Haram aylarda savaş yoktur. Kâfirler bu
haram aylarda sizinle savaşmıyorlarsa direkt olarak siz de bu aylarda onlara
hücum etmeyin. Haram aylar bugün de varlıklarını devam ettirmektedirler. Haram aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve
Recep aylarıdır. Göklerin ve yerin yaratılışından beri haram olan bu ayları
Rabbimiz tarih boyunca her ümmete haram olarak takdim buyurmuştur. Hattâ
Mekkeli müşrikler kendileri çok çirkin şeyler yaparak yoldan sapmalarına rağmen
bu haram ayların hukukuna riâyet ederek, bu aylarda savaş yapmıyor-lardı.
Gerçekten bu aylarda emniyet ve sükun hakim oluyordu. Ama haddi zatında Allah
yasası, İslâm yasası olan bu yasayı Allah Rasûlü de Mekke’de aynen korudu ve
insanlara bu yasaya uymalarını öğütledi. Ama Allah buyurur
ki:
"Ama kim bu aylarda sizin üzerinize
saldırırsa, onun size saldırdığı gibi siz de onlara saldırın."
Haram ayların hürmetine riâyet edin, bu
ayda savaşmayın; ama onlar, o kâfirler haram aylarda bu ayların hürmetini
çiğneyerek sizlerle savaşırlarsa, o zaman sizler de onlara hiç acımayın! Siz de
onlara vurun! Diyor Rabbimiz. Çünkü:
"Bir kötülüğün cezası ona denk bir
kötülüktür."
(Şûra: 40) buyrulur.
Bir tecavüze aynıyla karşılık vermek;
aslında tecavüz değil, tecavüzün cezasıdır. Allah’ın Rasûlü Buhârî ve
Müslim’deki bir hadis-lerinde şöyle buyurur:
"Kötülüğe ilk başlayan daha
zâlimdir."
(Buhârî iman 17)
Öyleyse hürmetler, hürmetlere kısastır.
Haram ay da haram aya kısastır. Müşrikler Hudeybiye senesi Zilkade ayında
müslüman-lara saldırarak bu haram ayın hürmetini çiğnediler ve siz de bu ayda
onlara karşılık vererek aynı şekilde onlarla savaşmaktan sakınmayın deniyordu.
Müslümanlar da bu ayda Mekke’ye girmişler ve bu âyet müşriklere: "İşte bu geçen
senekine kısastır" diye açıkça haber veriyordu.
Veya evet bu haram aylarda savaşmak
yasaktır. Ama bu haram ayların birinde müslümanların hataen kâfirlerden
birilerini öldürmelerinden söz ediliyordu. Yâni bu haram aylara ufak tefek
yanılgılı bir şekilde yaklaşan, bu konuda ufak tefek hata eden müslümanların
tavır ve davranışlarını da Rabbimiz kınamadı. Her ne kadar da bir yanılgıyla
sizler bu haram aylarda bir savaş yaptıysanız da ötekiler külliyen zaten bunu
yapıyorlar buyurdu.
Mescid-i Haram, Mekke haramdı. O
Mescid-i Haram’da kimseye kötülük yapılmayacak, hiç kimse incitilmeyecekti.
Bütün insanlar orada rahat ve huzur içinde bir hayat sürecekti. Herkes istediği
biçimde çok rahat olarak inancını yaşayacaktı. Allah böyle istiyordu, din
böyle diyordu. Ama Allah’ın peygamberi Allah’ın mescidinde, Allah’ın hareminde,
Allah’ın mülkünde kendisine hayat hakkı tanınmayan bir durumla karşı karşıya
bırakıldı. Allah’a inanmış Allah’ın kulları, Allah’ın evinde rahat bir şekilde
Allah’a kulluk yapamayacak bir duruma getirildiler. Mekke’de Allah’ın
Kâbe’sinin yanı başında on üç yıl müs-lümanlara kan kusturdular. Orada hukuken
hayvanlara bile ilişilme-mesi gerekirken, müslümanların kanlarını helâl
kıldılar.
Şimdi bu adamlar hem haram
ayların kutsiyetini kabul etmesinler, hem Mekke’nin, Kâbe’nin kutsiyetini ihlâl
etsinler, ondan sonra da çıkıp müslümanlara, müslümanlar bugün haram olan
Recebin sonu mu? Recep çıktı mı? Çıkmadı mı? Şüphe ederek ve bilmeyerek onlardan
birilerini öldürdüler diye yaygarayı bassınlar. Bak, bak bu müslümanlar haram
aylara riâyet etmiyorlar! Bunlar adam öldürüyorlar! diye. Hiç önemli değil!
Diyor Rabbimiz. Zira müslümanların da öldürmeye hakları
vardır.
Tamam bir yanılgı olmuştur,
öldürmemeleri gerekiyordu. Ama onlar on üç senedir müslüman kanı akıtıyorlardı
ya. Yahut şu anda bu haram aylara çok büyük kudsiyet atfeden bugünün yeryüzü
kâfirleri, eğer fırsat bulsalardı yeryüzünde acaba bir tek müslüman bırakırlar
mıydı? İşte görüyoruz. Bosna kan gölü, Çeçenistan kan gölü, dünyanın her
tarafında akan müslüman kanı.
Burada Kur’an’ın genel mantığına
bakıyoruz. Kur’an hiçbir zaman savunmada değildir. Daima hücumdadır Kur’an.
Zaten daima hücumda olan toplumlar galip gelecekler ve savunmada olanlar da
mutlaka mağlup olacaklardır. Öyleyse bizim de içimizdeki ezikliği bu Kur’an
âyetleri inşallah silecek ve biz sürekli kâfirler karşısında hücumda olarak
sürekli inanç dünyamızda galip olabilmenin izzet ve şerefini yaşayabilmeliyiz.
Bu haram aylarda ilk başlayan siz olmamak
şartıyla, onların size saldırdığı gibi siz de onlara hücum edin.
Ama:
"Allah’tan sakının ve bilin ki Allah
sakınanlarla beraberdir."
Bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.
Haram aylarda mı savaşacaksınız? Takvayı unutmayın. Haram aylar çıktığında mı
savaşacaksınız? Takvayı unutmayın. Kâfirlerle mi savaşıyorsunuz? Takvayı
unutmayın. Onlar sizin egemenliğinizi kabul etti de sulh mu yapacaksınız?
Takvayı unutmayın. Allah huzurunda olduğunuzu, sürekli Allah kontrolünde bir
hayat yaşadığınızı ve yaptığınız her şeyden hesaba çekileceğinizi unutmayın.
Hayat budur zaten. Bakıyoruz, bu savaş âyetlerinin arasında bir infak âyeti:
195:Allah yolunda infak edin. Kendi
ellerinizle ken-dinizi tehlikeye atmayın. İyilik yapın, ihsanda bulunun çünkü
Allah muhsinleri sever."
Bir savaş ortamından sonra birdenbire
bir infak emriyle karşı karşıya geliyoruz. Hayat budur işte. Savaş ve infak iç
içice yaşanacak. Ölmek, öldürmek, sağ kalmak ve infak hayatın içinde olaylardır
bunlar. Zaten Allah yolunda infak edemeyen toplumlar Allah için savaşmaya da
güçleri yetmeyen toplumlardır. Vücutlarının dışındakileri harcamaya gücü
yetmeyen insanlar, iç dünyalarını veya vücutlarını nasıl harcayabilecekler?
Malını Allah yolunda veremeyen insanlar canlarını nasıl verebilecekler?
Cebimdeki on bin lirayı Allah için harcayamayan ben, ömrümün on saatini yahut
ilerde ömrümün tamamını nasıl verebileceğim? Halbuki Allah için savaşa girmek
demek; ömrün tamamını fedâya hazır olmak demektir. Sormak lâzım; inandıkları
Allah, uğrunda mal harcamaya değmeyen bir Allah olan bu insanlar, o Allah
uğrunda canlarını nasıl fedâ edecekler? Bugün malımızın beş on kuruşunu Allah
için harcayamayan sen ve ben ömrümüzün tamamını isteyen bir savaş felsefesi
içinde, bir savaş ortamı içinde kendimizi nasıl fedâ edebileceğiz? Bu durumda
hiç bir şey yapamayacak ve oturup kalacağız yerimizde şu anda olduğu gibi. Bir
şey yapamayız ki.
Ama Allah’ın ver dediği noktada yavaş
yavaş verebilirsek, kendimizi vermeye alıştırırsak, o zaman ötekisini de
vermeye kendi-mizi alıştıracağız demektir. Yâni bugün beş kuruşu, yarın on
kuruşu, öbür gün yirmi kuruşu verebilirsek veya bugün bir saatlik, öbür gün iki
saatlik ömrümüzü Allah’a verebilirsek, ilim öğrenmeye, din anlatmaya, hasta
ziyaret etmeye verebilirsek, öbürsü gün öyle bir duruma geliriz ki; tüm ömrümüzü
Allah’ın dinine, müslümanların hizmetine fedâkarca infak edebiliriz. Ve nihâyet
bir gün gelir de Allah bizden ömrümüzün tümünü isterse, malımızın tamamını
isterse o zaman verebiliriz bunları. Ama ben şu anda bir çay parasını bile
veremiyorsam veya bir müslümanın dolmuş parasını veya bir talebenin kitap
parasını veremiyorsam, canım istendiği zaman ben bu canı nasıl verebilirim?
Zaten devam eden âyette buyuruluyor ki:
"Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye
atmayın"
Yâni Allah yolunda infak etmeyerek
kendi kendinizi cehenne-me, tehlikeye atmayın buyuruluyor. Bu âyetin pratikte
uygulanmasının bir yorumunu, bir savaş anında naklen sahabe bize şöyle
anlatıyor: Kostantin muhasarasında Rasulullah’ın sahabelerinden Ebu Eyyub
el-Ensârî, yaşlı bir kişi. Allah’ın Rasûlü Medine’ye geldiği zaman evinde
misafir kaldığı sahabe. Emeviler döneminde İstanbul’un fethi için
gelir.
Bakıyor ki muhasara esnasında bazı
kimseler sürekli ileri atılıyorlar ve şehid oluyorlar. Yanlarındaki bazı
kimseler de diyorlar ki: Yapmayın böyle! Allah kendinizi tehlikeye atmayın!
Diyor. Yok diyor Ebu Eyyub el Ensârî, bu âyet bizim için nazil oldu. Bu âyeti
içinizde benden daha iyi bileniniz yoktur. Biz Mekke fethedildikten sonra,
Arabistan müslüman olduktan sonra geldik Rasulullah’a ve dedik ki: Ey Allah’ın
Rasûlü, Mekke fethedildi, Arabistan tamamıyla müslüman oldu, artık gücümüz
kuvvetimiz zirveye ulaştı. Sulh sükun hakim oldu. İslâm egemen oldu. Artık bize
müsaade et de biz şu işimize, aşımıza, ticaretimize, hurmalıklarımıza,
tarlalarımıza dönelim! Dedik. Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu: Siz Allah yolunda
cihadı bırakır da tarlalarınıza, ticaretinize dönerseniz kendi ellerinizle
kendinizi tehlikeye atmış olursunuz! Sonra da bu âyeti okudu. İşte âyetin mânâsı
budur. Ve e- ğer gerçekten bizler İşimize, aşımıza, dükkanımıza tezgahımıza
döner de Allah yolunda cihadı terk edersek, kendi ellerimizle kendi kendimizi
tehlikeye atmış olacağız. Halbuki bize göre bizim kendi kendimizi tehlikeye
atmamız, zarara uğramamamız, maslahata uygun rahat içinde bir hayatı
kaybetmemiz demektir.
Öyleyse cihadı bir kenara bırakıp mal
mülk derdine koşmanız, tarla tapan derdine, ev bark derdine, mark dolar derdine
koşmanız sizin kendi kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmanızdır diyor
Allah Rasûlü. Ebu Eyyub el Ensârî bunun bu mânâya geldiğini anlatıyor. İşte
savaş âyetlerinin ve savaş ortamının içinde, savaş âyetlerinden hemen sonra
bizi infakla karşı karşıya getiren bu âyetin bilincine ermemiz gerekecek. Şu
anda bizler belki fiilen bir savaş ortamında olmamakla beraber, öyle miyiz
değil miyiz o da tartışılabilir de, şu anda her ne kadar çevremizdeki
kardeşlerimizin savaş ortamında oluşundan habersiz yaşayan bizler, belki fiilen
bir savaş ortamının içinde olmamakla birlikte şu anda hepimiz infak ortamı
içinde bulunuyoruz. Ya da infak ortamında olabiliriz.
Yâni şu anda bizler hiç olmazsa
hayatımızı dünyaya bağım-lılıktan kurtarmak zorundayız. Uykuya bağımlılıktan,
rahata bağımlılıktan, paraya bağımlılıktan, büroya, dükkana, tezgaha
bağımlılıktan kurtarmak zorundayız. Zaman imkânlarımızı, ömür imkânlarımızı,
mal imkânlarımızı yavaş yavaş fedâ etmeye alıştırmalıyız kendimizi. Ömrümüzün
bir bölümünü, meselâ 24 saatimizin 2 saatini müslümanların dirilişi meselesine
fedâ edebilmeliyiz. Benim günlük zamanımın iki saati sizin içindir ey
müslümanlar! diyebilmeliyiz. Kullansınlar bizi iki saat. Harcasın müslümanlar
iki saatimizi. Harcasınlar bizi. Kim harcarsa harcasın fark etmez. İhtiyarı
kullansın, genci kullansın, kadını kullansın, erkeği kullansın, akrabam
kullansın, babam, anam, komşum, arkadaşım kullansın fark etmez. Ama ben
başkalarının olabileyim iki saat. Ve yirmi dört liramın iki lirası da
başkalarının olsun. Ben onda hiç temellük hakkı saymayayım. Varsa yirmi dört
liramın iki lirasını da başkaları kullansın ne çıkar bundan? Ben bugün iki
saatimi vereyim de, ben bugün iki liramı vereyim de, yarın öbürsü gün dörde,
beşe çıkarayım. Eğer bugün ben bunu beceremezsem, bencillik yapar ve sadece
kendim için yaşarsam ve paramı da hep kendime harcarsam, bir gün zorunlu olarak
canımın istendiği bir ortamda, malımın tamamının istendiği bir savaş ortamında
benim yapabileceğim hiç bir şey yoktur. Allah yolunda infak
edin:
"İyilik yapın, ihsanda bulunun; çünkü
Allah muh-sinleri sever."
İhsan, hayatın herşeyinde ihsan.
Hayatın her bir bölümünde ihsan isteniyor bizden. Savaşırken ihsan, öldürürken
ihsan, ölürken ihsan, infak ederken ihsan, kurban keserken, yerken, yedirirken,
namaz kılarken, oruç tutarken, haccederken, savaşırken, barışırken hep ihsan
isteniyor bizden. Yâni hayatı Allah çin yaşamak isteniyor. İhsan budur işte.
Hayatı Allah için ve Allah’ın gördüğü şuuru içinde yaşamak. İşte Allah böyle
kendisini görürcesine kendisine kulluk yapanları sever. Allah’ın her ân ve her
zaman kendisini kontrol ettiğine inanan ve her ân Allah huzurunda bir hayat
yaşadığı bilincine eren bir müs-lüman, elbette tüm yaptıklarını Allah’a lâyık
yapmaya çalışacaktır.
196:"Hac ve umreyi de Allah için
tamamlayın. Bundan engellenirseniz, yapamadığınız bir şey olursa o vakit size
kolay gelen kurbanı gönderin. Ama kurbanlar kurban mahalline (Mina) varıncaya
kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden kim hasta olur veya başından bir
rahatsızlığı varsa ona oruç, veya sadaka, veya kurbandan fidye gerekir. Güven
içinde olduğunuz zaman hacca kadar umre ile yararlanmak isteyene, temettû yapmak
isteyene kolayına giden bir kurban kesmek gerekir. Kim kurban bulamazsa hacda üç
gün, hacdan döndüğünüzde de yedi gün olmak üzere tam on günlük oruç vardır. Bu
ailesi Mescid-i Haram’da olamayanlar içindir. Allah’tan sakının, bilin ki Allah
cezası çok şiddetli olandır."
İşte hayat böyle. Bazen savaşırsın,
bazen para harcarsın, bazen de hacca ve umreye gidersin. Hayat budur işte. Veya
anında hacdan dönerken yolun değişiverir, memleketine döneceğin yerde
Filistin’e, Mescid-i Aksa’yı kurtarmaya dönüverirsin. Veya bakarsın bir gün
şeytana attığın o taşları Filistinli garibanların arasında, onların attıkları
hedefe atıverirsin. Bakarsın ki milyonlarca insanın ellerinde taşlarla beraber
kendilerine doğru geldiğini gören zâlimler, yıllardır kemik kırıp, kan içen
zâlimler kaçacak delik aramaya başlamışlardır artık. Korktukları günün gelip
çattığını anlamışlar ve korkudan ödleri patlamıştır artık. Ve artık yıllardır
tüm dünyanın gözleri önünde kemikleri kırılan, kanları içilen gözü yaşlıların
yüzleri de gülmeye başlamıştır. Ve bu iş, o zaman çok kolay olur. O günler pek
uzak olmasa gerek. İşte savaştan sonra bir infak ve infaktan sonra da bir hac
âyeti.
Haccı ve umreyi de Allah için
tamamlayın! Haccı ve Umreyi düzgün yapın, ihsan içinde ve Allah’a lâyık bir
biçimde yapın! Zira hac, insan ömrünün bir kesitidir. İnsan hayatının bir
maketidir. Hacla insan ömrü doğru orantılıdır. Hac anlaşılmışsa, hac Allah’ın
istediği biçimde ifa edilmişse insan hayatı düzgündür. Hac anlaşılmadan
yapılmışsa, hacda ihsan gerçekleşmemişse o zaman insan hayatı da bozuktur.
Öyleyse haccı ve umreyi Allah için ve Allah’ın istediği şekil-de tamamlamak
zorundayız.
"Bundan engellenirseniz, yapamadığınız
bir şey olursa, o vakit size kolay gelen kurbanı
gönderin."
Eğer hac için yola çıktıktan sonra
engellenirseniz, orada hapse filan girerek veya başka sebeplerle
engellenirseniz, niyetlendiğiniz haccı gerçekleştiremezseniz, o zaman da
kolayınıza gelen bir kurbanı kesin diyor Rabbimiz. Hacdan engellenme konusunda
iki görüş vardır: 1: Düşman tarafından konulan bir engeldir. Nitekim ulemânın
ifadesine göre bu âyet umre yapmak niyetiyle giderken Hudeybiye denen mevkie
geldiklerinde Mekke’li müşriklerin Rasulullah’a ve beraberindeki müslümanlara
Mekke’ye girme engeli koymaları üzerine nazil olmuştur. Allah’ın Rasûlü burada
ihramdan çıkıp kurbanlarını kesmiştir. 2: İkincisi niyetlenmiş haccı engelleyen
herşeydir diyenler de olmuştur. Hastalık, düşman korkusu, yol emniyetsizliği,
bineğin kaybolması, ölmesi, kadının yanındaki mahreminin ölmesi gibi
engel-lerdir. İbni Mes'ud’un rivâyetinde Allah’ın Rasûlü, Duba binti Zübeyr
Binti Abdul Muttalib’in evine uğradı. O Rasulullah’a dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü
ben haccetmek istiyorum ama hastayım, ne yapayım? Allah’ın Rasûlü buyurdu ki:
Haccet ve şöyle bir şart koş: Ben nerede hacdan ala konursam orada ihramdan
çıkarım. (Buhârî ve Müslim)
"Ama kurbanlar kurban mahalline (Mina)
varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin."
Hastalık sebebiyle düşman sebebiyle veya başka
bir şeyler sebebiyle engellendiğiniz zaman kişi kurbanını ya Haremi Şerife
gönderir, ya da bulunduğu yerde kurbanını keser. Yâni bir zaman ihramdan çıkıp
başlarınızı tıraş etmeyiniz. Arafat, Müzdelife, sonra kurban kesme mahalli olan
Mina’ya varıncaya kadar saçlarınızı tıraş etmeyin.
Bu âyetle alâkalı kimileri
Mescid-i Haram’a bir kurban veya bedelini mutlak göndermelidir demişler. Çünkü
kurbanın ulaşacağı yer konusunda Mâide’de şöyle buyurulur:
"Kâbe’ye ulaşacak bir
kurbanlık.."
(Mâide: 95) Âyetinin delâletine
göre harem bölgesi kastedilmiştir. Kimileri de kişinin bulunduğu yerde kurbanını
kesmesi de caizdir demişler. Nitekim Allah’ın Rasûlü Hudeybiye’de kurbanlarını
kesmiştir. Hudeybiye harem bölgesinin dışındadır. Yukarıda ifade ettiğim şart
koşma hadisi de buna delildir Allahu âlem.
"Sizden kim hasta olur veya başından
bir rahatsızlığı varsa ona oruç, veya sadaka, veya kurbandan fidye gerekir.
"
Yâni kişi ihzar durumunda iken, hacdan
engellenmiş durumu yaşarken hasta olur, ameliyat edilecek olur, başından veya
vücudunun herhangi bir yerinden tıraş yapılmak zorunda kalırsa, zamanından
önce tıraş olduğundan dolayı o kişiye oruç tutması veya sadaka vermesi veya
kurban kesmesi vacip olur. Bu tercihi Rabbimiz kişinin kendisine havale
etmiştir.
İslâm’da tıraş önemlidir. Çünkü tıraş
hayata yeniden, yenibaş-tan dönmek gibidir. Yâni bir kişinin ihrama girip de
Mina’da geceleyip ertesi sabah Arafat’a çıkıp, ertesi akşam Arafat’tan
Müzdelife’ye doğru yürüyüp ve sabah namazından sonra da Mina’ya, savaş alanına
doğru gitmesi, orada şeytanlarla karşı karşıya gelmesi anına kadar artık
tamamen dünyayla irtibatını kesmiş, varlığını bitirip sıfırlamış, hiç bir
şeyi kalmamış, herşeyi Allah için olmuş. Arafat’ta irfana ulaşıyor, Allah için
öğreniyor, Meş’ar’de bu öğrendiklerinin Allah için bilincine eriyor,
öğrendiklerini şuur haline getiriyor ve Mina’da da bu öğrendiklerini Allah’a
kulluk adına uygulamaya koyunca karşısına çıkacak tüm engelleri kurban etme
noktasına ulaşıyor, kurban ediyor. Bambaşka bir dünyada, bambaşka bir hayatın
maketini yaşıyor. Ve ondan sonra da ihramdan çıkarken başını tıraş ederek tekrar
dünyaya, eski hayatına dönüyor. Orada yaşadığı bu sembol hayatla bu maket
hayatla dünyaya dönüyor. Yâni orada pratikte uyguladığı bir hayat bilgisi ve
bilinciyle tekrar hayata dönüyor. Ve onu aynen bundan sonraki hayatında
uygulamak bilinciyle hayata dönüyor. Artık bir ömür boyu o hayatın aynını
gerçekleştirmek zorundadır. İşte model bir hayattan, maket bir hayattan
yeniden hayata dönmenin başlangıcında kişi, başını tıraş edecektir. Evet, orada
Rabbimiz bize sunduğu, bize yaşattığı o maket hayatın aynısını bir ömür boyu
yaşamamızı istiyor. İşte bundan sonraki tüm hayatınız buradaki gibi olsun
diyor.
¬
"Güven içinde olduğunuz zaman hacca
kadar umre ile yararlanmak isteyene, temettû yapmak isteyene kolayına giden bir
kurban kesmek gerekir."
Temettu haccına niyet eden kişi kurban
kesmek zorundadır. Ama herkimin de bu kurbanı kesmeye gücü
yetmezse:
"Kim kurban bulamazsa hacda üç gün,
hacdan döndüğünüzde de yedi gün olmak üzere tam on günlük oruç vardır. Bu
ailesi Mescid-i Haram’da olamayanlar içindir. Allah’tan sakının, bilin ki Allah
cezası çok şiddetli olandır."
Kurban kesmeye gücü yetmeyen kişi de hac
esnasında, yâni kurban bayramından önce üç gün oruç tutacak ve memleketine
döndükten sonra da yedi gün oruç tutacak, böylece on gün oruç tutması
gerekecektir.
197:"Hac belli aylardadır. Kim bu
aylarda haccı kendisine farz ederse, hacda kadınla cinsi birleşme, fısk ve
cidal yoktur. Hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilmektedir. Azık da alınız,
azıkların en hayırlısı takva azığıdır. Ey akıl sahipleri benden
sakının."
Kimileri bu hac belli aylardadır
ifadesini yanlış anlamaya çalışıyorlar. Efendim istediğimiz zaman hac
yapabiliriz, baksana Allah hac belli aylardadır buyuruyor, öyleyse dilediğimiz
zaman dilediğimiz aylarda hac yapabiliriz bunda hiç bir mahzur yoktur diyorlar.
Halbuki durum böyle değildir. Hac ayları Şevvalden sonra başlıyor. Şevval
hazırlıktır, Zilkade bu hazırlığın zirveye çıkmasıdır ve Zilhicce de hac
aylarıdır. Ve böylece Rabbimizin zikrettiği aylar bunlardır diyoruz hazırlık
dönemiyle birlikte son safha olarak.
Yine Tevbe
sûresinde:
“...Büyük hac günü, Allah ve
peygamberleri, insanlara ilan eder.
(Tevbe 3)
Diye bir günden söz ediyor Rabbimiz.
İşte o belli gün Zilhiccenin dokuzuncu günüdür. Allah’ın rasûlu de "O gün
Arafa’dır" diyor. Buna göre hiçbir zaman bir müslümanın Zilhiccenin dokuzunun
dışında bir günde Arafat’a çıkıp hac yapabilirim diye bir söz söylemeye hakkı
ve selahiyeti yoktur.
Efendim işte insanlar çoğaldı, hacda
izdiham oluyor, artık bu hac işini diğer aylara da yaymak zorundayız. Kimimiz
Muharrem ayında, kimimiz Zilhiccede hac yapabilmeliyiz demeye kimsenin hakkı
yoktur. Hac bellidir, hac ayları da bellidir. Bu yasa Hz. İbrahim döneminde
belirlenmiştir, Rasulullah (a.s) döneminde de bu yasa aynen pratikte
uygulanmıştır. İlk önce Hz. Ebu Bekir Efendimiz bunu pratikte göstermiş, sonra
da Allah’ın Rasûlü veda haccında bizzat bunu pratikte göstermiştir. Bundan
sonra artık hiç birimiz istediğimiz zaman hac yapabiliriz diyemeyiz kıyamete
kadar.
"Kim bu aylarda haccı kendisine farz
ederse, hacda kadınla cinsi birleşme, fısk ve cidal yoktur."
Yâni kim ihramını giyer de hacca karar
verip başlarsa; artık onun için refes, fısk ve cidal haramdır. Yâni kim ki hac
aylarında haccetmek niyetiyle binitini ve azığını hazır ederek haccı kendisine
farz ederse. Rasulullah efendimizin bir hadisinden öğreniyoruz ki; bir
müs-lümana haccın farz olması için iki temel şart vardır. Bunlardan birisi azık
diğeri de binittir. Binit ve azık. Biniti ve azığı olan kişiye hac farz
olmuştur. Bir merkebi, yahut atı veya devesi veya bir bisikleti, motosikleti
veya arabası olan ve de yolda yiyebileceği kadar işte üç beş kilogram yağı ve
bulguru olan kimseye hac farz olmuştur. Altı ayda da bu şekilde varıp
gelebilecek bu imkânı olan kişiye Allah ve Resûlüne göre hac farzdır. Eskiden
atalarımız binerlerdi develerine ve üç beş ayda bu vazifelerini ifa edip
gelirlerdi.
Hazırlıklarını yapıp hac yolculuğuna
çıkan kimseye refes, fısk ve cidal haramdır diyor
Rabbimiz.
Refes; kadınlarla cinsel ilişki ve
kötü, kaba lafları içine alır. Hac esnasında kadınlarla cinsel ilişki yasak
olduğu gibi, aynı zaman-da cinsel ilişkiyi çağrıştıran sözler söylemek de
yasaktır. Refes kelimesi bunun ikisini de kapsayan bir
kelimedir.
Fısk, ya da fusuk ise Allah’ın
yasaklarını çiğneyerek korkusuz-ca ve pervasızca günah işlemektir. Hac
esnasında ve her zaman bu da yasaktır.
Cidal da tartışmak, ağız kavgası
yapmaktır ki; hac esnasında Rabbimiz bunu da yasaklamıştır. Allah’ın Rasûlü
Buhârî’deki bir hadislerinde buyurur ki:
"Kim Refes ve fusuk yapmadan
haccederse anasından doğduğu gündeki gibi tüm günahlarından arınmış olarak
hacdan döner."
Az önce de ifade ettiğimiz gibi, günah
her yerde günahtır, sevap her yerde sevaptır. Ama şunu da unutmayalım ki orada
işlenecek günahların da sevapların da kat sayıları
farklıdır.
Bunun için mi dir ki bilmem, galiba
şeytanlar o ayda yeryüzünün tamamındaki mevzilerini terk edip hac yolunda
müslümanları bu tür şeylere, kavgalara isyanlara sürükleyip hacda günahlarının
dökülmesini engellemeye çalışıyorlar. Şeytanlar, orada müslümanların
günahlarını dökerek tertemiz ülkelerine dönmelerini istemedikleri tüm
izinlerini kaldırıp müslümanların hac yollarının üzerine çıkmaktadırlar. Hattâ
A’râf sûresindeki:
"Beni azdırdığın için, andolsun ki,
Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım. Sonra önlerinden,
ardlarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım; çoğunu Sana şükreder
bulamayacaksın" dedi.”
(A’râf
16,17)
Âyetindeki şeytanın, mü’minlerin
yolları üzerinde duracağım ifadesini de kimi âlimlerimiz bu hac yolculuğu
olarak anlamışlardır. Evet hacda refes, fusuk ve cidal (kavga) yasaktır. Peki
acaba bunlar sadece ihramlıya mı yasaktır? Yâni adam ihramdan çıkınca artık
bunlara izin var mıdır? Hayır bunlar ihramın dışında da yapılması yasak olan
şeylerdir. Ama hacda bize tüm ömrümüz boyunca takip edeceğimiz maket bir hayat
sunuluyor ya, işte belki bundan ötürü burada daha bir hassasiyetle bu konulara
dikkatimiz çekilmektedir diyoruz.
"Hayırdan ne yaparsanız Allah onu
bilmektedir. Azık da alınız, azıkların en hayırlısı takva azığıdır. Ey akıl
sahipleri benden sakının."
Evet,
siz ne yaparsanız, nasıl bir amel işlerseniz Allah onun bilmektedir, Allah onun
farkındadır, onu hesaba katmaktadır. Bu konuda pek çok hadisten bir kaçını
hatırlayalım inşallah. Ebû Zerr (r.a)’den rivayet
edildiğine göre bazı insanlar: Ey Allah’ın Rasûlü zenginler tüm sevapları alıp
götürüyorlar, çünkü onlarda bizler gibi namaz kılıyor, oruç tutuyor, ayrıca
zenginliklerinden dolayı sadaka da veriyorlar dediler. Rasûlullah (s.a.v.):
“Allah sizlere sadaka verme ve bu
yönde sevap kazanma imkanı vermedi mi sanıyorsunuz?
Her sübhanallah demek bir
sadakadır,
her Allahüekber demek bir
sadakadır,
her elhamdülillah demek bir
sadakadır,
her lâ ilâhe illallah demek bir sadakadır,
iyiliği em-retmek sadaka, kötülükten sakındırmak sadakadır. Hatta her birinizin
hanımıyla birlikte yatması sadakadır”
buyurdu. Bunun üzerine
sahâbîler: Ey Allah’ın Rasûlü hanımı-mızla şehvetimizi tatmin etmekle bize sevap
mı var? dediler. Pey-gamber (s.a.v.):
“Kişi bu istek ve ihtiyacını haram yoldan
giderseydi, günah olmayacak mıydı? Helal yoldan gidermesinde de elbette sevap
vardır”
buyurdular. (Müslim, Zekat
53)
Ebû Zerr (r.a) şöyle
demiştir: Peygamber (s.a.v) bana şöyle dedi:
“Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret
bile olsa hiçbir iyiliği küçük görme!”
(Müslim, Birr
144)
Ebû Hureyre (r.a)’den
rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular:
“İnsanların her bir eklemi için her gün bir
sadaka gerekir. İki kişi arasında adâletle hükmetmen sadakadır, bir kimsenin
binitine binerken veya yükünü yüklerken yardım etmen sadakadır, güzel ve tatlı
söz sadakadır, namaz için mescide giderken attığın her adım sadakadır, insanlara
eziyet veren şeyleri yoldan kaldırman da sadakadır.”
(Buhârî, Sulh 11; Müslim, Zekat 56)
Hz,
Aişe (r.a)’nın değişik bir rivayetinde şöyle denmiştir:
“Her insan üç yüz altmış
eklem üzere yaratılmıştır. Şu halde bir kimse: Allahüekber derse elhamdülillah
derse lâ ilâhe illallah derse sübhanallah derse, Allah’tan bağışlanma dilerse,
insanların yollarından eziyet veren taş, diken, kemik gibi şeyleri bir kenara
atarsa, iyi olan şeyleri emreder, kötülüklerden sakındırırsa, bunların hepsi de
üç yüz altmışı bulursa o gün cehennem ateşinden uzaklaşmış olarak akşamı
eder.”
(Müslim, Zekat
54)
Ebû
Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Sabah akşam camiye
giden her kimseye her gidişinde Allah onun için cennette bir ziyafet
hazırlar.”
(Buhârî, Ezan 37;
Müslim, Mesâcid 285)
Ebû
Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Ey müslüman hanımlar
hiçbir komşu kadın komşu-sunun verdiği koyun paçası bile olsa yaptığı iyiliği
küçüm-semesin.”
(Buhârî, Hîbe 1; Müslim,
Zekat 90)
Ebû
Hureyre (r.a)’den aktarıldığına göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:
“İman yetmiş yahut
altmış bu kadar şubedir. En yük-seği لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ =
Allah’tan başka ibadet edilecek sözü din-lenecek gerçek ilah yoktur sözüdür. En aşağısı ise eziyet verecek
şeyleri yollardan kaldırmaktır, utanmak da iman-dan bir
bölümdür.”
(Buhârî, İman 3; Müslim,
İman 58)
Ebû Hureyre
(r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Vaktiyle bir adam yolda giderken
çok susadı, niha-yet bir kuyu bulup oraya indi, su içip çıktı, bir de ne gör-sün
bir köpek dilini çıkarmış soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalıyordu. Adama
kendi kendine bu köpek de tıpkı benim gibi susamış dedi ve hemen kuyuya indi,
mestini su ile doldurdu ve mesti ağzına alarak kuyudan çıktı, köpeği suladı.
Bundan dolayı Allah o kimseden razı oldu ve onu bağışladı.” Sahabeler: Ey Allah’ın Rasûlü
bizim için hayvanlardan dolayı sevap var mıdır? dediler. Rasûlullah (s.a.v) de:
“Her canlı sebebiyle sevap
vardır” buyurdular.
Bir başka
rivayette: “Allah ondan memnun oldu ve
onu bağışlayıp cennetine koydu” denilmektedir.
Bir diğer
rivayette ise şöyle buyurulmaktadır: “Susuzluktan ölmek üzere olan bir köpek bir
kuyunun etrafında dolaşıp duruyordu. İsrail oğullarından ahlaksız bir kadın onu
gördü hemen çizmesini çıkardı, köpek için kuyudan su çekerek onu suladı, bu
sebeple o kadın bağışlandı.”
(Buhârî,
Enbiyâ 54; Müslim, Selam 155)
Yine
bir kadının bir kediyi hapsedip aç bırakarak ölümüne se-bep olduğu da başka bir
hadiste belirtilir. Bu iki hadîsi birlikte incele-yecek olursak her canlıya
yaptığımız iyilikten dolayı sevap kazana-cağımızı, zarar verdiğimizde de
cezalandırılacağımızı bileceğiz. “Za-rarlı olan hayvanları
öldürün”
hadîsi ile de istisnaî durumlar açığa kavuşturulmuş oluyor. Hayır yolları pek
çoktur, ciğer sahibi can-lılara yardım da sevaba vesiledir. Müslüman kişi
canlılara ilk yardım olarak hidayet ve doğru yolu gösterme yanı sıra diğer
gereken yar-dımları da mutlaka yapacaktır, çünkü tüm bu yardımlar onun için
müslümanlık borcudur.
Ebû Hureyre
(r.a)’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Müslümanları rahatsız eden yol
üzerindeki bir ağacı kesen bir kişiyi cennet nimetleri içinde yüzer
gördüm.”
(Müslim, Birr 129)
Başka bir rivayette ise
şöyle buyurulur:
“Adamın biri yol üzerinde bir ağaç dalı gördü
ve Al-lah’a yemin ederim ki; bunu müslümanları rahatsız etme-mesi için buradan
kaldıracağım dedi ve o ağacı kaldırdı, bu yüzden cennetlik
oldu.”
(Müslim, Birr 128) Başka bir rivayette de şöyle denilir:
“Bir adam yolda yürürken yol üzerinde bir
diken dalı buldu ve insanlara eziyet vermesin diye onu yoldan uzak-laştırdı. Bu
yüzden Allah ondan razı oldu ve onu bağış-ladı.”
(Buhârî, Ezan 32; Müslim, Birr 127)
Ey Allah’ın kulları yanınıza azık da
alınız. Hac yolculuğuna çıkarken yanınıza yiyeceklerinizi de alınız. Nasıl olsa
orada bizler Allah’ın misafirleriyiz, Allah bizi aç bırakmaz! O bizi
doyuracaktır diyerek başkalarına yük olmayınız! Başkalarının sırtından
geçinmeye çalışmayınız diyor Rabbimiz.
Âyetin nüzul sebebi hakkında İbni Abbas
efendimiz der ki: Yemen ahalisi hacca çıkarken paraları olduğu halde yanlarına
azık almazlardı. Bizler Allah’a tevekkül eden insanlarız! Bu Allah’a karşı
itimatsızlıktır, Allah kendi misafirlerini, kendi evinin ziyaretçilerini
elbette doyuracaktır, Allah misafirlerini doyurmaktan âciz değildir derlerdi. Ve
hacda müslümanlardan dilenerek geçinirlerdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bir de
yanınıza azık alın! Buyurdu.
(Buhârî, Ebu Dâvûd,
Nesei)
Bu anlayış İslâm’daki tevekkülü yanlış
anlamaktır. İslâm’daki tevekkül sebeplere sarılmadan rızkı Allah’a havale
etmek anlamına bir tevekkül değildir. Buna tevekkül değil tevakül, yâni
yiyicilik denir. Evet azıklanınız! Yanınıza azık alınız
ama:
"Azıkların en hayırlısı takva
azığıdır."
Diğer azıkları ihmal etmeyin ama takva
azığı da alın yanınıza. Yeme içme azığından fazla, yağ yoğurt azığından fazla
takva azığı da alın. Takva azığıyla da azıklanmayı ihmal etmeyin. Bu takva
azığını bir ömrün başlangıcından o ana kadar biriktirmek lâzımdır. Âkıl bâliğ
olduğumuz, İslâm’la mükellef olduğumuz günden itibaren hac yolculuğuna
çıkacağımız o güne kadar bu azığı toplamak zorundayız. Bir ömür boyu takvayı
biriktiremeyen müslümanlar, hiç olmazsa hacca gitmeye karar verdikleri andan
itibaren bu azığı toplamaya başlamalıdırlar. Veya bizler, hiç olmazsa
müslümanlar hacca niyet ettikleri andan itibaren onlara bu azığı vermeye
çalışmalıyız. Yâni onlara bilenlerimiz haccı anlatmaya çalışmalıdır.
Kur’an’daki hacla ilgili âyetleri, İbrahim ve İsmail (a.s) larla ilgili
âyetleri, Sa’y la ilgili âyetleri ve Rasu-lullah’ın sünnetindeki haccı anlatmaya
çalışalım. İbrahim’in (a.s) ve Rasulullah efendimizin pratikte uyguladıkları
haccı anlatmaya çalışalım. Yâni bu insanlar bu âyetlerle, bu bilgilerle
donansınlar, haccı bilsinler, dua etmeyi bilsinler, Arafat’ı bilsinler,
Müzdelife’yi bilsinler, Meş'ar’i bilsinler, Mina’yı bilsinler, Hacer’i
bilsinler, Safa’yı, Merve’yi bilsinler, zemzemi bilsinler. Tüm bunların birer
mektep olduğunu, bu mekteplerden diploma alarak tüm hayatlarını böylece
yaşamaları için, kendilerine maket bir İslâm hayatı sunulacağını bilsinler.
Bilsinler de böylece takva azığıyla azıklansınlar. Helkelerini yoğurtlarla
doldurup da güzel bir şekilde kimseye yük olmadan hacca gitmeye çalışan bu
insanlar aynı zamanda takva azığıyla da azıklanarak hacca gitmenin daha hayırlı
olacağını bilsinler. Onlar bilsinler, biz de bilelim
inşallah.
"Ey akıl sahipleri, benim için takvalı
olun."
Benim için hayatınızı yaşayın. Yolunuzu
benimle bulun, yolu-nuzu bana sorarak bulun, ben konusunda takvalı olun, takvayı
benden alın, takvayı benden öğrenin! diyor Rabbimiz...
198:"Hacda ticaretle Rabbinizin
fazlından bir şeyler istemenizde günah yoktur. Arafat’tan akın ettiğinizde
Meş’ar-i haram denilen yerde Allah’ı zikredin. O Allah size nasıl hidâyet
verdiyse siz de onu anıp zikredin. Doğrusu Allah size bunu öğretmeden önce
zaten sizler sapıktınız."
Yâni hacda ticaret yapabilirsiniz,
bunda herhangi bir günah yoktur diyor Rabbimiz. Hacca giden adam çok rahat bir
şekilde ticaret yapabilir. Ticaret mallarından götürebilir, getirebilir. Orada
da ticaret yapabilir, yolda da ticaret yapabilir, bu işte hiçbir sakınca yoktur.
Çünkü İslâm’ın istediği hayatta ne haccın, ne orucun, ne namazın, ne ticaretin
hiçbir farkı yoktur. Hayat bunlarla iç içedir İslâmda. Bir anda namaz
kılarsınız, bir anda da tüccarsınız. Bir anda ticaret yapıyorsunuz, bir anda da
hacca gidiyorsunuz. Bir anda savaşıyorsunuz, bir anda da öğreniyorsunuz. Bir
anda öğretirken, bir anda da öğrenen konumundasınız. Yâni İslâm’da bu
konularda bir ayırım söz konusu değildir, caiz de değildir bu. Yâni biz namazda
ayrıyız da ticarette ayrıyız, bu mümkün değildir. Namaz kılarken ayrı bir
kişilik sahibi, ama ticaret yaparken ayrı bir şahsiyet sahibi olmak İslâm’da
yoktur. Müslüman namaz kılarken Allah’ın kulu; ama ticaret yaparken
kapitalizmin kulu olamaz. İslâm’da böyle bir laisizm yoktur. Kişi namaz
kılarken de Allah’la karşı karşıya, ticaret yaparken de Allah
huzurundadır.
Hac yolculuğunda ticaret olmaz! Hacca
giderken ticaretin de bitecek! Hacdan geldikten sonra teraziye el
değmeyeceksin! Olmaz bunlar. Bilâkis müslümanın tüm hayatı ibâdettir. Onun
hayatında tırnak kesmekten tutun da tuvalete gitmeye varıncaya kadar herşey
kulluktur.
Müslümanın hayatında kulluğun dışında
bir ek saniye bile dü-şünülemez. Çünkü Allah hayatta boşluk bırakmaz. Hayatta
boşluk de-mek, şirkin başlangıcı demektir. Yâni sanki hayatımızın bir
bölümün-de Allah’la karşı karşıyayız, hayatımızın bir bölümünde Allah’a karşı
sorumluyuz, hayatımızın bir bölümüne Allah karışır; ama öteki bö-lümlerinde
başkalarına karşı sorumluyuz, o bölümlere Allah’tan başkaları karışır diyerek
hayatı böldünüz mü, şirk başlamıştır Allah korusun.
Birileri bu bâtıl fikirleri yaymaya
çalışırken, hacca giderken müslümanlar ticaret yapamazlar derken, her halde bunu
Japon, Amerikan ve İngiliz sanayilerinin daha da gelişmesi ve onların
ürettikleri malların oralarda daha kolay satılabilmesi için söylüyorlar
hainler. Ve kimi zavallı hocalar da bunların bu oyunlarına alet oluyorlar.
Müslümanlara: Sizler ticaret yapmayın! Sizler sadece tüketici olun! Diyorlar.
Tabii bu hainler için önemli olan kendi mallarının tüketilmesidir zaten. Çoğu
zavallı müslüman da hacdan döndükten sonra ticaretini bırakıyor. Teraziye
dokunmaya bile korkuyor âdeta. Kimileri de bu durumda hacca gidemem diye
korkuyor. Yâni ben bu ticareti, ben bu hayatı bırakmadıkça hacca gidemem diye
korkuyorlar. Efendim ticaret varsa ibâdet yoktur, ibâdet varsa da ticaret olmaz
filan demeye çalışıyorlar. Vs. Vs. Halbuki İslâm’da kesinlikle böyle bir
laisizm anlayışı yoktur. Müslüman hayatın tamamını Allah için yaşayan
kişidir.
"Arafat’tan akın ettiğinizde Meş’ar-i
Haram denilen yerde Allah’ı zikredin."
İfaza kelimesi taşmak mânâsınadır.
Arafat’tan taşmaya, ak-maya başladığınızda. Düşünün iki milyonluk, üç
milyonluk bir kent boşalıyor. İki günlüğüne kurulmuş, Allah adına bir vazife
icra etmek için geçici bir şekilde kurulmuş bir kent boşalıyor. Ne muazzam bir
görüntü, tüyler ürpertici, mahşeri bir manzara. Akşam güneş batar batmaz üç
milyonluk bir kent yepyeni bir hayata akıyor. Arafat’tan Müzdelife’ye yürüyor.
Üç milyonluk bir sel, hani barajlar açıldığı, sular salındığı zaman nasıl akar?
İşte öylece bütün yollardan, bütün vâdilerden insanlık Müzdelife’ye doğru
akmaktadır. Arafat’ta irfana ulaşmışlar, kulluk bilinciyle bilinçlenmişler,
şimdi de Meş’ar’de bu bilgiyi kuru bir bilgi olmaktan çıkarıp şuur haline
getirmeye yürüyorlar. Uygulama alanı bulmaya yürüyorlar. Bilgiyi amele
dönüştürme savaşı vermeye yürüyorlar.
"Meş'ar-i Haram’da (yâni Müzdelife’de)
Allah’ı zikredin. O Allah size nasıl hidâyet verdiyse siz de onu anıp zikredin.
Doğrusu Allah, size bunu öğretmeden önce zaten sizler sapıktınız."
Allah’ı zikredin, Allah’ı gündeme alın.
Size, siz hiç bir şey bilmezken hidâyet ettiği için siz de Allah’ı zikredin.
Çünkü daha evvel sizler yol yordam bilmeyen sapıklardınız. Bundan evvel sizler
dünya nedir, hayat nedir, ölüm nedir, âhiret nedir, cennet, cehennem nedir,
namaz, abdest nedir bilmiyordunuz. Bütün bunları size öğreterek Allah size
hidâyet etti. Size hidâyet eden Allah, sizden zikir istiyor. Hayatınıza Allah
hakim olsun istiyor. Hayatınızın her bir konumunda sizden istediği kulluk
birimleriyle Rabbinizi, Rabbinizin âyetlerini, Rab-binizin kulluk maddelerini
hatırlamanızı istiyor. Sizden gündem istiyor Allah. Kendisini gündeme almanızı
istiyor. Başkalarını gündeme aldığınızdan çok onu gündeminize almanızı, daha çok
onu konuşmanızı, daha çok onu övmenizi, daha çok onun âyetleriyle meşgul
olmanızı istiyor. Siyasetinize Allah hakim olsun, ekonominize Allah hakim
olsun, kılık kıyafetinize Allah hakim olsun, eğitiminize, hukukunuza,
evlenmenize, boşanmanıza, ölümünüze diriminize ve tüm hayatınıza Allah hakim
olsun istiyor. Allah sizden kendisini gündeme almanızı istiyor, kitabını ve
elçisini gündeme almanızı istiyor. Zikir budur zaten, Allah sizden zikir
istiyor.
199:"Sonra insanların toplu olarak akıp
boşandığı yerlerden (Arafat’tan) siz de akınız ve Allah’a istiğfar ediniz.
Şüphesiz ki Allah Ğafur ve Rahim’dir."
Artık Müzdelife’den sabah vakti Mina’ya
doğru, şeytanlara doğru, Allah yoluna, kulluk yoluna dikilmiş ve kurban edilmesi
gereken engellere doğru, savaşa doğru, Allah’ın rızasını kazanmaya doğru
hareket ediyorsunuz.
Allah diyor ki; insanların boşandığı
yerlerden siz de boşanın. Herkesin gittiği ve boşandığı yerden siz de gidin ve
boşanın. Öyle bir dönem Mekke müşriklerinin yaptıkları gibi özel yollar caiz
değildir. Mekke’li müşrikler kendilerini diğer insanlardan farklı bir konumda
görerek biz Allah’ın beytinin sahipleriyiz, bizler Allah katında üstün
kimseleriz, bizim başkalarına karşı ayrıcalıklarımız vardır diyerek kendileri
için özel kurallar koydular. Kendileri diğer insanlardan ayrı bir yerden
gitmeye başladılar. Hattâ insanlar dağılırlarken kendileri insanlardan farklı
olarak Mina’da diğer insanlarla birlikte Arafat’a gitmemeye başladılar da bunun
üzerine Allah da buyurdu ki böyle yapmayın, insanların boşandıkları yerlerden
siz de boşanın.
Böyle ayrıcalıklar yapmayın. Türkler,
siz şuradan! Araplar, siz buradan! Hintliler, siz buradan! gibi ırki ayırımlar
yaparak ümmeti böl-meyin diyor Rabbimiz. Zaten biz hacca ümmet olmaya gittik.
Tüm farklılıklarımızı atıp, tüm kimliklerimizden sıyrılıp yepyeni bir ümmet
kimliği bulmaya gittiğimiz bu bölgede, böyle ırkçılıkların yeri asla
yoktur.
Ancak biraz önceki Mina’da savaş
verilen şeytanlar iki ayaklı şeytanlardı. Yâni insan şeytanlarıyla şeytan
fonksiyonu icra eden insanlarla bir savaştı. Buradaki savaş ise bizzat
şeytanlarla savaştır. Şurasını hiçbir zaman unutmayalım ki, şeytanlarla savaşan
kişiler, ancak insanlarla savaşabilirler. Şeytanlarla savaşmayan insanlar
kesinlikle insanlarla da savaşamayacaklardır. İnsanlarla savaşın yolu bu
şeytanlarla savaştan geçer. Hocalarıyla savaşıp onları yenmenin bilincine eren
kişi talebeleriyle savaşmaktan hiçbir zaman çekinmeyecektir. Hocalarına karşı
galip geldiklerini anlayan insanlar, talebelerini basit görmeyi
becerebileceklerdir.
İşte müslümanlar burada tüm
yeryüzündeki iki ayaklı şeytanların komuta merkeziyle, yâni akıl hocalarıyla
savaşarak deneyim kazanmakta ve daha sonra da onların talebelerinin işini
bitirmenin kolaylığını öğrenmektedirler. En büyük şeytanı, şeytanların en
büyüğü-nü yenen kişi, elbette onunun çömezleri olan kâfirleri çok daha kolay
yenebilecektir. İşte hacda şeytan taşlama eylemiyle müslümanlara bu deneyim
kazandırılıyor.
"Ve Allah’a istiğfar edin ,şüphesiz ki
Allah Ğafur ve Rahim’dir."
Yâni savaşı kazanınca da estağfirullah
deyin. Bunu bize Allah nasip etti, Allah’ın yardımı olmasaydı biz bunu
beceremezdik deme adına Allah’a istiğfarda bulunun. Dikkat ediyorsanız ibâdetten
sonra istiğfar isteniyor. Yâni ya Rabbi şu yaptığım sana lâyık olmadı,
İbrahi-m’in haccına benzemedi, kusurumu
görme ya Rabbi, eksiğimi tam kabul buyur ya Rabbi deme adına Rabbimiz bizden
istiğfar istiyor.
200:"Hac ibâdetinizi bitirince de vaktiyle
babalarınızı andığınız gibi yahut onları andığınızdan daha çok Allah’ı
zikredin. İnsanlardan kimileri de vardır ki, Rabbimiz bize dünyada ver! Derler.
Onların âhirette nasipleri yoktur."
Burada tekrar bir zikir emri daha
geliyor. Daha önce atalarınızı gündeme aldığınızdan çok Allah’ı gündeme alın
diyor Rabbimiz. Cahi-liye döneminde herşey atalara bağlıydı. İnsanlar atalarını
gündeme almayı, onları yâd etmeyi çok severlerdi. Atam şuydu, atam buydu, atam
şöyleydi, atam böyleydi. Hayatın temelini atalar oluşturuyordu.
Yaşanan hayatı onların anlayışları,
onların âdetleri ve onlardan kendilerine intikal eden bilgiler oluşturuyordu.
Hayata statüko ve atalar dini hakimdi. Zira ataları zikir demek; onları hayata
yön verici olarak sürekli gündemde
tutmak demektir. Ama Allah buyurur ki: Ey müslümanlar! Artık müslümanlık
gelmiştir, artık Allah’tan size hayatınızı belirlemek üzere bir kitap ve onun
pratikte uygulanırlılığını göstermek için bir peygamber gelmiştir. Artık
bundan böyle gündeme bunlar alınacaktır. Tüm atalarınızın ve onların âdetlerinin
işi bitmiştir artık deniliyordu.
"İnsanlardan kimileri de vardır ki
Rabbimiz bize dünyada ver! derler. Onların âhirette nasipleri
yoktur.
Deniliyor ki müşrikler haccı
bitirdikleri zaman: "Allah’ım! Bize dünyada bol bol rızıklar ver!" diye dua
ederlerdi ve âhiret adına hiç bir şey istemiyorlardı da bunun üzerine bu âyet
nazil olmuştur.
Onlar ya da başkaları, insanlardan
kimileri de derler ki; Ya Rabbi bize dünyada mal mülk ver! Biz dünyada senden
makam mevki istiyoruz, ev bark istiyoruz, mark dolar istiyoruz, eş, dost,
çevre, kredi istiyoruz! Bize bunlardan haber ver sen! Biz gerisini bilmeyiz
derler. Bize dünyada ver de öbür tarafta ne olursa olsun bizim için fark et-mez
derler. Dualarının konusu budur bunların.
Dua dedim, yanlış duymadınız.
Aslında herkes dua eder. Yeryüzünde dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar
dua ederler; ama duadan duaya fark vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi onu elde
etme adına çırpınması, ona ulaşma adına çalışıp çabalaması dua demektir. Evet
bu adamlar herşeyin dünyada bitip tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada
bitip tükenecek şeyler isteyerek dua etmektedirler. Böyle diyenlere, böyle dua
edenlere, böyle hedefler uğruna çırpınıp duranlara dünyada herşeyi verir Allah,
ama âhirette onların hiçbir nasipleri yoktur. Ama kimileri de inşallah biz de
onlardan olalım, bakın şöyle derlermiş:
201:"İnsanlardan kimileri de Rabbimiz
bize dünyada hasene (iyilik) ver! Âhirette de hasene ver! Ve bizi ateşin
azabından koru! Derler."
Hasene; güzel güzellik demektir. Gerçek
güzellik, gerçek ha-sene, başlangıcı ve sonucu güzellik olandır. Kazanılması,
elde edilmesi, kendisine ulaşılması başlangıçta güzel olan nice şeyler vardır
ki; neticeleri felâket olabilir, sonuçları acıyla bitebilir. Onun içindir ki
asıl hasene, asıl güzellik sonu güzel olan hasenelerdir.
Birinci gruptaki insanlar için, sadece
dünyayı isteyen, dünyalık isteyen tüm planlarını programlarını dünyada bitecek
öbür tarafa intikal etmeyecek biçimde ayarlayan insanlar için hasenenin sadece
başlangıçlarının güzel olması yeterlidir. Elde ettikleri şeylerin,
kazandıklarının sadece dünyada onları sevindirmesi, mutlu etmesi yeterlidir.
Bize sadece dünyada ver derler. Dünyada elde edelim de, dünyada tadalım da
gerisi önemli değildir derler.
Ama bu ikinci grupta anlatılan gerçek
akıl sahipleri ise hem başlangıcı hem de sonu güzellik olan, evveli de ahiri de
güzellik olan hasene isterler. Hem dünyada hem de âhirette hasene olacak şeyler
isterler. Hattâ bununla da yetinmeyip cehennem ateşinden koruyacak şeyler
olmasını isterler.
Bu dua, tüm hayırları kapsayan bir
duadır. Onun içindir ki Allah’ın Rasûlü tüm namazlarının arkasında sürekli bu
duayı yapardı.
Derler. Ya Rabbi bize verdiklerin
sadece dünyada bizim mutluluğumuzu sağlamakla kalmasın, aynı zamanda öbür
tarafta bizi cehennem ateşinden de koruyacak cinsten olsun derler. Müfessirler
bu hem dünyada hem de âhirette insanı mutlu edecek hasene konusun-da şunları
söylemişler:
Bu hasene dünyada sağlıktır, sıhhattir,
geçinecek, başkalarına muhtaç olmayacak kadar rızıktır, hayırda çokluktur,
âhirette sevaplara ulaştıracak amellerde çokluktur, dünyada saliha kadındır,
dünyada salih arkadaştır, iyi komşudur, dünyada güzel bir dünya hayatıdır,
huzurlu bir toplumdur, bereketli ömürdür, kulluk bilgisidir, Kur’an ve sünnet
anlayışıdır, hikmettir, hâsılı kişinin onunla Allah’ın rızasını kazana-bileceği
ve sonunda cenneti elde ettirecek şeylerdir. Âhirette de hûrilerdir,
ırmaklardır, şaraplardır, giyeceklerin, yiyeceklerin güzelliğidir, hâsılı
kişinin, onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği ve sonunda cenneti elde
ettirecek şeylerdir demişler.
Evet, insanlardan bir grup sadece
dünyalık isterken, sadece dünyada bitecek şeyler isterlerken bir grup da
bunları istemektedir. Rabbimiz her iki grup için de buyurur
ki:
202:"İşte onların kazandıklarından bir
karşılık vardır. Allah hesabı çok çabuk
görendir."
İşte bu iki grubun her ikisi de
dualarına, isteklerine, arzularına ulaşacaklardır. Her ikisine Allah
istediklerini verecektir. Sadece dünyalık isteyenlere, dünyada tadılıp bitecek
mal mülk isteyenlere Allah istediklerini verecek, onlar burada herşeylerini
yiyip bitirecekler öbür tarafa hiç bir şeyleri intikal etmeyecektir. Allah
onları dünyada mal mülk sahibi, makam mevki sahibi edecek, tatması gerekenleri
burada tattıracak ve burada tatlı gibi gelen, başlangıcı hasene gibi gelen bu
tadılan şeylerin sonu hüsranla bitecek ve kendilerini cehenneme
yuvarlayacaktır. Ama öbür taraftaki mü'minlere de hem dünyada hem de âhirette
bitmez tükenmez haseneler nasip edecek ve onları cehennem ateşinden
koruyacaktır. Dünyadaki bu mutlulukları öbür tarafta da mutluluğa dönüşecek ve
cennet hasenesiyle sonuçlanacaktır.
Kişi bizzat kendisi sonucuna katlanmak
kayd u şartıyla ne isterse Allah onu ona verecektir. Mal isteyene mal
verecek, mülk isteyene mülk verecek, ilim isteyene ilim verecek, cennet
isteyene cennet, cehennem isteyene de cehennem verecektir. Şûrâ sûresindeki
bir âyet-i kerîme bunu şöyle anlatır:
"Kim âhiret kazancını istiyorsa onu ona
veririz. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan veririz. Ama onun için
âhirette hiçbir nasip yoktur."
(Şura 20)
Yâni bu dünyada çok zengin olanlara,
mal mülk sahibi olanlara şaşmamak lâzımdır. Çok ciddi istediklerinden, çok
ısrarlı istediklerinden, belki gecelerini gündüzlerine katacak biçimde, belki
de âhiretlerini ikinci üçüncü plana iterek ısrarla dünyalık istediklerinden
Allah onlara bunu vermiştir. Rasûl-i Ekrem’in hadislerinde ifadesi veçhile:
"Dünyanın Allah katında sineğin
kanadı kadar değeri olsaydı ondan kâfire bir yudum su
vermezdi"
Gereğince değersiz oluşundan
ötürü isteyen herkese vermiştir onu.
Ama kimileri de bu kadar önemli
görmediklerinden, onlardan daha önemli şeylerin varlığına inanarak başka şeyler
istediklerinden onlara verilmemiştir hepsi o kadar. Rabbim sadece dünyada
kalacak, sadece dünyada insanlar arasında bir övünme vesilesi olmanın dışında
başka hiçbir fayda sağlamayacak şeyler istemek yerine, dünyada yetecek kadar
bir rızkın ötesinde şeylerin peşine takılmayı, öbür tarafa intikal edecek
şeylerin peşinde olmayı hepimize nasip ve mukadder kılsın
inşallah.
Burada dünyayla âhiretin bir
mukayesesini yapalım inşallah. Tüm plan ve programını dünya adına yapan,
dünyalık elde etme adına yarışan ve sadece dünyada bitecek öbür tarafa intikal
etmeyecek haseneler peşinde olan kişiyle hem dünya hem de âhiret hasene-lerinin
peşinde olan kişinin şöyle bir örnekle karşılaştırılmasını yapalım.
Sekiz yüz metrelik iki etaplı bir koşu
düşünün. Koşucular sıraya girmişler ve verilecek komutu bekliyorlar. Düdüğün
çalınmasıyla koşucular harekete geçerler. Farz edin ki bu yarışmaya sizinle
birlikte katılan ben bütün gücümü, bütün enerjimi kullanarak bu yarışın ilk
etabı olan ilk dört yüz metreyi en önde bitirsem. İlk dört yüz metrede hepinizi
geçsem; ama yarışın ikinci dört yüz metresinde yarışı terk etsem, yarışın
ikinci etabında benim ismim dahi geçmese, şimdi bu yarışın birincisi
sayılabilir miyim ben? Olmaz böyle şey değil mi? Çünkü tamam ilk dört yüz
metrenin birincisiyim ama bu yarış dört yüz metrelik bir yarış değil ki. Yarış
sekiz yüz metrelik bir yarıştır ve ben bunun sadece birinci etabında en öndeyim,
ama ikinci etabında ismim bile geçmiyor.
İşte ey müslümanlar! Dünya ile âhireti
böyle bir bütün olarak düşünmek zorundayız. Şu anda hepimiz böyle iki etaplı
bir yarışın içindeyiz. İlk dört yüz metrelik etabı ölümle biten, sonraki etabı
da ölümden sonra dirilişle başlayan bir yarış.
Şimdi bir adam düşünün ki bu yarışın
birinci etabında hep birinci olsa. Doğumla ölüm arasındaki etapta herkesten
önde olsa. Hangi konuda? İşte dünyayla alâkalı her konuda. Meselâ bu adam
dünyada hiç kimsenin sahip olamayacağı kadar marka, dolara sahip olsa o konuda
birinci, dünyada hiç kimsenin oturamayacağı makamlara otursa o konuda birinci,
dünyada hiç kimsenin sahip olamayacağı güzellikte kadınlara sahip olsa o konuda
birinci, sayın sayabildiğiniz kadar ölümle bitecek öbür tarafa intikal
etmeyecek ne kadar şey varsa onların tamamında birinci olsa, ama yarışın ikinci
kademesiyle alâkalı, yâni ölümden sonraki hayatla ilgili bir yatırımı yoksa,
öbür tarafla ilgili ismi dahi geçmiyorsa şimdi bu adam bu yarışın birincisi
sayılabilir mi? Elbette sayılamaz değil mi?
Öyleyse isteyeceklerimiz sadece dünyada
bitecek âhirete intikal etmeyecek şeyler olmasın. Sadece dünyada bizi mutlu
edecek ama âhirette bize bir şey sağlamayacak şeyler peşinde olmayalım. Sadece
burada birincilik düşünmeyelim. Hem dünyada hem de âhi-rette bizi mutlu edecek
şeyler peşinde olalım hesabımızı, kitabımızı bunun üzerine yapalım inşallah.
İşte Allah bu âyet-i kerîmesinde bize bunu anlatıyor.
Sonra:
203:"Sayılı günlerde (Eyyam-ı teşrikte
telbiye ve tekbir getirerek) Allah’ı zikredin. Kim iki gün içinde acele edip
(Mina’dan Mekke’ye) dönmek isterse, ona günah yoktur. Kim de geri kalırsa (yani
üçüncü günü de Mina’-da kalıp şeytan taşlamaya devam ederse) ona da bir günah
yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. Allah-tan korkun ve bilin ki
hepiniz onun huzurunda toplana-caksınız."
Allah’ı hep zikredin de, özellikle
sayılı günlerde tekbir getirerek Rabbinizi daha bir zikredin. Yâni böylece
Rabbinizi büyükleyin. Âyet-i kerîmede zikredilen bu sayılı günlerden maksat
"Eyyam-ı teşrik" dediğimiz teşrik günleridir.
Hacla alâkalı böyle iki kavram
görüyoruz.
1- Malum günler, bilinen
günler.
2- Sayılı günler.
Malum ya da sayılı günler diye
anlatılan bu günler, Zilhiccenin ilk on günü veya Zilhiccenin on bir ve on
ikinci günleridir, ya da eyyam-ı teşriktir. Yâni teşrik günleridir. Teşrik,
yüksek sesle Allah’ı büyüklemek, yüksek sesle tekbir getirmektir. Hac
günlerinde Hz. İbrahim’e izâfe edilen bu tekbirlerin adına teşrik tekbirleri
denir. Arafe günü sabahından başlamak şartıyla kurban bayramının dördüncü günü
akşamına kadarki günler tekbir ve zikir günleridir.
Kurban Bayramının birinci, ikinci,
üçüncü ve dördüncü günlerinde tekbir getirin. Tekbirlerle Allah’ı büyükleyin.
Tekbirlerle Allah’ı zikredin. Mina’da tekbirlerle şeytanları taşlayarak Allah’ı
zikredin. İçinizdeki ve dışınızdaki tüm şeytanları telin ederek Allah’ı
büyükleyin. Tüm şeytanları ve şeytan dostlarını, şeytanî sistemleri reddederek
hayatın her alanında Allah’ı büyükleyin.
Hayatın her alanında Allah’ı söz sahibi
kabul ederek büyükleyin. Hayata Allah’ı
karıştırmamaya çalışan tüm şeytanları reddederek Allah’ı tekbir edin. Mina’da
kurbanlarınızı keserek Allah’ı büyükleyin. Malda ve canda Allah’ı söz sahibi
kabul ederek, Allah için maldan ve candan geçerek Allah’ı tekbir edin,
büyükleyin. Mal da, can da senindir Allah’ım! İşte kes dedin, kesiyorum! Ver
dedin, malımı yoluna kurban ediyorum! Yarın inşallah canımı da yoluna fedâ
edeceğim! Sen şahit ol ki, ben buna hazırım ya Rabbi! diyerek Allah’ı
büyükleyin. Yeryüzünde büyüklenen tüm müstekbirleri küçülterek Allah’ı
büyükleyin. Verasında asla büyük yoktur kabul ederek Allah’ı büyükleyin.
Allah’ı büyükleyerek zikredin, Allah’ın büyüklüğünü hatırlayın ve hayatınızın
sonuna kadar burada anladığınızı unutmayın.
Orada tekbirlerle Allah’ı zikredin ve
bunu yapmadan dağılmayın. Yaptığınız bu haccı size nasip eden Allah’ı
zikredin.
Kim dönmek için acele ederse, iki gün
içinde burada işini bitirip vatanına dönmek isterse, onun üzerine bir günah
yoktur. Fakat burada kalış bir gün olursa bu caiz değildir. En az iki gün
kalınacaktır burada. Bu iki günün birincisine: "Karar günü" denilir. Bu birinci gün
Mina’da bulunmak şarttır. İkinci güne de: Birinci hareket günü denir. Hacılardan
isteyenler bu ikinci günü Mina’dan hareket edebilirler. Dönmek isteyenler bu
ikinci gün dönebilirler. Mina’da üç gün kalınması daha iyidir. Orada dünyanın
her yerinden gelen hacılarla görüşmek, konuşmak, İslâm dünyasının
problemlerine çözümler aramak en güzelidir. Ama buna rağmen sizden birileri
eğer ikinci günü işini bitirip dönmek isterse bunda bir günah yoktur buyuruyor
Rabbimiz.
Ama kim de geri kalıp üçüncü günü de
Mina’da şeytan taşlamaya devam ederse, ona da bir günah yoktur. Yâni acele
edip ikinci günü dönmek de, üçüncü günü orada kalmak da serbesttir. Lâkin şunu
unutmayın ki, önemli olan orada kaldığınız günlerin sayısı değil; o günleri
Allah adına yaşayıp yaşamadığınızdır. Önemli olan takvalı olup olmadığınızdır.
Oradaki ve tüm hayatınızızdaki günleri, zamanları Allah adına yaşayıp
yaşamadığınız önemlidir. Allah için mi oradasınız? Yoksa turistik bir seyahat
adına mı? Önemli olan budur. Öyleyse her ân ve her yerde Allah’tan korkun.
Allah için takvalı olun. Hayatını-zı Allah için yaşayarak takvalı olun, çünkü
iyi bilesiniz ki O’nun huzurunda toplanacaksınız, hesabı O’na
ödeyeceksiniz.
Burada Rabbimiz hayatını Allah için
yaşamayan, Allah için takvalı olmayan, hayatı dünya için yaşayan, Allah’ın
koruması altına girememiş bir insan tipinden söz edecek. Buyurur ki Rabbimiz:
204:"İnsanlardan öyleleri de vardır ki;
dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hattâ böylesi kalbinde
olana Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasım-ların en
yamanıdır."
Âyet-i kerîmede sözleriyle davranışları
farklı olan, içi başka dışı başka bir insan tipi anlatılıyor. Kalpten inanmadığı
halde, belli makamlara gelebilmek, belli menfaatleri devşirebilmek, mü'minleri
kandırabilmek için kendisinin mü’minlerden olduğunu, kendisinin de inandığını
söyler. Kendisinin iyi bir müslüman olduğuna, insanlar için iyi şeyler
düşündüğüne Allah’ı da şahit tutarak yeminler eder. Benim iyilikten başka bir
şey düşünmediğime Allah şahittir. Ben şahsî çıkar için değil, Allah şahittir ki
insanlığın kurtuluşu için çırpınıyorum, gibi tatlı tatlı sözler, parlak ifadeler
ve yeminler ederek insanları kandırmaya çalışır.
Seçimler yaklaşırken bu tür insanları
çok görürsünüz. Vatan, millet, Sakarya, ezan, bayrak, kitap, iman gibi
inanmadıkları mukaddes mefhumları ağızlarına alarak, biz de müslümanız, bizim
derdimiz de müslümanlara hizmettir gibi lakırdılarla müslümanları kandırmaya
çalışırlar. Müslümanlara emniyet telkin ederek onların oylarını almaya
çalışırlar. Halbuki Allah buyurur:
"Oysa o azılı bir düşmandır."
Düşmanların en yamanıdır o. Tatlı
dilleriyle müslümanlardan görünerek onları aldatan ve sonunda onların
dinleriyle, imanlarıyla ve tüm mukaddes mefhumlarıyla oynayan azılı bir
düşmandır o. Kalbinde olmayan şeyleri diliyle söyleyen, diliyle söylediğini
hayatıyla yalanlayan azılı bir düşmandır o. Müslüman görünmeye çalışsa da,
dışarıdan sözleri hoşunuza gitse de aldanmayın bu tür insanlara. Hayatlarında
inandığınız mefhumların kokusu bile olmayan, İslâm’la uzak ve yakından en küçük
bir ilgileri olmayan bu tür insanlara güven-meyin diyor Rabbimiz. İnsanları
sırf sözlerine göre değil, amellerine göre değerlendirin diyor. Ağızlarıyla ne
söylerlerse söylesinler, siz onların söylediklerine değil amellerine bakın
diyor. Bakın bu adam:
205:"O dönüp gitti mi (Yahut bir iş başına
geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri
bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sev-mez."
İşte bu adam "tevellâ" edince. Bunun
anlayabildiğimiz kadarıyla iki mânâsı var:
1- Senin yanından ayrılınca, sizin
yanınızdan ayrılınca, o atmosferi terk edip de kendi dünyasına dönünce,
demektir bunun birinci mânâsı. Ya da İslâm’dan, kulluktan, vahiyden sırt dönüp
gidince, vah-ye, Allah’ın hayat programına arkasını dönüp kendi bildiğince bir
hayat yaşamaya yönelince, demektir. Kitap ve sünneti terk edip kendi heva ve
hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya yönelince.
2- İkinci mânâsı da bir iş başına
geçince, velî olunca, birilerinin velâyetini üzerine alıp idareci olunca
demektir. Müslümanların velâyetlerini alıp iktidarı ele geçirince demektir.
Aslında kâfirlerin müslü-manlar üzerinde velâyet hakları yoktur. Kâfirlerin
müslümanlar üzerine veli olup, vali olup onlara danışmadan onlar adına karar
verme makamına getirilme hakları yoktur. Kâfirlerin böyle makamlara
getirilmeleri yasaktır. Ama tatlı dilleriyle müslümanları kandırıp, bir
fırsa-tını bulup, bir yolunu bulup da müslümanlar üzerine veli oldukları zaman
bu tür insanların yapacakları işler şunlarmış bakın. Yeryüzünde fesat
çıkarmak, yeryüzünün dengesini bozmak, Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni
bozmak, ekinleri ve nesilleri yok etmek için, telef etmek için, bozmak için
sa’y etmek ve koşturmak.
Birinci işi ifsad etmek olur bu adamın.
İfsat; küfrü yaymak, küfrü hakim kılmak, küfrü ve şirki egemen kılmak demektir.
Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni değiştirip, ilga edip, onun yerine
başkalarının düzenlerini ikâme etmek demektir. Bunu sûrenin başında uzun uzun
anlatmıştım.
Bir de nesli bozmak için çırpınır
böyleleri. Nesli bozarlar, nesli itlâf ederler. Nesli eğitimle bozarlar. Dinden,
imandan, Kur’an’dan uzak tamamıyla materyalist bir eğitim sitemi kurarak ümmet-i
Muhammed’in neslini bozarlar. Müslümanların çocuklarının başlarını açtırarak
hayasızlaştırırlar onları ve iffetlerini, namuslarını
bozarlar.
Doğum kontrolü adı altında yalanlarla
ümmetin çocuklarını da-ha doğmadan öldürmeye çalışarak onları itlâf ederler.
İnsanların yataklarına kadar, yatak odalarına kadar uzanıp orada ne
ekeceklerine de onlar karışırlar. Bunu yaparken de tatlı sözlerle onları ikna
etmeye çalışırlar. İyi niyetli olduklarını, kendilerini düşündüklerini
söylerler. “Sizler az gelişmiş veya işte gelişmekte olan insanlar olarak
sıkıntı çekmeyesiniz, aç ve açıkta kalmayasınız diye size geldik” derler.
Bakamayacağınız, besleyemeyeceğiniz çocuklarınızı daha doğmadan boğmaya geldik
derler. Size şirin görünmeye çalışırlar, tatlı dillidir hainler. Hasta
olmayasınız, çocuklarınız felç olmasınlar diye aşı yapma-ya geldik derler. Bu
yutturmacalarla müslümanların çoğalmalarını ve günün birinde kendilerine kafa
tutabilecek bir noktaya gelmelerini engellemeye çalışırlar. Böylece mü'minlerin
nesillerini telef ederler. Eğer bu konuda muvaffak olamazlarsa, yâni tüm aleyhte
propagandalara rağmen eğer müslümanlar yine de çoğalma eğilimi gösterirlerse,
o zaman da doğanları öldürmeye çalışırlar eğitim
yollarıyla.
Allah buyurur ki, bir de bu hainler
ekini helâk ederler. Ürünleri bozarlar. Bugün memleketimizdeki tüm sebze ve
meyveler hormonludur. Eşyanın tabiatını bozmaktadırlar hainler. Kâfirler tüm
pisliklerini ülkemize taşımışlardır. Sırf para kazanmayı hedefleyen ve bunun
dışında başka hiç bir şeye değer vermeyen bu bozguncular, istedikleri paraya
ulaşabilmek için kurdukları fabrikalardan çıkan atık maddeleriyle tabiatı
bozmaktadırlar, insanları zehirlemektedirler. Dertleri para kazanmak olunca,
binlerce insan ölse de fark etmez onlar için.
Günümüzde bunun ön güzel örneği A.B.D
İsrail emperyalizmidir. İsrail’in önderliğinde tarımda kullanılan bir kısım
hormonlar fito-östrojen karakterinde olup, yani bitkisel kadınsı hormon
özelliğini taşıyıp, zamansız, mevsimsiz sun’i tarım oluşturulmaktadır. Bu
hormon-ların etkisiyle son yirmibeş yılda bir kısım bölgelerde erkeklerin sperm
sayılarında % 40 a varan düşüşler
görülmektedir. Bu durumda, sun’i tarım,
ilaç ve hormonlu sebzelerin büyük rolü olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda bu
kadınsılık irsi de olabilmektedir. Son zamanlarda artan kibar sesli, yapmacıklı
erkeklerin, taransseksüellerin vs oluşumunda bu âyetteki ifade ilâhî, mûcizevî
bir işaret oluşturmaktadır.
206:"Böylesine: "Allah’tan kork!" Denilince
benlik ve gurur kendisini günaha sevk eder. (Ceza ve azap olarak) ona cehennem
yeter. O ne kötü yerdir."
Böylesi kimselere, Allah’tan kork da bu
yeryüzünün düzenini bozmaktan, insanların huzurunu kaçırmaktan ve nesli itlaf
etmekten vazgeç denildiği zaman, bu sefer de bu bozguncu insanlar gururlanmaya
başlarlar.
İzzet-i nefsi onları tutar ve daha çok
günah işlemeye sevk eder diyor Rabbimiz. Yâni bu tür isyankar insanlar bu sefer
de günahı savunmaya başlarlar. Günahın günah olduğunu reddetmekle birlikte,
utanmadan bir de onu savunmaya çalışırlar. Ne varmış bu yaptıklarımızda? Kötü
mü yapıyoruz yâni? diyerek pisliklerini savunmaya kalkarlar. Veya büyüklük
gururu onları kuşatır da daha çok günaha sevk eder.
Yaptıkları şeyler apaçık günah, apaçık
kötülük, zulüm ve insanların aleyhine olduğu halde yine de bunu
kabullenmezler; ıslahtan yana, iyilikten yana olduklarını iddia ederler.
Aslında yaptıkları herşey bozmadır, herşey ifsattır. Zira düzen sahibi
Allah’ınkinin dışında tüm düzenlemeler bozmadır. Bu adamlar Allah’ın
düzeninden habersiz dü-zenlemede bulunduklarından yaptıklarının tamamı
bozmadır. Ama Allah’ın düzeninden bahsedip de kendilerinin bozguncu olduklarını
söyleyerek bu işten vazgeçmelerini söyleyenlere karşı da tavır alırlar. Allah’a
inanmayan bu tür insanlara ne kadar da Allah korkusu, Allah hesabı
hatırlatılırsa hatırlatılsın bunun hiçbir faydası olmayacaktır.
Bunlar bozguncudur. Ey
müslümanlar! Nesillerinizi ve ekinlerinizi kurtarmak istiyorsanız bu tür
insanları velâyet makamına çıkarmayın. İşlerinizi bunlara havale etmeyin. Bu
adamları başınıza veli seçmeyin. Sizin adınıza size danışmadan karar verecek
makamlara bu tür insanları getirmeyin. Bunların müslümanlar üzerine velâyet
hakları yoktur. Öyleyse eğer kimleri veli edinelim diye bir soru soruyorsanız,
bakın Rabbimiz bunları şöyle açıklıyor:
Ama buna karşılık bakın şöyleler de
vardır diyerek bunun tamamen zıddına bir insan tipi daha sergileyecek burada
Rabbimiz.
207:"İnsanlardan öyleleri de vardır ki,
Allah’ın rızasını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder. Allah da
kullarına şefkatlidir."
Yeryüzünde Allah’ın rızasını kazanmak,
yeryüzünde Allah’ın koyduğu düzeni korumak, Allah’ın sistemini tesis etmek ve
bozguncuları yok etmek için canını bile seve seve vermekten çekinmeyen
insanlar da vardır. Bunlar Allah için seve seve canlarını ve mallarını fedâdan
çekinmeyen insanlardır. Bunlar Allah’ın hoşnutluğunu kendi hoşnutluğuna tercih
eden insanlardır. Allah’ın arzularını kendi menfaatlerine tercih ederler,
Allah hatırını herşeyin üzerinde tutarlar, Allah’ın istediği biçimde hareket
ederler ve böylece kendilerini ebedî olarak satın alan kimselerdir bunlar.
Kendilerini ebedî olarak cehennemden kurtaran, azad eden insanlardır bunlar.
Allah’ın rızasına kendilerini satan, cennet karşılığında hayatlarını yatıran
insanlardır.
Malda ve canda Allah’ı söz sahibi kabul
eden insanlardır bunlar. Mallarını ve canlarını cennet karşılığında Allah’a
satan ve sonunda cenneti de Allah’ın rızasını da kazanan insanlar. Allah’tan
razı olan insanlardır bunlar. Allah’tan razı oluş nedir? Allah’tan razı oluş
Allah’ın gönderdiklerinden razı oluş demektir. Allah, din adına kendilerine ne
göndermişse onların tümünden razı olmuş insanlar ya da iradelerini Allah’ın
iradesine teslim etmiş kimseler. Allah’ın seçimini kendileri için seçim kabul
etmiş, boyunlarındaki ipin ucunu Allah’ın eline vermiş, Allah ne tarafa
çekerse o tarafa giden insanlar. Yaptıklarını Allah için yapan, istediklerini
Allah için isteyen, sevdiklerini Allah için seven, küstüklerine Allah için
küsen insanlardır. Dünyalık hiçbir arzu ve hedefleri yoktur bunların. Tüm
arzularını, tüm heveslerini Allah’ın dinine teslim etmiş insanlar.
Hani Rasulullah’ın bir hadisi
vardı:
"Sizden hiçbiriniz arzusu benim
getirdiğim şeylere tabi olmadıkça mü'min olmuş
sayılmazsınız."
Buyurur ki Allah’ın Rasûlü, ben ne
getirdiysem arzusu ona teslim olmayan kişi mü'min olamaz. Burada inanmak, tabi
olmak ve teslim olmak vardır. Meselâ heveslerimiz vardır değil mi? Elbisede,
giyimde, kuşamda, yemede, içmede, gezmede, tozmada arzularımız, heveslerimiz
vardır. Gümüş kaptan yemede, villada oturmada, saçımızı taramada, fakülteyi
bitirip falan mevkiye gelmede, falanları filanları elde etmede, evimize şunları
şunları almada, şöyle birisiyle evlen-mede, kızımızı şöyle yetiştirmede,
oğlumuzu filan yerde okutmada hedeflerimiz, arzularımız, heveslerimiz vardır.
Hulasa kişinin hayatının her bir kademesine ait amaçları, gâyeleri, hedefleri,
yöneldiği kıbleleri vardır. Bazen kadına, bazen marka, dolara, bazen ata,
arabaya, bazen altına, gümüşe, bazen evlere, bahçelere hevesleri vardır
insanın. Fakat bu hevesler İslâm’a, yâni Rasulullah’ın getirip tebliğ ettiği
vahye kanalize edilirse, vahye mutabakat ederse işte o zaman kişi iyi bir
müslümandır.
Meselâ paraya hevesi var kişinin,
olabilir; ama ona kul köle olma adına değil de Allah’ın takdiri olarak kendisine
gelen parayı kişi onunla hava atmak, olmayacak yerlerde onu harcamak yerine
onunla Allah’ın rızasını kazanabileceği kendisine, ehline, müslümanlara
harcayabilirse; o zaman kişinin bu hevesi İslâm’a kanalize olmuş demektir.
Meselâ bir adam düşünün ki 50 dükkanı, 5 fabrikası, 3 yatı, 5 arabası, lüks bir
hayatı varken bu adam İslâm’ı buldu, İslâm’la tanıştı. Şimdi bu adam hidâyete
erdikten sonra bu sahip olduğu şeylerin tamamını elden çıkarmakla mükellef
değildir. Eğer bütün bu sahip olduklarını Allah’ın istediği yerde kullanıp
harcayabiliyorsa o zaman işte bu adamın arzuları İslâm’a, Rasulullah’ın
getirdiklerine teslim olmuş demektir.
Bir adam düşünün ki karısını çok
seviyor. Hevesi var onda. Ama günün birinde öğrendi ki,Allah kendisine
peygamberi vasıtasıyla karısına şu şekilde davranması gerektiğini duyurdu.
Meselâ namaz konusunda onu zorlayacaksın, kitap sünnet konusunda zorlayacaksın,
tesettür konusunda gerekirse onu tedip edip tokatlayacaksın demişse ve o da
bunu duymuşsa, hemen hiç beklemeden bunu aynen uygulamaya çalıştığı takdirde o
kişinin hevesi Rasulullah’ın getirdiğine teslim olmuş demektir. Çocuğuna hevesi
olup da onu sabah namazına kaldıran anne ve babanın da hevesleri Rasulullah’ın
getirdiğine teslim olmuş demektir.
Yine bir adam düşünün ki bu adamın
falanca makamda gözü vardır, hevesi vardır. Ama peygamberin kendisinden
istediklerini duyup öğrendiği andan itibaren hemen hevesini ona uydurarak
oturulmaması gereken o makama oturmaktan vazgeçmişse, hevesini ona teslim
etmişse iyi bir müslümandır o.
Ama burada şunu söyleyelim: Herşeyden
önce Rasulullah’ın ne getirdiğini bilmek zorundayız. Arzularımızı, heveslerimizi
Allah’ın arzularına teslim edebilmek ve Rasulullah’ın getirdiği dine mutabakat
edebilmek için, Allah’ın arzularını ve Resûlü’nün ne getirdiğini bilmek
zorundayız. O halde bunun için de Kur’an ve sünneti tanımak zorundayız.
Tanımalıyız ki arzularımızın, heveslerimizin ona uyup uymadığını bilebilelim.
Bunları bilmezse ne yapar adam? İstediklerini, arzu ettiklerini, yaptıklarını,
yapacaklarını Allah ve Resûlü’ne sorabilecek kadar onlara yakınlık kuramamış bir
adam ne yapar? Meselâ mîrasta Allah’ın kendisine takdir buyurduğu hisseyi
bilmeyen bir kadın arzularını, heveslerini uydurabilir mi İslâm’a? Uyduramaz
değil mi? Çünkü bu kadın Allah’ın rızasının, Rasulullah’ın arzusunun nerede
olduğunu bilmemektedir.
İsanlardan kimileri de vardır ki, Allah rızası
için herşeylerini fedâ ederler. Allah’ın hoşnutluğunu herşeye tercih ederler.
Allah’ın arzularını kendi arzularından üstün tutarlar.
İbni Abbas’ın ifadesine göre bu âyet
sahabeden Süheyb-i Rumi hakkında nazil olmuştur. Mekke müşrikleri bu zatı
yakalamışlar ve dininden döndürebilmek için dayanılmaz işkencelerle azap etmeye
başlamışlar. Hz. Süheyb: "Vallahi ben yolsuzdum yolumu buldum, ben bir kelime
söyledim, beni asla ondan döndüremezsiniz. Benden bunu istemeyin, benden
dinimden dönmeyi istemeyin, eğer isterseniz tüm malım sizin olsun. Malımı
mülkümü vereyim ama sizden dinimi satın alayım demiş ve onlar da buna razı
olmuşlar. Tüm malını onlara bırakarak dinini ve Allah’ın hoşnutluğunu satın
almış ve bu şekilde Medine’ye gelirken bu âyet nazil olmuştu. Hattâ Süheyb
Medine’ye girerken Hz. Ebu Bekir rast gelmiş ve: "Alış verişin kârlı olsun ey
Sü-heyb!" demişti. O da: "Seninki de zarar etmesin ey Ebu Bekir!"
demiş-tir.
Yine âyet-i kerîme bir başka rivâyette
de hicret esnasında canını dişine takarak, ya da kelleyi koltuğuna alarak
Rasulullah’ın yatağında yatan, canını ortaya koyup onu kendisine tercih ederek
Allah’ın hoşnutluğunu kazanan Hz. Ali Efendimiz hakkında inmiştir deniyor.
Ama o dönemde onlar hakkında inmiş olsa
da kıyamete kadar onların yolunun yolcusu olan tüm mü'minleri anlatır bu âyet
diyeceğiz tabii.
208:"Ey iman edenler hepiniz (barışa)
İslâm’a girin ve şeytanın adımlarını takip etmeyin. Şüphesiz ki o şeytan size
apaçık bir düşmandır."
Bir tarafta günahıyla böbürlenen,
günahta izzet ve şeref arayan, ekini ve nesli bozan ve işi gücü yeryüzünde
bozgunculuk yapmak olan, ekinlere de insanlara da hayat hakkı tanımayan,
onların dengesini ve düzenini darmadağın eden ve de kendisine Allah’tan kork
denildiği zaman da günahıyla şereflenip cehenneme giden bir insan tipinden
bahsedildi. Öbür tarafta herşeyini ve tüm dünyasını Allah için yaşayan ve
Allah’ın rızasını kazanmak üzere herşeyini fedâya hazır olan bir müslüman
tipten söz edildi. İşte yeryüzünde belirgin bu iki tip özellikten
sonra:
Ey iman edenler, silme, selâmete,
İslâm’a bütünüyle girin. Hayatınızı tamamıyla Allah’a teslim edin. Hayatınızın
tümünde Allah’ı söz sahibi bilin. Allah’ın kulu olduğunuzu unutmayın.
Hayatınızın tümünde müslüman olun. Hayatı parçalamayın. Yâni hayatınızın bazı
bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı bölümlerinde de başkalarının kulu olmayın.
Bazen Allah’ı, bazen de başkalarını razı etmeye çalışmayın. Hayatınızın ibâdet
bölümlerine Allah’ı karıştırıp öteki bölümlerinde başkalarına söz hakkı vererek
şirke düşmeyin. Hayatı parçalamadan yana olmayın. İslâm’ı bir bütün olarak
kabul edin. İslâm’ı parçalamaya kalkmayın.
Yani her bireriniz İslâm’ın bir
bölümüne tutunup, her biriniz İslâm’ın belli bir bölümünü bayraklaştırıp
İslâm’ı da kendinizi de parçalamayın. Namazı kılıyorsunuz, orucu tutuyorsunuz
güzel; ama İslâ-m’ın tesettürünü de kabul etmek zorundasınız. Veya İslâm’ın
ekono-misini de kabul etmek zorundasınız. Mîras konusunu da kazanma harcama
anlayışını da. Yâni hayatın tümünde Allah’ın kulu olmak zorundasınız.
Ya da inandık dediğimiz konunun
amelini de gündeme getirmek zorundayız. Değilse sadece inandık demek
yetmeyecektir. Yâni iman amel bütünlüğü içinde İslâm’a girin diyor Rabbimiz.
İmanlarınızla, iddialarınızla hayatınızı ve amellerinizi barıştırın. İman amel
barışıklığı içinde İslâm’a girin. İddia ve ispat, iddia ve eylem bütünlüğüne
girin diyor.
Bir başka ifadeyle imanlarınızla
amelleriniz barışsın. Kalplerinizle kafalarınız barışsın, düşüncelerinizle
hareketleriniz barışsın ve böylece kendi içinizde barışa girin diyor Rabbimiz.
İnançlarınızla hayatlarınız başka başka olup içinizde ve dışınızda bir savaş
yaşamayın. Hem Allah yolunda hem şeytan yolunda yürüyerek, hayatınızın bir
bölümünde Allah’ın kulu, öteki bölümlerinde de başkalarının kulu ve kölesi
olarak bir çatışma içine düşmeyin diyor.
Dikkat ederseniz sözünün başında
Rabbimiz; Ey iman edenler! dedi. Sonra da İslâm’a girin! Buyurdu. Eğer bu iman
edenlerden kasıt mü'minlerse zaten mü'min olan bu insanlardan niçin yeniden
mü'min olmaları, İslâm’a girmeleri isteniyor? Öyleyse anlıyoruz ki; ey iman
gösterisinde bulunanlar, ey inandığını iddia edenler, inandıklarını zannedenler
demek olacaktır mânâ.
Veya ey dilleriyle inandıklarını
söyleyen; ama kalpleriyle inan-mayan münâfıklar veya ey sadece iman iddiasında
bulunup da inanç-larını amelle hayatlarında görüntülemeyenler amelinizle de bu
imanlarınızı görüntüleyin demek olacaktır. Bazıları da bu iman edenler
tabirini ehl-i kitap olarak yorumlamaya çalışmışlar. O zaman da ey ehl-i kitap
sizler de İslâm’a girin! demek olacaktır mânâ. Yâni sizler de sulh edin!
Ayrılığı, tefrikayı bırakıp İslâm’a girin!
Ve hepiniz selâmete girin. Kimileriniz
İslâm’ı kabullenip, kimi-leriniz başka şeylerin peşinde koşarak derbeder bir
hale gelmeyin. Hepiniz Allah’ın dinine girin ve yaşadığınız bir dünya
hayatında da topyekun birlikte hareket edin! İslâm’ın tümünü kabul ederek
hayatı parçalamadan, kendinizi de parçalamadan tam müslüman olun diyor
Rabbimiz. Âyet-i kerîme her türlü ayrılık, çatışma ve çekişmelerden uzak,
toplumsal bir uyuşmayı, uzlaşmayı emretmektedir. Enfal sûresinde de bu silm
kelimesi aynı mânâya kullanılmıştır:
"Eğer onlar silme (barışa)
yanaşırlarsa; sen de ona yanaş ve Allah’a dayan. Çünkü o, işiten ve
bilendir."
(Enfal 61)
Müslümanlar bütünüyle İslâm’a davet
edilirken, bir de aman ha şeytanın adımlarına uymayın diyor Rabbimiz. Çünkü o
şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır. Eğer onun yoluna uyarsanız, o sizi şu
veya bu şekilde selâmdan, selâmetten İslâm’dan uzaklaştırmak ister. Allah
korusun siz de böylece uzaklaşır gidersiniz de kaybedenlerden olursunuz. Çünkü
şeytan, insanların gideceği dosdoğru yol üzerinde, sıratı müstakim üzerinde
oturur, insanların sağından, solundan, önün-den, arkasından gelerek her
hâlükârda insanları hatanın, isyanın içine çekmeye çalışırlar.
Bakın Neml sûresindeki bir âyet-i
kerîmesinde Rabbimiz, şeytanın yaptırdıklarından birini şöyle
anlatır:
"Onun ve kavminin Allah’ı bırakıp
güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan kendilerine bu yaptıklarını süslü
göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş, onun için onlar doğru yolu
bulamıyorlar."
(Neml: 24)
Şeytanın kandırdığı Sebe ülkesi
insanları, Allah berisinde güneşe secde ediyorlarmış. Güneşe namaz kılmak
değildir tabii bunun mânâsı. Burada olduğu gibi Kur’an-ı Kerîmde secde ve rükû
namaz dışında zikredildiği zaman, mutlak başlı başına bir ibâdet anlıyoruz. Yâni
güneşi dinliyorlar, güneşe itaat ediyorlar, güneşin emrine boyun eğiyorlar. Peki
acaba güneş onlardan ne istiyordu? Güneş ne diyor, ne emrediyordu onlara? Güneş
onlardan nasıl bir kulluk istiyordu ki, onlar onu dinliyorlardı? Güneş
onlardan bizzat bir şeyler istemese de istetiyorlardı, güneş kendilerine
konuşmasa da güneşi kendilerince konuşturuyorlar, güneşe bir kısım şeyler
dedirtiyorlar ve o dediklerini de yapıyorlardı tabii. Put budur zaten.
Put, insanlara hiç bir şey demese
de dedirtirler ona. Put, aslında konuşmaz ama putun arkasına saklanan birileri,
istediklerini o putlara söyleterek onun arkasında kendi egemenliklerini, kendi
hegemonyalarını gerçekleştirirler. Meselâ şimdi yönetmelik konuşur mu? "Olmaz
arkadaş! Bu yönetmeliklere aykırıdır!" diyor müdür efendi. Veya olmaz arkadaş,
bu âdetlere terstir diyor adam. Yâni bu yönetmenlik dedikleri şey ne? Ya da bu
âdet dedikleri ne? Kim koydu bunu? İnsanlardan değil mi o? Yâni şimdi bu
yönetmeliklerin, bu âdetlerin arkasında birileri yok mu? Zaten işlerine
gelmediği zaman yemiyorlar mı onu? Oyun bozulunca değiştirmiyorlar mı? Hani
geçen senekiler nerede? Kalkmadı mı onlar? Öyle anlamıyor adam, yönetmenliğe
aykırıdır, yönetmelik dinlenecek diyor tamam. Ya da ayıp olur efendim! diyor
adam. El âlem ne der adama? Toplum ne der adama? Diyor, olur mu bu yaptığın şey?
Peki ne o toplum dediğin şey? Kim o? İşte sen, ben, bizim oğlan. Yâni yok ortada
böyle birisi. Ama yâni ne olur ne olmaz diyor adam, o olmayanın sözünü dinliyor.
O olmayana kulluk ediyor. Gerektiği zaman o olmayan hatırına Allah’ın
emirlerini çiğniyor değil mi? Puta tapanların tamamı işte bu cinsten
insanlardır.
Kimileri diyor ki; olacak şey mi
bu? Puta tapar mı adam? Bu adamların hiç mi akılları yok? Taştan medet umar mı
adam? Güneşe tapınır mı adam? Bal gibi oluyor işte, sen getirmişsin helvayı put
diye dikmişsin, yönetmeliği şekillendirmişsin, kanunları getirip koymuşsun, aman
demişsin, aman! Bunlara karşı gelinmez. Aman demişsin, bunlar dinlenmeli. Ne
farkı var bunun ötekisiyle? O da olmayan şeyi dinliyor, sen de? Niye garibine
gidiyor da onların güneşi dinlemeleri? Ben insan yapımı yönetmelikleri, insan
mahsulü kanunları helva putuna benzetiyorum. Hani eskiden İslâm öncesi
Araplarda yaygındır bu. Helvadan put yapıyorlar, bir süre tapınıyorlar, sonra da
acıkınca kendi elleriyle yapıp tapındıkları bu helvayı, putu yiyiveriyorlarmış.
Tabi onların reisi mi yerdi? Başkanları mı yerdi? O ayrı konu. Kim acıkırsa o
helvayı yiyebiliyor yâni. Bizimkiler de işlerine gelmediği zaman yaptıkları ve
bir süre tapındıkları yönetmelikleri, kanunları yiyiveriyorlar. İşlerine
gelmeyen kanun maddelerini ve yönetmelikleri yiyerek
değiştiriveriyorlar.
Peki bunu niye yapıyorlarmış bu
insanlar? Allah diyor ki:
"Şeytan onlara bunu süslü
göstermiştir."
Onlara bunu şeytan yaptırıyor. Yâni hepten boş
değildi bu iş. Bir mantığı vardı şüphesiz bunun. Mesela bu mantıklardan
birisi şuydu bakın: Şeytanın bu putun
arkasında konuştuğu oluyordu bazen. Çünkü Menat putu için özellikle bu rivâyet
vardır. Mekke’nin fethinde o putu kırmak için gönderilen sahâbe, gidip o putu
kırarken putun arkasından kapkara bir şeyler gördüğünü anlatıyor. Bir sesler
filan duyuyor. İtiraz eden, karşı gelen, yapma etme diyen bir sesler
duyuyor.
Yâni putun konuşması söz konusu. Gel
diyor, gelme diyor, yap diyor, yapma diyor, sen büyüksün diyor, bunu yaparsın
diyor, haklısın diyor, haksızsın diyor. Ben buna hiç de şaşmadım. Yâni bakıyoruz
bugün de putların konuştuklarına şahit oluyoruz. Meselâ adamın evinde sevgilisi,
göz bebeği bilmem ne eşyası vardır ya ondan adamın kalbine sesler geliyor.
Veya kapısının önünde bilmem kaç
model bir şeyi var ya veya işte yastığının altında meylettiği bir şeyleri var
ya onlardan ona sesler geliyor. Koru beni! Koru bunu! Saldır buna! Bana çizgi
dokundurma! Bana laf getirme! Yıka beni! Sil beni! gibi laflar eder ya sanki
böyle sesler de geliyormuş putlardan. Yâni bu işin bir mantığı böyleymiş.
Değilse hepten böyle mantıksız olarak adamın bu işleri yapması için deli olması
lazım. Meselâ gidecek ve taşa diyecek ki, putum ben yolculuğa çıkacağım bu
konuda ne dersin? Bu hepten mantıksızlıktır. Ama mantıklı da olsa, mantıksız da
olsa şeytan yaptırıyor insanlara bunları.
Allah diyor ki, şeytan onlara
amellerini süslü gösterdiği için bunlar bunu yapıyorlar. Şeytan onlara bunları
yaptırdığı için de onlar yollarını bulamadılar, yollarını şaşırdılar diyor. İşte
şeytanın tüm hedefi budur. Derdi neymiş şeytanın? Böylece insanlar yollarını
şaşırıp bulamasınlar, secde edecekleri makamı bulamasınlar, Allah’a secde
etmesinler diye yapıyormuş bunu.
Bakın bunu bir daha söyleyeyim, çünkü
burası çok önemlidir. Şeytanın bu eylemlerinin tümünden şunu anlıyoruz, şunu
anlatıyor Rabbimiz: Şeytan insanların hayatına öyle bir program çiziyor ki,
onun Allah’a gitme ihtimali baştan bitiyor. Bu yanlışların arasında doğruyu
bulma imkânı baştan bitiyor. Şeytanın çizdiği programda Allah’a yer kalmıyor.
Meselâ tıp fakültelerinde talebelere uygulanan program bugün öyle gözüküyor.
Talebenin bütün hayatını, bütün gününü kapsayıveriyor bu program ve burada
okuyan talebelerin Allah’a, Allah adına okumaya, ya da dinlemeye zamanları
kalmıyor.
Ama meselâ Hukuk Fakültesi öyle
değil. Ondan dolayıdır ki hukuk öğrencileri, kimi olaylara girebilecek zaman
bulabiliyorlar. Ötekilerde hiç olay duyulmuyor, çünkü zamanları yok buna. Öyle
bir program ki, bunsuz olmaz deniyor ve gece gündüz onun tüm hayatı bitiriliyor.
Veya sistemlerdede bu böyledir. Meselâ
komünizm, kapitalizme göre İslâm’la yarışabilecek bir havada görüyordu
kendisini. Yâni bütün hayat programı hakkında söz sahibi kabul ediyordu
kendisini. Gençlik hakkında konuşuyor, cinsellik hakkında konuşuyor, aile
hakkında, ekonomi hakkında kendisine göre konuşuyordu. Ama kapitalizm öyle
değildir. O kimi dünya işlerini düzenlerken meselâ din işine dokunmaz. Bu konuda
serbesttir insanlar. Dilersen müslüman ol, dilersen Budist ol fark etmez der.
İşte şeytan da
önce:
Yâni karşısındakinin yolunu ne yapar, yapar
İslâm’dan saptırır. Bunu beceremezse eğer, muhatabı herşeye rağmen yine de
İslâm’a girerse, bu sefer de, o kişinin girdiği yolu, girdiği İslâm’ı eğri
büğrü yapmaya çalışır. Yâni adamın İslâm’ını bozar. Din yaşıyorum diye bidatleri
karşısına çıkarır onun, ya da din diye insanların sunduğu, aslını bir türlü
öğrenemediği bir yığın felsefenin içine çeker onu. Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine
değil de insanların kitaplarına, insanların sözlerine sevk eder onu.
Biraz daha açık söyleyelim;
Allah’a değil de güneşlere, güneş gibi büyüklere secde etmelerini sağlar. Allah
dururken büyüklerin önünde secde ettirir. Güneş aslında büyük yıldızdır değil
mi? Böyle güneş gibi piyasada yıldızı parlayan niceleri vardır ki, niceleri
onlara secde etmektedirler, onlara secde etmek için çırpınmaktadırlar Allah
korusun. Allah buyuruyor ki:
"Ey müslümanlar (dikkat edin!) Hepiniz
toptan silme girin! İslâm’a girin ve de sakın şeytanın adımlarına uymayın.
Çünkü o size apaçık bir düşmandır."
Sadece şeytana değil, şeytan adına
hareket eden yeryüzü şeytanlarına da dikkat çekiyor Rabbimiz. Belki de
şeytanların, ya da yeryüzü şeytanlarının bugün en büyük başarılarından birisi de
bir mü'mini diğer bir mü'min kardeşiyle iman adına savaştırmasıdır. Yeryüzü
şeytanları bugün mü'minleri mü'minlerle savaştırmaktadırlar. Hem de din adına.
Devletler planında böyledir, fertler planında da böyledir. Şeytanlar
müslümanları bölmüşler, gruplara, hiziplere ayırmışlar, tıpkı Firavun
taktiğiyle ve birbirleriyle savaştırmaktadırlar.
Allah buyurur ki: Sakın ha sakın
şeytanın size tarif ettiği hiç bir yola tabi olmayın. Şeytanın yoluna tabi
olmamanın yolu da Allahu Teâlâ’nın bu kitabında bildirdiği küfür ve şirk
yollarını bilmeye bağlıdır. Allah’ın yoluna tabi olmanın yolu da yine Allahu
Teâlâ’nın bu kitabın-da bildirmiş olduğu sıratı müstakimi tanımakla mümkündür.
Dikkat ederseniz Bakara sûresinde bu ikisi yan yana anlatılmaktadır. Bir
tarafta iman diğer tarafta küfür, bir tarafta İslâm diğer tarafta şirk, bir
tarafta Allah yolu diğer tarafta şeytan yolları olduğu gibi ikili bir
anlatımla anlatılmaktadır. Şeytanı tanımak bu kitapla mümkündür, İslâm’ı
tanımak da bu kitapla mümkündür. Kitabı tanırız, böylece şeytanı tanırız.
Şeytanı tanırız, şeytan yolundan uzaklaşırız, İslâm’ı tanırız, İslâm yoluna
gireriz. Allah’ı tanırız, Allah yoluna gireriz ve tüm şeytanlardan Allah’a
sığınırız. Besmele de zaten bu ayetin açıklamasıdır. Şeytandan haramlardan
Allah’a sığınacağız ve İslâm’a gireceğiz.
209:Eğer size bunca açık deliller geldikten
sonra yine ayağınız kayarsa, iyi bilin ki Allah aziz ve
hakimdir."
Size kitapta apaçık beyyinat geldikten
sonra, herşey açık açık beyan edildikten sonra yine de sapıtırsanız, şeytanın
vartalarına düşüp günahlara girerseniz, bilin ki Allah izzet ve şeref
sahibidir, Allah hikmet sahibidir, herşeyi yerli yerince bilendir. Allahu Teâlâ
kendi yolundan uzaklaşanlara ve kendisiyle savaşa tutuşanlara karşı çok
acımasızdır, intikam sahibidir ve her işi de bilerek yapar, hikmetlidir.
210:”Onlar sadece gözetiyorlar ki, Allah
buluttan gölgelikler içinde meleklerle birlikte geliversin de iş
bitiriliversin. Halbuki bütün işler Allah’a döndürülüp götürülüp.
"
Bunlar artık onu bekliyorlar. Allah’ın
kendini, yâni Allahlığını ortaya koymasını, Allahlığını kendilerine
göstermesini bekliyorlar. Ama murad-ı İlâhî böyle değildir. Yâni Allah’ın böyle
bir yolla insanları imana zorlaması söz konusu değildir. Zira böyle zoraki bir
iman Allah’ın istediği iman değildir. Öyle isteseydi Rabbimiz tıpkı melekler
gibi doğuştan boyunlarımızdaki ipin ucunu eline alıverir ve bizi iradelerimizle
baş başa bırakmazdı. Ne bekliyor bunlar? Açık açık Allah’ı görmek mi istiyorlar?
Allah gerçeği hiçbir zaman öyle herkesin kayıtsız şartsız kabul edeceği, hiç
kimsenin itiraz edemeyeceği biçimde çırılçıplak gözler önüne sermez. Çünkü o
zaman imtihanın mânâsı kal-maz. Başarı ve başarısızlık kavramları anlamlarını
yitirir. Bunun içindir ki Rabbimiz insanları şöyle uyarmaktadır: Allah’ın
melekleriyle birlikte bütün azametiyle karşınıza çıkacağı günü beklemeyin! Zira
o zaman sizin işiniz bitecektir. O zaman azabınız kesinleşecek ve hiç bir
şansı-nız da kalmayacaktır. Yâni sizler böyle bir durumla karşı karşıya
kaldığınız anda iman ve itaatinizin de hiçbir mânâsı kalmayacaktır. Çünkü artık
ona iman denmeyecektir. Gözle görülen bir şeye iman isten-mez. İman gaybın
konusudur. Zaten yeis halindeki bir iman da iman değildir. Peki niye iman
etmiyor bu adamlar? Neyi bekliyorlar? Kıya-metin gelip çatmasını mı
bekliyorlar? Bu istedikleri şey kıyametin kop-masından sonra gerçekleşecek bir
şeydir. Halbuki kıyamet günü geldiği zaman hiçbir dönüş, hiçbir pişmanlık fayda
vermeyecektir. Kıyamet günü hüküm vermek için buluttan gölgeler içinde Allah
melekleriyle birlikte gelecek:
“ Melekler sıra sıra dizilip, Rabbin
gelince,”
(Fecr: 22)
O gün Allah gelecek Melekleriyle
beraber. Peki nasıl gelecek Rabbimiz? Nasılını bilmiyoruz. Bu adamların
Allah’ın Rasûlünden istedikleri şeyleri bir zamanlar başkaları da
peygamberlerinden istemişlerdi:
"Ehl-i kitap senden, gökten kendilerine
bir kitap indirmeni istiyorlar.."
(Nisâ 153)
Daha önce Hz. Mûsâ’dan da daha
büyüğünü istemişler ve demişlerdi ki; Ey Mûsa Allahu Teâlâ’yı bize apaçık
göstermedikçe biz sana iman etmeyeceğiz.
Hadi bize apaçık Allah’ı göster demişlerdi. Bu haince tavırlarından ötürü onları
yıldırımlar çarpmıştı. Bakın buradaki istekleri de gerçekten çok enteresandır.
Allahu Teâlâ’nın o bulutlar arasında, gölgeler arasında kendilerine gelmesini
ve de meleklerin kendilerine gelmesini istiyorlar. Aslında Ne istedikleri de
belli değil. Bir noktada Peygamberlerle ve müslümanlarla alay söz konusu. Hadi
getir bakalım şu Allah’ım dediğin varlığı da bir görelim. Melekleri de getir
de şöyle bir görelim bakalım. Diye Peygamberle alay ediyorlar. Şüphesiz bu
alaylarının sonunda cezalarını mutlaka çekecekler, ama bu kâfirlere ceza
verilinceye kadar da tabi müslümanların bu konudaki imtihanları söz konusu.
Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlar ve işte bu sıkıntılı dönemlerinden
başarıyla geçebilmeleri için de Rabbi-miz, bu âyetlerle onların morallerini
düzeltiyor diyebiliriz. Halbuki Allah’ın böyle bulutlar arasından gelmeyeceği
âşikârdır. Melekler geldiği zaman da yeryüzünde kâfirlere artık hayat hakkı
kalmayacağı da kesin bellidir.
211:"İsrâil oğullarına sor. Biz onlara ne
kadar açık Beyyine’ler (nice âyetler nice deliller) gönderdik. Ama kendisine
geldikten sonra kim Allah’ın nîmetini değişti-rirse, bilsin ki gerçekten
Allah’ın azabı çok şiddetlidir."
Buradaki "Peygamberim İsrâil oğullarına
sor" ifadesi:
"Eğer bilmiyorsanız zikir ehline
sorun!"
(Enbiyâ 7)
Ayetinin manası gibidir. Ayetin anlamı;
bilmediklerinizi gidin bilenlere sorun demek değildir. Ayetin ma kabline ve ma
ba’dine bakılırsa mânânın hiç de böyle olmadığı anlaşılacaktır. Ama ayeti böyle
cımbızla çekercesine Kur'an bütünlüğünden, sure bütünlüğünden soyutlayarak
anlamaya kalkarsanız o şekilde düşünmeniz mümkün olacaktır. Allah burada
buyurur ki; ey peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları, eğer sizler bu
kitabın, bu Kur'an’ın Allah’tan geldiği konusunda herhangi bir şüphe
içindeyseniz, Bu konuda bir kuşkunuz varsa, o zaman hadi zikir erbabına, fikir
erbabına, Tevrat ve İncil erbabına gidin bir sorun bakalım! diyor Allah. Yâni
bu Kur'andan bir şüpheniz, bir endişeniz varsa. Değilse gidin onlara sorun falan
demiyor bu ayet. Zikir, kitap demektir. Ehl-i zikir de ehli kitap, yâni yahudi
ve hıristiyanlar demektir. Ama müslümanlar kavramları değiştirdikleri için
bütün bu mânâlar yok olup gitmiştir.
Aslında bu konuda yahudi ve hıristiyanlara bir
şeyler sormak yasaktır. Yâni bu Kur’an’ın sağlamasını, yahudi ve
hıristiyanlarla yap-mak anlamına gelecektir ki, bundan menedilmişizdir. Bu
bâtıldır. Bizim onlara soracak, onlardan öğrenecek hiç bir şeyimiz yoktur.
Allah’ın Rasûlü de asla onlara uymayacak, asla bu konuda onlara bir şey
sormadı. İncil ya da Tevrat’ı da getirseler bu kitaptan daha efdal
olmayacaktır. Ama maalesef bu
âyetleri farklı anlayan günümüz müs-lümanları arasında Kur’an’dan daha kesin,
Kur’an’dan daha üstün yol göstericiliğine inanılan teoride ya da pratikte pek
çok kitap vardır. Nice kitaplar vardır ki ortada müslümanlar Kur’an’dan önce
onlara ittiba ediyorlar, bundan önce onları okumaya, onlardan bilgilenmeye
çalışıyorlar. Âdeta bu kitapları ellerinden düşürmemeye çalışıyorlar.
Kur’-an’da biliyorsunuz; Kur’an’ın bir benzerini getirin iddiaları vardır. Eğer
gücünüz yetiyorsa hadi bunun bir benzerini, yahut bir sûresini meydana getirin!
Gibi âyetler vardır.
Sûrenin evvelinde bunu anlatmaya
çalışmıştım. Tarih boyunca tüm insanlık bu meydan okuyuş karşısında susmuş,
ancak orada da ifade ettiğim gibi Kur’an’ın nazmına benzer yapamamış, meydana
getirememişler, ama maalesef müslümanlar bunu anlayamamış ve onun muhtevasına
benzer nice muhtevalar yapmaya çalışmışlar. Müslümanlar Kur’an’dan gafil
olduklarından mı? yoksa şeytan onlara amellerini süslü gösterdiğinden mi, o
yeni üretilen süreli sistemlere, ideolojilere uyarlar da maalesef Kur’an’ın o
konuda ne dediğini dahi bilmezler. Çok pratik bir örnek vereyim: Kur’an diyor
ki; ben sizin için mîras sistemi ortaya koyuyorum! Başkaları da diyorlar ki; ey
Kur’an! Ey Allah! Sen kanun koyarsan bizde koyarız! İşte bizimki de bir düzen!
İşte bizimki de bir kanun! Ve bu ciddi ciddi de müslümanların arasında uygulama
alanı buluyor. İşte benim bildiğim bu âyeti de böyle
anlayacağız.
"Sor Beni İsrâil’e peygamberim!"
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu istekte
bulunanlar, Medine’de genelde yahudiler olduğundan ve bu istekler de genelde
yahudi kökenli istekler olduğundan dolayı Rabbimiz buyurur ki: Sor Beni
İsrâil’e. İsrâil oğullarına sor bakalım.
"Biz
onlara ne kadar açık beyyine’ler (nice âyetler, nice deliller)
gönderdik."
"Ama kendisine geldikten sonra kim
Allah’ın nîmetini değiştirirse, bilsin ki gerçekten Allah’ın azabı çok
şiddetlidir."
Bu nîmetlerin neler olduğunu, Bakara
sûresinin önceki âyetlerinin ısrarla bize anlattığını görmüştük. İsrâil
oğullarını Firavunun zulmünden kurtarmasından, kudret helvası ve bıldırcın
etiyle beslemesine, Bakara’nın kurban olayına onları şahit tutmaya, Tur'u
üzerlerine kaldırıp mîsak almaya varıncaya kadar vs, vs. Bütün bunlarla birlikte
bu adamlar hâlâ inanmamak da devam ediyorlardı. Hani bu adamları Firavun gibi
zâlim birinin zulmünden kurtardım ve sonunda onlara devlet nasip ettim, ama
onlar Allah’ın nîmetini değiştiriverdiler. Onlara tarihte hiç kimseye nasip
olmayacak nîmetler yağdırdım, ama onlar bu nîmetleri değiştirdiler. Kitaplarını
değiştirdiler, kitabın âyetlerini değiştirdiler, ben bir türlü söyledim, onlar
bir türlü anlamaya çalıştılar. Emirleri değiştirdiler, deneni denmeyene,
denmeyeni denene değiştirdiler. Ben hıtta dedim, onlar hınta anladılar. Ben
cumartesi yasak dedim, onlar değil dediler. Değiştirdiler de sonunda ne oldu?
Sonun-da ne yaptım onlara bir sor peygamberim! Veya sizler de bugün bir sorun,
ya da bir bakın hayatlarına ey müslümanlar! Diyor
Rabbimiz.
Müslümanlara bu konuda özellikle İsrâil
oğullarına bakarak ibret almaları tavsiye ediliyor. Çünkü onların yerine
dünyanın önderliğini üstlenen müslümanların bu konuda çok dikkatli
davranmaları gerekecektir. Onlar kitaplarını tahrif ettikleri için, dinlerini
arkalarına attıkları için, kitapsız bir hayata razı oldukları için başlarına
gelenler, müslü-manlar da aynı duruma geldikleri takdirde onların da başlarına
aynı şeyler gelecektir deniyor. Tabi bu emir, onlara sormak anlamına değildir.
Zira İslâm ümmetinin başkalarına soracak hiç bir şeyleri yoktur. Bundan kasıt,
hem müslümanları ibret almaya davet hem de ehl-i kitabı küçük düşürmektir.
Verilen nîmetlere karşı nankörlükleri hatırlatılarak, Allah’a karşı takındıkları
tavır gündeme getirilerek onlar yargılanıyorlar. Bu adamlar dün böyleydi, bugün
de aynen dünkü hayatlarından farksız bir durumdadırlar.
Aynı şekilde Mûsâ (a.s)’a yapmış
oldukları eziyetlerin, Zeke-riya ve Yahya (a.s)’a yapmış oldukları işkencelerin
benzerini, şimdi Muhammed (a.s)’a ve onun ashabına da yapmak isterlerse,
kesinlikle bilsinler ki Allah’ın azabı, ikabı gerçekten çok şedittir. Şu anda
kâfirler yeryüzü müslümanlarına ne kadar işkence yapmayı hedeflerlerse
hedeflesinler, ne kadar da tüm plan ve programları müslümanları top-yekun
yeryüzünden silmek olursa olsun, bilsinler ki tüm hıristiyan ve yahudiler, savaş
anında karşılarında ilk önce Allahu Teâlâ’yı bulacaklardır. Yâni bu savaşta ilk
önce Allahu Teâlâ kendi zatıyla ve azametiyle vardır ve müslümanları koruyacak,
müslümanlara yardım edecektir. Tüm kâfirlerin kökünü kazıyacak ve işlerini
bitirecektir. İşte bilsinler ki Allahu Teâlâ’nın azabı ve ikabı çok şedittir,
çok çetindir.
212:"Dünya hayatı kâfirlere süslü gösterildi
ve iman edenlerle alay etmek de onlara süslü gösterildi. Çünkü sakınanlar, takva
erleri kıyamet günü onların üzerindedirler. Allah dilediğini hesapsız
rızıklandırandır.
Hem müslümanlarla alay ediyorlar,
müslümanlara hayat hakkı tanımıyorlar hem de dünya hayatından memnun oluyorlar.
Tüm hedefleri dünya hayatıdır ve az önceki ekini ve nesli bozma
özelliklerinden de anladık ki bu adamların dünyasında da hayır yoktur. Gerçi
dış görünüşleri itibariyle dünyayı hedefledikleri için dünyada gerçekten
erişemedikleri bir şey yok gibi ama nihâyet kendi elleriyle dünyalarını da
bozmuşlar, mekânik bir hayata gelmişler, robotlaşmışlar, duyguları bitmiştir.
Hisleri, hareketleri kaybolmuştur, sevmek, sevilmek, ağlamak, gülmek gibi
insani duyguları, fedâkarlık, cefakarlık gibi duyguları tükenmiştir. Yedirme,
içirme, infak ve akrabalık bağları, karılık, kocalık bağları, babalık, oğulluk
bağları bitmiştir. Herşeyleri bitmiştir. Böyle bir hayatın içinde tüm dünya
onların olsa ne olacak ki? Şu anda aslında cehennemi yaşıyorlar, ama böyle bir
hayat da onlara süslü geliyor. Bunu hayat zannediyorlar.
Yaşadıkları hayatları iç
dünyalarında büyük ıstıraplar oluşturuyor, derin yaralar açıyor; ama bunu
sanki fevkalade güzel bir şey miş gibi süslü görmeye çalışıyorlar ve her biri de
bunu ortaya koymaktan hiç de sıkıntı duymuyorlar, çok rahat bir şekilde
birbirlerini aşağıya indirebiliyorlar, çok rahat bir şekilde birbirlerini
atlatabiliyorlar, rezil rüsva bir hayatı birlikte yaşıyorlar. Meselâ bir adam
cadde ortasında herkesin gözleri önünde açlıktan ölüp gitse, necisin diye
sormuyor, ama yine de bu hayat kendilerine süslü gösteriliyor. İşte böyle tüm
gördükleri, oldum olası bir dünya hayatları var, yaşasınlar bakalım; zaten bu
adamların hepsi de cehenneme gidecekler.
Tümüyle sefaleti yaşıyorlar, ölür ölmez de cehenneme gidecekler,
kendilerini büyük bir azabın içinde
bulacaklar.
Ve dünyada ne görmüşlerse
zevkleri de sefaları da eğlenceleri de hepsi bu kadar olacak. Lâkin işin garibi
bu halleriyle bile müslü-manlara hep tepeden bakıyorlar, alay ediyorlar. Ama
sakın ha sakın, siz müslümanlar onların alaylarından etkilenmeyin. Onlara
acınacak bir zavallı gözüyle bakalım. Ve gerçekten ağlanacak durumda olanların
kendilerinin olduğunu söyleyelim onlara ve hiçbir zaman en ufak bir şekilde
bile olsa kalbimizden onlara benzemek duygusu geçir-meyelim. Hiçbir zaman
onların yaşadığı hayatın özlemini çekmek gibi bir duruma düşmeyelim. Çünkü ilim
bizde, hikmet bizde, izzet ve şeref bizde, akıl ve feraset bizde, kitap bizde,
hidayet bizdedir. Bütün bunlara rağmen bu zavallıların bizim üzerimizde
uyguladıkları propagandalar sonucu hemen hemen çoğumuzun da etkisinde kaldığı
konular vardır. Efendim bunların zirveye çıkmış teknolojilerini, sanayilerini,
sosyal yaşantılarını, hukuklarını eğitimlerini, yollarını köprülerini takdir
etmek gerekir, Alman bilmem ne buluşunu takdir etmek lazım-dır, İsviçre’nin
hukukunu takdir etmemiz lazım, Amerika’nın savaş bil-mem nesini takdir etmemiz
lazımdır gibi hepimizin kalbine yerleşen u-fak tefek duyguları, aşağılık
komplekslerini ısrarla bitirmek zorundayız. Bilmeliyiz ki yeryüzünde kâfirlere
imreneceğimiz hiçbir şeyleri yoktur. Güvenebileceğimiz hiçbir hareketleri
yoktur, hiçbir karakterleri yoktur. Gerçekten onlar dünyanın en rezil ve en
sefil mahluklarıdır.
Bakıyoruz bunlar, dünyaya meyletmeyen, dünyayı
kıble edinmeyen, dünyanın geçici emtialarına çakılıp kalmayarak dünyanın
ötesinde âhiretin varlığına inanan ve tüm yatırımlarını ebedî hayatları için
yapan ve bu yüzden de kendileri kadar mal mülk toplayamamış mü'-minleri, birinci
planda âhireti ve Rablerinin rızasını kazanmaya çalış-tıkları için dünyada
fakir kalmışları küçümserler. Çünkü bunların üstünlük, alçaklık kıstasları da
dünyadır, dünyanın süsü ve ziynetidir. Dünyalık sahibi olanlar bunlara göre
üstün insanlardır. Tüm plan ve programları dünya içindir. Hayatın, dünyanın,
dünyalık şeylerin, paranın, pulun, makamın, mansıbın kulu kölesi olarak değil
de, efendisi olarak kalmayı tercih edenler, dünyada çok yüce idealleri
gerçekleştirmek için çırpınanlar Allah katında üstün iken bunlar nazarında
düşük insanlardır. Böyle insanlarla alay ederler. Varsın kendilerini üstün
görsünler ve bununla avunsunlar ama bakın Allah Mâide sûresinde diyor
ki:
“Allah katında bundan daha kötü
bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi" de, Allah kime lânet ve gazap
ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar kılarsa, işte onlar
yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış
olanlardır.”
(Mâide
60)
Bu âyetinde de yeryüzünün en şerli
insanlarının tâğutlara kulluk edenler olduğunu anlatır Rabbimiz. Allah’tan
başkalarının emirlerine itaat ederek, Allah’tan başkalarının yasalarını
uygulayarak onlara kulluk yapanlar yeryüzünün en kötü varlıklarıdır
buyuruluyor.
Ama buna rağmen işte kendi hayatları
kendilerine süslü gösterildiği gibi, etkileri altına aldıkları biz zavallıları
da kendi pis dünyala-rının kutsallığı hegemonyasına çekmeye çalışıyorlar. Gelin
ey müslü-manlar bu içinde bulunduğunuz kötü durumdan kurtulmak istiyor-sanız,
siz de bizim gibi olun, siz de bizim gibi düşünün, bizim gibi yaşayın diyerek
bizi de kendi cehennemlerine çekmeye çalışıyorlar. Ama inşallah biz onların bu
zavallılıklarına, bu oyunlarına gelmeyeceğiz.
"Çünkü sakınanlar, takva erleri kıyamet
günü onların üzerindedirler. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandı-randır."
Sadece öbür tarafta üstte değildir
müslümanlar, dünyada da üstündür müslümanlar. Müslümanlar hem dünyada hem de
âhirette kâfirlerden üstündürler. Her ne kadar zahiren bu kâfirler, müslüman-lar
karşısında son elli-yüz yıldır bir üstünlük sağlamış gibi görünseler de. Ya da
son elli-yüz yıldır müslümanlar bu kâfirler karşısında bir komplekse düşmüş
olsalar da. Ama elhamdülillah ki, Allah’ın yardımıyla izzet ve şeref yavaş
yavaş müslümanlara dönmeye başladı. Şu andaki dünyanın bundan yüz yıl önceki
dünya olduğunu kabul etsek ve birer birer müslümanların özgürlüklerini
kaybettikleri, tüm dünya müslümanlarının ölümle burun buruna getirildiği ve hiç
bir müslüma-nın; “ben müslümanım” demeye cesaretinin ve hakkının kalmadığı bir
ortamı düşünelim, böyle bir ortam olsaydı ve bütün müslümanları teker teker
öldürselerdi bile, yeryüzündeki Kur’an’ları birer birer parçalayıp yok
etselerdi, nihâyet yeryüzünün en şerefli insanları yine müs-lümanlardı ve
öteki hayatta da yine izzet ve şerefe kavuşacak olanlar yine müslümanlar
olacaktır. Ve bundan dolayıdır ki şu anda müslü-manlar zerre kadar bir komplekse
kapılmamalıdırlar, ezilmemelidirler, izzet ve şerefin ancak kendilerinde olduğu
bilincine ermelidirler.
"Şüphesiz ki Allah, kullarından
dilediklerini hesapsız rızıklandırır."
Kimilerine az verir, kimilerine çok
verir. Onun içindir ki sakın ha sakın, çok verdikleri, ya da az verdikleri,
çoklukla azlıkla şeref ve izzet görmeyelim, ya da yakınlık bilmeyelim. İzzet ve
şeref takvadır, yakınlık takvadır, yakınlık imandır ve teslimiyettir, bunu hiç bir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım.
213:"İnsanlar tek bir ümmetti. Allah
müjdeci ve korkutucu olarak Peygamberler gönderdi. Ve beraberlerinde
insanların anlaşmazlığa düştükleri yerlerde aralarında hüküm vermek üzere hak
kitaplar indirdi. Kendilerine kitap verilenler kendilerine apaçık belgeler
geldikten sonra aralarındaki ihtiraslarından dolayı ayrılığa düştüler. İşte
Allah böylece iman edenleri kendi izni ile ihtilâf ettikleri konularda hidâyet
edip gerçeğe ulaştırmıştır. Allah dilediğini doğru yola
iletir."
İnsanlar Hz. Adem’den bu yana tek
ümmetti, tek milletti, tek bir sistemleri vardı, tek bir inançları vardı, Allah
onların aralarından peygamberler gönderdi, onlarla beraber kitaplar gönderdi.
İhtilâf ettikleri konularda, problem yaptıkları konularda aralarında hükmetmesi
için. Allah ihtilâfları halletmek için kitaplar
indirmiştir.
Âyetten anlıyoruz ki kimilerinin iddia
ettikleri gibi yeryüzünde insanlık tarihinde karanlık bir dönem yoktur.
İnsanlık tarihi vahiyle başlamıştır. İlk insandan bu yana Cenab-ı Hak kullarını
hiçbir zaman vahiysiz bırakmamıştır. İnsanlar yeryüzünde yaratıldıkları andan
itibaren dinsiz ve yolsuz bir dönem yaşamamışlardır. Hz. Adem’i yaratmış
Rabbimiz, ona vahiy göndermiş; Hz. Adem ve çocukları, torunları uzun bir süre
vahiyle yollarını bulmuşlar ve tek bir ümmet olarak aynı inançla, aynı dinle
yürümüşler. Daha sonra insanlar çoğalıp yeryüzüne yayılınca, zamanla insanlar
bu tevhidden inhiraf edip bâtıl yollara ve şirke düşmüşler.
İşte yeryüzünde her ne zaman
insanlık tevhid konusunda ihti-lâf edip, vahiyden uzaklaşıp bâtıl yollara
düşmüşlerse, Allah onları dü-zeltmek için ihtilâf ettikleri tevhide onları
yeniden davet etmek için peygamberler göndermiştir. Demek ki insanlığın
başlangıcı tevhittir, aydınlıktır. Küfür, şirk, bâtıl ve karanlıklar sonradan
çıkmış ârızî şey-lerdir.
Yalnız Allah’ın indirdiği haktır. Ona
muhalefet eden herşey bâtıldır ve sapıklıktır. Tüm insanlık bir şey üzerinde
toplanıp bu haktır deseler de şâyet o Allah’ın indirdiğine ters düşüyorsa o
bâtıldır. Allah’ın indirdiğinin dışında hak yoktur. Allah’ın indirdiğinin
dışında hüküm de yoktur. Bu hak hüküm ortaya konulmadıkça da insanlar
arasındaki ihtilâfların bitmesine de imkân ve ihtimal yoktur. Allah’ın hak
olarak indirdikleriyle hükmetmedikçe de yeryüzünde asla salah, sulh ve sükun
asla gerçekleşmeyecektir. İhtilâfları çözecek bir tek yol, bir tek kaynak
vardır. O da Allah’ın yeryüzünde ihtilâfları çözmek üzere indirdiği
kitaptır.
Allah kitap göndermiş. Peki niye
göndermiş kitabı? Kitapla amel edilsin diye. Kitap yürürlüğe konulsun diye.
Kitapla insanlık hayat programlarını belirlesinler ve kitapla yol bulsunlar
diye.
Bakın, şu anda Rabbimizin en büyük
nîmetleriyle karşı karşı-yayız. Elimizde kitabımız var. Bir de müjdeci ve
uyarıcı olarak Peygamberler gönderdi Rabbimiz. Bu peygamberler bizi uyardılar,
bizi müjdelediler. Peygamberler bize cenneti getirdiler, bize cehennemi
getirdiler, kıyametle bizi uyardılar, dünyada hasenelerle bizi uyardılar,
âhirette hüsnalarla bizi yüz yüze getirdiler.
Ve bir de bu peygamberlerin yanında
kitap gönderdi Rabbi-miz. Rasulullah’ın yanında da bir Kur’an geldi. Bu kitap
hak olarak indi, bâtıl olsun diye, oyun eğlence olsun diye gelmedi. Yeryüzünde
zulüm ve haksızlıklar hakim olsun diye gelmedi. Yeryüzünde bozgunculuk olsun
diye gelmedi, insanlar ekini ve nesli bozsunlar diye inmedi, bu kitapla
yeryüzüne hakim olanlar yeryüzünde adâleti, özgürlüğü, hürriyeti hakim
kılsınlar ve insanlar rahat bir şekilde Allah’a kulluk yapsınlar ve de
aralarındaki problemlerini bu kitaba göre çözümlesinler diye Allah bu kitabı
göndermiştir. Ama:
"Kendilerine kitap verilenler,
kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra aralarındaki ihtiraslarından
dolayı ayrılığa düştüler."
Kendilerine kitap verilenler,
kendilerine bu kitaplar geldikten sonra niye ihtilâfa düşmüşler? Eğer bu
insanları ihtilâfa düştükleri konular hakkında âyet bulunmayan konular olsaydı
neyse; ama bakın, bunlar kendilerine deliller geldikten sonra, hakkında nas
bulunan konularda ihtilâfa düşmüşler.
Bu konuya inşallah dikkatinizi çekeyim,
genelde çok problem yapıyoruz. Elimizde Kur’an ve peygamber sünneti olduğu
halde acaba niye bu toplum hâlâ fırka fırka? Niye grup grup? Niye ayrışmışlar?
Niye ihtilâfa düşüyorlar? Elimizde Kur’an ve peygamber sünneti olduğu halde
bizim ihtilâfa düşmemizin sebebi:
Aralarındaki azgınlıktan dolayıdır,
aralarındaki hırstan dolayıdır. Kur’an’a ve Peygambere göre azgınlık yapan
toplumlar mutlaka ihtilâfa düşeceklerdir. Kur’an’a ve Peygambere samimi olarak
yönelenler, samimi olarak kulak verenler, samimi olarak bu kitaba ve
peygambere uymak isteyen bir topluluk, Allah’ın gazabıyla kesinlikle
birbirlerini öldürür hale gelmezler. Birbirlerini yiyecek hale
gelmezler.
Yâni bugün bizi bu hale getiren bizim
kitabımız değildir. Bizim peygamberimiz de değildir bizi bu hale getiren. Eğer
bugün bu müs-lümanlar fırka fırka, grup grup, hizip hizip birbirlerini yiyecek
bir durumdalarsa, parça parça olmuş bir durumdalarsa ve dünya üzerinde zillet
ve meskenet üzerimize çökmüşse, bu noktada her müslüman tek tek şunu demek
zorundayız:
"Ey Rabbimiz, biz nefislerimize
zulmettik! Eğer bizi yarlığayıp bu halden kurtarmazsan işimiz
bitiktir."
(A’râf 23)
Diyecek ve her birimiz nereden
yönelirsek yönelelim, bu kitaba yönelmek zorundayız. Bir ip var ki gökyüzünden
arza uzatılmış, çukurun içinde olan herkes ona uzanmak zorundayız. Herkes ona
ulaşabilir, çöllerde olanlar ona ulaşabilir, kutuplarda olanlar ona ulaşabilir,
dağlarda olanlar ulaşabilir, buzullarda olanlar ulaşabilir.
Evet, yeryüzünün neresinde
olursak olalım bu ip her zaman gözümüzün önündedir. Her an bu ipe ulaşma
imkânımız vardır. Yeter ki biz samimiyetle kurtulmak için bu kitaba kulak
verelim, bu kitabı menfaatlerimize satmayalım. Yeter ki bu kitaba sadece kendi
dünyamız için müracaat etmeyelim, azgınlaşmayalım, samimi olalım bu konuda.
Kesinlikle böyle olursak, samimiyetle yol bulmak için, hayatı düzenlemek için
müracaat edersek Rabbimiz bu kitapla bizi hidâyete erdirecek, bize yol
gösterecektir ve bizim bütün problemlerimizi halledecektir.
Buna iman edeceğiz ve kesinlikle bizim
işimiz bu kitaba sa-rılmak olacaktır. En baş işimiz bu kitabı gündeme getirmek
olacaktır. Şu insanlar şöyle, bu insanlar böyle, bunlarla uğraşmayacağız. Ben
samimiyetle bunu yaparsam, bununla dirilmeyi hedeflersem, diğer müslümanlar da
bunu yapmaya başlayacaklar, onlar da aynı hedefin içine girecekler ve Allah’ın
rahmeti bereketi bizimle olacaktır. Dünyada mutlu bir hayata, âhirette de
cennete ulaşabilmek için buna muhtacız. Değilse Allah’ın kitabından uzak,
peygamberinin yolundan habersiz ne dünyamız güzel olur, ne de âhiretimiz. Bunu
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
"İşte Allah böylece iman edenleri kendi
izni ile ihtilâf ettikleri konularda hidâyet edip gerçeğe ulaştırmıştır.
Allah dilediğini doğru yola iletir."
Allah kime hidâyet ediyor? İman
edenlere. Hangi konuda onlara doğruyu gösteriyor? İhtilâf ettikleri konularda.
Demek ki hidâyetin bize ulaşabilmesi için, bizim mü'min olmamız gerekiyor.
Samimiyetle mü'min olmamız gerekiyor. İman ettik mi, teslim olduk mu Allah bize
yardım edecektir. Allah’ın vadidir bu ve Allah kesinlikle vadinden
dön-meyendir. Allah vadinden asla caymaz, haksızlık yapmaz,
zulmet-mez.
Yapılacak iş; o zaman bu kitaba akıllı
uslu kulak vermek ve bu kitabın dediğine samimiyetle teslim olmaktır. Ama aklı
işin içine karıştırıp, menfaatlerimizi ön plana çıkarıp şöyle demeye başladık
mı, iş çığırından çıkıyor. İyi ama ya Rabbi, hoş ama ya Rasûlallah, güzel
diyorsunuz da bizim hayatımız şöyledir, bizim durumumuz böyledir dedik mi,
yâni ya Rabbi, ya Rasûlallah şunları şunları da düşündünüz mü? diye Allah’a ve
Resûlü’ne akıl verip yol göstermeye kalktık mı, o zaman sapma başlıyor Allah
korusun.
E ben böyle diyorum, sen böyle
diyorsun, ötekisi böyle diyor ve her birimiz ayrı ayrı yerlerde sapmaya
başladık mı, bakıyoruz ki birimiz on metre bir tarafa, öbürümüz yirmi metre
başka bir tarafa gitmiş. Ama hiç birimiz sapma içine girmeden, yamulmadan
Allah’ın kitabına sarılsak, biz niye ayrılalım da o zaman? Hepimiz de aynı yola
gideriz.
214:"Yoksa sizden öncekilerin başına
gelenler sizin de başınıza gelmeden öyle elinizi kolunuzu sallaya sallaya
cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Kendilerine sıkıntılar ve yokluklar gelip
çattı ve sarsıldılar. Hattâ Peygamber ve beraberindeki mü'minler: Allah’ın
yardımı ne zaman? Diyorlardı. Gözünüzü açın! Şüphesiz Allah’ın yardımı
yakındır."
Yâni İslâm’ın tümünü yaşamadan,
Allah’ın tüm emirlerini tatbik etmeden, hayatınızın tümünde Allah’ın kulu
olduğunuzu unutmayıp, Allah’ın tüm arzularını gerçekleştirmeden, yâni tümüyle
silme girmeden cennete girebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Cenneti kazanmak
öyle kolay değildir. Hayatın tümünde Allah’ın kulu olmadıkça, kulluk yolunda
önümüze çıkabilecek tüm zorlamalara göğüs germeden, malı ve canı Allah yolunda
fedâ etmeden, Allah’ın mal, can ve çocuklarımıza verdiği musîbetlere karşı
sabretmedikçe cennet kazanılamaz. Demek ki kolay olmuyor bu iş. Kolaylıkla
olmuyor cennete gidiş. İhtilaflardan uzaklaşmak kolay. Kitap ortada, sünnet
ortada, hemen sarılırız olur biter. Birlikte hareket etmemiz de kolay. Ama
geriye cennete girme kalıyor ve bizden öncekilerin başına gelenler bizim de
başımıza gelmeden de kolay olmuyor bu iş. Nasıl olmuş onların durumu? Neler
gelmiş onların başına?
"Kendilerine sıkıntılar ve yokluklar
gelip çattı ve sarsıldılar. Hattâ Peygamber ve beraberindeki mü'minler:
Allah’ın yardımı ne zaman? Diyorlardı. Gözünüzü açın! Şüphesiz Allah’ın
yardımı yakındır."
İşte bunaldıkları, daraldıkları bir
anda böyle söyleyenler gibi, sizler de bunalıp sıkılmadan, ümitlerinizi tamamen
Allah’a bağlayacak hale gelmeden, herşeyden ve herkesten ümitlerinizi kesip
yalnızca Allah’a yönelip; Allah’ım! Zaferin ne zaman? diye yalvaracak hale
gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Siz bu hale gelince de Allah
buyuracak ki: Bekleyin, Allah’ın yardımı yakındır! Şu anda dünya üzerinde
gerçekten böyle bir ortamda olan, daralan, sıkıntı içinde olan ve gerçekten ne
yapacaklarını şaşırmış ve herşeyden ümitlerini kesip: Ya Rabbi! Bize bir çıkış
yolu göster! Bize senden başka yardım edecek kalmamıştır! Biz ne yapacağız? Ne
olacak bizim halimiz? diyen müslümanlara karşı bu müjdeyi verebiliriz.
Bekleyin müslümanlar! Dayanın müslümanlar! sabredin Allah’ın yardımı yakındır
diyebiliriz. Bu insanlar Allah’tan, okudukları Kur'an’dan bu müjdeyi
alacaklar, müjdeyi alan toplumlar zafere ulaşacaklar, zafere ulaşan bu
toplumlar yine Allah’a hamd ve tesbihle görevli olacaklar ve yepyeni bir hayata
başlayacaklar.
Ama bu müjde şu anda bize biraz
uzak gibi. Yalnız bir de şu var ki, yaşadığımız dünyada galibiyet, ya da
mağlubiyet, izzet ya da zillet her hâlükârda bizim bir imtihanın içinde
olduğumuzu göstermektedir. Yâni böyle bir ortamın içinde olmayan müslümanların
da kendi başlarına diri kalabilmeleri, böyle bir ortam içinde onların da Allah’a
yalvarmaları, Allah’tan çıkış yolu istemeleri ile, beri tarafta kimi
müslü-manların da izzet ve şerefe ulaştıktan, mülk ve saltanatı elde edip
e-gemenliklerini kazandıktan sonra, Allah’ın dinini hakim kılmaya çalışmaları
herkesin imtihanını eşitleyiveriyor. Yâni farz edin ki şu anda dünyanın tek
güçlü devleti biz olsak ve tüm dünya kâfirleri bizim önümüzde eğilseler, bizler
yine kullukla, yine tesbihle, yine tekbirle, yine hakla ve Allah’a kullukla
sorumluyuz demektir.
Şu anda dünyada tek İslâm gücü olmasa,
müslümanlar kıyam edemeseler, müslümanlar savaşmak şöyle dursun, savaşı
akıllarının ucundan bile geçiremeyecek bir durumda olsalar, kendi kendilerine
bile yardım etmeye, oğullarına, kızlarına hakim olmaya bile güç yetiremez bir
durumda olsalar, yine bizler, Allah’a kullukla, Allah’ın yüceliğini kabulle,
takvayı kabulle mükellefiz. Tesbihi, tekbiri gerçekleştirmekle mükellefiz
demektir. Hayat budur ve ölünceye kadar, kıyamete kadar da bu iş böylece devam
edecektir.
215:"Peygamberim, sana neyi infak
edeceklerini sorarlar. De ki; hayırdan ne infak ederseniz ana babaya,
akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara. Hayırdan ne yapmışsanız
Allah şüphesiz onu bilmektedir."
Mahallenizde, mahalle deyince ne kadar
sınır çizebilirseniz, belki apartman hayatı yaşayanlar için bu zordur; ama bir
mahallede yaşayanlar için biraz daha kolaydır. Mahallenizde halini ahvalini
bilmediğiniz bir tek komşu olmasın. Mahallenizde durumunu bilmediğiniz bir
tek komşunuz olmasın. Ve çok rahat bir şekilde derdi olan müslümanlar size
gelebilsinler. Ama bu ortamı siz oluşturacaksınız. Siz onlara gideceksiniz, siz
onlarla beraber olacaksınız ki, onların da sıkıntısı, derdi olduğu zaman size
gelebilsinler.
Hısım, akrabalarınız içinde derdini
size açmak istedikleri za-man çok rahat açamayacak kimse kalmasın. İlk önce
emmi, dayı, teyze deyin. Sonra emmi çocukları, dayı çocukları deyin. Sonra
babalarınızın emmi dayı çocukları deyin. Yâni gücünüz nereye kadar ulaşırsa,
bu sorumluluk sahasını yavaş yavaş artırmaya gayret edelim inşallah. Yâni
infak, bu kitabı birilerine götürmemizin ve pratikte uygulamamızın en kestirme
yoludur. Yâni ilk önce biz bu insanlara fedâkarlığı götürelim ki,
fedâkarlığımızla birlikte bu kitap da onlara ulaşmış olsun. Yetimler, miskinler,
akrabalar, yolcular ve komşulara infak edeceğiz. Ama şüphesiz ki bu da bizim
fedâkarlığımızı gerektirecektir. Fedâkarlık yapabilmemiz de masraflarımızdan
kısmayı gerekli kılacaktır. Masraflarımızı kısacağız, yeni yeni hedefleri bir
tarafa bırakacağız, lüksü bir tarafa bırakacağız. Yâni şu anda para harcama
yollarını kısacağız, paralarımızı Allah için başkalarına harcama yollarını
bulmaya çalışacağız. Biraz önceki dediğimle bu ikisi doğru orantılıdır. Kendi
harcamalarımızı kısmamız demek; bizim paralarımızı başka yerlere harcama
imkânımızın doğması demektir, biz bunu gerçekleştirdik mi de toplum yavaş yavaş
İslâm’a doğru dönecektir. Kâfirler bu hareketlerden memnun olmayacaklar,
ayrışma başlayacak, ayrışma başlayınca da savaş başlayacak, savaş başlayınca da
Allah’ın yardımıyla müslümanlar muzaffer olacak. Veya bakarsınız ki Allah’ın
lüt-fuyla bütün insanların meyli size doğru olacak ve yine Allah’ın lütfuyla
toplumun içinde bir savaş olmadan, toplum İslâm budur diye teslim olacak ve bu
sefer dış dünyayla hesaplaşmamızı da Allah kolay kılacaktır inşallah.
216:"Ey iman edenler! Hoşunuza gitmediği
halde savaş size farz kılındı. Ama olur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde
sizin için daha hayırlıdır. Ve olur ki bir şey sevdiğiniz halde sizin için şer
olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Rabbimiz hoşlanmasanız da savaş size
farz kılındı buyuruyor. Aslında herhangi bir şeyden hoşlanıp hoşlanmamak
mü'minin elinde olan bir şey değildir. Müslüman teslim olan kişidir. İradesini
Allah’a teslim eden kişidir müslüman. Yâni Allah’ın seçimini kendisi için
seçim kabul eden, arzularını Allah’ın arzularına teslim eden kişidir. Allah
onun adına bir şeyden razıysa, mü'min de ondan razı olmuştur. Allah kendisi
adına emir veya yasak olarak neleri seçmişse, Allah’ın seçimini kendisi için
seçim kabul etmiş kişidir mü'min. İman bunu gerektirir, teslimiyet bunu
gerektirir. Aksi takdirde imandan söz edilemez.
İnsanın bir şeyden hoşlanması ya da
hoşlanmaması, o şeyin hayırlı veya hayırsızlığını belirlemez. Aksine bir şeyin
hayırlı ya da ha-yırsız oluşu, onun sonucunu bilmeye bağlıdır. Bir şeyin
sonucunun ne olacağını, nasıl sonuçlanacağını Allah’tan başka hiç kimse
bilemez. Başladığı bir işin sonucunun ne olacağını? Nasıl olacağını bilemeyen
bir insanın hayırlıyı hayırsızı önceden tesbit etmesi mümkün değildir. Öyleyse
iyinin kötünün, hayrın şerrin, haramın helâlin, hakkın bâtılın tesbitinde
kıstas vahiydir. Bunu bilen sadece Allah’tır. Bakın âyetin devamında buyurur ki
Rabbimiz:
"Allah bilir, siz bilmezsiniz!"
Buyurur. Yâni sizler hakkınızda neyin
hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilemezsiniz! Bunu bilen ancak Allah’tır.
Perdelerin arkasını, hadiselerin arka planını bilen ancak Allah’tır. Çünkü
hayatın sahibi, varlığın sahibi Allah’tır. Hayatın tüm kanunlarını koyan
Allah’tır. Bunu bilen Allah, sizin adınıza verdiği tüm emirlerinde sizin
hayrınıza, sizin menfaatinize emirler vermektedir. Tüm kötülüklerden, tüm
zararlardan korunmanız için de yasaklar koymaktadır. Emirleri de, yasakları da
sizin hayrınıza, sizin menfaatinizedir.
Zira insanlar pek çok şeyin
kendileri hakkında zararlı olduğu-nu, uzun ve yorucu deneyimler sonucunda
öğrenebilmişlerdir. Hattâ kimi deneyimler milyonlarca insanın hayatına mal
olmuştur. Pek çok şeyin deneyimi de hâlâ mümkün olamamıştır. Herşeyi bilen,
bilgi ken-disinden olan Allah’ın bilgisine teslim olmayan insanlar, bu konuda
daha çok şeyler çekeceklerdir.
Âyet-i kerîmede konu edilen savaş da
böyledir. Allah buyurur ki; hoşunuza gitmese de savaş size farz kılınmıştır.
Yarattığı insanın fıtratını bilen Allah, yarattığı insana din gönderirken onun
bu fıtratını asla göz ardı etmez. İnsan fıtraten savaştan hoşlanmaz. Savaş insan
nefsine ağır gelir. Çünkü savaşta ölmek vardır, öldürmek vardır, yara-lanmak
vardır, maldan ve candan fedâkarlıklar vardır. Bu yüzden insan fıtraten
güçlükleri sevmez. Ama yeryüzünde zulmün, işkencenin, adâletsizliklerin,
kullara kulluğun bitirilip yerine adâletin ve Allah’a kulluğun
gerçekleştirilebilmesi için savaş kaçınılmaz bir sonuçtur. Yâni yeryüzünde
savaş, barış ortamının gerçekleştirilmesi için bazen kaçınılmaz bir vakıa
olabilir. Zira yeryüzünde hakkın hâkimiyeti olmadan, fitne kaldırılmadan, barış
ortamını görmek mümkün değildir.
İşte Allah’ın kullarını, Allah’a
kulluktan koparıp, kendilerinin kulu ve kölesi haline getiren, Allah kanunlarını
kaldırıp kendi kanunlarını yürürlüğe koyan, insanları Rablerine değil de
kendilerine boyun eğmeye zorlayan ve böylece Allah’ın kullarını fitneye düşüren
tüm tâğut-lara kaşı savaşılmadan, barışın sağlanması mümkün değildir.
İşte yeryüzünde huzurun, barışın,
Allah’a kulluğun gerçekleştirilmesi adına savaşmanız, bu uğurda mal
harcamanız, sıkıntılara göğüs germeniz sizin için hayırlıdır. Siz bunun sonunu
bilemediğiniz için hayırsız görseniz de sizin için hayırlıdır. Şehâdet
hayırlıdır, cennet hayırlıdır, ganîmet hayırlıdır, zafer hayırlıdır. Hepsi sizin
için hayırlıdır diyor Rabbimiz.
217:"Sana haram ayda savaşın hükmünü
soruyorlar. De ki; o ayda savaş büyük günahtır. Ama Allah yolundan menetmek,
ona ve Mescid-i Haram’a küfürde bulunmak, ahalisini oradan çıkarmak, Allah
katında daha büyük bir günahtır. Fitne katilden daha büyüktür. Kâfirler
ellerinden gelse sizi dinlerinizden döndürünceye kadar sizinle çarpışır
dururlar. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse işte onların amelleri
hem dünyada hem de âhirette boşa gider. Ve işte bunlar cehennemliklerdir. Onlar
orada ebedî kalacaklardır."
Bu âyet hicretin ikinci yılında, Recep
ayında vukua gelen bir hadise üzerine nazil olmuştur. Allah’ın Rasûlü Abdullah
bin Cahş baş-kanlığında sekiz kişilik bir heyeti Mekke ile Taif arasındaki Nahle
bölgesine gönderdi. Düşmanı gözetleyip planlarıyla ilgili bilgi toplamala-rını
emretmişti. Allah’ın Rasûlü kendilerine savaş izni vermediği halde bu grup
Mekkeli müşriklere ait bir ticaret kervanına saldırmış, bir kişiyi öldürmüş ve
diğerlerini de esir alarak ganîmetlerle birlikte Medine’ye
dönmüşlerdi.
Bu müslümanlar o gün Recep ayının son
günü mü, yoksa Recep ayı bitmiş ve Şabanın ilk günü mü olduğu konusunda
şüpheye düşmüşlerdi. Yâni bu olay haram aylardan biri olan Recep ayı içinde,
Recep ayının son gününde mi olmuştu? Yoksa haram ay çıkmış ve Şaban ayında mı
vukua gelmişti, bu konuda şüphe vardı.
Seriye ganîmet ve esirlerle beraber
Medine’ye dönünce, Allah’ın Rasûlü; "Ben size haram aylarda savaşmamanızı
emretmemiş miydim!" buyurarak onları azarladı ve bunu tasvip etmedi.
Bu hadise üzerine Mekke’li müşrikler ve onların Medine’deki müttefiki durumunda
olan Medine’li yahudiler ve müslüman olmadıkları halde müslüman görünen
münâfıklar aleyhte propagandaya başladılar. Muhammed haram aylarda bile adam
öldürüyor! Haram aylarda bile kan dökmeye devam ediyor! diyerek yaygara yapmaya
başladılar. İşte bu hadise üzerine âyet nazil olur.
Peygamberim, senden haram
aylarda savaşma konusunu soruyorlar. De ki haram aylarda savaşmak büyük
günahtır. Haram aylarda kâfirler saldırmadıkları sürece savaşmak haramdır.
Kimilerine göre bu bugün de geçerlidir. Ve kıyamete kadar geçerliliği devam
edecektir. Ama kimi âlimlerimize göre bu âyet:
"Müşrikleri nerede bulursanız
öldürün!"
(Tevbe: 5)
Âyetiyle nesih edilmiştir. O âyetin bu
âyetle nesih edildiğini söylemişlerdir. Nitekim Allah’ın Rasûlü Huneyn
savaşında Havazin kabilesiyle, Taif savaşında da Sakif kabilesiyle haram aylarda
savaşmıştır. Kâfirler müslümanlara saldırdıkları sürece, müslümanlar elbette
bu aylarda bekleyecek değillerdir. Bakın âyetin bundan sonraki bölümünde
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Haram aylarda savaşmak büyük günahtır,
ama insanları Allah’ın yolundan engellemek, Allah’ın kullarını Mescid-i
Haramdan çıkarmak, mescidleri aslî fonksiyonlarından uzaklaştırmak, Mescid-i
Haram’a küfürde bulunmak, Allah katında daha büyük bir
günahtır.
"Fitne katilden daha
büyüktür."
Yâni sizin şirk fitneniz öldürmekten
daha beterdir. Sizin insanları zulümle, işkenceyle, din eğitiminden mahrum
bırakmakla ya da verdiğiniz materyalist eğitimlerle dinlerinden döndürmeye
çalışmanız, Rabbim Allah diyen müslümanları, Allah’ın mescidinden ve
vatanlarından çıkarmanız, öldürmekten
daha beterdir. Hattâ:
"Kâfirler ellerinden gelse sizi
dinlerinizden döndürünceye kadar sizinle çarpışır dururlar."
Dün de bugün de kâfir budur. Eğer
ellerinden gelse, güçleri yetse yeryüzünde bir tek müslüman kalmayacak biçimde
sizleri dinlerinizden döndürmeye ve sizi yok etmeye çalışırlar. Tüm yeryüzü
kâfirleri yeryüzünde müslümanın varlığına asla tahammül edemezler. Hattâ bu
kâfirler işte görüyoruz İslâm’ı hiç bilmeyen, tanımayan sadece adı müslüman
olan, sadece atalarından kalma bir kısım âdetleri din diye yaşamaya çalışan
insanlara bile tahammülleri yoktur. Adı Ah-met, Mehmet gibi müslüman adı olan
kafası demokratik ve laik olan insanların varlığına bile tahammülleri yoktur.
Yıllardır dünyanın her yerinde müslüman kanı döküyorlar kâfirler. Müslümanlar
onlardan bir tek kâfiri öldürdüğü zaman hemen feryadı basıyorlar, bu müslümanlar
adam öldürüyor! Bunlar barbarlar diye. Kendilerinin son elli yılda öldürdükleri
müslümanın sayısını bile bilmek mümkün değildir.
Yıllardır Filistinli müslümanları
öldürürler. Bunu yaparken kendileri haklıdır; ama günün birinde kendilerinden
bir tanesi öldürüldüğü zaman müslümanlar terörist oluyor. Bunlar zâlim, âsî,
saldırgan insanlardır. Allah’a ve âhirete de inanmadıklarından hiçbir ölçü
tanımazlar. Kendileri oluk oluk müslüman kanı akıtırken, müslümanları yok etmek
ve öldürmek için silahlanırken, müslümanları silahtan tecerrüt etmeye
çalışıyorlar.
Bu kâfirlerin her çağda tek hedefleri,
yeryüzünde İslâm’ın ve müslümanların mevcut olmamasıdır. İslâm’ın ve müslümanın
varlığı bu kâfirlerin korkulu rüyasıdır. Bunlar şunu kesinlikle biliyorlar ki;
yeryüzünde İslâm varsa küfür asla yaşayamaz. Yeryüzünde az da olsa bu dine
inanan, bu sistemi uygulayan, Allah’a inanan bir müslüman topluluk bulundukça
onlar bâtıl yollardan, zulüm ve fesatlarından asla emin olamazlar. Müslümanın
varlığı, gecenin zifiri karanlığını ortaya çıkaran gündüzün varlığı gibidir.
Onun içindir ki kâfirler yeryüzünde bir tek müslümanın varlığına bile tahammül
edemezler ve şu anda tüm çıplaklığıyla müşahede ettiğimiz gibi müslümanları yok
etmek için ellerinden gelen herşeyi yapmaktadırlar. Hattâ yeryüzünde bir tek
müslüman kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecektir diyor adamlar.
"Sizden kim dininden döner de kâfir
olarak ölürse, işte onların amelleri hem dünyada hem de ahirette boşa gider. Ve
işte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî
kalacaklardır."
Âyet-i kerîme bu kâfirlerin haklılığını
kabul ederek onların ağızlarını kullanmanın çok tehlikeli olduğunu anlatıyor.
Kâfirlere meyletmek, onları kabullenmek, küfrü kabullenmek demektir. İslâm’dan
sonra küfre dönmek demektir.
"Habita" kelimesi devenin düşüşü için
kullanılır. Devenin zararlı yerlerde otlayarak, zararlı otları yiyerek şişmesi,
sonra da ölmesi anlamına kullanılan bir kelime. Burada da amellerin düşmesi,
boşa gitmesi anlamına geliyor.
Şirk koşan kişinin tüm amelleri boşa
gidecektir. Zümer sûresinde Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Ey peygamberim! Sana ve senden önceki
elçi-lerimize şöyle vahy ettik: Eğer şirk koşarsan, mutlaka amelin boşa gider ve
hüsrana uğrayanlardan olursun"
(Zümer: 65)
Yine Mâide
sûresinde:
"Kim imandan sonra küfre girerse ameli
boşa gider."
(Mâide: 5)
Bu âyetlerde amellerin boşa gitmesi,
yalnız irtidata bağlı olarak anlatılmaktadır. Yâni kişi irtidat ettiği anda tüm
amelleri boşa gitmiş demektir.
Ama Bakara sûresindeki bu âyete
göre:
Kaydı vardır. Yâni "Kâfir olarak öldüğü takdirde"
ifadesi vardır. Mürted olan ama tevbe etmeden bu haliyle mürted olarak
ölen kişinin amelleri boşa gidecektir deniyor. Kimi âlimlerimiz bunu tercih
etmişler, yâni ancak bu haliyle tevbe etmeden ölen kişinin amellerinin boşa
gittiğini söylemişler, kimileri de irtidat ettiği andan itibaren tüm
amellerinin boşa gittiğini söylemişlerdir.
218:"Gerçekten iman edenler, hicret edenler
ve Allah yolunda savaşanlar (yok mu?) işte Allah’ın rahmetini ümit edenler
bunlardır. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet
edicidir."
Allah’a, Allah’ın istediği biçimde iman
edenler, bu imanlarını amele dönüştürüp pratize etme imkânı bulamadıkları için,
zulüm ortamından kulluk ortamına hicret edenler ve imanlarını yaşamak üzere
cehd ü gayret edenler, cihad edenler, işte Allah’ın yardımı ve rahmeti bunlarla
beraberdir.
İman eden ve imanlarını
yaşayabilecekleri bir ortama hicret edenler. İman ve cihatla alâkalı Bakara
sûresinin önceki âyetlerinde epey bir şeyler demeye çalıştık. Burada inşallah
hicretle alâkalı da bir şeyler söylemeye çalışalım.
Allah’ın Rasûlü ve beraberindeki
müslümanlar, Mekke’li kâ-firlerin işkenceleri altında bunalmışlar, imanlarını
yaşama imkânı bulamayınca evlerini, eşyalarını, mallarını, mülklerini
bırakarak, öz vatanlarını terk ederek, Allah’a kulluğu icra edebilecekleri
Medine’ye hicret ettiler. Hicreti değerlendirirken Mekke’deki on üç yılı göz
önünde tutmak zorundayız.
Allah’ın Rasûlü Mekke’de tek
başına ortaya çıkmış ve çevresini Allah’a kulluğa davet ediyordu.
Yapayalnızdı. Kimsesi yoktu, yardımcısı yoktu, desteği yoktu. Hanımı Hatice’ye
sorar Allah’ın Rasû-lü:"Kim inanır bana şimdi ey Hatice?"
Şu yalnızlığı bir tasavvur edin. Tebliğ için keşke ömrümüzde bir kerecik biz de
duyabilseydik bu kaygıyı! Kim inanır şimdi bana? Dünya o kadar geniş ki! İnsan
o kadar çok ki! İlişkiler o kadar girift ki! Kurulu düzen İslâm’dan o kadar
uzak ki! Neresinden tutsundu Allah’ın Rasûlü? Nereden başla-sındı işe?
"Kimse bana inanmazken o inandı!"
derken, Hatice anamızı ne kadar sevdiğini anlıyoruz Rasûl-i Ekrem’in. Taştan
adam ararken bir Ebu Bekir’in, bir Ali’nin kim bilir onu ne kadar sevindirdiğini
anlamaya çalışıyoruz. Kavminin vurdum duymaz kesildiği, akrabalarının sağır
bir duvar kesildiği günlerde Bilâl’in onu ne kadar mutlu ettiğini anlamaya
çalışıyoruz.
Çünkü o günlerde müslüman olmak
gerçekten çok zor ve tehlikeliydi. Ben müslüman oldum demek, âdeta işkenceye
adaylığını koymak gibiydi. Tek başına dünyayı omuzlamak isteyen bir Allah
nebisine omuz vermek cidden büyük cesaret işiydi. Ama bakıyoruz ki Ebu Bekir
ve Ali o zor günde, onun yanında yer aldıkları gibi daha sonra hicret esnasında
da bunlardan birisi mutlak zarar göreceği, ya da kesinlikle öldürüleceği bir
yatağa uzanması, Rasulullah’ın yatağına girmesi, diğerinin de onunla beraber
gece yola koyulması gösteriyor ki; sanki hicretle ilk günler ucuca
gelmişti.
Hicret öncesi on üç yılın karakteri
tebliğdi. Sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatı şirk çerçevesinde
şekillenmiş bir toplum bünyesinde İslâm’ı tebliğ.
Bakıyoruz, on üç yıl Allah’ın Rasûlü
kendi evinde, Allah’ın Ra-sulü Safa tepesinde, Allah’ın Rasûlü Ukaz’da, Allah’ın
Rasûlü Kâbe-nin içinde, Allah’ın Rasûlü Erkam’ın evinde, pazarda, panayırda,
deve güreşlerinin yapıldığı yerde, şiir müsabakalarının yapıldığı meydanda,
taşradan gelen kervanların arasında, insanların toplandığı çadırların içinde.
Eşine anlatıyor, akrabalarına anlatıyor, ticaret için gelenlere anlatıyor,
Mekke’li müşriklere anlatıyor, anlatıyor. Sonuna kadar mücâdelesini sürdürüyor.
İşte hicret öncesinin ortamı budur. Muhammed İkbal der ki:
"Binlerce yıldızın kanı akmadan şafak sök-mez!"
Hicret böyle bir dönemi yaşamanın
sonucudur. Önce inanan, sonra bu inancı bütün cihana haykıran, inancını yaşama
yolunda karşısına kâfirlerin çıkardığı tüm engellemelere karşı sabreden,
inancından ve bu inanca dayalı yaşamasından vazgeçmemek üzere direnen kişinin
işidir hicret.
Hicret, tavır ortaya koymadır.
İmanımızı, tavrımızı ortaya koymaya çalışırken, konumumuzu değiştirmeye
çalışırken şehrin tüm kapıları yüzümüze kapanmış, çevremiz inancımızı
yaşamamıza imkân vermeyecek duruma gelmişse, kendi kafamızda planladığımız
mekân değişikliği için seçtiğimiz Habeşistan pek elverişli olmamışsa, acaba mı
diye gittiğimiz Taif’ten kan revan içinde dönmek zorunda kalmışsak, o zaman
Allah’ın bize de bir Medine lütfedeceğine inanacağız ve işte o zaman mekân
değişikliği zorunlu olacaktır diyoruz.
Hicret, İslâm’ın yaşanmadığı bir
mekândan İslâm’ın yaşandığı bir mekâna göçtür. Tabii bütün müslümanlardan
muhacir olmaları istenmez. Bazılarının da Ensâr olmaları istenir, bunu hiçbir
zaman unutmamalıyız. Mekke’deki Medine’ye hicret ederken, Medine’dekiler de biz
de Mekke’ye hicret edeceğiz dememelidir yâni.
Hicret, kişinin bulunduğu konumdan,
bulunduğu makamdan ayrılmasıdır. Yaşadığınız şehir, oturduğunuz mahalle eğer
kulluğunuza engel oluyorsa, Allah’a kulluğu becerebileceğiniz başka bir
mahalleye gitmeniz hicrettir. İçinde bulunduğunuz arkadaş grubu, sizin Allah’a
kulluğu icra etmenize engel oluyorsa, o arkadaş grubunu terk edip kulluğunuza
yardımcı olabilecek başka bir arkadaş grubuna gitmeniz hicrettir. Mesleğiniz
Allah’a kulluğunuza engelse o mesleği terk edip başka bir meslek seçmeniz
hicrettir. Dükkanın sebebiyle, çoluk çocuğun sebebiyle, okulun sebebiyle Allah’a
kul olamadım mı diyorsun, Allah’ın arzı geniştir, o ortamdan başka bir ortama
hicret edersin.
Mü'min, eğer bulunduğu bölgede karısına
söz geçiremiyor, çocuklarını eğitemiyorsa o bölgeyi değiştirmek zorundadır.
Bulunduğumuz bir anlayıştan, bir
yapıdan, başka bir yapıya, bulunmuş olduğumuz bir iş dünyasından başka bir
dünyaya, müşriklikten mü'minliğe ayrılmaktır. Başta şirk olmak üzere tüm
günahlardan, tüm haramlardan, Allah’ın menettiği herşeyden kaçan ve iyiye,
doğruya yönelen herkes hicreti yaşamaktadır. Allah’ın Rasulü bir hadislerinde
bu hususu şöyle anlatır:
"Fitne ve bozgun içinde ibâdet, bana hicret
etmek demektir."
(Müslim Fiten 130)
Zira hicretteki temel hedef,
İslâm’ın yaşanmasıdır. Bulunduğu yerde de aynı şeyi yapan kişi, aynı amaç
içinde demektir. Haramları terk etmek, vatanı terk etmek kadar zordur. Günümüzde
haramlara o kadar alışılmıştır ki, onları terk etmek çok zordur. Özellikle
kurumlaşmış günahlar.
Hicret bazen toplumun içindeyken,
toplumdan etkilenmemeyi becerebilmektir. Allah’ın Resûlüne Mekke’de ilk gelen
âyetler bunu anlatıyordu:
"Peygamberim! Onlardan güzellikle
ayrıl!"
(Müddessir 10)
Bakıyoruz ki, bu hicret emrini alan
Allah’ın Rasûlü Mekke’yi terk etmedi, toplumdan iraz edip onlarla tamamen
ilişkilerini kesmedi. Toplumun içindeyken toplumdan etkilenmemek türünde bir
hicret gerçekleştirdi Allah’ın Rasûlü. Toplumun anlayışlarından,
düşüncelerinden, kültürlerinden, kültür evlerinden, örf ve âdetlerinden
güzellikle ayrıl peygamberim! diyordu Rabbimiz. Giyim kuşam anlayışın
onlarınkinden farklı olsun! Düğün anlayışın, okuma anlayışın, mala bakışın,
ikram anlayışın, kazanma harcama anlayışın, hâsılı tüm anlayışların
onlarınkinden farklı olsun! diyordu Rabbimiz. Bu tip bir hicret, kıyamete kadar
devam edecektir mü'minlerin hayatında.
Öyleyse bizler toplumun içindeyken,
toplumdan etkilenmeme-ye çalışacağız. Babalarımızın yanlışlarından,
analarımızın huysuzluk-larından, toplumun gayri İslâmî tarzı telakkilerinden,
komşularımızın ahlâksızlıklarından veya bize empoze edilen İslâm dışı hayat
programlarının tümünden hicret edeceğiz.
Eğer bütün bu âyetleri amel etmek
üzere okuyorsak, hayatımı-za aktarmak üzere dinliyorsak, buraya bunun için
geliyorsak o zaman biraz biraz taşınalım bulunduğumuz ortamlardan. Ayrılalım
bulunduğumuz alanlardan. Meselâ hangi alandaydık? Mal mülk alanında mıy-dık?
Moda ortamında mıydık? Ekran alanında mıydık? Neredeydik? Nereye
yerleştirmiştik kendimizi? O yerleşim alanlarımızı İslâm’ın istediği yerleşim
alanlarına değiştirelim, hicret edelim inşallah.
Evet, âyet-i kerîmede önce iman, sonra
hicret, daha sonra da cihad ve zaferin geldiğini görüyoruz. İmanını tam olarak
yaşamak için hicreti ve cihadı göze alamayan, malını, evini, vatanını, işini,
aşını, ko-numunu, statüsünü, kavmini, kabilesini terk etmeyi göze alamayan bir
İslâm topluluğunun muzaffer olması ve gerçek İslâm’ı yaşaması da asla mümkün
olmayacaktır.
219:"Peygamberim! Sana hamr (içki), meysir
(kumar) den soruyorlar. De ki:" Her ikisinde de hem büyük günah hem de
insanlar için birtakım faydalar vardır. Lâkin onların günahları faydalarından
daha büyüktür. Peygamberim! Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De
ki ihtiyacınızdan fazlasını verin! Allah size âyetlerini böylece açıklar ta ki
düşünüp ibret alasınız."
Kur’an-ı Kerîmde bu âyet içki, kumar ve
şans oyunlarıyla ilgili verilen ilk emirdir. Bu ilk âyette, bu ikisinin iyi
olmadıkları anlatılıyor. Bu âyet, bunların kesin haram olduklarına dair ilerde
gelecek âyetlere giriş teşkil etmektedir. İçki belli merhaleler sonucunda haram
kılınmıştır. Bu konuda ilk gelen âyet-i kerîme şudur:
"Hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının
meyvelerinden hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız hem de güzel bir
rızık."
(Nahl: 67)
Âyeti gelmiş. Bu âyet-i kerîmesinde
Rabbimiz içkinin haram olduğunu bildirmemekle beraber, diğer rızıklar için
kullandığı güzel ifadesini kullanmamıştır. Bu kadarcık bir işareti kavrayan
sahabenin bir kısmı içkiyi terk ettiler, ama yine içmeye devam edenler de vardı.
Sonra ikinci merhalede Bakara sûresindeki bu âyet-i kerîme
geldi.
Burada soru soran Hz. Ömer, Hz. Muaz ve
beraberlerindeki bir kısım sahabeydi. Gelmişler Allah’ın Resûlüne
ve:
"Ey Allah’ın Rasûlü! Bize içkiyle
alâkalı bir şeyler söyle! Biz bunlardan çok rahatsız oluyoruz! İçki aklı
giderdiği için çok çirkin şeyler oluyor! Bu konuda bize bir şeyler demeyecek
misin? Bir fetva vermeyecek misin?" deyince, işte bu âyet-i kerîme nazil oldu.
Peygam-berim sen de ki onlara; içki ve kumarda hem büyük günah vardır hem de
insanlara birtakım faydalar vardır. Bu âyet-i kerîmede içkinin ya-saklığı belli
olmakla birlikte, caiz olma ihtimali de yok değildi. Bu ka-darcık bir
açıklamayla da olsa sahabeden pek çoğu da içkiyi terk etti. Ama kesin yasak
olmadığı için içenler de vardı.
Sonra sahabe arasında cereyan eden bir
namaz olayı gerçekleşti. Sahabe şuuru yerinde olmadığı için manayı bozacak,
hattâ imanı tehlikeye düşürecek bir şekilde âyeti yanlış okudu ve hemen bu olayın akabinden:
"Ey iman edenler! Sarhoş olduğunuz
halde namaza yaklaşmayın!"
(Nisâ: 43)
Âyeti nazil oldu. Buradaki emrin biraz
daha sertleşmesinden sonra sahabe arasında içkiyi terk edenlerin sayısı
artarken, içmeye devam edenlerin sayısı da yok denecek kadar azaldı. Bir ara
içki yüzünden pek çok densizliklerin yaşandığından rahatsız olan Sa’d Bin Ebi
Vakkas, Rasulullah’a gelerek şikâyette bulunmuş ve Allah’ın Ra-sûlü
de:
"Allah’ım! Şarap hakkında bize yeterli
beyanda bulun!"
Diyerek dua etti ve hemen arkasından
Mâide sûresindeki:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili
taşlar (putlar) fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak
durun ki kurtuluşa eresiniz...."
(Mâide: 90,
91)
Âyeti inmiş ve böylece kesin olarak
şarabın haramlığı ortaya konmuş ve bunu duyan Hz. Ömer
de:
"Vazgeçtik ya Rabbi! Vazgeçtik ya
Rabbi!"
diye haykırmaktan kendisini
alamamıştır. Rasulullah’ın münadisinin ağzından bu âyeti duyan müslümanlar,
şarap kadehini ağızlarına götürmek üzereyken hemen yerlere atmışlar, küpleri
dökmüşler ve bu işten vazgeçmişlerdir. Damarlarına kadar alkolik olmuş
insanlar, bir anda Allah’ın emrine uyup içkiyi terk ediverdiler. Hattâ Hz. Ali
Efendimiz:
"Vallahi Rabbimin bu emrini duyduktan sonra
bir tarlaya bir damla içki düştüğünü bilsem artık ben o tarlaya tohum atmam!
Kesinlikle o tarladan mahsul kaldırmam"
diyordu. Bir başka sahâbe
de:
"İçki kadehine değen elimi keser
atarım! Onu bir uzuv olarak bünyemde taşımam!"
diyordu. Evet, düne kadar alkolik olan
bu insanlar, bir anda İslâm’la tanışır tanışmaz
değişiyorlardı.
Hamr kelimesi örtmek anlamına gelir.
Şarap da aklı örtüp bürüdüğü için, aklı dumanladığı için ona da hamr
denmiştir. Sarhoşluk verici, aklı örtücü, aklı giderici, şuuru yok edici herşey
hamrdır. Bunların haramlığı için sarhoşluk verecek derecede olmaları gerekmez,
damlası bile haramdır. İçilmesi haram olduğu gibi, alınıp satılması da haramdır.
Allah’ın Rasûlü Buhârî’deki bir hadislerinde şöyle
buyurur:
"Her sarhoşluk veren şey
haramdır."
(Buhârî Edep
80)
Yine başka bir
hadislerinde:
"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da
haramdır."
(Ebu Dâvûd Eşribe 5)
Meysir, kolaylık anlamına gelen yüsür
veya yesar kelimesinden gelir. Meysir zahmetsiz ve kolayca mal elde etmek
demektir. Veya zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak
mal vermek ve almak demektir. Araplar nerd (tavla) satranç vb. gibi oyunlarla
kumar oynarlardı. Rabbimiz buyurdu ki:
De ki bunlarda büyük zararlar ve
günahlar vardır. Her ikisi de akılları ve malları telef eden, insanları perişan
eden şeylerdir. Ama bununla beraber bu büyük zararlarının ve günahlarının
yanında:
Bunlarda insanlar için bazı ufak tefek
faydalar da vardır. İnsanlar bunlar sayesinde belki biraz neşe, biraz geçici
lezzet duyabilirler. Korkaklara içkinin geçici bir cesaret vermesi gibi biraz
menfaat sağlayabilirler. Ama:
Bilesiniz ki bunların zararları
faydalarından, günahları sağladıkları menfaatlerinden çok daha büyüktür.
Sağladıkları neşe ve lezzetler gelip geçici olduğu halde tevlid ettiği zararlar
hem kişisel hem de toplumsal olmak üzere çok korkunç boyutlara ulaşmaktadır.
Tıpkı bulaşıcı hastalıklar gibi toplumun her kesimini sarma özelliği
taşımak-tadırlar. Sadece müptelalarını değil, doğacak nesilleri de zehirleme
istidadına sahiptirler.
İçki içerek aklını ve iradesini iptal
eden kişi, Allah’ın insan olma özelliği olarak kendisine verdiği en büyük
nîmetlerden biri olan aklını felce uğratmış ve bir noktada insanlıktan çıkmış
demektir. Aklı olmayan bir adamın yapamayacağı bir şey yoktur. Bu adam, şunu
şu-nu da yapabilir mi demek zaittir. Adam da öldürür, karısını da boşar,
çocuklarını da keser, dinden de çıkar. Şeytanın elinde oyuncak olmaktan
kurtulamaz bu adam.
Meysir (Kumar) pek çok oyunları içine
alan geniş kapsamlı bir ifadedir. Genel olarak taraflardan birinin
kaybetmesinin, ötekisinin de kazanmasının söz konusu olduğu herşey, her oyun
kumardır ve haramdır. Piyango, loto, toto, at yarışları, tavla, satranç,
iskambil gibi oyunların tamamı kumardır. Yenen kazanır, yenilen kaybeder
temeline dayanan tüm oyunlar da kumardır ve haramdır.
Buhârî’de Allah’ın Rasûlü:
"Tavla ve satrançtan sakının! Çünkü onlar
acemlerin kumarıdır."
Buyurur (Buhârî Edeb’ül
müfret)
Yine Ebu Dâvûd ve İbni Mace’deki bir
hadislerinde de:
"Kim
tavla oynarsa Allah ve Resûlü’ne karşı gelmiştir."
Buyurur. Rabbim bu iki belâdan
mü'minleri korusun inşallah.
(İçki ile alâkalı bir soru
soruldu)
Bu konuda epey söz ettik, ama sorulan
soru üzerine biraz daha söz edelim:
Ayette
geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına
aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir: Köpüklenip
kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr'dır Bunun
dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şümûlüne girmez. Bu tür
içkiler sarhoşluk verdiği için hamr'a kıyasla haramdır Fakihlerin çoğunluğu,
sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr
kelimesinin kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir.
İslâm'dan
önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın
bir parçası gibi görürlerdi. İslâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir.
Bunlar: Akıl, sağlık, mal, ırz ve dindir. İçki içen kimse bu beş unsuru da
koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkilat
yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. İlk yasağın Hz.
Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hatırasına New York'ta
"Muhammed Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar.
"Her
sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse
şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse âhirette Kevser
şarabını içemez"
(Müslim,
Eşribe, 73).
"Çoğu
sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır"
(el-Askalânî,
Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.).
Hz.
Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva
(ilâç) değil aksine derttir"
(el-Askalânî,
a.g.e, IV, 61).
"Ümmetimden
bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir" (el-Askalânî,
a.g.e, IV, 61).
Buna
göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz
duruma getiren her şey içki sayılır. Sıvı veya katı olması sonucu değiştirmez.
Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları
kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür;
olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar
denizin-de yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır,
sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi
zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir.
İşte
İslâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı
olanları da yasaklamıştır. İslâm'ın yasakları tıp tarafından incelendiğinde,
bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi
yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları
uzmanlarca açıklanmıştır.
İslâm,
içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de
yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Peygamber (s.a.s) içki
konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan,
kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için
satın alınan..."
(Tirmizî,
Büyû', 59; İbn Mâce, Eşribe, 6).
Ancak
günümüz müslümanları, İslâm’ın birçok hükmünü eğip büktükleri gibi, içki
karşısındaki duyarlılığı da yitiriyorlar. İslâm’ın yasakladığı ve hoş görmediği
birçok davranış Batı kültürünün etkisiyle onların da hayatına giriyor. Fâize
müslümanlardan bazıları başka bir isim vererek, bazıları câiz diye fetvâ
vererek, kimileri de günahını önemsemeyerek fâiz alıp veriyorlar. Kumara; toto,
loto, piyango, at yarışı, sayısal, şans oyunu deyip takılıyorlar. Tesettüre;
çağdaşlık, moda, kamusal alanda yasak deyip uymuyorlar. Bunun gibi bazıları da
içki içmeyi, neredeyse kişiliği tamamlayan, normal bir davranış olarak kabul
etmektedir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Ümmetimden bir grup, ‘hamr’ı (sarhoşluk
veren içecekleri) kendi taktıkları bir adla helâl kılmaya çalışırlar.”
(Dârimî, Eşribe 8, hadis no: 2106)
Rabbimiz
yeryüzünde bizim faydalanmamız için bir yığın helâl rızık yaratmışken, insanın
kendine zararlı bir şeyi yiyecek veya içecek olarak seçmesi, ondan zevk alması
akıl dışı bir olaydır. Ne yazık ki, Allah’a kulluk etmeyi hayatlarından
çıkaranlar için ne içki yasağının, ne de diğer yasak ve emirlerin bir anlamı
vardır. Bunlar canlarının istediğini yapmaya çalışırlar. Hoşlandıklarını
yaparlar da yeryüzünü if-sâd ederler (bozarlar), azgınlaşır, haddi aşarlar,
zâlim ve müstekbir olurlar. Yeryüzünü yaşanmaz hale getirirler. Hamr içmekle,
önce insanın aklı, doğal işlevini kaybeder. Akılla beraber din konusundaki
duyarlılık da gider. Sarhoşların nesilleri de içki içmenin zararını görürler.
İçki içmekle işlenen cinâyetlerin, verilen zararların, batan ocakların,
yitirilen şereflerin sayısı belli değildir. O yüzden Peygamberimiz; “İçki bütün kötülüklerin anasıdır”
(Nesâî, Eşribe 44) buyurmuştur.
İslâm,
içki yasağını bir iman meselesi olarak ele alıyor.
“Allah’a ve âhiret gününe iman
eden hamr içmesin, Allah’a ve âhiret gününe iman eden içki içilen sofraya
oturmasın.”, “Hamr içenin kalbinden iman nuru çıkar.”, “Üç kişi cennete giremez:
Deyyus (karısını kıskanmayan), erkekleşen kadın ve içki
düşkünü.”
(Kütüb-ü
Sitte, 8/169)
Hz.
Peygamber (s.a.s.) zamanında sarhoş için belli bir ceza yoktu. Tutuklanıp
mahkemeye çıkarılan suçlu ayakkabılarla dövülür, tepiklenir, yumruklanır,
çomaklanır ve kırbaçlanırdı. Bu suç için verilen cezanın en yüksek miktarı kırk
kırbaçtı. Hz. Ömer'in (r.a.) halifeliğinin ilk günlerinde de aynı ceza
uygulanıyordu. Fakat o suçların arttığını görünce, diğer sahabelere de danışarak
cezayı seksen kırbaca çıkardı.
İmam
Malik, İmam Ebu Hanife ve bir rivayete göre İmam Şafiî de aynı görüşteydiler.
Fakat, İmam Ahmed b. Hanbel ve bir başka rivayete göre İmam Şafiî, içki içmenin
cezasının kırk kırbaç olduğu fikrindedir. Hz. Ali (r.a.) de kırk kırbacı kabul
etmiştir. İslam fıkhına göre, yasağın üzerinde durmak İslâm Devleti'nin
görevidir. Nitekim, Hz. Ö-mer (r.a.) zamanında Beni Sakif kabilesinden Ruveyşid
adlı bir adamın dükkanı, içinde gizlice şarap üretilip satıldığı için
yakılmıştır. Başka bir seferinde ise, şarap sattıkları için bir köyü
yaktırmıştır.
(Tefhîmu’l
Kur’an, Mâide, 90. âyetin tefsiri).
"Allah Teâlâ hastalığı da ilacı
da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedâvi olun.
Ancak haram olan şeyle tedâvi olmayın."
(Ebû
Dâvud, Tıbb 11, hadis no: 3874)
“Allah sizin için haram
kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.”
(Tâc,
c. 3, s. 212)
İçki,
sadece içene zarar vermekle de kalmaz; İçki içmenin toplumsal ve psikolojik
yönleri bulunmaktadır. Çünkü içki, bireyin âilevî, sosyal ve meslekî
faâliyetlerini önemli ölçüde aksatmaktadır. Alkol bağımlısı olan kişilerde sinir
sistemi işlevinde birçok bozukluklar ortaya çıkmasına bağlı olarak şizofreni ve
duygusal bozukluklar meydana gelmektedir. Aynı zamanda da, alkolik olan kişinin;
işini, âilesini, yaşamını kaybedebildiği, alkolik kadınlarda ise, çocuğun özürlü
veya sakat doğurma ihtimalinin çok yüksek bir düzeyde olduğu ve büyük oranda
streslere yol açtığı da tespit edilmiştir.
"Peygamberim! Yine sana neyi infak
edeceklerini soruyorlar. De ki ihtiyacınızdan fazlasını verin! Allah size
âyetlerini böylece açıklar, ta ki düşünüp ibret
alasınız."
a: Nasıl infak edeceklerini, kimlere
infak edeceklerini soruyorlar bir.
b: Bir de neyi infak edeceklerini
soruyorlar.
Sorunun birinci şıkkını yukarıda
anlatmıştı Rabbimiz. Yâni kimlere infak etmeleri gerektiği önceki âyette
anlatılmıştı. Sorunun ikinci şıkkına gelince, buyurur ki Rabbimiz:
Peygamberim de ki; ihtiyaç fazlasını
infak edin! Kendinize, ehlinize ihtiyacınız kadarını bırakın gerisini infak
edin! diyor Rabbimiz. Peki ihtiyaç nedir? Ne kadardır ihtiyaç? İşte burada
curcuna başlıyor. İhtiyaç kişiye yetecek kadar miktardır ya, işte burada problem
başlıyor. Yetecek kadar. Efendim bu devirde aylık elli milyon da gelse
yet-miyor yâni demeye başlıyor müslümanlar. Elbette ihtiyaç felsefemizi İslâm
değil de kendimiz belirlemeye kalkarsak yetmeyecektir. Böyle bir hayatı
yaşarken de infak edecek bir şeylerimiz kalmayacaktır. Meselâ üç beş yüz
milyonluk bir evde oturma imkânımız varken beş on milyarlık bir evde oturuyorsak
elbette infak edecek bir şeyimiz kalmayacaktır. İki üç milyarlık bir arabaya
binmeye kalkıyorsak, elbette infak imkânımız kalmayacaktır. Normal bir ailenin
bir yılda yiyebileceği bir miktarı evimizde bir ayda tüketmeye çalışıyorsak
elbette infak im-kânımız kalmayacaktır. Ama eğer yetecek kadar bir hayatı yâni
Allah ve Rasülünün belirlediği bir hayatı yaşıyorsak, elbette bizim de infak
edebileceğimiz bir şeylerimiz olacaktır.
Yetecek kadar bir hayat; Allah ve
Resûlü’nün istediği bir hayattır. Onun dışındaki hayat ise ihtiyaçsızlığın
ihtiyaç haline getirildiği bir hayattır. Evimize, kendimize yapacağımız
harcamalarımızı asgariye indirebilmeliyiz ki, harcamalarımızı kısarak israfı
önlemeliyiz ki bizim de infak edecek bir şeylerimiz olabilsin. Elbiselerimiz
eskiyince bir yenisini alacaksanız, öbürünü tasadduk edin. Allah’ın Rasûlü Hz.
Ai-şe’ye şöyle buyurur:
"Ey Aişe eski elbiseni tasadduk et ve
hiçbir zaman gururlanma!"
Bir sahâbe geliyor Rasulullah’a: Ya
Rasûlallah biz evde yiye-ceğimizi yetiştiremiyoruz! Geçinemiyoruz! Rızkımız
yetmiyor! Darlık ve sıkıntı içindeyiz! Bizim rızkımızın bize yetmesi için, bu
darlıktan kurtulabilmek için bize ne tavsiye edersin ey Allah’ın Rasûlü?
Deyince, Rasûl-i Ekrem:
"Galiba evde ayrı ayrı kaplardan yiyorsunuz.
Öyle yapmayın hepiniz tek kaptan yiyin" Buyurur.
220:"Dünya ve âhiret konusunda düşünüp en
iyisini alın. Peygamberim bir de sana yetimlerden soruyorlar. De ki onlar
hakkında ıslahta bulunmak (mallarını korumak) sizin için daha hayırlıdır. Eğer
onlara karışırsanız onlar sizin din kardeşlerinizdir. Allah bozguncuyu
ıslahçıdan ayırır. Eğer Allah dileseydi sizi bu konuda mutlaka sarpa sardırırdı.
Şüphesiz ki Allah Azîzdir ve hikmet sahibidir."
Hem dünya hem de âhiretinizi
düzenleyesiniz diye, hem dünya hem de âhiret işlerinde iyi davranasınız diye
Allah size böylece âyetlerini açıklıyor. Öyleyse bu din ne sadece dünyaya ne de
yalnızca âhi-rete mahsus bir dindir. Sadece âhiretle alâkalı konuları anlatan,
dünya işlerine karışmayan bir din değildir. Hem dünya hem de âhiret işlerini
düzenlemek için gelmiş bir dindir.
"Peygamberim, bir de sana yetimlerden
soruyorlar. De ki; onlar hakkında ıslahta bulunmak (mallarını korumak) sizin
için daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız, onlar sizin din
kardeşlerinizdir."
Burada müslümanlar yetimlerle olan
ilişkilerinin nasıl olacağı konusunda onların malları, eğitimleri ve
terbiyeleriyle alâkalı nasıl davranacakları konusunda sorular soruyorlardı.
Gerçekten de yetimler, müslümanların vicdanlarında önemli bir problem
oluşturuyorlardı. Müslümanlar, yetimler konusunda günaha girecekleri korkusuyla
onlarla yakın ilişkiye girmekten çekiniyorlardı. Çünkü daha önce bu konuda
gelen Nisâ sûresindeki âyet onları ürkütmüştü.
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla
yiyenler, karınlarına sadece ateş dolduruyorlar ve yarın onlar çılgın ateşe
atılacaklardır."
(Nisâ: 10)
İşte bu âyet geldikten sonra
müslümanlar onların mallarına el sürmekten korktular. Yetimlerle beraber
olmaktan, onlarla birlikte yaşamaktan, yiyip içmekten, onların mallarıyla ve
işleriyle ilgilenmekten çok korktular, gelip Allah’ın Resûlü’ne bu konuda
onlara karşı nasıl davranacaklarını sordular. Bunun üzerine Rabbimiz buyurdu ki:
Onlarla ilgilenmek, onların durumlarını düzeltmek, onların eğitimleriyle,
ahlâklarıyla ilgilenmek, onları ıslah etmek daha iyidir. Çünkü yetimler toplumun
yanında Allah’ın emanetleridirler. Müslümanların görevi bu emanete, emanet
sahibi olan Allah’ın istediği biçimde davranmaktır. Onlarla yakın ilişki içine
girmekten korkan müslümanlara Rabbimiz buyurdu ki; onlar sizin din
kardeşlerinizdir. Onlarla ilişkiye girip, onların dünya ve âhiret işlerini
ayarlamanız sizin hakkınızda daha hayırlıdır buyurarak müslümanları bu konuda
teşvik ediyordu. Onları aranıza alır, onlarla birlikte yaşarsanız, onların
mallarını kendi mallarınızın içine katar ve onların da kazanmalarını
sağlarsanız yâni onların işleriyle ilgilenirseniz, sizin hakkınızda bu çok
hayırlıdır çünkü bilesiniz ki onlar, sizin din kardeşlerinizdir buyuruyor
Rabbimiz. Ama:
"Allah bozguncuyu ıslahçıdan
ayırır."
Onlarla ilgilenirken, onların mallarını
kendi mallarınızın içine katarken, onları istifade ettirmek için mi
yapıyorsunuz, yoksa siz onlardan istifade mi etmek istiyorsunuz? bunu Allah
ayıracaktır.
"Eğer Allah dileseydi, sizi bu konuda
mutlaka sarpa sardırırdı. Şüphesiz ki Allah, azîzdir ve hikmet
sahibidir."
Yâni din, kolaylık dinidir. Bu din
zorluk dini değil kolaylık dinidir. Allah dilemiş olsaydı sizin işlerinizi
zorlaştırırdı, ama bilesiniz ki Allah sizin için kolaylık murad ediyor, zorluk
dilemiyor. Allah kolaylık olsun diye yetimlerin mallarıyla kendi mallarınızı
katıp karıştırmada size izin verdi. Artık bu konuda sizin için herhangi bir
sakınca kalmadı. Yetimin malıyla kendi mallarınızı karıştırıp, onun malı kadar
ona da bir kazanç sağlayabilirsiniz buyurdu. Peygamberimiz de yetimler
konusunda şehâdet parmağıyla orta parmağını birleştirerek şöyle buyurdu:
"Ben
ve yetime yardım eden kişi cennette işte şöylece beraberiz"
Buyurur.
Yetim, babası olmayan demektir. Henüz
buluğ çağına gelmeden babasını kaybetmiş çocuklara yetim denir. Veya babası
baba olarak vardır, ama her gece eve sarhoş gelip giden çocuklar da yetimdir.
Babası anası tarafından kitap ve sünnetle tanıştırılmamış tüm çocuklar
yetimdir. Ve bilelim ki yetimlerin doyurulması gereken üç bölgesi vardır. Kafa,
kalp ve mide. Kendi çocuklarımız da dahil piyasadaki tüm yetimlerin bu üç
bölgelerini doyurmak zorundayız. Kafa Allah’a götürücü bilgiyle doyurulmalıdır,
kalp Allah’a götürücü imanla doyurulmalı, mide de Allah’ın helâl kıldığı
rızıkla doyurulmalıdır. Karşımızdaki yetimlerin sadece midelerini doyurunca iş
bitti zannetmeyelim, onların öteki bölgelerini de doyurmayı sakın ihmal
etmeyelim inşallah.
221:"Müşrik kadınları, onlar iman
edinceye kadar nikâhlamayın. İman eden bir câriye, müşrik bir kadından; bu
müşrik her ne kadar hoşunuza gitse de daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri iman
edinceye kadar mü'min kadınlarla nikâhlamayın. İman eden bir köle, müşrik bir
erkekten; bu sizin hoşunuza gitse de daha hayırlıdır. Onlar (o müşrik erkek ve
kadınlar) ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O
âyetlerini insanlara açıklar, umulur ki düşünüp ibret
alırlar."
Rabbimiz bu âyet-i kerîmesinde
mü'minlerin kesinlikle onlar iman edinceye kadar müşrik kadınlarla
evlenmelerinin mümkün ol-madığını anlatır. Haram olduğunu anlatır. Çünkü câriye
bile olsa mü-mine bir kadın, güzelliği hoşunuza gitse de müşrik bir kadından
daha hayırlıdır. Mü'mine bir câriye her zaman için bir kâfireden hayırlıdır.
Çünkü onlar sizi ateşe, yâni cehenneme çağırırlar.
Bu tür evlilikler mü'minleri günah ve
şirk yollarına götürebilir. Mü'min bir kocanın müşrik bir kadını ve ondan
doğacak çocuklarını İslâm’a, imana kazandırması ne kadar mümkünse, müşrike bir
kadının kocasını ve çocuklarını aynı şekilde kulluktan, imandan uzaklaştırıp
şirke götürmesi de mümkündür. Bir de ayrıca aynı ailede hem İslâm hem küfür
birlikte yaşanır olabilir. Koca İslâm’ı, kadın da şirki yaşatmak için
mücâdeleye devam edebilir. Evde böyle bir çatışma yaşanabilir.
Ve böyle bir çatışma ortamında
evdeki çocukların şahsiyetleri ve İslâmî yapıları sarsılabilir. Bir gayri
müslim belki bunu kabullenebilir. Ama bir müslümanın böyle bir şeyi
kabullenmesi asla mümkün değildir. İslâm’a inanmış bir kimse, sadece şehvetini
tatmin adına böyle bir riskin altına giremez. Bu kadınlar diledikleri gibi
davranma, doğacak çocukların akidelerini bozma, kocasının kontrolü altına
girmeme gibi durumlar söz konusu olabilir. Böyle müşrik bir kadına bir
müslü-mana gösterilebilecek sevginin gösterilmesi, kâfire velâ anlamına gelir
ki; Allah korusun bu da küfürdür. Bir kâfirin, mü'minin sevilmesi gibi
sevilmesi küfürdür. Bidâyette müslümanlar müşrik kadınlarla evlenebiliyorlardı.
Mekke döneminde bu konuda bir yasaklama gelmemişti. Nihâyet Medine döneminde
bi'setten 19 yıl sonra bu evlilikler sona er-dirilmiştir. 19 yıl sonra müşrik
kadınları nikâhları altında tutan erkeklerin, onları nikâhlarından çıkarmaları
emredilmiştir. Mümtehine sûresi-nin 10. âyeti şöyle
buyurur:
"Kâfir kadınları nikâhınız altında
tutmayınız!"
(Mümtehine
10)
Bu âyet-i kerîmede Mekke döneminde caiz
olan bu evlilikler tamamıyla sona erdirilmiştir. Âyet-i kerîmede zikredilen
müşrik ifadesi ehl-i kitabın dışındaki müşrikleri kapsamaktadır. Çünkü
bakıyoruz ki Kur’an-ı Kerîmde pek çok âyette müşriklerle ehl-i kitap ayrı ayrı
zikredilmektedir. Bu âyet-i kerîmede müşrikler umumî olarak zikredilmiştir. Ama
Mâide sûresinin 5. âyet-i kerîmesi ehl-i kitap kadınlarla evlenmeyi tahsis
etmiştir. Yâni Bakara sûresindeki bu âyetin hükmünü tahsis buyurarak, ehl-i
kitap kadınlarla evlenmeyi caiz kılmıştır. Bakın âyet-i kerîmede şöyle
buyuruluyor:
"Bugün temiz ve pak nîmetler size helâl
kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl kılındığı gibi sizin
yemeğiniz de onlara helâldir. Mü'min kadınlardan hür ve iffetli olanlar ile
sizden evvel kitap verilenlerden yine hür ve iffetli kadınlar da iffetlerinizi
muhafaza ederek onlarla zinada bulunmaksızın ve gizli dost tutmaksızın
kendilerine mehirlerini verip nikâhladığınız takdirde size helâl kılınmıştır."
(Mâide: 5)
Bu âyet-i kerîmenin ifadesine göre,
ehl-i kitap kadınlarla ev-lenmenin caiz olduğunu anlıyoruz. Bakara sûresindeki
bu müşrik ifadesi, bu âyetle tahsis buyurulmuştur. Bakara’daki bu âyetin,
Mâi-de’deki bu âyeti nesih etmesi de mümkün değildir. Çünkü Mâide sûresinin bu
âyeti, Bakara sûresinin bu âyetinden sonra nazil olmuştur. Bundan ötürüdür ki
Bakara sûresinin bu âyeti nesih etmesi mümkün değildir.
Demek ki ehl-i kitap kadınlarla
evlenmek, ancak onlar iffetli olmaları, zina yapmamaları veya gizli dost
tutmamaları şartıyla mubah kılınmıştır. Döneminde Hz. Ömer bunu yasaklamıştır.
Ehl-i kitap kadınlarla müslüman erkeklerin evlenmesini yasaklamıştır. Sahabeden
bir kısmı gelip: Ne yapıyorsun ey Ömer? Kur’an’ın müsaade ettiği bir şeyi sen mi
yasaklıyorsun? diye itiraz etmişler. Hz. Ömer onlara şöyle cevap verir:
"Sizler güzelliklerinden ötürü onlara
meylediyorsunuz. Siz onlarla evlenince de müslüman kızlar bekar kalıyor. İşte
bundan ötürü sizin ehl-i kitap kadınlarla evlenmenizi yasaklıyorum."
Bilhassa eviyle ve çocuklarıyla ciddi
bir biçimde ilgilenemeyecek durumda olanların ehl-i kitap kadınlarla
evlenmeleri çok tehlikelidir. Ben Avrupa’da böyle hem kendisini, hem
çocuklarını mahvetmiş, hıristiyanlaşmış yığınlarla insan gördüm. Mü'min
kardeşlerimizin bu konuda çok dikkat etmeleri gerektiğine
inanıyorum.
Allah’ın Rasûlü Bir hadislerinde:
"Kadın dört şeyinden dolayı nikâhlanır.
Malı, güzelliği, soyluluğu ve dini için. Siz dini güzel olanı tercih
edin!"
Buyurur. Öyleyse evlenebilecek
mü'min bir kadın mevcut olduğu müddetçe başkalarının tercih edilmesi mümkün
değildir. Bir de mesele sadece müşrik ve ehl-i kitapla da sınırlı değildir.
Kur’an’a inandığını iddia ettiği halde: Ben ateistim! Ben laiğim! Ben
komünistim! Ben demokratiğim diyen bizim ehl-i kitaptan kadınlarla da
evlenmek haramdır.
Âyetin ikinci bölümünde de buyuruluyor
ki:
"Mü'min kadınları da onlar iman
edinceye kadar müşrik erkeklerle evlendirmeyin. İman eden bir köle müşrik bir
erkekten (bu müşrik erkek) hoşunuza gitse de daha hayırlıdır. Çünkü onlar ateşe
çağırırlar."
Müslüman bir kadının müşrik bir erkekle
evlendirilmesi kesinlikle haramdır. Müşrik, ateist, dinsiz biri devlet başkanı
bile olsa mü'-min bir köle ondan her zaman hayırlıdır ve üstündür. Çünkü
müşrikler ateşe çağırırlar, cehenneme götürürler. Mü'min bir kadın ne müşrik
bir erkekle ne de ehl-i kitap bir erkekle evlenebilir. Çünkü kadın kocaya
tabidir. Koca onun dinden çıkmasını sağlayabilir.
Rabbimiz Nisâ
sûresinde:
"Erkekler kadınları yönetmeye
yetkilidirler."
(Nisâ: 34)
Âyet-i kerîmesi gereğince kadınlar
kocalarının yönetimi altındadırlar. Dolayısıyla mü'min bir kadını kâfir ya da
ehl-i kitap bir erkekle evlendirmek, onu bir kâfirin yönetimine terk etmek
olacağından, bu kesinlikle o kadını ateşe atmak demektir.
Yine Nisâ sûresinde de Rabbimiz şöyle
buyurur:
"Allah kâfirlere müslümanlar üzerine
bir yetki verecek değildir."
(Nisâ: 141)
Buna göre müslüman bir kadının kâfir ya
da ehl-i kitap bir erkekle evlendirmek demek, müslümanı kâfirin idaresine
bırakmak demektir ki, bu asla mümkün değildir haramdır.
222:"Peygamberim, sana kadınların hayız
halini sorarlar. De k; o bir ezadır. Aybaşı halinde iken kadın-larla cinsi
münâsebetten ayrılın. Ama onlar temizlenince o zaman Allah’ın size emrettiği
yerden onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah çokça tevbe edenleri sever. Tertemiz
davrananları da Allah sever."
Dikkat ederseniz Bakara sûresinin 177.
âyetine kadar Allah’ın insan hayatına karışması anlatıldı ondan sonra da
Allah’ın bu hayata karışmasının birimleri sunulmuştur. Bu birimlerden olarak
oruç anlatıldı, hac anlatıldı, infak anlatıldı, kıble anlatıldı, haram aylar
ve bu aylarda savaş anlatıldı, içki kumar anlatıldı ve işte sizin hayatınızın
değişik zamanlarında yaşayacağınız konulardır bunlar. Bunları Allah böylece
belirlemiştir ve sizler Rabbinizin belirlediği ölçüler içinde böylece
yaşayacaksınız denerek tüm bu hususlar belirlenmiştir. Ondan sonra da
hayızları döneminde kadınlarla ilişki ve beraberlik konusu gündeme
geliyor.
Peygamberim, sana hayızdan soruyorlar.
Sen de ki; o bir e-zadır ve hayız halinde iken onlarla cinsi münâsebetten
ayrılın.
Bu din, insanın fıtratını göz ardı
etmeyen, hep onu gündemde tutan bir dindir. İnsanlara onların bu fıtrî
özelliklerini bilen yaratıcıları tarafından, onların bu özelliklerine göre
yaşayabilecekleri bir din sunulmuştur. İnsanlar, Allah’ın Rasûlünden aybaşı
dönemindeki kadınlarla ilişkiden soruyorlardı. Bu konu, bu âyetler soruya
binaen anlatılacağı gibi, soru sorulmadan da anlatılacak âyetlerdir. Demek ki
insanlar soru soruyorlar, beklentileri var ve o beklentilerine binaen âyet
gelecektir.
“De
ki” Şöyle şöyle söyle onlara. Ya da ey peygamberim! Sen bunun
sözcülüğünü yap! demektir bunun mânâsı. Demek ki bizim neler konuşacağımızı,
nelerin sözcülüğünü yapacağımızı Kur’an böyle belirliyor. Demek ki biz,
insanlara bazen hayızdan da konuşacağız, bunun sözcülüğünü de yapacağız. "GUL"
diye gelen âyetlerle bizim sözcülüğünü yapacağımız konular özellikle
belirtiliyor demektir.
Hayız her ayın belli günlerinde
periyodik olarak kadınların gördüğü kandır. En yaygın görüşle en azı üç gün en
fazlası da on gün olmak üzere kadınların gördüğü bu kana hayız
denir.
"De
ki; O bir ezadır." Yâni kadının o dönemi bir ezadır. Nasıl bir eza?
Tabi Allah’ın yaratış kanununa uygun bir ezadır. Arapça’da eza hem hastalık hem
de pislik için kullanılır. Âdet halinde kadınlar, sağlıktan çok hastalığa
yakındırlar. Rabbimiz o dönemlerinde kadınlardan ayrı olmamızı, onlara cinsel
yakınlıkta bulunmamamızı emretmektedir.
Bu durum Hindularda, yahudilerde,
hıristiyanlarda ve putperest Araplarda yanlış anlaşılmış, farklı anlaşılmış.
İslâm’dan önce insanlar bunu yanlış anlamışlar, farklı anlamışlar.
Kimileri o haldeyken kadınları
hapsetmeden yana olmuşlar, kimileri ona dokunmamadan yana olmuşlar, kimileri
onun pişirdiğini ye-memeden yana olmuşlar, kimileri onlarla birlikte yemek
yememeden, hattâ onlarla aynı odada kalmamaktan yana olmuşlar, kimileri de
meselâ hıristiyanlar bunların aksine bu haldeyken kadınlarla cinsi münâsebetten
yana olmuşlardır. Bu durumda sanki kadın insanlıktan çıkmış gibi muteala
ediliyordu. Sahabenin sorduğu soruya binaen gelen bu âyet-i kerîmede Rabbimiz
buyurdu ki: Bu durum sadece insan vücudunun tabii hallerinden bir halettir.
Sadece kan gelmesinden dolayı eziyetli bir halettir hepsi bu kadar. Bu hal
kadının vücudunu necis yapmadığı gibi, toplum içinde onun kişiliğini de
etkilememektedir. Bu durum insanlar arasındaki ilişkilerden sadece cinsel
ilişkiye engeldir. Bunun sebebi de ilgili mahalden kan gelmesinden ve mikrop
alması gibi bir eziyete, bir tehlikeye maruz kalmaması içindir. Bu durum âdet
halindeki kadınlara hiç dokunulmayacağı anlamına gelmez. Kadının necis olduğu
anlamına da gelmez, sadece o haldeyken cinsel ilişkinin yasak olduğu anlamına
gelir.
"De ki; O bir eziyettir. Artık hayız
esnasında kadınlarınızla cinsel ilişkiden uzak durun onlar temizleninceye
kadar."
Temizleninceye kadar. Âdet günleri
bitene kadar, ya da kanama günleri bitene kadar, vücutlarını büsbütün yıkayana
kadar, ya da kanama bölgelerini yıkayana kadar, ya da gusül abdesti alana kadar
gibi değişik anlayışlar var. Yâni âdet dönemleri bitene kadar onlarla cinsel
ilişkide bulunmayın.
Hayız halindeki kadınlarla cinsi
münâsebet yasaktır. Hayızlı bir kadının göbeği ile diz kapağı arasındaki bölgeye
yaklaşılmaz. Bunun dışındaki yerlerden istifade caizdir. Hz. Aişe annemiz der
ki:
"Ben
ve Rasulullah cünüpken aynı kaptan guslederdik. Ben hayızlı iken Allah’ın
Rasûlü göbeğimle diz kapağım arasına bir bez sarmamı emrederdi ve bu bezin
üstünden bana yaklaşırdı."
Buyurur. (Buhârî, Müslim,
Tirmizî)
Ancak buradaki kadına yaklaşmaktan
maksat cimanın dışındaki yaklaşmalardır. Nitekim Tirmizî’deki bir hadislerinde
Allah’ın Ra-sûlü bu hususu şöyle açıklar:
"Hayızlı kadınlarla cima hariç, dilediğinizi
yapın!"
Hayızlılık dönemi bittikten sonra kan
gelmeye devam etse de bu cimaya engel değildir. Zira bu kan hayız kanı değil
istiaze kanıdır. İstiazeli kadınla cima yapmak kadına ve erkeğe herhangi bir
zarar vermez.
"Hayızlı bir kadınla cima yapmanın cezası da
bir dinar ya da yarım dinar sadaka vermektir."
(Ebu Dâvûd,
Tirmizî)
Bütün âlimlere göre hayızlı bir kadının
namaz kılması, oruç tutması, Kâbe’yi tavaf etmesi, mescide girmesi Kur’an’a el
sürmesi veya okuması ve de kocasıyla cinsi münâsebette bulunması
haramdır.
(Hayız konusunda bir soru
soruldu)
Hayız
lügatte; akıntı mânasına gelir. Doğum sebebiyle olmayarak rahimden çıkan kandır.
İstihaza (hastalık) kanı bunun dışındadır. Küçük kızın, hayızdan kesilen kadının
ve hünsa-i müşkilin gördükleri kan da istihazadan sayılır. Bu mesele dinimizde
çok önemlidir. Çünkü temizlik, namaz, Kur'an okumak, oruç tutmak, itikâf, hac,
bü-lûğ, cimâ, boşama, iddet, istibra ve saire gibi birçok hükümler bu me-seleler
üzerine terettüp eder. Bu sebeple hayız meselelerini öğren-mek en büyük vazife
ve farzlardan biri olmuştur. Zira bir şeyi öğren-mek mertebesinin büyüklüğü, onu
öğrenmeme zararının derecesine göredir. Hayız meselelerini bilmemenin zararı,
başkalarını bilmemekten daha büyüktür.
Hazreti
Havva'yı Cenab-ı Hak hayızla mübtelâ kılmış ve kızlarında bu hal kıyâmet gününe
kadar devam etmek üzere kalmıştır. Bazıları: “Hayız ilk defa İsrâil oğullarına
gönderilmiştir.” demişlerse de bu sözü Buhâri: “Peygamber (s.a.v.)'in hadîsi
daha büyüktür.” diyerek reddetmiştir. Hadîsi Buhârî, Hazreti Âişe (r.a.)'dan şu
lâfızla rivayet etmiştir: “Rasulullah (s.a.v.) hayız
hakkında: Bu, Allah'ın Adem kızlarına takdir buyurduğu bir şeydir, buyurdular.”
Hayzın
en az müddeti geceleriyle birlikte üç gündür. En çok müddeti ise gecelerle
birlikte on gündür. Bunu Dârekutnî ve başkaları böyle rivâyet etmişlerdir.
Azından noksan, çoğundan fazla olanlar ise hayız değil, istihazadır.
(Tekrar
soru soruldu)
Az
önce dedim, hayız kadının rahminden belli günlerde kan gelmesi, doğum veya
hastalık söz konusu olmaksızın, belli yaşlardaki kadının rahminden belli
günlerde gelen kanı ifade eder. Türkçe’de "hayız" yerine, âdet, aybaşı,
kirlilik, ay hali ve namazsızlık gibi kelimeler de kullanılır. Bir kadının
cinsel organından üç türlü kan gelebilir. a) Hayız kanı. Sağlıklı kadından belli
yaşlar arasında gelir. b) Özür (is-tihaza) kanı. Kadın hastalığı olanlarda
görülür. c) Lohusalık (nifâs) kanı. Doğumdan sonra belirli bir süre gelen
kandır.
Âdet
görme, yani hayız, kadını erkekten ayıran özelliklerden birisidir. O, anormal ve
çirkin bir olay değil, normal ve kadının yaratılışının gereği olan doğal bir
olaydır. İslâm'ın çıkış sırasında câhiliye devri Arapları âdetli kadına arkadan,
Hıristiyanlar önden ilişkide bulunurlardı. Yahudiler ve Mecusîler ise, böyle bir
kadından uzak durular, hatta temizlendikten sonra da bir hafta süreyle onlarla
bir arada kalmazlar, birlikte yiyip, içmezlerdi
(Müslim,
Hayız, 6; Ebû Dâvûd, tahâre)
İslâm,
kadına rûhî ve fizyolojik sıkıntı veren ve onu küçük düşüren bu alışkanlıkları
yasaklayarak koruyucu bazı hükümler getirdi.
Hadiste
ise şöyle buyurulur:
"Bu hayız, Allah'ın Âdem (a.s)'in
kızlarına yazdığı bir şeydir"
(Buhârî,
Hayz, 1,7, Müslim, Hacc,119,120)
Âdet gören kadından tamamen uzak mı
kalınacağını soranlara Allah elçisi şu cevabı vermiştir:
"Cinsel ilişki dışındaki şeyler,
normal zamanlardaki gibi yapılabilir"
(Müslim,
Hayz" 16; Nesaî, Tahâret, 18)
Kur'an
da, âdetten "pislik" olarak değil, "eziyet" olarak söz edilmiş, bununla,
sıkıntıda bulunan hayızlı kadın korunmak istenmiştir. Diğer yandan Hz.
Peygamberin eşleriyle dizkapağı ve göbek arası dı-şındaki normal ilişkilerini
sürdürdüğü bilinmektedir
(Buhârî,
Hayz, 5)
Âdetli
kadının temiz olmayan yönü sadece âdet kanıdır. Onun tükürüğü ve teri pis
değildir. Pişirdiği yenir ve yemek artığı da temizdir. Hz. Âişe'den şöyle dediği
nakledilmektedir: "Allah elçisinin isteği üzerine, ben adetli iken kucağıma
yaslanır, Kur'an okurdu"
(Buhârî,
Hayz, 2, 3)
"Adetli iken, kemikli eti ısırır, sonra O'na
verirdim. Alır ve be-nim ısırdığım yerden ısırırdı. Yine âdetli iken su içtiğim
kabı O'na verirdim, alır ve ağzını benim ağzımı koyduğum yere koyar ve içerdi"
(Müslim
Hayz, 14).
Kadın,
âdet görmeye yaklaşık dokuz yaşlarında başlar ve elli beş yaşına kadar devam
eder. Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan "özür kanı" sayılır. Âdet
gören kadın artık namaz, oruç, hac gibi bütün şer'î emir ve yasaklara muhatap
olur. Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur. Âdet veya ihtilâm
gecikirse, çoğunluk İslâm hukukçularına göre on beş yaşın bitmesiyle her iki
cins erginlik çağına girmiş sayılır.
Âdet
görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm
hukukçuları tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir. Ebû Hanîfe'ye
göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikilere göre, yetmiş, Hanbelîlere göre ise,
elli yaştır. Şâfiîler âdetin devam edebileceği süreye bir üst sınırlama
getirmemiştir, bu hâlin ömür boyu sürebileceğini, ancak çoğunlukla altmış iki
yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte Hanefilere
göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah
renkte ise adet kanıdır.
Günümüz
tıp bilimine göre, âdet; kadının ilk âdet kanaması (menarche) ile başlayıp,
âdetten kesilene kadar (menepouse) her ay belirli süre devam eden kanamadır. Bu;
âdet kanaması, aybaşı, kirlenme, meneses, regl gibi' kelimelerle de ifade
edilir. Türkiye'de ilk â-det görme yaşı 12-14 yaşlarıdır. Daha erken de
görülebilir. En erken görme yaşı dokuz olarak kabul edilir. Âdetten kesilme yaşı
ise kırk beş ellidir. Ancak en son altmış yaşına kadar devam edebilir. Âdetin
başlama, bitme ve düzenine etki yapan faktörler şunlardır: Şiddetli geçen
hastalıklar, kronik (müzmin) hastalıklar, iklim ve çevre değişiklikleri, korku
ve heyecan, aşırı bedensel faaliyet, dengesiz zayıflama rejimleri, aşırı gebe
kalma isteği veya gebe kalma korkusu.
Hayızlı
bir kadına yasak olanları da inşallah kısaca özetleyelim:
1-
Namaz kılmak.
Âdetli veya lohusa kadının namaz kılması câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s),
Fâtıma binti Ebî Hubeyş'e "Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayız hâlin sona
erince, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl" buyurmuştur. Buhâri'deki rivâyet
şöyledir: "Âdetin devam ettiği sürece namazı bırak, sonra boy abdesti al ve
namaz kıl"
(Buhâri,
Hayz, 19)
Âdetli
kadın, kılamadığı namazı kaza etmez, orucu ise kaza etmesi gerekir. Hz. Âişe
şöyle demiştir: "Biz Rasûlullah (s.a.s) devrinde âdet görüyorduk. Namazı kaza
etmekle emrolunmadığımız halde, tutamadığımız orucu kaza etmekle emrolunuyorduk"
(Buhârî,
Hayz, 20; Ebu Dâvud Tahâre,104; Tirmizî, Savm, 67; Nesaî, Hayz,17; Siyâm,
64)
2-
Oruç tutmak.
Âdet gören veya lohusa olan kadın oruç tut-maz. Delil yukarıdaki Hz. Âişe
hadisidir. Ancak oruç borcu, onların üzerinden düşmez. Kaza etmeleri
gerekir.
3-
Kabe’yi tavâf etmek. Hz.
Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r.a) şöyle buyurmuştur: "Hayız
gördüğün zaman, temizle-ninceye kadar Beytullah'ı tavaf dışına hacıların yaptığı
diğer hac ibadetlerini yap"
(Buhârî,
hayz,1, Müslim, Hacc,119,120)
4-
Kur'an-ı Kerîm okumak.
Mushafa el sürmek ve onu taşımak. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İddetli
kadın ve cünüp olan, Kur'an'dan hiç bir şey okuyamaz"
(Tirmizî,
Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 105).
Hanefilere
göre, bir kılıf içindeki Kur'an'a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için
mümkün ve câizdir. Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını
zarûret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir.
5-
Mescide girmek, orada eğleşmek ve itikâfa çekilmek.
Hadiste şöyle buyurulur: "Hiç bir hayızlı veya cünüp mescide giremez"
(İbn
Mâce, Tahâre, 92; Dârimî, Vudû',116)
6-
Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasını okşamak
(istimtâ).
Bunun delili âyet ve hadistir. Âyet, işte bakaradaki temizleninceye kadar
onlardan uzak durmayı emreden bu âyettir. Uzaklaşmaktan (İ'tizal) maksat,
onlarla cinsel teması bırakmaktır. Yine hayızlı hanımıyla ne derece
ilgilenebileceğini soran bir sahabeye Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: "Senin
için göbekten üst taraf serbesttir" (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, I,
277).
Hanbelilere
göre, göbek-diz arasında cinsel temas dışında serbesttir. Delil şu hadistir:
"Hayızlı kadına cinsel temasın dışında her şeyi yapabilirsiniz" (Müslim, Hayz"
16; Nesaî, Tahâre, 16) Hanefi, Şâfiî ve Mâlikilere göre hayızlı veya lohusa olan
eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe kefâret gerekmez. Ancak tevbe ve istiğfar
etmesi gereklidir.
7-
Boşama.
Hayız hâlindeki kadını boşamak câiz değildir. Ancak buna rağmen boşama
geçerlidir, ve bid'î tâlak adını alır. Âyette; "Boşayacağınız zaman, eşlerinizi
iddetlerine doğru boşayın" buyu-rulur (Talâk,1) Yani içinde iddet meşru olan bir
sürede boşayın demektir. Çünkü, ay hâlinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz.
Allah elçisi, Abdullah b. Ömer'e, eşini temizlik günlerinde veya gebe iken
boşamasını bildirmiştir (Şevkânî, a.g.e., VI, 221)
Bu
konuda bu kadar söz yeter. Daha etraflı bilgi sahibi olmak isteyenler konu ile
alâkalı fıkıh kitaplarına bakabilirler.
"Ama onlar temizlenince, o zaman
Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın."
Onlar temizlenince, o dönemleri bitince
artık sizin kullanabileceğiniz bir açıdan onlara yaklaşın, onlarla beraber
olun.
"Şüphesiz ki Allah çokça tevbe edenleri
sever. Tertemiz davrananları da Allah sever."
Şu ana kadar yaptığınız
yanlışlarınızdan eğer tevbe ederseniz, bir daha o yanlışlara dönmezseniz tevbe
edenleri Allah sever. Tertemiz davrananları da Allah sever. Şirkten günahtan
yasakladığı şeyleri yapmaktan arınanları, günah pisliğinden temizlenenleri,
Allah’ın necaset olarak bildirdiği şeylerden uzak duranları Allah sever. Yâni
ey müslümanlar! Eğer Rabbinizin sizleri sevmesini ve affetmesini
istiyor-sanız, işlediğiniz günahlardan hemen vazgeçin ve tevbe edin! Ve bir daha
o günahlara dönmeyin. Kesinlikle bilesiniz ki; Allah’ın pis dediği şeyler pis,
temiz dediği şeyler de temizdir. Eğer Rabbinizin sizleri affetmesini ve
sevmesini istiyorsanız, onun pis dediklerini pis bilin! Temiz dediklerini de
temiz bilin!
Âyetler bize iki mânâ işaret
ediyor:
1- Bu âyetler gelmeden önceki
yanlışlardan, hatalardan te-mizlenme,
2- Bu âyetle karşı karşıya gelip
gerçeği anladıktan sonra da insansınız, hata edebilirsiniz, yanlış
yapabilirsiniz, ama hemen tevbe eder ve yanlışlarınızdan dönerseniz Allah sizi
affeder ve sever deniliyor.
223:"Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır.
Artık kadın-larınıza enna şi'tüm gidin! Kendiniz için iyi şeyler gönderin.
Bir de muttaki olun ve bilin ki mutlaka ona kavuşacaksınız. Bunu mü'minlere
müjdele."
Buradaki "Enna şi'tüm" ifadesinin iki mânâsı
üzerinde duracağız:
1- Ne zaman anlamına gelir. Buna göre
kadınlarınız sizin tarlalarınızdır ve her ne zaman isterseniz onlara gidin!
Olacaktır mânâ.
2- İkincisi dilediğiniz yönden mânâsına
gelir. Yâni kadınlarınıza dilediğiniz yönden, önden veya arkadan nasıl
isterseniz gidin! Nasıl beraber olursanız olun! Ama peygamberimiz tarafından
ortaya konan bir tahsisle birleşme önden olmak şartıyla. Allah’ın Rasûlü pek çok
hadislerinde kadınlara arkalarından (dübürlerinden) yaklaşmanın livata olduğunu
ve bunun haram olduğunu açıklamıştır:
"Allah’a ve âhiret gününe iman eden erkekler
kadınlarına arkalarından (dübür)
yaklaşmasınlar."
Bu konuda pek çok hadis
vardır.
Demek ki buradaki
"Enna şi'tüm" ifadesi ya dilediğiniz zaman onlara yaklaşın anlamınadır,
ya da önden olmak kayd u şartıyla dilediğiniz değişik pozisyonlarla onlara
yaklaşın anlamına gelecektir.
Tarla kelimesinin kullanılması da zaten
bu mânâyı işaret buyurmaktadır. Tarla ekim yerini, tohum atma ve mahsul alma
mahallini anlatmaktadır. Buradaki tarladan kasıt rahim, mahsulden kasıt da
çocuktur. İşte bu ekim yerine varmak kayd u şartıyla dilediğiniz yönden
tarlalarınıza gidebilirsiniz diyor Rabbimiz. Ayrıca bu âyetle bu konuda bir
yanılgı içinde olan yahudilere cevap verilmiştir. Yahudiler kadının önüne
arkasından, arka cihetinden yaklaşılınca doğacak çocuğun ala tenli olacağını
iddia ediyorlardı. Bu âyetle bunun böyle olmadığı da anlatılmış
oldu.
"Kendiniz için iyi şeyler
gönderin."
Geleceğiniz için iyi şeyler takdim
edin! Geleceğinizi hazırlayın! Geleceğiniz için takdimde bulunun! Kendi
geleceğiniz konusunda lehinize hareket edin! Gelecek sizin için olsun isteyin!
Yarın sizin için olsun isteyin! İstikbalde söz sahibi siz olmak için, istikbali
ele geçirmek için çalışın! Yaptığınızı mizanınıza konacak biçimde yapın!
Yâni:
1- Kadınlarınıza yaklaşırken çocuk
talep etmeye, salih evlâtlar istemeye çalışın! Böylece geleceğinizi garanti
altına almaya çalışın. Gelecekte söz sahibi olmaya çalışın. Gelecek sizin olsun
isteyin. Hem dünyada hem de âhirette. Bakın Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde
şöyle buyurur:
"Ademoğlunun ölünce ameli kesilir,
ancak şu üç şey hariçtir:
1- Kendisine dua edecek salih bir
evlât.
2- Sadaka-i câriye.
3- Ölümünden sonra faydalanılacak
bir ilim."
Öyleyse buradaki kendiniz için önceden
iyi şeyler takdim edin âyetinin mânâsı hayırlı salih evlâtlar yetiştirin demek
olacaktır, bir.
2- İkincisi; cinsel birleşme esnasında
Rabbinize dua edin demektir.
3- Üçüncüsü; cinsel birleşme esnasında
bismillah deyin demektir.
4- Dördüncüsü; iffetli kadınlarla
evlenerek geleceğinizi teminat altına alın demektir.
5- Beşincisi; güzel davranışlarla hem
kendinizi hem de karşınızdakini cinsel birleşmeye hazırlayın anlamına
gelecektir diyoruz Allahu âlem.
"Bir de muttaki olun ve bilin ki;
mutlaka ona kavuşacaksınız. Bunu mü'minlere
müjdele."
Sizler yarın tüm yaptıklarınızın
karşılığını almak üzere Rab-binizin huzuruna gideceksiniz. Öyleyse bunu hiç bir
zaman hatırı-nızdan çıkarmayın ve yaptıklarınızı bunun bilinci içinde yapın.
Allah’ın emirlerine ve yasaklarına riâyet eden ve tüm yaptıklarını inandıkları
dinin kurallarına göre yapan kimseler kurtuluşa
ereceklerdir.
Sizden istenen kulluk birimlerinden
birisi de şudur:
224:"İyilik yapmanız, kötülükten
sakınmanız ve insanların arasını düzeltmeniz için Allah’ı yeminlerinizden
dolayı engel yapmayın. Şüphesiz ki Allah, herşeyi işiten ve
bilendir."
Yemin sağ el, güçlü el anlamına gelir.
Bir sözü de Allah adını anarak, Allah’ı şahit tutarak güçlendirmeye de yemin
denmiştir.
Allah buyurur ki; Allah adına
yaptığınız yeminlerinizi kalkan yapmayın. Bunun iki mânâsı
vardır.
1- Birincisi itaatkâr, muttaki, muslih,
düzeltici olmak için veya dargınları barıştırmak için de olsa Allah’a çok yemin
etmeyin demektir. Konu hayırlı bir konu da olsa, öyle her zaman Allah adını
anarak yemin etmeye dillerinizi alıştırmayın demektir.
2- İkincisi de yeminlerinizi kalkan
yaparak iyiliklerde bulunmamaya, fenalıklardan korunmamaya, küsleri
barıştırmamaya çalışmayın. Yâni ben bu konuda yemin etmişim ne yapayım?
Yeminimi bozamam! diyerek hayırlı işler konusunda yeminlerinizi kalkan
yapmayın! Diyor Rabbimiz. Allah için bir yemin etmişseniz, bu yeminlerinizi
Allah’a kalkan yapmayınız. Hangi konuda? Takvalı olma konusunda, insanlar
arasını ıslah etme konusunda. Diyelim ki birisiyle konuşmamak üzere yemin
ettik. İki müslüman gelip bize senin onunla konuşman lâzım, onu ebrâr kılman
lâzım, onu takvalı kılman lâzım, onu sa-lihleştirmen lâzım! Yâni sen Allah için
onunla mutlaka beraber olman, onunla konuşman lâzım diye gelip bize durumu
arzettikleri zaman, yok ben yemin ettim! Söz verdim Allah’a! Gidemem ona!
Konuşamam onunla! diye diretmeyeceğim ya da yeminimi kalkan yaparak hayırlı bir
işten sarfı nazar etmeyeceğim, yeminimi bozacağım, kefaretimi vereceğim ve o
işi yapacağım. Bakın Allah’ın Rasûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
"Bir kimse bir şeye yemin eder, sonra
da ondan başkasını, ondan daha hayırlı görürse; o hayırlı şeyi yapsın ve
yeminine kefaret versin."
Buyurur. (Müslim Eymen 11)
Demek ki bir konuda yemin etmiş ama
onun yapılmasının daha hayırlı olduğunu anlamışsak hemen yeminimizi bozacak ve
kefaretini vereceğiz ve de o işi yapacağız. Yeminin kefareti ise Mâide’de
anlatılır:
"Bu yeminin kefareti, çoluk çocuğunuza
yedirdiğinizin orta derecesinden on fakiri doyurmak, veya onları giydirmek,
veya bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan kimse de üç gün oruç tutar. İşte
bu yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin kefaretidir."
(Mâide 89)
Hattâ kimi âlimlere göre günah işlemek
üzere yemin eden bir adam, günah işlemekten vazgeçtiği takdirde bu yemininin
kefaretini de ödemesi gerekmektedir. Çünkü onun bu günahtan vazgeçmesi,
kefaret anlamına gelmektedir. Meselâ adam içki içmeye, adam öldür-meye yemin
etti. Yeminini kalkan yapıp bu haram fiilleri icraya mecbur olduğunu asla
söyleyemez. Allah’ın Rasûlü İbni Mace’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde:
"Haram işlemek üzere yemin eden birisi,
bu yeminini yerine getirmesin! Çünkü haram olan şeyleri terk etmek o yeminin
kefaretidir." Buyurur.
Bu konuda kefaretin verilmesiyle ilgili
rivâyet edilen hadisler daha çok ve sıhhatli oldukları için kişi yeminini
bozacak ve kefaretini verecektir diyoruz.
Rivayetlere göre sahabeden Abdullah Bin
Revaha bir kırgınlık sonucu eniştesinin yanına gitmeyeceğine, onunla
konuşmayacağına yemin etmiş ve kız kardeşiyle onun arasını düzeltmeyeceğine
söz vermişti. Bu konuda onu uyaranlara karşı da: "E ben bu konuda Allah’a yemin
ettim! Allah’a söz verdim! Yeminimi bozmam caiz olmaz! Yapamam! diyordu. Cenâb-ı
Hak da bunun üzerine buyurdu ki; hayırlı işler konusunda yemin edip de bu
yeminlerinizi kalkan yapmayın! Allah için yemin etmişseniz o yeminlerinizi
bozun, kefaretini ödeyin de insanları sâlim kılmada, insanların arasını ıslah
etmede, insanları takvalı kılmada yeminlerinizi bahane ya da kalkan etmeyin!
buyuruyor. Ve bilesiniz ki:
"Allah herşeyi hakkıyla işitici ve
bilicidir."
225:"Allah sizi yeminlerinizdeki lağıvdan
dolayı muaheze etmez. Ve lâkin kalplerinizin irtikap ettiği yeminlerle muaheze
eder. Allah çok bağışlayıcıdır ve Halîmdir."
Allah sizi yeminlerinizdeki "Lağıv" dan
dolayı muaheze etmeyecek, hesaba çekmeyecektir. Âlimlerimiz yeminleri üçe
ayırmışlardır. Bunlar yemin-i lağıv, yemin-i gamus ve yemin-i mün’akide’ dir.
1- Yemin-i lağıv; kişinin herhangi bir
kasıt taşımaksızın, yemin kastı taşımaksızın konuşurken, diline geldiği gibi
düşünmeden, istemeyerek ağzından çıkan yeminlerdir. Buhârî’deki bir hadis-i
şeriflerinde Allah’ın Rasûlü:
"lağıv; bir kimsenin konuşma esnasında
düşünmeden "Hayır vallahi, "Evet vallahi"
demesidir."
Buyurur.
Ya da lağıv yemin; kişinin herhangi
birine zarar vermek kastı olmaksızın, herhangi bir menfaat celp etme niyeti de
bulunmaksızın, söz arasında edilen alışkanlık haline getirilmiş yeminlerdir
ki, bunun kefareti yoktur. Çünkü Allah, insanları ancak kalplerindeki niyetlere
ve kasıtlara göre sorumlu tutacaktır. Burada şunu söyleyelim: Niyetsiz bir
amelin herhangi bir değeri olmadığı gibi, amelsiz bir niyetin de Allah katında
bir değeri yoktur. Çünkü niyet ameli kendi biçimiyle biçimlendirir ve kendi
rengiyle renklendirir. Böylece bir amelin güzelliği ya da çirkinliği o ameli
yaptıran niyete bağlıdır. Niyet güzelse amel de güzeldir, niyet bozuksa amel de
bozuktur. Yetimi terbiye için dövmenin helâl, ama ondan intikam almak için
dövmenin haram olması gibi.
Bir kişiye zorla yaptırılan yeminler de
lağıv yeminlerdir, onun için de kefaret gerekmemektedir.
Yeminlerdeki kasıtsız yanılmalardan
Allah bizi sorumlu tutmayacaktır. Ama şurasını da asla unutmayalım ki, bu
sorumlu tutulma-yışımız, bizi boş yere sık sık yemin etmenin çok çirkin bir
amel olduğunu söylemekten alıkoymamalıdır.
Boş yeminlerdir bunlar, o yeminlerle
alâkalı bir hesap gelmeyecektir; ama lağviyyatla meşgul olduğumuzdan ötürü
elbette o konuda da hesap sorulacaktır bize. Aslında müslümanlar kesinlikle
ağızlarını bu tür yeminlere alıştırmamalıdır. Çünkü yeminden dolayı sorumlu
olmamak ayrı şey, lağviyyattan dolayı sorumlu olmak ayrı şeydir. Çünkü burada
her hâlükârda Allah’ın ismi hafife alınmakta ve onunla oyun oynanmaktadır. Bir
adam "Vallahi billahi, vallahi billahi’yi" diline dolaştırarak söz söylemeye
çalışırsa, sen bunu niye diline doladın diye bu konuda elbette ona bir soru
gelecektir. Evet bu lağıv yemindir.
2- İkincisi; yemin-i gâmus’dur. Bu da
kişinin geçmişe ait bir konuda öyle olduğunu zannederek yemin etmesidir.
Borcunu ödedi zannıyla; “vallahi ben sana borcumu ödedim!” demesi veya Ankara’ya
git-mediği halde gittim zannıyla; “vallahi ben geçen ay Ankara’ya gittim!”
demesi gibi. Yanlış bildiğinden, hata ettiğinden dolayı, işin aslının öyle
olmadığını anladığı zaman bu kimsenin de tevbe etmesi gerekir, bu-nun için de
kefaret yoktur.
3- Üçüncüsü; yemin-i mün'akide’dir.
Âyet-i kerîmesinde Rab-bimizin:
"Lâkin kalplerinizin niyetiyle irtikap
ettiği yeminlerinizden Allah sizi hesaba
çekecektir."
Bölümünün anlattığı yeminler işte bu
yeminlerdir. Yâni kişinin bilerek, niyet ederek, kasıtla yaptığı yeminlerdir.
Geleceğe ait bilerek bir yemin ettiniz.
Meselâ vallahi ben yarın namaz kılmaya başlayacağım! Vallahi yarından itibaren
Kur’an okumaya başlayacağım! Vallahi yarın sana borcumu ödeyeceğim! Gibi
yapılan yeminlerde, yeminin gereği mutlaka yerine getirilmelidir. Eğer yeminin
konusu meşru ise mutlaka yerine getirilmelidir, eğer meşru bir şey değilse az
evvel de ifade ettiğim gibi yeminin kefaretini vererek o işten vazgeçilmelidir.
"Allah ki Ğafûr’dur,
Halîm’dir."
Yâni Allah mağfiret edendir, hataları
örten, kusurları örtbas ediverendir, buna güç yetirendir, eğer sizler
yaptıklarınızdan pişmanlık duyar ve bir daha yapmamaya azmederseniz. Bir de
Allah Halîmdir, yâni çabucak hareket edivermeyen, çabucak sizin defterlerinizi
dürüvermeyen, size imkân tanıyan, fevri durumları olmayandır. Rabbinizi böyle
bilin ve hayatınızı buna göre ayarlayın.
Bundan sonra Rabbimiz “Îlâ” yeminini
anlatacak:
226:"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler
için dört ay beklemek vardır. Eğer yeminlerinden dönerlerse bilsinler ki; Allah
çok bağışlayıcı ve merhametlidir."
Bir yemin konusu daha geliyor; ama
deminki yemin konuların-dan farklı konuda bir yemin.
“Îlâ”; kelime mânâsı yemin demektir.
Şer'i mânâsı ise bir kişinin hanımıyla dört aydan daha fazla cinsi münâsebette
bulunmamak üzere yemin etmesidir. İşte böyle kadınlarından ayrı olmaya, onlara
yaklaşmamaya yemin edenler. Bir gün, beş gün, on gün, bir ay, üç ay, bir yıl,
beş yıl seninle beraber olmayacağım! Seninle beraber yatmayacağım! Münâsebette
bulunmayacağım! diyerek yemin edenler için:
"Dört ay beklemek
vardır."
"Eğer karı koca birbirlerine
dönerlerse, bilsinler ki Allah, çok bağışlayıcı ve merhamet
edicidir."
Eğer "Fey" yaparlarsa, yâni bu süre
içinde yeminlerinden dönerlerse Allah çok bağışlayıcıdır.
Îlâ yeminiyle alâkalı şunları
söyleyelim: Karı koca birbirlerini sevememiş, birbirlerine uyum sağlayamamış
olabilirler. Allah karı kocanın böyle birbirlerine işkence çektirme noktasına
varan beraberliklerine izin vermez. Karı kocanın şer'an ve fiilen nikâhlı olup;
fakat pratikte ayrı yaşayarak ilişkide bulunmamalarını hoş görmez; bunun için
maksimum bir zaman belirler. Bu, dört aylık bir süredir. Kadınlarını ıslah etmek
için, onların durumlarını düzeltmek için bir baskı aracı olarak koca bunu
kullanabilir. Bazen dik başlı, kocasına itaat etmeyen, güzelliğini ve
kadınlığını kullanarak erkeğini önünde boyun eğdirmek isteyen gururlu kadınlar
için bu yol faydalı olabilir. Ama bu belli bir zamanla sınırlıdır. Değilse böyle
bir yemini bahane ederek kadını uzun bir süre muallakta bekletmenin caiz
olmadığı ortaya konuyor.
İslâm’dan önce Araplarda bu bir
âdetti. Adam; sana beş yıl yaklaşmayacağım diye karısına yemin ediyor ve bu
kadıncağız ne evli ne boşandığı belli olmayan bir muallakta beklemek zorunda
kalıyordu. Kocası onu boşamamış ki bir başkasıyla evlensin, doğru dürüst evli
değil ki kocasıyla beraber olsun. Allah kadınları işte bu mağdur durumdan
kurtarmak için bunu dört ayla sınırlandırıverdi. Buna göre hanımlarıyla
birleşmemeye yemin eden kişi, ne kadar süre için yemin ederse etsin, bu süre en
fazla dört ay olabilir.
İşte böyle hanımlarına yaklaşmamak
üzere yemin edenler, ya bu süre dolmadan bu yeminlerinden vazgeçip kefaretlerini
vererek tekrar hanımlarına dönerler ki; bu dönme cinsel ilişkidir. Aksi
takdirde sözle, ben sana döndüm demek yetmez.
Ya karısına döner ya da eğer bu süre
içinde hanımlarına dönmemişlerse, bu boşanma anlamına gelecektir. Kimileri bu
süre içinde karısına dönmezse bir ric'i talâk meydana gelir derken, kimileri de
bir bain talâk vaki olur fikrindedirler.
Yâni eğer dört ay içinde adam karısına
dönmezse, o zaman tekrar bir araya gelmeleri için kadının kocayı kabul etmesi
şartıyla yeniden nikâh yapılması gerekir. Eğer kadın ben onu istemiyorum derse,
artık tekrar bir araya gelmeleri caiz değildir.
Müslim’in rivâyetine göre Allah’ın
Rasûlü kendisinden bol nafaka, çeşitli yiyecek ve giyecek isteyen ve bu hususta
kendisini rahatsız eden hanımlarına kızarak, onlara bir ay süreyle yaklaşmamak
üzere yemin etmiştir. Ve yirmi dokuz gün sonra onlara tekrar dönmüştür.
İşte bu Rasulullah’ın kadınlarını
tedip için kullandığı bir yoldur. Bu tedibin gerçekleşeceği kadar bir süre
beklemiştir. Yine İbni Mace-nin beyanına göre Allah’ın Rasûlü verdiği hediyeyi
kabul etmediği için hanımı Hz. Zeyneb’e kızarak ona yaklaşmamak konusunda
yemin etmiştir.
Kimileri bu dört aylık ayrılığın her
tür ayrılıklar için Îlâ olduğunu, yâni boşanma sebebi olduğunu söylerler. Yâni
sadece böyle bir kırgınlık ve yemin sebebiyle değil, her hâlükârda kocanın
karısını böyle uzun bir süre yalnız bırakamayacağını söylerler. Hattâ bu konuda
tefsir kitaplarımızda şu olay anlatılır:
Hz. Ömer bir gece gizlice Medine
sokaklarında dolaşırken bir kadının yalnızlıktan şikâyetini işitir. Ve hemen
kızı Hafsa’nın yanına gelerek: "Ey Hafsa! Allah için söyler misin! Bir kadın en
fazla ne kadar kocasının yokluğuna dayanabilir?” diye sorar. Hz. Hafsa da "en
fazla dört veya altı ay" der. Bunun üzerine Hz. Ömer ordudaki mücahidleri altı
aydan fazla tutmamaya azmeder.
Hanefî ve Şafiî mezhebinin imamları bu
hususun sadece yemine bağlı ayrılıklarda söz konusu olduğunu söylerler. Yemin
söz konusu olmadan Îlânın geçerli olmadığını söylerler. Yâni bir adam yemin
etmeksizin dört ay veya daha fazla bir süre hanımına yaklaşmasa bu Îlâ olmaz.
Ayrıca dört aydan daha az bir süre için hanımına yaklaşmamaya yemin de Îlâ
sayılmaz. Meselâ karı koca belli bir ortak çıkar için anlaşarak cinsel ilişkiyi
kesip başka işlere zaman ayırırlarsa, bu Îlâ değildir denmiştir.
Evet kadınlarına yaklaşmamaya yemin
edenler eğer bu yeminlerinden dönerlerse, Allah bu yeminini bozmasından dolayı
kendisini affedecek ve bu yemininden dolayı sorguya çekmeyecektir.
Ama:
227:"Yok eğer boşanmaya azmetmiş iseler (onu
yerine getirsinler), şüphesiz ki Allah işitici ve
bilicidir."
Hanefîlere göre bu dört aylık süre
içinde hanımına dönmemek sûretiyle boşanmaya karar verirse. Şafiîlere göre de
bu dört ay geçtikten sonra bizzat boşamaya karar verirse demektir bunun mânâsı.
Yâni böyle Îlâ yaparak hanımına yaklaşmamaya yemin eden kişinin dört ay içinde
hanımına dönmemesi durumunda, bu hanımın boş olup olmaması konusunda iki ayrı
görüş vardır.
1- Bunlardan biri Hanefîlerin görüşü.
Ebu Hanife’ye göre yemin ettikten sonra aradan dört ay geçtiği halde, bu süre
içinde hanımına dönmemekle bain talâk meydana gelir. Bu erkeğin, ayrıca
karısına seni boşadım demesi gerekmez. Çünkü azmetmek; kişinin kesin olarak bir
şeyi yapmaya karar vermesi demektir. Kalben karar verdiği şeyi ayrıca bir de
diliyle söylemesi gerekmez. Aradan dört ay geçmesine rağmen bu adamın hâlâ
hanımına dönmemesi, onu boşamaya azmettiği mânâsına
gelmektedir.
2- Cumhurun görüşüne göre ise, bu dört
ay içinde kişi karısına dönmese de boş olmaz. Kadın hakime başvurur. Hakim
kocaya karısına dönmesini söyler. Erkek de karısına dönmezse hakimin
kararıyla bu kadın kocasından boşanmış olur.
Yâni bu âyet talâkın boşama hakkının
kocaya ait olduğunu anlatır. Talâk hakkı elinde olan koca, bu dört aylık süre
geçtikten sonra bizzat ya onu boşadığını, ya da ona döndüğünü söylemesi
gerekir.
"Allah semi ve âlimdir."
Allah herşeyi bilen ve hakkıyla
işitendir.
228:"Boşanan kadınlar bizzat kendileri üç
hayız müddeti beklerler. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah’ın
Rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. İddet içinde
barışmak isterlerse onları nikâhlarına geri döndürmeye kocaları daha lâyıktır.
Erkeklerin kadınların üzerinde meşru hakları olduğu gibi kadınların da kocaları
üzerinde hakları vardır. Ama erkekler için kadınlar üzerinde üstün bir derece
vardır. Allah güçlüdür hakimdir."
Rabbimiz îlâdan söz ettikten sonra
îlânın sonucunda boşanma olabileceği için, bundan sonra boşanma konusunu
anlatmaya başlayacak.
"Boşanmış kadınlar üç kuru müddeti
beklerler." Boşanmış kadınların iddeti böyledir. Âyet-i kerîmedeki "Boşanmış
kadınlar" ifadesi genel bir ifadedir. Yâni bütün boşanmış kadınları
kapsamaktadır. Halbuki Kur’an-ı Kerîmin başka yerlerinde farklı konumdaki
kadınlar için farklı ifadeler görüyoruz. Meselâ kendileriyle cima yapılmamış,
zifaf olmamış kadınların iddeti yoktur.
"Ey iman edenler! Mü'min kadınları
nikâhlayıp da sonra kendilerine dokunmadan onları boşarsanız sizin için
üzerlerine sayacağınız bir iddet yoktur."
(Ahzâb: 49)
Yine meselâ kocası tarafından boşanmış
hamile kadınların id-deti ise çocuğunu doğuruncaya kadardır.
"Hamile kadınların iddetleri ise
yüklerini boşaltana kadardır."
(Talâk: 4)
Yine henüz hayız görmeye başlamamış
kadın ile, yaşlılıktan dolayı hayızdan kesilmiş kadının iddeti üç aydır.
"Kadınlarınızdan hayızdan kesilenlerle
henüz hayız görmemiş bulunanların hakkında eğer şüphe ederseniz onların iddeti
üç aydır."
(Talâk: 4)
Bu konumdaki kadınlar istisna edildiği
zaman, geriye hür olup kendileriyle cima yapılmış kadınlar kalıyor. İşte bu
âyet-i kerîmede anlatılan kadınlar bunlardır. Kendileriyle mübaşerette
bulunulmuş olup da boşanmış kadınlar üç kuru müddeti iddet beklemek
zorundadırlar buyuruyor Rabbimiz.
"Kuru" hayız ve temizlik anlamlarına
gelen mücmel bir ifadedir. İmam Mâlik ve İmam Şafiî kuru kelimesinin tuhûr
anlamına yâni hayızdan temizlik anlamına geldiğini söylemişler Hanefî ulemâsı
da kuru kelimesine hayız anlamı yüklemişlerdir. Buna göre hür ve bâliğa olup
kendisiyle cinsel ilişki kurulmuş kadınlar boşandıkları zaman üç hayız ya da üç
tuhûr vakti geçene kadar iddet beklemek zorundadırlar. Aslında bu iki görüş
arasında pek fazla bir fark yoktur. On, on beş günlük bir fark vardır
sadece.
Boşanan kadının Rabbimizin emrettiği
şekilde üç kuru müddeti iddet beklemesinin sebebi kesin olarak, onun rahminde
çocuk olup ol-madığını anlamak içindir. Bundan dolayıdır ki demin ifade ettiğim
gibi, kendisiyle cima yapılmamış kadının iddeti yoktur. Aynı sebepten dolayı
hamile kadının da iddeti doğuruncaya kadardır. Evet kadının rah-minde ne var ne
yok bunun anlaşılabilmesi için boşandıktan sonra onun üç kuru’ müddeti
beklemesi gerekmektedir.
Kimileri diyorlar ki efendim kadının
hamile olup olmadığı günü-müzde modern ve teknik cihazlarla bir kaç dakikada
öğrenilebilmek-tedir. Dolayısıyla böyle boşanmış bir kadının üç kuru’ müddeti
iddet beklemesinin ne gereği var? Filan demeye
çalışıyorlar.
Halbuki Rabbimiz boşanan kadınlara üç
kuru’ müddeti iddet beklemelerini emrederken yüzde yüz onların hamile olup
olmadıklarının tebeyyün etmesini ve binde bir ihtimal de olsa onun hamilelik
ihtimalini kaldırmak istemektedir. Boşanmış kadının, boşandıktan sonra bir
defa hayız görmesi büyük bir ihtimalle onun hamile olmadığını gösterir. Ama
yüzde yüz değildir tabi bu. Arkasından ikinci bir hayız görmesi hamilelik
ihtimalini çok daha azaltır. Üçüncü defa hayız görünce artık o kadının
kesinlikle hamile olmadığı anlaşılacaktır. Halbuki zamanımızda modern
metotlardan hiçbirisi bu konuda yüzde yüz kesin sonuç verememektedir. Bu
sebeple onlar kesinlikle bu konuda kıstas olamaz. Kaldı ki bu metotlar yüzde yüz
kesin sonuçlar verseler bile hakkında nas bulunan bir konuda bunlarla
kesinlikle amel edilmez. Bu bir iman meselesidir. Yâni elbette bunun bir de
ibâdet yönü vardır. Nassa tabi olup Allah’ın dediği gibi hareket eden kişi,
elbette ibâdet etmiş olacaktır.
Evet, boşanan kadınlar üç kuru’ müddeti
iddet bekleyecekler.
"Bu kadınlar eğer Allah’a ve âhiret
gününe iman ediyorlarsa, Allah’ın kendi Rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri
helâl değildir."
Âyet-i kerîmedeki "Allah’ın kendi Rahimlerinde yarattığı
şey" den kasıt çocuk ve hayızdır. Âyet-i kerîmeye göre hamile olan
kadının hamileliğini, veya hayız görmüşse bu hayızını gizlemesi haramdır. Bu
nesebin sahih olması açısından çok önemlidir. Ayrıca ikinci bir evlilik söz
konusu olduğu zaman da herhangi bir ihtilâfa mahal bırakmaması açısından çok
önemlidir. Kadının bu konularda doğru söylemesi gerekir. Çünkü bu konularda
ancak kadının beyanı geçerlidir. Kadın, çocuğum var demişse vardır, yok demişse
yoktur. Çünkü bunu ancak kadının kendisi bilebilir. Başkalarına gizli olduğu
için kimse bunu bilemez.
Eğer kadın çocuğu olduğu halde yok
derse, ya da hayız gördüğü halde aksini söylerse kocasının hakkına tecavüz
etmiş olur. Ha-mile olduğu halde hamile olmadığını söylerse, önceki kocasının
hakkı olan çocuğu başkasına verdiği için kocasına zulmetmiş olur. Yine ha-yızlı
olmadığı halde hayızlı olduğunu söylerse boşanma iddeti çabuk bitecektir ve
kocasına karşı yine zulmetmiş olacaktır. Yâni bu gizleme kocanın karısına
dönmesine engel olacaktır. İşte bundan dolayı Rab-bimiz bunu imana bağlayarak
bu şer'i hükme sâdık kalmayı imanî bir pekiştirmeyle garantiye almıştır.
Allah’a ve âhiret gününe inanan hiçbir kadının Allah’ın kendi rahminde
yarattığını gizlemesi caiz değildir.
"İddet içinde barışmak isterlerse,
onları nikâhlarına geri döndürmeye kocaları
daha lâyıktır."
Bal, buûlet; mâlik, efendi, sahip
anlamına gelen bir kelimedir. Kadın için buûlet kocası demektir, erkek için
buûlet de karısı demektir. Öyleyse onları boşayan ama sadece ric'i talâkla yâni
tek talâkla boşamış ve henüz onlar üzerinde efendiliklerini koruyan,
mülkiyetleri devam eden kocaları, efendileri bu süre içinde ricat ile geri
dönerek onları tekrar nikâhlarına almaya herkesten daha çok hak sahibidirler.
Hattâ böyle ric'i talâkla karısını boşayıp da iddet süresi içinde sözle ya da
fiille karısını tekrar geriye almayı ortaya koyan kocanın bu kararına karısı
razı olmasa bile söz hakkı erkeğindir. Yâni bu durumda kadının itiraz hakkı
yoktur. Böyle bir durumda koca yeni bir nikâha gerek kalmadan tekrar karısına
dönebilir. Zira ric'i talâkta o kadın hâlâ o kocanın karısı konumundadır. Onun
içindir ki bu kadının nafakası, geçimi kocasına aittir. Kocasının evinde kalmak
ve kocasının müsaadesi olmadan evini terk etmesi caiz değildir. Bu hususlarda
hükümler vardır. Bütün bunlar ric'i talâkla karı koca ilişkisinin belli bir süre
için dondurulmuş olduğunu ve bu evliliğin tamamen bitmemiş olduğunu anlatır.
“Ona dönmek erkeğin hakkıdır” sözünde, hem bir cevaz, hem de teşvik vardır. Yâni
Rabbimiz geri dönün, boşanmayı düşünmeyin mesajını da veriyor bu âyetiyle. Bu
âyetteki hüküm bain talâkla değil de ric'i talâkla, yâni geriye dönüş imkânı
olan bir talâkla boşanmış kadınlar hakkındadır. Yâni tek talâkla karısını
boşayan koca, onu boşadığı için pişman olabilir. Ve tekrar hanımıyla
anlaşabileceğine inanarak onu geri almak isteyebilir. Bu durumda iddet içinde
istediği zaman tekrar hanımını kendisine döndürebilir. Bu konuda herkesten çok
hak sahibi onun kocasıdır. Ama:
"Onları ıslah etmek
isterlerse."
Yâni eğer koca karısıyla arasını
düzeltmek, onunla aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve yeniden
güzellikle birlikte geçinmek niyetinde olursa, bu geçerlidir. Değilse o kadına
zarar vermek veya kadının iddetini uzatarak onu bekletmek gibi bir niyeti
varsa, o zaman büyük günah işlemiş olur.
"Erkeklerin kadınların üzerinde meşru
hakları olduğu gibi, kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır. Ama
erkekler için kadınlar üzerinde üstün bir derece vardır. Allah güçlüdür
hakimdir."
Âyet-i kerîmeye göre kocanın karısı
üzerinde hakları olduğu gibi kadının da kocası üzerinde hakları vardır.
Boşanmanın mevzu bahsedildiği bu âyetlerin arasında Rabbimiz kadın ve erkek
ilişkilerini İslâmî bir çerçeveye oturtmayı murad buyurur. Kadının ve erkeğin
karşılıklı hakları ve sorumlulukları vardır. Koca karısının şahsiyetine karşı
saygılı davranmalı, onu alçaltmamalı ve ona kötü söz söylememelidir. Sahabenin:
"Hanımlarımızın bizim üzerimizdeki hakları nelerdir ey Allah’ın Rasûlü?"
şeklindeki sorularına karşı Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Yediğin zaman yedirmen, giydiğin zaman
giydirmen, yüzüne vurmaman, ona sövmemen ve onu yatağından uzak tutmamandır."
(Ebu Dâvûd,
İbni Mace)
Başka bir hadislerinde yine Allah’ın
Rasûlü şöyle buyurur:
"Adâletle hükmedenler, hanımı ve
çocukları konusunda âdil davrananlar kıyamet gününde Rahmân’ın sağında nûrdan
yapılmış minberler üzerindedirler."
(Müslim)
Allah’ın Rasûlü salih bir kocanın
yeryüzünde en büyük örneği idi. Allah’ın Rasûlü hanımlarına değer verir,
onların sözlerini ve görüşlerini güzellikle dinler, kusurları olduğunda affeder
ve onların hukukuna saygı gösterirdi. Bu konuyu gündeme getirirken bakın
Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
"Sizin en hayırlılarınız çoluk
çocuklarına karşı hayırlı olanlarınızdır. Sizlerden ehline iyilikte en hayırlı
olanınız da benim."
(İbni Mâce)
Kadının kocasına, kocasının anne baba
ve akrabalarına karşı saygı göstermesine karşılık, kocanın da karısına,
karısının akrabalarına saygılı davranması ve iyi muamelede bulunması gerekir.
Kadın, kocasının bilhassa anne ve babasına karşı iyi davranmalı ve gerek
kayınvalidesinin gerekse kayınpederinin kendisine yaptığı eziyetlere
sabretmelidir. Çünkü hiçbir zaman ateş ateşle söndürülmez. Kadın, kocası ve
kocasının ailesi ile arasında çıkan tartışmalarda nefsine ha-kim olmalıdır.
Böyle hareket ettiği zaman kadın, hem Allah’ın rızasını kazanmış olur hem de
kocasının gözünde değerini muhafaza etmiş olur. Bu hususta kadının çok titiz
davranması gerekir. Bakın Allah’ın Rasûlü başka bir hadislerinde şöyle
buyurur:
"Eğer bir insanın başka bir insana
secde etmesini emretseydim; üzerindeki haklarından dolayı, kadının kocasına
secde etmesini emrederdim."
(Ebu Dâvûd,
Tirmizî)
Bir kadın Allah’ın Resûlüne gelerek
şöyle dedi: "Ey Allah’ın Rasûlü ben sana kadınların temsilcisi olarak geldim.
Allah erkeklere cihadı farz kıldı. Eğer muzaffer olurlarsa ecir kazanırlar, yok
eğer şe-hid olurlarsa Allah katında diriler olarak rızıklandırılırlar. Ama biz
kadınlar ise sadece onlara hizmet ediyoruz. Bundan dolayı bize ne sevap var?
Bize de bir şey var mı?” diye sordu. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle
buyurdu:
"Bütün kadınlara şöylece haber ver!
"Kadının kocasına itaat etmesi ve üzerindeki kocasının hakkını kabul etmesi,
kadına aynen cihad sevabı gibi sevap kazandırır. Lâkin kadınların çoğu bunu
yapmaz."
(Bezzâr,
Taberânî)
Görüyor musunuz, aslında kadının cihad
sevabına ulaşması ve Rabbinin rızasını kazanarak cennete gitmesi erkeklerden
daha kolaydır. Ama maalesef kadınların pek çoğu bundan gafildirler. Aslında
kocalarının Allah’ın dini adına yapacağı hizmetlerin tümünde kadınların da payı
vardır ama kadınların pek çoğu maalesef bunun farkında olmadığı için kocalarını
bu tür hizmetlerden engelleyip hep yanlarında tutma savaşı vermektedirler.
Kocaları sanki Allah’a değil de kendilerine hizmet için varmış gibi, onları hep
kendi hizmetlerinde kullanmanın kavgasını vermektedirler. Halbuki müslüman bir
kadın, birlikte sevaplar kazanmak üzere kocasını bir an bile evde boş
durdurmayarak, Allah’ın dinine hizmet adına birilerine gönderme gayreti içinde
olmalıdır. Çünkü sonunda elde edilecek mükâfat her ikisinin de defterine
yazılacaktır.
Yine başka bir hadislerinde Allah’ın
Rasûlü:
"Kocasına itaat etmeyen kadının namazı kabul
olunmaz"
Buyurur. (Taberânî,
Hakim)
Yine kendisine bir şeyler sormaya gelen
bir kadına Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu:
"Sen kocana nasıl davrandığına bak ey
kadın! Çün-kü o senin cennetin veya
cehennemindir."
(Ebu Dâvûd, Nesei, İbni
Mace)
"Dünyada kadın kocasına eziyet vermeye
başladığı zaman, o kocanın cennetteki hûrilerden olan zevceleri şöyle derler:
Ona eziyet etme! Allah seni kahretsin! O senin yanında geçici olarak duruyor.
Bir müddet sonra senin yanından ayrılıp bizim yanımıza
gelecektir.
(Tirmizî, İbni
Mâce)
Yine Allah’ın Rasûlü buyurur
ki:
"Kim, kocası kendisinden razı olarak
ölürse o cennete gider."
(Tirmizî)
"Koca karısını döşeğine çağırdığı
zaman, kadın hayır deyip gelmezlik yaparsa ve kocası da bu yüzden ona kızgın
olarak sabahlarsa melekler o kadına lânet ederler."
(Buhârî,
Müslim)
"Kocasının evinden izinsiz çıkan kadın,
tekrar evine dönünceye veya tevbe edinceye kadar melekler ona lânet
ederler."
(Taberânî)
Kadının, erkeği için süslenmesi
gerektiği gibi, erkeğin de karısı için süslenmesi gerekir. İbni Abbas der ki:
"Karımın benim için süslenmesi gibi ben de onun için süslenirim. Çünkü Rabbim
Kur’anında şöyle buyurmaktadır:
"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları
olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır."
Kadın ve erkek İslâmî sorumluluk
noktasında aynı konumdadırlar. Allah’ın kendilerinden istediği emirler,
farzlar ve haramlar hususunda insan olarak kadının erkekten hiçbir farkı ve
eksikliği yoktur. Kur’an’ın ifadesine göre zina eden, hırsızlık yapan bir kadın
bunları yapan erkek gibidir. Her ikisine de aynı had cezası uygulanır. Yine
saliha bir kadın, salih bir erkek gibidir. Yaptıkları karşılığında her ikisine
de hazırlanan cennet, aynı cennettir. Erkeğin namazının, orucunun, sadâkatinin
ve iffetinin karşılığı kadınınkinin karşılığından faklı değildir. Yâni
kullukları ve sorumlulukları açısından kadın ve erkek birbirine eşittir. Lâkin
aile içindeki müşterek sorumluluklarına gelince; Rabbimiz her birine ayrı ayrı
roller biçmiştir. İşte Rabbimiz tarafından kendilerine biçilen bu rol gereği
olarak, erkeğe şahsi ve malî konumundan ötürü bir imtiyaz vermiştir. Bunu Nisâ
34 âyetiyle anlatır:
"Erkekler kadınlar üzerine
kavvamdırlar.
Peki nedir bu kavvam oluş? Zâlimdir!
Despottur! Ezicidir! Aşağılayıcıdır! Horlayıcıdır! Üsttedir! Alttadır!
Yandadır! Kenardadır! Değil. Ya ne? Hani İslâm’ın toplumun nüvesi dediği aile
var ya, bunu bir birim kabul eder ya İslâm toplumda, işte o ailede erkeğe bir
fonksiyon yükler ya İslâm, işte bu anlamadır kavvam. Yâni rol anlamına, şeref
anlamına, kahır anlamına ve görev anlamınadır bu kavvam. Yâni kadınlar üzerinde
bekçi ve muhafız anlamınadır bu kavvam. Yâni kadınlar üzerinde hizmetçi
olmadır bunun mânâsı. Kadınları eğitme, yetiştirme ve ateşten koruma görevidir.
Kadınların hayatına karışma; ama onların Allah’ın emaneti olduklarını bilmedir
kavvam. Veya onlardan sorumlu olma görevini üstlenmedir. Bakın bu kelime Nisâ
sûresinde bir daha kullanılır:
"Ey iman edenler! Hak üzere durup
adâleti yerine getirmeye çalışan kavvamlar olun!"
(Nisâ: 135)
Yâni ey iman edenler siz de toplumda
bulunduğunuz konum-da, bulunduğunuz makamda kavvamlar olun! İnsanlara,
hayvanlara, bitkilere, hattâ taşlara, cansız cemadâtlara karşı kavvamlar olun.
Onlar nerede kullanılmalıysa, hangi konumda tutulmalıysa onları o makamda
tutarak kavvamlar olun, buyurulmaktadır.
229:"Boşama iki defadır. (Ondan sonra)
kadını ya iyilikle tutmak ya da iyilikle salmak vardır. Kadınlarınıza verdiğiniz
mehirlerden bir şeyi geri almanız size helâl olmaz. Meğer ki karı ile koca
Allah’ın emirlerini yerine getirememekten korksunlar. Eğer siz de onların
Allah’ın emirlerini yerine getiremeyeceklerinden korkarsanız, kadının ayrılmak
için fidye vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır.
Onları aşmayın! Her kim de Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlimlerin ta
kendileridir."
Âyet-i kerîme cahiliye döneminde
yaşanan çok çirkin bir âdeti kaldırmayı hedefler. İslâm’dan önce bir koca,
karısını dilediği zaman, dilediği kadar boşardı. Karısına kızdığı zaman onu
boşar ve işine geldiği zaman da onu geri alırdı. Âdeta kadın erkeğin elinde
oyuncak konumundaydı.
Bu, keyfe ma yeşa boşama konusunda
herhangi bir sınır olmadığı için sık sık tekrarlanırdı. Adam boşar, sonra
iddeti bitmeden onu tekrar geri alırdı. Bu durumda kadın ne tamamıyla evli ne
de bekardı. Ne doğru dürüst onunla evlilik ilişkisi vardı, ne de bir başkasıyla
evlenebilecek bir özgürlüğe sahipti. Ne evli ne bekar; böyle bir zulüm yaşıyordu
kadınlar. Nesâi’nin rivâyetine göre:
İşte bir adam karısına zulmetmek için:
"Seni himayeme alma-yacağım! Serbest de bırakmayacağım!" dedi. Kadın: "Bunu
nasıl yapacaksın?" diye sorunca da: "Seni boşayacağım. İddetin bitmesine yakın
tekrar alacağım ve böylece sana çektireceğim!" deyince, kadın Rasulullah
Efendimize gelerek şikâyette bulundu. Bunun üzerine işte bu âyet-i kerîme nazil
oldu deniyor.
"Talâk (boşama) iki defadır.
(Nesâî)
Demek ki bu âyet, bu tür bir zulmü
ortadan kaldırmak için gelmiştir. Kadın erkeğin elinde bir oyuncak değildir.
Bütün bir evlilik süresi içinde koca karısını, ancak iki kere boşayabilir.
Bundan sonra ne zaman ki onu üçüncü defa boşamışsa, artık ondan tamamen
ayrılmış demektir. Yâni bir erkeğin karısına tekrar dönebileceği boşama, ancak
iki defa olan boşamadır. Üçüncü defa boşandı mı, artık o erkeğin kadını tekrar
nikâhı altında tutma hakkı kalmamıştır. Üçüncü defa da boşandı mı, artık o kadın
başka bir erkekle normal bir evlilik kurar ve bu evlendiği erkekten de
boşanırsa, ancak o zaman eski kocasına dönme hakkı doğabilir.
Boşanmak İslâm’da sevilmeyen, Allah’ın
istemediği çok zor bir şeydir. Ama buna rağmen eğer taraflar anlaşamıyorlar,
birbirlerine tahammül edemez ve birbirlerini kırıp dökecek bir duruma
gelmişlerse, o zaman elbette birbirlerine işkence çektirmelerinin ve
kulluklarını tehlikeye düşürmelerinin de anlamı yoktur. Güzellikle ayrılırlar ve
her ikisi de sevebilecekleri, anlaşabilecekleri birileriyle evlenebilirler.
Rabbi-miz buna imkân tanımıştır.
Ancak iyice düşünmeden fevri
olarak verilmiş kararları tekrar gözden geçirmek ve her aşamada geri dönüş ve
barışma kapısını açık bırakmak üzere Kur’an güzel bir boşanma şeklini şöyle
tarif eder. Sünnete uygun boşama şöyle olacaktır: Kadın ay başını bitirip
temizlendikten sonra cima yapmadan kocası onu bir talâkla boşar. Bu boşamadan
sonra koca bekler. Bu beklemenin sebebi şudur. Belki erkek de kadın da pişman
olabilirler. Erkek boşadığına kadın da boşan-dığına pişmanlık duyabilirler.
Kadın böyle bir durumda belki kocasının isteyip de yapmadıkları konusunda bir
daha düşünerek kendi haksızlığını anlamış ve pişman olmuş olabilir. Her iki
taraf da pişmanlık duyarak bundan sonra boş yere birbirimizi kırmayalım!
Birbirimizi üzmeyelim! Aramızda anlaşamadığımız çok ciddi konular da yok, basit
şeyleri böyle büyütmeyelim, diyerek tekrar birbirlerine sarılıp beraber olmaya
karar verebilirler.
İşte bunun için İslâm, bu arada
kadının koca evinde kalmasını emreder. Durumu tekrar gözden geçirebilmeleri
için kadın koca evin-de durmalıdır. Çünkü Allah bu evliliğin hemen sona
ermesini iste-miyor. Ani verilmiş, fevri verilmiş bir kararla, ya da
kızgınlıkla verilmiş bir kararla bu işin bitmesini istemiyor Rabbimiz. Kadın
tek talâkla boşanmış ama koca evinde. Koca evinde aynı evde, aynı odada; ama
ayrı yataktalar. Yemeklerini yine beraber yiyorlar, kadının nafakası yine kocaya
ait; ama sadece cinsel ilişki yok.
Eğer her iki taraf da bu
boşanmadan pişman olmuşlarsa hemen iddet içinde dönerler, barışırlar ve biter
iş. Ama boşanmaya kararlılarsa, her şeye rağmen boşanmak istiyorlarsa o zaman
kadın ikinci defa hayız görür ve ondan da temizlendikten sonra koca onu ikinci
defa tek talâkla boşar. Ve yine bekler. Yine kadın kocasının evindedir, yine
tekrar düşünme zamanı vardır önlerinde, pişmanlık duyarlarsa yine henüz
birbirlerine dönüş imkânları vardır. Ama buna rağmen yine de boşanmayı
düşünüyorlarsa kadın üçüncü defa hayız görür; bu hayızdan da temizlendikten
sonra koca onu üçüncü defa boşar ve böylece bu evlilik sona ermiş olur.
İşte İslâmî boşama, sünnete
uygun boşama budur. Evet boşama kaçınılmaz hale geldiği zaman, birlikte yaşama
imkânı kalmadığı zaman koca karısını böyle boşayabilir.
Lâkin şimdi bizim ülkede bu
uygulanmıyor. Kadın, kocası tarafından bir talâkla boşandığı zaman hemen
babası ve ailesi tarafından kocanın evinden alınıp babasının evine götürülüyor.
Kadını da erkeği de kendi başlarına bırakmıyorlar ki, düşünüp tekrar ciddi bir
karar verebilsinler. Sanki bu evliliği bitirmeye kast etmişler gibi hemen apar
topar kadını alıp gidiyorlar ve bir daha düşünüp taşınıp da geri dönüş imkânı
bırakmıyorlar. İşi kavgalara vardırıp âdeta boşanmayı hızlandırmaya
çalışıyorlar. Bu gerçekten çok kötü bir âdettir bizim memlekette.
Bir de yine, bizde çok yaygın bir
boşama biçimi daha vardır; ona da bid'i boşama, bid'at boşama denir. O da
kişinin, karısını ha-yızlı veya loğusa iken boşamasıdır. Ya da bir çırpıda, bir
tek sözle üç defa boşamasıdır. Üç talâkı da bir kerede ve aynı anda, aynı
mecliste yapan cahiller de bilelim ki, bu Allah kanununa karşı çok büyük bir
günah işlemektedirler. Allah’ın Resûlü’ne bir adamın, karısını böyle üç talâkla
birden boşadığı haberi verilince Rasulullah şöyle
buyurdu:
"Ben aranızda olduğum halde Allah’ın
kitabıyla nasıl oynuyorsunuz?"
Allah’ın Resûlü’nün bu ifadesi
etrafındakilere öyle tesir etti ki, aralarından biri kalkıp: "Ey Allah’ın Rasûlü
bunu yapan kişiyi öldüreyim mi?" Diye bağırdı.
(Nesâî)
Ani bir sinirlenme sonucu, fevri bir
karar sonucu, hemen üç talâkın üçünü de sıyırıp atan bu insanlar, çoğu kez
pişmanlık duyup çareler armaya koşarlar. Allah’ın Rasûlü bu şekildeki boşamayı
yasak-lamıştır. Hattâ Hz. Ömer bu şekilde kadınlarını boşayanlara kamçı
ce-zası vermiştir. Bu şekildeki bir boşama günah olmasına ve yasaklan-mış
olmasına rağmen maalesef geçerlidir, yâni böyle kadınlarını boşayanların,
kadınları kendilerinden boş olmuş demektir.
İster böyle bid'at biçimde bir çırpıda
olsun, isterse sünnete uygun olarak ayrı ayrı zamanlarda boşamayla olsun, bir
kişi karısını üç talâkla boşadı mı, artık bu erkeğin bu kadını tekrar kendine
döndürmesi; ancak bu kadının başka bir erkekle evlenip ondan boşanması ile
mümkün olabilir. Evlendiği bu ikinci erkeğin kendi hür iradesiyle boşaması ve
bir de bu kadının tekrar eski kocasına dönme rızası şarttır. Eğer ikinci
kocasından boşanan kadın eski kocasına dönmek isterse, tekrar nikâh ve mehirle
evlenebilir.
Toplumda hülle diye anlatılan
bir anlayış vardır; bunun İslâm’la uzak ve yakından bir ilgisi yoktur. Bakın
Hz. Ayşe annemiz rivâyet etmiştir. Rıfaa El-Kurazi’nin karısı Allah’ın
Resûlü’ne gelerek şöyle dedi: "Ey Allah’ın Rasûlü! Rıfaa beni üç talâkla boşadı.
Ben de Abdurrah-mân Bin Zübeyr El-Kurazi ile evlendim. Fakat onun erkeklik
uzvu bir elbise parçası gibi..." Bunun üzerine Allah’ın
Rasûlü:
"Galiba tekrar eski kocan Rıfaa'ya
dönmek istiyorsun, fakat bu olmaz. İkinci kocan Abdurrahmân la cima-nın tadını
hissetmedikçe eski kocana dönemezsin."
Buyurdu. (Buhârî, Müslim, Ebu
Dâvûd, Tirmizî, Nesei)
Bu iki boşamadan sonra ya iyilikle
tutmak ya da güzellikle salıvermek vardır. Âyet-i kerîmedeki "İyilikle tutmak"
tan kasıt ric'i talâkla boşadığı karısını iddet içinde kendisine döndürmesi,
"Güzellikle salıvermesi" de kocanın istemiyorsa, kadını kendisine döndürmemesi
ve ona zarar vermemek için hemen iddeti biter bitmez onu salıvermesi anlamına
gelmektedir.
Allah böyle istiyor ama bugün bizim
İsviçre’den devşirilmiş olan medeni kanunda bunun tamamen aksine bir zulüm
işlemektedir. İsviçre halkı Katolik olduğundan onların kanunlarında boşanma
diye bir şey yoktur. Bir kadınla bir erkek bir kere evlendiler mi artık hiçbir
zaman boşanamıyorlar. Birbirlerini ister sevsinler ister sevmesinler fark etmez.
Eğer sevmiyorlarsa her iki taraf da başkalarıyla durumu idare etsinler ama
boşanma olmasın diyorlar. Sadece nesep belli olsun diye evliler güya ama ayrı
yaşıyorlar. Kırk yılın başında bir enayi bulduk! Bir daha nereden bulacağız
böyle bir enayiyi? Sen durumu başkalarıyla idare et, ama bu kadınla beraber
görün! diyorlar. Hem evli hem bekar adamlar. Kimin eli kimin cebinde belli
değildir. Fuhuş, ahlâksızlık adam boyu yükselmiş. Bizde de bazen böyle on beş
yıl önce boşanmaya müracaat edip de henüz boşanamayan insanlar
çoktur.
Bu insanlar geçinemeyeceklerini
anlamışlar ve çoktan ayrılmışlar. Ayrılmışlar ama resmen ayrılmadıklarından
her iki taraf da ev-lenemiyorlar. Şimdi ne yapsın bu adamlar? Batıdakiler gibi
zina mı etsinler? Burada da yükselsin mi hayasızlık adam boyu? Bu memleketi de
bir kâfir ülkesine benzetmek isteyen adamlar yıllardır bu zulmü işlemektedirler.
Allah müslümanlara basîret versin, şuur versin inşallah.
Rabbimiz bundan sonra da kadınlarını
boşamış kocalara şöyle seslenir:
"Kadınlarınıza verdiğiniz mehirlerden
bir şeyi geri almanız size helâl olmaz. Meğer ki karı ile koca, Allah’ın
emirlerini yerine getirememekten korksunlar."
Âyet-i kerîmeye göre karısını boşayan
bir koca daha önce karısına vermiş olduğu mehiri ve evlilik hediyelerini geri
isteme hakkına sahip değildir. Yâni ey kocalar! Kadınlarınızı nikâhlarınız
altında tutmaya zorlamak için verdiğiniz malları veya daha fazlasını geri
almak için onlara eziyet vererek nikâhınız altında tutmaya çalışmayın! Yâni
sizden kurtulmak için mehirlerini ya da daha fazlasını size vermek
mecburiyetinde tutmayın onları! Bu doğru değildir,
buyuruluyor.
Aslında birine verilen hediyenin geri
alınmaya kalkılması çirkin bir şeydir. Allah’ın Rasûlü bunu yapan kişiyi
kustuğunu yalamaya çalışan kişiye benzetmiştir. Bilhassa bir zamanlar
birbirlerine katılıp karışmış karı kocanın daha önce birbirlerine verdiği
hediyeleri geri istemeleri gerçekten çok utanç verici bir şeydir.
"Eğer siz de onların Allah’ın
emirlerini yerine getiremeyeceklerinden korkarsanız, kadının ayrılmak için
fidye vermesinde ikisine de günah yoktur."
Bu boşama isteğinin koca tarafından
gerçekleştirildiği zaman böyledir. Ancak boşanma isteği kadın tarafından
gerçekleşmiş ve erkek olarak siz ona eziyet vermediğiniz halde, ayrılmak için
kadın size işkence çektirmeye başlamışsa veya size itaat etmiyorsa ve bu
evliliği devam ettirmek her iki taraf için de günaha sebep olacak noktaya
gel-mişse, o zaman boşanma karşılığında kadınlarınızın vermiş olduğu malları
almanızda bir sakınca yoktur. Aksine birbirleriyle geçineme-dikleri bir durumda
kadının kendisini boşaması için kocasına bir şeyler vermesi de caizdir. Kadının
isteğine dayanan bu tür boşanmalarda koca hem karısına verdiği mehri
alabildiği gibi daha fazlasını da alması mümkündür.
Sabit Bin Kaysın hanımı Allah’ın
Resûlü’ne gelerek: "Ey Allah’ın Rasûlü, kocamla bir arada hayat sürmem mümkün
değil! Allah’a yemin ederim ki, onun ne ahlâkını ne de dinini beğenmiyor
değilim. Fakat İslâm’dan sonra küfre dönmek ve kâfir olmak da istemiyorum!
Evimin bahçesinden kocamın bir kaç kişiyle gelmekte olduğunu gördüm! Onlar
içinde kocamı rengi en siyah, boyu en kısa ve yüzünü de en çirkin olarak gördüm!
Onu bir türlü sevemedim!" dedi. Bu sırada karısının bu sözlerini dinleyen Sabit
Bin Kays: "Ya Rasûlallah! ben malımın en iyisi olan bahçemi mehir olarak ona
verdim! Eğer beni istemiyorsa bahçemi geri versin, ben de onu boşayayım!"
dedi. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü o kadına şöyle buyurdu: "Kocanın
dediklerine ne dersin? " Kadın evet daha fazlasını da veririm! deyince
Allah’ın Rasûlü ikisini birbirinden ayırdı."
(Buhârî, Nesei)
Eğer böyle bir kadın kocasına belli bir
fidye vererek onu kendini boşamaya ikna ederse, bunun adına İslâm fıkhında hulû
denir. Ve kocanın razı olması şartıyla bu boşanma
geçerlidir.
"Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onları
aşmayın! Her kim de Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta
kendileridir."
Bunlar Allah’ın hudududur. Rabbimiz
aynı sûrenin orucu anlatan bölümünde de; “işte bunlar Allah’ın sınırlarıdır!
Sakın onlara yaklaşmayın!” deniliyordu. Burada da boşanmadan sonra aynı ifade
kullanılıyor. Birincide yaklaşmaktan men ediliyor, ikincisinde de bu
sınırları aşmaktan men ediliyor. Rabbimiz yarattığı insanın nasıl hareket
etmesi gerektiğini, her alanda neler yapması gerektiğini açık açık kitabında
bildirmiştir.
İşte insanlar Allah’ın istediği
gibi hareket ederler, hayatlarını vahiy kaynaklı düzenlerlerse çok rahat
ederler. Ama Allah’ın kendileri için belirlediği bu sınırların ötesine veya
berisine aşmaya başladılar mı, hem kendilerine hem de çevrelerine zulmetmeye
başlamışlar hem ferdi hayatlarını, hem de toplumsal hayatlarını yaşanmaz bir
azap haline getirmişler demektir.
Sûrenin geriye kalan âyetlerini
tanıyabilmek için 3. ciltte buluşmak üzere velhamdü lillahi Rabbil’
âlemin.
İKİNCİ CİLDİN
SONU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder