BAKARA SURESİ (194-229. AYETLER)


194:”Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Ama kim bu aylarda sizin üzerinize saldırırsa, onun size saldırdığı gibi siz de onlara saldırın. Allah’tan sakının ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir."
Haram aylarda savaş yoktur. Kâfirler bu haram aylarda sizinle savaşmıyorlarsa direkt olarak siz de bu aylarda onlara hü­cum etme­yin. Haram aylar bugün de varlıklarını devam ettirmek­tedirler. Haram aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları­dır. Göklerin ve yerin yaratılışından beri haram olan bu ayları Rabbimiz tarih boyunca her ümmete haram olarak takdim buyur­muştur. Hattâ Mekkeli müşrikler kendileri çok çirkin şeyler yaparak yoldan sapmala­rına rağmen bu haram ayların hukukuna riâyet ederek, bu aylarda sa­vaş yapmıyor-lardı. Gerçekten bu aylarda emniyet ve sükun hakim oluyordu. Ama haddi zatında Allah ya­sası, İslâm yasası olan bu ya­sayı Allah Rasûlü de Mekke’de ay­nen korudu ve insanlara bu yasaya uymalarını öğütledi. Ama Al­lah buyurur ki:
"Ama kim bu aylarda sizin üzerinize saldırırsa, onun size saldırdığı gibi siz de onlara saldırın."
Haram ayların hürmetine riâyet edin, bu ayda savaşmayın; ama onlar, o kâfirler haram aylarda bu ayların hürmetini çiğneyerek sizlerle savaşırlarsa, o zaman sizler de onlara hiç acımayın! Siz de onlara vurun! Diyor Rabbimiz. Çünkü:
"Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür."
(Şûra: 40) buyrulur.
Bir tecavüze aynıyla karşılık vermek; aslında tecavüz değil, te­cavüzün cezasıdır. Allah’ın Rasûlü Buhârî ve Müslim’deki bir hadis-lerinde şöyle buyurur:
"Kötülüğe ilk başlayan daha zâlimdir."
(Buhârî iman 17)
Öyleyse hürmetler, hürmetlere kısastır. Haram ay da haram aya kısastır. Müşrikler Hudeybiye senesi Zilkade ayında müslüman-lara saldırarak bu haram ayın hürmetini çiğnediler ve siz de bu ayda onlara karşılık vererek aynı şekilde onlarla savaşmaktan sa­kınmayın deniyordu. Müslümanlar da bu ayda Mekke’ye gir­mişler ve bu âyet müşriklere: "İşte bu geçen senekine kısastır" diye açıkça ha­ber veriyordu.
Veya evet bu haram aylarda savaşmak yasaktır. Ama bu ha­ram ayların birinde müslümanların hataen kâfirlerden birilerini öldür­melerinden söz ediliyordu. Yâni bu haram aylara ufak tefek yanılgılı bir şekilde yaklaşan, bu konuda ufak tefek hata eden müslümanların tavır ve davranışlarını da Rabbimiz kınamadı. Her ne kadar da bir ya­nılgıyla sizler bu haram aylarda bir savaş yap­tıysanız da ötekiler külli­yen zaten bunu yapıyorlar buyurdu.
Mescid-i Haram, Mekke haramdı. O Mescid-i Ha­ram’da kim­seye kötülük yapılmayacak, hiç kimse incitilmeyecekti. Bütün insanlar orada rahat ve huzur içinde bir hayat sürecekti. Herkes istediği bi­çimde çok rahat olarak inancını yaşayacaktı. Al­lah böyle istiyordu, din böyle diyordu. Ama Allah’ın peygamberi Allah’ın mescidinde, Allah’ın hareminde, Allah’ın mülkünde kendi­sine hayat hakkı tanınmayan bir durumla karşı karşıya bırakıldı. Allah’a inanmış Allah’ın kulları, Al­lah’ın evinde rahat bir şekilde Al­lah’a kulluk yapamayacak bir duruma getirildiler. Mekke’de Al­lah’ın Kâbe’sinin yanı başında on üç yıl müs-lümanlara kan kustur­dular. Orada hukuken hayvanlara bile ilişil­me-mesi gerekirken, müslümanların kanlarını helâl kıldılar.
Şimdi bu adamlar hem ha­ram ayların kutsiyetini kabul etmesinler, hem Mekke’nin, Kâbe’nin kutsiyetini ihlâl etsinler, ondan sonra da çıkıp müslümanlara, müslümanlar bugün haram olan Recebin sonu mu? Recep çıktı mı? Çıkmadı mı? Şüphe ederek ve bilmeyerek onlardan birilerini öldürdüler diye yaygarayı bassınlar. Bak, bak bu müslümanlar ha­ram aylara riâyet etmiyorlar! Bunlar adam öldürüyor­lar! diye. Hiç önemli değil! Diyor Rabbimiz. Zira müslümanların da öl­dürmeye hakları vardır.
Tamam bir yanılgı olmuştur, öldürmemeleri gerekiyordu. Ama onlar on üç senedir müslüman kanı akıtıyorlardı ya. Yahut şu anda bu haram aylara çok büyük kudsiyet atfeden bugünün yer­yüzü kâfirleri, eğer fırsat bulsalardı yeryüzünde acaba bir tek müslüman bırakırlar mıydı? İşte görüyoruz. Bosna kan gölü, Çeçenistan kan gölü, dünya­nın her tarafında akan müslüman kanı.
Burada Kur’an’ın genel mantığına bakıyoruz. Kur’an hiçbir za­man savunmada değildir. Daima hücumdadır Kur’an. Zaten daima hücumda olan toplumlar galip gelecekler ve savunmada olanlar da mutlaka mağlup olacaklardır. Öyleyse bizim de içimiz­deki ezikliği bu Kur’an âyetleri inşallah silecek ve biz sürekli kâ­firler karşısında hü­cumda olarak sürekli inanç dünyamızda galip olabilmenin izzet ve şe­refini yaşayabilmeliyiz.
Bu haram aylarda ilk başlayan siz olmamak şartıyla, onların size saldırdığı gibi siz de onlara hücum edin. Ama:
"Allah’tan sakının ve bilin ki Allah sakınanlarla be­raberdir."
Bilin ki Allah muttakilerle beraberdir. Haram aylarda mı sava­şa­caksınız? Takvayı unutmayın. Haram aylar çıktığında mı savaşa­caksınız? Takvayı unutmayın. Kâfirlerle mi savaşıyorsu­nuz? Takvayı unutmayın. Onlar sizin egemenliğinizi kabul etti de sulh mu yapacak­sınız? Takvayı unutmayın. Allah huzurunda olduğunuzu, sürekli Allah kontrolünde bir hayat yaşadığınızı ve yaptığınız her şeyden hesaba çekileceğinizi unutmayın. Hayat budur zaten. Bakıyoruz, bu savaş âyetlerinin arasında bir infak âyeti:
195:Allah yolunda infak edin. Kendi ellerinizle ken-di­nizi tehlikeye atmayın. İyilik yapın, ihsanda bulunun çünkü Allah muhsinleri sever."
Bir savaş ortamından sonra birdenbire bir infak emriyle karşı karşıya geliyoruz. Hayat budur işte. Savaş ve infak iç içice yaşana­cak. Ölmek, öldürmek, sağ kalmak ve infak hayatın içinde olaylardır bunlar. Zaten Allah yolunda infak edemeyen toplumlar Allah için sa­vaş­maya da güçleri yetmeyen toplumlardır. Vücutlarının dışın­dakileri harcamaya gücü yetmeyen insanlar, iç dünyalarını veya vücutlarını nasıl harcayabilecekler? Malını Allah yolunda vereme­yen insanlar canlarını nasıl verebilecekler? Cebimdeki on bin lirayı Allah için har­cayamayan ben, ömrümün on saatini yahut ilerde ömrümün tamamını nasıl verebileceğim? Halbuki Allah için savaşa girmek demek; ömrün tamamını fedâya hazır olmak de­mektir. Sormak lâzım; inandıkları Al­lah, uğrunda mal harcamaya değmeyen bir Allah olan bu insanlar, o Allah uğrunda canlarını na­sıl fedâ edecekler? Bugün malımızın beş on kuruşunu Allah için harcayamayan sen ve ben ömrümüzün tama­mını isteyen bir sa­vaş felsefesi içinde, bir savaş ortamı içinde kendi­mizi nasıl fedâ edebileceğiz? Bu durumda hiç bir şey yapamayacak ve oturup kalacağız yerimizde şu anda olduğu gibi. Bir şey yapamayız ki.
Ama Allah’ın ver dediği noktada yavaş yavaş verebilirsek, ken­dimizi vermeye alıştırırsak, o zaman ötekisini de vermeye ken­di-mizi alıştıracağız demektir. Yâni bugün beş kuruşu, yarın on ku­ruşu, öbür gün yirmi kuruşu verebilirsek veya bugün bir saatlik, öbür gün iki sa­atlik ömrümüzü Allah’a verebilirsek, ilim öğren­meye, din anlatmaya, hasta ziyaret etmeye verebilirsek, öbürsü gün öyle bir duruma geliriz ki; tüm ömrümüzü Allah’ın dinine, müslümanların hizmetine fedâkarca infak edebiliriz. Ve nihâyet bir gün gelir de Allah bizden ömrümüzün tümünü isterse, malımızın tamamını isterse o zaman verebiliriz bun­ları. Ama ben şu anda bir çay parasını bile veremiyorsam veya bir müslümanın dolmuş pa­rasını veya bir talebenin kitap parasını vere­miyorsam, canım isten­diği zaman ben bu canı nasıl verebilirim? Za­ten devam eden âyette buyuruluyor ki:
"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın"
Yâni Allah yolunda infak etmeyerek kendi ken­dinizi cehenne-me, tehlikeye atmayın buyuruluyor. Bu âyetin pratikte uygulanmasının bir yorumunu, bir savaş anında naklen sahabe bize şöyle anlatıyor: Kostantin muhasarasında Rasulullah’ın sahabelerinden Ebu Eyyub el-Ensârî, yaşlı bir kişi. Allah’ın Rasûlü Medine’ye geldiği zaman evinde misafir kal­dığı sahabe. Emeviler döneminde İstanbul’un fethi için gelir.
Bakıyor ki muhasara esnasında bazı kimseler sürekli ileri atı­lı­yorlar ve şehid oluyorlar. Yanlarındaki bazı kimseler de diyor­lar ki: Yapmayın böyle! Allah kendinizi tehlikeye atmayın! Diyor. Yok diyor Ebu Eyyub el Ensârî, bu âyet bizim için nazil oldu. Bu âyeti içinizde benden daha iyi bileniniz yoktur. Biz Mekke fethedil­dikten sonra, Ara­bistan müslüman olduktan sonra geldik Rasulullah’a ve dedik ki: Ey Allah’ın Rasûlü, Mekke fethedildi, Arabistan tamamıyla müslüman oldu, artık gücümüz kuvvetimiz zirveye ulaştı. Sulh sükun hakim oldu. İslâm egemen oldu. Artık bize müsaade et de biz şu işimize, aşımıza, ticaretimize, hurma­lıklarımıza, tarlalarımıza dönelim! Dedik. Allah’ın Rasûlü şöyle bu­yurdu: Siz Allah yolunda cihadı bırakır da tarlaları­nıza, ticaretinize dönerseniz kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmış olursunuz! Sonra da bu âyeti okudu. İşte âyetin mânâsı budur. Ve e- ğer gerçekten bizler İşimize, aşımıza, dükkanımıza tezga­hımıza döner de Allah yolunda cihadı terk edersek, kendi el­lerimizle kendi kendimizi tehlikeye atmış olacağız. Halbuki bize göre bizim kendi kendimizi tehlikeye atmamız, zarara uğramama­mız, maslahata uygun rahat içinde bir hayatı kaybetmemiz de­mektir.
Öyleyse cihadı bir kenara bırakıp mal mülk derdine koşma­nız, tarla tapan derdine, ev bark derdine, mark dolar derdine koş­manız si­zin kendi kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmanızdır diyor Allah Rasûlü. Ebu Eyyub el Ensârî bunun bu mânâya geldi­ğini anlatıyor. İşte savaş âyetlerinin ve savaş ortamının içinde, sa­vaş âyetlerinden hemen sonra bizi infakla karşı karşıya getiren bu âyetin bilincine er­memiz gerekecek. Şu anda bizler belki fiilen bir savaş ortamında olmamakla bera­ber, öyle miyiz değil miyiz o da tartışılabilir de, şu anda her ne kadar çevremizdeki kardeşlerimizin savaş ortamında oluşundan ha­bersiz yaşayan bizler, belki fiilen bir savaş ortamının içinde ol­ma­makla birlikte şu anda hepimiz infak ortamı içinde bulunuyoruz. Ya da infak ortamında olabiliriz.
Yâni şu anda bizler hiç olmazsa hayatımızı dünyaya ba­ğım-lılıktan kurtarmak zorundayız. Uykuya bağımlılıktan, rahata bağımlı­lıktan, paraya bağımlılıktan, büroya, dükkana, tezgaha ba­ğımlılıktan kurtarmak zorundayız. Zaman imkânlarımızı, ömür im­kânlarımızı, mal imkânlarımızı yavaş yavaş fedâ etmeye alıştır­malıyız kendimizi. Öm­rümüzün bir bölümünü, meselâ 24 saatimi­zin 2 saatini müslümanların dirilişi meselesine fedâ edebilmeliyiz. Benim günlük zamanımın iki saati sizin içindir ey müslümanlar! di­yebilmeliyiz. Kullansınlar bizi iki saat. Harcasın müslümanlar iki saatimizi. Harcasınlar bizi. Kim har­carsa harcasın fark etmez. İhti­yarı kullansın, genci kullansın, kadını kullansın, erkeği kullansın, akrabam kullansın, babam, anam, kom­şum, arkadaşım kullansın fark etmez. Ama ben başkalarının olabile­yim iki saat. Ve yirmi dört liramın iki lirası da başkalarının olsun. Ben onda hiç temellük hakkı saymayayım. Varsa yirmi dört liramın iki lira­sını da başkaları kullansın ne çıkar bundan? Ben bugün iki saatimi vereyim de, ben bugün iki liramı vere­yim de, yarın öbürsü gün dörde, beşe çıkarayım. Eğer bugün ben bunu beceremezsem, bencillik yapar ve sadece ken­dim için yaşarsam ve paramı da hep kendime harcarsam, bir gün zorunlu olarak canımın istendiği bir ortamda, malımın tamamının istendiği bir savaş orta­mında benim yapabileceğim hiç bir şey yoktur. Allah yolunda infak edin:
"İyilik yapın, ihsanda bulunun; çünkü Allah muh-sinleri sever."
İhsan, hayatın herşeyinde ihsan. Hayatın her bir bölü­münde ih­san isteniyor bizden. Savaşırken ihsan, öldürürken ih­san, ölürken ihsan, infak ederken ihsan, kurban keserken, yerken, yedirirken, na­maz kılarken, oruç tutarken, haccederken, savaşır­ken, barışırken hep ihsan isteniyor bizden. Yâni hayatı Allah çin yaşamak isteniyor. İhsan budur işte. Hayatı Allah için ve Allah’ın gördüğü şuuru içinde yaşa­mak. İşte Allah böyle kendisini görürce­sine kendisine kulluk yapanları sever. Allah’ın her ân ve her za­man kendisini kontrol ettiğine inanan ve her ân Allah huzurunda bir hayat yaşadığı bilincine eren bir müs-lüman, elbette tüm yaptık­larını Allah’a lâyık yapmaya çalışacaktır.
196:"Hac ve umreyi de Allah için tamamlayın. Bun­dan engellenirseniz, yapamadığınız bir şey olursa o vakit size kolay gelen kurbanı gönderin. Ama kurbanlar kurban mahalline (Mina) varın­caya kadar başlarınızı tıraş etme­yin. Sizden kim hasta olur veya başından bir rahatsız­lığı varsa ona oruç, veya sadaka, veya kurban­dan fidye gere­kir. Güven içinde olduğunuz zaman hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, temettû yapmak isteyene kolayına giden bir kurban kesmek gerekir. Kim kurban bulamazsa hacda üç gün, hacdan döndüğünüzde de yedi gün olmak üzere tam on günlük oruç vardır. Bu ailesi Mescid-i Ha­ram’da olamayanlar içindir. Allah’tan sakının, bilin ki Allah cezası çok şid­detli olandır."
İşte hayat böyle. Bazen savaşırsın, bazen para harcarsın, ba­zen de hacca ve umreye gidersin. Hayat budur işte. Veya anında hacdan dönerken yolun değişiverir, memleketine dönece­ğin yerde Fi­listin’e, Mescid-i Aksa’yı kurtarmaya dönüverirsin. Veya bakarsın bir gün şeytana attığın o taşları Filistinli garibanla­rın arasında, onların at­tıkları hedefe atıverirsin. Bakarsın ki mil­yonlarca insanın ellerinde taşlarla beraber kendilerine doğru gel­diğini gören zâlimler, yıllardır kemik kırıp, kan içen zâlimler kaça­cak delik aramaya başlamışlardır artık. Korktukları günün gelip çattığını anlamışlar ve korkudan ödleri patlamıştır artık. Ve artık yıllardır tüm dünyanın gözleri önünde ke­mikleri kırılan, kanları içi­len gözü yaşlıların yüzleri de gülmeye başla­mıştır. Ve bu iş, o za­man çok kolay olur. O günler pek uzak olmasa gerek. İşte savaş­tan sonra bir infak ve infaktan sonra da bir hac âyeti.
Haccı ve umreyi de Allah için tamamlayın! Haccı ve Umreyi düz­gün yapın, ihsan içinde ve Allah’a lâyık bir biçimde yapın! Zira hac, insan ömrünün bir kesitidir. İnsan hayatının bir maketidir. Hacla insan ömrü doğru orantılıdır. Hac anlaşılmışsa, hac Allah’ın istediği biçimde ifa edilmişse insan hayatı düzgündür. Hac anla­şılmadan ya­pılmışsa, hacda ihsan gerçekleşmemişse o zaman in­san hayatı da bozuktur. Öyleyse haccı ve umreyi Allah için ve Al­lah’ın istediği şe­kil-de tamamlamak zorundayız.
"Bundan engellenirseniz, yapamadığınız bir şey olursa, o vakit size kolay gelen kurbanı gönderin."
Eğer hac için yola çıktıktan sonra engellenirseniz, orada hapse filan girerek veya başka sebeplerle engellenirseniz, niyet­lendi­ğiniz haccı gerçekleştiremezseniz, o zaman da kolayınıza gelen bir kurbanı kesin diyor Rabbimiz. Hacdan engellenme konusunda iki görüş vardır: 1: Düşman tarafından konulan bir engeldir. Nitekim ulemâ­nın ifadesine göre bu âyet umre yapmak niyetiyle giderken Hudeybiye denen mevkie geldiklerinde Mekke’li müşriklerin Rasulullah’a ve be­raberindeki müslümanlara Mekke’ye girme en­geli koy­maları üzerine nazil olmuştur. Allah’ın Rasûlü burada ih­ramdan çıkıp kurbanlarını kesmiştir. 2: İkincisi niyetlenmiş haccı engelleyen herşeydir diyenler de ol­muştur. Hastalık, düşman korkusu, yol emniyetsizliği, bineğin kaybolması, ölmesi, kadının yanındaki mahreminin ölmesi gibi en­gel-ler­dir. İbni Mes'ud’un rivâyetinde Allah’ın Rasûlü, Duba binti Zübeyr Binti Abdul Muttalib’in evine uğradı. O Rasulullah’a dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü ben haccetmek istiyorum ama hastayım, ne ya­payım? Allah’ın Rasûlü buyurdu ki: Haccet ve şöyle bir şart koş: Ben nerede hacdan ala konursam orada ihramdan çıkarım. (Buhârî ve Müslim)
"Ama kurbanlar kurban mahalline (Mina) varın­caya kadar başlarınızı tıraş etmeyin."
Hastalık sebebiyle düşman sebebiyle veya başka bir şeyler se­bebiyle engellendiğiniz zaman kişi kurbanını ya Haremi Şerife gön­derir, ya da bulunduğu yerde kurbanını keser. Yâni bir zaman ihram­dan çıkıp başlarınızı tıraş etmeyiniz. Arafat, Müzdelife, sonra kurban kesme mahalli olan Mina’ya varıncaya kadar saçlarınızı tıraş etmeyin.
Bu âyetle alâkalı kimileri Mescid-i Haram’a bir kurban veya be­delini mutlak göndermelidir demişler. Çünkü kurbanın ulaşacağı yer konusunda Mâide’de şöyle buyurulur:
"Kâbe’ye ulaşacak bir kurbanlık.."
(Mâide: 95) Âyetinin delâletine göre harem bölgesi kastedilmiştir. Kimileri de kişinin bulunduğu yerde kurbanını kesmesi de caiz­dir demişler. Nitekim Allah’ın Rasûlü Hudeybiye’de kurbanla­rını kes­miştir. Hudeybiye harem bölgesinin dışındadır. Yukarıda ifade ettiğim şart koşma hadisi de buna delildir Allahu âlem.
"Sizden kim hasta olur veya başından bir rahatsız­lığı varsa ona oruç, veya sadaka, veya kurban­dan fidye ge­rekir. "
Yâni kişi ihzar durumunda iken, hacdan engellenmiş du­rumu ya­şarken hasta olur, ameliyat edilecek olur, başından veya vücudu­nun herhangi bir yerinden tıraş yapılmak zorunda kalırsa, zamanın­dan önce tıraş olduğundan dolayı o kişiye oruç tutması veya sadaka vermesi veya kurban kesmesi vacip olur. Bu tercihi Rabbimiz kişinin kendisine havale etmiştir.
İslâm’da tıraş önemlidir. Çünkü tıraş hayata yeniden, yeni­baş-tan dönmek gibidir. Yâni bir kişinin ihrama girip de Mina’da geceleyip ertesi sabah Arafat’a çıkıp, ertesi akşam Arafat’tan Müzdelife’ye doğru yürüyüp ve sabah namazından sonra da Mina’ya, savaş ala­nına doğru gitmesi, orada şeytanlarla karşı kar­şıya gel­mesi anına ka­dar artık tamamen dünyayla irtibatını kes­miş, varlı­ğını bitirip sıfırla­mış, hiç bir şeyi kalmamış, herşeyi Allah için ol­muş. Arafat’ta irfana ulaşıyor, Allah için öğreniyor, Meş’ar’de bu öğ­rendiklerinin Allah için bilincine eriyor, öğrendiklerini şuur haline geti­riyor ve Mina’da da bu öğrendiklerini Allah’a kulluk adına uy­gulamaya koyunca karşısına çıkacak tüm engelleri kurban etme noktasına ula­şıyor, kurban ediyor. Bambaşka bir dünyada, bam­başka bir hayatın maketini yaşıyor. Ve ondan sonra da ihramdan çıkarken başını tıraş ederek tekrar dünyaya, eski hayatına dönü­yor. Orada yaşadığı bu sembol hayatla bu maket hayatla dünyaya dönüyor. Yâni orada pra­tikte uyguladığı bir hayat bilgisi ve bilinciyle tekrar hayata dönüyor. Ve onu aynen bundan sonraki hayatında uygulamak bilinciyle hayata dö­nüyor. Artık bir ömür boyu o hayatın aynını gerçekleştirmek zorunda­dır. İşte mo­del bir hayattan, maket bir hayattan yeniden hayata dön­menin başlangıcında kişi, başını tıraş edecektir. Evet, orada Rabbimiz bize sunduğu, bize yaşattığı o maket hayatın aynısını bir ömür boyu yaşamamızı istiyor. İşte bundan sonraki tüm hayatınız buradaki gibi olsun diyor.
¬
"Güven içinde olduğunuz zaman hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, temettû yapmak isteyene kola­yına giden bir kurban kesmek gerekir."
Temettu haccına niyet eden kişi kurban kesmek zorunda­dır. Ama herkimin de bu kurbanı kesmeye gücü yetmezse:
"Kim kurban bulamazsa hacda üç gün, hacdan dön­düğünüzde de yedi gün olmak üzere tam on günlük oruç vardır. Bu ailesi Mescid-i Haram’da olamayanlar içindir. Allah’tan sakının, bilin ki Allah cezası çok şid­detli olan­dır."
Kurban kesmeye gücü yetmeyen kişi de hac esna­sında, yâni kurban bayramından önce üç gün oruç tutacak ve memleketine dön­dükten sonra da yedi gün oruç tutacak, böylece on gün oruç tutması gerekecektir.
197:"Hac belli aylardadır. Kim bu aylarda haccı ken­disine farz ederse, hacda kadınla cinsi birleşme, fısk ve cidal yoktur. Hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilmekte­dir. Azık da alınız, azıkların en hayırlısı takva azığıdır. Ey akıl sahipleri benden sakının."
Kimileri bu hac belli aylardadır ifadesini yanlış anlamaya ça­lışı­yorlar. Efendim istediğimiz zaman hac yapabiliriz, baksana Allah hac belli aylardadır buyuruyor, öyleyse dilediğimiz zaman dilediğimiz aylarda hac yapabiliriz bunda hiç bir mahzur yoktur di­yorlar. Halbuki durum böyle değildir. Hac ayları Şevvalden sonra başlıyor. Şevval hazırlıktır, Zilkade bu hazırlığın zirveye çıkmasıdır ve Zilhicce de hac aylarıdır. Ve böylece Rabbimizin zikrettiği aylar bunlardır diyoruz ha­zırlık dönemiyle birlikte son safha olarak.
Yine Tevbe sûresinde:
“...Büyük hac günü, Allah ve peygamberleri, in­san­lara ilan eder.
(Tevbe 3)
Diye bir günden söz ediyor Rabbimiz. İşte o belli gün Zilhic­ce­nin dokuzuncu günüdür. Allah’ın rasûlu de "O gün Arafa’dır" diyor. Buna göre hiçbir zaman bir müslümanın Zilhiccenin dokuzunun dı­şında bir günde Arafat’a çıkıp hac yapabilirim diye bir söz söylemeye hakkı ve selahiyeti yoktur.
Efendim işte insanlar çoğaldı, hacda izdiham oluyor, artık bu hac işini diğer aylara da yaymak zorundayız. Kimimiz Muhar­rem ayında, kimimiz Zilhiccede hac yapabilmeliyiz demeye kimse­nin hakkı yoktur. Hac bellidir, hac ayları da bellidir. Bu yasa Hz. İb­rahim döne­minde belirlenmiştir, Rasulullah (a.s) döneminde de bu yasa aynen pratikte uygulanmıştır. İlk önce Hz. Ebu Bekir Efendi­miz bunu pratikte göstermiş, sonra da Allah’ın Rasûlü veda hac­cında bizzat bunu pra­tikte göstermiştir. Bundan sonra artık hiç bi­rimiz istediğimiz zaman hac yapabiliriz diyemeyiz kıyamete kadar.
"Kim bu aylarda haccı kendisine farz ederse, hacda kadınla cinsi birleşme, fısk ve cidal yoktur."
Yâni kim ihramını giyer de hacca karar verip başlarsa; artık onun için refes, fısk ve cidal haramdır. Yâni kim ki hac aylarında hac­cetmek niyetiyle binitini ve azığını hazır ederek haccı kendi­sine farz ederse. Rasulullah efendimizin bir hadisinden öğreniyo­ruz ki; bir müs-lümana haccın farz olması için iki temel şart vardır. Bunlardan bi­risi azık diğeri de binittir. Binit ve azık. Biniti ve azığı olan kişiye hac farz olmuştur. Bir merkebi, yahut atı veya devesi veya bir bisikleti, motosikleti veya arabası olan ve de yolda yiye­bileceği kadar işte üç beş kilogram yağı ve bulguru olan kimseye hac farz olmuştur. Altı ayda da bu şekilde varıp gelebilecek bu im­kânı olan kişiye Allah ve Resûlüne göre hac farzdır. Eskiden ata­larımız binerlerdi develerine ve üç beş ayda bu vazifelerini ifa edip gelirlerdi.
Hazırlıklarını yapıp hac yolculuğuna çıkan kimseye refes, fısk ve cidal haramdır diyor Rabbimiz.
Refes; kadınlarla cinsel ilişki ve kötü, kaba lafları içine alır. Hac esnasında kadınlarla cinsel ilişki yasak olduğu gibi, aynı za­man-da cinsel ilişkiyi çağrıştıran sözler söylemek de yasaktır. Refes kelimesi bunun ikisini de kapsayan bir kelimedir.
Fısk, ya da fusuk ise Allah’ın yasaklarını çiğneyerek korku­suz-ca ve pervasızca günah işlemektir. Hac esnasında ve her za­man bu da yasaktır.
Cidal da tartışmak, ağız kavgası yapmaktır ki; hac esna­sında Rabbimiz bunu da yasaklamıştır. Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir ha­dislerinde buyurur ki:
"Kim Refes ve fusuk yapmadan haccederse anasından doğ­duğu gündeki gibi tüm günahlarından arınmış olarak hacdan döner."
Az önce de ifade ettiğimiz gibi, günah her yerde günah­tır, se­vap her yerde sevaptır. Ama şunu da unutmayalım ki orada işlenecek günahların da sevapların da kat sayıları farklıdır.
Bunun için mi dir ki bilmem, galiba şeytanlar o ayda yeryü­zü­nün tamamındaki mevzilerini terk edip hac yolunda müslümanları bu tür şeylere, kavgalara isyanlara sürükleyip hacda günahla­rının dö­külmesini engellemeye çalışıyorlar. Şeytanlar, orada müslümanların günahlarını dökerek tertemiz ülkelerine dönmele­rini istemedikleri tüm izinlerini kaldırıp müslümanların hac yolları­nın üzerine çıkmaktadırlar. Hattâ A’râf sûresindeki:
"Beni azdırdığın için, andolsun ki, Senin doğru yo­lun üzerinde onlara karşı duracağım. Sonra önlerin­den, ardlarından, sağ ve sollarından onlara sokulaca­ğım; ço­ğunu Sana şükreder bulamayacaksın" dedi.”
(A’râf 16,17)
Âyetindeki şeytanın, mü’minlerin yolları üzerinde duracağım ifa­desini de kimi âlimlerimiz bu hac yolculuğu olarak anlamışlardır. Evet hacda refes, fusuk ve cidal (kavga) yasaktır. Peki acaba bunlar sadece ihramlıya mı yasaktır? Yâni adam ihramdan çıkınca artık bunlara izin var mıdır? Hayır bunlar ihramın dışında da yapılması yasak olan şeylerdir. Ama hacda bize tüm ömrümüz boyunca takip edeceğimiz maket bir hayat sunuluyor ya, işte belki bundan ötürü bu­rada daha bir hassasiyetle bu konulara dikkatimiz çekilmektedir diyo­ruz.
"Hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilmektedir. Azık da alınız, azıkların en hayırlısı takva azığıdır. Ey akıl sahipleri benden sakının."
Evet, siz ne yaparsanız, nasıl bir amel işlerseniz Allah onun bilmektedir, Allah onun farkındadır, onu hesaba katmaktadır. Bu konuda pek çok hadisten bir kaçını hatırlayalım inşallah. Ebû Zerr (r.a)’den rivayet edildiğine göre bazı insanlar: Ey Allah’ın Rasûlü zenginler tüm sevapları alıp götürüyorlar, çünkü onlarda bizler gibi namaz kılıyor, oruç tutuyor, ayrıca zenginliklerinden dolayı sadaka da veriyorlar dediler. Rasûlullah (s.a.v.):
“Allah sizlere sadaka verme ve bu yönde sevap kazanma imkanı vermedi mi sanıyorsunuz?
Her sübhanallah demek bir sadakadır,
her Allahüekber demek bir sadakadır,
her elhamdülillah demek bir sadakadır,
her lâ ilâhe illallah demek bir sadakadır, iyiliği em-retmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır. Hatta her birinizin hanımıyla birlikte yatması sadakadır”
buyurdu. Bunun üzerine sahâbîler: Ey Allah’ın Rasûlü hanımı-mızla şehvetimizi tatmin etmekle bize sevap mı var? dediler. Pey-gamber (s.a.v.):
“Kişi bu istek ve ihtiyacını haram yoldan giderseydi, günah olmayacak mıydı? Helal yoldan gidermesinde de elbette sevap vardır”
buyurdular. (Müslim, Zekat 53)
Ebû Zerr (r.a) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v) bana şöyle dedi:
“Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa hiçbir iyiliği küçük görme!”
(Müslim, Birr 144)
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:
“İnsanların her bir eklemi için her gün bir sadaka gerekir. İki kişi arasında adâletle hükmetmen sadakadır, bir kimsenin binitine binerken veya yükünü yüklerken yardım etmen sadakadır, güzel ve tatlı söz sadakadır, namaz için mescide giderken attığın her adım sadakadır, insanlara eziyet veren şeyleri yoldan kaldırman da sadakadır.”
(Buhârî, Sulh 11; Müslim, Zekat 56)
Hz, Aişe (r.a)’nın değişik bir rivayetinde şöyle denmiştir:
“Her insan üç yüz altmış eklem üzere yaratılmıştır. Şu halde bir kimse: Allahüekber derse elhamdülillah derse lâ ilâhe illallah derse sübhanallah derse, Allah’tan bağışlanma dilerse, insanların yollarından eziyet veren taş, diken, kemik gibi şeyleri bir kenara atarsa, iyi olan şeyleri emreder, kötülüklerden sakındırırsa, bunların hepsi de üç yüz altmışı bulursa o gün cehennem ateşinden uzaklaşmış olarak akşamı eder.”
(Müslim, Zekat 54)
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Sabah akşam camiye giden her kimseye her gidişinde Allah onun için cennette bir ziyafet hazırlar.”
(Buhârî, Ezan 37; Müslim, Mesâcid 285)
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Ey müslüman hanımlar hiçbir komşu kadın komşu-sunun verdiği koyun paçası bile olsa yaptığı iyiliği küçüm-semesin.”
(Buhârî, Hîbe 1; Müslim, Zekat 90)
Ebû Hureyre (r.a)’den aktarıldığına göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:
“İman yetmiş yahut altmış bu kadar şubedir. En yük-seği لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ = Allah’tan başka ibadet edilecek sözü din-lenecek gerçek ilah yoktur sözüdür. En aşağısı ise eziyet verecek şeyleri yollardan kaldırmaktır, utanmak da iman-dan bir bölümdür.”
(Buhârî, İman 3; Müslim, İman 58)
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı, niha-yet bir kuyu bulup oraya indi, su içip çıktı, bir de ne gör-sün bir köpek dilini çıkarmış soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalıyordu. Adama kendi kendine bu köpek de tıpkı benim gibi susamış dedi ve hemen kuyuya indi, mestini su ile doldurdu ve mesti ağzına alarak kuyudan çıktı, köpeği suladı. Bundan dolayı Allah o kimseden razı oldu ve onu bağışladı.” Sahabeler: Ey Allah’ın Rasûlü bizim için hayvanlardan dolayı sevap var mıdır? dediler. Rasûlullah (s.a.v) de: “Her canlı sebebiyle sevap vardır” buyurdular.
Bir başka rivayette: “Allah ondan memnun oldu ve onu bağışlayıp cennetine koydu” denilmektedir.
Bir diğer rivayette ise şöyle buyurulmaktadır: “Susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek bir kuyunun etrafında dolaşıp duruyordu. İsrail oğullarından ahlaksız bir kadın onu gördü hemen çizmesini çıkardı, köpek için kuyudan su çekerek onu suladı, bu sebeple o kadın bağışlandı.”
(Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Selam 155)
Yine bir kadının bir kediyi hapsedip aç bırakarak ölümüne se-bep olduğu da başka bir hadiste belirtilir. Bu iki hadîsi birlikte incele-yecek olursak her canlıya yaptığımız iyilikten dolayı sevap kazana-cağımızı, zarar verdiğimizde de cezalandırılacağımızı bileceğiz. “Za-rarlı olan hayvanları öldürün” hadîsi ile de istisnaî durumlar açığa kavuşturulmuş oluyor. Hayır yolları pek çoktur, ciğer sahibi can-lılara yardım da sevaba vesiledir. Müslüman kişi canlılara ilk yardım olarak hidayet ve doğru yolu gösterme yanı sıra diğer gereken yar-dımları da mutlaka yapacaktır, çünkü tüm bu yardımlar onun için müslümanlık borcudur.
Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Müslümanları rahatsız eden yol üzerindeki bir ağacı kesen bir kişiyi cennet nimetleri içinde yüzer gördüm.”
(Müslim, Birr 129)
Başka bir rivayette ise şöyle buyurulur:
“Adamın biri yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve Al-lah’a yemin ederim ki; bunu müslümanları rahatsız etme-mesi için buradan kaldıracağım dedi ve o ağacı kaldırdı, bu yüzden cennetlik oldu.”
(Müslim, Birr 128) Başka bir rivayette de şöyle denilir:
“Bir adam yolda yürürken yol üzerinde bir diken dalı buldu ve insanlara eziyet vermesin diye onu yoldan uzak-laştırdı. Bu yüzden Allah ondan razı oldu ve onu bağış-ladı.”
(Buhârî, Ezan 32; Müslim, Birr 127)
Ey Allah’ın kulları yanınıza azık da alınız. Hac yolculuğuna çı­karken yanınıza yiyeceklerinizi de alınız. Nasıl olsa orada bizler Al­lah’ın misafirleriyiz, Allah bizi aç bırakmaz! O bizi doyuracaktır diyerek başkalarına yük olmayınız! Başkalarının sırtından geçin­meye çalış­mayınız diyor Rabbimiz.
Âyetin nüzul sebebi hakkında İbni Abbas efendimiz der ki: Ye­men ahalisi hacca çıkarken paraları olduğu halde yanlarına azık al­mazlardı. Bizler Allah’a tevekkül eden insanlarız! Bu Allah’a karşı iti­matsızlıktır, Allah kendi misafirlerini, kendi evinin ziyaretçi­lerini elbette doyuracaktır, Allah misafirlerini doyurmaktan âciz değildir derlerdi. Ve hacda müslümanlardan dilenerek geçinirlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bir de yanınıza azık alın! Buyurdu.
(Buhârî, Ebu Dâvûd, Nesei)
Bu anlayış İslâm’daki tevekkülü yanlış anlamaktır. İs­lâm’daki te­vekkül sebeplere sarılmadan rızkı Allah’a havale etmek anlamına bir tevekkül değildir. Buna tevekkül değil tevakül, yâni yiyicilik denir. Evet azıklanınız! Yanınıza azık alınız ama:
"Azıkların en hayırlısı takva azığıdır."
Diğer azıkları ihmal etmeyin ama takva azığı da alın yanı­nıza. Yeme içme azığından fazla, yağ yoğurt azığından fazla takva azığı da alın. Takva azığıyla da azıklanmayı ihmal etmeyin. Bu takva azığını bir ömrün başlangıcından o ana kadar biriktirmek lâzımdır. Âkıl bâliğ olduğumuz, İslâm’la mükellef olduğumuz gün­den itibaren hac yolcu­luğuna çıkacağımız o güne kadar bu azığı toplamak zorundayız. Bir ömür boyu takvayı biriktiremeyen müslümanlar, hiç olmazsa hacca gitmeye karar verdikleri andan itiba­ren bu azığı toplamaya başlamalı­dırlar. Veya bizler, hiç olmazsa müslümanlar hacca niyet ettikleri an­dan itibaren onlara bu azığı vermeye çalışmalıyız. Yâni onlara bilenle­rimiz haccı anlatmaya çalışmalıdır. Kur’an’daki hacla ilgili âyetleri, İb­rahim ve İsmail (a.s) larla ilgili âyetleri, Sa’y la ilgili âyetleri ve Rasu-lullah’ın sünnetindeki haccı anlatmaya çalışalım. İbrahim’in (a.s) ve Rasulullah efendimizin pratikte uyguladıkları haccı anlatmaya çalı­şalım. Yâni bu insanlar bu âyetlerle, bu bilgi­lerle donansınlar, haccı bilsinler, dua etmeyi bilsinler, Arafat’ı bil­sinler, Müzdelife’yi bilsinler, Meş'ar’i bilsinler, Mina’yı bilsinler, Hacer’i bilsinler, Safa’yı, Merve’yi bilsinler, zemzemi bilsinler. Tüm bunların birer mektep olduğunu, bu mekteplerden diploma alarak tüm hayatlarını böylece yaşamaları için, kendilerine maket bir İs­lâm hayatı sunulacağını bilsinler. Bilsinler de böylece takva azı­ğıyla azıklansınlar. Helkelerini yoğurtlarla doldurup da güzel bir şekilde kim­seye yük olmadan hacca gitmeye çalışan bu insanlar aynı za­manda takva azığıyla da azıklanarak hacca gitmenin daha hayırlı olacağını bilsin­ler. Onlar bilsinler, biz de bilelim inşallah.
"Ey akıl sahipleri, benim için takvalı olun."
Benim için hayatınızı yaşayın. Yolunuzu benimle bulun, yolu-nuzu bana sorarak bulun, ben konusunda takvalı olun, takvayı ben­den alın, takvayı benden öğrenin! diyor Rabbimiz...
198:"Hacda ticaretle Rabbinizin fazlından bir şey­ler istemenizde günah yoktur. Arafat’tan akın ettiğinizde Meş’ar-i haram deni­len yerde Allah’ı zikredin. O Allah size nasıl hidâyet verdiyse siz de onu anıp zikredin. Doğ­rusu Allah size bunu öğretmeden önce zaten sizler sapıktı­nız."
Yâni hacda ticaret yapabilirsiniz, bunda herhangi bir günah yok­tur diyor Rabbimiz. Hacca giden adam çok rahat bir şekilde ticaret yapabilir. Ticaret mallarından götürebilir, getirebilir. Orada da ticaret yapabilir, yolda da ticaret yapabilir, bu işte hiçbir sakınca yoktur. Çünkü İslâm’ın istediği hayatta ne haccın, ne orucun, ne namazın, ne ticaretin hiçbir farkı yoktur. Hayat bunlarla iç içedir İslâmda. Bir anda namaz kılarsınız, bir anda da tüccarsınız. Bir anda ticaret yapıyorsu­nuz, bir anda da hacca gidiyorsunuz. Bir anda savaşıyorsunuz, bir anda da öğreniyorsunuz. Bir anda öğre­tirken, bir anda da öğrenen konumundasınız. Yâni İslâm’da bu ko­nularda bir ayırım söz konusu değildir, caiz de değildir bu. Yâni biz namazda ayrıyız da ticarette ay­rıyız, bu mümkün değildir. Namaz kılarken ayrı bir kişilik sahibi, ama ticaret yaparken ayrı bir şahsi­yet sahibi olmak İslâm’da yoktur. Müs­lüman namaz kılarken Al­lah’ın kulu; ama ticaret yaparken kapitalizmin kulu olamaz. İs­lâm’da böyle bir laisizm yoktur. Kişi namaz kılarken de Allah’la karşı karşıya, ticaret yaparken de Allah huzurundadır.
Hac yolculuğunda ticaret olmaz! Hacca giderken ticaretin de bi­tecek! Hacdan geldikten sonra teraziye el değmeyeceksin! Olmaz bunlar. Bilâkis müslümanın tüm hayatı ibâdettir. Onun ha­yatında tır­nak kesmekten tutun da tuvalete gitmeye varıncaya ka­dar herşey kulluktur.
Müslümanın hayatında kulluğun dışında bir ek saniye bile dü-şü­nülemez. Çünkü Allah hayatta boşluk bırakmaz. Hayatta boşluk de-mek, şirkin başlangıcı demektir. Yâni sanki hayatımızın bir bölü­mün-de Allah’la karşı karşıyayız, hayatımızın bir bölümünde Allah’a karşı sorumluyuz, hayatımızın bir bölümüne Allah karışır; ama öteki bö-lümlerinde başkalarına karşı sorumluyuz, o bölümlere Allah’tan başkaları karışır diyerek hayatı böldünüz mü, şirk başla­mıştır Allah korusun.
Birileri bu bâtıl fikirleri yaymaya çalışırken, hacca giderken müslümanlar ticaret yapamazlar derken, her halde bunu Japon, Ame­rikan ve İngiliz sanayilerinin daha da gelişmesi ve onların ürettikleri malların oralarda daha kolay satılabilmesi için söylüyor­lar hainler. Ve kimi zavallı hocalar da bunların bu oyunlarına alet oluyorlar. Müslü­manlara: Sizler ticaret yapmayın! Sizler sadece tüketici olun! Diyorlar. Tabii bu hainler için önemli olan kendi mal­larının tüketilmesidir zaten. Çoğu zavallı müslüman da hacdan döndükten sonra ticaretini bırakı­yor. Teraziye dokunmaya bile korkuyor âdeta. Kimileri de bu durumda hacca gidemem diye kor­kuyor. Yâni ben bu ticareti, ben bu hayatı bı­rakmadıkça hacca gi­demem diye korkuyorlar. Efendim ticaret varsa ibâdet yoktur, ibâdet varsa da ticaret olmaz filan demeye çalışıyorlar. Vs. Vs. Hal­buki İslâm’da kesinlikle böyle bir laisizm anlayışı yoktur. Müslüman hayatın tamamını Allah için yaşayan kişidir.
"Arafat’tan akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram deni­len yerde Allah’ı zikredin."
İfaza kelimesi taşmak mânâsınadır. Arafat’tan taşmaya, ak-maya baş­ladığınızda. Düşünün iki milyon­luk, üç milyonluk bir kent boşalıyor. İki günlüğüne kurulmuş, Allah adına bir vazife icra etmek için geçici bir şekilde kurulmuş bir kent boşalı­yor. Ne muazzam bir gö­rüntü, tüyler ürpertici, mahşeri bir man­zara. Akşam güneş batar bat­maz üç milyonluk bir kent yepyeni bir hayata akıyor. Arafat’tan Müzdelife’ye yürüyor. Üç milyonluk bir sel, hani barajlar açıldığı, sular salındığı zaman nasıl akar? İşte öylece bütün yollardan, bütün vâdi­lerden insanlık Müzdelife’ye doğru akmaktadır. Arafat’ta irfana ulaş­mışlar, kulluk bilinciyle bi­linçlenmişler, şimdi de Meş’ar’de bu bilgiyi kuru bir bilgi olmaktan çıkarıp şuur haline getirmeye yürüyorlar. Uy­gulama alanı bulmaya yürüyorlar. Bilgiyi amele dönüştürme savaşı vermeye yürüyorlar.
"Meş'ar-i Haram’da (yâni Müzdelife’de) Allah’ı zik­redin. O Allah size nasıl hidâyet verdiyse siz de onu anıp zikredin. Doğrusu Allah, size bunu öğretmeden önce zaten sizler sapıktınız."
Allah’ı zikredin, Allah’ı gündeme alın. Size, siz hiç bir şey bil­mezken hidâyet ettiği için siz de Allah’ı zikredin. Çünkü daha evvel sizler yol yordam bilmeyen sapıklardınız. Bundan evvel siz­ler dünya nedir, hayat nedir, ölüm nedir, âhiret nedir, cennet, ce­hennem nedir, namaz, abdest nedir bilmiyordunuz. Bütün bunları size öğreterek Al­lah size hidâyet etti. Size hidâyet eden Allah, siz­den zikir istiyor. Ha­yatınıza Allah hakim olsun istiyor. Hayatınızın her bir konumunda siz­den istediği kulluk birimleriyle Rabbinizi, Rabbinizin âyetlerini, Rab-binizin kulluk maddelerini hatırlamanızı istiyor. Sizden gündem is­tiyor Allah. Kendisini gündeme almanızı istiyor. Başkalarını gündeme aldığınızdan çok onu gündeminize almanızı, daha çok onu konuşma­nızı, daha çok onu övmenizi, daha çok onun âyetleriyle meşgul olma­nızı istiyor. Siyasetinize Allah hakim olsun, ekonominize Allah hakim olsun, kılık kıyafeti­nize Allah hakim olsun, eğitiminize, hukukunuza, evlenmenize, boşanmanıza, ölümünüze diriminize ve tüm hayatınıza Allah ha­kim olsun istiyor. Allah sizden kendisini gündeme almanızı is­tiyor, kitabını ve elçisini gündeme almanızı istiyor. Zikir budur zaten, Allah sizden zikir istiyor.
199:"Sonra insanların toplu olarak akıp boşan­dığı yerlerden (Arafat’tan) siz de akınız ve Allah’a istiğ­far edi­niz. Şüphesiz ki Allah Ğafur ve Rahim’dir."
Artık Müzdelife’den sabah vakti Mina’ya doğru, şeytanlara doğru, Allah yoluna, kulluk yoluna dikilmiş ve kurban edilmesi ge­re­ken engellere doğru, savaşa doğru, Allah’ın rızasını kazanmaya doğru hareket ediyorsunuz.
Allah diyor ki; insanların boşandığı yerlerden siz de boşa­nın. Herkesin gittiği ve boşandığı yerden siz de gidin ve boşanın. Öyle bir dönem Mekke müşriklerinin yaptıkları gibi özel yollar caiz değildir. Mekke’li müşrikler kendilerini diğer insanlardan farklı bir konumda gö­rerek biz Allah’ın beytinin sahipleriyiz, bizler Allah ka­tında üstün kim­seleriz, bizim başkalarına karşı ayrıcalıklarımız vardır diyerek kendi­leri için özel kurallar koydular. Kendileri diğer insanlardan ayrı bir yer­den gitmeye başladılar. Hattâ insanlar da­ğılırlarken kendileri insanlar­dan farklı olarak Mina’da diğer insan­larla birlikte Arafat’a gitmemeye başladılar da bunun üzerine Allah da buyurdu ki böyle yapmayın, in­sanların boşandıkları yerlerden siz de boşanın.
Böyle ayrıcalıklar yapmayın. Türkler, siz şuradan! Araplar, siz buradan! Hintliler, siz buradan! gibi ırki ayırımlar yapa­rak ümmeti böl-meyin diyor Rabbimiz. Zaten biz hacca ümmet ol­maya gittik. Tüm farklılıklarımızı atıp, tüm kimliklerimizden sıyrılıp yepyeni bir ümmet kimliği bulmaya gittiğimiz bu bölgede, böyle ırk­çılıkların yeri asla yoktur.
Ancak biraz önceki Mina’da savaş verilen şeytanlar iki ayaklı şeytanlardı. Yâni insan şeytanlarıyla şeytan fonksiyonu icra eden in­sanlarla bir savaştı. Buradaki savaş ise bizzat şeytanlarla savaştır. Şurasını hiçbir zaman unutmayalım ki, şeytanlarla sava­şan kişiler, ancak insanlarla savaşabilirler. Şeytanlarla savaşma­yan insanlar ke­sinlikle insanlarla da savaşamayacaklardır. İnsan­larla savaşın yolu bu şeytanlarla savaştan geçer. Hocalarıyla sa­vaşıp onları yenmenin bi­lincine eren kişi talebeleriyle savaşmak­tan hiçbir zaman çekinmeye­cektir. Hocalarına karşı galip geldikle­rini anlayan insanlar, talebelerini basit görmeyi becerebileceklerdir.
İşte müslümanlar burada tüm yeryüzündeki iki ayaklı şey­tanla­rın komuta merkeziyle, yâni akıl hocalarıyla savaşarak dene­yim ka­zanmakta ve daha sonra da onların talebelerinin işini bitir­menin ko­laylığını öğrenmektedirler. En büyük şeytanı, şeytanların en büyü­ğü-nü yenen kişi, elbette onunun çömezleri olan kâfir­leri çok daha ko­lay yenebilecektir. İşte hacda şeytan taşlama ey­lemiyle müslümanlara bu deneyim kazandırılıyor.
"Ve Allah’a istiğfar edin ,şüphesiz ki Allah Ğafur ve Rahim’dir."
Yâni savaşı kazanınca da estağfirullah deyin. Bunu bize Al­lah nasip etti, Allah’ın yardımı olmasaydı biz bunu beceremezdik deme adına Allah’a istiğfarda bulunun. Dikkat ediyorsanız ibâdetten sonra istiğfar isteniyor. Yâni ya Rabbi şu yaptığım sana lâ­yık olmadı, İbra­hi-m’in haccına benzemedi, kusurumu görme ya Rabbi, eksiğimi tam kabul buyur ya Rabbi deme adına Rabbimiz bizden istiğfar istiyor.
200:"Hac ibâdetinizi bitirince de vaktiyle babaları­nızı andığınız gibi yahut onları andığınızdan daha çok Allah’ı zikredin. İnsanlardan kimileri de var­dır ki, Rabbimiz bize dünyada ver! Derler. Onların âhirette na­sip­leri yoktur."
Burada tekrar bir zikir emri daha geliyor. Daha önce ataları­nızı gündeme aldığınızdan çok Allah’ı gündeme alın diyor Rabbimiz. Cahi-liye döneminde herşey atalara bağlıydı. İnsanlar atalarını gün­deme almayı, onları yâd etmeyi çok severlerdi. Atam şuydu, atam buydu, atam şöyleydi, atam böyleydi. Hayatın temelini atalar oluştu­ruyordu.
Yaşanan hayatı onların anlayışları, onların âdetleri ve onlar­dan kendilerine intikal eden bilgiler oluşturuyordu. Hayata statüko ve atalar dini hakimdi. Zira ataları zikir demek; onları ha­yata yön verici olarak sürekli gündemde tutmak demektir. Ama Allah buyurur ki: Ey müslümanlar! Artık müslümanlık gelmiştir, ar­tık Allah’tan size hayatı­nızı belirlemek üzere bir kitap ve onun pra­tikte uygulanırlılığını gös­termek için bir peygamber gelmiştir. Artık bundan böyle gündeme bunlar alınacaktır. Tüm atalarınızın ve onların âdetlerinin işi bitmiştir artık deniliyordu.
"İnsanlardan kimileri de vardır ki Rabbimiz bize dünyada ver! derler. Onların âhirette nasipleri yoktur.
Deniliyor ki müşrikler haccı bitirdikleri zaman: "Allah’ım! Bize dünyada bol bol rızıklar ver!" diye dua ederlerdi ve âhiret adına hiç bir şey istemiyorlardı da bunun üzerine bu âyet nazil ol­muştur.
Onlar ya da başkaları, insanlardan kimileri de derler ki; Ya Rabbi bize dünyada mal mülk ver! Biz dünyada senden ma­kam mevki istiyoruz, ev bark istiyoruz, mark dolar istiyoruz, eş, dost, çevre, kredi istiyoruz! Bize bunlardan haber ver sen! Biz ge­risini bilmeyiz derler. Bize dünyada ver de öbür tarafta ne olursa olsun bizim için fark et-mez derler. Dualarının konusu budur bunla­rın.
Dua dedim, yanlış duymadınız. Aslında herkes dua eder. Yer­yüzünde dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar dua ederler; ama duadan duaya fark vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi onu elde etme adına çırpınması, ona ulaşma adına çalışıp çaba­laması dua demektir. Evet bu adamlar herşeyin dünyada bitip tü­kenmesi adına dua et­mektedirler. Dünyada bitip tükenecek şeyler isteyerek dua etmekte­dirler. Böyle diyenlere, böyle dua edenlere, böyle hedefler uğruna çır­pınıp duranlara dünyada herşeyi verir Allah, ama âhirette onların hiç­bir nasipleri yoktur. Ama kimileri de inşallah biz de onlardan olalım, bakın şöyle derlermiş:
201:"İnsanlardan kimileri de Rabbimiz bize dün­yada hasene (iyilik) ver! Âhirette de hasene ver! Ve bizi ateşin azabından koru! Derler."
Hasene; güzel güzellik demektir. Gerçek güzellik, gerçek ha-sene, başlangıcı ve sonucu güzellik olandır. Kazanılması, elde edilmesi, kendisine ulaşılması başlangıçta güzel olan nice şeyler var­dır ki; neticeleri felâket olabilir, sonuçları acıyla bitebilir. Onun içindir ki asıl hasene, asıl güzellik sonu güzel olan hasenelerdir.
Birinci gruptaki insanlar için, sadece dünyayı isteyen, dünya­lık isteyen tüm planlarını programlarını dünyada bitecek öbür tarafa inti­kal etmeyecek biçimde ayarlayan insanlar için hasenenin sadece başlangıçlarının güzel olması yeterlidir. Elde ettikleri şeylerin, kazan­dıklarının sadece dünyada onları sevindir­mesi, mutlu etmesi yeterlidir. Bize sadece dünyada ver derler. Dünyada elde edelim de, dünyada tadalım da gerisi önemli değil­dir derler.
Ama bu ikinci grupta anlatılan gerçek akıl sahipleri ise hem başlangıcı hem de sonu güzellik olan, evveli de ahiri de güzellik olan hasene isterler. Hem dünyada hem de âhirette hasene ola­cak şeyler isterler. Hattâ bununla da yetinmeyip cehennem ate­şinden koruyacak şeyler olmasını isterler.
Bu dua, tüm hayırları kapsayan bir duadır. Onun içindir ki Al­lah’ın Rasûlü tüm namazlarının arkasında sürekli bu duayı ya­pardı.
Derler. Ya Rabbi bize verdiklerin sadece dünyada bizim mutlulu­ğumuzu sağlamakla kalmasın, aynı zamanda öbür tarafta bizi cehennem ateşinden de koruyacak cinsten olsun derler. Mü­fessirler bu hem dünyada hem de âhirette insanı mutlu edecek hasene konu­sun-da şunları söylemişler:
Bu hasene dünyada sağlıktır, sıhhattir, geçinecek, başkala­rına muhtaç olmayacak kadar rızıktır, hayırda çokluktur, âhirette sevaplara ulaştıracak amellerde çokluktur, dünyada saliha kadın­dır, dünyada salih arkadaştır, iyi komşudur, dünyada güzel bir dünya hayatıdır, hu­zurlu bir toplumdur, bereketli ömürdür, kulluk bilgisidir, Kur’an ve sün­net anlayışıdır, hikmettir, hâsılı kişinin onunla Allah’ın rızasını kaza­na-bileceği ve sonunda cenneti elde ettirecek şeylerdir. Âhirette de hû­rilerdir, ırmaklardır, şaraplardır, giyeceklerin, yiyeceklerin güzelliğidir, hâsılı kişinin, onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği ve sonunda cen­neti elde ettirecek şeyler­dir demişler.
Evet, insanlardan bir grup sadece dünyalık isterken, sa­dece dünyada bitecek şeyler isterlerken bir grup da bunları iste­mektedir. Rabbimiz her iki grup için de buyurur ki:
202:"İşte onların kazandıklarından bir karşılık var­dır. Allah hesabı çok çabuk görendir."
İşte bu iki grubun her ikisi de dualarına, isteklerine, arzula­rına ulaşacaklardır. Her ikisine Allah istediklerini verecektir. Sa­dece dün­yalık isteyenlere, dünyada tadılıp bitecek mal mülk iste­yenlere Allah istediklerini verecek, onlar burada herşeylerini yiyip bitirecekler öbür tarafa hiç bir şeyleri intikal etmeyecektir. Allah onları dünyada mal mülk sahibi, makam mevki sahibi ede­cek, tatması gerekenleri burada tattıracak ve burada tatlı gibi ge­len, başlangıcı hasene gibi gelen bu tadılan şeylerin sonu hüs­ranla bitecek ve kendilerini cehenneme yu­varlayacaktır. Ama öbür taraftaki mü'minlere de hem dünyada hem de âhirette bitmez tükenmez haseneler nasip edecek ve onları cehen­nem ateşinden koruyacaktır. Dünyadaki bu mutlulukları öbür tarafta da mutluluğa dönüşecek ve cennet hasenesiyle sonuçlanacaktır.
Kişi bizzat kendisi sonucuna katlanmak kayd u şar­tıyla ne is­terse Allah onu ona verecektir. Mal isteyene mal vere­cek, mülk iste­yene mülk verecek, ilim isteyene ilim verecek, cen­net isteyene cen­net, cehennem isteyene de cehennem verecek­tir. Şûrâ sûresindeki bir âyet-i kerîme bunu şöyle anlatır:
"Kim âhiret kazancını istiyorsa onu ona veririz. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan veririz. Ama onun için âhirette hiçbir nasip yoktur."
(Şura 20)
Yâni bu dünyada çok zengin olanlara, mal mülk sahibi olan­lara şaşmamak lâzımdır. Çok ciddi istediklerinden, çok ısrarlı istediklerin­den, belki gecelerini gündüzlerine katacak biçimde, belki de âhiretlerini ikinci üçüncü plana iterek ısrarla dünyalık iste­diklerinden Allah onlara bunu vermiştir. Rasûl-i Ekrem’in hadisle­rinde ifadesi veç­hile:
"Dünyanın Allah katında sineğin kanadı kadar de­ğeri olsaydı ondan kâfire bir yudum su vermezdi"
Gereğince değersiz oluşundan ötürü isteyen herkese ver­miştir onu.
Ama kimileri de bu kadar önemli görmediklerinden, onlar­dan daha önemli şeylerin varlığına inanarak başka şeyler istedik­lerinden onlara verilmemiştir hepsi o kadar. Rabbim sadece dün­yada kalacak, sadece dünyada insanlar arasında bir övünme ve­silesi olmanın dı­şında başka hiçbir fayda sağlamayacak şeyler istemek yerine, dün­yada yetecek kadar bir rızkın ötesinde şeylerin peşine takılmayı, öbür tarafa intikal edecek şeylerin peşinde ol­mayı hepimize nasip ve mu­kadder kılsın inşallah.
Burada dünyayla âhiretin bir mukayesesini yapalım inşal­lah. Tüm plan ve programını dünya adına yapan, dünyalık elde etme adına yarışan ve sadece dünyada bitecek öbür tarafa intikal etmeye­cek haseneler peşinde olan kişiyle hem dünya hem de âhiret hasene-lerinin peşinde olan kişinin şöyle bir örnekle kar­şılaştırılmasını yapa­lım.
Sekiz yüz metrelik iki etaplı bir koşu düşünün. Koşucular sı­raya girmişler ve verilecek komutu bekliyorlar. Düdüğün çalın­masıyla koşucular harekete geçerler. Farz edin ki bu yarışmaya sizinle birlikte katılan ben bütün gücümü, bütün enerjimi kullana­rak bu yarışın ilk etabı olan ilk dört yüz metreyi en önde bitirsem. İlk dört yüz metrede hepinizi geçsem; ama yarışın ikinci dört yüz metresinde yarışı terk et­sem, yarışın ikinci etabında benim ismim dahi geçmese, şimdi bu ya­rışın birincisi sayılabilir miyim ben? Ol­maz böyle şey değil mi? Çünkü tamam ilk dört yüz metrenin birin­cisiyim ama bu yarış dört yüz metre­lik bir yarış değil ki. Yarış sekiz yüz metrelik bir yarıştır ve ben bunun sadece birinci etabında en öndeyim, ama ikinci etabında ismim bile geçmiyor.
İşte ey müslümanlar! Dünya ile âhireti böyle bir bütün ola­rak dü­şünmek zorundayız. Şu anda hepimiz böyle iki etaplı bir ya­rışın içindeyiz. İlk dört yüz metrelik etabı ölümle biten, sonraki etabı da ölümden sonra dirilişle başlayan bir yarış.
Şimdi bir adam düşünün ki bu yarışın birinci etabında hep bi­rinci olsa. Doğumla ölüm arasındaki etapta herkesten önde olsa. Hangi konuda? İşte dünyayla alâkalı her konuda. Meselâ bu adam dünyada hiç kimsenin sahip olamayacağı kadar marka, do­lara sahip olsa o konuda birinci, dünyada hiç kimsenin oturama­yacağı makam­lara otursa o konuda birinci, dünyada hiç kimsenin sahip olamayacağı güzellikte kadınlara sahip olsa o konuda bi­rinci, sayın sayabildiğiniz kadar ölümle bitecek öbür tarafa intikal etmeyecek ne kadar şey varsa onların tamamında birinci olsa, ama yarışın ikinci kademesiyle alâkalı, yâni ölümden sonraki ha­yatla ilgili bir yatırımı yoksa, öbür ta­rafla ilgili ismi dahi geçmiyorsa şimdi bu adam bu yarışın birincisi sa­yılabilir mi? Elbette sayılamaz değil mi?
Öyleyse isteyeceklerimiz sadece dünyada bitecek âhirete inti­kal etmeyecek şeyler olmasın. Sadece dünyada bizi mutlu edecek ama âhirette bize bir şey sağlamayacak şeyler peşinde olmayalım. Sadece burada birincilik düşünmeyelim. Hem dünyada hem de âhi-rette bizi mutlu edecek şeyler peşinde olalım hesabı­mızı, kitabımızı bunun üzerine yapalım inşallah. İşte Allah bu âyet-i kerîmesinde bize bunu anlatıyor. Sonra:
203:"Sayılı günlerde (Eyyam-ı teşrikte telbiye ve tek­bir getirerek) Allah’ı zikredin. Kim iki gün içinde acele edip (Mina’dan Mekke’ye) dönmek isterse, ona günah yoktur. Kim de geri kalırsa (yani üçüncü günü de Mina’-da kalıp şeytan taşlamaya devam ederse) ona da bir günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Al­lah-tan korkun ve bilin ki hepiniz onun huzurunda top­lana-caksı­nız."
Allah’ı hep zikredin de, özellikle sayılı günlerde tekbir getire­rek Rabbinizi daha bir zikredin. Yâni böylece Rabbinizi büyükleyin. Âyet-i kerîmede zikredilen bu sayılı günlerden maksat "Eyyam-ı teşrik" de­diğimiz teşrik günleridir.
Hacla alâkalı böyle iki kavram görüyoruz.
1- Malum günler, bilinen günler.
2- Sayılı günler.
Malum ya da sayılı günler diye anlatılan bu günler, Zilhiccenin ilk on günü veya Zilhiccenin on bir ve on ikinci günleridir, ya da ey­yam-ı teşriktir. Yâni teşrik günleridir. Teşrik, yüksek sesle Allah’ı bü­yüklemek, yüksek sesle tekbir getirmektir. Hac günlerinde Hz. İbra­him’e izâfe edilen bu tekbirlerin adına teşrik tekbirleri denir. Arafe günü saba­hından başlamak şartıyla kurban bayramının dördüncü günü ak­şamına kadarki günler tekbir ve zikir günleridir.
Kurban Bayramının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü günle­rinde tekbir getirin. Tekbirlerle Allah’ı büyükleyin. Tekbirlerle Allah’ı zikredin. Mina’da tekbirlerle şeytanları taşlayarak Allah’ı zikredin. İçi­nizdeki ve dışınızdaki tüm şeytanları telin ederek Allah’ı büyükleyin. Tüm şeytanları ve şeytan dostlarını, şeytanî sistemleri reddederek hayatın her alanında Allah’ı büyükleyin.
Hayatın her alanında Allah’ı söz sahibi kabul ederek büyükle­yin. Hayata Allah’ı karıştırmamaya çalışan tüm şeytanları reddederek Allah’ı tekbir edin. Mina’da kurbanlarınızı keserek Al­lah’ı büyükleyin. Malda ve canda Allah’ı söz sahibi kabul ederek, Allah için maldan ve candan geçerek Allah’ı tekbir edin, büyükleyin. Mal da, can da senin­dir Allah’ım! İşte kes dedin, kesi­yorum! Ver dedin, malımı yoluna kur­ban ediyorum! Yarın inşallah canımı da yoluna fedâ edeceğim! Sen şahit ol ki, ben buna hazı­rım ya Rabbi! diyerek Allah’ı büyükleyin. Yeryüzünde büyüklenen tüm müstekbirleri küçülterek Allah’ı büyükle­yin. Verasında asla büyük yoktur kabul ederek Allah’ı büyükleyin. Al­lah’ı büyükleyerek zikredin, Allah’ın büyüklüğünü hatırlayın ve hayatı­nızın sonuna kadar burada anladığınızı unutmayın.
Orada tekbirlerle Allah’ı zikredin ve bunu yapmadan da­ğılma­yın. Yaptığınız bu haccı size nasip eden Allah’ı zikredin.
Kim dönmek için acele ederse, iki gün içinde burada işini biti­rip vatanına dönmek isterse, onun üzerine bir günah yoktur. Fakat bu­rada kalış bir gün olursa bu caiz değildir. En az iki gün kalınacaktır burada. Bu iki günün birincisine: "Karar günü" denilir. Bu birinci gün Mina’da bulunmak şarttır. İkinci güne de: Birinci hareket günü denir. Hacılardan isteyenler bu ikinci günü Mina’dan hareket edebilir­ler. Dönmek isteyenler bu ikinci gün dönebilirler. Mina’da üç gün ka­lınması daha iyidir. Orada dünyanın her yerinden gelen hacılarla gö­rüşmek, konuş­mak, İslâm dünyasının problemlerine çözümler aramak en güzeli­dir. Ama buna rağmen sizden birileri eğer ikinci günü işini bi­tirip dönmek isterse bunda bir günah yoktur buyuruyor Rabbimiz.
Ama kim de geri kalıp üçüncü günü de Mina’da şeytan taş­la­maya devam ederse, ona da bir günah yoktur. Yâni acele edip ikinci günü dönmek de, üçüncü günü orada kalmak da serbesttir. Lâkin şunu unutmayın ki, önemli olan orada kaldığınız günlerin sayısı değil; o günleri Allah adına yaşayıp yaşamadığınızdır. Önemli olan takvalı olup olmadığınızdır. Oradaki ve tüm hayatı­nızızdaki günleri, zaman­ları Allah adına yaşayıp yaşamadığınız önemlidir. Allah için mi orada­sı­nız? Yoksa turistik bir seyahat adına mı? Önemli olan budur. Öy­leyse her ân ve her yerde Allah’tan korkun. Allah için takvalı olun. Ha­yatını-zı Allah için yaşayarak takvalı olun, çünkü iyi bilesiniz ki O’nun huzurunda toplanacaksınız, hesabı O’na ödeyeceksiniz.
Burada Rabbimiz hayatını Allah için yaşamayan, Allah için tak­valı olmayan, hayatı dünya için yaşayan, Allah’ın koruması al­tına gi­rememiş bir insan tipinden söz edecek. Buyurur ki Rabbimiz:
204:"İnsanlardan öyleleri de vardır ki; dünya ha­yatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hattâ böylesi kalbinde olana Allah’ı şahit tutar. Halbuki o ha­sım-ların en yamanıdır."
Âyet-i kerîmede sözleriyle davranışları farklı olan, içi başka dışı başka bir insan tipi anlatılıyor. Kalpten inanmadığı halde, belli makamlara gelebilmek, belli menfaatleri devşirebilmek, mü'minleri kandırabilmek için kendisinin mü’minlerden olduğunu, kendisinin de inandığını söyler. Kendisinin iyi bir müslüman olduğuna, in­sanlar için iyi şeyler düşündüğüne Allah’ı da şahit tutarak yeminler eder. Benim iyilikten başka bir şey düşünmediğime Allah şahittir. Ben şahsî çıkar için değil, Allah şahittir ki insanlığın kurtuluşu için çırpınıyorum, gibi tatlı tatlı sözler, parlak ifadeler ve yeminler ede­rek insanları kandır­maya çalışır.
Seçimler yaklaşırken bu tür insanları çok görürsünüz. Va­tan, millet, Sakarya, ezan, bayrak, kitap, iman gibi inanmadıkları mukad­des mefhumları ağızlarına alarak, biz de müslümanız, bizim derdimiz de müslümanlara hizmettir gibi lakırdılarla müslümanları kan­dırmaya çalışırlar. Müslümanlara emniyet telkin ederek onların oylarını almaya çalışırlar. Halbuki Allah buyurur:
"Oysa o azılı bir düşmandır."
Düşmanların en yamanıdır o. Tatlı dilleriyle müslümanlardan gö­rünerek onları aldatan ve sonunda onların dinleriyle, imanlarıyla ve tüm mukaddes mefhumlarıyla oynayan azılı bir düşmandır o. Kal­binde olmayan şeyleri diliyle söyleyen, diliyle söylediğini hayatıyla yalanlayan azılı bir düşmandır o. Müslüman görünmeye çalışsa da, dışarıdan sözleri hoşunuza gitse de aldanmayın bu tür insanlara. Ha­yatlarında inandığınız mefhumların kokusu bile olmayan, İslâm’la uzak ve yakından en küçük bir ilgileri olmayan bu tür insanlara gü­ven-meyin diyor Rabbimiz. İnsanları sırf sözlerine göre değil, amelle­rine göre değerlendirin diyor. Ağızlarıyla ne söylerlerse söylesinler, siz onların söylediklerine değil amellerine ba­kın diyor. Bakın bu adam:
205:"O dönüp gitti mi (Yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip ne­silleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sev-mez."
İşte bu adam "tevellâ" edince. Bunun anlayabildiğimiz kada­rıyla iki mânâsı var:
1- Senin yanından ayrılınca, sizin yanınızdan ayrılınca, o at­mosferi terk edip de kendi dünyasına dönünce, demektir bunun birinci mânâsı. Ya da İslâm’dan, kulluktan, vahiyden sırt dönüp gidince, vah-ye, Allah’ın hayat programına arkasını dönüp kendi bildiğince bir hayat yaşamaya yönelince, demektir. Kitap ve sünneti terk edip kendi heva ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşa­maya yönelince.
2- İkinci mânâsı da bir iş başına geçince, velî olunca, birileri­nin velâyetini üzerine alıp idareci olunca demektir. Müslüman­ların velâ­yetlerini alıp iktidarı ele geçirince demektir. As­lında kâfirlerin müslü-manlar üzerinde velâyet hakları yoktur. Kâ­firlerin müslümanlar üzerine veli olup, vali olup onlara danışmadan onlar adına karar verme makamına getirilme hakları yoktur. Kâfir­lerin böyle makamlara getirilmeleri yasaktır. Ama tatlı dilleriyle müslümanları kandırıp, bir fır­sa-tını bulup, bir yolunu bulup da müslümanlar üzerine veli oldukları zaman bu tür insanların yapa­cakları işler şunlarmış bakın. Yeryü­zünde fesat çıkarmak, yeryü­zünün dengesini bozmak, Allah’ın yeryü­zünde koyduğu düzeni bozmak, ekinleri ve nesilleri yok etmek için, telef etmek için, boz­mak için sa’y etmek ve koşturmak.
Birinci işi ifsad etmek olur bu adamın. İfsat; küfrü yay­mak, küfrü hakim kılmak, küfrü ve şirki egemen kılmak demektir. Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni değiştirip, ilga edip, onun yerine başkala­rının düzenlerini ikâme etmek demektir. Bunu sûrenin başında uzun uzun anlatmıştım.
Bir de nesli bozmak için çırpınır böyleleri. Nesli bozarlar, nesli itlâf ederler. Nesli eğitimle bozarlar. Dinden, imandan, Kur’an’dan uzak tamamıyla materyalist bir eğitim sitemi kurarak ümmet-i Muhammed’in neslini bozarlar. Müslümanların çocuklarının başlarını açtırarak hayasızlaştırırlar onları ve iffetlerini, namuslarını bozar­lar.
Doğum kontrolü adı altında yalanlarla ümmetin çocuklarını da-ha doğmadan öldürmeye çalışarak onları itlâf ederler. İnsanların ya­taklarına kadar, yatak odalarına kadar uzanıp orada ne ekecekle­rine de onlar karışırlar. Bunu yaparken de tatlı sözlerle onları ikna et­meye çalışırlar. İyi ni­yetli olduklarını, kendilerini düşündüklerini söy­lerler. “Sizler az ge­lişmiş veya işte gelişmekte olan insanlar olarak sı­kıntı çekmeyesi­niz, aç ve açıkta kalmayasınız diye size geldik” derler. Bakamaya­cağınız, besleyemeyeceğiniz çocuklarınızı daha doğmadan boğ­maya geldik derler. Size şirin görünmeye çalışırlar, tatlı dillidir ha­inler. Hasta olmayasınız, çocuklarınız felç olmasınlar diye aşı yap­ma-ya geldik derler. Bu yutturmacalarla müslümanların çoğal­malarını ve günün birinde kendilerine kafa tutabilecek bir noktaya gelmelerini engellemeye çalışırlar. Böylece mü'minlerin nesillerini telef ederler. Eğer bu konuda muvaffak olamazlarsa, yâni tüm aleyhte propagan­dalara rağmen eğer müslümanlar yine de ço­ğalma eğilimi gösterir­lerse, o zaman da doğanları öldürmeye çalı­şırlar eğitim yollarıyla.
Allah buyurur ki, bir de bu hainler ekini helâk ederler. Ürünleri bozarlar. Bugün memleketimizdeki tüm sebze ve meyve­ler hormonlu­dur. Eşyanın tabiatını bozmaktadırlar hainler. Kâfirler tüm pisliklerini ülkemize taşımışlardır. Sırf para kazanmayı hedef­leyen ve bunun dı­şında başka hiç bir şeye değer vermeyen bu bozguncular, istedikleri paraya ulaşabilmek için kurdukları fabrika­lardan çıkan atık maddele­riyle tabiatı bozmaktadırlar, insanları zehirlemektedirler. Dertleri para kazanmak olunca, binlerce insan ölse de fark etmez onlar için.
Günümüzde bunun ön güzel örneği A.B.D İsrail emperyalizmi­dir. İsrail’in önderliğinde tarımda kullanılan bir kısım hormonlar fito-östrojen karakterinde olup, yani bitkisel kadınsı hormon özelliğini taşıyıp, zamansız, mevsimsiz sun’i tarım oluşturulmaktadır. Bu hormon-ların etkisiyle son yirmibeş yılda bir kısım bölgelerde erkeklerin sperm sayılarında % 40 a varan düşüşler görülmektedir. Bu durumda, sun’i tarım, ilaç ve hormonlu sebzelerin büyük rolü olduğu bilinmekte­dir. Aynı zamanda bu kadınsılık irsi de olabilmektedir. Son zaman­larda artan kibar sesli, yapmacıklı erkeklerin, taransseksüellerin vs oluşumunda bu âyetteki ifade ilâhî, mûcizevî bir işaret oluşturmakta­dır.
206:"Böylesine: "Allah’tan kork!" Denilince ben­lik ve gurur kendisini günaha sevk eder. (Ceza ve azap ola­rak) ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir."
Böylesi kimselere, Allah’tan kork da bu yeryüzünün düze­nini bozmaktan, insanların huzurunu kaçırmaktan ve nesli itlaf et­mekten vazgeç denildiği zaman, bu sefer de bu bozguncu insanlar gururlan­maya başlarlar.
İzzet-i nefsi onları tutar ve daha çok günah işlemeye sevk eder diyor Rabbimiz. Yâni bu tür isyankar insanlar bu sefer de günahı sa­vun­maya başlarlar. Günahın günah olduğunu reddetmekle birlikte, utanmadan bir de onu savunmaya çalışırlar. Ne varmış bu yaptıkla­rı­mızda? Kötü mü yapıyoruz yâni? diyerek pisliklerini savunmaya kal­karlar. Veya büyüklük gururu onları kuşatır da daha çok gü­naha sevk eder.
Yaptıkları şeyler apaçık günah, apaçık kötülük, zulüm ve in­san­ların aleyhine olduğu halde yine de bunu kabullenmezler; ıs­lahtan yana, iyilikten yana olduklarını iddia ederler. Aslında yap­tıkları herşey bozmadır, herşey ifsattır. Zira düzen sahibi Al­lah’ınkinin dışında tüm düzenlemeler bozmadır. Bu adamlar Al­lah’ın düzeninden habersiz dü-zenlemede bulunduklarından yap­tıklarının tamamı bozmadır. Ama Allah’ın düzeninden bahsedip de kendilerinin bozguncu olduklarını söyleyerek bu işten vazgeçme­lerini söyleyenlere karşı da tavır alırlar. Allah’a inanmayan bu tür insanlara ne kadar da Allah korkusu, Allah hesabı hatırlatılırsa hatırlatılsın bunun hiçbir faydası olmayacaktır.
Bunlar bozguncudur. Ey müslümanlar! Nesillerinizi ve ekinleri­nizi kurtarmak istiyorsanız bu tür insanları velâyet maka­mına çıkar­mayın. İşlerinizi bunlara havale etmeyin. Bu adamları başınıza veli seçmeyin. Sizin adınıza size danışmadan karar ve­recek makamlara bu tür insanları getirmeyin. Bunların müslümanlar üzerine velâyet hakları yoktur. Öyleyse eğer kimleri veli edinelim diye bir soru soru­yorsanız, bakın Rabbimiz bunları şöyle açıklıyor:
Ama buna karşılık bakın şöyleler de vardır diyerek bunun tama­men zıddına bir insan tipi daha sergileyecek burada Rabbimiz.
207:"İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah’ın rı­za­sını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder. Allah da kullarına şefkatlidir."
Yeryüzünde Allah’ın rızasını kazanmak, yeryüzünde Al­lah’ın koyduğu düzeni korumak, Allah’ın sistemini tesis etmek ve bozgun­cuları yok etmek için canını bile seve seve vermekten çe­kinmeyen in­sanlar da vardır. Bunlar Allah için seve seve canlarını ve mallarını fe­dâdan çekinmeyen insanlardır. Bunlar Allah’ın hoş­nutluğunu kendi hoşnutluğuna tercih eden insanlardır. Allah’ın ar­zularını kendi menfa­atlerine tercih ederler, Allah hatırını herşeyin üzerinde tutarlar, Al­lah’ın istediği biçimde hareket ederler ve böy­lece kendilerini ebedî olarak satın alan kimselerdir bunlar. Kendi­lerini ebedî olarak cehen­nemden kurtaran, azad eden insanlardır bunlar. Allah’ın rızasına ken­dilerini satan, cennet karşılığında ha­yatlarını yatıran insanlardır.
Malda ve canda Allah’ı söz sahibi kabul eden insanlardır bun­lar. Mallarını ve canlarını cennet karşılığında Allah’a satan ve so­nunda cenneti de Allah’ın rızasını da kazanan insanlar. Al­lah’tan razı olan insanlardır bunlar. Allah’tan razı oluş nedir? Al­lah’tan razı oluş Allah’ın gönderdiklerinden razı oluş demektir. Al­lah, din adına kendile­rine ne göndermişse onların tümünden razı olmuş insanlar ya da ira­delerini Allah’ın iradesine teslim etmiş kimseler. Allah’ın seçimini ken­dileri için seçim kabul etmiş, bo­yunlarındaki ipin ucunu Allah’ın eline vermiş, Allah ne tarafa çe­kerse o tarafa giden insanlar. Yaptıklarını Allah için yapan, iste­diklerini Allah için isteyen, sevdiklerini Allah için seven, küstükle­rine Allah için küsen insanlardır. Dünyalık hiçbir arzu ve hedefleri yoktur bunların. Tüm arzularını, tüm heveslerini Allah’ın dinine teslim etmiş insanlar.
Hani Rasulullah’ın bir hadisi vardı:
"Sizden hiçbiriniz arzusu benim getirdiğim şey­lere tabi olmadıkça mü'min olmuş sayılmazsınız."
Buyurur ki Allah’ın Rasûlü, ben ne getirdiysem arzusu ona tes­lim olmayan kişi mü'min olamaz. Burada inanmak, tabi ol­mak ve tes­lim olmak vardır. Meselâ heveslerimiz vardır değil mi? Elbisede, gi­yimde, kuşamda, yemede, içmede, gezmede, toz­mada arzularımız, heveslerimiz vardır. Gümüş kaptan yemede, villada oturmada, saçı­mızı taramada, fakülteyi bitirip falan mevkiye gelmede, falanları filan­ları elde etmede, evimize şunları şunları almada, şöyle birisiyle ev­len-mede, kızımızı şöyle yetiştirmede, oğlumuzu filan yerde okutmada hedeflerimiz, arzularımız, heves­lerimiz vardır. Hulasa kişinin hayatı­nın her bir kademesine ait amaçları, gâyeleri, hedefleri, yöneldiği kıbleleri vardır. Bazen ka­dına, bazen marka, dolara, bazen ata, ara­baya, bazen altına, gümüşe, bazen evlere, bahçelere hevesleri vardır insanın. Fakat bu hevesler İslâm’a, yâni Rasulullah’ın getirip tebliğ et­tiği vahye kanalize edilirse, vahye mutabakat ederse işte o zaman kişi iyi bir müslümandır.
Meselâ paraya hevesi var kişinin, olabilir; ama ona kul köle olma adına değil de Allah’ın takdiri olarak kendisine gelen parayı kişi onunla hava atmak, olmayacak yerlerde onu harcamak yerine onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği kendisine, ehline, müslümanlara har­cayabilirse; o zaman kişinin bu hevesi İslâm’a kanalize olmuş demek­tir. Meselâ bir adam düşünün ki 50 dükkanı, 5 fabrikası, 3 yatı, 5 ara­bası, lüks bir hayatı varken bu adam İslâm’ı buldu, İslâm’la tanıştı. Şimdi bu adam hidâyete erdikten sonra bu sahip olduğu şeylerin ta­mamını elden çıkarmakla mükellef değildir. Eğer bütün bu sahip ol­duklarını Allah’ın istediği yerde kullanıp harcayabiliyorsa o zaman işte bu adamın arzuları İslâm’a, Rasulullah’ın getirdiklerine teslim olmuş demektir.
Bir adam düşünün ki karısını çok seviyor. Hevesi var onda. Ama günün birinde öğrendi ki,Allah kendisine peygamberi vasıta­sıyla karısına şu şekilde davranması gerektiğini duyurdu. Meselâ namaz konusunda onu zorlayacaksın, kitap sünnet konusunda zorlayacak­sın, tesettür konusunda gerekirse onu tedip edip to­katlayacaksın de­mişse ve o da bunu duymuşsa, hemen hiç bek­lemeden bunu aynen uygulamaya çalıştığı takdirde o kişinin he­vesi Rasulullah’ın getirdiğine teslim olmuş demektir. Çocuğuna hevesi olup da onu sabah nama­zına kaldıran anne ve babanın da hevesleri Rasulullah’ın getirdiğine teslim olmuş demektir.
Yine bir adam düşünün ki bu adamın falanca makamda gözü vardır, hevesi vardır. Ama peygamberin kendisinden iste­diklerini du­yup öğrendiği andan itibaren hemen hevesini ona uy­durarak oturul­maması gereken o makama oturmaktan vazgeç­mişse, hevesini ona teslim etmişse iyi bir müslümandır o.
Ama burada şunu söyleyelim: Herşeyden önce Rasulullah’ın ne getirdiğini bilmek zorundayız. Arzularımızı, heveslerimizi Allah’ın arzularına teslim edebilmek ve Rasulullah’ın getirdiği dine mutabakat edebilmek için, Allah’ın arzularını ve Resûlü’nün ne getirdiğini bilmek zorundayız. O halde bunun için de Kur’an ve sünneti tanımak zorun­dayız. Tanımalıyız ki arzularımızın, heves­lerimizin ona uyup uymadı­ğını bilebilelim. Bunları bilmezse ne ya­par adam? İstediklerini, arzu ettiklerini, yaptıklarını, yapacaklarını Allah ve Resûlü’ne sorabilecek kadar onlara yakınlık kuramamış bir adam ne yapar? Meselâ mîrasta Allah’ın kendisine takdir buyurduğu hisseyi bilmeyen bir kadın arzula­rını, heveslerini uydu­rabilir mi İslâm’a? Uyduramaz değil mi? Çünkü bu kadın Allah’ın rızasının, Rasulullah’ın arzusunun nerede olduğunu bilmemekte­dir.
İsanlardan kimileri de vardır ki, Allah rızası için herşeylerini fedâ ederler. Allah’ın hoşnutluğunu herşeye tercih ederler. Allah’ın ar­zularını kendi arzularından üstün tutarlar.
İbni Abbas’ın ifadesine göre bu âyet sahabeden Süheyb-i Rumi hakkında nazil olmuştur. Mekke müşrikleri bu zatı yakala­mışlar ve dininden döndürebilmek için dayanılmaz işkencelerle azap etmeye başlamışlar. Hz. Süheyb: "Vallahi ben yolsuzdum yolumu buldum, ben bir kelime söyledim, beni asla ondan döndü­remezsiniz. Benden bunu istemeyin, benden dinimden dönmeyi istemeyin, eğer isterseniz tüm malım sizin olsun. Malımı mülkümü vereyim ama sizden dinimi satın alayım demiş ve onlar da buna razı olmuşlar. Tüm malını onlara bırakarak dinini ve Allah’ın hoş­nutluğunu satın almış ve bu şekilde Medine’ye gelirken bu âyet nazil olmuştu. Hattâ Süheyb Medine’ye gi­rerken Hz. Ebu Bekir rast gelmiş ve: "Alış verişin kârlı olsun ey Sü-heyb!" demişti. O da: "Seninki de zarar etmesin ey Ebu Bekir!" de­miş-tir.
Yine âyet-i kerîme bir başka rivâyette de hicret esnasında ca­nını dişine takarak, ya da kelleyi koltuğuna alarak Rasulullah’ın yata­ğında yatan, canını ortaya koyup onu kendisine tercih ederek Allah’ın hoşnutluğunu kazanan Hz. Ali Efendimiz hakkında inmiştir deniyor.
Ama o dönemde onlar hakkında inmiş olsa da kıyamete ka­dar onların yolunun yolcusu olan tüm mü'minleri anlatır bu âyet diyeceğiz tabii.
208:"Ey iman edenler hepiniz (barışa) İslâm’a gi­rin ve şeytanın adımlarını takip etmeyin. Şüphesiz ki o şeytan size apaçık bir düşmandır."
Bir tarafta günahıyla böbürlenen, günahta izzet ve şeref ara­yan, ekini ve nesli bozan ve işi gücü yeryüzünde bozgunculuk yap­mak olan, ekinlere de insanlara da hayat hakkı tanımayan, onların dengesini ve düzenini darmadağın eden ve de kendisine Allah’tan kork denildiği zaman da günahıyla şereflenip cehen­neme giden bir insan tipinden bahsedildi. Öbür tarafta herşeyini ve tüm dünyasını Allah için yaşayan ve Allah’ın rızasını kazan­mak üzere herşeyini fe­dâya hazır olan bir müslüman tipten söz edildi. İşte yeryüzünde belir­gin bu iki tip özellikten sonra:
Ey iman edenler, silme, selâmete, İslâm’a bütünüyle girin. Ha­yatınızı tamamıyla Allah’a teslim edin. Hayatınızın tümünde Al­lah’ı söz sahibi bilin. Allah’ın kulu olduğu­nuzu unutmayın. Hayatınızın tü­münde müslüman olun. Hayatı parçalamayın. Yâni hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı bölümlerinde de başkalarının kulu olmayın. Bazen Allah’ı, bazen de başkalarını razı etmeye çalışmayın. Hayatınızın ibâdet bölümlerine Allah’ı karıştırıp öteki bölümlerinde başkalarına söz hakkı vererek şirke düşmeyin. Hayatı parçalamadan yana olma­yın. İslâm’ı bir bütün olarak kabul edin. İslâm’ı parçalamaya kalk­mayın.
Yani her bireriniz İslâm’ın bir bölümüne tutunup, her biriniz İs­lâm’ın belli bir bölümünü bayraklaştırıp İslâm’ı da kendinizi de par­ça­lamayın. Namazı kılıyorsunuz, orucu tutuyorsunuz güzel; ama İs­lâ-m’ın tesettürünü de kabul etmek zorundasınız. Veya İslâm’ın eko­no-misini de kabul etmek zorundasınız. Mîras konusunu da ka­zanma harcama anlayışını da. Yâni hayatın tümünde Allah’ın kulu olmak zo­rundasınız.
Ya da inandık dediğimiz konunun amelini de gündeme ge­tir­mek zorundayız. Değilse sadece inandık demek yetmeyecektir. Yâni iman amel bütünlüğü içinde İslâm’a girin diyor Rabbimiz. İmanları­nızla, iddialarınızla hayatınızı ve amellerinizi barıştırın. İman amel ba­rışıklığı içinde İslâm’a girin. İddia ve ispat, iddia ve eylem bütünlüğüne girin diyor.
Bir başka ifadeyle imanlarınızla amelleriniz barışsın. Kalplerinizle kafalarınız barışsın, düşüncelerinizle hareketleriniz barışsın ve böylece kendi içi­nizde barışa girin diyor Rabbimiz. İnançlarınızla hayatlarınız başka başka olup içinizde ve dışınızda bir savaş yaşamayın. Hem Allah yo­lunda hem şeytan yolunda yü­rüyerek, hayatınızın bir bölümünde Al­lah’ın kulu, öteki bölümle­rinde de başkalarının kulu ve kölesi olarak bir çatışma içine düş­meyin diyor.
Dikkat ederseniz sözünün başında Rabbimiz; Ey iman eden­ler! dedi. Sonra da İslâm’a girin! Buyurdu. Eğer bu iman edenlerden kasıt mü'minlerse zaten mü'min olan bu insanlardan niçin yeniden mü'min olmaları, İslâm’a girmeleri isteniyor? Öyleyse anlıyoruz ki; ey iman gösterisinde bulunanlar, ey inandığını iddia edenler, inandıkla­rını zannedenler demek olacaktır mânâ.
Veya ey dilleriyle inandıkla­rını söyleyen; ama kalpleriyle inan-mayan mü­nâfıklar veya ey sadece iman iddiasında bulunup da inanç-larını amelle hayatlarında görüntü­lemeyenler amelinizle de bu imanları­nızı görüntüleyin demek olacak­tır. Bazıları da bu iman edenler ta­birini ehl-i kitap olarak yorumlamaya çalışmışlar. O zaman da ey ehl-i kitap sizler de İslâm’a girin! demek olacaktır mânâ. Yâni sizler de sulh edin! Ayrılığı, tefrikayı bırakıp İs­lâm’a girin!
Ve hepiniz selâmete girin. Kimileriniz İslâm’ı kabullenip, kimi-leriniz başka şeylerin peşinde koşarak derbeder bir hale gelme­yin. Hepiniz Allah’ın dinine girin ve yaşadığınız bir dünya haya­tında da topyekun birlikte hareket edin! İslâm’ın tümünü kabul ederek hayatı parçalamadan, kendinizi de parçala­madan tam müslüman olun diyor Rabbimiz. Âyet-i kerîme her türlü ayrılık, çatışma ve çekişmelerden uzak, toplumsal bir uyuşmayı, uzlaşmayı emretmektedir. Enfal sûresinde de bu silm kelimesi aynı mânâya kullanıl­mış­tır:
"Eğer onlar silme (barışa) yanaşırlarsa; sen de ona yanaş ve Allah’a dayan. Çünkü o, işiten ve bilen­dir."
(Enfal 61)
Müslümanlar bütünüyle İslâm’a davet edilirken, bir de aman ha şeytanın adımlarına uymayın diyor Rabbimiz. Çünkü o şeytan, si­zin için apaçık bir düşmandır. Eğer onun yoluna uyarsa­nız, o sizi şu veya bu şekilde selâmdan, selâmetten İslâm’dan uzaklaştırmak ister. Allah korusun siz de böylece uzaklaşır gider­siniz de kaybedenlerden olursunuz. Çünkü şeytan, insanların gi­deceği dosdoğru yol üzerinde, sıratı müstakim üzerinde oturur, in­sanların sağından, solundan, önün-den, arkasından gelerek her hâlükârda insanları hatanın, isyanın içine çekmeye çalışırlar.
Bakın Neml sûresindeki bir âyet-i kerîmesinde Rabbimiz, şeyta­nın yaptırdıklarından birini şöyle anlatır:
"Onun ve kavminin Allah’ı bırakıp güneşe secde et­tiklerini gördüm. Şeytan kendilerine bu yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş, onun için onlar doğru yolu bulamıyorlar."
(Neml: 24)
Şeytanın kandırdığı Sebe ülkesi insanları, Allah berisinde gü­neşe secde ediyorlarmış. Güneşe namaz kılmak değildir tabii bunun mânâsı. Burada olduğu gibi Kur’an-ı Kerîmde secde ve rükû namaz dışında zikredildiği zaman, mutlak başlı başına bir ibâdet anlıyoruz. Yâni güneşi dinliyorlar, güneşe itaat ediyorlar, güneşin emrine boyun eğiyorlar. Peki acaba güneş onlardan ne istiyordu? Güneş ne diyor, ne emrediyordu onlara? Güneş onlar­dan nasıl bir kulluk istiyordu ki, onlar onu dinliyorlardı? Güneş on­lardan bizzat bir şeyler istemese de istetiyorlardı, güneş kendile­rine konuşmasa da güneşi kendilerince konuşturuyorlar, güneşe bir kısım şeyler dedirtiyorlar ve o dediklerini de yapıyorlardı tabii. Put budur zaten.
Put, insanlara hiç bir şey demese de dedirtirler ona. Put, as­lında konuşmaz ama putun arkasına saklanan birileri, istedikle­rini o putlara söyleterek onun arkasında kendi egemenliklerini, kendi he­gemonyalarını gerçekleştirirler. Meselâ şimdi yönetmelik konuşur mu? "Olmaz arkadaş! Bu yönetmeliklere aykırıdır!" diyor müdür efendi. Veya olmaz arkadaş, bu âdetlere terstir diyor adam. Yâni bu yönet­menlik dedikleri şey ne? Ya da bu âdet dedikleri ne? Kim koydu bunu? İnsanlardan değil mi o? Yâni şimdi bu yönetme­liklerin, bu âdetlerin arkasında birileri yok mu? Zaten işlerine gel­mediği zaman yemiyorlar mı onu? Oyun bozulunca değiştirmiyor­lar mı? Hani geçen senekiler nerede? Kalkmadı mı onlar? Öyle anlamıyor adam, yönet­menliğe aykırıdır, yönetmelik dinlenecek diyor tamam. Ya da ayıp olur efendim! diyor adam. El âlem ne der adama? Toplum ne der adama? Diyor, olur mu bu yaptığın şey? Peki ne o toplum dediğin şey? Kim o? İşte sen, ben, bizim oğlan. Yâni yok ortada böyle birisi. Ama yâni ne olur ne olmaz diyor adam, o olmayanın sözünü dinliyor. O olmayana kulluk ediyor. Ge­rektiği zaman o olmayan hatırına Allah’ın emirlerini çiğniyor değil mi? Puta tapanların tamamı işte bu cinsten insanlardır.
Kimileri diyor ki; olacak şey mi bu? Puta tapar mı adam? Bu adamların hiç mi akılları yok? Taştan medet umar mı adam? Güneşe tapınır mı adam? Bal gibi oluyor işte, sen getirmişsin hel­vayı put diye dikmişsin, yönetmeliği şekillendirmişsin, kanunları getirip koymuşsun, aman demişsin, aman! Bunlara karşı gelinmez. Aman demişsin, bun­lar dinlenmeli. Ne farkı var bunun ötekisiyle? O da olmayan şeyi dinli­yor, sen de? Niye garibine gidiyor da onla­rın güneşi dinlemeleri? Ben insan yapımı yönetmelikleri, insan mahsulü kanunları helva putuna benzetiyorum. Hani eskiden İs­lâm öncesi Araplarda yaygındır bu. Helvadan put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar, sonra da acıkınca kendi elleriyle yapıp tapındık­ları bu helvayı, putu yiyiveriyorlarmış. Tabi on­ların reisi mi yerdi? Başkanları mı yerdi? O ayrı konu. Kim acıkırsa o helvayı yiyebili­yor yâni. Bizimkiler de işlerine gelmediği zaman yap­tıkları ve bir süre tapındıkları yönetmelikleri, kanunları yiyiveriyorlar. İşlerine gelmeyen kanun maddelerini ve yönetmelikleri yiyerek değiş­tirive­riyorlar.
Peki bunu niye yapıyorlarmış bu insanlar? Allah diyor ki:
"Şeytan onlara bunu süslü göstermiştir."
Onlara bunu şeytan yaptırıyor. Yâni hepten boş değildi bu iş. Bir mantığı vardı şüphesiz bunun. Mesela bu mantıklardan birisi şuydu bakın: Şeytanın bu putun arkasında konuştuğu olu­yordu ba­zen. Çünkü Menat putu için özellikle bu rivâyet vardır. Mekke’nin fet­hinde o putu kırmak için gönderilen sahâbe, gidip o putu kırarken putun ar­kasından kapkara bir şeyler gördüğünü an­latıyor. Bir sesler filan du­yuyor. İtiraz eden, karşı gelen, yapma etme diyen bir sesler duyuyor.
Yâni putun konuşması söz konusu. Gel diyor, gelme diyor, yap diyor, yapma diyor, sen büyüksün diyor, bunu yaparsın diyor, haklısın diyor, haksızsın diyor. Ben buna hiç de şaşmadım. Yâni bakıyoruz bugün de putların konuştuklarına şahit oluyoruz. Meselâ adamın evinde sevgilisi, göz bebeği bilmem ne eşyası vardır ya ondan ada­mın kalbine sesler geliyor.
Veya kapısının önünde bilmem kaç model bir şeyi var ya veya işte yastığının al­tında meylettiği bir şeyleri var ya onlardan ona sesler geliyor. Koru beni! Koru bunu! Saldır buna! Bana çizgi dokundurma! Bana laf getirme! Yıka beni! Sil beni! gibi laflar eder ya sanki böyle sesler de geliyormuş putlardan. Yâni bu işin bir mantığı böyleymiş. Değilse hepten böyle mantıksız ola­rak adamın bu işleri yapması için deli olması lazım. Meselâ gidecek ve taşa diyecek ki, putum ben yolculuğa çıkacağım bu ko­nuda ne dersin? Bu hepten mantıksızlıktır. Ama mantıklı da olsa, mantıksız da olsa şeytan yaptı­rıyor insanlara bunları.
Allah diyor ki, şeytan onlara amellerini süslü gösterdiği için bunlar bunu yapıyorlar. Şeytan onlara bunları yaptırdığı için de onlar yollarını bulamadılar, yollarını şaşırdılar diyor. İşte şeytanın tüm he­defi budur. Derdi neymiş şeytanın? Böylece insanlar yolla­rını şaşırıp bulamasınlar, secde edecekleri makamı bulama­sınlar, Allah’a secde etmesinler diye yapıyormuş bunu.
Bakın bunu bir daha söyleyeyim, çünkü burası çok önemli­dir. Şeytanın bu eylemlerinin tümünden şunu anlıyoruz, şunu an­latıyor Rabbimiz: Şeytan insanların hayatına öyle bir program çizi­yor ki, onun Allah’a gitme ihtimali baştan bitiyor. Bu yanlışların ara­sında doğ­ruyu bulma imkânı baştan bitiyor. Şeytanın çizdiği prog­ramda Allah’a yer kalmıyor. Meselâ tıp fakültelerinde talebelere uygulanan program bugün öyle gözüküyor. Talebenin bütün ha­yatını, bütün gününü kap­sayıveriyor bu program ve burada oku­yan talebelerin Allah’a, Allah adına okumaya, ya da dinlemeye zamanları kalmıyor.
Ama meselâ Hukuk Fakültesi öyle değil. On­dan dolayıdır ki hukuk öğrencileri, kimi olaylara girebilecek zaman bulabiliyorlar. Ötekilerde hiç olay duyul­muyor, çünkü zamanları yok buna. Öyle bir program ki, bunsuz olmaz deniyor ve gece gündüz onun tüm hayatı bitiriliyor.
Veya sistemlerdede bu böyledir. Meselâ komünizm, kapita­lizme göre İslâm’la yarışabilecek bir havada görüyordu ken­disini. Yâni bütün hayat programı hakkında söz sahibi kabul edi­yordu kendisini. Gençlik hakkında konuşuyor, cinsellik hakkında konuşuyor, aile hak­kında, ekonomi hakkında kendisine göre ko­nuşuyordu. Ama kapita­lizm öyle değildir. O kimi dünya işlerini düzenlerken meselâ din işine dokunmaz. Bu konuda serbesttir in­sanlar. Dilersen müslüman ol, di­lersen Budist ol fark etmez der.
İşte şeytan da önce:
Yâni karşısındakinin yolunu ne yapar, yapar İs­lâm’dan saptı­rır. Bunu beceremezse eğer, muhatabı herşeye rağmen yine de İs­lâm’a girerse, bu sefer de, o kişinin girdiği yolu, girdiği İslâm’ı eğri büğrü yapmaya çalışır. Yâni adamın İslâm’ını bozar. Din yaşıyorum diye bidatleri karşısına çıkarır onun, ya da din diye insanların sun­duğu, aslını bir türlü öğrenemediği bir yığın felsefenin içine çeker onu. Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine değil de insanların kitapla­rına, insanların sözlerine sevk eder onu.
Biraz daha açık söyleyelim; Allah’a değil de güneşlere, güneş gibi büyüklere secde etmelerini sağlar. Allah dururken büyüklerin önünde secde ettirir. Güneş aslında büyük yıldızdır değil mi? Böyle güneş gibi piya­sada yıldızı parlayan niceleri vardır ki, niceleri onlara secde et­mektedirler, onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar Allah koru­sun. Allah buyuruyor ki:
"Ey müslümanlar (dikkat edin!) Hepiniz toptan silme girin! İslâm’a girin ve de sakın şeytanın adımla­rına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır."
Sadece şeytana değil, şeytan adına hareket eden yeryüzü şey­tanlarına da dikkat çekiyor Rabbimiz. Belki de şeytanların, ya da yeryüzü şeytanlarının bugün en büyük başarılarından birisi de bir mü'mini diğer bir mü'min kardeşiyle iman adına savaştırması­dır. Yer­yüzü şeytanları bugün mü'minleri mü'minlerle savaştır­maktadırlar. Hem de din adına. Devletler planında böyledir, fertler planında da böyledir. Şeytanlar müslümanları bölmüşler, gruplara, hiziplere ayır­mışlar, tıpkı Firavun taktiğiyle ve birbirleriyle savaştır­maktadırlar.
Allah buyurur ki: Sakın ha sakın şeytanın size tarif ettiği hiç bir yola tabi olmayın. Şeytanın yoluna tabi olmamanın yolu da Allahu Teâlâ’nın bu kitabında bildirdiği küfür ve şirk yollarını bilmeye bağlıdır. Allah’ın yoluna tabi olmanın yolu da yine Allahu Teâlâ’nın bu kita­bın-da bildirmiş olduğu sıratı müstakimi tanımakla mümkün­dür. Dikkat ederseniz Bakara sûresinde bu ikisi yan yana anlatılmaktadır. Bir ta­rafta iman diğer tarafta küfür, bir tarafta İslâm di­ğer tarafta şirk, bir ta­rafta Allah yolu diğer tarafta şeytan yolları ol­duğu gibi ikili bir anlatımla anlatılmaktadır. Şeytanı tanımak bu kitapla mümkündür, İslâm’ı tanı­mak da bu kitapla mümkündür. Kitabı tanırız, böylece şeytanı tanı­rız. Şeytanı ta­nırız, şeytan yolundan uzaklaşırız, İslâm’ı tanırız, İs­lâm yoluna gireriz. Allah’ı tanırız, Allah yoluna gireriz ve tüm şey­tanlardan Allah’a sığını­rız. Besmele de zaten bu ayetin açıklamasıdır. Şeytandan haram­lardan Allah’a sığı­nacağız ve İslâm’a gireceğiz.
209:Eğer size bunca açık deliller geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, iyi bilin ki Allah aziz ve hakim­dir."
Size kitapta apaçık beyyinat geldikten sonra, herşey açık açık beyan edildikten sonra yine de sapıtırsanız, şeytanın vartala­rına dü­şüp günahlara girerseniz, bilin ki Allah izzet ve şeref sahi­bidir, Allah hikmet sahibidir, herşeyi yerli yerince bilendir. Allahu Teâlâ kendi yolundan uzaklaşanlara ve kendisiyle sa­vaşa tutuşanlara karşı çok acımasızdır, intikam sahibidir ve her işi de bilerek yapar, hikmetlidir.
210:”Onlar sadece gözetiyorlar ki, Allah buluttan göl­gelikler içinde meleklerle birlikte geliversin de iş bitiri­liversin. Halbuki bütün işler Allah’a döndürülüp götürü­lüp. "
Bunlar artık onu bekliyorlar. Allah’ın kendini, yâni Allahlı­ğını or­taya koymasını, Allahlığını kendilerine göstermesini bekli­yorlar. Ama murad-ı İlâhî böyle değildir. Yâni Allah’ın böyle bir yolla insanları imana zorlaması söz konusu değildir. Zira böyle zo­raki bir iman Al­lah’ın istediği iman değildir. Öyle isteseydi Rabbimiz tıpkı melekler gibi doğuştan boyunlarımızdaki ipin ucunu eline alıverir ve bizi irade­lerimizle baş başa bırakmazdı. Ne bekliyor bunlar? Açık açık Allah’ı görmek mi istiyorlar? Al­lah gerçeği hiçbir zaman öyle herkesin kayıtsız şartsız kabul edeceği, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği biçimde çırılçıplak gözler önüne ser­mez. Çünkü o zaman imtihanın mâ­nâsı kal-maz. Başarı ve başarısızlık kavramları anlamlarını yitirir. Bunun içindir ki Rabbimiz insanları şöyle uyarmaktadır: Al­lah’ın melekleriyle birlikte bütün azametiyle karşınıza çıkacağı günü beklemeyin! Zira o zaman sizin işiniz bitecektir. O zaman azabınız kesinleşecek ve hiç bir şansı-nız da kalmayacaktır. Yâni sizler böyle bir durumla karşı karşıya kaldığınız anda iman ve ita­atinizin de hiçbir mânâsı kalmayacaktır. Çünkü artık ona iman denmeyecektir. Gözle görülen bir şeye iman isten-mez. İman gaybın konusudur. Zaten yeis halindeki bir iman da iman değildir. Peki niye iman etmiyor bu adamlar? Neyi bekliyorlar? Kı­ya-metin ge­lip çatmasını mı bekliyorlar? Bu istedikleri şey kıya­metin kop-ma­sından sonra gerçekleşecek bir şeydir. Halbuki kıya­met günü geldiği zaman hiçbir dönüş, hiçbir pişmanlık fayda ver­meyecektir. Kıyamet günü hüküm vermek için buluttan gölgeler içinde Allah melekleriyle birlikte gelecek:
“ Melekler sıra sıra dizilip, Rabbin gelince,”
(Fecr: 22)
O gün Allah gelecek Melekleriyle beraber. Peki nasıl gelecek Rabbimiz? Nasılını bilmi­yo­ruz. Bu adamların Allah’ın Rasûlünden istedikleri şey­leri bir zaman­lar başkaları da peygamberlerinden istemişlerdi:
"Ehl-i kitap senden, gökten kendilerine bir kitap in­dirmeni istiyorlar.."
(Nisâ 153)
Daha önce Hz. Mûsâ’dan da daha büyüğünü istemişler ve de­mişlerdi ki; Ey Mûsa Allahu Teâlâ’yı bize apaçık göstermedikçe biz sana iman etmeyeceğiz. Hadi bize apaçık Allah’ı göster demişlerdi. Bu haince tavırlarından ötürü onları yıldırımlar çarpmıştı. Bakın bura­daki istekleri de gerçekten çok enteresandır. Allahu Teâlâ’nın o bu­lutlar arasında, gölgeler arasında kendilerine gelmesini ve de melek­lerin kendilerine gelmesini istiyorlar. Aslında Ne istedikleri de belli değil. Bir noktada Pey­gamberlerle ve müslümanlarla alay söz konusu. Hadi getir baka­lım şu Allah’ım dedi­ğin varlığı da bir görelim. Melekleri de getir de şöyle bir görelim baka­lım. Diye Peygamberle alay ediyorlar. Şüp­hesiz bu alaylarının so­nunda cezalarını mutlaka çekecekler, ama bu kâfirlere ceza verilin­ceye kadar da tabi müslümanların bu ko­nudaki imtihanları söz ko­nusu. Müslümanlar çok sıkıntı çeki­yorlar ve işte bu sıkıntılı dönemle­rinden başarıyla geçebilmeleri için de Rabbi-miz, bu âyetlerle onların morallerini düzeltiyor diyebili­riz. Halbuki Allah’ın böyle bulutlar arasın­dan gelmeyeceği âşikâr­dır. Melekler geldiği zaman da yeryüzünde kâfirlere artık hayat hakkı kalmayacağı da kesin bellidir.
211:"İsrâil oğullarına sor. Biz onlara ne kadar açık Beyyine’ler (nice âyet­ler nice deliller) gönderdik. Ama kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nî­metini de­ğişti-rirse, bilsin ki gerçekten Allah’ın azabı çok şiddetlidir."
Buradaki "Peygamberim İsrâil oğullarına sor" ifadesi:
"Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun!"
(Enbiyâ 7)
Ayetinin manası gibidir. Ayetin anlamı; bilmediklerinizi gidin bi­lenlere sorun demek değildir. Ayetin ma kabline ve ma ba’dine bakı­lırsa mânânın hiç de böyle olmadığı anlaşılacaktır. Ama ayeti böyle cımbızla çekercesine Kur'an bütünlüğünden, sure bütünlü­ğünden so­yutlayarak anlamaya kalkarsanız o şekilde düşünmeniz mümkün ola­caktır. Allah burada buyurur ki; ey peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları, eğer sizler bu kitabın, bu Kur'an’ın Allah’tan geldiği konusunda herhangi bir şüphe içindeyse­niz, Bu konuda bir kuşkunuz varsa, o zaman hadi zikir erbabına, fi­kir erbabına, Tevrat ve İncil er­babına gidin bir sorun bakalım! diyor Allah. Yâni bu Kur'andan bir şüpheniz, bir endişeniz varsa. Değilse gidin onlara sorun falan demi­yor bu ayet. Zikir, kitap de­mektir. Ehl-i zikir de ehli kitap, yâni yahudi ve hıristi­yanlar demektir. Ama müslümanlar kavramları değiştirdikleri için bütün bu mânâlar yok olup gitmiştir.
Aslında bu konuda yahudi ve hıristiyanlara bir şeyler sormak yasaktır. Yâni bu Kur’an’ın sağlamasını, yahudi ve hıristi­yanlarla yap-mak anlamına gelecektir ki, bundan menedilmişizdir. Bu bâtıldır. Bizim onlara soracak, onlardan öğrenecek hiç bir şe­yimiz yoktur. Al­lah’ın Rasûlü de asla onlara uymayacak, asla bu konuda onlara bir şey sormadı. İncil ya da Tevrat’ı da getir­seler bu kitaptan daha efdal olmayacaktır. Ama maalesef bu âyetleri farklı anlayan günümüz müs-lümanları arasında Kur’an’dan daha kesin, Kur’an’dan daha üstün yol göstericiliğine inanılan teoride ya da pratikte pek çok kitap vardır. Nice kitaplar vardır ki ortada müslümanlar Kur’an’dan önce onlara ittiba ediyorlar, bundan önce onları oku­maya, onlardan bilgilenmeye çalışıyorlar. Âdeta bu kitapları elle­rinden düşürmemeye çalışıyorlar. Kur’-an’da biliyorsunuz; Kur’an’ın bir benzerini getirin iddiaları vardır. Eğer gücünüz yetiyorsa hadi bunun bir benzerini, yahut bir sûresini meydana getirin! Gibi âyetler vardır.
Sûrenin evvelinde bunu anlatmaya çalışmıştım. Tarih bo­yunca tüm insanlık bu meydan okuyuş karşısında susmuş, ancak orada da ifade ettiğim gibi Kur’an’ın nazmına benzer yapama­mış, meydana ge­tirememişler, ama maalesef müslümanlar bunu anlayamamış ve onun muhtevasına benzer nice muhtevalar yapmaya çalışmışlar. Müslü­manlar Kur’an’dan gafil olduklarından mı? yoksa şeytan onlara amel­lerini süslü gösterdiğinden mi, o yeni üretilen süreli sistemlere, ideolo­jilere uyarlar da maalesef Kur’an’ın o konuda ne dediğini dahi bil­mezler. Çok pratik bir örnek vereyim: Kur’an diyor ki; ben sizin için mî­ras sistemi ortaya koyuyorum! Başkaları da diyorlar ki; ey Kur’an! Ey Allah! Sen kanun koyarsan bizde koyarız! İşte bizimki de bir düzen! İşte bizimki de bir kanun! Ve bu ciddi ciddi de müslümanların ara­sında uygulama alanı buluyor. İşte benim bildiğim bu âyeti de böyle anlayacağız.
"Sor Beni İsrâil’e peygamberim!"
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu istekte bulunanlar, Medine’de ge­nelde yahudiler olduğundan ve bu istekler de genelde ya­hudi kö­kenli istekler olduğundan dolayı Rabbimiz buyurur ki: Sor Beni İsrâil’e. İsrâil oğullarına sor bakalım.
"Biz onlara ne kadar açık beyyine’ler (nice âyet­ler, nice deliller) gönderdik."
"Ama kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nî­me­tini değiştirirse, bilsin ki gerçekten Allah’ın azabı çok şid­detlidir."
Bu nîmetlerin neler olduğunu, Bakara sûresinin önceki âyet­le­rinin ısrarla bize anlattığını görmüştük. İsrâil oğullarını Fira­vunun zul­münden kurtarmasından, kudret helvası ve bıldırcın etiyle besleme­sine, Bakara’nın kurban olayına onları şahit tut­maya, Tur'u üzerlerine kaldırıp mîsak almaya varıncaya kadar vs, vs. Bütün bunlarla birlikte bu adamlar hâlâ inanmamak da devam ediyorlardı. Hani bu adamları Firavun gibi zâlim birinin zulmünden kurtardım ve sonunda onlara devlet nasip ettim, ama onlar Al­lah’ın nîmetini değiştiriverdiler. Onlara tarihte hiç kimseye nasip olmayacak nîmetler yağdırdım, ama onlar bu nîmetleri değiştirdiler. Kitaplarını değiştirdiler, kitabın âyetlerini de­ğiştirdiler, ben bir türlü söyledim, onlar bir türlü anlamaya çalıştılar. Emirleri değiştirdiler, deneni denmeyene, denmeyeni denene değiş­tirdiler. Ben hıtta dedim, onlar hınta anladılar. Ben cumartesi yasak dedim, onlar de­ğil dediler. Değiştirdiler de sonunda ne oldu? So­nun-da ne yaptım onlara bir sor peygamberim! Veya sizler de bugün bir sorun, ya da bir bakın hayatlarına ey müslümanlar! Diyor Rabbimiz.
Müslümanlara bu konuda özellikle İsrâil oğullarına bakarak ib­ret almaları tavsiye ediliyor. Çünkü onların yerine dünyanın ön­derliğini üstlenen müslümanların bu konuda çok dikkatli davran­maları gereke­cektir. Onlar kitaplarını tahrif ettikleri için, dinlerini ar­kalarına attıkları için, kitapsız bir hayata razı oldukları için başla­rına gelenler, müslü-manlar da aynı duruma geldikleri takdirde onla­rın da başlarına aynı şeyler gelecektir deniyor. Tabi bu emir, onlara sormak anlamına değildir. Zira İslâm üm­metinin başkalarına soracak hiç bir şeyleri yoktur. Bundan kasıt, hem müslümanları ibret almaya davet hem de ehl-i kitabı küçük düşür­mektir. Verilen nîmetlere karşı nankörlükleri hatırlatılarak, Allah’a karşı takındıkları tavır gündeme getirilerek onlar yargılanı­yorlar. Bu adamlar dün böyleydi, bugün de aynen dünkü hayatla­rından farksız bir durumdadırlar.
Aynı şekilde Mûsâ (a.s)’a yapmış oldukları eziyetlerin, Zeke-riya ve Yahya (a.s)’a yapmış oldukları işkencelerin ben­zerini, şimdi Muhammed (a.s)’a ve onun ashabına da yapmak is­terlerse, ke­sinlikle bilsinler ki Allah’ın azabı, ikabı gerçekten çok şedittir. Şu anda kâfirler yeryüzü müslümanlarına ne kadar iş­kence yapmayı hedefler­lerse hedeflesinler, ne kadar da tüm plan ve programları müslümanları top-yekun yeryüzünden silmek olursa olsun, bilsinler ki tüm hıristiyan ve yahudiler, savaş anında karşılarında ilk önce Allahu Teâlâ’yı bulacaklardır. Yâni bu savaşta ilk önce Allahu Teâlâ kendi zatıyla ve azametiyle vardır ve müslümanları koruyacak, müslümanlara yardım edecek­tir. Tüm kâfirlerin kökünü kazıyacak ve işlerini bitirecek­tir. İşte bilsinler ki Allahu Teâlâ’nın azabı ve ikabı çok şedittir, çok çetindir.
212:"Dünya hayatı kâfirlere süslü gösterildi ve iman edenlerle alay etmek de onlara süslü gösterildi. Çünkü sakınanlar, takva erleri kıyamet günü on­ların üze­rindedirler. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırandır.
Hem müslümanlarla alay ediyorlar, müslümanlara hayat hakkı tanımıyorlar hem de dünya hayatından memnun oluyorlar. Tüm he­defleri dünya hayatıdır ve az önceki ekini ve nesli bozma özelliklerin­den de anladık ki bu adamların dünyasında da hayır yoktur. Gerçi dış görünüşleri itibariyle dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten erişemedikleri bir şey yok gibi ama nihâyet kendi elleriyle dünyalarını da bozmuşlar, mekânik bir hayata gelmişler, robotlaşmışlar, duyguları bitmiştir. Hisleri, hareketleri kaybolmuş­tur, sevmek, sevilmek, ağla­mak, gülmek gibi insani duyguları, fedâkarlık, cefakarlık gibi duyguları tükenmiştir. Yedirme, içirme, infak ve akrabalık bağları, karılık, kocalık bağları, babalık, oğulluk bağları bitmiştir. Herşeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya onların olsa ne olacak ki? Şu anda as­lında cehennemi yaşıyorlar, ama böyle bir hayat da onlara süslü geliyor. Bunu hayat zannediyorlar.
Yaşadıkları hayatları iç dünyalarında büyük ıstıraplar oluştu­ru­yor, derin yaralar açıyor; ama bunu sanki fevkalade güzel bir şey miş gibi süslü görmeye çalışıyorlar ve her biri de bunu ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyorlar, çok rahat bir şekilde birbir­lerini aşağıya in­direbiliyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini atla­tabiliyorlar, rezil rüsva bir hayatı birlikte yaşıyorlar. Meselâ bir adam cadde ortasında herkesin gözleri önünde açlıktan ölüp gitse, necisin diye sormuyor, ama yine de bu hayat kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle tüm gördükleri, oldum olası bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım; zaten bu adamların hepsi de cehenneme gidecekler. Tümüyle sefa­leti yaşıyorlar, ölür ölmez de cehenneme gide­cekler, kendilerini bü­yük bir azabın içinde bulacaklar.
Ve dünyada ne görmüşlerse zevkleri de sefaları da eğlen­celeri de hepsi bu kadar olacak. Lâkin işin garibi bu halleriyle bile müslü-manlara hep tepeden bakıyorlar, alay ediyorlar. Ama sakın ha sakın, siz müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin. On­lara acı­nacak bir zavallı gözüyle bakalım. Ve gerçekten ağlanacak durumda olanların kendilerinin olduğunu söyleyelim onlara ve hiç­bir zaman en ufak bir şekilde bile olsa kalbimizden onlara benze­mek duygusu ge­çir-meyelim. Hiçbir zaman onların yaşadığı haya­tın özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim. Çünkü ilim bizde, hikmet bizde, izzet ve şeref bizde, akıl ve feraset bizde, kitap bizde, hidayet bizdedir. Bütün bunlara rağmen bu zavallıların bizim üzerimizde uyguladıkları propa­gandalar sonucu hemen hemen çoğumuzun da etkisinde kaldığı ko­nular vardır. Efendim bunların zirveye çıkmış teknolojilerini, sanayilerini, sos­yal yaşantılarını, hukuklarını eğitimlerini, yollarını köprülerini takdir etmek gerekir, Alman bilmem ne buluşunu takdir etmek la­zım-dır, İs­viçre’nin hukukunu takdir etmemiz lazım, Amerika’nın savaş bil-mem nesini takdir etmemiz lazımdır gibi hepimizin kalbine yerleşen u-fak tefek duyguları, aşağılık komplekslerini ısrarla bitir­mek zorundayız. Bilmeliyiz ki yeryüzünde kâfirlere imreneceğimiz hiçbir şeyleri yoktur. Güvenebileceğimiz hiçbir hareketleri yoktur, hiçbir karakterleri yoktur. Gerçekten onlar dünyanın en rezil ve en sefil mahluklarıdır.
Bakıyoruz bunlar, dünyaya meyletmeyen, dünyayı kıble edin­meyen, dünyanın geçici emtialarına çakılıp kalmayarak dünyanın öte­sinde âhiretin varlığına inanan ve tüm yatırımlarını ebedî hayatları için yapan ve bu yüzden de kendileri kadar mal mülk toplayamamış mü'-minleri, birinci planda âhireti ve Rablerinin rızasını kazanmaya ça­lış-tıkları için dünyada fakir kalmışları küçümserler. Çünkü bunların üstünlük, alçaklık kıstasları da dünya­dır, dünyanın süsü ve ziynetidir. Dünyalık sahibi olanlar bunlara göre üstün insanlardır. Tüm plan ve programları dünya içindir. Hayatın, dünyanın, dünyalık şeylerin, para­nın, pulun, ma­kamın, mansıbın kulu kölesi olarak değil de, efendisi olarak kal­mayı tercih edenler, dünyada çok yüce idealleri gerçekleş­tirmek için çırpınanlar Allah katında üstün iken bunlar nazarında dü­şük insanlardır. Böyle insanlarla alay ederler. Varsın kendilerini üstün görsünler ve bununla avunsunlar ama bakın Allah Mâide sûresinde diyor ki:
“Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi" de, Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şey­tana kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.”
(Mâide 60)
Bu âyetinde de yeryüzünün en şerli insanlarının tâğutlara kulluk edenler olduğunu anlatır Rabbimiz. Allah’tan başkalarının emirlerine itaat ederek, Allah’tan başkalarının yasalarını uygulayarak onlara kulluk yapanlar yeryüzünün en kötü varlıklarıdır buyuruluyor.
Ama buna rağmen işte kendi hayatları kendilerine süslü gösteril­diği gibi, etkileri altına aldıkları biz zavallıları da kendi pis dün­yala-rının kutsallığı hegemonyasına çekmeye çalışıyorlar. Gelin ey müslü-manlar bu içinde bulunduğunuz kötü durumdan kurtul­mak isti­yor-sanız, siz de bizim gibi olun, siz de bizim gibi düşünün, bizim gibi yaşayın diyerek bizi de kendi cehennemlerine çekmeye çalışıyorlar. Ama inşallah biz onların bu zavallılıklarına, bu oyunla­rına gelmeyece­ğiz.
"Çünkü sakınanlar, takva erleri kıyamet günü on­la­rın üzerindedirler. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandı-randır."
Sadece öbür tarafta üstte değildir müslümanlar, dünyada da üstündür müslümanlar. Müslümanlar hem dünyada hem de âhirette kâfirlerden üstündürler. Her ne kadar zahiren bu kâfirler, müslüman-lar karşısında son elli-yüz yıldır bir üstünlük sağlamış gibi görünseler de. Ya da son elli-yüz yıldır müslümanlar bu kâfir­ler karşısında bir komp­lekse düşmüş olsalar da. Ama elhamdülil­lah ki, Allah’ın yardımıyla iz­zet ve şeref yavaş yavaş müslümanlara dönmeye başladı. Şu andaki dünyanın bundan yüz yıl önceki dünya olduğunu kabul etsek ve birer birer müslümanların özgürlüklerini kaybettikleri, tüm dünya müslümanlarının ölümle burun buruna getirildiği ve hiç bir müslüma-nın; “ben müslümanım” demeye cesaretinin ve hakkının kalmadığı bir ortamı düşünelim, böyle bir ortam olsaydı ve bütün müslümanları teker teker öldürselerdi bile, yeryüzündeki Kur’an’ları bi­rer birer parçalayıp yok etselerdi, nihâyet yeryü­zünün en şerefli in­sanları yine müs-lümanlardı ve öteki hayatta da yine izzet ve şerefe kavuşacak olanlar yine müslümanlar olacaktır. Ve bundan dolayıdır ki şu anda müslü-manlar zerre kadar bir komplekse kapılmamalıdırlar, ezilmemelidirler, izzet ve şerefin ancak kendilerinde olduğu bilincine ermelidirler.
"Şüphesiz ki Allah, kullarından dilediklerini hesap­sız rızıklandırır."
Kimilerine az verir, kimilerine çok verir. Onun içindir ki sa­kın ha sakın, çok verdikleri, ya da az verdikleri, çoklukla azlıkla şe­ref ve izzet görmeyelim, ya da yakınlık bilmeyelim. İzzet ve şeref takvadır, yakınlık takvadır, yakınlık imandır ve teslimiyettir, bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
213:"İnsanlar tek bir ümmetti. Allah müjdeci ve kor­kutucu olarak Peygamberler gönderdi. Ve beraberle­rinde insanların anlaşmazlığa düştükleri yerlerde arala­rında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Kendile­rine kitap verilenler kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra aralarındaki ihtiraslarından dolayı ayrılığa düştü­ler. İşte Allah böylece iman edenleri kendi izni ile ih­tilâf ettikleri konularda hidâyet edip gerçeğe ulaştır­mıştır. Al­lah dilediğini doğru yola iletir."
İnsanlar Hz. Adem’den bu yana tek ümmetti, tek mil­letti, tek bir sistemleri vardı, tek bir inançları vardı, Allah onların aralarından pey­gamberler gönderdi, onlarla beraber kitaplar gön­derdi. İhtilâf ettikleri konularda, problem yaptıkları konularda arala­rında hükmetmesi için. Allah ihtilâfları halletmek için kitaplar indir­miştir.
Âyetten anlıyoruz ki kimilerinin iddia ettikleri gibi yeryü­zünde in­sanlık tarihinde karanlık bir dönem yoktur. İnsanlık tarihi vahiyle başlamıştır. İlk insandan bu yana Cenab-ı Hak kullarını hiçbir zaman vahiysiz bırakmamıştır. İnsanlar yeryüzünde yaratıl­dıkları andan itiba­ren dinsiz ve yolsuz bir dönem yaşamamışlardır. Hz. Adem’i yaratmış Rabbimiz, ona vahiy göndermiş; Hz. Adem ve çocukları, torunları uzun bir süre vahiyle yollarını bulmuşlar ve tek bir ümmet olarak aynı inançla, aynı dinle yürümüşler. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryü­züne yayılınca, zamanla insanlar bu tevhidden inhiraf edip bâtıl yol­lara ve şirke düşmüşler.
İşte yeryü­zünde her ne zaman insanlık tevhid konusunda ihti-lâf edip, vahiy­den uzaklaşıp bâtıl yollara düşmüşlerse, Allah onları dü-zeltmek için ihtilâf ettikleri tevhide onları yeniden davet etmek için pey­gamberler göndermiştir. Demek ki insanlığın başlangıcı tevhittir, aydınlıktır. Küfür, şirk, bâtıl ve karanlıklar sonradan çıkmış ârızî şey-lerdir.
Yalnız Allah’ın indirdiği haktır. Ona muhalefet eden herşey bâtıl­dır ve sapıklıktır. Tüm insanlık bir şey üzerinde topla­nıp bu haktır deseler de şâyet o Allah’ın indirdiğine ters düşüyorsa o bâtıldır. Al­lah’ın indirdiğinin dışında hak yoktur. Allah’ın in­dirdiğinin dışında hü­küm de yoktur. Bu hak hüküm ortaya konul­madıkça da insanlar ara­sındaki ihtilâfların bitmesine de imkân ve ihtimal yoktur. Allah’ın hak olarak indirdikleriyle hükmetmedikçe de yeryüzünde asla salah, sulh ve sü­kun asla gerçekleşmeyecektir. İhtilâfları çözecek bir tek yol, bir tek kaynak vardır. O da Allah’ın yeryüzünde ihtilâfları çözmek üzere indirdiği kitaptır.
Allah kitap göndermiş. Peki niye göndermiş kitabı? Kitapla amel edilsin diye. Kitap yürürlüğe konulsun diye. Kitapla insanlık ha­yat programlarını belirlesinler ve kitapla yol bulsunlar diye.
Bakın, şu anda Rabbimizin en büyük nîmetleriyle karşı karşı-yayız. Elimizde kitabımız var. Bir de müjdeci ve uyarıcı olarak Pey­gamberler gönderdi Rabbimiz. Bu peygamberler bizi uyardılar, bizi müjdelediler. Peygamberler bize cenneti getirdiler, bize ce­hennemi getirdiler, kıyametle bizi uyardılar, dünyada hasenelerle bizi uyardılar, âhirette hüsnalarla bizi yüz yüze getirdiler.
Ve bir de bu peygamberlerin yanında kitap gönderdi Rabbi-miz. Rasulullah’ın yanında da bir Kur’an geldi. Bu kitap hak olarak indi, bâtıl olsun diye, oyun eğlence olsun diye gelmedi. Yeryüzünde zulüm ve haksızlıklar hakim olsun diye gelmedi. Yer­yüzünde bozgunculuk olsun diye gelmedi, insanlar ekini ve nesli bozsunlar diye inmedi, bu kitapla yeryüzüne hakim olanlar yeryü­zünde adâleti, özgürlüğü, hürri­yeti hakim kılsınlar ve insanlar ra­hat bir şekilde Allah’a kulluk yapsın­lar ve de aralarındaki prob­lemlerini bu kitaba göre çözümlesinler diye Allah bu kitabı gön­dermiştir. Ama:
"Kendilerine kitap verilenler, kendilerine apaçık bel­geler geldikten sonra aralarındaki ihtiraslarından do­layı ayrılığa düştüler."
Kendilerine kitap verilenler, kendilerine bu kitaplar geldik­ten sonra niye ihtilâfa düşmüşler? Eğer bu insanları ihtilâfa düş­tükleri ko­nular hakkında âyet bulunmayan konular olsaydı neyse; ama bakın, bunlar kendilerine deliller geldikten sonra, hakkında nas bulunan ko­nularda ihtilâfa düşmüşler.
Bu konuya inşallah dikkatinizi çekeyim, genelde çok prob­lem yapıyoruz. Elimizde Kur’an ve peygamber sünneti olduğu halde acaba niye bu toplum hâlâ fırka fırka? Niye grup grup? Niye ayrış­mışlar? Niye ihtilâfa düşüyorlar? Elimizde Kur’an ve peygamber sün­neti olduğu halde bizim ihtilâfa düşmemizin se­bebi:
Aralarındaki azgınlıktan dolayıdır, aralarındaki hırstan dola­yı­dır. Kur’an’a ve Peygambere göre azgınlık yapan toplumlar mutlaka ihtilâfa düşeceklerdir. Kur’an’a ve Peygambere samimi olarak yöne­lenler, samimi olarak kulak verenler, samimi olarak bu kitaba ve pey­gambere uymak isteyen bir topluluk, Allah’ın gaza­bıyla kesinlikle bir­birlerini öldürür hale gelmezler. Birbirlerini yiye­cek hale gelmezler.
Yâni bugün bizi bu hale getiren bizim kitabımız değildir. Bizim peygamberimiz de değildir bizi bu hale getiren. Eğer bugün bu müs-lümanlar fırka fırka, grup grup, hizip hizip birbirlerini yiye­cek bir durumdalarsa, parça parça olmuş bir durumdalarsa ve dünya üze­rinde zillet ve meskenet üzerimize çökmüşse, bu nok­tada her müslüman tek tek şunu demek zorundayız:
"Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik! Eğer bizi yarlığayıp bu halden kurtarmazsan işimiz bitiktir."
(A’râf 23)
Diyecek ve her birimiz nereden yönelirsek yönelelim, bu kitaba yönelmek zorundayız. Bir ip var ki gökyüzünden arza uzatılmış, çuku­run içinde olan herkes ona uzanmak zorundayız. Herkes ona ulaşabi­lir, çöllerde olanlar ona ulaşabilir, kutuplarda olanlar ona ulaşabilir, dağlarda olanlar ulaşabilir, buzullarda olanlar ula­şabilir.
Evet, yeryü­zünün neresinde olursak olalım bu ip her zaman gözümüzün önünde­dir. Her an bu ipe ulaşma imkânımız vardır. Yeter ki biz samimiyetle kurtulmak için bu kitaba kulak verelim, bu kitabı menfaatlerimize satmayalım. Yeter ki bu ki­taba sadece kendi dünyamız için müracaat etmeyelim, azgınlaş­mayalım, samimi olalım bu konuda. Kesinlikle böyle olursak, samimiyetle yol bulmak için, hayatı düzenlemek için müracaat edersek Rabbimiz bu kitapla bizi hidâyete erdirecek, bize yol gösterecektir ve bizim bütün problemlerimizi halledecektir.
Buna iman edeceğiz ve kesinlikle bizim işimiz bu kitaba sa-rılmak olacaktır. En baş işimiz bu kitabı gündeme getirmek ola­caktır. Şu insanlar şöyle, bu insanlar böyle, bunlarla uğraşmaya­cağız. Ben samimiyetle bunu yaparsam, bununla dirilmeyi hedef­lersem, diğer müslümanlar da bunu yapmaya başlayacaklar, onlar da aynı hedefin içine girecekler ve Allah’ın rahmeti bereketi bi­zimle olacaktır. Dünyada mutlu bir hayata, âhirette de cennete ulaşabilmek için buna muhtacız. Değilse Allah’ın kitabından uzak, peygamberinin yolundan habersiz ne dünyamız güzel olur, ne de âhiretimiz. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
"İşte Allah böylece iman edenleri kendi izni ile ih­ti­lâf ettikleri konularda hidâyet edip gerçeğe ulaştır­mıştır. Allah dilediğini doğru yola iletir."
Allah kime hidâyet ediyor? İman edenlere. Hangi konuda on­lara doğruyu gösteriyor? İhtilâf ettikleri konularda. Demek ki hi­dâyetin bize ulaşabilmesi için, bizim mü'min olmamız gerekiyor. Samimiyetle mü'min olmamız gerekiyor. İman ettik mi, teslim olduk mu Allah bize yardım edecektir. Allah’ın vadidir bu ve Allah kesin­likle vadinden dön-meyendir. Allah vadinden asla caymaz, haksız­lık yapmaz, zul­met-mez.
Yapılacak iş; o zaman bu kitaba akıllı uslu kulak vermek ve bu kitabın dediğine samimiyetle teslim olmaktır. Ama aklı işin içine karış­tırıp, menfaatlerimizi ön plana çıkarıp şöyle demeye başladık mı, iş çığırından çıkıyor. İyi ama ya Rabbi, hoş ama ya Rasûlallah, güzel di­yorsunuz da bizim hayatımız şöyledir, bizim durumumuz böyledir de­dik mi, yâni ya Rabbi, ya Rasûlallah şunları şunları da düşündünüz mü? diye Allah’a ve Resûlü’ne akıl verip yol göster­meye kalktık mı, o zaman sapma başlıyor Allah korusun.
E ben böyle diyorum, sen böyle diyorsun, ötekisi böyle di­yor ve her birimiz ayrı ayrı yerlerde sapmaya başladık mı, bakıyo­ruz ki bi­rimiz on metre bir tarafa, öbürümüz yirmi metre başka bir tarafa git­miş. Ama hiç birimiz sapma içine girmeden, yamulmadan Allah’ın ki­tabına sarılsak, biz niye ayrılalım da o zaman? Hepimiz de aynı yola gideriz.
214:"Yoksa sizden öncekilerin başına gelenler si­zin de başınıza gelmeden öyle elinizi kolunuzu sallaya sallaya cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Kendilerine sıkın­tılar ve yokluklar gelip çattı ve sarsıldılar. Hattâ Peygam­ber ve beraberindeki mü'minler: Allah’ın yardımı ne za­man? Diyorlardı. Gö­zü­nüzü açın! Şüphesiz Allah’ın yar­dımı yakındır."
Yâni İslâm’ın tümünü yaşamadan, Allah’ın tüm emirlerini tat­bik etmeden, hayatınızın tümünde Allah’ın kulu olduğunuzu unutmayıp, Allah’ın tüm arzularını gerçekleştirmeden, yâni tü­müyle silme girme­den cennete girebileceğinizi mi zannediyorsu­nuz? Cenneti kazanmak öyle kolay değildir. Hayatın tümünde Al­lah’ın kulu olmadıkça, kulluk yolunda önümüze çıkabilecek tüm zorlamalara göğüs germeden, malı ve canı Allah yolunda fedâ etmeden, Allah’ın mal, can ve çocukları­mıza verdiği musîbetlere karşı sabretmedikçe cennet kazanılamaz. Demek ki kolay olmu­yor bu iş. Kolaylıkla olmuyor cennete gidiş. İhti­laflardan uzaklaşmak kolay. Kitap ortada, sünnet ortada, hemen sarı­lırız olur biter. Birlikte hareket etmemiz de kolay. Ama geriye cennete girme kalıyor ve bizden öncekilerin başına gelenler bizim de ba­şımıza gelmeden de kolay olmuyor bu iş. Nasıl olmuş onların du­rumu? Neler gelmiş onların başına?
"Kendilerine sıkıntılar ve yokluklar gelip çattı ve sar­sıldılar. Hattâ Peygamber ve beraberindeki mü'minler: Allah’ın yardımı ne zaman? Diyorlardı. Gö­zü­nüzü açın! Şüphesiz Allah’ın yardımı yakındır."
İşte bunaldıkları, daraldıkları bir anda böyle söyleyenler gibi, sizler de bunalıp sıkılmadan, ümitlerinizi tamamen Allah’a bağlayacak hale gelmeden, herşeyden ve herkesten ümitlerinizi kesip yalnızca Allah’a yönelip; Allah’ım! Zaferin ne zaman? diye yalvaracak hale gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsu­nuz? Siz bu hale gelince de Allah buyuracak ki: Bekleyin, Al­lah’ın yardımı yakındır! Şu anda dünya üzerinde gerçekten böyle bir ortamda olan, daralan, sıkıntı içinde olan ve gerçekten ne ya­pacaklarını şaşırmış ve herşeyden ümitlerini kesip: Ya Rabbi! Bize bir çıkış yolu göster! Bize senden başka yardım edecek kal­mamıştır! Biz ne yapacağız? Ne olacak bi­zim halimiz? diyen müslümanlara karşı bu müjdeyi verebiliriz. Bekle­yin müslümanlar! Dayanın müslümanlar! sabredin Allah’ın yardımı yakındır diyebili­riz. Bu insanlar Allah’tan, okudukları Kur'an’dan bu müjdeyi ala­caklar, müjdeyi alan toplumlar zafere ulaşacaklar, zafere ulaşan bu toplumlar yine Allah’a hamd ve tesbihle görevli olacaklar ve yepyeni bir hayata başlayacaklar.
Ama bu müjde şu anda bize bi­raz uzak gibi. Yalnız bir de şu var ki, yaşadığımız dünyada galibiyet, ya da mağlubiyet, izzet ya da zillet her hâlükârda bizim bir imtihanın içinde olduğumuzu göstermektedir. Yâni böyle bir ortamın içinde olmayan müslümanların da kendi başlarına diri kalabilmeleri, böyle bir ortam içinde onların da Allah’a yalvarmaları, Allah’tan çı­kış yolu istemeleri ile, beri tarafta kimi müslü-manların da izzet ve şerefe ulaştıktan, mülk ve saltanatı elde edip e-gemenliklerini ka­zandıktan sonra, Allah’ın di­nini hakim kılmaya çalışmaları herkesin imtihanını eşitleyiveriyor. Yâni farz edin ki şu anda dün­yanın tek güçlü devleti biz olsak ve tüm dünya kâfirleri bizim önü­müzde eğilseler, bizler yine kullukla, yine tesbihle, yine tekbirle, yine hakla ve Allah’a kullukla sorumluyuz de­mektir.
Şu anda dünyada tek İslâm gücü olmasa, müslümanlar kıyam edemeseler, müslümanlar savaşmak şöyle dursun, savaşı akıllarının ucundan bile geçiremeyecek bir durumda olsalar, kendi kendilerine bile yardım etmeye, oğullarına, kızlarına hakim olmaya bile güç yeti­remez bir durumda olsalar, yine bizler, Allah’a kullukla, Allah’ın yüce­liğini kabulle, takvayı kabulle mükellefiz. Tesbihi, tekbiri gerçekleştir­mekle mükellefiz demektir. Hayat budur ve ölünceye kadar, kıyamete kadar da bu iş böylece devam ede­cektir.
215:"Peygamberim, sana neyi infak edeceklerini so­rarlar. De ki; hayırdan ne infak ederseniz ana babaya, ak­rabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara. Hayır­dan ne yapmışsanız Allah şüphesiz onu bilmekte­dir."
Mahallenizde, mahalle deyince ne kadar sınır çizebilirse­niz, belki apartman hayatı yaşayanlar için bu zordur; ama bir ma­hallede yaşayanlar için biraz daha kolaydır. Mahallenizde halini ahvalini bil­mediğiniz bir tek komşu olmasın. Mahallenizde duru­munu bilmediği­niz bir tek komşunuz olmasın. Ve çok rahat bir şe­kilde derdi olan müslümanlar size gelebilsinler. Ama bu ortamı siz oluşturacaksınız. Siz onlara gideceksiniz, siz onlarla beraber ola­caksınız ki, onların da sıkıntısı, derdi olduğu zaman size gelebil­sinler.
Hısım, akrabalarınız içinde derdini size açmak istedikleri za-man çok rahat açamayacak kimse kalmasın. İlk önce emmi, dayı, teyze deyin. Sonra emmi çocukları, dayı çocukları deyin. Sonra ba­balarınızın emmi dayı çocukları deyin. Yâni gücünüz ne­reye kadar ulaşırsa, bu sorumluluk sahasını yavaş yavaş artır­maya gayret edelim inşallah. Yâni infak, bu kitabı birilerine götürmemizin ve pratikte uy­gula­mamızın en kestirme yoludur. Yâni ilk önce biz bu insanlara fedâkarlığı götürelim ki, fedâkarlığımızla birlikte bu kitap da onlara ulaşmış olsun. Yetimler, miskinler, akrabalar, yolcular ve komşulara infak ede­ceğiz. Ama şüphesiz ki bu da bizim fedâkarlığımızı gerektire­cektir. Fedâkarlık yapabilmemiz de masraflarımızdan kısmayı ge­rekli kıla­caktır. Masraflarımızı kısacağız, yeni yeni hedefleri bir ta­rafa bıraka­cağız, lüksü bir tarafa bırakacağız. Yâni şu anda para harcama yolla­rını kısacağız, paralarımızı Allah için başkalarına harcama yollarını bulmaya çalışacağız. Biraz önceki dediğimle bu ikisi doğru orantılıdır. Kendi harcamalarımızı kısmamız demek; bi­zim paralarımızı başka yerlere harcama imkânımızın doğması demektir, biz bunu gerçekleş­tirdik mi de toplum yavaş yavaş İs­lâm’a doğru dönecektir. Kâfirler bu hareketlerden memnun olma­yacaklar, ayrışma başlayacak, ayrışma başlayınca da savaş baş­layacak, savaş başlayınca da Allah’ın yardı­mıyla müslümanlar muzaffer olacak. Veya bakarsınız ki Allah’ın lüt-fuyla bütün insan­ların meyli size doğru olacak ve yine Allah’ın lütfuyla toplumun içinde bir savaş olmadan, toplum İslâm budur diye teslim olacak ve bu sefer dış dünyayla hesaplaşmamızı da Allah ko­lay kılacaktır inşallah.
216:"Ey iman edenler! Hoşunuza gitmediği halde sa­vaş size farz kılındı. Ama olur ki bir şey hoşunuza git­mediği halde sizin için daha hayırlıdır. Ve olur ki bir şey sevdiğiniz halde sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bil­mezsiniz."
Rabbimiz hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı bu­yuruyor. Aslında herhangi bir şeyden hoşlanıp hoşlanmamak mü'minin elinde olan bir şey değildir. Müslüman teslim olan kişidir. İradesini Allah’a teslim eden kişidir müslüman. Yâni Allah’ın seçi­mini kendisi için se­çim kabul eden, arzularını Allah’ın arzularına teslim eden kişidir. Allah onun adına bir şeyden razıysa, mü'min de ondan razı olmuştur. Allah kendisi adına emir veya yasak olarak neleri seçmişse, Allah’ın seçi­mini kendisi için seçim kabul etmiş kişidir mü'min. İman bunu gerekti­rir, teslimiyet bunu gerektirir. Aksi takdirde imandan söz edilemez.
İnsanın bir şeyden hoşlanması ya da hoşlanmaması, o şe­yin ha­yırlı veya hayırsızlığını belirlemez. Aksine bir şeyin hayırlı ya da ha-yırsız oluşu, onun sonucunu bilmeye bağlıdır. Bir şeyin so­nucunun ne olacağını, nasıl sonuçlanacağını Allah’tan başka hiç kimse bile­mez. Başladığı bir işin sonucunun ne olacağını? Nasıl olacağını bile­meyen bir insanın hayırlıyı hayırsızı önceden tesbit etmesi mümkün değildir. Öyleyse iyinin kötünün, hayrın şerrin, ha­ramın helâlin, hakkın bâtılın tesbitinde kıstas vahiydir. Bunu bilen sadece Allah’tır. Bakın âyetin devamında buyurur ki Rabbimiz:
"Allah bilir, siz bilmezsiniz!"
Buyurur. Yâni sizler hakkınızda neyin hayırlı, neyin hayırsız ol­duğunu bilemezsiniz! Bunu bilen ancak Allah’tır. Perdelerin ar­kasını, hadiselerin arka planını bilen ancak Allah’tır. Çünkü hayatın sahibi, varlığın sahibi Allah’tır. Hayatın tüm kanunlarını koyan Al­lah’tır. Bunu bilen Allah, sizin adınıza verdiği tüm emirlerinde sizin hayrınıza, sizin menfaatinize emirler vermektedir. Tüm kötülükler­den, tüm zararlardan korunmanız için de yasaklar koy­maktadır. Emirleri de, yasakları da si­zin hayrınıza, sizin menfaatini­zedir.
Zira insanlar pek çok şeyin ken­dileri hakkında zararlı oldu­ğu-nu, uzun ve yorucu deneyimler sonu­cunda öğrenebilmişlerdir. Hattâ kimi deneyimler milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Pek çok şeyin deneyimi de hâlâ mümkün olamamıştır. Herşeyi bilen, bilgi ken-disinden olan Allah’ın bilgisine teslim olmayan in­sanlar, bu konuda daha çok şeyler çekeceklerdir.
Âyet-i kerîmede konu edilen savaş da böyledir. Allah buyu­rur ki; hoşunuza gitmese de savaş size farz kılınmıştır. Yarattığı in­sanın fıtratını bilen Allah, yarattığı insana din gönderirken onun bu fıtratını asla göz ardı etmez. İnsan fıtraten savaştan hoşlanmaz. Savaş insan nefsine ağır gelir. Çünkü savaşta ölmek vardır, öl­dürmek vardır, ya­ra-lanmak vardır, maldan ve candan fedâkarlıklar vardır. Bu yüzden insan fıtraten güçlükleri sevmez. Ama yeryü­zünde zulmün, işkencenin, adâletsizliklerin, kullara kulluğun bitiri­lip yerine adâletin ve Allah’a kulluğun gerçekleştirilebilmesi için savaş kaçınıl­maz bir sonuçtur. Yâni yeryüzünde savaş, barış or­tamının gerçekleş­tirilmesi için bazen kaçınılmaz bir vakıa olabilir. Zira yeryüzünde hak­kın hâkimiyeti olmadan, fitne kaldırılmadan, barış ortamını görmek mümkün değildir.
İşte Allah’ın kullarını, Al­lah’a kulluktan koparıp, kendilerinin kulu ve kölesi haline getiren, Allah kanunlarını kaldırıp kendi kanunlarını yürürlüğe koyan, in­sanları Rablerine değil de ken­dilerine boyun eğmeye zorlayan ve böylece Allah’ın kullarını fitneye düşüren tüm tâğut-lara kaşı sava­şılmadan, barışın sağlanması müm­kün değildir.
İşte yeryüzünde huzurun, barışın, Allah’a kulluğun gerçek­leşti­rilmesi adına savaşmanız, bu uğurda mal harcamanız, sıkın­tılara gö­ğüs germeniz sizin için hayırlıdır. Siz bunun sonunu bile­mediğiniz için hayırsız görseniz de sizin için hayırlıdır. Şehâdet hayırlıdır, cennet hayırlıdır, ganîmet hayırlıdır, zafer hayırlıdır. Hepsi sizin için hayırlıdır diyor Rabbimiz.
217:"Sana haram ayda savaşın hükmünü soruyor­lar. De ki; o ayda savaş büyük günahtır. Ama Allah yo­lundan menetmek, ona ve Mescid-i Haram’a küfürde bu­lunmak, ahalisini oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne katilden daha büyüktür. Kâfirler ellerinden gelse sizi dinlerinizden döndü­rünceye kadar si­zinle çarpışır dururlar. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse işte onların amelleri hem dünyada hem de âhirette boşa gider. Ve işte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır."
Bu âyet hicretin ikinci yılında, Recep ayında vukua gelen bir ha­dise üzerine nazil olmuştur. Allah’ın Rasûlü Abdullah bin Cahş baş-kanlığında sekiz kişilik bir heyeti Mekke ile Taif arasındaki Nahle bölgesine gönderdi. Düşmanı gözetleyip planlarıyla ilgili bilgi topla­mala-rını emretmişti. Allah’ın Rasûlü kendilerine savaş izni vermediği halde bu grup Mekkeli müşriklere ait bir ticaret ker­vanına saldırmış, bir kişiyi öldürmüş ve diğerlerini de esir alarak ganîmetlerle birlikte Medine’ye dönmüşlerdi.
Bu müslümanlar o gün Recep ayının son günü mü, yoksa Re­cep ayı bitmiş ve Şabanın ilk günü mü olduğu konusunda şüp­heye düşmüşlerdi. Yâni bu olay haram aylardan biri olan Recep ayı içinde, Recep ayının son gününde mi olmuştu? Yoksa haram ay çıkmış ve Şaban ayında mı vukua gelmişti, bu konuda şüphe vardı.
Seriye ganîmet ve esirlerle beraber Medine’ye dönünce, Al­lah’ın Rasûlü; "Ben size haram aylarda savaşmamanızı em­retmemiş miydim!" buyurarak onları azarladı ve bunu tas­vip et­medi. Bu hadise üzerine Mekke’li müşrikler ve onların Me­dine’deki müttefiki durumunda olan Medine’li yahudiler ve müslüman olmadık­ları halde müslüman görünen münâfıklar aleyhte propagandaya baş­ladılar. Muhammed haram aylarda bile adam öldürüyor! Haram ay­larda bile kan dökmeye devam ediyor! diyerek yaygara yapmaya başladılar. İşte bu hadise üzerine âyet nazil olur.
Peygamberim, sen­den haram aylarda savaşma konu­sunu soruyorlar. De ki haram ay­larda savaşmak büyük günahtır. Haram aylarda kâfirler saldırmadık­ları sürece savaşmak haramdır. Kimilerine göre bu bugün de geçerli­dir. Ve kıyamete kadar geçer­liliği devam edecektir. Ama kimi âlimle­rimize göre bu âyet:
"Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!"
(Tevbe: 5)
Âyetiyle nesih edilmiştir. O âyetin bu âyetle nesih edildiğini söy­lemişlerdir. Nitekim Allah’ın Rasûlü Huneyn savaşında Havazin kabilesiyle, Taif savaşında da Sakif kabilesiyle haram aylarda sa­vaş­mıştır. Kâfirler müslümanlara saldırdıkları sürece, müslümanlar el­bette bu aylarda bekleyecek değillerdir. Bakın âyetin bundan sonraki bölümünde Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Haram aylarda savaşmak büyük günahtır, ama insan­ları Al­lah’ın yolundan engellemek, Allah’ın kullarını Mescid-i Ha­ramdan çı­karmak, mescidleri aslî fonksiyonlarından uzaklaştır­mak, Mescid-i Ha­ram’a küfürde bulunmak, Allah katında daha bü­yük bir günahtır.
"Fitne katilden daha büyüktür."
Yâni sizin şirk fitneniz öldürmekten daha beterdir. Sizin insan­ları zulümle, işkenceyle, din eğitiminden mahrum bırakmakla ya da verdiğiniz materyalist eğitimlerle dinlerinden döndürmeye çalışmanız, Rabbim Allah diyen müslümanları, Allah’ın mescidin­den ve vatanla­rından çıkarmanız, öldürmekten daha beterdir. Hattâ:
"Kâfirler ellerinden gelse sizi dinlerinizden döndü­rünceye kadar sizinle çarpışır dururlar."
Dün de bugün de kâfir budur. Eğer ellerinden gelse, güçleri yetse yeryüzünde bir tek müslüman kalmayacak biçimde sizleri dinle­rinizden döndürmeye ve sizi yok etmeye çalışırlar. Tüm yeryüzü kâ­firleri yeryüzünde müslümanın varlığına asla ta­hammül edemezler. Hattâ bu kâfirler işte görüyoruz İslâm’ı hiç bilmeyen, tanımayan sa­dece adı müslüman olan, sadece atala­rından kalma bir kısım âdetleri din diye yaşamaya çalışan insan­lara bile tahammülleri yoktur. Adı Ah-met, Mehmet gibi müslüman adı olan kafası demokratik ve laik olan insanların varlığına bile ta­hammülleri yoktur. Yıllardır dünyanın her yerinde müslüman kanı döküyorlar kâfirler. Müslümanlar onlardan bir tek kâfiri öldürdüğü zaman hemen feryadı basıyorlar, bu müslümanlar adam öldürü­yor! Bunlar barbarlar diye. Kendilerinin son elli yılda öldürdükleri müslümanın sayısını bile bilmek mümkün değil­dir.
Yıllardır Filistinli müslümanları öldürürler. Bunu yaparken kendi­leri haklıdır; ama günün birinde kendilerinden bir tanesi öldü­rül­düğü zaman müslümanlar terörist oluyor. Bunlar zâlim, âsî, sal­dırgan insanlardır. Allah’a ve âhirete de inanmadıklarından hiçbir ölçü tanı­mazlar. Kendileri oluk oluk müslüman kanı akıtırken, müslümanları yok etmek ve öldürmek için silahlanırken, müslümanları silahtan te­cerrüt etmeye çalışıyorlar.
Bu kâfirlerin her çağda tek hedefleri, yeryüzünde İslâm’ın ve müslümanların mevcut olmamasıdır. İslâm’ın ve müslümanın varlığı bu kâfirlerin korkulu rüyasıdır. Bunlar şunu kesinlikle bili­yorlar ki; yer­yüzünde İslâm varsa küfür asla yaşayamaz. Yeryü­zünde az da olsa bu dine inanan, bu sistemi uygulayan, Allah’a inanan bir müslüman topluluk bulundukça onlar bâtıl yollardan, zulüm ve fesatlarından asla emin olamazlar. Müslümanın varlığı, gecenin zifiri karanlığını ortaya çıkaran gündüzün varlığı gibidir. Onun içindir ki kâfirler yeryüzünde bir tek müslümanın varlığına bile tahammül edemezler ve şu anda tüm çıplaklığıyla müşahede ettiğimiz gibi müslümanları yok etmek için el­lerinden gelen herşeyi yapmaktadırlar. Hattâ yeryüzünde bir tek müslüman kalma­yıncaya kadar bizim savaşımız sürecektir diyor adamlar.
"Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri hem dünyada hem de ahirette boşa gider. Ve işte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır."
Âyet-i kerîme bu kâfirlerin haklılığını kabul ederek onların ağızla­rını kullanmanın çok tehlikeli olduğunu anlatıyor. Kâfirlere meyletmek, onları kabullenmek, küfrü kabullenmek demektir. İs­lâm’dan sonra küfre dönmek demektir.
"Habita" kelimesi devenin düşüşü için kullanılır. Devenin za­rarlı yerlerde otlayarak, zararlı otları yiyerek şişmesi, sonra da ölmesi anlamına kullanılan bir kelime. Burada da amellerin düşmesi, boşa gitmesi anlamına geliyor.
Şirk koşan kişinin tüm amelleri boşa gidecektir. Zümer sûre­sinde Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Ey peygamberim! Sana ve senden önceki elçi-lerimize şöyle vahy ettik: Eğer şirk koşarsan, mutlaka amelin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun"
(Zümer: 65)
Yine Mâide sûresinde:
"Kim imandan sonra küfre girerse ameli boşa gi­der."
(Mâide: 5)
Bu âyetlerde amellerin boşa gitmesi, yalnız irtidata bağlı ola­rak anlatılmaktadır. Yâni kişi irtidat ettiği anda tüm amelleri boşa git­miş demektir.
Ama Bakara sûresindeki bu âyete göre:
Kaydı vardır. Yâni "Kâfir olarak öldüğü takdirde" ifa­desi vardır. Mürted olan ama tevbe etmeden bu haliyle mürted olarak ölen kişinin amelleri boşa gidecektir deniyor. Kimi âlimleri­miz bunu tercih etmişler, yâni ancak bu haliyle tevbe etmeden ölen kişinin amellerinin boşa gittiğini söylemişler, kimileri de irtidat ettiği andan iti­baren tüm amellerinin boşa gittiğini söylemişlerdir.
218:"Gerçekten iman edenler, hicret edenler ve Al­lah yolunda savaşanlar (yok mu?) işte Allah’ın rah­metini ümit edenler bunlardır. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir."
Allah’a, Allah’ın istediği biçimde iman edenler, bu imanlarını amele dönüştürüp pratize etme imkânı bulamadıkları için, zulüm or­tamından kulluk ortamına hicret edenler ve imanlarını yaşamak üzere cehd ü gayret edenler, cihad edenler, işte Allah’ın yardımı ve rahmeti bunlarla beraberdir.
İman eden ve imanlarını yaşayabilecekleri bir ortama hicret edenler. İman ve cihatla alâkalı Bakara sûresinin önceki âyetlerinde epey bir şeyler demeye çalıştık. Burada inşallah hic­retle alâkalı da bir şeyler söylemeye çalışalım.
Allah’ın Rasûlü ve beraberindeki müslümanlar, Mekke’li kâ-firlerin işkenceleri altında bunalmışlar, imanlarını yaşama imkânı bu­lamayınca evlerini, eşyalarını, mallarını, mülklerini bırakarak, öz va­tanlarını terk ederek, Allah’a kulluğu icra edebilecekleri Me­dine’ye hicret ettiler. Hicreti değerlendirirken Mekke’deki on üç yılı göz önünde tutmak zorundayız.
Allah’ın Rasûlü Mekke’de tek ba­şına or­taya çıkmış ve çevresini Allah’a kulluğa davet ediyordu. Yapayalnızdı. Kimsesi yoktu, yardımcısı yoktu, desteği yoktu. Hanımı Hatice’ye so­rar Allah’ın Rasû-lü:"Kim inanır bana şimdi ey Hatice?" Şu yalnızlığı bir tasavvur edin. Tebliğ için keşke öm­rümüzde bir kerecik biz de duyabilseydik bu kaygıyı! Kim inanır şimdi bana? Dünya o ka­dar geniş ki! İnsan o kadar çok ki! İlişkiler o kadar girift ki! Kurulu dü­zen İslâm’dan o kadar uzak ki! Neresin­den tutsundu Allah’ın Rasûlü? Nereden başla-sındı işe?
"Kimse bana inanmazken o inandı!" derken, Hatice anamızı ne kadar sevdiğini anlıyoruz Rasûl-i Ekrem’in. Taştan adam ararken bir Ebu Bekir’in, bir Ali’nin kim bilir onu ne kadar sevindirdiğini anlamaya çalışıyoruz. Kavminin vurdum duymaz ke­sildiği, akrabaları­nın sağır bir duvar kesildiği günlerde Bilâl’in onu ne kadar mutlu etti­ğini anlamaya çalışıyoruz.
Çünkü o günlerde müslüman olmak gerçekten çok zor ve teh­likeliydi. Ben müslüman oldum demek, âdeta işkenceye adaylı­ğını koymak gibiydi. Tek başına dünyayı omuzlamak isteyen bir Allah ne­bisine omuz vermek cidden büyük cesaret işiydi. Ama ba­kıyoruz ki Ebu Bekir ve Ali o zor günde, onun yanında yer aldıkları gibi daha sonra hicret esnasında da bunlardan birisi mutlak zarar göreceği, ya da kesinlikle öldürüleceği bir yatağa uzanması, Rasulullah’ın yatağına girmesi, diğerinin de onunla beraber gece yola koyulması gösteriyor ki; sanki hicretle ilk günler ucuca gel­mişti.
Hicret öncesi on üç yılın karakteri tebliğdi. Sosyal, eko­nomik, siyasal ve kültürel hayatı şirk çerçevesinde şekillenmiş bir toplum bünyesinde İslâm’ı tebliğ.
Bakıyoruz, on üç yıl Allah’ın Rasûlü kendi evinde, Allah’ın Ra-sulü Safa tepesinde, Allah’ın Rasûlü Ukaz’da, Allah’ın Rasûlü Kâbe-nin içinde, Allah’ın Rasûlü Erkam’ın evinde, pazarda, pana­yırda, deve güreşlerinin yapıldığı yerde, şiir müsabakalarının ya­pıldığı mey­danda, taşradan gelen kervanların arasında, insanların toplandığı ça­dırların içinde. Eşine anlatıyor, akrabalarına anlatı­yor, ticaret için ge­lenlere anlatıyor, Mekke’li müşriklere anlatıyor, anlatıyor. Sonuna ka­dar mücâdelesini sürdürüyor. İşte hicret ön­cesinin ortamı budur. Muhammed İkbal der ki: "Binlerce yıldı­zın kanı akmadan şa­fak sök-mez!"
Hicret böyle bir dönemi yaşamanın sonucudur. Önce ina­nan, sonra bu inancı bütün cihana haykıran, inancını yaşama yo­lunda kar­şısına kâfirlerin çıkardığı tüm engellemelere karşı sabre­den, inancın­dan ve bu inanca dayalı yaşamasından vazgeçme­mek üzere direnen kişinin işidir hicret.
Hicret, tavır ortaya koymadır. İmanımızı, tavrımızı ortaya koy­maya çalışırken, konumumuzu değiştirmeye çalışırken şehrin tüm ka­pıları yüzümüze kapanmış, çevremiz inancımızı yaşama­mıza imkân vermeyecek duruma gelmişse, kendi kafamızda planladığımız mekân değişikliği için seçtiğimiz Habeşistan pek el­verişli olmamışsa, acaba mı diye gittiğimiz Taif’ten kan revan içinde dönmek zorunda kalmış­sak, o zaman Allah’ın bize de bir Medine lütfedeceğine inanacağız ve işte o zaman mekân değişik­liği zorunlu olacaktır diyoruz.
Hicret, İslâm’ın yaşanmadığı bir mekândan İslâm’ın yaşan­dığı bir mekâna göçtür. Tabii bütün müslümanlardan muhacir ol­maları is­tenmez. Bazılarının da Ensâr olmaları istenir, bunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Mekke’deki Medine’ye hicret ederken, Me­dine’dekiler de biz de Mekke’ye hicret edeceğiz dememelidir yâni.
Hicret, kişinin bulunduğu konumdan, bulunduğu makamdan ay­rılmasıdır. Yaşadığınız şehir, oturduğunuz mahalle eğer kulluğu­nuza engel oluyorsa, Allah’a kulluğu becerebileceğiniz başka bir ma­halleye gitmeniz hicrettir. İçinde bulunduğunuz arkadaş grubu, sizin Allah’a kulluğu icra etmenize engel oluyorsa, o arkadaş gru­bunu terk edip kulluğunuza yardımcı olabilecek başka bir arkadaş grubuna git­meniz hicrettir. Mesleğiniz Allah’a kulluğunuza engelse o mesleği terk edip başka bir meslek seçmeniz hicrettir. Dükkanın sebebiyle, çoluk çocuğun sebebiyle, okulun sebebiyle Allah’a kul olamadım mı diyor­sun, Allah’ın arzı geniştir, o ortamdan başka bir ortama hicret edersin.
Mü'min, eğer bulunduğu bölgede karısına söz geçiremiyor, ço­cuklarını eğitemiyorsa o bölgeyi değiştirmek zorundadır.
Bulunduğumuz bir anlayıştan, bir yapıdan, başka bir ya­pıya, bulunmuş olduğumuz bir iş dünyasından başka bir dün­yaya, müşrik­likten mü'minliğe ayrılmaktır. Başta şirk olmak üzere tüm günahlar­dan, tüm haramlardan, Allah’ın menettiği herşey­den kaçan ve iyiye, doğruya yönelen herkes hicreti yaşamaktadır. Allah’ın Rasulü bir ha­dislerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Fitne ve bozgun içinde ibâdet, bana hicret etmek de­mektir."
(Müslim Fiten 130)
Zira hicretteki temel hedef, İslâm’ın yaşanmasıdır. Bulun­duğu yerde de aynı şeyi yapan kişi, aynı amaç içinde demektir. Haramları terk etmek, vatanı terk etmek kadar zordur. Günümüzde haramlara o kadar alışılmıştır ki, onları terk etmek çok zordur. Özellikle kurumlaş­mış günahlar.
Hicret bazen toplumun içindeyken, toplumdan etkilenme­meyi becerebilmektir. Allah’ın Resûlüne Mekke’de ilk gelen âyetler bunu anlatıyordu:
"Peygamberim! Onlardan güzellikle ayrıl!"
(Müddessir 10)
Bakıyoruz ki, bu hicret emrini alan Allah’ın Rasûlü Mekke’yi terk etmedi, toplumdan iraz edip onlarla tamamen ilişkilerini kes­medi. Toplumun içindeyken toplumdan etkilenmemek türünde bir hicret ger­çekleştirdi Allah’ın Rasûlü. Toplumun anlayışlarından, düşüncelerin­den, kültürlerinden, kültür evlerinden, örf ve âdetle­rinden güzellikle ayrıl peygamberim! diyordu Rabbimiz. Giyim ku­şam anlayışın onların­kinden farklı olsun! Düğün anlayışın, okuma anlayışın, mala bakışın, ikram anlayışın, kazanma harcama anla­yışın, hâsılı tüm anlayışların onlarınkinden farklı olsun! diyordu Rabbimiz. Bu tip bir hicret, kıya­mete kadar devam edecektir mü'minlerin hayatında.
Öyleyse bizler toplumun içindeyken, toplumdan etkilenme­me-ye çalışacağız. Babalarımızın yanlışlarından, analarımızın huy­suzluk-larından, toplumun gayri İslâmî tarzı telakkilerinden, kom­şularımızın ahlâksızlıklarından veya bize empoze edilen İslâm dışı ha­yat programlarının tümünden hicret edeceğiz.
Eğer bütün bu âyetleri amel etmek üzere okuyorsak, hayatımı-za aktarmak üzere dinliyorsak, buraya bunun için geliyorsak o zaman biraz biraz ta­şınalım bulundu­ğumuz ortamlardan. Ayrılalım bulunduğumuz alanlardan. Meselâ hangi alandaydık? Mal mülk alanında mıy-dık? Moda ortamında mıy­dık? Ekran alanında mıydık? Neredeydik? Nereye yerleştirmiştik ken­dimizi? O yerleşim alanlarımızı İslâm’ın istediği yerleşim alanlarına değiştirelim, hicret edelim inşallah.
Evet, âyet-i kerîmede önce iman, sonra hicret, daha sonra da cihad ve zaferin geldiğini görüyoruz. İmanını tam olarak yaşa­mak için hicreti ve cihadı göze alamayan, malını, evini, vatanını, işini, aşını, ko-numunu, statüsünü, kavmini, kabilesini terk etmeyi göze alamayan bir İslâm topluluğunun muzaffer olması ve gerçek İslâm’ı yaşaması da asla mümkün olmayacaktır.
219:"Peygamberim! Sana hamr (içki), meysir (ku­mar) den soruyorlar. De ki:" Her ikisinde de hem bü­yük günah hem de insanlar için birtakım faydalar var­dır. Lâ­kin onların günahları faydalarından daha bü­yüktür. Pey­gamberim! Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyacınızdan fazlasını verin! Allah size âyetlerini böylece açıklar ta ki düşünüp ibret alası­nız."
Kur’an-ı Kerîmde bu âyet içki, kumar ve şans oyunlarıyla il­gili verilen ilk emirdir. Bu ilk âyette, bu ikisinin iyi olmadıkları anlatı­lıyor. Bu âyet, bunların kesin haram olduklarına dair ilerde gelecek âyetlere giriş teşkil etmektedir. İçki belli merhaleler sonucunda haram kılınmıştır. Bu ko­nuda ilk gelen âyet-i kerîme şudur:
"Hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının meyve­lerin­den hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız hem de güzel bir rızık."
(Nahl: 67)
Âyeti gelmiş. Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz içkinin ha­ram ol­duğunu bildirmemekle beraber, diğer rızıklar için kullandığı güzel ifa­desini kullanmamıştır. Bu kadarcık bir işareti kavrayan sahabenin bir kısmı içkiyi terk ettiler, ama yine içmeye devam edenler de vardı. Sonra ikinci merhalede Bakara sûresindeki bu âyet-i kerîme geldi.
Burada soru soran Hz. Ömer, Hz. Muaz ve beraberlerin­deki bir kısım sahabeydi. Gelmişler Allah’ın Resûlüne ve:
"Ey Allah’ın Rasûlü! Bize içkiyle alâkalı bir şeyler söyle! Biz bunlardan çok rahatsız oluyoruz! İçki aklı giderdiği için çok çirkin şeyler oluyor! Bu konuda bize bir şeyler demeyecek misin? Bir fetva vermeyecek misin?" deyince, işte bu âyet-i kerîme nazil oldu. Pey­gam-berim sen de ki onlara; içki ve kumarda hem büyük günah vardır hem de insanlara birtakım faydalar vardır. Bu âyet-i kerî­mede içkinin ya-saklığı belli olmakla birlikte, caiz olma ihtimali de yok değildi. Bu ka-darcık bir açıklamayla da olsa sahabeden pek çoğu da içkiyi terk etti. Ama kesin yasak olmadığı için içenler de vardı.
Sonra sahabe arasında cereyan eden bir namaz olayı gerçekleşti. Sahabe şuuru yerinde olmadığı için manayı bozacak, hattâ imanı tehlikeye düşürecek bir şekilde âyeti yanlış okudu ve he­men bu olayın akabinden:
"Ey iman edenler! Sarhoş olduğunuz halde na­ma­za yaklaşmayın!"
(Nisâ: 43)
Âyeti nazil oldu. Buradaki emrin biraz daha sertleşmesin­den sonra sahabe arasında içkiyi terk edenlerin sayısı artarken, içmeye devam edenlerin sayısı da yok denecek kadar azaldı. Bir ara içki yü­zünden pek çok densizliklerin yaşandığından rahatsız olan Sa’d Bin Ebi Vakkas, Rasulullah’a gelerek şikâyette bulun­muş ve Allah’ın Ra-sûlü de:
"Allah’ım! Şarap hakkında bize yeterli beyanda bu­lun!"
Diyerek dua etti ve hemen arkasından Mâide sûresindeki:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (put­lar) fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bun­lardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz...."
(Mâide: 90, 91)
Âyeti inmiş ve böylece kesin olarak şarabın haramlığı or­taya konmuş ve bunu duyan Hz. Ömer de:
"Vazgeçtik ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!"
diye haykırmaktan kendisini alamamıştır. Rasulullah’ın mü­nadi­sinin ağzından bu âyeti duyan müslümanlar, şarap kadehini ağızlarına götürmek üzereyken hemen yerlere atmışlar, küpleri dök­müşler ve bu işten vazgeçmişlerdir. Damarlarına kadar alkolik olmuş insanlar, bir anda Allah’ın emrine uyup içkiyi terk ediverdiler. Hattâ Hz. Ali Efendimiz:
"Vallahi Rabbimin bu emrini duyduktan sonra bir tarlaya bir damla içki düştüğünü bilsem artık ben o tar­laya tohum atmam! Kesinlikle o tarladan mahsul kaldır­mam"
diyordu. Bir başka sahâbe de:
"İçki kadehine değen elimi keser atarım! Onu bir uzuv olarak bünyemde taşımam!"
diyordu. Evet, düne kadar alkolik olan bu insanlar, bir anda İs­lâm’la tanışır tanışmaz değişiyorlardı.
Hamr kelimesi örtmek anlamına gelir. Şarap da aklı örtüp bü­rü­düğü için, aklı dumanladığı için ona da hamr denmiştir. Sar­hoşluk verici, aklı örtücü, aklı giderici, şuuru yok edici herşey hamrdır. Bunla­rın haramlığı için sarhoşluk verecek derecede ol­maları gerekmez, damlası bile haramdır. İçilmesi haram olduğu gibi, alınıp satılması da haramdır. Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Her sarhoşluk veren şey haramdır."
(Buhârî Edep 80)
Yine başka bir hadislerinde:
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır."
(Ebu Dâvûd Eşribe 5)
Meysir, kolaylık anlamına gelen yüsür veya yesar kelimesin­den gelir. Meysir zahmetsiz ve kolayca mal elde etmek demektir. Veya zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal vermek ve almak demektir. Araplar nerd (tavla) satranç vb. gibi oyunlarla kumar oynarlardı. Rabbimiz buyurdu ki:
De ki bunlarda büyük zararlar ve günahlar vardır. Her ikisi de akılları ve malları telef eden, insanları perişan eden şeylerdir. Ama bununla beraber bu büyük zararlarının ve günahlarının ya­nında:
Bunlarda insanlar için bazı ufak tefek faydalar da vardır. İn­san­lar bunlar sayesinde belki biraz neşe, biraz geçici lezzet du­yabi­lirler. Korkaklara içkinin geçici bir cesaret vermesi gibi biraz menfaat sağlayabilirler. Ama:
Bilesiniz ki bunların zararları faydalarından, günahları sağla­dık­ları menfaatlerinden çok daha büyüktür. Sağladıkları neşe ve lez­zetler gelip geçici olduğu halde tevlid ettiği zararlar hem ki­şisel hem de toplumsal olmak üzere çok korkunç boyutlara ulaş­maktadır. Tıpkı bulaşıcı hastalıklar gibi toplumun her kesimini sarma özelliği taşı­mak-tadırlar. Sadece müptelalarını değil, doğa­cak nesilleri de zehir­leme istidadına sahiptirler.
İçki içerek aklını ve iradesini iptal eden kişi, Allah’ın insan olma özelliği olarak kendisine verdiği en büyük nîmetlerden biri olan aklını felce uğratmış ve bir noktada insanlıktan çıkmış de­mektir. Aklı olmayan bir adamın yapamayacağı bir şey yoktur. Bu adam, şunu şu-nu da yapabilir mi demek zaittir. Adam da öldürür, karısını da bo­şar, çocuklarını da keser, dinden de çıkar. Şeytanın elinde oyuncak olmaktan kurtulamaz bu adam.
Meysir (Kumar) pek çok oyunları içine alan geniş kapsamlı bir ifadedir. Genel olarak taraflardan birinin kaybetmesinin, ötekisi­nin de kazanmasının söz konusu olduğu herşey, her oyun ku­mardır ve ha­ramdır. Piyango, loto, toto, at yarışları, tavla, satranç, iskambil gibi oyunların tamamı kumardır. Yenen kazanır, yenilen kaybeder teme­line dayanan tüm oyunlar da kumardır ve haramdır.
Buhârî’de Allah’ın Rasûlü:
"Tavla ve satrançtan sakının! Çünkü onlar acemle­rin kumarıdır."
Buyurur (Buhârî Edeb’ül müfret)
Yine Ebu Dâvûd ve İbni Mace’deki bir hadislerinde de:
"Kim tavla oynarsa Allah ve Resûlü’ne karşı gel­miş­tir."
Buyurur. Rabbim bu iki belâdan mü'minleri korusun inşal­lah.
(İçki ile alâkalı bir soru soruldu)
Bu konuda epey söz ettik, ama sorulan soru üzerine biraz daha söz edelim:
Ayette geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir: Köpüklenip kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr'dır Bunun dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şümûlüne girmez. Bu tür içkiler sarhoşluk verdiği için hamr'a kıyasla haramdır Fakihlerin çoğunluğu, sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr kelimesinin kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir.
İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz. Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hatırasına New York'ta "Muhammed Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar.
"Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse âhirette Kevser şarabını içemez"
(Müslim, Eşribe, 73).
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır"
(el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.).
Hz. Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir"
(el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).
"Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir" (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).
Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz duruma getiren her şey içki sayılır. Sıvı veya katı olması sonucu değiştirmez. Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizin-de yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir.
İşte İslâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslâm'ın yasakları tıp tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır.
İslâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Peygamber (s.a.s) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..."
(Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6).
Ancak günümüz müslümanları, İslâm’ın birçok hükmünü eğip büktükleri gibi, içki karşısındaki duyarlılığı da yitiriyorlar. İslâm’ın yasakladığı ve hoş görmediği birçok davranış Batı kültürünün etkisiyle onların da hayatına giriyor. Fâize müslümanlardan bazıları başka bir isim vererek, bazıları câiz diye fetvâ vererek, kimileri de günahını önemsemeyerek fâiz alıp veriyorlar. Kumara; toto, loto, piyango, at yarışı, sayısal, şans oyunu deyip takılıyorlar. Tesettüre; çağdaşlık, moda, kamusal alanda yasak deyip uymuyorlar. Bunun gibi bazıları da içki içmeyi, neredeyse kişiliği tamamlayan, normal bir davranış olarak kabul etmektedir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Ümmetimden bir grup, ‘hamr’ı (sarhoşluk veren içecekleri) kendi taktıkları bir adla helâl kılmaya çalışırlar.” (Dârimî, Eşribe 8, hadis no: 2106)
Rabbimiz yeryüzünde bizim faydalanmamız için bir yığın helâl rızık yaratmışken, insanın kendine zararlı bir şeyi yiyecek veya içecek olarak seçmesi, ondan zevk alması akıl dışı bir olaydır. Ne yazık ki, Allah’a kulluk etmeyi hayatlarından çıkaranlar için ne içki yasağının, ne de diğer yasak ve emirlerin bir anlamı vardır. Bunlar canlarının istediğini yapmaya çalışırlar. Hoşlandıklarını yaparlar da yeryüzünü if-sâd ederler (bozarlar), azgınlaşır, haddi aşarlar, zâlim ve müstekbir olurlar. Yeryüzünü yaşanmaz hale getirirler. Hamr içmekle, önce insanın aklı, doğal işlevini kaybeder. Akılla beraber din konusundaki duyarlılık da gider. Sarhoşların nesilleri de içki içmenin zararını görürler. İçki içmekle işlenen cinâyetlerin, verilen zararların, batan ocakların, yitirilen şereflerin sayısı belli değildir. O yüzden Peygamberimiz; “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” (Nesâî, Eşribe 44) buyurmuştur.
İslâm, içki yasağını bir iman meselesi olarak ele alıyor.
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hamr içmesin, Allah’a ve âhiret gününe iman eden içki içilen sofraya oturmasın.”, “Hamr içenin kalbinden iman nuru çıkar.”, “Üç kişi cennete giremez: Deyyus (karısını kıskanmayan), erkekleşen kadın ve içki düşkünü.”
(Kütüb-ü Sitte, 8/169)
Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında sarhoş için belli bir ceza yoktu. Tutuklanıp mahkemeye çıkarılan suçlu ayakkabılarla dövülür, tepiklenir, yumruklanır, çomaklanır ve kırbaçlanırdı. Bu suç için verilen cezanın en yüksek miktarı kırk kırbaçtı. Hz. Ömer'in (r.a.) halifeliğinin ilk günlerinde de aynı ceza uygulanıyordu. Fakat o suçların arttığını görünce, diğer sahabelere de danışarak cezayı seksen kırbaca çıkardı.
İmam Malik, İmam Ebu Hanife ve bir rivayete göre İmam Şafiî de aynı görüşteydiler. Fakat, İmam Ahmed b. Hanbel ve bir başka rivayete göre İmam Şafiî, içki içmenin cezasının kırk kırbaç olduğu fikrindedir. Hz. Ali (r.a.) de kırk kırbacı kabul etmiştir. İslam fıkhına göre, yasağın üzerinde durmak İslâm Devleti'nin görevidir. Nitekim, Hz. Ö-mer (r.a.) zamanında Beni Sakif kabilesinden Ruveyşid adlı bir adamın dükkanı, içinde gizlice şarap üretilip satıldığı için yakılmıştır. Başka bir seferinde ise, şarap sattıkları için bir köyü yaktırmıştır.
(Tefhîmu’l Kur’an, Mâide, 90. âyetin tefsiri).
"Allah Teâlâ hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun. Ancak haram olan şeyle tedâvi olmayın."
(Ebû Dâvud, Tıbb 11, hadis no: 3874)
“Allah sizin için haram kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.”
(Tâc, c. 3, s. 212)
İçki, sadece içene zarar vermekle de kalmaz; İçki içmenin toplumsal ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Çünkü içki, bireyin âilevî, sosyal ve meslekî faâliyetlerini önemli ölçüde aksatmaktadır. Alkol bağımlısı olan kişilerde sinir sistemi işlevinde birçok bozukluklar ortaya çıkmasına bağlı olarak şizofreni ve duygusal bozukluklar meydana gelmektedir. Aynı zamanda da, alkolik olan kişinin; işini, âilesini, yaşamını kaybedebildiği, alkolik kadınlarda ise, çocuğun özürlü veya sakat doğurma ihtimalinin çok yüksek bir düzeyde olduğu ve büyük oranda streslere yol açtığı da tespit edilmiştir.
"Peygamberim! Yine sana neyi infak edeceklerini so­ruyorlar. De ki ihtiyacınızdan fazlasını verin! Allah size âyetlerini böylece açıklar, ta ki düşünüp ibret alası­nız."
a: Nasıl infak edeceklerini, kimlere infak edeceklerini soru­yor­lar bir.
b: Bir de neyi infak edeceklerini soruyorlar.
Sorunun birinci şıkkını yukarıda anlatmıştı Rabbimiz. Yâni kim­lere infak etmeleri gerektiği önceki âyette anlatılmıştı. Sorunun ikinci şıkkına gelince, buyurur ki Rabbimiz:
Peygamberim de ki; ihtiyaç fazlasını infak edin! Kendinize, ehli­nize ihtiyacınız kadarını bırakın gerisini infak edin! diyor Rabbimiz. Peki ihtiyaç nedir? Ne kadardır ihtiyaç? İşte burada curcuna başlıyor. İhtiyaç kişiye yetecek kadar miktardır ya, işte burada problem başlı­yor. Yetecek kadar. Efendim bu devirde aylık elli milyon da gelse yet-miyor yâni demeye başlıyor müslümanlar. El­bette ihtiyaç felsefe­mizi İslâm değil de kendimiz belirlemeye kal­karsak yetmeyecektir. Böyle bir hayatı yaşarken de infak edecek bir şeylerimiz kalmayacak­tır. Meselâ üç beş yüz milyonluk bir evde oturma imkânımız varken beş on milyarlık bir evde oturuyorsak el­bette infak edecek bir şeyimiz kalmayacaktır. İki üç milyarlık bir arabaya binmeye kalkıyorsak, el­bette infak imkânımız kalmaya­caktır. Normal bir ailenin bir yılda yiye­bileceği bir miktarı evimizde bir ayda tüketmeye çalışıyorsak elbette infak im-kânımız kalmaya­caktır. Ama eğer yetecek kadar bir hayatı yâni Allah ve Rasülünün belirlediği bir hayatı yaşıyorsak, elbette bizim de infak edebilece­ğimiz bir şeylerimiz olacaktır.
Yetecek kadar bir hayat; Allah ve Resûlü’nün istediği bir hayat­tır. Onun dışındaki hayat ise ihtiyaçsızlığın ihtiyaç haline getiril­diği bir hayattır. Evimize, kendimize yapacağımız harcamala­rımızı asgariye indirebilmeliyiz ki, harcamalarımızı kısarak israfı önlemeliyiz ki bizim de infak edecek bir şeylerimiz olabilsin. Elbiselerimiz eskiyince bir yenisini alacaksanız, öbürünü tasadduk edin. Allah’ın Rasûlü Hz. Ai-şe’ye şöyle buyurur:
"Ey Aişe eski elbiseni tasadduk et ve hiçbir zaman gu­rurlanma!"
Bir sahâbe geliyor Rasulullah’a: Ya Rasûlallah biz evde yiye-ceğimizi yetiştiremiyoruz! Geçinemiyoruz! Rızkımız yetmiyor! Darlık ve sıkıntı içindeyiz! Bizim rızkımızın bize yetmesi için, bu darlıktan kurtulabilmek için bize ne tavsiye edersin ey Allah’ın Rasûlü? Deyince, Rasûl-i Ekrem:
"Galiba evde ayrı ayrı kaplardan yiyorsunuz. Öyle yapmayın hepiniz tek kaptan yiyin" Buyurur.
220:"Dünya ve âhiret konusunda düşünüp en iyi­sini alın. Peygamberim bir de sana yetimlerden soruyor­lar. De ki onlar hakkında ıslahta bulunmak (mallarını korumak) sizin için daha hayırlıdır. Eğer onlara karışır­sanız onlar sizin din kardeşlerinizdir. Allah bozguncuyu ıslahçıdan ayırır. Eğer Allah dileseydi sizi bu konuda mutlaka sarpa sardırırdı. Şüphesiz ki Allah Azîzdir ve hikmet sa­hibidir."
Hem dünya hem de âhiretinizi düzenleyesiniz diye, hem dünya hem de âhiret işlerinde iyi davranasınız diye Allah size böylece âyet­lerini açıklıyor. Öyleyse bu din ne sadece dünyaya ne de yalnızca âhi-rete mahsus bir dindir. Sadece âhiretle alâkalı ko­nuları anlatan, dünya işlerine karışmayan bir din değildir. Hem dünya hem de âhiret işlerini düzenlemek için gelmiş bir dindir.
"Peygamberim, bir de sana yetimlerden soruyor­lar. De ki; onlar hakkında ıslahta bulunmak (mallarını koru­mak) sizin için daha hayırlıdır. Eğer onlara karışır­sanız, onlar sizin din kardeşlerinizdir."
Burada müslümanlar yetimlerle olan ilişkilerinin nasıl ola­cağı ko­nusunda onların malları, eğitimleri ve terbiyeleriyle alâkalı nasıl davranacakları konusunda sorular soruyorlardı. Gerçekten de yetim­ler, müslümanların vicdanlarında önemli bir problem oluşturuyorlardı. Müslümanlar, yetimler konusunda günaha gire­cekleri korkusuyla on­larla yakın ilişkiye girmekten çekiniyorlardı. Çünkü daha önce bu ko­nuda gelen Nisâ sûresindeki âyet onları ürkütmüştü.
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, karınla­rına sadece ateş dolduruyorlar ve yarın onlar çılgın ateşe atılacaklardır."
(Nisâ: 10)
İşte bu âyet geldikten sonra müslümanlar onların mallarına el sürmekten korktular. Yetimlerle beraber olmaktan, onlarla bir­likte ya­şamaktan, yiyip içmekten, onların mallarıyla ve işleriyle il­gilenmekten çok korktular, gelip Allah’ın Resûlü’ne bu konuda onlara karşı nasıl davranacaklarını sordular. Bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki: On­larla ilgilenmek, onların durumlarını dü­zeltmek, onların eğitimleriyle, ahlâklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek daha iyidir. Çünkü yetimler toplumun yanında Allah’ın emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete, emanet sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Onlarla yakın ilişki içine girmekten korkan müslümanlara Rabbimiz buyurdu ki; onlar sizin din kardeşlerinizdir. Onlarla ilişkiye girip, onla­rın dünya ve âhiret işlerini ayarlamanız sizin hakkınızda daha hayırlı­dır buyura­rak müslümanları bu konuda teşvik ediyordu. Onları ara­nıza alır, onlarla birlikte yaşarsanız, onların mallarını kendi mallarını­zın içine katar ve onların da kazanmalarını sağlarsanız yâni onların işleriyle ilgilenirseniz, sizin hakkınızda bu çok hayırlıdır çünkü bilesi­niz ki onlar, sizin din kardeşlerinizdir buyuruyor Rabbimiz. Ama:
"Allah bozguncuyu ıslahçıdan ayırır."
Onlarla ilgilenirken, onların mallarını kendi mallarınızın içine ka­tarken, onları istifade ettirmek için mi yapıyorsunuz, yoksa siz on­lardan istifade mi etmek istiyorsunuz? bunu Allah ayıracak­tır.
"Eğer Allah dileseydi, sizi bu konuda mutlaka sarpa sardırırdı. Şüphesiz ki Allah, azîzdir ve hikmet sa­hibidir."
Yâni din, kolaylık dinidir. Bu din zorluk dini değil kolaylık dini­dir. Allah dilemiş olsaydı sizin işlerinizi zorlaştırırdı, ama bilesiniz ki Allah sizin için kolaylık murad ediyor, zorluk dilemiyor. Allah ko­laylık olsun diye yetimlerin mallarıyla kendi mallarınızı katıp karış­tırmada size izin verdi. Artık bu konuda sizin için herhangi bir sa­kınca kal­madı. Yetimin malıyla kendi mallarınızı karıştırıp, onun malı kadar ona da bir kazanç sağlayabilirsiniz buyurdu. Peygam­berimiz de yetimler konusunda şehâdet parmağıyla orta parma­ğını birleştirerek şöyle bu­yurdu:
"Ben ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöy­lece beraberiz" Buyurur.
Yetim, babası olmayan demektir. Henüz buluğ çağına gelme­den babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir. Veya babası baba ola­rak vardır, ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir. Babası anası tarafından kitap ve sünnetle tanıştırıl­mamış tüm çocuk­lar yetimdir. Ve bilelim ki yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi vardır. Kafa, kalp ve mide. Kendi çocuklarımız da dahil piyasadaki tüm yetimlerin bu üç bölgelerini doyurmak zo­rundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalıdır, kalp Al­lah’a götürücü imanla doyu­rulmalı, mide de Allah’ın helâl kıldığı rızıkla doyurulmalıdır. Karşımız­daki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş bitti zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de do­yurmayı sakın ihmal etmeyelim inşallah.
221:"Müşrik kadınları, onlar iman edinceye kadar nikâhlamayın. İman eden bir câriye, müşrik bir kadın­dan; bu müşrik her ne kadar hoşunuza gitse de daha ha­yırlıdır. Müşrik erkekleri iman edinceye kadar mü'min kadınlarla nikâhlamayın. İman eden bir köle, müşrik bir erkekten; bu sizin hoşunuza gitse de daha hayırlıdır. Onlar (o müşrik erkek ve kadınlar) ateşe çağırırlar, Al­lah ise izniyle cen­nete ve mağfirete çağırır. O âyetlerini insanlara açıklar, umulur ki düşünüp ibret alırlar."
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde mü'minlerin kesinlikle onlar iman edinceye kadar müşrik kadınlarla evlenmelerinin mümkün ol-madığını anlatır. Haram olduğunu anlatır. Çünkü câriye bile olsa mü-mine bir kadın, güzelliği hoşunuza gitse de müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Mü'mine bir câriye her zaman için bir kâfireden hayırlıdır. Çünkü onlar sizi ateşe, yâni cehenneme çağırırlar.
Bu tür evlilikler mü'minleri günah ve şirk yollarına götürebi­lir. Mü'min bir kocanın müşrik bir kadını ve ondan doğacak ço­cuklarını İslâm’a, imana kazandırması ne kadar mümkünse, müş­rike bir kadı­nın kocasını ve çocuklarını aynı şekilde kulluktan, imandan uzaklaştı­rıp şirke götürmesi de mümkündür. Bir de ay­rıca aynı ailede hem İs­lâm hem küfür birlikte yaşanır olabilir. Koca İslâm’ı, kadın da şirki ya­şatmak için mücâdeleye devam edebilir. Evde böyle bir çatışma ya­şanabilir.
Ve böyle bir çatışma ortamında evdeki çocukların şahsi­yetleri ve İslâmî yapıları sarsılabilir. Bir gayri müslim belki bunu kabullenebi­lir. Ama bir müslümanın böyle bir şeyi kabullenmesi asla mümkün de­ğildir. İslâm’a inanmış bir kimse, sadece şehvetini tatmin adına böyle bir riskin altına giremez. Bu kadınlar diledikleri gibi davranma, doğa­cak çocukların akidelerini bozma, kocasının kontrolü altına girmeme gibi durumlar söz konusu olabilir. Böyle müşrik bir kadına bir müslü-mana gösterilebilecek sevginin göste­rilmesi, kâfire velâ anla­mına gelir ki; Allah korusun bu da küfürdür. Bir kâfirin, mü'minin se­vilmesi gibi sevilmesi küfürdür. Bidâyette müslümanlar müşrik kadınlarla evlenebiliyorlardı. Mekke döneminde bu konuda bir yasaklama gelmemişti. Nihâyet Me­dine döneminde bi'setten 19 yıl sonra bu evlilikler sona er-dirilmiştir. 19 yıl sonra müşrik kadınları nikâhları altında tutan erkekle­rin, onları nikâhlarından çıkarmaları emredilmiştir. Mümtehine sû­resi-nin 10. âyeti şöyle buyurur:
"Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayınız!"
(Mümtehine 10)
Bu âyet-i kerîmede Mekke döneminde caiz olan bu evlilik­ler ta­mamıyla sona erdirilmiştir. Âyet-i kerîmede zikredilen müşrik ifadesi ehl-i kitabın dışındaki müşrikleri kapsamaktadır. Çünkü ba­kıyoruz ki Kur’an-ı Kerîmde pek çok âyette müşriklerle ehl-i kitap ayrı ayrı zikre­dilmektedir. Bu âyet-i kerîmede müşrikler umumî olarak zikredilmiştir. Ama Mâide sûresinin 5. âyet-i kerîmesi ehl-i kitap kadınlarla evlen­meyi tahsis etmiştir. Yâni Bakara sûresindeki bu âyetin hükmünü tah­sis buyurarak, ehl-i kitap kadınlarla evlen­meyi caiz kılmıştır. Bakın âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor:
"Bugün temiz ve pak nîmetler size helâl kılındı. Ken­dilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl kılındığı gibi sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadın­lar­dan hür ve iffetli olanlar ile sizden evvel kitap veri­lenler­den yine hür ve iffetli kadınlar da iffetlerinizi mu­hafaza ederek onlarla zinada bulunmaksızın ve gizli dost tutmak­sızın kendilerine mehirlerini verip nikâhla­dığınız takdirde size helâl kılınmıştır."
(Mâide: 5)
Bu âyet-i kerîmenin ifadesine göre, ehl-i kitap kadınlarla ev-lenmenin caiz olduğunu anlıyoruz. Bakara sûresindeki bu müşrik ifa­desi, bu âyetle tahsis buyurulmuştur. Bakara’daki bu âyetin, Mâi-de’deki bu âyeti nesih etmesi de mümkün değildir. Çünkü Mâide sû­resinin bu âyeti, Bakara sûresinin bu âyetinden sonra nazil olmuştur. Bundan ötürüdür ki Bakara sûresinin bu âyeti nesih et­mesi mümkün değildir.
Demek ki ehl-i kitap kadınlarla evlenmek, ancak onlar iffetli ol­maları, zina yapmamaları veya gizli dost tutmamaları şartıyla mubah kılınmıştır. Döneminde Hz. Ömer bunu yasaklamıştır. Ehl-i kitap ka­dınlarla müslüman erkeklerin evlenmesini yasaklamıştır. Sahabeden bir kısmı gelip: Ne yapıyorsun ey Ömer? Kur’an’ın müsaade ettiği bir şeyi sen mi yasaklıyorsun? diye itiraz etmişler. Hz. Ömer onlara şöyle cevap verir:
"Sizler güzelliklerinden ötürü onlara meylediyor­su­nuz. Siz onlarla evlenince de müslüman kızlar bekar kalı­yor. İşte bundan ötürü sizin ehl-i kitap kadınlarla evlen­menizi yasaklıyorum."
Bilhassa eviyle ve çocuklarıyla ciddi bir biçimde ilgileneme­ye­cek durumda olanların ehl-i kitap kadınlarla evlenmeleri çok tehlikeli­dir. Ben Avrupa’da böyle hem kendisini, hem çocuklarını mahvetmiş, hıristiyanlaşmış yığınlarla insan gördüm. Mü'min kar­deşlerimizin bu konuda çok dikkat etmeleri gerektiğine inanıyo­rum.
Allah’ın Rasûlü Bir hadislerinde:
"Kadın dört şeyinden dolayı nikâhlanır. Malı, gü­zel­liği, soyluluğu ve dini için. Siz dini güzel olanı tercih edin!"
Buyurur. Öyleyse evlenebilecek mü'min bir kadın mevcut ol­duğu müddetçe başkalarının tercih edilmesi mümkün değildir. Bir de mesele sadece müşrik ve ehl-i kitapla da sınırlı değildir. Kur’an’a inandığını iddia ettiği halde: Ben ateistim! Ben laiğim! Ben komü­nis­tim! Ben demokratiğim diyen bizim ehl-i kitaptan kadınlarla da evlen­mek haramdır.
Âyetin ikinci bölümünde de buyuruluyor ki:
"Mü'min kadınları da onlar iman edinceye kadar müşrik erkeklerle evlendirmeyin. İman eden bir köle müş­rik bir erkekten (bu müşrik erkek) hoşunuza gitse de daha hayırlıdır. Çünkü onlar ateşe çağırırlar."
Müslüman bir kadının müşrik bir erkekle evlendirilmesi kesin­likle haramdır. Müşrik, ateist, dinsiz biri devlet başkanı bile olsa mü'-min bir köle ondan her zaman hayırlıdır ve üstündür. Çünkü müş­rikler ateşe çağırırlar, cehenneme götürürler. Mü'min bir kadın ne müşrik bir erkekle ne de ehl-i kitap bir erkekle evle­nebilir. Çünkü ka­dın kocaya tabidir. Koca onun dinden çıkmasını sağlayabilir.
Rabbimiz Nisâ sûresinde:
"Erkekler kadınları yönetmeye yetkilidirler."
(Nisâ: 34)
Âyet-i kerîmesi gereğince kadınlar kocalarının yönetimi altın­da­dırlar. Dolayısıyla mü'min bir kadını kâfir ya da ehl-i kitap bir er­kekle evlendirmek, onu bir kâfirin yönetimine terk etmek olaca­ğından, bu kesinlikle o kadını ateşe atmak demektir.
Yine Nisâ sûresinde de Rabbimiz şöyle buyurur:
"Allah kâfirlere müslümanlar üzerine bir yetki ve­re­cek değildir."
(Nisâ: 141)
Buna göre müslüman bir kadının kâfir ya da ehl-i kitap bir er­kekle evlendirmek demek, müslümanı kâfirin idaresine bırakmak de­mektir ki, bu asla mümkün değildir haramdır.
222:"Peygamberim, sana kadınların hayız halini so­rarlar. De k; o bir ezadır. Aybaşı halinde iken ka­dın-larla cinsi münâsebetten ayrılın. Ama onlar temizlenince o za­man Allah’ın size em­rettiği yerden onlara yaklaşın. Şüp­hesiz ki Allah çokça tevbe edenleri sever. Ter­temiz davra­nanları da Allah sever."
Dikkat ederseniz Bakara sûresinin 177. âyetine kadar Al­lah’ın insan hayatına karışması anlatıldı ondan sonra da Allah’ın bu hayata karışmasının birimleri sunulmuştur. Bu birimlerden ola­rak oruç anla­tıldı, hac anlatıldı, infak anlatıldı, kıble anlatıldı, ha­ram aylar ve bu aylarda savaş anlatıldı, içki kumar anlatıldı ve işte sizin hayatınızın değişik zamanlarında yaşayacağınız konulardır bunlar. Bunları Allah böylece belirlemiştir ve sizler Rabbinizin be­lirlediği ölçüler içinde böylece yaşayacaksınız denerek tüm bu hu­suslar belirlenmiştir. On­dan sonra da hayızları döneminde kadın­larla ilişki ve beraberlik ko­nusu gündeme geliyor.
Peygamberim, sana hayızdan soruyorlar. Sen de ki; o bir e-zadır ve hayız halinde iken onlarla cinsi münâsebetten ayrılın.
Bu din, insanın fıtratını göz ardı etmeyen, hep onu gün­demde tutan bir dindir. İnsanlara onların bu fıtrî özelliklerini bilen yaratıcıları tarafından, onların bu özelliklerine göre yaşayabilecek­leri bir din su­nulmuştur. İnsanlar, Allah’ın Rasûlünden aybaşı dö­nemindeki kadın­larla ilişkiden soruyorlardı. Bu konu, bu âyetler soruya binaen anlatı­lacağı gibi, soru sorulmadan da anlatılacak âyetlerdir. Demek ki in­sanlar soru soruyorlar, beklentileri var ve o beklentilerine binaen âyet gelecektir.
“De ki” Şöyle şöyle söyle onlara. Ya da ey peygambe­rim! Sen bunun sözcülüğünü yap! demektir bunun mânâsı. De­mek ki bi­zim neler konuşacağımızı, nelerin sözcülüğünü yapaca­ğımızı Kur’an böyle belirliyor. Demek ki biz, insanlara bazen hayızdan da konuşa­cağız, bunun sözcülüğünü de yapacağız. "GUL" diye gelen âyetlerle bizim sözcülüğünü yapacağımız konu­lar özellikle belirtiliyor demektir.
Hayız her ayın belli günlerinde periyodik olarak kadınların gör­düğü kandır. En yaygın görüşle en azı üç gün en fazlası da on gün olmak üzere kadınların gördüğü bu kana hayız denir.
"De ki; O bir ezadır." Yâni kadının o dönemi bir eza­dır. Na­sıl bir eza? Tabi Allah’ın yaratış kanununa uygun bir ezadır. Arapça’da eza hem hastalık hem de pislik için kullanılır. Âdet ha­linde kadınlar, sağlıktan çok hastalığa yakındırlar. Rabbimiz o dö­nemle­rinde kadınlardan ayrı olmamızı, onlara cinsel yakınlıkta bu­lunma­mamızı emretmektedir.
Bu durum Hindularda, yahudilerde, hıristiyanlarda ve putpe­rest Araplarda yanlış anlaşılmış, farklı anlaşılmış. İslâm’dan önce in­sanlar bunu yanlış anlamışlar, farklı anlamışlar.
Kimileri o haldeyken kadınları hapsetmeden yana olmuş­lar, ki­mileri ona dokunmamadan yana olmuşlar, kimileri onun pi­şirdiğini ye-memeden yana olmuşlar, kimileri onlarla birlikte yemek yememe­den, hattâ onlarla aynı odada kalmamaktan yana olmuş­lar, kimileri de meselâ hıristiyanlar bunların aksine bu haldeyken kadınlarla cinsi münâsebetten yana olmuşlardır. Bu durumda sanki kadın insanlıktan çıkmış gibi muteala ediliyordu. Sahabenin sorduğu soruya binaen gelen bu âyet-i kerîmede Rabbimiz bu­yurdu ki: Bu durum sadece in­san vücudunun tabii hallerinden bir halettir. Sadece kan gelmesinden dolayı eziyetli bir halettir hepsi bu kadar. Bu hal kadının vücudunu necis yapmadığı gibi, toplum içinde onun kişiliğini de etkilememekte­dir. Bu durum insanlar ara­sındaki ilişkilerden sadece cinsel ilişkiye engeldir. Bunun sebebi de ilgili mahalden kan gelmesinden ve mikrop alması gibi bir ezi­yete, bir tehlikeye maruz kalmaması içindir. Bu du­rum âdet halin­deki kadınlara hiç dokunulmayacağı anlamına gelmez. Kadının necis olduğu anlamına da gelmez, sadece o haldeyken cinsel iliş­kinin yasak olduğu anlamına gelir.
"De ki; O bir eziyettir. Artık hayız esnasında ka­dınla­rınızla cinsel ilişkiden uzak durun onlar temizle­nin­ceye kadar."
Temizleninceye kadar. Âdet günleri bitene kadar, ya da ka­nama günleri bitene kadar, vücutlarını büsbütün yıkayana kadar, ya da kanama bölgelerini yıkayana kadar, ya da gusül abdesti alana ka­dar gibi değişik anlayışlar var. Yâni âdet dönemleri bitene kadar on­larla cinsel ilişkide bulunmayın.
Hayız halindeki kadınlarla cinsi münâsebet yasaktır. Hayızlı bir kadının göbeği ile diz kapağı arasındaki bölgeye yakla­şılmaz. Bunun dışındaki yerlerden istifade caizdir. Hz. Aişe anne­miz der ki:
"Ben ve Rasulullah cünüpken aynı kaptan gusle­der­dik. Ben hayızlı iken Allah’ın Rasûlü göbeğimle diz kapa­ğım arasına bir bez sarmamı emrederdi ve bu bezin üstün­den bana yaklaşırdı."
Buyurur. (Buhârî, Müslim, Tirmizî)
Ancak buradaki kadına yaklaşmaktan maksat cimanın dışın­daki yaklaşmalardır. Nitekim Tirmizî’deki bir hadislerinde Al­lah’ın Ra-sûlü bu hususu şöyle açıklar:
"Hayızlı kadınlarla cima hariç, dilediğinizi ya­pın!"
Hayızlılık dönemi bittikten sonra kan gelmeye devam etse de bu cimaya engel değildir. Zira bu kan hayız kanı değil istiaze kanıdır. İstiazeli kadınla cima yapmak kadına ve erkeğe herhangi bir zarar vermez.
"Hayızlı bir kadınla cima yapmanın cezası da bir di­nar ya da yarım dinar sadaka vermektir."
(Ebu Dâvûd, Tirmizî)
Bütün âlimlere göre hayızlı bir kadının namaz kılması, oruç tut­ması, Kâbe’yi tavaf etmesi, mescide girmesi Kur’an’a el sürmesi veya okuması ve de kocasıyla cinsi münâsebette bulunması ha­ram­dır.
(Hayız konusunda bir soru soruldu)
Hayız lügatte; akıntı mânasına gelir. Doğum sebebiyle olmayarak rahimden çıkan kandır. İstihaza (hastalık) kanı bunun dışındadır. Küçük kızın, hayızdan kesilen kadının ve hünsa-i müşkilin gördükleri kan da istihazadan sayılır. Bu mesele dinimizde çok önemlidir. Çünkü temizlik, namaz, Kur'an okumak, oruç tutmak, itikâf, hac, bü-lûğ, cimâ, boşama, iddet, istibra ve saire gibi birçok hükümler bu me-seleler üzerine terettüp eder. Bu sebeple hayız meselelerini öğren-mek en büyük vazife ve farzlardan biri olmuştur. Zira bir şeyi öğren-mek mertebesinin büyüklüğü, onu öğrenmeme zararının derecesine göredir. Hayız meselelerini bilmemenin zararı, başkalarını bilmemekten daha büyüktür.
Hazreti Havva'yı Cenab-ı Hak hayızla mübtelâ kılmış ve kızlarında bu hal kıyâmet gününe kadar devam etmek üzere kalmıştır. Bazıları: “Hayız ilk defa İsrâil oğullarına gönderilmiştir.” demişlerse de bu sözü Buhâri: “Peygamber (s.a.v.)'in hadîsi daha büyüktür.” diyerek reddetmiştir. Hadîsi Buhârî, Hazreti Âişe (r.a.)'dan şu lâfızla rivayet etmiştir: “Rasulullah (s.a.v.) hayız hakkında: Bu, Allah'ın Adem kızlarına takdir buyurduğu bir şeydir, buyurdular.”
Hayzın en az müddeti geceleriyle birlikte üç gündür. En çok müddeti ise gecelerle birlikte on gündür. Bunu Dârekutnî ve başkaları böyle rivâyet etmişlerdir. Azından noksan, çoğundan fazla olanlar ise hayız değil, istihazadır.
(Tekrar soru soruldu)
Az önce dedim, hayız kadının rahminden belli günlerde kan gelmesi, doğum veya hastalık söz konusu olmaksızın, belli yaşlardaki kadının rahminden belli günlerde gelen kanı ifade eder. Türkçe’de "hayız" yerine, âdet, aybaşı, kirlilik, ay hali ve namazsızlık gibi kelimeler de kullanılır. Bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelebilir. a) Hayız kanı. Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir. b) Özür (is-tihaza) kanı. Kadın hastalığı olanlarda görülür. c) Lohusalık (nifâs) kanı. Doğumdan sonra belirli bir süre gelen kandır.
Âdet görme, yani hayız, kadını erkekten ayıran özelliklerden birisidir. O, anormal ve çirkin bir olay değil, normal ve kadının yaratılışının gereği olan doğal bir olaydır. İslâm'ın çıkış sırasında câhiliye devri Arapları âdetli kadına arkadan, Hıristiyanlar önden ilişkide bulunurlardı. Yahudiler ve Mecusîler ise, böyle bir kadından uzak durular, hatta temizlendikten sonra da bir hafta süreyle onlarla bir arada kalmazlar, birlikte yiyip, içmezlerdi
(Müslim, Hayız, 6; Ebû Dâvûd, tahâre)
İslâm, kadına rûhî ve fizyolojik sıkıntı veren ve onu küçük düşüren bu alışkanlıkları yasaklayarak koruyucu bazı hükümler getirdi.
Hadiste ise şöyle buyurulur:
"Bu hayız, Allah'ın Âdem (a.s)'in kızlarına yazdığı bir şeydir"
(Buhârî, Hayz, 1,7, Müslim, Hacc,119,120)
Âdet gören kadından tamamen uzak mı kalınacağını soranlara Allah elçisi şu cevabı vermiştir:
"Cinsel ilişki dışındaki şeyler, normal zamanlardaki gibi yapılabilir"
(Müslim, Hayz" 16; Nesaî, Tahâret, 18)
Kur'an da, âdetten "pislik" olarak değil, "eziyet" olarak söz edilmiş, bununla, sıkıntıda bulunan hayızlı kadın korunmak istenmiştir. Diğer yandan Hz. Peygamberin eşleriyle dizkapağı ve göbek arası dı-şındaki normal ilişkilerini sürdürdüğü bilinmektedir
(Buhârî, Hayz, 5)
Âdetli kadının temiz olmayan yönü sadece âdet kanıdır. Onun tükürüğü ve teri pis değildir. Pişirdiği yenir ve yemek artığı da temizdir. Hz. Âişe'den şöyle dediği nakledilmektedir: "Allah elçisinin isteği üzerine, ben adetli iken kucağıma yaslanır, Kur'an okurdu"
(Buhârî, Hayz, 2, 3)
"Adetli iken, kemikli eti ısırır, sonra O'na verirdim. Alır ve be-nim ısırdığım yerden ısırırdı. Yine âdetli iken su içtiğim kabı O'na verirdim, alır ve ağzını benim ağzımı koyduğum yere koyar ve içerdi"
(Müslim Hayz, 14).
Kadın, âdet görmeye yaklaşık dokuz yaşlarında başlar ve elli beş yaşına kadar devam eder. Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan "özür kanı" sayılır. Âdet gören kadın artık namaz, oruç, hac gibi bütün şer'î emir ve yasaklara muhatap olur. Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur. Âdet veya ihtilâm gecikirse, çoğunluk İslâm hukukçularına göre on beş yaşın bitmesiyle her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır.
Âdet görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm hukukçuları tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir. Ebû Hanîfe'ye göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikilere göre, yetmiş, Hanbelîlere göre ise, elli yaştır. Şâfiîler âdetin devam edebileceği süreye bir üst sınırlama getirmemiştir, bu hâlin ömür boyu sürebileceğini, ancak çoğunlukla altmış iki yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte Hanefilere göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah renkte ise adet kanıdır.
Günümüz tıp bilimine göre, âdet; kadının ilk âdet kanaması (menarche) ile başlayıp, âdetten kesilene kadar (menepouse) her ay belirli süre devam eden kanamadır. Bu; âdet kanaması, aybaşı, kirlenme, meneses, regl gibi' kelimelerle de ifade edilir. Türkiye'de ilk â-det görme yaşı 12-14 yaşlarıdır. Daha erken de görülebilir. En erken görme yaşı dokuz olarak kabul edilir. Âdetten kesilme yaşı ise kırk beş ellidir. Ancak en son altmış yaşına kadar devam edebilir. Âdetin başlama, bitme ve düzenine etki yapan faktörler şunlardır: Şiddetli geçen hastalıklar, kronik (müzmin) hastalıklar, iklim ve çevre değişiklikleri, korku ve heyecan, aşırı bedensel faaliyet, dengesiz zayıflama rejimleri, aşırı gebe kalma isteği veya gebe kalma korkusu.
Hayızlı bir kadına yasak olanları da inşallah kısaca özetleyelim:
1- Namaz kılmak. Âdetli veya lohusa kadının namaz kılması câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s), Fâtıma binti Ebî Hubeyş'e "Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayız hâlin sona erince, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl" buyurmuştur. Buhâri'deki rivâyet şöyledir: "Âdetin devam ettiği sürece namazı bırak, sonra boy abdesti al ve namaz kıl"
(Buhâri, Hayz, 19)
Âdetli kadın, kılamadığı namazı kaza etmez, orucu ise kaza etmesi gerekir. Hz. Âişe şöyle demiştir: "Biz Rasûlullah (s.a.s) devrinde âdet görüyorduk. Namazı kaza etmekle emrolunmadığımız halde, tutamadığımız orucu kaza etmekle emrolunuyorduk"
(Buhârî, Hayz, 20; Ebu Dâvud Tahâre,104; Tirmizî, Savm, 67; Nesaî, Hayz,17; Siyâm, 64)
2- Oruç tutmak. Âdet gören veya lohusa olan kadın oruç tut-maz. Delil yukarıdaki Hz. Âişe hadisidir. Ancak oruç borcu, onların üzerinden düşmez. Kaza etmeleri gerekir.
3- Kabe’yi tavâf etmek. Hz. Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: "Hayız gördüğün zaman, temizle-ninceye kadar Beytullah'ı tavaf dışına hacıların yaptığı diğer hac ibadetlerini yap"
(Buhârî, hayz,1, Müslim, Hacc,119,120)
4- Kur'an-ı Kerîm okumak. Mushafa el sürmek ve onu taşımak. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İddetli kadın ve cünüp olan, Kur'an'dan hiç bir şey okuyamaz"
(Tirmizî, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 105).
Hanefilere göre, bir kılıf içindeki Kur'an'a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için mümkün ve câizdir. Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zarûret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir.
5- Mescide girmek, orada eğleşmek ve itikâfa çekilmek. Hadiste şöyle buyurulur: "Hiç bir hayızlı veya cünüp mescide giremez"
(İbn Mâce, Tahâre, 92; Dârimî, Vudû',116)
6- Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasını okşamak (istimtâ). Bunun delili âyet ve hadistir. Âyet, işte bakaradaki temizleninceye kadar onlardan uzak durmayı emreden bu âyettir. Uzaklaşmaktan (İ'tizal) maksat, onlarla cinsel teması bırakmaktır. Yine hayızlı hanımıyla ne derece ilgilenebileceğini soran bir sahabeye Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: "Senin için göbekten üst taraf serbesttir" (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, I, 277).
Hanbelilere göre, göbek-diz arasında cinsel temas dışında serbesttir. Delil şu hadistir: "Hayızlı kadına cinsel temasın dışında her şeyi yapabilirsiniz" (Müslim, Hayz" 16; Nesaî, Tahâre, 16) Hanefi, Şâfiî ve Mâlikilere göre hayızlı veya lohusa olan eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe kefâret gerekmez. Ancak tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir.
7- Boşama. Hayız hâlindeki kadını boşamak câiz değildir. Ancak buna rağmen boşama geçerlidir, ve bid'î tâlak adını alır. Âyette; "Boşayacağınız zaman, eşlerinizi iddetlerine doğru boşayın" buyu-rulur (Talâk,1) Yani içinde iddet meşru olan bir sürede boşayın demektir. Çünkü, ay hâlinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz. Allah elçisi, Abdullah b. Ömer'e, eşini temizlik günlerinde veya gebe iken boşamasını bildirmiştir (Şevkânî, a.g.e., VI, 221)
Bu konuda bu kadar söz yeter. Daha etraflı bilgi sahibi olmak isteyenler konu ile alâkalı fıkıh kitaplarına bakabilirler.
"Ama onlar temizlenince, o zaman Allah’ın size em­rettiği yerden onlara yaklaşın."
Onlar temizlenince, o dönemleri bitince artık sizin kullanabi­lece­ğiniz bir açıdan onlara yaklaşın, onlarla beraber olun.
"Şüphesiz ki Allah çokça tevbe edenleri sever. Ter­te­miz davrananları da Allah sever."
Şu ana kadar yaptığınız yanlışlarınızdan eğer tevbe ederse­niz, bir daha o yanlışlara dönmezseniz tevbe edenleri Allah sever. Tertemiz davrananları da Allah sever. Şirkten günahtan ya­sakladığı şeyleri yapmaktan arınanları, günah pisliğinden temizle­nenleri, Al­lah’ın necaset olarak bildirdiği şeylerden uzak duranları Allah sever. Yâni ey müslümanlar! Eğer Rabbinizin sizleri sevme­sini ve affetme­sini istiyor-sanız, işlediğiniz günahlardan hemen vazgeçin ve tevbe edin! Ve bir daha o günahlara dönmeyin. Ke­sinlikle bilesiniz ki; Al­lah’ın pis dediği şeyler pis, temiz dediği şeyler de temizdir. Eğer Rabbinizin sizleri affetmesini ve sevmesini isti­yorsanız, onun pis de­diklerini pis bilin! Temiz dediklerini de temiz bilin!
Âyetler bize iki mânâ işaret ediyor:
1- Bu âyetler gelmeden önceki yanlışlardan, hatalardan te-mizlenme,
2- Bu âyetle karşı karşıya gelip gerçeği anladıktan sonra da in­sansınız, hata edebilirsiniz, yanlış yapabilirsiniz, ama hemen tevbe eder ve yanlışlarınızdan dönerseniz Allah sizi affeder ve sever denili­yor.
223:"Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. Artık ka­dın-la­rınıza enna şi'tüm gidin! Kendiniz için iyi şeyler gön­derin. Bir de muttaki olun ve bilin ki mutlaka ona kavu­şa­caksınız. Bunu mü'minlere müjdele."
Buradaki "Enna şi'tüm" ifadesinin iki mânâsı üzerinde du­racağız:
1- Ne zaman anlamına gelir. Buna göre kadınlarınız sizin tar­lalarınızdır ve her ne zaman isterseniz onlara gidin! Olacaktır mânâ.
2- İkincisi dilediğiniz yönden mânâsına gelir. Yâni kadınları­nıza dilediğiniz yönden, önden veya arkadan nasıl isterseniz gi­din! Nasıl beraber olursanız olun! Ama peygamberimiz tarafından ortaya konan bir tahsisle birleşme önden olmak şartıyla. Allah’ın Rasûlü pek çok hadislerinde kadınlara arkalarından (dübürlerinden) yaklaşmanın livata olduğunu ve bunun haram ol­duğunu açıklamıştır:
"Allah’a ve âhiret gününe iman eden erkekler ka­dın­larına arkalarından (dübür) yaklaşmasınlar."
Bu konuda pek çok hadis vardır.
Demek ki buradaki "Enna şi'tüm" ifadesi ya dilediğiniz za­man onlara yaklaşın anlamınadır, ya da önden olmak kayd u şartıyla dilediğiniz değişik pozisyonlarla onlara yaklaşın anlamına gelecektir.
Tarla kelimesinin kullanılması da zaten bu mânâyı işaret bu­yur­maktadır. Tarla ekim yerini, tohum atma ve mahsul alma mahallini anlatmaktadır. Buradaki tarladan kasıt rahim, mahsul­den kasıt da çocuktur. İşte bu ekim yerine varmak kayd u şartıyla dilediğiniz yön­den tarlalarınıza gidebilirsiniz diyor Rabbimiz. Ay­rıca bu âyetle bu ko­nuda bir yanılgı içinde olan yahudilere cevap verilmiştir. Yahudiler ka­dının önüne arkasından, arka cihetinden yaklaşılınca doğacak çocu­ğun ala tenli olacağını iddia ediyorlardı. Bu âyetle bunun böyle olma­dığı da anlatılmış oldu.
"Kendiniz için iyi şeyler gönderin."
Geleceğiniz için iyi şeyler takdim edin! Geleceğinizi hazırla­yın! Geleceğiniz için takdimde bulunun! Kendi geleceğiniz konusunda le­hinize hareket edin! Gelecek sizin için olsun isteyin! Yarın sizin için olsun isteyin! İstikbalde söz sahibi siz olmak için, istikbali ele geçir­mek için çalışın! Yaptığınızı mizanınıza konacak biçimde yapın! Yâni:
1- Kadınlarınıza yaklaşırken çocuk talep etmeye, salih evlât­lar istemeye çalışın! Böylece geleceğinizi garanti altına al­maya çalışın. Gelecekte söz sahibi olmaya çalışın. Gelecek sizin olsun isteyin. Hem dünyada hem de âhirette. Bakın Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Ademoğlunun ölünce ameli kesilir, ancak şu üç şey hariçtir:
1- Kendisine dua edecek salih bir evlât.
2- Sadaka-i câriye.
3- Ölümünden sonra faydalanılacak bir ilim."
Öyleyse buradaki kendiniz için önceden iyi şeyler takdim edin âyetinin mânâsı hayırlı salih evlâtlar yetiştirin demek olacaktır, bir.
2- İkincisi; cinsel birleşme esnasında Rabbinize dua edin de­mektir.
3- Üçüncüsü; cinsel birleşme esnasında bismillah deyin de­mek­tir.
4- Dördüncüsü; iffetli kadınlarla evlenerek geleceğinizi temi­nat altına alın demektir.
5- Beşincisi; güzel davranışlarla hem kendinizi hem de karşı­nız­dakini cinsel birleşmeye hazırlayın anlamına gelecektir di­yoruz Allahu âlem.
"Bir de muttaki olun ve bilin ki; mutlaka ona kavu­şacaksınız. Bunu mü'minlere müjdele."
Sizler yarın tüm yaptıklarınızın karşılığını almak üzere Rab-binizin huzuruna gideceksiniz. Öyleyse bunu hiç bir zaman hatırı-nızdan çıkarmayın ve yaptıklarınızı bunun bilinci içinde yapın. Allah’ın emirlerine ve yasaklarına riâyet eden ve tüm yaptıklarını inandıkları dinin kurallarına göre yapan kimseler kurtuluşa ere­ceklerdir.
Sizden istenen kulluk birimlerinden birisi de şudur:
224:"İyilik yapmanız, kötülükten sakınmanız ve in­sanların arasını düzeltmeniz için Allah’ı yeminleri­nizden dolayı engel yapmayın. Şüphesiz ki Allah, herşeyi işiten ve bilendir."
Yemin sağ el, güçlü el anlamına gelir. Bir sözü de Allah adını anarak, Allah’ı şahit tutarak güçlendirmeye de yemin den­miştir.
Allah buyurur ki; Allah adına yaptığınız yeminlerinizi kalkan yapmayın. Bunun iki mânâsı vardır.
1- Birincisi itaatkâr, muttaki, muslih, düzeltici olmak için veya dargınları barıştırmak için de olsa Allah’a çok yemin etmeyin demek­tir. Konu hayırlı bir konu da olsa, öyle her zaman Allah adını anarak yemin etmeye dillerinizi alıştırmayın demektir.
2- İkincisi de yeminlerinizi kalkan yaparak iyiliklerde bulun­ma­maya, fenalıklardan korunmamaya, küsleri barıştırmamaya ça­lışma­yın. Yâni ben bu konuda yemin etmişim ne yapayım? Yemi­nimi bo­zamam! diyerek hayırlı işler konusunda yeminlerinizi kal­kan yapma­yın! Diyor Rabbimiz. Allah için bir yemin etmişseniz, bu yeminlerinizi Allah’a kalkan yapmayınız. Hangi konuda? Takvalı olma konusunda, insanlar arasını ıslah etme konusunda. Diyelim ki birisiyle konuşma­mak üzere yemin ettik. İki müslüman gelip bize senin onunla konuş­man lâzım, onu ebrâr kılman lâzım, onu tak­valı kılman lâzım, onu sa-lihleştirmen lâzım! Yâni sen Allah için onunla mutlaka beraber ol­man, onunla konuşman lâzım diye gelip bize durumu arzettikleri za­man, yok ben yemin ettim! Söz verdim Allah’a! Gidemem ona! Konu­şamam onunla! diye diretmeyeceğim ya da yeminimi kalkan yaparak hayırlı bir işten sarfı nazar etme­yeceğim, yeminimi bozacağım, kefa­retimi vereceğim ve o işi ya­pacağım. Bakın Allah’ın Rasûlü bir hadis­lerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Bir kimse bir şeye yemin eder, sonra da ondan baş­kasını, ondan daha hayırlı görürse; o hayırlı şeyi yap­sın ve yeminine kefaret versin."
Buyurur. (Müslim Eymen 11)
Demek ki bir konuda yemin etmiş ama onun yapılmasının daha hayırlı olduğunu anlamışsak hemen yeminimizi bozacak ve ke­faretini vereceğiz ve de o işi yapacağız. Yeminin kefareti ise Mâide’de anlatılır:
"Bu yeminin kefareti, çoluk çocuğunuza yedirdiği­ni­zin orta derecesinden on fakiri doyurmak, veya onları giydirmek, veya bir köle azad etmektir. Bunları bulama­yan kimse de üç gün oruç tutar. İşte bu yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin kefaretidir."
(Mâide 89)
Hattâ kimi âlimlere göre günah işlemek üzere yemin eden bir adam, günah işlemekten vazgeçtiği takdirde bu yemininin kefa­retini de ödemesi gerekmektedir. Çünkü onun bu günahtan vaz­geçmesi, kefaret anlamına gelmektedir. Meselâ adam içki içmeye, adam öl­dür-meye yemin etti. Yeminini kalkan yapıp bu haram fiilleri icraya mecbur olduğunu asla söyleyemez. Allah’ın Rasûlü İbni Mace’nin ri­vâyet ettiği bir hadislerinde:
"Haram işlemek üzere yemin eden birisi, bu yemi­nini yerine getirmesin! Çünkü haram olan şeyleri terk et­mek o yeminin kefaretidir." Buyurur.
Bu konuda kefaretin verilmesiyle ilgili rivâyet edilen ha­disler daha çok ve sıhhatli oldukları için kişi yeminini bozacak ve kefaretini verecektir diyoruz.
Rivayetlere göre sahabeden Abdullah Bin Revaha bir kırgın­lık sonucu eniştesinin yanına gitmeyeceğine, onunla konuş­mayacağına yemin etmiş ve kız kardeşiyle onun arasını düzelt­meyeceğine söz vermişti. Bu konuda onu uyaranlara karşı da: "E ben bu konuda Al­lah’a yemin ettim! Allah’a söz verdim! Yeminimi bozmam caiz olmaz! Yapamam! diyordu. Cenâb-ı Hak da bunun üze­rine buyurdu ki; hayırlı işler konusunda yemin edip de bu yeminle­rinizi kalkan yapmayın! Al­lah için yemin etmişseniz o yeminlerinizi bozun, kefaretini ödeyin de insanları sâlim kılmada, insanların ara­sını ıslah etmede, insanları tak­valı kılmada yeminlerinizi bahane ya da kalkan etmeyin! buyuruyor. Ve bilesiniz ki:
"Allah herşeyi hakkıyla işitici ve bilicidir."
225:"Allah sizi yeminlerinizdeki lağıvdan dolayı mu­aheze etmez. Ve lâkin kalplerinizin irtikap ettiği ye­minlerle muaheze eder. Allah çok bağışlayıcıdır ve Ha­lîm­dir."
Allah sizi yeminlerinizdeki "Lağıv" dan dolayı muaheze etme­ye­cek, hesaba çekmeyecektir. Âlimlerimiz yeminleri üçe ayırmışlardır. Bunlar yemin-i lağıv, yemin-i gamus ve yemin-i mün’akide’ dir.
1- Yemin-i lağıv; kişinin herhangi bir kasıt taşımaksızın, ye­min kastı taşımaksızın konuşurken, diline geldiği gibi düşün­meden, iste­meyerek ağzından çıkan yeminlerdir. Buhârî’deki bir hadis-i şerifle­rinde Allah’ın Rasûlü:
"lağıv; bir kimsenin konuşma esnasında düşünme­den "Hayır vallahi, "Evet vallahi" demesidir."
Buyurur.
Ya da lağıv yemin; kişinin herhangi birine zarar vermek kastı ol­maksızın, herhangi bir menfaat celp etme niyeti de bulun­maksızın, söz arasında edilen alışkanlık haline getirilmiş yeminler­dir ki, bunun kefareti yoktur. Çünkü Allah, insanları ancak kalplerin­deki niyetlere ve kasıtlara göre sorumlu tutacaktır. Burada şunu söyleyelim: Niyetsiz bir amelin herhangi bir değeri olmadığı gibi, amelsiz bir niyetin de Allah katında bir değeri yoktur. Çünkü niyet ameli kendi biçimiyle biçimlen­dirir ve kendi rengiyle renklendirir. Böylece bir amelin güzelliği ya da çirkinliği o ameli yaptıran niyete bağlıdır. Niyet güzelse amel de gü­zeldir, niyet bozuksa amel de bozuktur. Yetimi terbiye için dövmenin helâl, ama ondan intikam almak için dövmenin haram olması gibi.
Bir kişiye zorla yaptırılan yeminler de lağıv yeminlerdir, onun için de kefaret gerekmemektedir.
Yeminlerdeki kasıtsız yanılmalardan Allah bizi so­rumlu tutmaya­caktır. Ama şurasını da asla unutmayalım ki, bu so­rumlu tutul­ma-yışımız, bizi boş yere sık sık yemin etmenin çok çir­kin bir amel olduğunu söylemekten alıkoymamalıdır.
Boş yeminlerdir bunlar, o yeminlerle alâkalı bir hesap gelmeye­cektir; ama lağviyyatla meşgul olduğumuzdan ötürü el­bette o konuda da hesap sorulacaktır bize. Aslında müslümanlar kesinlikle ağızlarını bu tür yeminlere alıştırmamalıdır. Çünkü ye­minden dolayı sorumlu olmamak ayrı şey, lağviyyattan dolayı so­rumlu olmak ayrı şeydir. Çünkü burada her hâlükârda Allah’ın ismi hafife alınmakta ve onunla oyun oynanmaktadır. Bir adam "Vallahi billahi, vallahi billahi’yi" diline dolaştırarak söz söylemeye çalışırsa, sen bunu niye diline dola­dın diye bu konuda elbette ona bir soru gelecektir. Evet bu lağıv yemindir.
2- İkincisi; yemin-i gâmus’dur. Bu da kişinin geçmişe ait bir ko­nuda öyle olduğunu zannederek yemin etmesidir. Borcunu ödedi zannıyla; “vallahi ben sana borcumu ödedim!” demesi veya Ankara’ya git-mediği halde gittim zannıyla; “vallahi ben geçen ay Ankara’ya git­tim!” demesi gibi. Yanlış bildiğinden, hata ettiğinden dolayı, işin aslı­nın öyle olmadığını anladığı zaman bu kimsenin de tevbe etmesi ge­rekir, bu-nun için de kefaret yoktur.
3- Üçüncüsü; yemin-i mün'akide’dir. Âyet-i kerîmesinde Rab-bimizin:
"Lâkin kalplerinizin niyetiyle irtikap ettiği yemin­leri­nizden Allah sizi hesaba çekecektir."
Bölümünün anlattığı yeminler işte bu yeminlerdir. Yâni kişi­nin bilerek, niyet ederek, kasıtla yaptığı yeminlerdir.
Geleceğe ait bilerek bir yemin ettiniz. Meselâ vallahi ben ya­rın namaz kılmaya başlayacağım! Vallahi yarından itibaren Kur’an oku­maya başlayacağım! Vallahi yarın sana borcumu ödeyece­ğim! Gibi yapılan yeminlerde, yeminin gereği mutlaka yerine geti­rilmelidir. Eğer yeminin konusu meşru ise mutlaka yerine getiril­melidir, eğer meşru bir şey değilse az evvel de ifade ettiğim gibi yemi­nin kefaretini vererek o işten vazgeçilmelidir.
"Allah ki Ğafûr’dur, Halîm’dir."
Yâni Allah mağfiret edendir, hataları örten, kusurları örtbas edi­verendir, buna güç yetirendir, eğer sizler yaptıklarınızdan piş­man­lık duyar ve bir daha yapmamaya azmederseniz. Bir de Allah Halîm­dir, yâni çabucak hareket edivermeyen, çabucak sizin defterlerinizi dürüvermeyen, size imkân tanıyan, fevri durumları olmayandır. Rabbinizi böyle bilin ve hayatınızı buna göre ayarlayın.
Bundan sonra Rabbimiz “Îlâ” yeminini anlatacak:
226:"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer yeminlerinden dö­nerlerse bilsinler ki; Allah çok bağışlayıcı ve merhamet­lidir."
Bir yemin konusu daha geliyor; ama deminki yemin konula­rın-dan farklı konuda bir yemin.
“Îlâ”; kelime mânâsı yemin demektir. Şer'i mânâsı ise bir kişi­nin hanımıyla dört aydan daha fazla cinsi münâsebette bulunma­mak üzere yemin etmesidir. İşte böyle kadınlarından ayrı olmaya, onlara yaklaşmamaya yemin edenler. Bir gün, beş gün, on gün, bir ay, üç ay, bir yıl, beş yıl seninle beraber olmayacağım! Seninle beraber yatma­yacağım! Münâsebette bulunmayacağım! diyerek yemin edenler için:
"Dört ay beklemek vardır."
"Eğer karı koca birbirlerine dönerlerse, bilsinler ki Allah, çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir."
Eğer "Fey" yaparlarsa, yâni bu süre içinde yeminlerinden dö­nerlerse Allah çok bağışlayıcıdır.
Îlâ yeminiyle alâkalı şunları söyleyelim: Karı koca birbirle­rini se­vememiş, birbirlerine uyum sağlayamamış olabilirler. Allah karı ko­canın böyle birbirlerine işkence çektirme noktasına varan beraberlik­lerine izin vermez. Karı kocanın şer'an ve fiilen nikâhlı olup; fakat pra­tikte ayrı yaşayarak ilişkide bulunmamalarını hoş görmez; bunun için maksimum bir zaman belirler. Bu, dört aylık bir süredir. Kadınlarını ıslah etmek için, onların durumlarını düzeltmek için bir baskı aracı olarak koca bunu kullanabilir. Bazen dik başlı, kocasına itaat etme­yen, güzelliğini ve kadınlığını kullanarak erke­ğini önünde boyun eğ­dirmek isteyen gururlu kadınlar için bu yol faydalı olabilir. Ama bu belli bir zamanla sınırlıdır. Değilse böyle bir yemini bahane ederek kadını uzun bir süre muallakta beklet­menin caiz olmadığı ortaya konuyor.
İslâm’dan önce Araplarda bu bir âdetti. Adam; sana beş yıl yaklaşmayacağım diye karısına yemin ediyor ve bu kadıncağız ne evli ne boşandığı belli olmayan bir muallakta beklemek zorunda kalıyordu. Kocası onu boşamamış ki bir başkasıyla evlensin, doğru dürüst evli değil ki kocasıyla beraber olsun. Allah kadınları işte bu mağdur du­rumdan kurtarmak için bunu dört ayla sınırlandı­rıverdi. Buna göre ha­nımlarıyla birleşmemeye yemin eden kişi, ne kadar süre için yemin ederse etsin, bu süre en fazla dört ay olabi­lir.
İşte böyle hanımlarına yaklaşmamak üzere yemin edenler, ya bu süre dolmadan bu yeminlerinden vazgeçip kefaretlerini ve­rerek tekrar hanımlarına dönerler ki; bu dönme cinsel ilişkidir. Aksi takdirde sözle, ben sana döndüm demek yetmez.
Ya karısına döner ya da eğer bu süre içinde hanımla­rına dön­memişlerse, bu boşanma anlamına gelecektir. Kimileri bu süre içinde karısına dönmezse bir ric'i talâk meydana gelir derken, kimileri de bir bain talâk vaki olur fikrindedirler.
Yâni eğer dört ay içinde adam karısına dönmezse, o zaman tek­rar bir araya gelmeleri için kadının kocayı kabul etmesi şartıyla ye­niden nikâh yapılması gerekir. Eğer kadın ben onu istemiyorum derse, artık tekrar bir araya gelmeleri caiz değildir.
Müslim’in rivâyetine göre Allah’ın Rasûlü kendisinden bol na­faka, çeşitli yiyecek ve giyecek isteyen ve bu hususta kendisini rahat­sız eden hanımlarına kızarak, onlara bir ay süreyle yaklaş­mamak üzere yemin etmiştir. Ve yirmi dokuz gün sonra onlara tek­rar dön­müştür.
İşte bu Rasulullah’ın kadınlarını tedip için kullan­dığı bir yol­dur. Bu tedibin gerçekleşeceği kadar bir süre beklemiş­tir. Yine İbni Mace-nin beyanına göre Allah’ın Rasûlü verdiği hedi­yeyi kabul etme­diği için hanımı Hz. Zeyneb’e kızarak ona yaklaş­mamak konusunda yemin etmiştir.
Kimileri bu dört aylık ayrılığın her tür ayrılıklar için Îlâ oldu­ğunu, yâni boşanma sebebi olduğunu söylerler. Yâni sadece böyle bir kırgınlık ve yemin sebebiyle değil, her hâlükârda kocanın karısını böyle uzun bir süre yalnız bırakamayacağını söylerler. Hattâ bu ko­nuda tefsir kitaplarımızda şu olay anlatılır:
Hz. Ömer bir gece gizlice Medine sokaklarında dolaşırken bir kadının yalnız­lıktan şikâyetini işi­tir. Ve hemen kızı Hafsa’nın yanına gelerek: "Ey Hafsa! Allah için söyler misin! Bir kadın en fazla ne kadar kocası­nın yokluğuna daya­nabilir?” diye sorar. Hz. Hafsa da "en fazla dört veya altı ay" der. Bu­nun üzerine Hz. Ömer ordudaki mücahidleri altı aydan fazla tutma­maya azmeder.
Hanefî ve Şafiî mezhebinin imamları bu hususun sadece ye­mine bağlı ayrılıklarda söz konusu olduğunu söylerler. Yemin söz ko­nusu olmadan Îlânın geçerli olmadığını söylerler. Yâni bir adam yemin etmeksizin dört ay veya daha fazla bir süre hanımına yaklaşmasa bu Îlâ olmaz. Ayrıca dört aydan daha az bir süre için hanımına yaklaş­mamaya yemin de Îlâ sayılmaz. Meselâ karı koca belli bir ortak çıkar için anlaşarak cinsel ilişkiyi kesip başka işlere zaman ayırırlarsa, bu Îlâ değildir denmiştir.
Evet kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler eğer bu yeminlerinden dönerlerse, Allah bu yeminini bozmasından dolayı kendisini affedecek ve bu yemininden dolayı sorguya çekmeye­cektir. Ama:
227:"Yok eğer boşanmaya azmetmiş iseler (onu ye­rine getirsinler), şüphesiz ki Allah işitici ve bilicidir."
Hanefîlere göre bu dört aylık süre içinde hanımına dönme­mek sûretiyle boşanmaya karar verirse. Şafiîlere göre de bu dört ay geç­tikten sonra bizzat boşamaya karar verirse demektir bunun mânâsı. Yâni böyle Îlâ yaparak hanımına yaklaşmamaya yemin eden kişinin dört ay içinde hanımına dönmemesi durumunda, bu hanımın boş olup olmaması konusunda iki ayrı görüş vardır.
1- Bunlardan biri Hanefîlerin görüşü. Ebu Hanife’ye göre ye­min ettikten sonra aradan dört ay geçtiği halde, bu süre içinde hanı­mına dönmemekle bain talâk meydana gelir. Bu erkeğin, ay­rıca karı­sına seni boşadım demesi gerekmez. Çünkü azmetmek; kişinin kesin olarak bir şeyi yapmaya karar vermesi demektir. Kal­ben karar verdiği şeyi ayrıca bir de diliyle söylemesi gerekmez. Aradan dört ay geçme­sine rağmen bu adamın hâlâ hanımına dönmemesi, onu boşamaya azmettiği mânâsına gelmektedir.
2- Cumhurun görüşüne göre ise, bu dört ay içinde kişi karı­sına dönmese de boş olmaz. Kadın hakime başvurur. Hakim ko­caya karı­sına dönmesini söyler. Erkek de karısına dönmezse ha­kimin kararıyla bu kadın kocasından boşanmış olur.
Yâni bu âyet talâkın boşama hakkının kocaya ait olduğunu anla­tır. Talâk hakkı elinde olan koca, bu dört aylık süre geçtikten sonra bizzat ya onu boşadığını, ya da ona döndüğünü söylemesi ge­rekir.
"Allah semi ve âlimdir."
Allah herşeyi bilen ve hakkıyla işitendir.
228:"Boşanan kadınlar bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanı­yorlarsa Allah’ın Rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. İddet içinde barışmak isterlerse onları nikâhla­rına geri döndürmeye kocaları daha lâyıktır. Erkeklerin kadınların üzerinde meşru hakları ol­duğu gibi kadınların da kocaları üzerinde hakları var­dır. Ama er­kekler için kadınlar üzerinde üstün bir de­rece vardır. Al­lah güçlüdür hakimdir."
Rabbimiz îlâdan söz ettikten sonra îlânın sonucunda bo­şanma olabileceği için, bundan sonra boşanma konusunu anlat­maya başla­yacak.
"Boşanmış kadınlar üç kuru müddeti beklerler." Boşanmış ka­dınların iddeti böyledir. Âyet-i kerîmedeki "Boşanmış kadınlar" ifadesi genel bir ifadedir. Yâni bütün boşanmış kadınları kapsa­maktadır. Hal­buki Kur’an-ı Kerîmin başka yerlerinde farklı konum­daki kadınlar için farklı ifadeler görüyoruz. Meselâ kendileriyle cima yapılmamış, zifaf olmamış kadınların iddeti yoktur.
"Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikâhlayıp da sonra kendilerine dokunmadan onları boşarsanız si­zin için üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur."
(Ahzâb: 49)
Yine meselâ kocası tarafından boşanmış hamile kadınların id-deti ise çocuğunu doğuruncaya kadardır.
"Hamile kadınların iddetleri ise yüklerini boşal­tana kadardır."
(Talâk: 4)
Yine henüz hayız görmeye başlamamış kadın ile, yaşlılık­tan do­layı hayızdan kesilmiş kadının iddeti üç aydır.
"Kadınlarınızdan hayızdan kesilenlerle henüz ha­yız görmemiş bulunanların hakkında eğer şüphe eder­seniz onların iddeti üç aydır."
(Talâk: 4)
Bu konumdaki kadınlar istisna edildiği zaman, geriye hür olup kendileriyle cima yapılmış kadınlar kalıyor. İşte bu âyet-i ke­rîmede anlatılan kadınlar bunlardır. Kendileriyle mübaşerette bu­lunulmuş olup da boşanmış kadınlar üç kuru müddeti iddet bekle­mek zorunda­dırlar buyuruyor Rabbimiz.
"Kuru" hayız ve temizlik anlamlarına gelen mücmel bir ifade­dir. İmam Mâlik ve İmam Şafiî kuru kelimesinin tuhûr anla­mına yâni hayızdan temizlik anlamına geldiğini söylemişler Ha­nefî ulemâsı da kuru kelimesine hayız anlamı yüklemişlerdir. Buna göre hür ve bâliğa olup kendisiyle cinsel ilişki kurulmuş kadınlar boşandıkları zaman üç hayız ya da üç tuhûr vakti geçene kadar iddet beklemek zorundadır­lar. Aslında bu iki görüş arasında pek fazla bir fark yoktur. On, on beş günlük bir fark vardır sadece.
Boşanan kadının Rabbimizin emrettiği şekilde üç kuru müd­deti iddet beklemesinin sebebi kesin olarak, onun rahminde çocuk olup ol-madığını anlamak içindir. Bundan dolayıdır ki demin ifade ettiğim gibi, kendisiyle cima yapılmamış kadının iddeti yoktur. Aynı sebepten do­layı hamile kadının da iddeti doğuruncaya ka­dardır. Evet kadının rah-minde ne var ne yok bunun anlaşılabil­mesi için boşandıktan sonra onun üç kuru’ müddeti beklemesi ge­rekmektedir.
Kimileri diyorlar ki efendim kadının hamile olup olmadığı gü­nü-müzde modern ve teknik cihazlarla bir kaç dakikada öğreni­lebilmek-tedir. Dolayısıyla böyle boşanmış bir kadının üç kuru’ müddeti iddet beklemesinin ne gereği var? Filan demeye çalışı­yorlar.
Halbuki Rabbimiz boşanan kadınlara üç kuru’ müddeti iddet beklemelerini emrederken yüzde yüz onların hamile olup olmadıkları­nın tebeyyün etmesini ve binde bir ihtimal de olsa onun hamilelik ihti­malini kaldırmak istemektedir. Boşanmış kadının, bo­şandıktan sonra bir defa hayız görmesi büyük bir ihtimalle onun hamile olmadığını gösterir. Ama yüzde yüz değildir tabi bu. Arka­sından ikinci bir hayız görmesi hamilelik ihtimalini çok daha azaltır. Üçüncü defa hayız gö­rünce artık o kadının kesinlikle hamile ol­madığı anlaşılacaktır. Halbuki zamanımızda modern metotlardan hiçbirisi bu konuda yüzde yüz ke­sin sonuç verememektedir. Bu sebeple onlar kesinlikle bu konuda kıstas olamaz. Kaldı ki bu metotlar yüzde yüz kesin sonuçlar verseler bile hakkında nas bu­lunan bir konuda bunlarla kesinlikle amel edil­mez. Bu bir iman meselesidir. Yâni elbette bunun bir de ibâdet yönü vardır. Nassa tabi olup Allah’ın dediği gibi hareket eden kişi, elbette ibâdet etmiş olacaktır.
Evet, boşanan kadınlar üç kuru’ müddeti iddet bekleyecek­ler.
"Bu kadınlar eğer Allah’a ve âhiret gününe iman edi­yorlarsa, Allah’ın kendi Rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helâl değildir."
Âyet-i kerîmedeki "Allah’ın kendi Rahimlerinde ya­rat­tığı şey" den kasıt çocuk ve hayızdır. Âyet-i kerîmeye göre hamile olan kadının hamileliğini, veya hayız görmüşse bu hayızını gizlemesi haramdır. Bu nesebin sahih olması açısından çok önemlidir. Ayrıca ikinci bir evlilik söz konusu olduğu zaman da herhangi bir ihtilâfa ma­hal bırakmaması açısından çok önemlidir. Kadının bu konularda doğru söylemesi gerekir. Çünkü bu konu­larda ancak kadının beyanı geçerlidir. Kadın, çocuğum var de­mişse vardır, yok demişse yoktur. Çünkü bunu ancak kadının ken­disi bilebilir. Başkalarına gizli olduğu için kimse bunu bilemez.
Eğer kadın çocuğu olduğu halde yok derse, ya da hayız gör­düğü halde aksini söylerse kocasının hakkına tecavüz etmiş olur. Ha-mile olduğu halde hamile olmadığını söylerse, önceki ko­casının hakkı olan çocuğu başkasına verdiği için kocasına zul­metmiş olur. Yine ha-yızlı olmadığı halde hayızlı olduğunu söylerse boşanma iddeti çabuk bitecektir ve kocasına karşı yine zulmetmiş olacaktır. Yâni bu gizleme kocanın karısına dönmesine engel ola­caktır. İşte bundan dolayı Rab-bimiz bunu imana bağlayarak bu şer'i hükme sâdık kalmayı imanî bir pekiştirmeyle garantiye almış­tır. Allah’a ve âhiret gününe inanan hiçbir kadının Allah’ın kendi rahminde yarattığını gizlemesi caiz değildir.
"İddet içinde barışmak isterlerse, onları nikâhla­rına geri döndürmeye kocaları daha lâyıktır."
Bal, buûlet; mâlik, efendi, sahip anlamına gelen bir kelime­dir. Kadın için buûlet kocası demektir, erkek için buûlet de karısı demek­tir. Öyleyse onları boşayan ama sadece ric'i talâkla yâni tek talâkla boşamış ve henüz onlar üzerinde efendiliklerini koruyan, mülkiyetleri devam eden kocaları, efendileri bu süre içinde ricat ile geri dönerek onları tekrar nikâhlarına almaya herkesten daha çok hak sahibidirler. Hattâ böyle ric'i talâkla karısını boşayıp da iddet süresi içinde sözle ya da fiille karısını tekrar geriye almayı ortaya koyan kocanın bu kara­rına karısı razı olmasa bile söz hakkı erke­ğindir. Yâni bu durumda kadının itiraz hakkı yoktur. Böyle bir du­rumda koca yeni bir nikâha ge­rek kalmadan tekrar karısına döne­bilir. Zira ric'i talâkta o kadın hâlâ o kocanın karısı konumundadır. Onun içindir ki bu kadının nafakası, geçimi kocasına aittir. Koca­sının evinde kalmak ve kocasının müsaa­desi olmadan evini terk etmesi caiz değildir. Bu hususlarda hükümler vardır. Bütün bunlar ric'i talâkla karı koca ilişkisinin belli bir süre için dondurulmuş ol­duğunu ve bu evliliğin tamamen bitmemiş olduğunu anlatır. “Ona dönmek erkeğin hakkıdır” sözünde, hem bir cevaz, hem de teşvik vardır. Yâni Rabbimiz geri dönün, boşanmayı düşünme­yin mesajını da veriyor bu âyetiyle. Bu âyetteki hüküm bain talâkla değil de ric'i talâkla, yâni ge­riye dönüş imkânı olan bir talâkla boşanmış kadınlar hakkında­dır. Yâni tek talâkla karısını boşayan koca, onu boşadığı için piş­man olabilir. Ve tekrar hanımıyla anlaşabileceğine inanarak onu geri almak isteyebilir. Bu durumda iddet içinde istediği zaman tek­rar hanımını kendisine döndürebilir. Bu konuda herkesten çok hak sahibi onun kocasıdır. Ama:
"Onları ıslah etmek isterlerse."
Yâni eğer koca karısıyla arasını düzeltmek, onunla araların­daki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve yeniden güzel­likle birlikte geçinmek niyetinde olursa, bu geçerlidir. Değilse o ka­dına zarar ver­mek veya kadının iddetini uzatarak onu bekletmek gibi bir niyeti varsa, o zaman büyük günah işlemiş olur.
"Erkeklerin kadınların üzerinde meşru hakları ol­duğu gibi, kadınların da kocaları üzerinde hakları var­dır. Ama erkekler için kadınlar üzerinde üstün bir de­rece var­dır. Allah güçlüdür hakimdir."
Âyet-i kerîmeye göre kocanın karısı üzerinde hakları ol­duğu gibi kadının da kocası üzerinde hakları vardır. Boşanmanın mevzu bahsedildiği bu âyetlerin arasında Rabbimiz kadın ve er­kek ilişkilerini İslâmî bir çerçeveye oturtmayı murad buyurur. Kadı­nın ve erkeğin karşılıklı hakları ve sorumlulukları vardır. Koca karısının şahsiyetine karşı saygılı davranmalı, onu al­çaltmamalı ve ona kötü söz söylememelidir. Sahabenin: "Hanımla­rımızın bizim üzerimizdeki hakları nelerdir ey Allah’ın Rasûlü?" şeklindeki so­rularına karşı Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Yediğin zaman yedirmen, giydiğin zaman giydir­men, yüzüne vurmaman, ona sövmemen ve onu yata­ğın­dan uzak tutmamandır." (Ebu Dâvûd, İbni Mace)
Başka bir hadislerinde yine Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Adâletle hükmedenler, hanımı ve çocukları konu­sunda âdil davrananlar kıyamet gününde Rah­mân’ın sa­ğında nûrdan yapılmış minberler üzerinde­dirler."
(Müslim)
Allah’ın Rasûlü salih bir kocanın yeryüzünde en büyük ör­neği idi. Allah’ın Rasûlü hanımlarına değer verir, onların sözlerini ve gö­rüşlerini güzellikle dinler, kusurları olduğunda affeder ve onların hu­kukuna saygı gösterirdi. Bu konuyu gündeme getirirken bakın Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Sizin en hayırlılarınız çoluk çocuklarına karşı ha­yırlı olanlarınızdır. Sizlerden ehline iyilikte en ha­yırlı ola­nınız da benim."
(İbni Mâce)
Kadının kocasına, kocasının anne baba ve akrabalarına karşı saygı göstermesine karşılık, kocanın da karısına, karısının akrabala­rına saygılı davranması ve iyi muamelede bulunması ge­rekir. Kadın, kocasının bilhassa anne ve babasına karşı iyi dav­ranmalı ve gerek kayınvalidesinin gerekse kayınpederinin kendi­sine yaptığı eziyetlere sabretmelidir. Çünkü hiçbir zaman ateş ateşle söndürülmez. Kadın, kocası ve kocasının ailesi ile arasında çıkan tartışmalarda nefsine ha-kim olmalıdır. Böyle hareket ettiği zaman kadın, hem Allah’ın rıza­sını kazanmış olur hem de kocası­nın gözünde değerini muhafaza et­miş olur. Bu hususta kadının çok titiz davranması gerekir. Bakın Al­lah’ın Rasûlü başka bir ha­dislerinde şöyle buyurur:
"Eğer bir insanın başka bir insana secde etmesini em­retseydim; üzerindeki haklarından dolayı, kadının ko­casına secde etmesini emrederdim."
(Ebu Dâvûd, Tirmizî)
Bir kadın Allah’ın Resûlüne gelerek şöyle dedi: "Ey Allah’ın Rasûlü ben sana kadınların temsilcisi olarak geldim. Allah erkek­lere cihadı farz kıldı. Eğer muzaffer olurlarsa ecir kazanırlar, yok eğer şe-hid olurlarsa Allah katında diriler olarak rızıklandırılırlar. Ama biz kadınlar ise sadece onlara hizmet ediyoruz. Bundan do­layı bize ne sevap var? Bize de bir şey var mı?” diye sordu. Bunun üzerine Al­lah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:
"Bütün kadınlara şöylece haber ver! "Kadının ko­ca­sına itaat etmesi ve üzerindeki kocasının hakkını kabul etmesi, kadına aynen cihad sevabı gibi sevap ka­zandırır. Lâkin kadınların çoğu bunu yapmaz."
(Bezzâr, Taberânî)
Görüyor musunuz, aslında kadının cihad sevabına ulaşması ve Rabbinin rızasını kazanarak cennete gitmesi erkek­lerden daha kolaydır. Ama maalesef kadınların pek çoğu bundan gafildirler. As­lında kocalarının Allah’ın dini adına yapacağı hiz­metlerin tümünde kadınların da payı vardır ama kadınların pek çoğu maalesef bunun farkında olmadığı için kocalarını bu tür hiz­metlerden engelleyip hep yanlarında tutma savaşı vermektedirler. Kocaları sanki Allah’a değil de kendilerine hizmet için varmış gibi, onları hep kendi hizmetlerinde kullanmanın kavgasını vermekte­dirler. Halbuki müslüman bir kadın, birlikte sevaplar ka­zanmak üzere kocasını bir an bile evde boş dur­durmayarak, Al­lah’ın dinine hizmet adına birilerine gönderme gayreti içinde olma­lıdır. Çünkü sonunda elde edilecek mükâfat her ikisinin de defte­rine yazılacaktır.
Yine başka bir hadislerinde Allah’ın Rasûlü:
"Kocasına itaat etmeyen kadının namazı kabul olun­maz"
Buyurur. (Taberânî, Hakim)
Yine kendisine bir şeyler sormaya gelen bir kadına Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:
"Sen kocana nasıl davrandığına bak ey kadın! Çün-kü o senin cennetin veya cehennemindir."
(Ebu Dâvûd, Nesei, İbni Mace)
"Dünyada kadın kocasına eziyet vermeye başla­dığı zaman, o kocanın cennetteki hûrilerden olan zev­celeri şöyle derler: Ona eziyet etme! Allah seni kahret­sin! O se­nin yanında geçici olarak duruyor. Bir müddet sonra se­nin yanından ayrılıp bizim yanımıza gelecektir.
(Tirmizî, İbni Mâce)
Yine Allah’ın Rasûlü buyurur ki:
"Kim, kocası kendisinden razı olarak ölürse o cen­nete gider."
(Tirmizî)
"Koca karısını döşeğine çağırdığı zaman, kadın ha­yır deyip gelmezlik yaparsa ve kocası da bu yüzden ona kızgın olarak sabahlarsa melekler o kadına lânet ederler."
(Buhârî, Müslim)
"Kocasının evinden izinsiz çıkan kadın, tekrar evine dönünceye veya tevbe edinceye kadar melekler ona lânet ederler."
(Taberânî)
Kadının, erkeği için süslenmesi gerektiği gibi, erkeğin de karısı için süslenmesi gerekir. İbni Abbas der ki: "Karımın benim için süs­lenmesi gibi ben de onun için süslenirim. Çünkü Rabbim Kur’anında şöyle buyurmaktadır:
"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi ka­dınların da erkekler üzerinde hakları vardır."
Kadın ve erkek İslâmî sorumluluk noktasında aynı konumda­dır­lar. Allah’ın kendilerinden istediği emirler, farzlar ve haramlar husu­sunda insan olarak kadının erkekten hiçbir farkı ve eksikliği yoktur. Kur’an’ın ifadesine göre zina eden, hırsızlık yapan bir kadın bunları yapan erkek gibidir. Her ikisine de aynı had ce­zası uygulanır. Yine saliha bir kadın, salih bir erkek gibidir. Yaptık­ları karşılığında her iki­sine de hazırlanan cennet, aynı cennettir. Erkeğin namazının, orucu­nun, sadâkatinin ve iffetinin karşılığı ka­dınınkinin karşılığından faklı değildir. Yâni kullukları ve sorumlu­lukları açısından kadın ve erkek birbirine eşittir. Lâkin aile içindeki müşterek sorumluluklarına gelince; Rabbimiz her birine ayrı ayrı roller biçmiştir. İşte Rabbimiz tarafından kendilerine biçilen bu rol gereği olarak, erkeğe şahsi ve malî konu­mundan ötürü bir imtiyaz vermiştir. Bunu Nisâ 34 âyetiyle anlatır:
"Erkekler kadınlar üzerine kavvamdırlar.
Peki nedir bu kavvam oluş? Zâlimdir! Despottur! Ezicidir! Aşağı­layıcıdır! Horlayıcıdır! Üsttedir! Alttadır! Yandadır! Kenarda­dır! Değil. Ya ne? Hani İslâm’ın toplumun nüvesi dediği aile var ya, bunu bir birim kabul eder ya İslâm toplumda, işte o ailede er­keğe bir fonksi­yon yükler ya İslâm, işte bu anlamadır kavvam. Yâni rol anlamına, şe­ref anlamına, kahır anlamına ve görev anlamına­dır bu kavvam. Yâni kadınlar üzerinde bekçi ve muhafız anlamı­nadır bu kavvam. Yâni ka­dınlar üzerinde hizmetçi olmadır bunun mânâsı. Kadınları eğitme, ye­tiştirme ve ateşten koruma görevidir. Kadınların hayatına karışma; ama onların Allah’ın emaneti oldukla­rını bilmedir kavvam. Veya on­lardan sorumlu olma görevini üstlenmedir. Bakın bu kelime Nisâ sû­resinde bir daha kullanılır:
"Ey iman edenler! Hak üzere durup adâleti ye­ri­ne getirmeye çalışan kavvamlar olun!"
(Nisâ: 135)
Yâni ey iman edenler siz de toplumda bulunduğunuz ko­num-da, bulunduğunuz makamda kavvamlar olun! İnsanlara, hay­van­lara, bitkilere, hattâ taşlara, cansız cemadâtlara karşı kavvamlar olun. Onlar nerede kullanılmalıysa, hangi konumda tu­tulmalıysa onları o makamda tutarak kavvamlar olun, buyurulmaktadır.
229:"Boşama iki defadır. (Ondan sonra) kadını ya iyilikle tutmak ya da iyilikle salmak vardır. Kadınlarınıza verdiğiniz mehirlerden bir şeyi geri almanız size helâl ol­maz. Meğer ki karı ile koca Allah’ın emirlerini yerine geti­rememekten korksunlar. Eğer siz de onların Allah’ın emirlerini yerine ge­tiremeyeceklerinden korkarsanız, ka­dının ayrılmak için fidye vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onları aşmayın! Her kim de Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlim­lerin ta kendileridir."
Âyet-i kerîme cahiliye döneminde yaşanan çok çirkin bir âdeti kaldırmayı hedefler. İslâm’dan önce bir koca, karısını dilediği zaman, dilediği kadar boşardı. Karısına kızdığı zaman onu boşar ve işine gel­diği zaman da onu geri alırdı. Âdeta kadın erkeğin elinde oyuncak ko­numundaydı.
Bu, keyfe ma yeşa boşama konusunda herhangi bir sınır ol­ma­dığı için sık sık tekrarlanırdı. Adam boşar, sonra iddeti bitme­den onu tekrar geri alırdı. Bu durumda kadın ne tamamıyla evli ne de be­kardı. Ne doğru dürüst onunla evlilik ilişkisi vardı, ne de bir başkasıyla evlenebilecek bir özgürlüğe sahipti. Ne evli ne bekar; böyle bir zulüm yaşıyordu kadınlar. Nesâi’nin rivâyetine göre:
İşte bir adam karısına zulmetmek için: "Seni himayeme alma-yacağım! Serbest de bırakmayacağım!" dedi. Kadın: "Bunu nasıl ya­pacaksın?" diye sorunca da: "Seni boşayacağım. İddetin bitmesine yakın tekrar alacağım ve böylece sana çektireceğim!" deyince, kadın Rasulullah Efendimize gelerek şikâyette bulundu. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerîme nazil oldu deniyor.
"Talâk (boşama) iki defadır.
(Nesâî)
Demek ki bu âyet, bu tür bir zulmü ortadan kaldırmak için gel­miştir. Kadın erkeğin elinde bir oyuncak değildir. Bütün bir evli­lik sü­resi içinde koca karısını, ancak iki kere boşayabilir. Bundan sonra ne zaman ki onu üçüncü defa boşamışsa, artık ondan ta­mamen ayrılmış demektir. Yâni bir erkeğin karısına tekrar döne­bileceği boşama, an­cak iki defa olan boşamadır. Üçüncü defa bo­şandı mı, artık o erkeğin kadını tekrar nikâhı altında tutma hakkı kalmamıştır. Üçüncü defa da boşandı mı, artık o kadın başka bir erkekle normal bir evlilik kurar ve bu evlendiği erkekten de boşa­nırsa, ancak o zaman eski kocasına dönme hakkı doğabilir.
Boşanmak İslâm’da sevilmeyen, Allah’ın istemediği çok zor bir şeydir. Ama buna rağmen eğer taraflar anlaşamıyorlar, birbirlerine ta­hammül edemez ve birbirlerini kırıp dökecek bir duruma gelmişlerse, o zaman elbette birbirlerine işkence çektirmelerinin ve kulluklarını tehlikeye düşürmelerinin de anlamı yoktur. Güzellikle ayrılırlar ve her ikisi de sevebilecekleri, anlaşabilecekleri birileriyle evlenebilir­ler. Rabbi-miz buna imkân tanımıştır.
Ancak iyice düşünmeden fevri olarak verilmiş kararları tekrar gözden geçirmek ve her aşa­mada geri dönüş ve barışma kapısını açık bırakmak üzere Kur’an güzel bir boşanma şeklini şöyle tarif eder. Sünnete uygun boşama şöyle olacaktır: Kadın ay başını bitirip temizlendikten sonra cima yapmadan kocası onu bir talâkla boşar. Bu boşamadan sonra koca bekler. Bu beklemenin se­bebi şudur. Belki erkek de kadın da pişman olabilirler. Erkek boşadı­ğına kadın da boşan-dığına piş­manlık duyabilirler. Kadın böyle bir du­rumda belki kocasının iste­yip de yapmadıkları konusunda bir daha düşünerek kendi haksız­lığını anlamış ve pişman olmuş olabilir. Her iki taraf da pişmanlık duyarak bundan sonra boş yere birbirimizi kırma­yalım! Birbirimizi üzmeyelim! Aramızda anlaşamadığımız çok ciddi konular da yok, basit şeyleri böyle büyütmeyelim, diyerek tekrar bir­birlerine sarılıp beraber olmaya karar verebilirler.
İşte bunun için İslâm, bu arada kadının koca evinde kalma­sını emreder. Durumu tekrar gözden geçirebilmeleri için kadın koca evin-de durmalıdır. Çünkü Allah bu evliliğin hemen sona er­mesini is­te-miyor. Ani verilmiş, fevri verilmiş bir kararla, ya da kız­gınlıkla veril­miş bir kararla bu işin bitmesini istemiyor Rabbimiz. Kadın tek talâkla boşanmış ama koca evinde. Koca evinde aynı evde, aynı odada; ama ayrı yataktalar. Yemeklerini yine beraber yiyorlar, kadının nafakası yine kocaya ait; ama sadece cinsel ilişki yok.
Eğer her iki taraf da bu boşanmadan pişman olmuşlarsa he­men iddet içinde dönerler, barışırlar ve biter iş. Ama boşanmaya ka­rarlılarsa, her şeye rağmen boşanmak istiyorlarsa o zaman ka­dın ikinci defa hayız görür ve ondan da temizlendikten sonra koca onu ikinci defa tek talâkla boşar. Ve yine bekler. Yine kadın koca­sının evindedir, yine tekrar düşünme zamanı vardır önlerinde, pişmanlık duyarlarsa yine henüz birbirlerine dönüş imkânları var­dır. Ama buna rağmen yine de boşanmayı düşünüyorlarsa kadın üçüncü defa hayız görür; bu hayızdan da temizlendikten sonra koca onu üçüncü defa boşar ve böylece bu evlilik sona ermiş olur.
İşte İslâmî boşama, sün­nete uygun boşama budur. Evet boşama kaçınılmaz hale geldiği za­man, birlikte yaşama imkânı kalmadığı zaman koca karısını böyle bo­şayabilir.
Lâkin şimdi bizim ülkede bu uygulanmıyor. Kadın, kocası ta­ra­fından bir talâkla boşandığı zaman hemen babası ve ailesi ta­rafından kocanın evinden alınıp babasının evine götürülüyor. Ka­dını da erkeği de kendi başlarına bırakmıyorlar ki, düşünüp tekrar ciddi bir karar ve­rebilsinler. Sanki bu evliliği bitirmeye kast etmişler gibi hemen apar topar kadını alıp gidiyorlar ve bir daha düşünüp taşınıp da geri dönüş imkânı bırakmıyorlar. İşi kavgalara vardırıp âdeta boşanmayı hızlan­dırmaya çalışıyorlar. Bu gerçekten çok kötü bir âdettir bizim memle­kette.
Bir de yine, bizde çok yaygın bir boşama biçimi daha vardır; ona da bid'i boşama, bid'at boşama denir. O da kişinin, karısını ha-yızlı veya loğusa iken boşamasıdır. Ya da bir çırpıda, bir tek sözle üç defa boşamasıdır. Üç talâkı da bir kerede ve aynı anda, aynı mec­liste yapan cahiller de bilelim ki, bu Allah kanununa karşı çok büyük bir günah işlemektedirler. Allah’ın Resûlü’ne bir adamın, karısını böyle üç talâkla birden boşadığı haberi verilince Rasulullah şöyle bu­yurdu:
"Ben aranızda olduğum halde Allah’ın kitabıyla na­sıl oynuyorsunuz?"
Allah’ın Resûlü’nün bu ifadesi etrafındakilere öyle tesir etti ki, aralarından biri kalkıp: "Ey Allah’ın Rasûlü bunu yapan kişiyi öldüre­yim mi?" Diye bağırdı.
(Nesâî)
Ani bir sinirlenme sonucu, fevri bir karar sonucu, he­men üç talâ­kın üçünü de sıyırıp atan bu insanlar, çoğu kez piş­manlık duyup çareler armaya koşarlar. Allah’ın Rasûlü bu şekil­deki boşamayı ya­sak-lamıştır. Hattâ Hz. Ömer bu şekilde kadınla­rını boşayanlara kamçı ce-zası vermiştir. Bu şekildeki bir boşama günah olmasına ve yasak­lan-mış olmasına rağmen maalesef ge­çerlidir, yâni böyle kadınlarını boşayanların, kadınları kendilerinden boş olmuş demektir.
İster böyle bid'at biçimde bir çırpıda olsun, isterse sünnete uy­gun olarak ayrı ayrı zamanlarda boşamayla olsun, bir kişi karı­sını üç talâkla boşadı mı, artık bu erkeğin bu kadını tekrar kendine döndür­mesi; ancak bu kadının başka bir erkekle evlenip ondan boşanması ile mümkün olabilir. Evlendiği bu ikinci erkeğin kendi hür iradesiyle boşaması ve bir de bu kadının tekrar eski kocasına dönme rızası şarttır. Eğer ikinci kocasından boşanan kadın eski kocasına dönmek isterse, tekrar nikâh ve mehirle evlenebilir.
Top­lumda hülle diye anla­tılan bir anlayış vardır; bunun İslâm’la uzak ve yakından bir ilgisi yok­tur. Bakın Hz. Ayşe annemiz rivâyet et­miştir. Rıfaa El-Kurazi’nin karısı Allah’ın Resûlü’ne gelerek şöyle dedi: "Ey Allah’ın Rasûlü! Rıfaa beni üç talâkla boşadı. Ben de Abdurrah-mân Bin Zübeyr El-Kurazi ile ev­lendim. Fakat onun er­keklik uzvu bir elbise parçası gibi..." Bunun üze­rine Allah’ın Rasûlü:
"Galiba tekrar eski kocan Rıfaa'ya dönmek isti­yor­sun, fakat bu olmaz. İkinci kocan Abdurrahmân la cima-nın tadını hissetmedikçe eski kocana dönemezsin."
Buyurdu. (Buhârî, Müslim, Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesei)
Bu iki boşamadan sonra ya iyilikle tutmak ya da güzel­likle salı­vermek vardır. Âyet-i kerîmedeki "İyilikle tutmak" tan kasıt ric'i talâkla boşadığı karısını iddet içinde kendisine döndür­mesi, "Güzellikle salı­vermesi" de kocanın istemiyorsa, kadını ken­disine döndürmemesi ve ona zarar vermemek için hemen iddeti biter bitmez onu salıvermesi anlamına gelmektedir.
Allah böyle istiyor ama bugün bizim İsviçre’den devşirilmiş olan medeni kanunda bunun tamamen aksine bir zulüm işlemek­tedir. İsviçre halkı Katolik olduğundan onların kanunlarında bo­şanma diye bir şey yoktur. Bir kadınla bir erkek bir kere evlendiler mi artık hiçbir zaman boşanamıyorlar. Birbirlerini ister sevsinler ister sevmesinler fark etmez. Eğer sevmiyorlarsa her iki taraf da başkalarıyla durumu idare etsinler ama boşanma olmasın diyorlar. Sadece nesep belli ol­sun diye evliler güya ama ayrı yaşıyorlar. Kırk yılın başında bir enayi bulduk! Bir daha nereden bulacağız böyle bir enayiyi? Sen durumu başkalarıyla idare et, ama bu ka­dınla beraber görün! diyorlar. Hem evli hem bekar adamlar. Kimin eli kimin cebinde belli değildir. Fuhuş, ahlâksızlık adam boyu yük­selmiş. Bizde de bazen böyle on beş yıl önce boşanmaya müra­caat edip de henüz boşanamayan insanlar çoktur.
Bu insanlar geçinemeyeceklerini anlamışlar ve çoktan ayrıl­mış­lar. Ayrılmışlar ama resmen ayrılmadıklarından her iki taraf da ev-lenemiyorlar. Şimdi ne yapsın bu adamlar? Batıdakiler gibi zina mı etsinler? Burada da yükselsin mi hayasızlık adam boyu? Bu memle­keti de bir kâfir ülkesine benzetmek isteyen adamlar yıllardır bu zulmü işlemektedirler. Allah müslümanlara basîret ver­sin, şuur versin inşal­lah.
Rabbimiz bundan sonra da kadınlarını boşamış kocalara şöyle seslenir:
"Kadınlarınıza verdiğiniz mehirlerden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz. Meğer ki karı ile koca, Allah’ın emirlerini yerine getirememekten korksunlar."
Âyet-i kerîmeye göre karısını boşayan bir koca daha önce karı­sına vermiş olduğu mehiri ve evlilik hediyelerini geri isteme hak­kına sahip değildir. Yâni ey kocalar! Kadınlarınızı nikâhlarınız altında tutmaya zorlamak için verdiğiniz malları veya daha fazla­sını geri al­mak için onlara eziyet vererek nikâhınız altında tutmaya çalışmayın! Yâni sizden kurtulmak için mehirlerini ya da daha fazlasını size vermek mecburiyetinde tutmayın onları! Bu doğru değildir, buyuruluyor.
Aslında birine verilen hediyenin geri alınmaya kalkılması çir­kin bir şeydir. Allah’ın Rasûlü bunu yapan kişiyi kustuğunu ya­lamaya ça­lışan kişiye benzetmiştir. Bilhassa bir zamanlar birbirle­rine katılıp ka­rışmış karı kocanın daha önce birbirlerine verdiği hediyeleri geri iste­meleri gerçekten çok utanç verici bir şeydir.
"Eğer siz de onların Allah’ın emirlerini yerine ge­ti­remeyeceklerinden korkarsanız, kadının ayrılmak için fidye vermesinde ikisine de günah yoktur."
Bu boşama isteğinin koca tarafından gerçekleştirildiği za­man böyledir. Ancak boşanma isteği kadın tarafından gerçekleş­miş ve er­kek olarak siz ona eziyet vermediğiniz halde, ayrılmak için kadın size işkence çektirmeye başlamışsa veya size itaat et­miyorsa ve bu evliliği devam ettirmek her iki taraf için de günaha sebep olacak noktaya gel-mişse, o zaman boşanma karşılığında kadınlarınızın vermiş oldu­ğu malları almanızda bir sakınca yoktur. Aksine birbirleriyle geçine­me-dikleri bir durumda kadının kendisini boşaması için kocasına bir şeyler vermesi de caizdir. Kadının is­teğine dayanan bu tür boşanma­larda koca hem karısına verdiği mehri alabildiği gibi daha fazlasını da alması mümkündür.
Sabit Bin Kaysın hanımı Allah’ın Resûlü’ne gelerek: "Ey Al­lah’ın Rasûlü, kocamla bir arada hayat sürmem mümkün değil! Al­lah’a yemin ederim ki, onun ne ahlâkını ne de dinini beğenmiyor deği­lim. Fakat İslâm’dan sonra küfre dönmek ve kâfir olmak da istemiyo­rum! Evimin bahçesinden kocamın bir kaç kişiyle gel­mekte olduğunu gördüm! Onlar içinde kocamı rengi en siyah, boyu en kısa ve yüzünü de en çirkin olarak gördüm! Onu bir türlü sevemedim!" dedi. Bu sırada karısının bu sözlerini dinleyen Sabit Bin Kays: "Ya Rasûlallah! ben malımın en iyisi olan bahçemi mehir olarak ona verdim! Eğer beni is­temiyorsa bahçemi geri ver­sin, ben de onu boşayayım!" dedi. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü o kadına şöyle buyurdu: "Kocanın dedik­lerine ne dersin? " Kadın evet daha fazlasını da veririm! deyince Allah’ın Rasûlü iki­sini birbirinden ayırdı."
(Buhârî, Nesei)
Eğer böyle bir kadın kocasına belli bir fidye vererek onu ken­dini boşamaya ikna ederse, bunun adına İslâm fıkhında hulû denir. Ve kocanın razı olması şartıyla bu boşanma geçerlidir.
"Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onları aşmayın! Her kim de Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zâlim­lerin ta kendileridir."
Bunlar Allah’ın hudududur. Rabbimiz aynı sûrenin orucu anla­tan bölümünde de; “işte bunlar Allah’ın sınırlarıdır! Sakın onlara yak­laşmayın!” deniliyordu. Burada da boşanmadan sonra aynı ifade kul­lanılıyor. Birincide yaklaşmaktan men ediliyor, ikinci­sinde de bu sınır­ları aşmaktan men ediliyor. Rabbimiz yarattığı in­sanın nasıl hareket etmesi gerektiğini, her alanda neler yapması gerektiğini açık açık ki­tabında bildirmiştir.
İşte insanlar Allah’ın istediği gibi hareket ederler, hayatlarını vahiy kaynaklı düzenlerlerse çok rahat ederler. Ama Allah’ın kendi­leri için belirlediği bu sınır­ların ötesine veya berisine aşmaya baş­ladılar mı, hem kendilerine hem de çevrelerine zulmetmeye baş­lamışlar hem ferdi hayatlarını, hem de toplumsal hayatlarını ya­şanmaz bir azap haline getirmişler demektir.
Sûrenin geriye kalan âyetlerini tanıyabilmek için 3. ciltte buluşmak üzere velhamdü lillahi Rabbil’ âlemin.
İKİNCİ CİLDİN SONU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder