm engelleri kaldırarak
insanları hür iradeleriyle İslâm’la karşı karşıya
getirmektir.
İslâm açık ve net bir biçimde insanlara
açıklanmadıkça hiçbir kimse İslâm’a zorlanamaz. Gönüller ikna edilmeden
insanların bilmedikleri, tanımadıkları bir dine girmeleri istenemez. Hak ve
bâtıl, dalâlet ve hidâyet, iman ve küfür, cennet ve cehennem, Allah ve tâğut,
Allah’a kulluk ve tâğutlara kulluk, Allah’a kulluğun sonucu ve tâğutlara
kulluğun neticeleri bütün delilleriyle açıklanmadan hiç kimse İslâm’a girmeye
zorlanamaz.
Ancak günümüzde kimileri bu âyetleri
yanlış anlayarak müs-lümanları da bu âyetin kapsamı içinde tutmaya
çalışmaktadırlar. Efendim nasıl ki müslüman olmayanlar İslâm’a girmeleri
konusunda zorlanamazsa, müslüman olanlar da İslâm’ı uygulama konusunda
zorlanamazlar. Bir adamın ben müslümanım demesi yeterlidir. Bunu söyledikten
sonra bu adam İslâm’ın hiçbir kuralını da uygulamasa, namaz da kılmasa, oruç da
tutmasa, başını da örtmese, içki de içse, zina da etse herkes serbesttir. Kimse
bu konuda zorlanamaz. Kimse kimseye; şunu yap! Bunu yapma! diyemez çünkü dinde
zorlama yoktur, demeye çalışıyorlar.
Bu, İslâm’ı tanımayan, ya da hainliğine
tanımazlıktan gelen insanların fikridir. Bu, şeytanın düşüncesidir. Bu,
kendilerine göre din koymaya çalışan dinsizlerin anlayışıdır. Bir adam kendi
gönlüyle İslâm’ı kabul etmişse artık o, İslâm’ın bütün hükümlerini peşinen
kabul etmiş demektir ki bunların tümünü uygulamak
zorundadır.
Ben müslümanım diyenler, eğer bunu
inanmadıkları halde insanları kandırmak için münâfıkça dememişlerse, kabul
ettikleri İs-lâm’ın hükümlerinden bir tanesini uygulamadıkları zaman onlara
cezai müeyyide uygulanır. Öyle olmasaydı İslâm’daki cezalar kime uygula-nacaktı?
Kâfirleri zorlamayacaksın, müslümanım diyenlere de dokunmayacaksın, eh o zaman
bu cezalar kime ait? Hırsızlık edene el kesme cezası, içki içene had cezası,
zina edene recm ya da celde cezası kime uygulanacak?
Bakın burada bu konunun anlaşılabilmesi
için bir örnek verelim: Meselâ hıristiyan bir İtalyan, biz onu zorla da Türk
vatandaşı olacaksın diye zorlayamayız.
Ama bu İtalyan günün birinde kendi arzusuyla gelip ben Türk vatandaşı olmak
istiyorum diye bir dilekçe ile müracaat etse. Türkiye makamları da onun bu
isteğini inceleyip Türk vatandaşlığına kabul etse. Ve bu İtalyan Türk vatandaşı
olarak Türkiye’de ikâmet ederken bir adam öldürse, Türk makamları ona Türk ceza
kanunlarını tatbik etmeye teşebbüs ettiği zaman bu İtalyan arkadaş; ben
İtalyan’ım, beni Türk ceza kanunları bağlamaz, diyebilir mi? Elbette diyemez
değil mi? Çünkü İtalyan’san İtalyanlığında kalsaydın! Seni Türk vatandaşı
olmaya biz zorlamadık kendi isteğinle gelip Türk vatandaşı oldun! Demezler mi?
İşte aynen bunun gibi bir adam kâfirse kâfirliğinde kalsın! Kimse onu illa da
müslüman olacaksın diye zorlamaz.
Ama adam günün birinde kendi gönlüyle
müslüman olmaya karar vermişse ve müslüman olarak da birtakım suçlar
işlemişse elbette ben müslüman değilim! Beni İslâm’ın cezaları bağlamaz!
Demesinin bir anlamı olmayacaktır.
Evet dinde zorlama yoktur
çünkü:
"Hak bâtıldan
ayrılmıştır."
Hakla bâtıl birbirinden
ayrılmıştır. Hak da bellidir bâtıl da bellidir. Rabbimiz hakkı da bâtılı da,
imanı da küfrü de, hidâyeti de dalâleti de, cenneti de cehennemi de,
menfaatlerinizi de zararlarınızı da ayrı ayrı tafsilatlı bir biçimde açıklamış,
beyan buyurmuştur. Bu kadar açıklamalardan sonra artık aklı başında olan,
hayrını, menfaatini zararını bilen birisi elbette bilerek, gönül rahatlığı
içinde İslâm’ı kabul edecektir. Onu bu konuda zorlamaya gerek yoktur. Ama İslâm
bu şekilde kendisine açık ve net bir biçimde açıklandıktan sonra hayrını,
menfaatini, mutluluğunu, cennetini tepip de İslâm’a girmeyen kimse, menfaatini
ve zararını ayırd edemeyen hevâ ve hevesine göre hareket eden sefihlere ve
çocuklara benzer.
Ya da böyle kimseler velilerinin
kontrolü altında bulunan çocuklara veya doktorlarının kontrolü altında bulunan
hastalara benzerler ki, veli ya da doktor, kontrolü altındaki çocuklar istemese
de bazı konularda onları zorlayabilirler. Bu zorlama pek tabiidir ki onların
zararı için değil, menfaati içindir. Kontrolü altındaki hastası onu içmeme
konusunda diretse de kendisine şifa verecek ilacı içmesi konusunda onu
zorlayabilir.
Bir de bu âyetten anlıyoruz ki Rabbimiz
kitabında hak ve bâtılı, hidâyet ve dalâleti, çok açık ve net bir biçimde
açıklamıştır. Hak ve bâtılı, doğruyla yanlışı ortaya koyan kitap ve sünnet
hayattadır. O halde kitap ve sünnete dayanmadan yâni kitap ve sünnetten her
hangi bir delile dayanmadan taklitçilik yaparak yanlışa düşen bir kişinin
Allah katında mazur sayılması mümkün değildir. Zira bir kişinin Allah katında
mazur sayılması ancak o konuda delillerin açıklanmadığı, veya o kişinin bütün
gücünü kullandığı halde hakka ulaşma imkânının olmadığı zaman geçerlidir.
Halbuki hakkın ve bâtılın açıklandığı kitap ve sünnet hayatta iken ve kişilerin
ona ulaşma imkânları da varken, buna rağmen kitap ve sünnete müracaat etmeyerek
taklit yolunu tercih ederek yanlışa düşen veya doğruya ulaşamayan bir adamın
mazur sayılması mümkün değildir.
Evet hak da belli bâtıl da belli iken,
Rabbimiz hakkı da bâtılı da açıklayıp birbirinden ayırdıktan sonra kim
de:
"Artık kim Tâğutu inkâr edip Allah’a iman
ederse o, kopması olmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir,
bilendir."
Kim tâğutu reddeder ve Allah’a
iman ederse. Anlıyoruz ki iman işinde tevhid işinde ilk yapılması gereken şey
tâğutları reddetmektir. "Allah’tan başka İlâh yoktur." diyerek, Allah’tan başka
İlâhlık taslayan tüm İlah taslaklarının İlâhlığını olumsuz kılarak Allah’a iman
isteniyor. Demek ki tevhidin ilk şartı Allah’tan başkalarını inkâr etmek, yok
farz etmek değil tâğutları inkâr etmektir. Çünkü Allah’tan başka itaat
edilecek peygamber, baba, ana, koca, emir gibi mekânizmalar da vardır. Bunların
tümünü reddetmek istenmiyor bizden de tâğutları inkâr etmek
isteniyor.
Ya da kimilerinin iddia ettikleri gibi
masivallah’ın tümünün inkârı, reddi istenmiyor da tâğutların inkârı isteniyor.
Yâni bizden iki şey isteniyor: Tâğutları inkâr etmek ve Allah’tan başkalarından
İlâhlık vasfını kaldırmak. Tâğutları tümüyle reddedeceğiz, tâğut olmayanların da
sadece İlâhlık derecelerini reddedecek ve bu İlahlık derecelerinin dışındaki
derecelerini de kabul edeceğiz. Peygamberlik derecesi, baba-lık derecesi,
kocalık derecesi, emirlik derecesi gibi.
Demek ki Allah’a imandan önce tâğutları
red yâni küfürden te-berrî etmek küfürden tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin
şartı da tâ-ğutları asla tanımamaya, içinde tâğutlara asla yer bırakmamaya
kesin karar vermektir. O halde "Kim tâğutu reddeder ve Allah’tan başka
İlâh yoktur" ifadesi bir bakıma kelime-i
tevhidin tefsiri sadedindedir.
Evet müslüman olmanın ilk şartıdır bu.
Tâğutu red ve Allah’a iman. Tâğutlar reddedilmeden Allah’a iman edilmez. Bu
ikisi birlikte olmadan müslümanlık iddiası boştur. Hem tâğutları kabul hem de
Allah’a iman mümkün değildir. Bir adamın müslüman olabilmesi için önce
tâğutları reddetmesi gerekmektedir.
Ancak tâğutun reddedilebilmesi için de
elbette onun ne olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Çünkü tâğutun ne olduğunu
bilmeyen kişi pek tabiidir ki onu reddedemez. Bilmediği bir şeyi reddetmek,
red-detmesi gereken bir şeyi reddetmemek ya da reddetmemesi gereken bir şeyi
reddetmek Allah’ın istediği ve razı olduğu bir red değildir. Öy-leyse kişi
reddettiği şeyin ne olduğunu bilmek zorundadır.
Tâğut; tağa, tuğyan haddi aşmak, sınırı
çiğnemek demektir. Haddi aşan sınırı çiğneyen her şey
tâğuttur.
Tâğut kelimesinin şer'i mânâsı ise;
Allah ve Resûlü’nün belir-lediği ölçülerin dışına çıkarak, Allah’ın belirlediği
kanunların, yasaların dışında kanun koyarak insanların Allah kanunlarını bırakıp
kendi kanunlarına uymaya zorlayan ve böylece haddini aşan kişi
tâğuttur.
Allah’a karşı isyan edip, azgınlaşıp,
zorla veya gönül rızasıyla insanların kendisine ibâdet ve itaat etmelerini
isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek müessese ve kurumların hepsi
tâğut-tur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah kanunlarının önüne geçirilip,
onları putlaştırıp insanların ona boyun bükmeleri istenilen her varlık Firavun
gibi, Nemrut gibi tâğuttur.
İnsanları Allah yolundan
uzaklaştırmak isteyen, insanları Allah dinini öğrenmekten men eden, yâni din
eğitimini yasaklayan her program, her sistem tâğuttur.
Allah’ın insan hayatı için
belirlediği kulluk yasalarından habersiz olarak, kitap ve sünnete müracaat
etmeyerek kendi hayatını belirlemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat
programı belirleyen herkes tâğuttur.
Allah karşısında bilgi iddiasında
bulunan; Allah bilirse biz de biliriz. Bizim de bilgimiz var. Bizim de aklımız
var. Bizim de keyfimiz var. Biz de biliriz kılık kıyafetin nasıl olacağını. Biz
de biliriz eğitimin nasıl olacağını. Biz de biliriz nereden kazanıp nerelerde
harcayacağımızı. Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı. Biz de biliriz
nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi, diyerek Allah karşısında bilgi
iddiasında bulunan her insan tâğuttur. Sen öyle diyorsan, biz de böyle diyoruz.
Sen kılık kıyafetiniz şöyle olsun diyorsan, biz de böyle olacak, diyoruz. Sen
mîrasınız şöyle olsun diyorsan, biz de böyle olmalı, diyoruz, diyerek Allah
karşısında bilgi iddiasında bulunan herkes tâğuttur.
Ya da Allah karşısında güç iddiasında
bulunalar da tâğuttur. Allah varsa biz de varız. Allah’ın gücü varsa bizim de
gücümüz var. Allah’ın cehennemi varsa bizim de kodeslerimiz var. Allah’ın
melekleri varsa bizim de silahlılarımız var. Biz de asar keseriz. Biz istedik
mi asarız. Biz istedik mi keseriz. Biz istedik mi açarız. Biz istedik mi
kestiririz, diyerek Allah karşısında güç ve kuvvet iddiasında bulunanlar da
tâğuttur.
Allah’a ve Allah’ın emirlerine isyan
edip, kendi kendine uyup, kendi hevâsını, kendi düşüncesini ve aklını
putlaştırıp, kendi kendisini mâbud yapmış kişi de
tâğuttur.
"Kendi hevâ ve hevesini İlâh edineni görmedin
mi?..."
(Câsiye:
23)
Kendi hevâsını, havasını putlaştırıp
arzuları ve keyifleri istikâmetinde bir hayat yaşayarak Allah’ın kitabına ve
Resûlü’nün sünnetine karşı müstağnî davranan, ihtiyaçsız ve eyvallahsız
davranan kişi de tâğuttur. Parasına, malına, makamına, çevresine, kredisine
güvenerek kendi kendine yeteceğine zanneden; ben bana yeterim. Benim malım,
mülküm, makamım, koltuğum, çevrem, kredim var. Benim hiç kimseye ve hiç bir
şeye ihtiyacım yoktur. Kitaba da, sünnete de, dine de, diyânete de ihtiyacım
yoktur. Ben kazanmayı bilirim. Ben harcanacak yerleri bilirim. Ben hangi
mesleği seçeceğimi bilirim. Ben ev tefrişini bilirim. Ben çocuklarımı nasıl
eğiteceğimi pekâlâ bilirim. Ben hayatımı nasıl yaşayacağımı bilirim. Başka hiç
bir şeye ihtiyacım yoktur, diyerek kendisini putlaştıran insan da
tâğuttur.
Nâziât sûresinin 37-40 âyetlerinde
ifade edildiğine göre dünyayı âhirete tercih eden, hayat programını dünya
hayatı adına yapmaya çalışan, yâni programını dünyada bitecek biçimde
ayarlayan, hayat programında âhiretin yeri olmayan kişi de
tâğuttur.
Yine aynı âyetlerin ifadesiyle
hayatında Allah’ı değil de toplumu düşünen, Allah karşısında kötü bir konuma
düşmekten korkmazken, toplum karşısında, el âlem karşısında, âdetler
karşısında, töreler karşısında, ağa patron karşısında, konu komşu karşısında
kötü bir konuma düşmekten korkan ve utanan kişi de tâğuttur.
Evet tâğut deyince, onu hep dışımızda
aramayalım. Bakın bazen biziz değil mi tâğut? Bakın Kâlem sûresinde müslüman
oldukları halde kendilerini hayata etkin zannederek, yapacakları bir iş
konusunda "inşallah" demeyen yâni böylece hayatlarında Allah’ı diskalifiye
edenlerin de tâğut oldukları anlatılır.
"Dediler ki eyvah! Meğer biz tâğutluk
etmişiz!"
(Kâlem 31)
Eyvah bize. Yazıklar olsun bize ki; biz
tâğutluk etmişiz. Biz yapacağımız işler konusunda Allah’ı ekarte etmişiz. Biz
hayat programımızı Allah’a sormadan Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine
sormadan kendimiz çizmeye kalkışmışız. Biz hayata kendimizin etkin olduğunu
sanmışız. Ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı kendimiz belirlemeye kalkmışız.
Hayatın programını kendimiz belirlemeye kalk-mışız. Ve böylece tâğutluk
yapmışız diyorlar. Vallahi bizler adına gerçekten çok
korkunç.
Ya biz? Biz neyiz? Biz ne durumdayız bu
konuda? Yâni bizim hayat programımızı kim belirliyor? Çocuğumuzun mektebine
ilişkin, eğitimine ilişkin programı kim belirliyor? Malımıza ilişkin,
mesleğimize ilişkin, dükkanımıza ilişkin, gündüzümüz gecemize ilişkin, kılık
kıyafetimize ilişkin, ekonomimize, hukukumuza ilişkin programları kim
belir-liyor? Allah mı belirliyor yoksa başkaları mı? Ya da kendimiz mi?
Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor kaçta kaçına Zerdüşt karışıyor? Eğer
hayatımızın pek çok bölümünü Zerdüşt dolduruyor da onun gaflet edip boş
bıraktığı, ya da doldurmaya gücü yetmediği boşluğu da biz dinle doldurmaya
çalışıyorsak başka yerde tâğut aramaya gerek yoktur sanırım.
Küfürle tuğyanın, kâfirle tâğutun,
fâsıkla tâğutun arasını şöyle bir ayıralım inşallah. Allah’a isyan üç şekilde
olabilir:
1- Bir kimse Allah’a inanır, Allah’ın
emirlerine ve Allah’ın haya-tına karışma yetkisine inanır, Allah’ın kulu
olduğunu kabul eder ama pratik hayatında Allah’ın emirlerini uygulamadığı gibi
onların aksini yaparsa bu kişiye fâsık denir.
2- Bir kimse Allah’a inanmaz, Allah’ın
kendi hayatına karışacağını reddeder ve Allah’ın hayata karışma birimleri olan
kitabı ve peygamberleriyle ilgilenmez ve böylece Allah’la irtibatını koparıp
başka birilerine bağlanırsa bu kişi kâfirdir.
3- Eğer kâfir olup Allah’a isyan eden
kişi, Allah’ı inkâr eden kişi yâni kâfir olan kişi bir de insanları kâfir olmaya
ya da kendisine boyun eğmeye, kendi kanunlarına, kendi düşüncelerine boyun
eğmeye zorlarsa o zaman bu kişi tâğuttur.
Tâğut bazen insan, cin, şeytan, hayvan,
ağaç, taş, kadın, moda, kurum, müessese olabileceği gibi, bazen de Allah’ın
kanunlarının dışında kanun koymaya kalkışan zâlim bir diktatör veya zâlim bir
grup da olabilir.
İnsanları Allah’ın emirlerini
uygulamaktan alıkoyan her türlü program da tâğuttur. Meselâ namaz vaktine denk
getirilmek istenen ve insanları namaz kılmaktan engelleyen tüm programlar ve bu
programların yapıcıları tâğuttur.
(Alâk
sûresi)
Başka neler engeller namazı? Tefrikalar
engeller, dedikodular engeller, oyun ve eğlenceler engeller, baba ana engeller.
Çocuklarına namaz eğitimi vermeyerek onların namaz kılmalarını engelleyen,
çocuklarını sabah namazına kaldırmayan tüm babalar ve analar bu mânâda
tâğutturlar.
Ya da Firavunun yaptığı gibi dini
tekeline alarak insanların onunla tanışmasına imkân vermeyen, din eğitimini
kısıtlayan tüm zâlim idareciler tâğuttur. Hani Firavun iman etmek isteyen
sihirbazlara karşı:
"Ben size izin vermeden ona iman ettiniz
ha!"
(A’râf 123)
Demiş ve onlara işkence mekânizmalarını
çalıştırıvermişti. İşte tâğut budur. O izin verecekti hain. Şu âyetler okunsun
şunlar okunmasın! Şunlar şunlar gündeme getirilebilir ama şunları şunları
gündeme getirmek yasaktır! Şu kadar anlatılsın! Filanlar anlatsın! Ama
falanlar anlatamaz! Diyerek dine müdahale etmeye kalkışan herkes tâğuttur. Bakın
Firavun "Benden izin almadan iman ettiniz ha!" Halbuki sizi ben çağırmıştım!
Sizi ben görevlendirmiştim! Sizin maaşınızı ben verecektim! Sizler benim
memurlarımdınız! Sizi ben tayin etmiştim! Sizler benim adamlarımdınız! Beni
savunmalıydınız! Benim sözümden dışarı çıkmamalıydınız! Şimdi sizler benim
memurlarım olduğunuz halde bana danışmadan iman ettiniz ha? Bana danışmadan
benim mescidlerimde bunları konuştunuz ha? Bana danışmadan hutbe okudunuz ha?
Benden izin almadan müslüman oldunuz ha? Bana danışmadan benim konuşulmasını
yasak kıldığım konuları konuştu-nuz ha???
İşte ağızlara kelepçe vurarak Allah’ın
kullarının inandıkları dinin kurallarını açık açık anlatmalarına, konuşmalarına
ve uygulamalarına izin vermemeye çalışan, imanlarını vicdanlarına hapsederek
pratiğe dökmelerini yasaklayan tüm zâlim idareciler tâğuttur.
İşte kim ki içindeki ve dışındaki tüm
tuğyanları, tüm tâğutları reddeder ve de Allah’a inanırsa:
"O kopması olmayan sağlam bir kulpa
tutunmuştur. Allah işitici ve bilicidir."
Hak ve bâtıl, iman ve küfür, Allah
ve tâğutlar, Allah’a kulluk ve tâğutlara kulluk, Allah’a kulluğun sonucu ve
tâğutlara kulluğun sunuşları bütün delilleriyle insanlara tanıtıldıktan sonra,
her şey açık ve net olarak ortaya konulduktan sonra, artık kim aklını başına
alır da tüm tâğutları reddedip, Rabbi tarafından arş’tan, kürsîden, uzatılmış
kopmaz, kırılmaz, pörsümez ipine sımsıkı sarılırsa, Allah’ın ipine tutunursa,
yâni İslâm’a girerse, Kur’an’a tutunursa, hidâyeti tercih ederse, yâni bu ipe
ilk el atma anlamına kelime-i tevhidi söylerse ve söylediği bu kelimenin
muhtevasına uygun bir hayat yaşamaya karar vererek, böyle bir hayatı devam
ettirerek, bu ipi hiç bırakmamaya çalışırsa işte o, kesin kurtulmuştur.
Aklı başında olan herkesin mutlak
yapması gereken şey işte budur. Aklı başında olan kişi bugün var, yarın yok
olan, gelip geçici olan, fâni olan, bâtıl olan, gölgeden ibaret olan, ölümlü
olan, bir gün kırılıp dökülecek olan, kendisine tutunanları, kendisine
yaslananları, kendisine bel bağlayanları bir gün ölümüyle düşürüp, kırıp,
bırakıp gidecek olan tâğutların, Firavunların, Nemrutların ve çağdaş
tâğutların, kendi görüşlerini, kendi düşüncelerini Allah kanunlarının önüne
geçirmeye çalışan tüm sahte mâbudların kulplarına yapışmayı reddederek, "Hayyu
Kayyum" olan, ezelden ebede hep var ve diri olan, hiç ölmeyecek ve kendisine
tutunanları hiç kırıp dökmeyecek olan, hayal kırıklığına düşürmeyecek olan, her
şeyin var edicisi ve varlığını devam ettiricisi olan, bir an bile
varlıklarından gafil olmayan, onları asla ihmal etmeyen, şaşmaz, yanılmaz,
uyumaz, uyuklamaz olan Allah’a ve onun dinine sarılmak
zorundadır.
Aklı başında olan herkes göklerin ve
yerlerin mülkünün tamamı kendisinin olan, gökte ve yerde ne varsa hepsine
egemen olan, iz-ni olmadan huzurunda kimsenin söz söylemeye, şefaatte
bulunmaya cesaret edemeyeceği, her şeyi bilen, bilgi kendisinden olan, o
bildirmedikçe kimsenin ilminin mahiyetine erişme imkânı olmayan, kürsîsi
gökleri ve yerleri kuşatmış olan, haberi olmadan bir yaprak bile düşmeyen,
gökler ve yerler kabza-i kudretinde olan ve de bu özelliklere kendisinden başka
sahip olmayan Allah’ın kulpuna tutunur ve lâ İlâhe illallah der. Aklı başında
olan birinin bundan başkasını yapması mümkün değildir. Çünkü sayılan şu
özelliklere sahip başka birisi yok ki onu da İlâh bilelim ve onun da kulpuna tutunup ona da
kulluk yapalım.
Allah’ın kanunları, tâğutların
kanunları. Allah’a kulluk ya da tâ-ğutlara kulluk. Allah’ın dini, tâğutların
dini. Allah’ın sistemi, tâğutların sistemi. Mü'min Allah dışındaki tüm
tâğutların kulplarını reddeden ve Allah’ın kopmayan ipine kulpuna sarılan ve
sadece Allah’a kulluk eden kişidir.
Hayatının bütün bölümlerinde Allah’ın
arzularını uygulayan hayatında tâğutlara karışma alanı bırakmayan kişidir.
Bundan sonra bu konuyu biraz daha
aydınlatmak için, Allah’ın kulpuna, Allah’ın dinine ve kitabına tutunan
mü'minlerin durumunu ve bu Allah’ın kulpuna tutunmak istemeyerek tâğutlara
kulluğa razı olan-ların durumunu anlatmak için bakın Rabbimiz şöyle
buyurur:
257:"Allah mü'minlerin velisidir. Onları
küfrün karanlığından imanın aydınlığına çıkarır. Kâfirlerin velileri ise
tâğutlardır. Tâğutlar onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. İşte onlar ateşin
sohbetçisidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar."
Allah mü'minlerin velisidir. Veli
kimileri bu kelimeye farklı anlamlar yüklemişlerse de veli velâyet hakkına
sahip olan varlık demektir. Bir varlık adına ona danışmadan tek taraflı karar
verme makamında olan varlığa veli denir. Meselâ ben çocuğumun velisiyim. Onun
adına ona danışmadan karar verme makamındayım. Velisi olduğum ve adına ona
sormadan karar verme makamında olan ben ona istediğim şeyleri emreder,
istediğim şeyleri yasaklarım. İstediğim okulda okutur, istediğim kişilerle
arkadaşlık kurmasını sağlar, istediğim kişilerle ilişkisini yasaklarım. Allah
da bizim velimizdir. Yâni bize sormadan bize bizim adımıza tek taraflı karar
alma makamındadır Rabbi-miz. İstediğini emreder istediklerini de yasaklar.
Öyle değil mi? Meselâ namazı emrederken
bize danıştı mı Allah? Zinayı yasaklarken ey kullarım! Ben bunu yasak
kılacağım! Ne dersiniz? Nasıl düşünürsünüz? Fikriniz nedir bu konuda? Diye bize
sordu mu Allah? Hayır, Allah bizim velimizdir, velâyetimiz elinde olandır ve
bizim adımıza aldığı kararlar konusunda velâyeti altında olan bizlere asla
danışmaz.
İşte velinin anlamı budur. Vali,
vilâyet ifadeleri de buradan gelmektedir. Vali, yâni vilâyette, velâyeti
altında bulunan insanlar konusunda onlara danışmadan karar verme makamında olan
kişi demektir. Valinin anlamı budur. Ve kâfirlerin müslümanlar üzerine velâyet
hakkı yoktur âyeti de bunu anlatır. Yâni vilâyette vali olarak müslü-manlara
sormadan onlar adına karar verme makamına kâfirler
oturtulmamalıdır.
"Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri
veli edinmesinler."
(Âl-i İmrân:
28)
Yâni mü'minler mü'minleri bırakıp da
kâfirleri velâyet makamına kendileri
adına karar verme makamına oturtmasınlar. Kâfirler karar verip, kâfirler kanun
yapıp müslümanlar da kendilerinden olmayan bu kâfirlerin yaptıkları kanunları
uygulamaya kalkmasınlar. Âyetin sonunda da eğer mü'minler bunu yaparlarsa
onların Allah katında en ufak bir değerleri kalmamış, Allah’ın yardımını da
kaybetmişlerdir bu-yurulmaktadır.
Evet veli, vali budur. Çünkü vali karar
verecek ve müslümanlar da kendi adlarına bu valinin verdiği kararı
uygulayacaktır. Öyleyse mü'minlere veli olacak, vali olacak, idareci olacak
insanların mutlaka mü'minlerden olması emrediliyor.
Ama acaba bu mânâları unutturmak
için mi? Yâni mü'minlerin başına kâfirlerin de idareci olmasını sağlamak ve
böylece mü'minleri köleleştirmek için mi bilmiyorum, insanlar bu veli
kelimesini çok çarpıtmışlar. Veli deyince bugün insanlar hiç de bunu
düşünmüyorlar. Veli, işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı bilen, eteğine
yapışılan, cennet olurlayan, cehennem sınırlayan birileri anlaşılıyor şimdi.
Hep böyle anlattılar çünkü.
Bu anlamı şeytana nasıl yükleyecekler
bunu merak ediyorum. Yâni eğer veli deyince bunlar anlaşılacaksa, bunlar
düşünülecekse, o zaman bakın Allah bir âyet-i kerîmesinde şeytanın veli
olduğunu haber verir:
"... Muhakkak ki şeytanı inanmayanların
velisi kıldık"
(A’râf: 27)
Yine aynı sûrede:
"Onlar Allah’ı bırakıp da şeytanı
kendilerine veli edindiler. Ve böylece kendilerinin doğru yolda olduklarını
zannettiler"
(A’râf: 30)
Buyurulmakta ve şeytanın veli olduğu
anlatılmaktadır. Eğer veli kelimesini az önceki mânâda anlayacaksak, o zaman
şeytana na-sıl veli diyeceğiz? Ama Allah’ın anlattığı son derece açıktır ki,
şeytan kâfirlerin velisidir. Yâni şeytan onların hayatında onlara danışmadan
karar alma makamındadır. Ya da onlar şeytanı kendi hayatlarında, kendileri
adına karar verme makamına oturtmuşlar. Şeytan karar ver-miş, onlar
uygulamışlar.
Bakın bu âyet-i kerîmenin devamında da
yine tâğutların kâfirlerin velisi olduğu anlatılıyor. Kafirlerin velisi de
tâğutlardır. Onlar velâyetleri altındaki kâfirleri nurdan, aydınlıktan
karanlıklara götürürler buyuruluyor.
Şimdi eğer veli kelimesine az
evvelki anlamı yükleyecek olursak acaba tâğutlara nasıl veli diyeceğiz? Allah
tâğutlar için veli diyor. Yâni bu tâğutların gaybı bilen, gökte uçan, denizde
yürüyen, Allah’ın ermiş kulları olduklarını nasıl söyleyebileceğiz? Ama veliyi
Kur’an’ın ifade buyurduğu biçimde velâyet anlamına anladığımız zaman,
tâğut-ların kâfirler adına karar verme makamında kişiler olduğunu anlamakta
zorluk çekmeyeceğiz demektir. Yâni kâfirler tâğutları kendilerine veli
edinmişlerdir. Bu tâğutlar velâyeti altında olan bu kâfirler adına karar
alırlar ve bu kâfirler de kendileri adına karar alan bu tâğutların kararlarını
uygularlar.
Allah buyurur ki; Allah mü'minlerin
velisidir. Yâni mü'minler adına onlara danışmadan tek taraflı karar verendir. Ve
velimiz olan Rabbimiz bizim adımıza, kulları adına onlara danışmadan aldığı
kararlarla onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. A’râf sûresinin 196.
âyetinde ifade edildiği gibi:
Arşından, kürsîsinden kopmayan,
sapasağlam bir ip uzatarak, bir kitap göndererek, bizim adımıza aldığı
kararlarını o kitabında bize bildirerek bizi karanlıklardan aydınlığa
çıkarır.
Rabbimiz kendisinin velâyetini kabul
eden, gönderdiği kitapla ilgilenen, aldığı karalar istikâmetinde bir hayat
yaşamaya karar veren kullarını küfür karanlıklarından, şirk karanlıklarından
iman aydınlığına, İslâm aydınlığına çıkarır. Zulümât küfürdür, nûr da İslâm’dır.
Dikkat ederseniz burada zulümât
kelimesinin çoğul olarak zikredildiğini, nûr kelimesinin ise tekil olarak
zikredildiğini görüyoruz. Bu gerçekten çok calibi dikkat bir husustur. Çünkü
zulümât çoktur, küfür çoktur, bâtıl sayılamayacak kadar çoktur, ama o bâtılı
yok edecek nûr bir tektir. İslâm bir tektir.
Demek ki Allah’ın nûruyla ilgi
kuramamış, Allah’ın kitabıyla tanışamamış, Allah’ın dinini kabul edememiş kişi
karanlıklar içindedir. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan yerler, gökler, gece ve
gündüzler zifiri karanlıktır. Allah’ın nûruyla aydınlanmayan gözler kör,
kulaklar sağır, kalpler bin türlü şüphe ve tereddütler içinde, bin türlü
ıstırap ve buhranlar içinde çırpınır durur.
Allah’ın kitabıyla aydınlanmayan
gönüller vesveselerle, ku-runtularla, cinler ve şeytanlarla dolar. Allah’ın
nûruyla aydınlanmayan hayat var olmanın tadını alamaz. Hayatının tadını almak
isteyen, varlığının farkında olmak isteyen akıllı kimseler, Allah’ın
kendilerine sunduğu bu kulpa tutunmak zorundadırlar.
Evet mü'minlerin velisi olan Allah,
onlar adına aldığı kararlarla, onlara gönderdiği kulluk kitabıyla onları
karanlıklardan, küfür karanlıklarından, şirk karanlıklarından, cehalet
karanlıklarından, hevâ ve heves karanlıklarından, terbiyesizlik, ahlâksızlık ve
nankörlük karanlıklarından, şüphelerden, tereddütlerden, vesveselerden
aydınlığa çıkarır.
Allah, kendisini veli kabul eden,
velâyetini kendisine teslim e-den, seçimini kendisi için seçim kabul eden, yâni
iradesini kendisine teslim eden, kendisi adına aldığı kararlara teslim olup,
hayatını onun kulluk maddelerine göre düzenleyen mü'minlerin ellerinden tutar,
onları zulmetlerden, karanlıklardan çıkarır, dosdoğru yolda, hem dünyada hem
de ukbada onları sonsuz mutluluğa erdirir.
"Kâfirlerin velileri de tâğutlardır. O
Tâğutlar da onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir.
Orada ebedî olarak kalırlar."
Kâfirlerin velileri de
tâğutlardır. Kâfirlerin karar alma mercileri tâğutlardır. Onlar da hayatlarında
tâğutları karar verme makamına oturturlar ve bu tâğutların kendileri adına
aldığı kararları uygulamaya koyarlar. Bunlar aslında kendilerini yaratan ve
gerçek velileri olan Allah’ın sapasağlam kulpuna, dinine, kitabına ve kendileri
adına aldığı kararlara sımsıkı sarılarak tüm tâğutları inkâr etmeleri
gerekirken, tamamen aksini yapmışlar, tâğutları veli bilmişler, onların
arzularına, onların kanunlarına boyun bükmüşler ve onlara kulluk yapmaya karar
vermişlerdir.
İşte bu kâfirlerin velisi olan tâğutlar
da velâyetleri altında bulunan kulları adına onlara danışmadan aldıkları
kararlarla onları nûrdan, hidâyetten, aydınlıktan, İslâm’dan, huzurdan, sükûndan
koparıp türlü türlü karanlıkların kucağına götürüp
atmışlardır.
Demek ki Allah’a kulluktan kaçan,
Allah’ın velâyetini kabul etmeyen insanların başına kuzgun gibi tâğutlar çöker
ve zorlamayla, dayatmayla, hile ve aldatmalarla onları her taraflarından
kıskıvrak bağlarlar. Zulüm ağlarına düşürürler onları. Yularlarını ellerine
alırlar ve onların velileri olurlar. Onları nûrdan, imandan, İslâm’dan, Allah’a
kulluktan, yaratılışlarından, fıtratlarından, insanlıklarından, doğru yoldan
çıkarıp karanlıklara, küfre, inkâra, ilhada sürüklerler. Gidilmeyecek yollara
sürüklerler onları.
Çünkü tâğutlar aydınlık yolları
sevmezler. Aklı, ilmi, düşünceyi fesada verirler. Ahlâkı ve fıtratı bozarlar.
Allah ve Resûlüyle yarış iddiasıyla yapılmayacak şeyleri yaparlar. Peşlerine
taktıkları kullarını belâların kucağına taşırlar. Boyunlarındaki ipin ucunu, o
ipin de, kendilerinin de sahibi olan Allah’a vermeyerek kendi ellerinde tutmak
isteyen, ya da onu boşlukta tutmak isteyen herkesin iplerini ellerine alırlar
ve onları kendilerine kul köle edinirler.
İnsanlar güya Allah’a kulluktan
kaçarken bu defa tâğutların kulu kölesi olurlar. Allah’ı inkâr eden, velâyetini
Allah’a vermeyen kişi binlerce tâğutun kulu olur. Bir tek Allah’a kulluktan
kaçarken pek çok tâğutlara kulluğa razı olur. Meselâ Allah’a kulluktan kaçan
kişi evvela kendisini Allah’a kulluktan koparıp ayaklarını kaydırmak için fırsat
kollayan şeytanın kulu durumuna düşer. Sonra onu Allah’ın arzularından koparıp
kendi arzu ve şehvetlerinin kulu kölesi durumuna düşürmek isteyen nefsinin kulu
durumuna düşer. Daha sonra başkaları, karısı, babası, anası, çocukları,
akrabaları, kavmi, kabilesi, milleti, devleti, politik ve dini liderleri,
ağası, patronu, çevresi, âdetleri, töreleri, modası ve daha yüzlerce tâğutların
kulu kölesi durumuna düşecektir.
Görüyoruz işte, Allah’ın velâyetini
kabul etmeyen insanlar, bir tek Allah’a kulluktan kaçarken yığınlarla tâğutun
kulu kölesi olmuşlar. Kimisi şeytanın kulu, kimisi nefsin kulu, kimisi modanın
kulu, kimisi şehvetlerinin, kadının, âdetlerin, törelerin, kanun koyucuların,
çevrenin, ağalarının, patronlarının kulu, kimisi bu âlemde sebepler nizamı
üzerinde galip ve müessir zannettikleri, zarar ve felâketler anında
kendilerinden medet bekledikleri, kendilerine sığındıkları, kendilerini
kurtarıcı olarak bildikleri kimselerin kulu.
Yâni güya bir tek Allah’a kulluktan
kurtulup özgürlüğe kavuşa-caklarını zanneden bu insanlar, boyunlarına pek çok
varlığın kulluk iplerini takmışlar ve onların çektikleri yere gitmek zorunda
kalmışlardır. Hepsini aynı anda razı etmek zorunda kalmışlar, kalpleri parça
parça olmuş, burunlarına vurulmadık zincir kalmamış, zillet ve meskenetin
esfeline düşmek zorunda kalmışlardır.
Öyleyse Allah dışındaki tüm tâğutları
inkâr edip, hayatımızda onlara karışma alanı bırakmayıp, boyunlarımızdaki
kulluk ipinin ucunu sadece Allah’ın eline verip, sadece Rabbimizi veli kabul
etmek zorundayız.
Sadece Allah’ı veli kabul edip,
kulluğumuzu sadece Allah’a yapıp, Allah’ın bizim adımıza aldığı kulluk
maddelerine sımsıkı sarılıp bu karanlıklardan kurtulmak zorundayız. Bundan başka
çaremiz de yoktur. Allah yardımcımız olsun inşallah.
Allah, son okuduğumuz âyet-i
kerîmesinde kendisinin mü'min-lerin velisi olduğunu ve onlar adına aldığı
kararlarla onların elinden tutup aydınlığa çıkardığını, kâfirlerin velilerinin
de tâğutlar olduğunu, onların da velâyetleri altında bulunan insanları
aydınlıktan karanlıklara sürüklediklerini anlatmıştı. Bundan sonraki âyet-i
kerîmesinde de ken-disini veli olarak kabul eden bir peygamberiyle kendisini
veli kabul et-meyen ve kendi kendine yeteceğini zanneden bir tâğutu karşı
karşıya getirir. Allah’ın nasıl veli kabul edileceğini, tâğutun tâğutların
nasıl reddedilmesi gerektiğini, tâğut karşısında nasıl davranılması
gerekti-ğini ve tâğuta karşı nasıl bir mücâdele verilmesi gerektiğini bir
misa lle bakın şöyle
anlatır:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder