Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
96., Nüzûl sıralamasına göre 1., Mufassal sûreler kısmının on üçüncü grubunun
ikinci sûresi olan Alak sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı
19’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, Onun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-2. “Ey Muhammed!
Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! 3-5. Oku!
Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük kerem sahibidir.
6-7. Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder. 8.Ey insanoğlu!
Dönüş şüphesiz Rab-binedir. 9-10. Sen, namaz kılan kulu bundan menedeni gördün
mü? 11-13. Söyle bakalım, o kul doğru yolda giden veya Allah'a karşı gelmekten
sakınmayı buyuran bir kimse olsun; veya söyle, yalanlayıp yüz çeviren bir kimse
olsun? 14. Onu namaz kılmaktan meneden kimse, Allah’ın her şeyi görmekte
olduğunu bilmez mi? 15-16. Ama bundan vazgeçmezse, andolsun ki, onu perçeminden,
yalancı ve günahkar perçeminden cehenneme sürükleriz. 17. O zaman, kafadarlarını
çağırsın, 18. Biz de zebanileri çağıracağız. 19. Ey doğru yolda olan! Sakın ona
uyma; sen secde et, Rabbine yaklaş.”
Kur'an-ı Kerîm'in doksan
altıncı sûresi. On dokuz âyetten dok-san iki kelime ve iki yüz seksen harften
ibarettir. Fasılaları, kaf, mim, ye, te ve be'dir. Bu sûrenin ilk ayetleri;
Kur'an-ı Kerîm'in ilk nazil olan ayetleridir. Sure, İkra kelimesiyle başladığı
için ona İkra suresi de de-nilir. Kalem kelimesi geçtiği ve kalemle öğretmenin
öneminden bah-settiği için bazı selef âlimlerince Kalem sûresi diye de
adlandırılmıştır. Hz. Âişe (r.a) validemizden nakledilen bir rivayette, bu
surenin ilk ayetlerinin indirilişi hakkında, şu bilgiler verilmektedir:
"Rasulullah (a.s) a gelen ilk vahiy, uykusundaki sadık rüya hâlindeydi. Ne zaman
bir rüya görse mutlaka gün aydınlığı gibi çıkardı. Sonra ona yalnız başına
kalmak hoş gösterildi.
O, Hıra Dağı'ndaki mağaraya
çekilerek belirli gecelerde orada ibadet etmekteydi. Bu sırada ailesine
yaklaşmamaktaydı. Beraberinde yiyeceğini de götürüyordu. Yiyeceği tükenince
tekrar Hz. Hatice'nin yanına gelip azığını almakta ve geri gitmekteydi. Nihayet
27 Ramazan pazartesi gecesi Hak ona Hıra mağarasında geldi. Yaklaşan melek 'Oku'
dedi. O ise 'Ben okuyamam' diye cevap
verdi. Rasulullah buyurdu ki 'Melek beni sıktı, son derece yordu ve bıraktı.
Sonra 'Oku' dedi. Ben ise 'Okuyamam'
dedim. ikinci defa beni aldı ve sıktı. Son derece yordu. Sonra bıraktı ve
'Oku' dedi. Ben 'Okuyamam' deyince
üçüncü defa aldı ve sıktı Kur'an'ın ilk ayetlerini okudu." "Oku, yaratan Rabb'inin adıyla. O, insanı
pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o kalemle
öğretendir. İnsana bilmediğini öğretmiştir." (el-Alâk: 96/1
-5)
Böylece Rasulullah ilikleri
titreyerek döndü ve Hz. Hatice'nin yanına geldi. Eve varır varmaz 'Beni örtünüz' dedi. Üzerini örttüler.
Korku ve dehşeti gidinceye kadar yattı. Rasulullah, 'Ey Hatice, bana ne oldu?' diyerek
başından geçenleri anlattı. Ve, 'Kendimden kork-tum' dedi. Hz. Hatice
ise ona; "Aslâ! Seni müjdelerim. Andolsun ki seni Allah ebediyen mahcûp etmez.
Çünkü sen, akrabalarını ziyaret edersin, doğru söylersin, zahmetlere katlanır,
misâfirlere ikram edersin, haklı olanlara destek olursun"
dedi.
Surenin ilk bölümü bu olay
sırasında, geri kalan kısmı da daha sonra nazil olmuştur. Zîra daha sonra,
ibadet ve tebliğin alenen ya-pılmasının emredildiğini bildiren ayetler inmiştir.
Bu ayetler de, sure-nin ikinci kısımda yer alır. Nitekim bu durum suredeki "O alıkoyanı gördün mü sen, bir kulu namaz
kılarken" ayetinden anlaşılmaktadır. Bu son ayetlerin Ebu Cehil hakkında
nazil olduğu bilinmektedir. İkra Suresi'nde beyan buyrulanları şöylece
sıralayabiliriz:
Her işe Allah'ın adıyla
başlanması gerekir. İnsanlara kalemi ve bilmediğini Allah öğretmiştir. Okumak ve
ilim sahibi olmak farzdır. Okumayınca insan azar. Kendisini Allah'a muhtaç
hissetmeyen kişi ona asi olur. Son dönüş yine Allah'a olacaktır. Hak yolda
olanları en-gelleyenler ve bu durumdan vazgeçmeyenler ebedî Alemde
cezalan-dırılacaklardır. Gâfillere uyulmaması gerekir. Allah'a secde edip ona
yakın olmak kul için bir vazifedir. Sure vahiy düzenini ve vahiy mede-niyetini
insanoğluna ilk tanıtan sure olarak İslâm ve Kur'an'ın insanı ve dolayısıyla
bütün toplumu olgunlaştırdığını bu ilk mesajla bildir-mektedir. Okumanın ve
ilmin ilk temeli Allah'ı tanımaktır. Bu, İslâm'ın ilk temeli olduğu gibi ilmin
de esasıdır. Kur'anî mesajın "Oku" emriyle başlaması, vahyin ve İslâm'ın okumaya
ve ilme verdiği önemi en gü-zel bir şekilde yansıtmaktadır. Ayrıca ilmin ve
dünya nimetlerinin insa-nı hak yoldan ve Allah'a tam anlamıyla bir kul olmaktan
alıkoyması muhtemel olduğu için, bunun ancak Allah'a ibadet ile tamamlanacağı ve
ilim ile ibadetin birbirlerinden ayrılmaz unsurlar olduğu da surenin ilk ve son
ayetleri arasındaki insicâmdan anlaşılmaktadır.
Ulemânın
tahkikiyle buraya kadar olan ilk beş âyetlik kısım birinci bölümdür. Buhârî ve
Müslim, Hz. Ayşe’den bu birinci bölümün Rasulullah’a ilk gelen âyetler olduğunu
rivâyet eder.
Bundan sonraki ikinci kısım, yani
altıncı âyetten itibaren sonuna kadar ki bölüm de Rasulullah Efendimizin Harem-i
Şerif’te namaz kılmaya başladığı ve Ebu Cehil’in onu tehditle menetmeye
çalıştığı zaman nâzil olmuştur.
Allah’ın
Resûlü içinde bulduğu toplumdan ve bu toplumun yaşayışından memnun olmadığı için
40 yaşına yaklaştığı yıllarda toplumdan uzaklaşmayı, inzivayı denedi. Tabii bu
esnada ne risâletle, ne nebilikle ilgisi olan bir kimse değildi. Peygamberliği
de, risâleti de, nübüvveti de bilmiyor, bu yüzden de kendisini sıkıntıya
sokuyordu. Çaresizlik ve belki de önceki Peygamberlerin deneyimi onu inzivaya
sevk etti.
Hz.
Hatice ve toplum, Ramazan ve Hac aylarını bilmektedir. Rasulullah’ın toplumdan
ayrıldığı günler bilhassa Ramazan günleridir. İşte yine böyle bir Ramazan günü
Allah’ın Resûlü Nûr dağındaki Hıra mağarasına çıkmış ve orada bilebildiğince
Rabbe yönelmişti. Bilebildiğince tefekkür ediyor, beyin fakültelerini
çatlatırcasına düşünüyor, yalvarıyor ve toplumun bozuk düzen gidişine çözüm
arıyordu. Vahyin ilk başlangıcı ile ilgili rivâyetten bunu
öğreniyoruz.
Nihâyet Hıra’dayken tanımadığı bir varlık gelir ve
Allah’ın Resûlü’ne hitaben: Ì~«I²5! der. Bunun üzerine çok korkan ve neye
uğradığını bilemeyen Allah’ın Resûlü: “Ma ene bikâriin” der. “Ben
okuma bilmem” der. Zira o dönemin insanının da anladığı mânâda
Rasulullah Efendimiz bir okul, medrese görmemişti. Okumayı da bilmiyordu. Yani
okur-yazar değildi. Ana-babası ona bunu öğretmemişti, eğitmemişti. Zaten
doğmadan babasını kaybetmişti. İçinde bulunduğu toplumunun da bu konuda
yetiştirme gücü yoktu.
Tanımadığı, bilmediği o garip kişi onu üç defa sıkar ve “Oku!” der. Her defasında da
Allah’ın Resûlü: “Ben okumasını bilmem” der. Kimileri Rasulullah Efendimizin bu
ifâdesine dayanarak o zâtın kendisine yazılı bir metin sunduğunu ve yüzünden o
metni okumasını istediğini söylemeye çalışmış olsalar da, bu, yüzünden okunmak
üzere Rasulullah Efendimize arz edilen bir metin değildi. Bu bir metin değil
vahyin bir parçasıydı. Allah sözü insan sözüne benzemez. Allah vahyini dilediği
gibi indirendir.
Meselâ karşınızda oturan Hasan adlı bir kimseye: “Hasan namaz kıl” deseniz, Hasan
sizin sözünüzün devamını beklemeden o anda kendisine namaz emrini verdiğinizi
zannederek namaz kılmaya doğrulsa, sonra onu tutup iyice bir sıktıktan sonra
yerine oturtsanız, arkasından yine: “Hasan namaz kıl” deseniz, Hasan da
yine sözünüzün devamını beklemeden namaza doğrulsa, yine tutup, sıkıp
oturtsanız… Aslında Hasan acele etmeyip biraz beklese, sözünüzün devamını
beklese, ona şöyle diyeceğinizi görür: “Hasan namaz kıl, çünkü namaz insanı bütün
kötülüklerden alı kor.” Aslında Hasan’a namazın önemi anlatılacakken,
Hasan o anda kendisine namaz kılma emri veriyormuşsunuz gibi sözünüzün devamını
beklemeden namaz kılmaya kalkıyor, siz de onu sıkıp yerine oturtuyorsunuz.
İşte aynen bunun gibi ilk zamanlar Allah’ın Resûlü
vahyin ne olduğunu bilmiyordu. Allah sözüne alışık olmadığı için vahyin
atmosferine giremiyordu. Çünkü Allah’ın Resûlü, vahiy nedir, Allah sözü ne-dir,
peygamberlik, risâlet, melek nedir? Allah sözünü nasıl gönderir? Bunların
hiçbirisini bilmiyordu. Halbuki bu vahyin bir parçasıydı ve Ra-sulullah
Efendimiz biraz sabredip sözün devamını bekleseydi Allah ona Rabbinin adına,
Rabbinin namına, Rabbinden gelenleri Rabbin rızasına götürücü olarak oku,
buyuracaktı.
Bu durum,
yani Rasulullah Efendimizin vahye alışması bir süre devam etti. Bunu Kur’an’ın
başka yerlerinde de görüyoruz. Meselâ Kı-yâmet sûresinde görüyoruz ki vahyin
inzâli esnasında Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri unutmamak için, bir an
evvel bellemek, ezberlemek ve onu
insanlara ulaştırmak için nötr halini bozup dilini hareket ettirmeye çalışıyordu
da Rabbimiz onu şöyle uyarıyordu:
“Ey Muhammed! Cebrâil
sana Kur’an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız
dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize
düşer. Biz onu Cebrâil’e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak Bize
düşer.”
(Kıyâmet 1619)
“Ey
Peygamberim! Kur’an’ı acele olarak, süratlice belleyip kavramak, unutmamak için
dilini depretip, hareket ettirip durma! Şüphesiz ki onu kalbinde toplamak ve onu
sana okutmak bize aittir!”
Vahiy
normal geliyorken Rabbimiz vahyin konusunu, normal akışını keserek peygamberinin
istenmeyen bir durumunu düzeltiveriyordu. “Peygamberim! Dilini depredip durma!
Dilini oynatıp durma! Yani aceleye getirip durma işi! Sen acele etmeye
çalışıyorsun da ondan! Ne oluyor? Ne endişen var senin? Niye acele ediyorsun?
Değil mi ki biz onu toplamışız, biz o Kur’an’ı bir araya getirmişiz, biz onu
cem’ etmişiz. Yani o harfleri, o kelimeleri, o âyetleri bir araya biz
getirmişiz, onu biz okuyoruz. Onun Kur’an’ını da, okunuşunu da, okunaklığını da
biz ortaya koymuşuz. Sonra sana gereken, sana düşen de biz onu okuyunca onun
okunuşuna uymandır! Ya da peşinde ol! Onun okunuşuna tabi ol! Nötr bir vaziyette
bekle! Sonra da biz hemen arkasından onu sana beyan edeceğiz. Yani sen onu anlar
hale geleceksin. O senin hafızana, beynine, kalbine nakşedilecek.” İşte
anlatılan bu.
İşte
burada da görüyoruz ki vahye henüz alışamamış olan Peygamberini uyarıyordu
Rabbimiz. Bir kere Allah’ın Resûlü onu kafasında muhafaza etmek sorumluluğunda
hissediyordu kendini. Bundan önce Â’lâ sûresindeki âyet geldi.
“Ey Muhammed! Sana Kur’an’ı Biz okutacağız ve
asla unutmayacaksın. Allah’ın dilediği bundan müstesnadır. Doğrusu açığı da,
gizliyi de bilen O’dur.”
(A’lâ 6,7)
“Biz sana
okuyacağız ve sen asla unutmayacaksın! Bu aslında Kur’an’ın vahyedilmesi ve
muhafazasının Rasulullah’a bir görev olmadığını, kendisinin böyle bir
sorumluluğunun olmadığını, bu işi Allah’ın bizzat kendi uhdesine aldığını haber
veriyordu. Ama Allah’ın Resûlü önceleri bunu bilmiyordu. Yani Allah’ın Resûlü
Kur’an Kerîm gelirken, bu Kur'an ne kadar sürede gelecek? Kaç yıl gelecek? Ne
kadar gelecek? Kaç âyet, kaç sûre gelecek? Ne kadarı Kur'an bölümü olacak? Ne
kadarı okunan bölüm, namaza tahsis edilen bölüm olacak? Unutulacak mı,
unutulmayacak mı? Bu konuda Kur’an’ın, vahyin muhafazası konusunda bir sa’yi,
bir gayreti, bir tedbiri olacak mıydı, olmayacak mıydı, bunu bilmiyordu. Ama
sonradan Rabbimiz tarafından anlatıldı ve Allah’ın Resûlü de anladı. Meselâ
Fetret döneminde bilemediği için vahyin kesilmesine üzülen Allah’ın Resûlü
sonradan öğrendiği için artık İfk hadisesinde vahyin gecikmesine
üzülmüyordu.
İşte
burada da Rasulullah Efendimiz vahyin ne demek olduğunu bilmediği için meleğin
“oku” ile başlayan vahyinin devamını beklemeden “ben okumasını bilmem” demiş,
melek onu üç kere sıkıştırmış ve neye uğradığını bilemeyen Allah’ın Resûlü çok
korkmuştu.
Gerçekten
dehşetli bir hadise… Peygamber hemen eve döner, biraz sakinleşince durumu Hz.
Hatice’ye anlatır. Korkusunu izhâr edince dirâyetli ve ferasetli kadın Hz.
Hatice, kadın cinsinin en şereflisi der ki: “Allah’a yemin ederim ki O seni
rezil etmez. Çünkü sen herkese iyilikte bulunan ve hiçbir kötülük
düşünmeyensin.” Hattâ der ki Hatice anamız: “O geldiğinde ben başımı açarım,
eğer o bir melekse uzaklaşır. Çünkü başın açıldığı bir ortamda melek durmaz.
Böylece onun bir şeytan mı yoksa bir melek mi olduğunu anlarız.” Bundan da
anlaşılıyor ki o dönemde de baş örtme âdeti vardı toplumda. Sonra Hatice
annemiz: “Bu işin ne olduğunu anlamak için Varaka’ya gidip soralım, çünkü Varaka
İncil’i, Tevrat’ı bilen bir adamdır” der ve Rasu-lullah Efendimizle birlikte
Hatice annemizin akrabası olan Varaka’ya gidip durumu anlatırlar. Rasulullah
Efendimizin başından geçenleri dinleyen Varaka: “Vallahi bu sana gelen melek
daha önce Mûsâ’ya ve Îsâ’ya gelen Namus-u Ekberdir, keşke sana yetişip ben de
Müslüman olsaydım” der..
İşte
Rasulullah efendimize vahyin ilk gelişi böyledir. Vahiy; bu konu Alak sûresiyle
üzerinde durmak zorunda olduğumuz bir konu. Mahiyetini Allah bilir. Nasıl oldu?
Nasıl oluyordu? Nasıl geliyordu? Vahiy, Allah’ın kendi bilgisini yerde seçtiği
peygamberlerine aktarmasıdır. Azîz, Hakîm, Cebbâr, Kahhâr olan bir Allah.. Zâtı
hakkında ancak kendisinin bildirdiği kadar bilgimizin olduğu bir Allah… Zaman
O’nun dışında, mekân O’nun dışında. Zamandan mekândan münezzeh bir Allah… Böyle
bir Allah, yerde her hangi birine rahmeten, lütfen bilgisini aktarıyor.
Gerçekten bu çok muazzam bir şeydir. Zümer sûresinde de öyle deniyordu:
“Onlar Allah’ı gereği gibi
değerlendiremediler. Bütün yeryüzü, Kıyâmet günü O’nun avucundadır; gökler O’nun
kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve
münezzehtir.”
(Zümer 67)
İnsanlar
Allah’ı gereği gibi bilemediler, takdir edemediler. Güç ve kudretine sınır
olmayan bir Rabb, çok küçük bir dünyanın çok küçük bir insanına rahmeti ve
merhameti gereği kendi bilgisini aktarıyor. İnsanı muhatap kabul ediyor ve onu
kendi bilgisiyle şereflendiriyor. Bu ne büyük bir lütuftur! İşte vahiy
budur.
Bildiğimiz kadarıyla Rabbimizin yerdeki kullarının hayatına karışmasında
odak nokta seçtiği, Rabbimizin yeryüzünde konuşan ağzı olan Rasulullah
Efendimize vahiy değişik usullerle gelmiştir. Bazen vasıtasız, direkt kuluna
söylemiş Rabbimiz. Bazen melekle vahyet-miş, bazen rüyada vahyetmiş, bazen insan
sûretinde gönderdiği meleğiyle vahyini ulaştırmış, bazen çıngırak sesine benzer
bir sesle seslenmiştir... Sûrenin ilk âyeti:
“Oku”
İşte Rabbimizin son elçisine ilk vahyi budur. Acaba
neden Rabbimiz ilk vahyini “İkra’” ile başlattı? Neden ilk
vahyinin başında “İkra!” “Oku!” diye emretti?
Belki de böyle bir soru zaittir. Zira bu konuda Kur’an-ı Kerîm’in başka
bir yerinde bir açıklama göremiyoruz. Rasulullah’tan da bu konuda herhangi bir
açıklama varit olma-mıştır. Ama aynı örnekliği, aynı çizgiyi takip etmek zorunda
olan bizler elbette bunu ciddi ciddi düşünmek zorundayız. Bu soruyu kendimize
sormak zorundayız. Niye buradan başladı vahiy? Bu bize neyi anlatır? Bunun
üzerinde düşünmek ve sebebini anlamaya çalışmak
zorunda-yız.
Şimdi
Rasulullah Efendimizin o dönemki toplumunu düşünelim. Öyle bir toplum ki
alabildiğine vahşi, alabildiğine cahil, âdeta cehaletin zirvesinde bir toplum...
İnsanlar kulluk ve rubûbiyette ortaklık içindeler… O kadar Rabb var ki toplumda,
kim kul, kim Rabb belli değil. Tanrılar ve kullar sarmaş dolaş yaşamaktadır. Hiç
kimse kulluğun-dan veya yaratılışından haberdar değil. Nasıl var oldular?
Kendilerini kim var etti? Kim yarattı? Nasıl meydana geldiler? Bu dünya, bu
kâinat, bu varlar, bu varlıklar nasıl meydana geldi, kimse bilmiyor, kimse düşünmüyor. Herkes kendilerinin bilgi sahibi
olduklarını zannediyor. Bütün bunları kendilerinden biliyorlar. İşte böyle bir
topluma, hem de uzun bir süre kendilerine vahiy gelmeyen bir bölgeye ilk gelen
vahiy ”Oku!” diye
başlıyor.
Elbette
bu, vahyin bir parçasıydı. Rabbimiz Kitabının başında, ilk vahyinde Peygamberine
ve onun şahsında bizlere “Oku!” di-yordu. Eğer Allah’ın emri
bu kadarla kalsaydı iş kolaydı. Yani Rab-bimiz peygamberine oku deseydi, emrini,
vahyini sadece bu kadarla bıraksaydı ve Allah’ın Resûlü de Rabbinden aldığı bu
vahyi, bu emri ulaştırması gereken toplumuna tebliğ etse ve “Oku!” deseydi, “O-kuyun!” deseydi o zaman toplumuyla
kendisi arasında hiç bir problem çıkmayacaktı. Yani Rasulullah’la toplumunun
arası asla açılmayacaktı. Peygamberle toplumu arasında herhangi bir sürtüşme
olmayacaktı. Neden? Çünkü zaten toplumda herkes okuyordu. Bugün de öyle. Bugün
de herkes okuyor.
Gerçi bugüne kadar biz zannediyorduk ki bu insanlar
okumu-yorlar. Okumuyorsunuz diye kızıyorduk bu insanlara. Ama anlıyoruz ki
herkes okuyor. Rasulullah’ın toplumunda okuyan, yazan yoktu. Belki toplumun
yüzde biri okuma-yazma biliyordu, diğerleri cahildi. Eğer Allah sadece “oku!”
deseydi Rasulullah da toplumundan bunu isteseydi, kesinlikle toplumla
peygamber arasında bir sürtüşme
olmayacaktı.
Çünkü o
gün de, bugün de toplum okuyor. Ayda en aşağı 56 saat televizyonu okuyor,
seyrediyor bu insanlar. En azından 35 saat radyoyu okuyorlar, dinliyorlar.
Gazeteleri okuyorlar, eşyayı okuyorlar, piyasayı, reklamları, vitrinleri,
ekranları okuyorlar. Yani uyku hariç sürekli okuyor bu toplum. Aynen bugün
olduğu gibi o gün de okuyordu toplum. Sihirbazları okuyorlardı, kahinleri
okuyorlardı, eşyayı, piyasayı okuyorlardı. İnsanlar ne yapmaları gerektiğini,
nasıl hareket etmeleri gerektiğini, hayatlarını nasıl düzenlemeleri gerektiğini
bu okuduklarında buluyorlardı. Ne yapacağız? Ne edeceğiz? Nasıl yaşayacağız?
Nasıl bir eğitim sistemimiz olacak? Nasıl bir hukuktan yana olacağız? Nasıl
giyineceğiz? Nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağız? Nasıl bir siyasal
yapılanmamız olacak? Nasıl bir hukuk sistemimiz olacak? Kadın-erkek
ilişkilerimiz nasıl olacak? Mirasımızı nasıl paylaşacağız? Sabah kaçta
kalkacağız? Soframızda neler bulunacak? Nasıl bir hayat süreceğiz? sorusunun
cevabını buluyorlardı bu okuduklarından.
Hayatı, geceyi, gündüzü nasıl değerlendireceklerini, bu
konuda gerekli olan bilgiyi alıyorlardı bu okuduklarından. Bugün de insanlar
okuduklarından bu bilgileri alıyorlar. Romanlardan, televizyonlardan,
radyolardan, siyasi liderlerden, piyasadan ne alacağını, ne yapa-cağını, nasıl
bir hayat yaşayacağını, evini nasıl tefriş edeceğini, hangi yağı, hangi sabunu
kullanacağını, mutfağını nasıl tanzim edeceğini, evini nasıl düzenleyeceğini,
çocuklarını nerelerde ve nasıl eğiteceğini, misa firlerine neler ikram edeceğini, nasıl kazanıp nasıl
harcayacağını bugün de insanlar bir yerlerden alıyor,
okuyor.
Evet,
eğer Allah’ın Resûlü o gün toplumuna veya bugün bizler toplumumuza sadece okuyun
deseydik, diyeceklerdi ki, “yahu biz zaten okuyoruz! Biz sürekli okuyoruz!
Hayrola, bu da nereden çıktı?” Okuyorlardı çünkü. Okumayı teşvik ediyorlardı,
okuma seferberliği düzenliyorlardı, ukazlar, panayırlar, yarışmalar
düzenliyorlardı. Hep okuyorlardı ama hayatları hiç değişmeden aynen devam
ediyordu.
Ama
Rabbimiz âyetini bununla bırakmadı. Okuma emri bununla kalmadı da, devamında
Rabbimiz buyurdu ki:
“Rabbin adıyla, Rabbin
adına”
Oku! Ama Rabbin adıyla, Rabbin adına, Rabbin
namına, Rabbin adıyla oku! Bakın iş
biraz değişti değil mi? Rabb adına okuna-cak, Rabb namına okunacak. Yani her
okuma, okuma sayılmayacaktı böylece, sadece Rabbin adıyla, Rabb adına, Rabb
namına okunanlar okunma sayılacaktı. Rabb adına, Rabb namına olmayanlar Rabbin
istediği bir okunma sayılmayacaktı. Eğer âyet bu kadarla bitseydi, bu kadarla
kalsaydı yine pek problem çıkmayacaktı. Yani Allah’ın Resûlü: “Ey insanlar
Rabbiniz adına okuyun, Rabbiniz namına ve Rabbi-nizin ismiyle okuyun!” deseydi
iş yine kolay olacaktı. Neden? Çünkü herkesin farklı Rableri vardı toplumda ve
herkes Rabb olarak kimi kabul etmişse onun adına okur, onun adına iş yapar, kimi
Rabb olarak kabul etmişse onun bilgisiyle bilgilenir, onun istediği gibi yaşar
ve olur biterdi. Derlerdi ki, “tamam ey Peygamber, bizim Rabb olarak Lat’ımız
var, Menat’ımız var, Uzza’mız var, filan siyasi liderimiz, falan ekonomik
uzmanımız, feşmekân efendimiz, şeyhimiz var, biz onu okur, ondan geleni okur,
onun eserini okur, onun adına okur, onun namına okur, onun adına iş yaparız”
diyeceklerdi ve Peygamberle toplum arasında yine herhangi bir kavga, herhangi
bir sürtüşme olmayacaktı.
Ama
âyetini, emrini bu kadarıyla bırakmayarak buyurdu ki Allah: Hayır hayır! Her
Rabb adına değil, her Rabb namına değil, her
Rabb için değil, her türlü Rabbtan geleni değil, her türlü Rabbin
hatırına, her türlü Rabbin rızasına götürücü olanı değil. Ya
ne?
“Yaratan Rabb adına
oku!”
Yaratan Rabb
adına, yaratan Rabb namına, yaratıcı Rabbtan geleni oku. Yaratan Rabbdan geleni,
yaratan Rabb adına oku. Yani yaratan Rabbin rızasına götürecek olanı, yaratan
Rabb hatırına oku! İşte şimdi mesele açıklığa kavuşmuş oluyordu. Yaratıcı Rabb
ifâdesi kullanılınca iş anlaşılmış oldu. Böylece Rabbimiz öteki sahte Rablerden
kendisini ayırıverdi. Demek ki okuma buymuş. Demek ki yaratıcı Rab adına,
yaratıcı Rabb namına, yaratıcı Rabbdan geleni okuyacak-mışız. Yani yaratıcı
Rabbin rızasına götürücü olanı okuyacakmışız. Okunacak şey yaratıcı Rabbdan
gelen olacak öncelikle, bir de yaratıcı Rabbin rızasına götürücü olarak
okunacak. İşte gerçek okuma budur.
Öyleyse
yaratıcı Rabbin dışında, O’nun berisinde sahte Rablerden bilgilenmek bâtıldır.
Zaten onlarınkine bilgi denmez, zandır onların tamamı. Okunacak olan şey,
yaratıcı Rabbdan gelecek ve okuyanı yaratıcı Rabbin rızasına götürecek. Bu çok
önemlidir. Yaratıcı Rabden değil de başka Rablerden gelen zanları okumak,
onların kitaplarına yönelmek yaratıcı Rabbin istediği bir okuma olmadığı gibi,
yaratıcı Rabden geldiği halde O’nun rızasına götürücü olmayan, yani yaratıcı Rab
adına olmayan bir okuma da okuma değildir.
Allah’tan
gelmeyen, vahye dayanmayan, hayata intibak imkânı olmayan, hayatta bir işe
yaramayan, hayatta uygulanma imkânı, uygulanma alanı olmayan, yani okuyandan
amel istemeyen, okuyucusu-nu amele sevk etmeyen bir okuma, okuma değildir.
Allah’ın rızasına götürücü olarak yarın mizana konulacak cinsten olmayan
bilgileri okumak Allah’ın istediği bir okumak değildir. Meselâ termodinamiği
öğreniyoruz veya cebir denklemleri, kimya formülleri, kurbağanın bağırsağı,
Fujiyama yanardağı, Everest tepesinin yüksekliği, A.B.D’nin göllerini, filan
ülkenin nehirlerini, bu nehirlerin debilerini, rejimlerini, falan ülkelerin
rejimlerini, falan ülkenin iklimini, falan bölgenin yollarını öğreniyoruz.
Bunlar bizden hiçbir amel istemeyen, bizi amele sevk etmeyen, yarın mizanımıza
konulmayacak boş bilgilerdir. Üstelik de beyinler bunlarla dolduruldukça
oralarda Kitap ve Sünnete yer bırakmayacak boş şeylerdir.
Evet
Allah’tan gelmeyen ve sadece zanna dayanan bu tür bilgilere yönelmek nasıl
boşsa, Allah’tan gelen bilgileri Allah adına, Allah namına, Allah’a götürücü bir
niyetle değil de başka maksatlarla okumak da boştur. Meselâ adam âyet okuyor
doktora adına, hadis okuyor diploma adına, Kur’an öğreniyor sosyal bir statü
adına, tefsir okuyor bilir desinler adına, feraiz öğreniyor paylaşım konusunda
bana müracaat etsinler adına. Onunla yeryüzünde Allah’ın feraiz yasalarını hakim
kılmak adına değil, okuduklarını amele dönüştürmek adına değilse bu da Allah’ın
istediği bir okumak değildir. Allah’tan gelmeyen şeyleri okumak ta okumak
değildir, Allah’tan gelenleri Allah adına, Allah’a kulluk kastıyla, daha iyi bir
Müslümanlık kastıyla değil de başka maksatlarla okumak ta okumak değildir. Bunun
ikisi de boştur.
Soruyorum
okumaya giden çocuğa: “Evlâdım niçin okuyorsun? Bu okula niye gidiyorsun?” Çocuk
diyor ki, “adam olmak için okuyorum.” O zaman diyorum ki ona: “Peki yavrum baban
o okulda okumuş mu?” “Hayır” diyor. “O zaman baban o okulda okumamış di-ye adam
olmamış mı? Yani şimdi baban adam değil mi?” deyince yavrucak başını eğiyor.
Demek ki o okulda okuyan adam olmuyor. Adam olmak için değil, Müslüman olmak
için okunur. Okumadaki temel hedef iyi bir Müslümanlık olmalıdır. Bu niyetle
okuyan kişinin bu ameli salih bir ameldir ve Allah tarafından değerlendirilmeye
tabi tutulacak bir ameldir. Ötekilerin tümü boştur.
Soruyorum
delikanlıya: “Neden tıpta okuyorsun? Neden bir başka okul değil de tıp? Bu okulu
tercih edişinde temel niyetin nedir? İyi bir Müslümanlık mı? Allah’ın dinine
hizmet mi? Allah’ın dinini daha güzel öğrenip daha güzel Müslümanlık
sergileyebilmek mi? Yani yaratıcı Rab adına, yaratıcı Rab namına mı? Yaratıcı
Rabbin rızasını kazanmak için mi? Yoksa para için, sosyal bir statü elde etmek
için veya sağlık için mi?” Delikanlı diyor ki: “İşte hem Allah için, hem de
sağlığa, insanlığa hizmet için.” O zaman diyorum ki ona, “kardeşim gerçekten
niyetin Allah içinse, Allah adına sağlığa hizmet içinse o zaman çöpçü olman daha
evlâ değil mi? Eğer derdin Allah adına sağlığa hizmetse belki çöpçü olman doktor
olmandan daha evlâdır. Çünkü birisi hastaları iyileştirmeye çalışırken ötekisi
iyileri hastalıktan korumak için çırpınır. Sence hangisi daha önceliklidir?”
diyorum, o da başını aşağıya eğiyor. Öyleyse okumadaki temel hedef sadece Allah
için olmalıdır, kesinlikle başka şeyler araya
karıştırılmamalıdır.
Okunan
bölümün mânâsını anlamadan mücerret okumak da Allah’ın istediği bir okumak
değildir. Allah’ın istediği okuma, kişinin gözü ile ilgi kurduğu gerçeği emir
veya nehiy olarak aksettirmesidir. Yani gördün ki bir kız açık saçıksa, ona
bakmaman gerektiği emrini kendine alacaksın veya ona yardım etmen gerçeğini
anlayacaksın. Yani o gördüğün kişiyle bir ilgi kuracaksın. O gördüğün şeyle,
gözünle okuduğun kişiyle bir ilgi kuracaksın. İşte okumak budur. Okumak okunan
şeyle ilgi kurmaktır. Vitrinler okunur, tabelâlar okunur, eşyalar okunur,
yiyecekler içecekler okunur, insanlar okunur bu anlamda. Ve okunan şeyle de
gereği gibi ilgi kurulur.
Ama öyle olmamış. İnsanlar Kur’an okumayı böyle
anlamamışlar. Nasıl olmuş? Kur’an okumak denilmiş, tamam birisi mücerret tilâvet
etmiş, okunan şeyle ilgi kurulmamış, ne olduğu, ne dendiği, ne istendiği
anlaşılmaya ve gereği yerine getirilmeye çalışılmamış. Peygamberin kesin nehyine
rağmen bu okuma gırtlaktan aşağıya inmemiş, ama buradan yukarısında mest
olunmuş, kendinden geçilmiş, güzel de okumuşlar kendilerince, ama bu Kur'an
okuma olmamış. Halbuki Kur’an okumak,
okuduğun âyet senden namaz istediğinde veya senden şöyle bir hayat programına
geçmeni öğütlediğinde hemen onunla ilgi kurmandır, değilse onun adına okuma
denmeyecektir.
Bakın
gerçek okumayı anlatırken bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle
buyurur:
“Bir topluluk Allah’ın evlerinden
birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa ve de o okuduklarını kendi
aralarında ders haline getirirlerse...”
Demek ki
okunacak olan Kur’andır, Sünnettir, vahiydir. Ama unutmayalım ki bizden istenen
sadece mücerret okuma değildir. Okunanlar ders haline getirilecek, anlama ve
yaşama kavgası içine girilecektir. Biz sadece Kur’an’ı okuyoruz ama onu kendi
aramızda ders haline getirmiyoruz. Okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerin ne anlama
geldiğini, bizden nasıl bir hayat istediğini anlamaya yanaşmadan oku-yoruz.
Okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerle hayatımızı düzenleme kavgası vermiyoruz. Buna
da okuma denmez zaten.
Demek ki
anlamadan okumayacağız kitabı. İslâm’ın kastettiği okumakta unutmayalım ki dil,
akıl ve kalp müşterektir. Bu üçünün birlikte gerçekleştirmedikleri bir okumaya
gerçek mânâda bir okuma de-nemez. Hakiki bir okumada dil okur, akıl tercüme
eder, kalp de ibret alıp tavır belirler. Demek ki dilin görevi telaffuzdur.
Dilin görevi tertil ile harflere hakkını vererek telaffuz etmektir. Aklın görevi
de dilin okuduğu âyetlerin mânâlarını ve tefsirini yapmak, tercüme etmektir.
Kalbin görevi ise okunan bu âyetlerin etkisi altında kalarak tavır belirlemek ve
kendisine çeki düzen vermektir. Yani akıl okunan âyetlerin anlamını kavramaya
çalışmıyor, kalp de okunan âyetlerin ortaya koyduğu mânâlar istikâmetinde bir
tavır alıp etkilenmiyorsa sadece dilin hareket etmesinin hiçbir mânâsı yoktur,
bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
Çünkü Kur’an’ın okunmasından maksat tedebbürdür. Yani
düşünerek onun ne dediğini anlamaya çalışmak ve hayatı onunla düzenlemektir. Hz.
Ali efendimiz buyurur ki:
“Anlamayarak
yapılan ibadette ve düşünülmeden gerçekleştirilen kıraatte hayır yoktur.”
Zaten Allah’ın
Resûlü bir hadislerinde kişinin okuduğu şeyle kalbinin irtibatının kesildiği ve
okuduğu âyetlerden başka şeyler düşünmeye ve dikkati başka taraflara dağılmaya
başladığı andan itibaren onun okumaya devamını menetmektedir. Çünkü bu bir
roman, bir hikâye, alelâde bir insan sözü değil ki böyle bir durumda insan
onunla ilişkisini sürdürebilsin.
Selef âlimlerimizin hepsi böyle düşünür böyle inanırdı.
Bakın Süleyman Ed-Dârâni:
“Anlamadığım ve kalp huzuruyla okumadığım
âyetlerden sevap alacağımı ummuyorum. Ben bir âyeti okurum, sonra dört-beş gece
onunla meşgul olurum ve onu iyice anlamadan başka bir âyete geçmem.”
der.
Yine
selef âlimlerimiz meselâ bir Bakara sûresini anlayabilmek için yıllarca üzerinde
düşünmüşlerdir. Meselâ bir hatmi otuz senede bitirenler
vardır.
Mâlik Bin
Dinar der ki:
“Ey Kur’an
okuyucuları! Ey ehli Kur’an olanlar! Okuduğunuz Kur’an sizin kalplerinize ne
ekti ona bir bakın. Nasıl ki yağmur arzın baharı ise, okuduğunuz Kuran da
mü’minin kalbinin baharıdır.”
Katâde de der ki:
“Kur’an ile oturup kalkan ya kâr eder, ya da
zarar eder.”
Demek ki
Allah adına, Allah namına okuyacağız. Allah’tan gelenleri Allah’ın rızasına,
yani kulluğa götürücü olarak okuyacağız. Bir başka ifâdeyle başında besmele
çekebileceğimiz şeyleri okuyacağız. Allah’tan geleni okuyacağız, okuyacağımız
şeyin başında besmele çekeceğiz. Yani Allah adına, Allah’a Allah’ın istediği
kulluğu icra adına okuyacağız.
Öyleyse Okuma = Okuma + Başkasına anlatma + Uygulama,
yani okunanı yaşama, okunanla hayatı düzenleme + Samimiyettir
diyebiliriz.
Nitekim Allah’ın Resûlü kendisine gelen
bir vahyi önce kendisi okur, kendisi öğrenirdi, eksiksiz olarak onu hayatında
uygular, sonra da hiç beklemeden ve en küçük bir parçasını bile gizlemeden onu
insanlara aktarırdı. Bu konuda da hasbî davranırdı. Onun kutlu yolunun yolcuları
olarak bizler de böyle olacağız inşallah.
Evet Rabtan geleni Rab adına, Rab rızası için, Rabbin
rızasına götürücü olarak okuyacağız, okuduklarımızı başkalarına okuyacak,
başkalarına anlatacak, sonra da hayatımızı bu okuduklarımızla düzenleme kavgası
içine gireceğiz. Yani okuduklarımızı hayatımızda uygulama kavgası içine
gireceğiz. Bunlar olmadıktan sonra okumanın hiçbir anlamı yoktur. Okuyalım,
okuyalım da, uygulamaya konmayacaksa, amele dönüşmeyecekse ne işe yarar bu
okuma? Okuyalım, okuyalım da, birilerine anlatmayacaksak, bu okuduklarımızla
birilerini diriltme kavgası vermeyeceksek ne kıymeti kalır bu okumanın? Yani
hasbî olmayacaksak bu okumada, amel endişemiz olmayacaksa neye yarar bu
okuma?
Evet “Oku!” denince bir Müslüman’a işte
bunlar deniyor. Bunun içinde bunların hepsi var. Okuyacak kişi başkalarına
anlatacak, uygulayacak ve bu konuda da hasbi olacak. Çünkü biz biliyoruz ki bu
âyetin ilk muhatabı olan Rasulullah’a gelen her bir vahyi Resûl-i Ekrem önce
kendisi okudu, öğrendi, sonra hiç beklemeden, zerre kadar bir parçasını bile
gizlemeden hemen onu insanlara anlattı, kendisi uyguladı, başkalarına uygulattı
ve samimi oldu bu konuda.
Demek ki
Allah’tan gelmeyenler ve Allah’a götürmeyenler bu okumanın dışındadır. Hele hele
temeli materyalizme dayalı olan ve Allahsızlığa götüren bilgiler, bugünkü bizim
zilli eğitimin önerdiği vahiy kaçkını bilgiler hiç okuma
değildir...
Deyince
Rabbimiz, iş anlaşıldı. Neyin okunacağı, nasıl ve ne adına okunacağı açıklığa
kavuşmuş oldu. Böylece başka Rablerden bilgilenmenin, başka Rabler adına
okumanın işi bitti. İşte burada Ra-sulullah’la toplumunun arası açıldı. Zira
herkes okuyordu ama bu okumalarına okuma denmeyecekti. TV’nin 8-10 kanalını
okuyanlar artık biz de okuyoruz diyemeyeceklerdi. Kulluk dışı bilgilerde
yoğunlaşanlar artık biz de okuyoruz diyemeyeceklerdi. Okuma denince işte bu
anlaşılacaktı ve bundan dolayı Rasulullah okuma bilmiyordu da bu âyet gelince
okur-yazar oluverdi. Yani vahyi bilmiyordu, Allah’tan geleni, Allah’a götürücü
olanı bilmiyordu Allah’ın Resûlü de bu âyetle artık bilir oldu. Oku! dedi Allah
ona ve tekvinî bir bilgiyle, bir iradeyle okur oldu Allah’ın Resûlü. Demek ki
vahyi bilmeyen okur-yazar değildir. Vahyi bilmeyen, Kitap ve Sünnetten haberdar
olmayan kişi, profesör olsa da, ciltlerce kitaplar yazmış olsa da cahildir.
Allah’ın Resûlü vahiyle okur olurken ötekilerle de böylece arasında kavga
başlamış oldu.
“Yaratan Rabbinin
adına oku ki, O Allah insanı bir alakadan, pıhtılaşmış bir kandan
yaratmıştır.”
Burada
insanın zikri tekrim içindir, insanı şereflendirmek içindir. Zira Allah sadece
insanın hâlikı değil tüm varlıkların hâlikıdır. Ama dikkat ederseniz burada
sadece insanın yaratıcılığından söz edilmektedir. Bu insanın şerefini anlattığı
gibi, bir de bilhassa bu âyette emredilen Ì~«I²5! “Oku” emrinin muhatabının insan olduğunu ortaya
koyar. Bu emrin muhatabı insandır.
Vahyin
ilk bölümünde, Kur’an’ın ilk gelen âyetinde insanın "Alak’tan" yani bir kan
pıhtısından yaratıldığı gündeme gelmektedir. Alâk, kan pıhtısı demektir. Daha
sonra gelecek 39. sûrede ancak insanın topraktan yaratıldığı bildirilecektir.
Bunun ikisi de doğrudur. Yani insan hem bir kan pıhtısından hem de topraktan
yaratılmıştır. Ama insanın topraktan yaratılması konusu gaybî bir konudur.
Herkesin bilmediği bir konudur. Eğer Rabbimiz insanların henüz vahiyle yeni
tanıştıkları bu ilk dönemlerde böyle gaybî bir konuyu, yani insanların topraktan
yaratıldıklarını gündeme getirseydi, belki de o günün Mekkelileri ortalığı
velveleye verebileceklerdi. Onun içindir ki her ikisi de doğru olmakla birlikte
Rabbimiz ilk vahiyle kimsenin inkar edemeyeceği bir şeyle karşılarına
çıkarıyordu konuyu. Güneş gibi, ay gibi açık ve net, kimsenin itiraz
edemeyeceği, insanların reddedemeyecekleri bir yönüyle insanın yaratılışını
gündeme getiriyor ve ötekisini insanların îmanlarının, teslimiyetlerinin
kökleşeceği bir döneme erteliyordu.
Herkes
biliyor ki insan ana rahmine atılmış bir damla sudan meydana gelmektedir. Bunu
kimse reddedemez. Ama ötekisi ancak gayba inanan bir kimsenin kabullenebileceği
bir şeydi ve bundan bahis henüz erkendi.
Evet,
Allah insanı bir kandan yaratmıştır. Bunun zikri bize şunu hatırlatır: Allah
karşısında bilgi iddiasında bulunanlar, Allah karşısında güç iddiasında
bulunarak Allah’a kafa tutmaya kalkışanlar şu gerçeği hiçbir zaman
unutmamalıdır. Sen ki basit bir varlıktın, hiçbir şey bilmiyordun, akılsız,
idraksiz, elsiz, ayaksız bir damla su idin. Ana rahmine atılmış bir damla kan.
Bu durumdayken seni orada koruyan, seni yaratan, sana seni tanıtan, sana çevreni
tanıtan, sana şuur ve bilgi veren, Allah’ı tanıma imkânı veren, seni adam eden,
Rabbini ve Rabbinden gelen bilgilerle bilgilenmeyi bırakıp ta başkalarının
bilgilerini bilgi mi kabul ediyorsun? Düşünsene basit bir kan pıhtısının gücü ne
ki? Bir damla basit kan parçasının gücü, değeri ne olabilir ki? Anlama gücü yok,
düşünme gücü yok, söz söyleme gücü yok... Böyle bir varlığa Allah kendi
bilgisini nasip ediyor. Böyle basit bir varlığı muhatap kabul edip Allah ona
kendi bilgisini ulaştırıyor. Bu ne müthiş bir şeydir! Bu ne muazzam bir
lütuftur!
İşte Rabbinden gelen bu bilgilerle insan kendisini,
dünyayı, çevresini, kulluğu tanıyor. Bu bilgi sayesinde insan ne olduğunu,
nereden geldiğini, ne için geldiğini, nereye gideceğini, yaşadığı bu hayatın
sonunda başına nelerin geleceğini biliyor. Bu bilgilerle Allah’ı tanıyor,
Allah’a kulluğunu tanıyor. Öyle değil mi? Allah bu kan parçasını yaratmasaydı,
kendisine vahyini göndermeseydi, kendi bilgisiyle insanı bilgilendirmeseydi bu
zavallı kan pıhtısı, bu zavallı insan nereden bilebilecekti bu kadar bilgiyi?
Nereden bilebilecekti Allah’ı? Nereden bilebilecekti cenneti, cehennemi,
dünyayı, âhireti, kulluğu, hesabı, kitabı?
Allah
bilgisiyle bilgilenmeyenlere, vahiyden nasibi olmayanlara bakıyoruz, hiçbir şey
bilmiyorlar. Sadece yiyip içen, gezip dolaşan, basit varlıklar olarak gelip
geçiyorlar. Hiçbir şeyden haberleri olmayan hayvanlar gibi geberip gidiyorlar.
Dünya üniversitelerine bakın. Orada okuduklarının, okuttuklarının konusu ne?
İnsan. Peki ne biliyorlar insanla alâkalı? Ne anlatıyorlar insanla alâkalı?
Sadece bedenle ilgileniyorlar, insanın organizmasıyla ilgileniyorlar. İnsanın
ruhunu reddederek, mânâsını görmezden gelerek onu sadece maddeden ibaret
zannediyorlar. Peki bedenle ilgili bildikleri ne kadar? Sadece yüzde elli
bilgileri var. Halbuki insan bedeninin yarısı ruhtur, ama bundan haberleri bile
yoktur.
Bundan
sonra bir “Oku” emri daha geliyordu:
“Oku! Rabbin en büyük
kerem sahibidir.”
Rabbin en büyük ikram sahibidir.
Dikkat
ederseniz Rabbimiz önce bir oku dedi, sonra şimdi bir daha oku dedi. Bu ikincisi
te’kiddir. Yani oku, bir daha oku, tekrar tekrar oku, sürekli oku demektir.
Ya da birinci oku emri kendin oku, kendine oku, kendin
için oku demektir. Bu ikincisi de başkalarına oku demektir. Kendine okuduğunu,
kendine duyurduğunu bir de başkalarına oku, başkalarına duyur demektir.
Veya birinci “İkra” metluv âyetleri okuma,
ikincisi de meş-hud âyetleri okuma emridir. Biliyoruz ki birisi metluv, yani
okunan, kulağa hitap eden işitsel âyetler, yani şu elimizdeki kitabın âyetleri,
ötekisi de meşhûd, müşahede edilen âyetlerdir. İşte birinci emir şu kitabın
âyetlerini okuma emridir, ikincisi de öteki âyetleri okuma
emridir.
“Oku! Rabbin ikram
sahibidir.”
Oku, Rabbin
Kerimdir, Rabbin kerem sahibidir. Rabbin ikram sahibidir. Çok büyük ikramlarda
bulundu Rabbin sana karşı. Tüm ikramlar O’ndandır. İşte en büyük ikramlarından
birisi:
“O kalemle yazmayı
öğretti. İnsana bilmediğini bilmediği şeyleri öğretti.”
Kalemle yazmayı öğretti Rabbimiz. Bu, Rabbimizin
kullarına lütfettiği beyân gücünün yanında, kalemle yazma lütfuydu. Rahmân
sûresinde de Rabbimiz insana beyân gücünü verdiğini şöyle
anlatıyordu:
“Rahmân olan Allah
Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı ve ona beyanı öğretti.”
(Rahmân:
12)
Beyân,
mânâ nakli demektir. Yani insanın karşısındakine duyurmak istediklerinin
naklidir. İnsanın karşısındakine beyan imkânı verilmiştir ki bu yeryüzünde
Allah’ın varlığına en büyük delildir. Bundan daha büyük bir mûcize olamaz. Zaman
ve mekân birlikteliği içinde bizim karşımızdakine mânâ nakletme imkânımız
vardır. İşte bakın Kerîm olan Rabbimiz keremi gereği bir ihsan olarak kalemle
yazmayı öğrettiğini anlatır:
“O
kalemle yazmayı öğretmiştir.”
Kalemle bu mânânın intikalinin zaman ve mekân ötesine
taşırılmasını öğretti Allah. Yeryüzünde bunu becerebilen ikinci bir varlık
yoktur. Ne büyük bir lütuf, ne büyük bir şeref değil mi? Ama o nis-pette de
sorumluluğu büyük bir şeref tabii.
Suhuflar
ve tüm kitaplar bize kalem vasıtasıyla ulaşmıştır. Bilgilenme âmili kalemdir.
Öyleyse bu Rabbimizin bize en büyük nîmetlerinden birisidir. Çünkü biz insanlar
için en büyük nîmet vahiy nîmetidir, kitap nîmetidir. Eğer kalem vasıtasıyla,
kitap vasıtasıyla bizlere vahiy ulaşmasaydı, dünyadaki hiçbir nîmetten istifâde
etme imkânımız olmayacaktı.
Kalemle
yazmayı ve de insana bilmediklerini öğreten Allah’tır. Bilgi Allah’tandır,
bilginin kaynağı Allah’tır. Allah bize bilgisini açmasaydı, bizi muhatap kabul
edip kendi bilgisini bize aktarmasaydı, bizler şu anda bildiklerimizi nereden
bilebilecektik?
Şu dünyadan
Allah bilgisini, Peygamber vasıtasıyla bize ulaşmış vahiy bilgisini söküp
çıkarsanız ne kalır geriye, hiç düşündünüz mü? Eğer yeryüzünden vahiy bilgisini
söküp alsalar geriye iki şey kalır: Kan dökücülük ve ifsat. Meleklerin de
ifâdesiyle insan bu iki özellikten Allah bilgisi sayesinde kurtulmuş ve insan
olabilmiştir. İnsanı insan yapan, insanı yeryüzünde halîfe yapan işte bu Allah
bilgisidir. Hattâ şu anda dünyada bilinen tüm sanatlar, batı dünyasındaki
mühendislik, tıp gibi bilgilerin tamamı Peygamber bilgisine dayanmaktadır. Tüm
sanatlar Peygamber eliyle talim buyurulmuştur. İnsan oğlu mezar kazmasını bile
bilmiyordu da mezar kazıp ölüleri defnetme sanatını Allah
öğretmiştir.
Esasen
ilmin yolu, ilim elde etmenin kaynağı üçtür. Yani şu anda biz ilmi üç yoldan, üç
kaynaktan öğreniriz:
1.
Vahiy. Başka hiçbir kaynaktan elde etme imkânı olmadan direk Allah’tan
Peygamberleri aracılığıyla öğrendiğimiz bilgiler. Vahye dayanan, kitaplardan
elde ettiğimiz bilgiler. Allah’ın zâtını, sıfatlarını, meleği, cini, şeytanı,
kulluğu, namazı, orucu, îmanı, küfrü, cenneti, cehennemi, hayatı, ölümü, hayatın
ve ölümün mânâsını, âhireti, haş-r’i, neşri, oradaki hesabı, kitabı biz nereden
öğrendik? Vahiy olmasay-dı, vahiy vasıtasıyla Rabbimiz bu bilgilerini bize
ulaştırmasaydı biz bütün bu bildiklerimizi nereden
bilebilirdik?
2.
Akıl. Akıl yoluyla ulaştığımız bilgiler.
3.
Duyu organları. Duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz
bilgiler.
Bilgi
kaynağımız olan bu üç vasıtanın üçü de Allah’tandır. Vahiy zaten direk
Allah’tandır. Peki akıl kimden? Bu akıllarımızı nereden bulduk biz? Kim verdi
onu bize? Kendimiz mi bulduk? Kendimiz mi imal ettik onu? Hayır hayır, o da
Allah’ın bize bir lütfudur. Akıl dediğimiz ve kendisiyle kimi bilgilere
ulaştığımız şey bizim kendi kendimize elde ettiğimiz, kendi kendimize
ulaştığımız, kazandığımız bir şey değildir. Onu da bize veren Allah’tan başkası
değildir. Kaldı ki eğer Allah’ın vahyi olmasa tek başına akıl da bir şeye
yaramaz.
Duyu
organlarımız da Allah’tandır. Onları bize veren de Rab-bimizdir. Kaldı ki zaten
aynen akıl gibi duyu organları da vahiysiz bir işe yaramamaktadır. Çünkü biz
biliyoruz ki duyu organları mevcut yasalardan hareket ederek bir bilgiye
ulaşabilirler. Yani duyularımızın hareket noktaları, istinatları mevcut
yasalardır. Cenab-ı Hakk’ın yeryüzüne koyduğu, soğuk, sıcak, yağmur, kar, fizik,
kimya yasalarıyla hareket eder duyular. Meselâ su yüz derecede kaynar, şu derece
soğukta donar. Güneş ısı ve ışık verir, uçak şöyle kalkar, gemiyi su şöyle
kaldırır, yukarıdan atılan bir cisim yerçekimi kuvvetiyle şöyle düşer, ateş
yakar, hava, sesi titreşimler halinde iletir gibi Rabbimizin yeryüzünde koyduğu
bir kısım yasalar vardır. İşte bize yine Allah tarafından verilmiş olan duyu
organlarımızın hareket noktaları bu mevcut yasalardır. Rabbimiz bir anda kendi
koyduğu bu yasaları değiştiriverse duyuların verileri beş para etmez.
Meselâ ateşe verilen yakma fonksiyonu alınıverse,
İbrahim’i onunla yakmak isteyen Nemrut’un duyuları bir anda dumura uğrayıverir.
Veya Allah bir anda güneşten ateş yağdırıverse şu anki duyularımızın verileri
altüst olur. Suya koyduğu kaldırma yasasını bir anda değiştiriverse Rabbimiz,
Firavunlar boğulur gider. Meselâ yazın kavurucu sıcağında bir anda olağan
yasasını bozarak gökten kar boşandırıverse Allah, veya içtiğimiz su bir anda
ateş oluverse duyularımızın önceki
bilgileri boşa çıkacaktır. Yani unutmayalım ki duyularımızı da, o duyularımızın
hareket noktaları olan bu yasaları da koyan Allah’tır. Onlarla elde ettiğimiz
bilgiler de Allah’tandır.
Bunların
dışında ne kaldı? O halde tüm bilgiler Allah’tandır. İnsana bilmediklerini
öğreten Allah’tır ve en sonunda tıpkı melekler gibi bizler de şunu demek
zorundayız:
“Ya Rabbi! Seni tesbih
ve tenzih ederiz! Sen mükemmelsin! Eksiğin yoktur senin! Bizim bilgimiz yok,
ancak senin öğrettiğin vardır. Muhakkak ki her şeyi bilen hakim ancak
sensin!”
(Bakara 32)
Muhakkak
ki sen en bilensin, en yerli yerince bilensin! Tam bilensin! Bilgisi tam
olansın! Bilgisi değişmeyensin! A!! Bunu ben mi yaptım? Eyvah! Halbuki ben bunu
şöyle yapacaktım! demeyensin, yaptığından pişman olmayan, yaptığından geri
dönmeyensin.
Bu cümle
temelde bizim de dememiz gereken bir sözdür. Bizde ilim yok ya Rabbi! Ancak
senin bildirdiğin kadarını biliriz! Melekler vasıtasıyla Rabbimizin bize sunduğu
bu kulluk bilincini, Rabbimiz karşısında bu acziyet şuurunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. Her yerde ve her zaman biz bilmeyiz, sen bilirsin
ya Rabbi! demeyi unutmamalıyız. Öyle değil mi? Allah bu bilgileri bize
öğretmeseydi biz nereden bilebilirdik? Allah peygamberler göndermeseydi, o
peygamberler vasıtasıyla bize kendi bilgisinden aktarmasaydı nereden
bilebilirdik bu bilgileri?
İşte
Hira’da sûrenin başında da ifâde ettiğim gibi bu beş âyet gelir. Rasulullah
Efendimize gelen vahyin ilk bölümü işte bu âyetlerdir. Ondan sonra bir süre
vahiy kesilir. Bu sürenin uzunluğu konusunda 3 günden 3 yıla kadar rivâyetler
vardır.
Gördüğümüz gibi bu ilk mesajıyla Alak sûresinin ilk âyetlerinde Allah,
Resûlüne okuma amelini gerçekleştirme emrini verir. Ama ilk gelen bu âyetlerde
neyin okunacağı, nasıl okunacağı, niçin okunacağı, ne zaman okunacağına dair
açık ve kesin bir bilgi yoktu. Bundan sonra gelen iki sûrede görüyoruz
bunu.
Bundan
sonra gelen iki sûreyle, iki sûrenin, Müddessir ve Müzzemmil sûrelerinin ilk
âyetleriyle nübüvvet risâlete dönüşecek ve bu risâlet artık Rasulullah
Efendimizin ömrünün sonuna kadar devam edecekti. Alak sûresinin bu ilk âyetleri
hayatın başlangıcıydı ama tamamı değildi. İlk gelen bu âyetlerle yeryüzünde
vahye dayalı, Allah’ın istediği bir hayatı başlatıyordu ama bununla bitmeyecek
ve âyet âyet, sûre sûre 23 yıl inmeye devam edecek olan diğer âyetlerle hayat
devam edecekti. Bu hayatbahş olan âyetler, yerde en büyük ve yegâne örnek olan
Rasulullah’ı yetiştirecek, terbiye edecek, o da tüm insanlığı bunlarla terbiye
edecekti.
Bundan
sonra inen iki sûrenin ilk âyetleri, Müzzemmil ve Müd-dessir sûrelerinin ilk
âyetleri, Rasulullah’ın ömrünün sonuna kadar pratikte uyguladığı metodu
anlatır.
Cabir bin
Abdillah’dan gelen bir rivâyette nübüvvetin Alak’la, risâletin de Müzzemmil ve
Müddessir’le başladığı anlatılır. Yani Alak sûresinin bu ilk âyetlerinin
gelişiyle Nebî olan Allah’ın Resûlü, ondan sonra gelen bu iki sûrenin
âyetleriyle de Resul oluyordu. Alâk’la Nebî olup buna kendisi îman eden
Rasulullah’ın, artık Müddessir ve Müz-zemmil’le de bunu dışa taşıması, taşırması
gerekecekti. Gerçi Nübüvvet ve Risâlete farklı tanımlar getirenler var. Hira’da
bu ilk vahyi telâkkî ile Rasulullah’ın Nübüvveti gerçekleşiyordu. Vahyi aktarma
görevi, yani Risâlet görevi de Müzzemmil ve Müddessir’le gerçekleşti
diyoruz.
Alak
sûresinin ilk âyetleri geldiğinde Allah’ın Resûlü bunun ne olduğunu pek
bilemedi, anlayamadı. Gerçi Hz. Hatice’nin ve Varaka’nın sözleri onu epey
rahatlattı, ama yine de iş vuzuha kavuşmuş değildi. Ama bu olaydan sonra bir
süre vahyin gelmemesi onu sıkmaya başladı. Çok sıkıldı. Ne olmuştu acaba? Rabbi
onu terk mi etmişti? Bir hata mı yapmıştı? Bütün bu duygularla sıkıntılı günler
yaşamaya başlamıştı. Bir süre vahiy kesildi. Nihâyet bir gün Mekke dışında
sıkıntı içinde dolaşırken semada bir ses işitti veya gördü. Kendi ifâdesiyle bir
kürsinin üzerine oturmuş, ufku tamamıyla kaplamış 600 kanadıyla, heyet-i
aslîyesiyle Cebrâil’i gördü. Muhteşem bir görüntüydü bu. Bu muhteşem manzara onu
dehşete düşürdü. Evine geldi ve örtündü. Melek geldi ve:
“Ey örtüye bürünen
Muhammed! Kalk ve uyar.”
(Müddessir 1,2)
Veya:
“Ey örtünüp bürünen
Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir
müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku.”
(Müzzemmil 1,4)
âyetlerini vahyetti. Müddessir ya da Müzzemmil sûrelerinin ilk âyetleri
geliyor ve artık Allah’ın Resûlüne kapsamlı bir görev veriliyordu veya görevinin
sınırları çiziliyor ve artık âyetlerin, sûrelerin, vahiylerin ardı arkası
kesilmiyordu.
Acaba bu
ilk vahiy birimiyle ortaya konulan oku emrinden sonra gelen bu âyetlerin
muhtevası neydi? Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin muhtevası neydi? Birinin
önce diğerinin sonra olması konusunda bir tercih hakkımız yoktur. Zaten
ikisinden de sorumluyuz.
Veya:
Ey bürünüp,
sarılan peygamber! Ey sakinleşmek arzusuyla üstünü örten peygamber! Ey Alak’la
Nebî olup, Nübüvvet yükünü sırtına alıp, şimdi de bunu dışa taşıması, taşırması
gereken peygamber! Ya da ey Nübüvvet elbisesine bürünen
peygamber!
“Ey örtünüp bürünen
Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir
müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku.”
Evet
ey peygamberim, gece ayağa kalk! Gece ayağa kalkıp kıyam
et!
Müddessir’de de gündüz kıyam et deniyordu. Birinde gece
kıyamı, öbüründe de gündüz kıyamı anlatılıyor. Gecede ve gündüzde dînin
ikâmesinin ilk emriydi bu. Bir Müslüman hem gecede kıyamda olacak, hem de
gündüzde. Gece kalk! emri alınıyor. Birazı müstesna. Gecenin yarısında, istersen
biraz sonra, istersen biraz önce. Gecenin ilk üçte birinde, veyahut son üçte
birinde, bir müddet kalk.
Müzzemmil’le gece kalkma emri veriliyordu. Bu emir Rasulul-lah’la beraber
ashabının da uygulamak zorunda oldukları bir emirdi. Ta ki bu sûrenin sonunda
gelen bu konudaki hafifletme âyeti gelinceye kadar. O zamana kadar Rasulullah
Efendimiz de Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz de her gece kalkıyorlardı. Çok sıkıntı
çektiler, gecenin yarısını, üçte birini bilemediler. Emre göre hepsi kalkmak
zorundaydı. Her gece kalkıyorlar, ayaklarının altı şişinceye kadar kıyamda
Kur’an okuyorlardı. O zamana kadar inen sûre de azdı, bu sûreleri
okuyor-lardı.
Allah’ın
Resûlüne bir gün annemiz yatağını seriyor ve: “Ey Allah’ın Resûlü, çok
yoruldunuz, bîtap düştünüz, biraz yatıp dinlenseniz olmaz mı?” deyince, Allah’ın
Resûlü buyuruyordu ki: “Artık yatmanın zamanı geçti ey Hatice!” Ve bir ömür boyu
her gece kalkıyor, ağzını misvaklıyor, gökyüzüne bakıyor, zamanı tespit etmeye
çalışıyor, namaz kılıyor, namazının kıyamında o ana kadar kendisine inen
âyetleri okuyor, okuyordu... Namazda okuma çok önemlidir, öğrendiğimiz sûreleri
namazda okumalıyız. Çünkü namazın kıyamının hedefi, kıraati gerçekleştirmektir.
Çünkü namaz Allah’tan mesaj alma ve alınan bu mesajla hayatı düzenleme
makamıdır. Öyleyse namazlarımızda düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak Kur’an
okumalıyız. Çünkü Allah öyle diyordu:
“Ağır ağır Kur’an oku!”
Yavaş yavaş, tertil ile, mânâya nüfuz ederek, düşüne
düşüne Kur’an oku. Tedebbürle, tefekkürle oku. Ne denildiğini, ne istendiğini
anlayarak oku. Anlamak üzere, yapmak ve yaşamak üzere oku. Allah’ın dediklerini
hayata hakim kılmak üzere oku. Ben hayatımı düzenlemek için buna muhtacım,
bunsuz yaşayamam, bunsuz hayatıma çeki düzen veremem, ben sadece buna muhtacım,
bundan başkalarına ihtiyacım yok diyerek oku. Yani çaresizlikten kıvranarak,
çareyi bunda bilerek oku. Başka çarem yok, ben bunsuz yol bulamam diyerek oku.
Demek ki
emredilen, gece kıyamı ve Kur’an’ın tertil üzere okunması. Bilerek, mânâsını
anlayarak, tertil üzere okunması, yavaş yavaş okunması. Çünkü bundan sonra da
sana önemli bir söz, önemli bir görev yükleyeceğiz diyecek
Rabbimiz.
İşte bu
âyet-i kerîmeyle buradaki oku emri açıklık kazanıyor. Neymiş mesele? Yani
Alak’la emredilen okuma emrinin mahiyeti ney-miş? Demek ki gece Kur'an ağır
ağır, anlamak ve yaşamak üzere okunacak. Demek ki Alak’taki okuma emri o anda
okuma değil, ya da bir metin gösterilerek o anda okumasını istemek değil, bir
ömür boyu Allah’ın istediği vahyi Allah’ın istediği biçimde okumakmış.
Şimdikiler de böyledir. Şimdiki insanlar da okuyorlar ama Kur’an’ı değil, Allah
vahyini değil, şeytan vahiylerini, televizyon kanallarını okuyorlar ve gecenin
son üçte birinde değil ilk üçte birinde okuyorlar. Aralarındaki fark
budur.
Gece
kıyamı hakkında Ayşe anamız der ki: “Gece bir süre uyuduktan sonra uyanmaktır.”
Sahâbeden bazıları bu konuda değişik kanaatler irad
etmişlerdir.
Kimin
gece hayatı Rabbinden değil de başkalarından bilgilenmeyle geçiyorsa, kimin gece
hayatı Rabbin vahyiyle bilgilenmeyle değil de şeytan vahiylerinden beslenmeyle
geçiyorsa, yahut da uykuyla geçmişse o mutlaka mağlup olacaktır. Çünkü şeytanlar
izinsizdir, izinleri kaldırmış insanları sapıtmaya çalışmaktadırlar. Sürekli
savaş halindedir insanla. Ona karşı dimdik durabilmenin yolu işte budur. Her
gece kalkıp Allah’ın istediği biçimde Allah vahyiyle beraberlik kurmak ve gündüz
de bunun hayata geçirilme kavgasını vermek. Her gece düşmanlarıyla mücâdelesi ve
onlara karşı galip gelebilmesi için Allah’la istişare etmeyen, Allah’tan güç
alışverişinde bulunmayan, güç kaynağıyla irtibata geçemeyen kişi mutlaka
düşmanlarına karşı mağlup olacaktır. Allah her gece şöyle yap! böyle yapma!
diyecek ve adam bunlarla ayakta durabilecektir.
Müzzemmil’deki bu gece kıyamı ve Kur’an’la beraberlik emri Müddessir’de
de gündüz kıyamına dönüşüyor.
“Ey Müddessir olan,
kalk Rabbinin adına insanları uyar! Rabbini büyükle! Allah’ı ilân
et!”
İşte bu da gündüz kıyamı. Müddessir sûresinin bu ilk
âyetleri gelince Rasulullah “Allahu Ekber” diyor. Hatice anamız
da aynısını diyor, Rasulullah çok
seviniyor. Çünkü risâletini gerçekleştirmiş ve ilk desteği bulmuştu
kendisine.
İş daha
da netleşiyordu. Demek ki bunu niye okuyacakmışız? Alak’taki bu oku emrinin
hikmeti neymiş? Allah’tan gelen bu vahyi Allah’ın istediği biçimde Allah adına,
Allah’a götürücü olarak okuyacak, böylece Allah’ın büyüklüğünü anlayıp, bunu
insanlara hatırlatacak, insanlara ulaştıracak, hem kendimizi hem de çevremizi
Müslümanlaştıracağız… Amacımız Allah’ın büyüklüğünü ilân ederek O’na kulluğu
gerçekleştirmek, Allah’ın otoritesini ve hâkimiyetini gerçekleştirmektir. Yani
gece okuduklarımızı gündüz ilân etmek zorundayız.
Okumak,
Allah’ın büyüklüğünü anlamak ve ilân etmek adına olacaktır. Toplumda bu büyüklük
anlayışı gerçekten çok bozuktur. Çocukların nazarında babalar büyük, kadınların
nazarında kocalar, talebenin nazarında hoca, çırakların nazarında ustalar,
tebaaya göre devlet büyük… Nükleer silahlara sahip olanlar, ekonomik güce sahip
olanlar, futbolcular, artistler, şarkıcılar büyük. Falan zâtlar büyük, filanlar
büyük, kısaca herkes büyük. Böyle bir dünyada kimin ne olduğu belli değil. Kimin
küçük, kimin büyük olduğu birbirine karışmış.
İşte buna kesin bir çare bulan âyet der ki, hiç kimse
büyük olamaz. Ancak büyük olan Allah’tır, kulların büyüklenme hakkı yoktur! Tabi
kulların kullara değer verdiği, kulların kulları büyüklediği bir dünyada sadece
Allah’ı büyüklemek, büyüklüğü Allah’a izafe insana izzet ve şeref
kazandıracaktır.
Önemli
olan hayatın tüm kademelerinde Allah’ın büyüklenmesidir. İşte peygamber bunu
yapacaktı ve işte Peygamber yolunun yolcuları da bunu yapacaktır. Allah’ın
büyüklüğü her yerde ilân edilip gösterilecek.
İşte bu
tavır, peygamberi, toplumla karşı karşıya getirdi. “Pislerin hakim olduğu bir
toplumda bu temizlik de nerden çıktı?” İçimizde büyüklerin hakim olduğu bir
ortamda, herkesin büyüklendiği bir toplumda, büyükler ve efendiler saltanatının
yaygınlaştırıldığı bir toplumda bu büyüklük küçüklük anlayışı da nerden çıktı?”
dediler. Zira bugün büyükleyenler biliyorlardı ki yarın kendileri o makama
geçecek ve yarın kendileri de büyükleneceklerdi. Onun için çırak ustasının
büyüklenmesinden memnun. Neden? Çünkü yarın onun eline geçecek o imkân. Yani
yarın o da usta olacak ve aynı imkân onun da eline geçe-cek, o da çıraklar
tarafından büyütülecekti. Çocuk babanın büyütülmesinden razıydı, çünkü yarın
kendisi de baba olacaktı. Memur, âmirin büyütülmesinden rahatsız değildi çünkü
yarın kendisi de o konuma gelecekti.
Evet işte böyle insanların hakları olmadığı halde
birbirlerini bü-yüttükleri, büyüklüğü birbirlerine izafe ettikleri bir ortamda
Allah’ın emriyle peygamber diyecekti ki, Allah büyüktür, başka büyük
yok.
“Nerden
çıktı büyüklük? Nerden çıktı bu fedâkârlık? diyerek toplum birdenbire karşı
tavır aldı. Ne diyorsun sen? Neden bahis ediyorsun sen? Gece şöyle keyfimiz
iyiydi. Saat 12'ye kadar iyi kötü işte birinci, ikinci, üçüncü kanalları
okuyorduk, kuşluk vaktine kadar da uyuyorduk, bazılarını büyük kabul ediyor,
vardır bir hikmeti diyerek onların dediklerine göre hayatımıza bir şekil verip
yaşayıp gidiyorduk. Şimdi nerden çıktı bütün bunlar?” diyerek Peygambere karşı
çıkıverdiler.
Bu karşı
çıkanların başında alçak Ebu Cehil ve benzerleri gelmektedir. Çünkü bu çağrı Ebu
Cehil, Ümeyye bin Halef, Nadir bin Haris gibi toplum karşısında kendilerini
büyütmüş, topluma egemen olmuş kimseleri tedirgin ediyordu. Elbette tedirgin
olanlar sadece bunlar değildi. Kâhinler, sihirbazlar, şairler, edipler,
zenginler, para babaları, siyasiler her biri ayrı ayrı yerlerde, ayrı ayrı
konumlarda ken-dilerini büyütüp, halkı küçültüp sömürü düzenlerini
sürdürüyorlardı. Ama Hz. Adem’den bu yana Allah’ın gönderdiği elçilerin tamamı
insanların Allah katında eşit olduklarını, kimsenin kimseye bir üstünlüğünün
olamayacağını, sadece Allah’ın büyük olduğunu ilân edegel-mişlerdi. İşte bu
Peygamberler halkasının sonunu teşkil eden son Peygamber de kendisine gelen ilk
sûredeki bu okuma hedefinin mah-za Allah’ı büyüklemek ve toplumda büyük
görülenlerin egemenliklerini ve sömürülerini kırmak olduğunu ortaya koyunca
kavga başlamış oluyordu.
İşte
Müddessir ve Müzzemmil sûrelerinin bu ilk âyetlerinin nüzûlünden sonra Alak
sûresinin ikinci bölümündeki âyetler geliyordu. Bu bölümün ilk âyeti bakın
şöyle:
“Hayır hayır, muhakkak
ki insan azgınlık edip tâ-ğutlaşır. Çünkü o kendisini müstağni saymaktadır.”
Kendisini
müstağni görmektedir bu alçak insan da onun için bunu yapmaktadır. Halbuki dönüş
Allah’adır. Bu âyet-i kerime Rasu-lullah efendimizin Kâbe’nin avlusunda namaz
kılmaya başladığı ve Ebu Cehil’in de kendisini bundan menetmeye çalıştığı dönemi
anlatır. Bu âyet sebebiyle Firavunla Ebu Cehil mukayese edilmiş, âyetin
ifâdeleri doğrultusunda da Ebu Cehil’in Firavun’dan daha şedit bir alçak olduğu
ispat edilmiştir. Bunların her ikisi de tâğuttur. Ama Ebu Cehil’in tâğutluğu
Firavununkinden daha şiddetlidir. Bunu belirtmeden önce tâğutun ne demek
olduğunu açıklayalım:
Tâğut, tağa, tuğyan haddi aşmak, sınırı
çiğnemek demektir. Haddi aşan, sınırı çiğneyen her şey
tâğuttur.
Tâğut
kelimesinin şer’î mânâsı ise; Allah ve Resûlü’nün belirlediği ölçülerin dışına
çıkarak, Allah’ın belirlediği kanunların, yasaların dışında kanun koyarak
insanları kendi kanunlarına uymaya zorlayan, insanları kendisine kulluğa
zorlayan ve böylece haddini aşan kişidir.
Allah’a
karşı isyan edip, azgınlaşıp, zorla veya gönül rızasıyla insanların kendisine
ibadet ve itaat etmelerini isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek
müessese ve kurumların hepsi tâğut-tur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah
kanunlarının önüne geçirilen her varlık tâğuttur. Arzu ve istekleri
putlaştırılıp insanların ona boyun bükmeleri istenilen her varlık, Firavun,
Nemrut gibi tâğuttur. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak isteyen, insanları
Allah dinini öğrenmekten meneden, yani din eğitimini yasaklayan her program, her
sistem tâğuttur. Allah’ın insan hayatı için belirlediği kulluk yasalarından
habersiz olarak, Kitap ve Sünnete müracaat etmeyerek kendi hayatını belirlemeye
kalkışan, kendi kendine bir hayat programı belirleyen herkes tâğuttur.
Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan, “Allah
bilirse biz de biliriz! Bizim de bilgimiz var! Bizim de aklımız var! Bizim de
keyfimiz var! Biz de biliriz kılık-kıyafetin nasıl olacağını! Biz de biliriz
eğitimin nasıl olacağını! Biz de biliriz nereden kazanıp nerelerde
harcayacağımızı! Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı, biz de biliriz
nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi!” diyerek Allah karşısında bilgi
iddiasında bulunan her insan tâğuttur. “Sen öyle diyorsan biz de böyle diyoruz!
Sen kılık-kıyafetiniz şöyle olsun diyorsan biz de böyle olacak diyoruz! Sen
mirasınız şöyle olsun diyorsan biz de böyle olmalı diyoruz!” diyerek Allah
karşısında bilgi iddiasında bulunan herkes tâğuttur.
Ya da
Allah karşısında güç iddiasında bulunanlar da tâğuttur. “Allah varsa biz de
varız! Allah’ın gücü varsa bizim de gücümüz var! Allah’ın cehennemi varsa bizim
de kodeslerimiz var! Allah’ın melekleri varsa bizim de silahlılarımız var! Biz
de asar keseriz! Biz istedik mi asarız! Biz istedik mi keseriz! Biz istedik mi
açarız! Biz istedik mi kestiririz!” diyerek Allah karşısında güç ve kuvvet
iddiasında bulunanlar da tâğuttur.
Allah’a
ve Allah’ın emirlerine isyan edip kendi kendine uyup, kendi hevâsını, kendi
düşüncesini ve aklını putlaştırıp kendi kendisini mabûd yapmış kişi de
tâğuttur.
“Kendi hevâ ve hevesini
İlâh edineni görmedin mi?....”
(Câsiye:
23)
Kendi hevâsını, havasını putlaştırıp
arzuları ve keyifleri istikâmetinde bir hayat yaşayarak Allah’ın kitabına ve
Resûlü’nün Sünnetine karşı müstağnî davranan, ihtiyaçsız ve eyvallahsız davranan
kişi de tâğuttur. Parasına, malına, makamına, çevresine, kredisine güvenerek
kendi kendine yeteceğine zanneden, “ben bana yeterim! Benim malım, mülküm,
makamım, koltuğum, çevrem, kredim var. Benim hiç kimseye ve hiçbir şeye
ihtiyacım yoktur! Kitaba da, Sünnete de, dine de, diyânete de ihtiyacım yoktur!
Ben kazanmayı bilirim! Ben kazanacak ve harcanacak yerleri bilirim! Ben hangi
mesleği seçeceğimi bilirim! Ben ev tefrişini bilirim! Çocuklarımı nasıl
eğiteceğimi pekâla bilirim! Ben hayatımı nasıl yaşayacağımı bilirim! Başka
hiçbir şeye ihtiyacım yoktur! Ne Kitaba ne de Sünnete ihtiyacım yoktur” diyerek
ken-disini putlaştıran insan da tâğuttur.
Bakın
burada Rabbimiz Ebu Cehil’in tâğutlaştığını anlatıyor. Nâziât sûresinde de
Firavun’un tâğutlaştığı anlatılıyordu. Oradaki âyet de şöyleydi: Rabbimiz,
elçisi Hz. Mûsâ’yı Firavun’a gönderirken şöyle
buyuruyordu:
“Ey Mûsâ! Firavuna git; doğrusu o
azmıştır.”
(Nâziât 17)
Dikkat
ederseniz bu âyet-i kerimede Firavun’un tâğutluğunu anlatırken Rabbimizin
kullandığı ifâdeyle Alak sûresinin bu âyetinde Ebu Cehilin tâğutluğuyla alâkalı
kullandığı ifâde farklıdır.
Birincisinde sadece “İnne” te’kid edatı kullanılırken,
ikincisinde hem “Kellâ” te’kid edatı, hem “İnne” te’kid edatı, hem de “leyatğa”daki
“Lam” te’kidleri kullanılmıştır. Hem de birincisinde geçmiş zaman
ifâdesi kullanılırken, bu berikisinde ise şimdiki zaman ifâdesi, yani devamlılık
ifâdesi kullanılıyor. Bundan da anlaşılıyor ki, Ebu Cehil, Firavun’dan daha
şedit bir tâğuttu.
Allah
diyor ki, hayır hayır bu gidişat farklı. Bu gidişat bozuktur. İnsan tuğyan
ediyor. Nankör insan azgınlık yapıyor. Bu âciz, bu bir damla kandan meydana
gelmiş insan aczini unutuyor, basitliğini unutuyor, kendisini kimin var
ettiğini, varlığını kime borçlu olduğunu ve elindekileri kendisine kimin
verdiğini unutuyor da müstağnî davranıyor. Kendi kendine yeteceğini zannediyor.
Ben bana yeterim! Benim bilgim bana yeter! Ben kazanmayı bilirim! Ben ev
tefrişini anlarım! Ben oğluma nasıl bir eğitim vereceğimi pekâlâ bilirim! Ben
nasıl bir hayat yaşayacağımı bilirim! Ben nereden kazanıp nerelerde
harcayacağımı, nasıl giyineceğimi, nasıl bir hukuk yapacağımı, neleri yiyip
neleri içeceğimi, nasıl bir siyasal yapılanmadan yana olacağımı bilirim! Benim
aklım var, bilgim var, keyfim var, benim ne Allah’ın Kitabına ne de Peygamberin
uygulamalarına ihtiyacım yoktur! diyen Ebu Cehil ve Kıyâmete kadar onun yolunun
yolcusu kâfirler, acizliklerini, basitliklerini unuturlar da Allah’a karşı,
Allah’ın dinine ve Allah’ın elçisine karşı müstağnî davranırlar, müstekbir
davranırlar. Hep aynı kategoridedir bunlar. Kendi kendilerine yeteceklerini
zannederler. Kendi bilgilerini, kendi anlayışlarını, kendi yasalarını
Allah’ınkinden üstün görürler.
Ben de
bilirim! Biz de biliriz kazanmayı harcamayı! Ben de bilirim kılık-kıyafetin
nasıl olacağını! Benim de zevkim var! Ben de bilirim karımı, kızımı nasıl
giydireceğimi! Ben de bilirim çocuklarımı nerelerde ve nasıl eğiteceğimi! Ben de
bilirim ev tefrişini, soframın tanzimini, soframda nelerin bulunması
gerektiğini! Ben de bilirim nasıl bir hayat yaşamam gerektiğini! Bütün bu
konularda benim ne Allah’ın kitabına, ne de Resûlü’nün Sünnetine zerre kadar
ihtiyacım yoktur! diyerek kendilerini müstağni gören, kendilerini putlaştıran,
Allah’a, Allah’ın Kitabına ve Resûlü’nün Sünnetine müracaat etmeden bir hayat
yaşayan insanların tümü tâğuttur ve Kıyâmete kadar bunların hepsi aynı
kategoridedir.
Allah
diyor ki, siz bilirsiniz. İsterseniz öyle yaşayın. İsterseniz Allah’ı hesaba
katmadan bir ömür tüketin. Ama şunu unutmayın ki:
“Halbuki
dönüş Rabbinedir.”
Bu gidiş
Rabbinedir. Her gidiş Allah’a doğrudur. Adım atarken, yürürken, dururken,
yerken, içerken, konuşurken, evlenirken, boşanırken, otururken, kalkarken,
bilesiniz ki hep Rabbinize doğru hareket etmektesiniz. Yaşadığınız her bir
saniye, alıp verdiğiniz her bir nefes sizi Rabbinize doğru götürüyor, Rabbinizin
huzuruna gidiyorsunuz. Her şey sizi ona yaklaştırıyor. Hep mezara doğru
yaklaşıyorsunuz. Bir gün gelecek bu dünya da, bu hayat da bitecek, O’nun
huzurunda toplanacak ve yaşadığınız bu hayatın hesabını O’na ödeyeceksiniz.
O’nun huzurunda yapıp ettiklerinizden hesaba çekileceksiniz. Hal böyleyken
şimdi:
“Sen, namaz kılan kulu bundan menedeni gördün
mü?”
Sen şu namaz
kılan bir kulu bundan engellemeye çalışanı, namaza engel koyanı, namazdan nehy
edeni gördün mü? Bir baksana şu Allah kulunun namazına engel olmaya çalışıp,
onunla namaz arasına barikatlar koymaya sa’y edene. Bu âyetler de Ebu Cehil ve
onun gibi kıyâmete kadar namaz kılanı engellemeye soyunan, dini yalanlayıp ondan
yüz çeviren tâğutları anlatır.
“Söyle bakalım, ya o
kul doğru yolda giden veya Allah’a karşı gelmekten sakınmayı buyuran bir kimse
ise.”
Söyle bakalım,
o kul ya doğru yolda giden, Allah’ın hidâyetine tâbi olan, hayatını Allah’tan
gelen vahiyle düzenleyen veya Allah'a karşı gelmekten sakınmayı buyuran bir
kimse ise. Yani o kul Allah’ın koruması altına giren, Allah’la yol bulan,
hayatını Allah’a sorarak yaşayan birisiyse. Takvayı yaşayan, takvayı emreden
birisiyse. Böyle hayatını Allah adına yaşayan, Allah’ın istediği şekilde yaşayan
bir kulu namazdan engellemeye çalışanı gördün mü?
“Gördün mü bu adam
yalanlayıp yüz çeviren bir kimse ise.”
Allah’ı,
Allah’ın dinini, Allah’ın hayat programını, Allah’tan gelen âyetleri yalanlayan,
yalan sayan, yok farz eden ve de O’ndan yüz çeviren, O’nunla ilgilenmeyen,
O’ndan habersiz bir hayat yaşayan kişiyi görmedin mi? Kendisini, kendi
bilgisini, kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıp o istikâmette kendisine bir
hayat programı çizerek burnunun doğrusuna gideni.
“Onu namaz kılmaktan
meneden, bunu yaparken Allah’ın her şeyi görmekte olduğunu bilmez mi?”
Allah kulunu
namazdan engelleyen bu ahmak bilmiyor mu
ki, Allah her şeyi görmekte ve bilmektedir.
Ey
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, şu namaz kılanı nehy edene, şu
namazla bedensel bir kulluk icra eden kişiye engeller koymaya çalışarak onu
namazdan, Allah’a kulluktan alıkoymaya çalışan şu alçağa bir baksana! Bir
baksanıza. Görmüyor musunuz bu namaz düşmanını? Tanımıyor musunuz onu?
Anlayamadınız mı onları? Ne dersin bu konuda? Ne düşünüyorsunuz bu hususta? Ya o
hidâyette ise! Ya o kişi gerçekten îmanının gereği olarak kılıyorsa bu namazı!
Ne biliyorsunuz, ya gerçekten Allah için yaşıyorsa bu adam hayatını? Be alçak
Ebu Cehil! Be alçak Ebu Cehil yolunun yolcuları! Be alçak tâğut ve benzerleri!
Sen bunu engelliyorsun, sizler bunu engelliyorsunuz ama hiç düşünmüyor musunuz?
O takvayı emretmiyor mu? O takvayı yaşamıyor mu? O, îmanından dolayı namaz
kılmıyor mu? O, imanının gereği olarak örtünmüyor mu? Nasıl engelliyorsunuz onu?
Namaz kılan, Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışan,
Allah’a kulluğunun gereğini yerine getirmek üzere başını örten, takva gereği bir
kılık-kıyafete bürünen Müslümanı, yok efendim bu takva gereği örtünmüyor,
Müslümanlık gereği örtünmüyor. Siyasal bir düşünceyle örtünüyor, siyasal bir
simge olarak örtünüyor diye mahkum etmeye ne hakkınız var? Nereden biliyorsunuz
onun takva gereği, Allah’a kulluk gereği olarak bunları yapmadığını? Haydi öyle
kolaysa siz de örtünsenize. İnanmayan birisinin bunları yapması mümkün mü? Bunu
bilmiyor musunuz?
Burada
namazı engelleyenler anlatılıyor. Namazı engelleyenlerin Ebu Cehil olduğu, tâğut
olduğu anlatılıyor. Bilelim ki namazı engelleyen herkes ve her şey tâğuttur.
Takvayı engelleyen, Allah kullarının Allah’ın istediği gibi bir hayat
yaşamalarını engelleyen, Allah kullarını Allah’ın Kitabında istediği bir hayatı
yaşamaktan engelleyen, Allah’ın yasalarını uygulamak isteyen, Allah’ın istediği
gibi giyinmek, Allah’ın istediği gibi okumak isteyen kimselere yasaklar koyan herkes
tâğuttur.
Peki kim
engeller namazı? Ne engeller namazı? Bakıyoruz bugün Allah kullarının
namazlarını neler engelliyor? Kimler engelliyor?
Müslümanların namazını çek, senet, borç derdi engelliyor. Dükkan, tezgâh
engelliyor. Çok kazanma derdi, müşteri engelliyor, diploma, doktora derdi,
meslek, oyun, televizyon, müdür, amir, patron, baba, ana, arkadaş engelliyor.
Bilelim ki bunların hepsi tâğuttur. Namazı engelleyen herkes ve her şey
tâğuttur. Kimileri Ebu Cehil gibi bizzat kendi elleriyle engeller. Kimileri iş
programını, ders programını namaz vaktine denk getirerek engeller. Kimileri
kendilerine kulluğu Allah’a kulluğa denk tutarak, vazife kutsaldır, vazifeniz
için vazife anında namazı terk etseniz de fark etmez diyerek kendilerine hizmet
adına engeller.
Herhangi
bir programın namaz vaktine yönelmesi, namaz vaktine denk getirilerek namazın
engellenmesi de tâğutluktur. Namaz vaktine denk getirilen ve Müslümanların
namazlarını engelleyen her program tâğuttur. Öyle değil mi? Tâğutlar tarafından
kimi programlar hep namaz vaktine denk getirilir değil mi? Yemek vakti hep o
zamana denk getirilir. Eğitim, namaz vaktine denk getirilir. Aslında namaz,
hayatın yapı taşlarıdır. Hayatı Allah namazla doldurmuş. Yani hayatı na-mazla
belirlemiş Allah. Namazla belirlenen hayat içinde uykuya zaman ayırın, yemeğe
zaman ayırın, okumaya, yazmaya zaman ayırın, şuna şuna zaman ayırın demiş tamam.
Ama bunlar namaza göre ayarlanacak. Yani önce namaz, sonra namazdan arta kalan
zamanda da bunlar yapılacak. Çünkü bunlar hayatın vazgeçilmez
unsurlarıdır.
Biz
hayatta yaşamak zorunda olduğumuz bu işlerin aralarını namazla dolduracağız,
namazdan aldığımız mesajla dolduracağız. Ama biz şu anda öyle yapmıyoruz da
hayatımızın vazgeçilmez birimleri var, onları yaşarken namazı araya
sıkıştırıveriyoruz. Yani aslında bizim hayatta namaza yer yok. Ama biz yine de
onu bir yerlere takıveriyoruz. Tam namaz vaktinde başka programlar devreye
giriyor.
Başka
neler engeller namazı? Tefrikalar, dedikodular engeller. Gıybetler, oyunlar,
eğlenceler engeller. Veya meselâ öyle bir program çiziliyor ki, öyle bir eğitim
sistemi uygulanıyor ki, baştan sona namaza karşı. Bu eğitim sisteminden geçen
çocuklar namazın adını bile duymuyorlar. Onlara namaz eğitimi vermek, onlara
namazı anlatmak şöyle dursun, namazın kokusunu bile hissettirmezler. Namaz
kılanlar alaya alınır, engellenir, ama sonra da biz namazı serbest bıraktık, onu
engelleyen mi var? derler. Hem namaz eğitimi vermiyorlar, hem de arkasından
isterseniz kılın, sizi bundan engelleyen mi var? Diyor-lar. Biz namaz kılana
karışmıyoruz diyorlar. Eh nasıl kılsın bu çocuk namazı? Niye kılsın? Hem namazı
tanıtmayacaksınız, namaz eğitimi vermeyeceksiniz ona, hem de arkasından onun
namaz kılmasını bekleyeceksiniz olacak şey midir bu?
Meselâ
sen evde çocuklarının namazına engel oluyor ve sabah namazına kaldırmıyorsan
veya onlara namazı öğretmeyerek, namaz eğitimi vermeyerek engelliyorsan, bu
durumda hiç kılamaz o çocuk namazı. İşte namazdan söz etmeyen, namaz eğitimi
vermeyen bir ders programı da, çocuklarını namaz konusunda bilgilendirmeyen
ebeveyn de bilelim ki bu âyet-i kerimeye göre tâğuttur. Allah diyor
ki:
“Ama bundan
vazgeçmezse, andolsun ki, onu perçeminden, yalancı ve günahkar perçeminden
cehenneme sürükleriz. O zaman, kafadarlarını çağırsın, Biz de zebanileri
çağıracağız. Ey doğru yolda olan! Sakın ona uyma; sen secde et, Rabbine yaklaş.”
Böyle yapanlar,
böyle yaşayanlar, bu şekilde namaza engel olanlar, namaz kılanları, Allah’a kul
olmaya çalışanları engellemeye çalışanlar eğer buna bir son vermezlerse, eğer bu
tavırlarından vazgeçip Allah’la savaşa bir son vermezlerse, mü’minlerin
namazlarını engellemeye devam ederlerse, bu Ebu Cehiller, bu çağdaş tâğutlar
Müslümanları takvayı ve namazı icradan alıkoyma işini sürdürecek olurlarsa
andolsun ki biz onu ve onun gibileri alınlarından tutup sürükleyeceğiz. O
yalancı, o günahkar perçemlerinden tutup yerden yere vuracak ve rezil rüsva edeceğiz onları. Onlar o zaman tüm güçlerini,
tüm dostlarını, tüm avenelerini, tüm bakanlarını, dekanlarını, tüm askerlerini
çağırsalar da biz yapacağımızı yaparız. Onlar yandaşlarını çağırsınlar, biz de
Zebanilerimizi çağırırız.
Zebani Ez-zeben’den
alınmıştır. İtmek ve atmak manasındadır. O Zebaniler ki, kafirleri cehenneme
sürükleyip atarlar. Bir şeyi şiddetle alıp tutarak atmaktır. Bir rivâyete göre
vurmaktır deniliyor. Yani yüzünü avuç ayasıyla vurup tokatlamak mânasına. Son
derece iri, sert ve şiddetli meleklerdir. Araplar zorbası, şiddeti çok olana bu
zebani ismini verirler. İtmek-kakmak manasında olan (ez-Zeben)’den
alınmıştır.
Haydi Ebu Cehil
meclisindekileri, kavminden ve aşiretinden olan yardımcılarını çağırsın. Biz de
zebanileri çağırırız.
Ey peygamberim
ve ey Peygamber yolunun yolcuları! Sakın ha sen böylelerine itaat etme! Sakın ha
bunlara uymayın! Bunlara itaat etmeyin! Bunları dinlemeyin! Bunların emirlerine
itaat edip yasalarını uygulamayın! Zaten namazı engelleyene asla itaat edilmez.
Namazı engelleyene itaat, bu âyet gereği haramdır.
Bu sûre ile
alâkalıda bu kadar söz yeter. Rabbim gereği gibi iman edip amel işleyen
kullarından eylesin. Ve âhiru da’vana enil hamdü lillahi
Rabbi’lâlemîn.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder