Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 
110., Nüzûl sıralamasına göre 114., Mufassal sûreler kısmının on beşinci 
grubunun sekizinci sûresi olan Nasr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin 
sayısı 3’tür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın 
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız 
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun 
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her 
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve 
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-3. “Ey 
Muhammed! Allah’ın yardımı ve sefer günü gelip, insanların Allah’ın dinine akın 
akın geldiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O’ndan bağışlama dile, 
çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir.”
         Nasr 
sûresi, İbni Abbas efendimizin beyanına göre Kur’an’ın en son nazil olan 
sûresidir. Bu sûreden sonra tam olarak müstakil bir sûre inmemiştir. Yani bu 
sûrenin nüzulünden sonra elbette bir kısım âyetler gelmiştir ama bu âyetlerin 
hangi âyetler olduğu konusunda ihtilaflar vardır. Buharî ve Müslim’in Bera bin 
Azib’ten rivâyetine göre kitabımızın en son inen âyeti Nisâ sûresinin son 
âyetidir. Ama İbni Ab-bas’ın beyanına göre de, Kur’an’da en son inen âyet 
Bakara’da fâizin haramlığını konu edinen âyettir. Bundan başka Bakara sûresinin 
81. âyeti, Tevbe sûresinin 128-129. âyetleri olduğunu söyleyenler de vardır. 
         İbni 
Abbas efendimizin beyanına göre Nasr sûresi Kur’an-ı Kerîm’de sûre olarak inen 
en son sûredir. Rasulullah efendimizin Mekke’de misa fir olarak bulunduğu bir esnada, Haccetü’l Veda’da 
indiyse de yine de sûre Medenidir. Bu konudaki rivâyetlere bakılırsa sûrenin 
nüzulünden takriben üç ay sonra Rasulullah efendimiz vefat etmiştir. 
         İbni Ömer 
efendimizin rivâyetine göre sûre Mekke’de teşrik günlerinin ortasında nâzil 
olmuştur. Bu sûreyle, sûrenin muhtevasıyla kendisinin Rabbi tarafından huzura 
çağrıldığını anlayan Allah’ın Resûlü, yürümesi için devesine emretmiş, devesini 
mahmuzlamış, sonra da devesinin üzerinde ashabına o meşhur hutbesini, veda 
hutbesini îrad buyurmuştur. 
         İbni 
Abbas efendimizden intikal eden rivâyete göre kendisine bu sûre geldikten sonra 
Allah’ın Resûlü: 
“Bu sûre benim 
vefatımı haber vermektedir, benim vaktim gelmiştir” 
 buyurmuştur. 
Bunu duyan Hz. Fatıma annemiz bu haberin üzüntüsüyle ağlamaya başlar. Sonra 
Allah’ın Resûlü sevgili kızını teselli etmek için: “Kızım üzülme benim ailemden 
bana ilk kavuşacak olan sensin” buyurur ve Hz. Fatıma annemiz de 
güler.
         İşte bu 
rivâyetlere göre Rasulullah’ın vefatının imasını taşıdığı içindir ki bu sûreye 
“Tevdi” sûresi denmiştir. Allah’ın Resûlü bu sûrenin nüzulünden sonra kıldığı 
her namazının her rekatında:
“Sübhaneke 
Rabbena vebihamdikellahümmağfirli” 
derdi. 
“Allah’ım seni 
hamdinle tesbih ederim. Allah’ım beni mağfiret edip bağışla” 
diye Allah’a dua ediyordu. Çünkü bu son sûresinde 
Rabbimiz ondan böyle yapmasını istiyordu. 
         Sahâbeden 
bazıları Rasulullah efendimize gelen bu sûrenin âyetlerinin ifadesinden 
sevgililerinin gidici olduğunu anlamışlardı. Pişdarlarının Rabbine yürüme 
vaktinin geldiğini, güneşin gurubunun yaklaştığını anlamışlardı. Zira bu sûrede 
teşvik edilen ibadetin, tesbihin ve hamdin çoğaltılması sevgilinin ecelinin 
yaklaşmasının habercisiydi. Çünkü Rasulullah’a gelen emir böyleydi. 
Demek ki ecelin yaklaşmasıyla bunlar çoğalmalıdır. Hamd 
artırılmalı, tesbih artırılmalı, Allah’a kulluk ve ibadet artırılmalıdır. Çünkü 
yeryüzünde Allah’ın en çok sevdiği, yeryüzünün en şerefli insanı bile olsa, 
hayatının son günlerinde Allah tarafından kendisine emredilen buydu. Rahmân’ın 
lütfettiği sonsuz nimetlerine karşı teşekkürle, ibadetle karşılık vermeydi bu. 
Allah’ın Resûlü Rabbini hamd ile tesbih etmeliydi. Rabbine istiğfarda 
bulunmalıydı. Zira Rabbimiz ona sonsuz lütuflarda bulunmuştu. 
Tek kişi olarak çıkmıştı Mekke’de. Allah’ın Resûlü 
Mekke’de tek başına ortaya çıkmış ve çevresini Allah’a kulluğa dâvet etmişti. 
Yapayalnızdı. Kimsesi yoktu, yardımcısı, desteği yoktu. Bu yalnız ve sahipsiz 
döneminde hanımı Hatice’ye sorar Allah’ın Resûlü:
“Şimdi bu 
durumda kim inanır bana ey Hatice?” 
Şu yalnızlığı bir tasavvur edin... Tebliğ için keşke 
ömrümüzde bir kerecik biz de duyabilseydik bu kaygıyı! “Kim inanır şimdi bana ey 
Hatice?” Dünya o kadar geniş ki! İnsan o kadar çok ki! İlişkiler o kadar girift 
ki! Kurulu düzen İslâm’dan o kadar uzak ki! Allah’ın Resûlü nereden başlasın bu 
işe? 
         “Kimse bana inanmazken o inandı!” 
derken Hatice anamızı ne kadar sevdiğini anlıyoruz 
Resûlü Ekrem’in. Taştan adam ararken bir Ebu Bekir’in, bir Ali’nin, bir Bilâl’ın 
kim bilir onu ne kadar sevindirdiğini anlamaya çalışıyoruz. Kavminin vurdum 
duymaz kesildiği, akrabalarının sağır bir duvar kesildiği gün-lerde Süheybi 
Rumi’nin onu ne kadar mutlu ettiğini anlamaya çalışı-yoruz. Çünkü o günlerde 
müslüman olmak gerçekten çok zor ve teh-likeliydi. Ben müslüman oldum demek 
âdeta işkenceye adaylığını koymak gibiydi. Tek başına dünyayı omuzlamak isteyen 
bir Allah nebisine o günlerde omuz vermek cidden büyük cesaret 
işiydi.
         Bakıyoruz 
o sıkıntılı günlerinde Allah’ın Resûlü kendi evinde, Safa tepesinde, Ukaz’da, 
Kâbe’nin içinde, İbni Erkam’ın evinde, pazarda, panayırda, deve güreşlerinin 
yapıldığı yerlerde, şiir müsabakalarının yapıldığı meydanlarda, taşradan gelen 
kervanların arasında, insanların toplandığı çadırların içinde. Eşine anlatıyor, 
akrabalarına anlatıyor, ticaret için gelenlere anlatıyor, Mekkeli müşriklere 
anlatıyor, anlatıyor. Kavmi, kabilesi kendisine hüsnü kabul göstermeyince 
taşradan gelenlere: “İçinizde beni koruyacak, bana sahip çıkacak, benim 
getirdiğim mesajı insanlara anlatmama imkân hazırlayacak kimse yok mu?” diye 
taştan adam arıyordu. 
Ama hayatının sonlarına yaklaştığı günlerde bakıyoruz ki 
Allah ona sayılamayacak kadar lütuflarda bulunmuştu. Bu sûrede Rabbi-mizin 
anlattığı gibi Allah ona yardım etmişti, nusretini onunla beraber kılmış, ona 
zafer üstüne zaferler ve fetihler lütfetmişti. Hem Mekke’nin fethi hem 
gönüllerin fethi, bölük bölük, grup grup insanların gönüllerindeki küfür ve şirk 
buzları erimiş insanlar Allah’ın dinine dehalet etmişlerdi. Tek kişi çıkmıştı 
ama şimdi etrafında dâvâsı için seve seve başını verecek nesiller oluşmuştu. 
Bu sûrenin gelişinden hemen sonra ashabına okuduğu 
tarihi veda hutbesinde karşısında yüz bini aşkın insan vardı. Artık yalnız, 
korumasız ve ıstıraplı günler bitmişti. Artık işkenceler geride kalmıştı. Artık 
imanlarından ötürü insanların kızgın kumlar üzerinde dağlanmaları geride 
kalmıştı. Artık Şi’b-i Ebi Talib’de açlık, susuzluk ve gözyaşlarının hakim 
olduğu ekonomik boykot anlaşmaları geride kalmıştı. İşte bütün bunları kendisine 
lütfeden Rabbine karşı hamd ile tesbih ve istiğfar etmesi gerekiyordu.
         
Rasulullah efendimizin sayılamayacak kadar lütuflara ve nimetlere 
ulaştırıldığı ve Mekke’de, Suudi Arabistan yarımadasında artık onun dâvâsının 
önüne çıkabilecek hiçbir engelin kalmadığı, fevç fevç insanların onun dâvetine 
dehalet ettikleri bir dönemde gelen bu sûre artık Rasulullah efendimizin 
misyonunun tamamlandığını ve artık irtihalinin yaklaştığını anlatıyordu. 
         Hz Ömer 
efendimiz sahâbenin büyükleriyle zaman zaman toplantılar düzenlerdi. Sahâbenin 
ulularıyla ilim meclisleri oluşturuyordu. Bu meclislere çocukların girmemesine 
rağmen çocuk yaşta olan Abdullah İbni Abbas efendimizi de alırdı. Sahâbe bunu 
yadırgadılar da Hz. Ömer onlara bu çocuğun dinde anlayışını, derin ilmini 
göstermek üzere etrafındakilere sorar: “Söyleyin bana Nasr sûresinden ne 
anlı-yorsunuz?” Onlar da, “işte Allah’ın yardımı, nusret gelecek, fetih olacak, 
insanlar fevç fevç dine girecek. Biz bu sûreden bunları anlıyoruz” derler. 
Onların bu cevaplarını aldıktan sonra Hz. Ömer efendimiz İbni Abbas’a döner ve 
ona sorar: “Ey İbni Abbas, sen ne anlıyorsun bu sûreden?” O der ki: “Vallahi ben 
bu sûreden Rasulullah’ın vefat haberini anlıyorum. Rabbimiz bu sûresinde artık 
onun misyonunun tamamlandığını ve Dâr-ı Bekâya yürümesinin yakın olduğunu 
anlatıyor” der. Bunun üzerine Hz. Ömer: “İşte ben bunun için bu çocuğu sizin 
meclislerinize çağırıyorum. Vallahi bu sûreden ben de onun anladığını anlıyorum” 
der.
         1. 
“Ey peygamberim! Allah’ın yardımı ve fetih geldiği 
zaman.”
         Allah’ın 
nusreti, Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman. Buradaki Nasr kelimesi 
düşmanlarına karşı Allah’ın yardımı, teyidat-ı İlâ-hiyesi, feth kelimesi de 
Rabbimizin bu yardımının neticesi olarak ülkelerin ve gönüllerin İslâm’a 
açılması anlamınadır.
         Veya 
buradaki Allah’ın yardımı, nusratı Rasulullah efendimizin dâvetinin önünü 
kesmeye çalışan düşmanlarına karşı Rabbimizin ona yardımı, İslâm düşmanlarına 
karşı onu galip getirmesi, fetihten maksat da Mekke’nin fethidir. Veya kıyamete 
kadar her bir dönem mü’-minlerine düşmanlarına karşı lütfedeceği yardım ve bu 
yardım sonucu peyderpey küfür ve şirk ülkelerinin 
fethidir.
         İfadesi 
geçmiş zamanla ilgilidir. Allah’ın yardımı geldiği zaman. Düşmanlarına karşı 
Rabbinin yardımı, ama bu yardım zafer getiren, galibiyet getiren bir yardımdır. 
Burada Rasulullah Araplara ve tüm Ku-reyş’e karşı bir zafer kazanmış oluyor ve 
bu zafer âyetin ifadesiyle kıyamete kadar da devam edecektir. 
Razi diyor ki, “buradaki yardım, istenene ulaşmaya, 
hayra ulaşmaya yardımdır.” Hani kardeşimiz zalim de olsa mazlum da olsa yardım 
edecektik ya. Zulmeden, zulmetmek isteyen zalime nasıl yardım edeceğiz? Elbette 
zulmetmek isteyen zalimin zulmüne yardımcı olmayacağız. Ona böyle yardım 
etmeyeceğiz de onun zulmüne engel olarak, ellerini bağlayarak yardım edeceğiz. 
Peki mazluma nasıl yardım edeceğiz? Mazlum ne istiyor? O da elbette zalimin 
zulmünden kurtulmak istiyor. O halde onu da ondan kurtarmak şekliyle  bir yardımda 
bulunacağız.
         Allah’ın 
yardımı ve zafer, fetih geldiği zaman. Buradaki Allah’ın yardımını ve fethi bir 
de şöyle anlıyoruz: Nusret, Allah’ın lütuf ve yardımıyla dinin kemale 
erdirilmesi, Mâide’nin anlattığı gibi dinin 
tamamlanmasıdır:
         “Bugün, size dininizi bütünledim, 
üzerinize olan ni-metimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet’i 
beğendim.”
         (Mâide 3)
         Tevbe sûresinin ortaya koyduğu gibi 
Allah dininin tüm beşerî dinlere, Allah sisteminin tüm beşerî sistemlere galip 
getirilmesi
         “Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini 
bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini doğru yol ve hak dinle gönderen 
Allah’tır.”
         (Tevbe 33)
         Allah’ın yardımı bunlardır; fetih de, 
dünyaya ait istek ve arzuların gerçekleşmesidir. Veya nusret, kişinin dünyadaki 
arzularına ulaşması, fetih de kişinin gâyesi olan cenneti kazanması, cennetin 
kapılarının kendisine açılmasıdır.
         Ama en 
uygun gelen, buradaki yardımın düşmanlarına karşı Rabbimizin peygamberini galip 
getirmesi, fetih te bu yardımın tabii neticesi olan Mekke’nin fethidir. Çünkü 
bundan sonraki âyet-i kerîmesinde Rabbimiz bu yardım ve fethin sonucunu 
anlatırken de Mekke’nin fethinin arkasından gerçekleşen fevç fevç, dalga dalga 
insanların Allah dinine dehaletlerini haber vermektedir.
         2. “Ve insanların Allah’ın dinine akın 
akın girdiklerini görünce”
         Bidâyette 
olduğu gibi öyle birer birer, ikişer ikişer değil, dalgalar halinde, gruplar 
halinde, toplumlar şehirler, ülkeler ve milletler halinde fevç fevç Allah’ın 
dinine girdiklerini gördüğün zaman.
         Hicretin 
9. yılı Mekke’nin fethinin gerçekleşmesiyle Suudi Arabistan yarımadasındaki tüm 
toplumların kabileler halinde İslâm’a girdiklerini görüyoruz. Onun içindir ki 
insanların kabileler halinde, heyetler halinde Rasulullah’a gelerek müslüman 
olma taleplerinin gerçekleştiği o seneye "Senetü’l Vüfûd" denmiştir. Pek çok 
elçiler gelmiş, daha önceki gizli gizli ve tek tek müslüman oluşlar artık yerini 
gruplar halinde müslüman oluşa terk etmişti. İbni Abdilberr der ki, 
“Rasu-lullah’ın vefatıyla Arabistan’da bir tek kâfir kalmamış hepsi İslâm’a 
girmiştir.” Tabii müslüman olanlar, gönülleriyle Allah’ın dinine girenler 
girmiş, buna razı olmayanlar da kerhen Allah’ın otoritesini, Müslümanların 
varlığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Kendi arzularıyla bu dine girmeyen 
ehl-i kitaptan da cizye alınıyordu. Din yine Allah’ın oluyordu 
böylece.
         Mekke’nin 
fethinden sonra bu iş gerçekleşiyordu. Allah’ın yardımı gelip te Mekke’nin 
fethine kadar Arap kabileler hep beklemeyi tercih etmişlerdi. Gerçi Ebrehe’nin 
saldırısına karşı Rabbimizin Kâbe’sini nasıl koruduğunu görmüşlerdi, ama yine de 
kabileler beklemede kalmışlardı. “Acele etmeyip hele biraz bekleyelim. Eğer 
Muhammed (a.s) gerçekten Allah’ın hak elçisiyse elbette Rabbi ona yardım edecek 
ve Kureyş’e karşı onu galip getirecektir. Bu iş tebeyyün ettikten sonra gidip 
ona iman ederiz” diye âdeta kabileler Mekke’nin fethini ve Allah’ın nusretinin 
gerçekleşmesini bekliyorlardı. İşte bu fetih gerçekleşir gerçekleşmez tüm civar 
kabilelerin fevç fevç Allah’ın dinine dehaletleri 
gerçekleşiyordu.
         Fevç 
fevç, dalga dalga topluluklar halinde Allah’ın dinine giriyorlar. Peki acaba din 
nedir ve Allah’ın dinine girmek ne demektir? Din, hayat programıdır, yaşam 
biçimidir. Din bir toplumun uymak zorunda olduğu kanunlar manzumesidir. Bu 
mânâda komünizm de bir dindir, kapitalizm de bir dindir, sosyalizm ve demokrasi 
de bir dindir. Bunlar insanların ortaya attıkları bâtıl dinlerdir ve 
sistemlerdir. Kâfirun sûresindeki:
“De ki Ey 
kâfirler! Sizin dininiz sizin benim ki de benim olsun!” 
Âyeti bunu anlatır. Bakın önce ey kâfirler dedi Rabbimiz 
sonra da sizin dininiz sizin olsun dedi. Peki kâfirin dini mi olur ki böyle dedi 
Rabbimiz? Elbette dinsiz, yani kanunsuz, yolsuz sistemsiz bir toplum düşünmek 
mümkün değildir. Öyleyse sizin kanunlarınız, sizin sisteminiz, sizin hayat 
programınız sizin olsun benimki de benim olsun demektir bunun mânâsı. Yine Yusuf 
sûresinde:
 “Kralın dinine göre kardeşini alıkoyması 
Yusuf’a yakışmazdı.” 
Âyet-i kerîmesinde anlatılan kralın dininden maksat da 
kralın sistemi ve o toplumda yürürlükte bulunan kralın ceza kanunlarıdır. 
Öyleyse Allah kanunlarını, Allah yasasını, Allah’ın ceza kanunlarını uygulayan 
toplum Allah’ın dinindedir, başkalarının kanunlarını, başkalarının ceza 
yasalarını uygulayan toplum da kanunlarını uyguladığı kimselerin dininde ve 
onların kulu olmuştur.
         Zümer 
sûresindeki:
“Dikkat edin 
halis din, katışıksız din Allah’ın dinidir.”
âyeti de bunu anlatır. Başkalarının dini de vardır ama 
onlarınki katışıklı bir dindir. Yani hayatın bazı bölümlerine Allah karışır ama 
öteki bölümlerine de başkalarının kanunları karışır. 
“Allah katında 
gerçek din Allah’ın dinidir.” 
âyetinde de ifade edildiği gibi hayatın tümüne karışan 
din Allah’ın dinidir. 
         Eğer 
insanlar hayatlarının tümünde Allah’ın dinine girmezler, Allah’ın gönderdiği 
Kitabı ve elçisinin sünnetiyle ortaya koyduğu dinden, hayat programından 
haberdar olmazlar, dünya hayatı kendilerini aldatıp meşgul ettiği için 
dinlerinin gerçek kaynaklarıyla tanışamadıkları için, Kur’an ve sünnetten 
habersiz kaldıkları için kendilerine lehv ve laibi din kabul ederler, oyun ve 
eğlenceyi din zannederler, yahut insanların ortaya attığı attıkları beşerî 
sistemleri din, yani hayat programı kabul ederlerse, bu insanlar Allah’ın dinine 
girmemişler demektir. Veya eğer insanlar kendi indi mütalaalarını, hocadan, 
hacıdan, anadan, babadan duyduklarını, radyodan, televizyondan duyduklarını, 
takvim yaprağından okuduklarını, toplumdan ve piyasadan devşirdiklerini 
kendilerine din kabul ediyorlar ve bununla amel etmeye çalışıyorlarsa, bilsinler 
ki onlar Allah’ın dinini değil, lehviyyatı ve lağviyyatı kendilerine din kabul 
etmişler demektir. 
Çünkü din, kişinin hayat programının tümüdür. Din, 
kişinin kendisiyle, Rabbiyle ve insanlarla münasebetlerinin tümünü düzenleyen 
kanunlar ve kurallar mecmuasıdır. İşte kişi tüm bunları düzenlemek için neye ve 
kime müracaat ediyorsa onun dininde demektir. İşte böyle dünya kendilerini 
aldatıp köleleştirdiği için dünya peşinde koşarken dinlerinin temel kaynakları 
olan Kitap ve sünnetle tanışma imkânı bulamayan, dinleriyle yakından tanışma 
zahmetinde bulunmayan ve böylece oradan buradan devşirdiklerini kendilerine din 
kabul eden ve böylece oyunu ve oyuncağı din zanneden kimseler de aslında dine 
inandıklarını iddia etmiş olsalar da, Allah’ın dinine 
girmemişlerdir.
         Ama 
dikkat ediyorsanız burada âyet-i kerîmede “Dehalu” değil de 
“Yedhulune” ifadesi kullanılmıştır. Yani mazi sığası yerine muzari 
sıgası kullanılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, sadece o gün bu dine dehalet 
edenlerle iş bitmeyecek, aksine kıyamete kadar peyderpey insanların Allah dinine 
girişleri devam edecektir. Yine:
         “İnsanları görürsün ki Allah’ın dinine 
giriyorlar” ifadesinden anlaşılıyor ki, bu dine girecek olanlar sadece Araplar 
değil tüm insanlıktır. Bu dine insanlar girecektir insan olmayanlar değil. 
Öyleyse bu dine girmeyenlere, yaratıcılarının hayat programını kabul etmeyenlere 
insan denmeyecektir. Bu dünyada kendilerini yaratan, Allah’ın kendilerine 
lütfettiği insani değerlerini kullanamayarak, aklî değerlerini kullanamayarak 
gönülleriyle Allah’ın dinine teslim olmayanlar yarın zorunlu olarak Rablerinin 
huzuruna döndürülecekler ve zorunlu olarak Allah’ın yasalarına teslim olmak 
zorunda kalacaklardır. Tıpkı şu anda zaten zorunlu olarak Allah’ın fıtrî 
yasalarına teslim olmak zorunda kaldıkları gibi.
         Fıtraten 
zaten her insan ister mü’min olsun, ister kâfir, fark et-mez herkes Allah’ın 
yasalarına boyun bükmektedir. Herkes istisnasız Allah’ın fıtrat kanunlarına 
teslimdir. Allah’ın yarattığı bu insan, yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta, 
uyumakta, yorulmakta, üşümekte ve ölmektedir. Yani insan fıtraten Allah’ın 
koyduğu yaratılış yasalarının dışına çıkamamaktadır. İşte insan, fıtrî hayatında 
böylece Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi, günlük hayatında da Allah’ın 
yasalarına boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî hayatında Allah’ın yasalarına 
boyun büken bu insan, günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, 
hayatının birinde Rabbinin İlâhi yasalarına, ötekisinde de beşer yasalarına 
teslim olursa, yani iki Rabbi, iki İlâhı olursa, onun fıtrî hayatıyla günlük 
hayatı çatışma içine girerse, o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir. 
Çatışan bu iki hayat arasında mahvolup gidecektir.
         Bu 
âyetlerin ortaya koyduğu yardım ve fetih öncesi, Mekke müşrikleri Allah’ın 
varlığını kabul ediyorlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Allah’ı kabul 
ediyorlardı. Göklerin ve yerin hakimi olarak varlığını kabul ettikleri Allah’ın 
yaratma, rızık verme, mülkün sahibi ol-ma, öldürme, diriltme gibi sıfatlarını 
kabul ediyorlardı. Ama hem fıtrî hayatlarında, hem de günlük hayatlarında 
Allah’ın dinine girme, Allah’ın hayat programına teslim olma konusunda 
diretiyorlar, karşı geliyorlardı. Fıtrî hayatlarında Allah’a teslim oluyorlar, 
Allah’ın egemenliğini kabul ediyorlar ama günlük hayatlarına inandıkları bu 
Allah’ı karıştırmamaya çalışıyorlardı. Hayatlarına Allah’tan başkalarının da 
karışacağına inanıyorlardı. Allah’tan başkalarının dinlerine, Allah’tan 
başkalarının hayat programlarına tabi olmaya, böylece Allah’tan başkalarına da 
kulluklar yapmaya çalışıyorlardı.
Ya da din olarak, hayat programı olarak hayatlarının 
bazı bölümlerinde Allah’ı dinlemeyi ama öteki bölümlerinde de başkalarının 
dinlerini uygulamadan yanaydılar. Tümüyle Allah’ın dinine girmek istemiyorlardı. 
Günlük hayatlarında Allah’tan başkalarına da kulluk yap-maları gerektiğine 
inanıyorlardı. Göklerin ve yerin yaratıcısı olarak Al-lah’ı kabul eden bu 
insanlar, hayatlarında sadece Allah’ın hâkimiyetini kabul etmiyorlar, Allah’tan 
başkalarının da hâkimiyetine inanıyorlardı. Ama Mekke’nin fethinden sonra 
insanlar tümüyle Allah’ın dinine gir-diler.
         Böyle bir 
yardımın, böyle bir fethin sonunda tören, tantana yok. Rabbin huzurunda boyun 
büküp tesbih vardır, hamd vardır buyurarak bakın Rabbimiz bundan sonra yapılması 
gerekenleri şöylece sıralayıveriyor:
         3. “(Öyleyse ey peygamberim!) Hemen 
Rabbini hamd ederek tesbih et. Ve Ondan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri çokça 
kabul edendir.” 
         O halde 
ey peygamberim, senin lehinde dinini yücelten, sana yardım ederek nusretiyle 
senin dâvânı galip getiren, Mekke’nin fethini senin için müyesser kılan, sana 
Kevser’i veren Rabbini tüm bu ikram ve ihsanlarından dolayı hamd ile tesbih et 
ve O’ndan mağfiret dile. O’na istiğfarda bulun. Çünkü Allah dönüşleri çokça 
kabul edendir.
         Yani ey 
peygamberim, gerek dünya adına, gerekse âhiret adına ulaştığın tüm bu nimetler 
Allah’tandır. Öyleyse unutma ki hamd da, tesbih de, istiğfar da sadece Allah’a 
aittir.
         Rabbini 
hamd ile tesbih et ey peygamberim. Çünkü tesbih, Allah’ı tam ve mükemmel kabul 
etmektir. Öyleyse dininin ikamesi, dâvâsının hâkimiyeti, sisteminin galibiyeti 
için Allah’ın asla size ihtiyacı olmadığını kabul ederek Rabbini tesbih et. 
Çünkü tesbih Allah’ı Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. 
Allah kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da, Mâide’de, En’âm’da A’raf’’ta 
nasıl anlatmışsa, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse işte öylece 
Allah’a inanmak tesbihtir. 
Yani öyle bir Allah’a inanacağız ki tüm yardım ve zafer 
O’n-dandır. Galibiyet O’ndandır. Dilediklerini aziz, dilediklerini zelil eden 
O’dur. Hamd sadece O’na aittir. Çünkü O mükemmeldir. O’nda zaaf yoktur, O’nda 
unutma yoktur, O’nda hata yoktur, O’nda cehalet ve hikmetsizlik yoktur. İşte 
Allah’a böylece Allah’ın istediği biçimde iman tesbih demektir. O’nu mükemmel 
tanırken, tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki 
sıfatlarıyla tanıdıkça da sübhanal-lah diyeceğiz. 
         Bir de 
yine tesbih, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Allah’ın 
yarattığı gâye istikâmetinde hareket etmektir. Allah bizi ne için var ettiyse, 
bizi bu hayata ne için getirdiyse o gayenin tahakkuku adına harekettir. Yani bir 
varlığın yaratılış gâyesi neyse, o varlığın o istikâmette hareket etmesidir. Bir 
varlığı Allah ne için yarat-mışsa o varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde 
hareket etmesi o varlığın tesbih etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı 
tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu, bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin 
doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu hepsi tesbihtir.         
         Veya 
tesbih Allah’ın tanıttıklarını O’nun tanıttığı gibi tanımaktır. Allah kitabını, 
peygamberini, hukukunu, ekonomiyi, kılık-kıyafeti nasıl tanıtmışsa tüm bu 
Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı gibi tanımak ve öylece güzelliğine, 
doğruluğuna inanmaktır. Demek ki Allah’ı Allah’ın kendisini tanıttığı gibi 
tanıyacak, öylece iman edeceğiz. Allah’ın tanıttıklarını da O’nun tanıttığı gibi 
bileceğiz, sonra da bunları bildikçe sübhanallah diyeceğiz. Sübhanallah! Ya 
Rabbi sen ne büyüksün ki böyle muazzam bir hukuk vaz etmişsin! Sübhanallah! Ya 
Rabbi sen ne büyük hikmet sahibisin ki böyle erkek-kadın ilişkisi belirlemişsin! 
Sübhanallah, ya Rabbi sen ne büyüksün ki böyle bir kazanma-har-cama modeli 
belirlemişsin! Ya Rabbi sen ne Azîzsin ki mü’minlere, dostlarına izzet 
kazandırıp düşmanlarını zelil etmişsin! Ya Rabbi sen ne kadar güçlüsün ki tek 
kişi de olsa peygamberine Mekke’nin fethini müyesser kılmışsın! Sübhanallah, ya 
Rabbi sen büyük azamet sahibisin ki bu kadar kısa bir zamanda tüm gönülleri 
fethettin! Tüm Arabistan yarımadasını bu dâvâ etrafında birleştirdin! Ya Rabbi 
sen ne büyüksün ki birkaç yıl öncesine kadar müslüman kanı içmeye doymayan bu 
insanları bu kadar kısa bir zaman içinde gözyaşları ve pişmanlıklarıyla 
peygamberle kucaklaşır hale getirdin. Sen ne müker-remsin ki kullarına bu büyük 
ikramlarda bulunmuşsun! diyeceğiz.
         İşte 
böyle bir durumda Rabbimiz peygamberine bunu demesini, bunu anlamasını ve 
kabullenmesini tavsiye ediyordu. Tabii o zaten bunu biliyordu da onun şahsında 
kıyamete kadar bizim anlamamızı istiyordu Rabbimiz.
         Bir de bu 
tesbihini hamd ile yapmasını istiyordu Allah. Hamd sadece Allah’a mahsustur. 
Hamd edilmeye lâyık olan sadece Allah’tır. Çünkü bizi yaratan O’dur, bizi 
müslüman yapan O’dur, bize bu zaferleri, bize bu fetihleri ihsan eden O’dur. 
Öyleyse hamd da Allah’a aittir. Övgü ve senâ Allah’a aittir. Övülmeye lâyık tek 
varlık Allah’tır. Kulluk edilmeye lâyık tek varlık O’dur. Hayat programı 
uygulanmaya lâyık, razı edilmeye, hoşnut edilmeye lâyık, çektiği yere gidilmeye, 
rızası kazanılmaya lâyık sadece O’dur. 
Hal böyle iken Allah’ı tanımayanlar başkalarına hamd 
etmeye çalışıyorlar. Başkalarını övmeye, başkalarına kulluk etmeye çalışıyorlar. 
Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya çalışıyorlar. Kimileri 
Allah’ın yarattığı maddeyi Allah yerine koyarak Allah’a denk tutuyorlar, 
kimileri Allah’ın yarattığı kulları Allah makamına oturtarak O’-na denk 
tutuyorlar, kimileri yeryüzünde O’na arkadaşlar izafe ederek, ahbaplar izafe 
ederek, vekiller ve yetkililer izafe ederek, kimileri Allah’a çocuklar izafe 
ederek, kimileri Allah’ın yarattığı ateşe, kimileri ta-şa, toprağa, kadına, 
kimileri Allah makamına oturttukları insanlara, tâğutlara tapınarak onları 
Allah’a denk tutmaya çalışıyorlar. 
Onların arzularına, onların fikirlerine, onların 
yasalarına ve hayat programlarına sahip çıkarak onları hamd etmeye çalışıyorlar. 
Halbuki bunların hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı, hepsi de 
Allah’ın kulu ve mülküdür. Öyleyse bunların hiçbirisi hamde lâyık değildir. “Ey 
peygamberim, sen bırak onları da onların sahibine hamd et. Onların tümünün 
sahibini hamd ile tesbih et. Yani hayatını Allah için yaşa. Hayatını Allah’ın 
belirlediği biçimde yaşayarak Allah’a ham-dini gerçekleştir” buyuruyor Rabbimiz. 
Rabbini tanıyan, Rabbinin azametini bilen meleklerin işi ve dâvâsı da budur 
diyordu. 
         Çünkü 
kulun Rabbini hamd ile tesbih etmesi, her şeyi O’ndan bilmesi ve her şeye O’nu 
etkin ve yetkin bilmesinin ifadesiydi. Ya Rabbi ben Sendenim, benim gücüm 
kuvvetim, varlığım, gençliğim, aklım, fikrim her şeyim Senden olduğu gibi bu 
ulaştığım fetih de Sendendir. Yarın ulaşacaklarım da Sendendir. Benim bu konuda 
yaptığım bir şey yoktur demenin ifadesiydi bu. Yani tahmid ile beraber tesbih, 
hayatın Allah’a mahsus kılınmasıdır. Ya Rabbi şu yaptığım işi ben yapmadım, güç 
kuvvet veren, imkân veren Sensin demektir. 
         “Bir de ey peygamberim, hem kendin hem 
de ümmetin için Rabbine istiğfar et, çünkü Rabbin, dönüşleri çok çok kabul 
edendir” buyurarak Rasulullah efendimizi çokça istiğfara teşvik ediyordu 
Rab-bimiz. Bunun bir benzerini de Muhammed sûresinde 
görüyoruz:
         “Ey peygamberim, kendinin, inanmış 
erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını 
dile.”
         (Muhammed 19)
         Rabbimiz 
buyuruyor ki, “ey peygamberim! Bu zaferi ve fethi sana lütfeden Allah’tan başka 
İlâh olmadığını bil ve hem kendinin hem de mü’min erkek ve kadınların günahları 
için Rabbine istiğfar et.” Evet, biz de hem kendimize hem de mü’min ve erkek 
kadın kardeşlerimiz adına Rabbimize istiğfar edeceğiz. Yani Rabbimizin 
efendimize ve onun şahsında bizlere gösterdiği usul gereği bizler de sadece 
ken-dimizi düşünmeyeceğiz. Cennete yalnız gitme taraftarı olmayacağız. Ama 
burada bizden istenen istiğfar da şöyle olacak. Biz önce hayatımızın tümüyle 
Allah’ın dinine girerek, Rabbimizden başka İlâh ve Rab kabul etmeyerek, rızası 
kazanılacak, uğrunda terlenilecek, yasaları uygulanacak, hayat programı 
sahiplenilecek Rabbimizden başka Rab ve İlâh olmadığını kabul ederek, O’nun 
dışındaki tüm sahte tanrıları, tüm yapay tanrıçaları reddederek Rabbimizin 
mağfiretine, bağışlamasına lâyık hale geleceğiz. Hayatımızla bu hale geldikten 
sonra da dilimizle Rabbimizden mağfiret talep edeceğiz.
         Yine 
Bakara’da da kazanılan bir zaferin sonunda istiğfarda bulunmamız 
emredilmektedir.
         “Ve Allah’a istiğfar edin, şüphesiz ki 
Allah Ğafûr ve Rahîmdir.”
         Yani 
savaşı kazanınca da estağfurullah deyin. Bunu bize Allah nasip etti, Allah’ın 
yardımı olmasaydı biz bunu beceremezdik deme adına Allah’a istiğfarda bulunun. 
Ya da size yüklenen emirler konusunda bir kusurunuz olmuşsa, sizden 
istediklerimizi yerine getirirken bir eksiğiniz bir ihmaliniz olmuşsa, emri 
verenin yüceliğine, azametine yakışmayan bir hareketiniz, bir zaafınız olmuşsa 
Allah’a istiğfar edip o kusurunuzun affedilmesini, o eksiğinizin örtülmesini ve 
ciddiye alınmamasını Allah’tan dileyin. Veya Allah her şeyin en güzeline, en 
mükemmeline lâyık olduğu halde sizin yaptıklarınız O’na lâyık değilse O’nun size 
sayısız lütuflarına karşılık bu eksikliklerinizden ötürü O’na estağfurullah 
deyin. “Allah’ım kusuruma bakma, ben ancak bu kadarını becerebildim” deyin. “Ya 
Rabbi senin için daha güzelini yapmalıydım, ancak bu kadarını becerebildim” 
diyerek eksiğinizin örtülmesini dileyin. Zaten istiğfarın mânâsı da budur. 
İstiğfar, Rabbimizden eksiğin örtülmesini, kusurun görmezden gelinmesini, 
hatanın ciddiye alınmamasını istemektir.
         Dikkat 
ediyorsanız, gerek bu sûrede, gerekse Kur’an’ın başka yerlerinde istiğfarın bir 
ibadet ve itaatten sonra istendiğini görüyoruz. İcra edilen bir ibadetten sonra 
bizden istiğfar isteniyor. Yani ya Rabbi şu yaptığım sana lâyık olmadı, bu 
kıldığım namaz sana lâyık bir namaz olmadı, bu yaptığım Hac İbrahim’in haccına 
benzemedi, Rasulul-lah’ın haccına benzemedi, kusurumu görme ya Rabbi, eksiğimi 
tam kabul buyur ya Rabbi, deme adına Rabbimiz bizden istiğfar 
istiyor.
         Yine 
Bakara’da Rabbimiz kendisinden zafer bekleyen, fetih isteyen İsrail oğullarından 
da aynı şeyi istemişti:
          “Hani hatırlayın, şu karyeye girin demiştik 
biz size. Ve orada ne bulduysanız, istediğiniz gibi serbestçe yiyin için. Ve 
kapısından secde ederek girin! Ve de hıtta (Estağfurullah) deyin ki biz de sizin 
hatalarınızı siliverelim, mağfiret edelim. Bilin ki biz ihsan edenlere 
artırırız.”
         (Bakara 58)
         Ey benden 
zafer isteyen kullarım, bunu size nasip etmem için “Hıttah”, yani estağfurullah 
deyin. Allah’ım bizi bağışla deyin. Allah’ım bizi affet deyin. Rabbim bize 
mağfiret et deyin. Eğer siz böyle Benim büyüklüğümü, Benim bu işe lâyık olduğumu 
ve kendi küçüklüğünüzü, kendi kusurlarınızı anlar, Bana yönelir, zaferi Benden 
beklerseniz, Ben de ihsan edip muhsince davrananlara artıracağım. Yani daha çok 
nimet vereceğim. Veya affedeceğim, diyordu Rabbimiz. Yani Ce-nab-ı Hakk’ın 
bunlara böyle bir yol gösterisi var. Gelin hıtta deyin ki sizi affedelim, 
mağfiret edelim, diyordu Rabbimiz. Biz sizi affedeceğiz, yeter ki siz Bana bir 
yönelin. Allah karşısında takınmanız gereken tavrınızı takının, diyordu.
         Sizin 
haliniz günah işlemek, Benim durumumsa bağışlamak, öyleyse müracaat edin Bana. 
Af dileyin Benden, Benim büyüklüğümü kabullenin, Benim karşımda küçüklüğünüzü 
takının, Bana karşı vakarınızı, edebinizi takının, Bana yönelin ki Ben de sizi 
affedeyim buyuruyor. Kur’an’ın pek çok yerinde Rabbimiz kullarını tevbeye ve 
kendisine yönelmeye çağırır.
         Allah’ın 
yardımı gelip de fetihle kucaklaşınca, insanların kalplerinde de fetihler 
gerçekleşip fevç fevç Allah’ın dinine girdiklerini görünce, yani dünyada tam 
istediklerine ulaşınca Rabbimiz peygamberinden âhirete yönelmesini, yaptıklarını 
dünya adına, dünyada nimetlerine ve dünya rahatına ulaşma adına değil de Allah 
adına yaptığını ortaya koyması için Rabbini çokça hamd ile tesbih etmesini ve 
çokça istiğfarda bulunmasını emretmektedir. Çünkü kim olursa olsun, makamı, 
mansıbı ne olursa olsun kullarından hiçbirisinin asla O’na lâyık kulluk 
yapamayacağını, onun için de sürekli kendisinden kusurlarının, eksiklerinin 
örtülmesini istemesini emretmektedir. Sonunda da kendisinin yönelişleri çok çok 
kabul ettiğini ortaya koyarak böyle bir hayat yaşayan kullarına ne büyük 
mükafatlar hazırladığının müjdesini vermektedir.
         Sûrede üç 
nimet ve bu nimetlere karşılık üç de görev istenmektedir. O gün Rasulullah 
efendimize ve beraberindeki şerefli mü’-minlere, bugün bize, yarın ve kıyamete 
kadar da bu yolun yolcularına lütfedilen üç nimet şunlardır: 
1. Nasrullah. Allah’ın yardımı, 
2. Bu yardımın sonunda gerçekleşen fetih. 
3. Bu fethin sonunda insanların kalplerinde gerçekleşen 
fetih ve insanların fevç fevç Allah’ın dinine girmeye başlamaları. 
         İşte 
Rabbimiz mü’min kullarına lütfettiği bu nimetlere karşılık onlardan üç görev 
istiyor. 
1. Tüm bu nimetleri kendisine lütfeden Rabbini hamd 
etmek, 
2. O’nu tesbih etmek, 
3. Ve O’na istiğfarda bulunmak. Sonunda da kullarının bu 
yönelişlerinin karşılığı olarak Rabbimizin kabulü ve hazırladığı 
mükafatlar.
         Öyleyse 
bizler de bunu asla unutmayacağız. Bir fetihle, bir zaferle kucaklaştığımız 
zaman, dinimiz ve kulluğumuz adına biz başarıyı solukladığımız zaman, Allah’ın 
yardımını bizimle beraber hissedip O’-nu razı edecek bir sonucu elde ettiğimiz 
zaman hemen ilk işimiz bunun kendimizden değil Rabbimizden olduğunu, O’nun 
yardımı olmasaydı bunu asla beceremeyeceğimizi ortaya koymak üzere hamd ile 
Rabbimizi tesbih etmek olacaktır. Bunlar benden değil sendendir ya Rabbi, 
diyerek O’nu hatırlayacak, O’na yönelecek ve O’na hamd edeceğiz. Sonra da bu 
yaptıklarımızı yeterli bulmayarak, eksiklerimizi, ku-surlarımızı, zaaflarımızı, 
ihmallerimizi gündeme getirerek bunları gör-mezden gelmesi, bunları ciddiye 
almaması ve örtüvermesi, örtbas edivermesi için Rabbimize estağfirullah 
diyeceğiz. 
         Bu fetih 
illa da bir şehrin, bir ülkenin fethi değildir. Mesela gittiniz bir yere ve 
oradaki Allah kullarını cennete kazandırma adına bir çalışma başlattınız. Allah 
kullarını kitaplarıyla tanıştırma, elçilerinin sünnetiyle buluşturma ve onların 
cehennem yollarına barikatlar koyup cennet yollarını açma adına bir çalışmanın 
içine girdiniz. Baktınız ki bu gayretleriniz sonucunda kısa zamanda insanlarda 
büyük değişiklikler gerçekleşti. İnsanlar Allah’ın kitabına ve Rasulullah’ın 
sünnetine yöneldiler. İçkiyi, kumarı, tesettürsüzlüğü, İslâm dışı hayatlarını 
terk edip Allah’a kulluğa yöneldiler. Allah’ın yardımı ve nusretiyle gönüllerde 
büyük fetihler gerçekleşti. Hemen ilk yapacağınız şey Allah’ı hamd ile tesbih 
olacaktır. 
Ya Rabbi bunlar benden değil sendendir. Eğer sen bu 
konuda bana yardım edip önümü açmasaydın ben bunların hiç birisini beceremezdim. 
Sana hamd olsun ya Rabbi diyecek, sonra da bu yaptıklarımızı yeterli görmeyerek, 
Allah’ın bundan çok daha fazlasına ve güzeline lâyık olduğunu itiraf ederek 
Rabbimize istiğfarda bulunacağız. “Ya Rabbi affet, çok daha güzelini 
yapmalıydım. Allah’ım affet çok da-ha fazla insana ulaşmalıydım. Allah’ım affet 
çok daha samimi olmalıydım” diyerek kusurlarımızı, eksiklerimizi, zaaflarımızı 
görmezden gelmesi için O’na yalvarıp yakaracağız.
         Kimi 
âlimlerimiz buradaki hamd ile tesbihi şükür namazı anlamına anlamışlar. Onun 
içindir ki Allah’ın Resûlü Mekke’nin fethinin hemen akabinde iki rekat veya 
başka rivâyetlerde de dört rekat namaz kılarak Rabbini hamd ile tesbih etmiştir. 
Bundan sonra da ecdadımız arasında böyle bir fetih sonrası şükür namazı kılmak 
âdet olmuştur.
Sûrenin gelişinden sonra Allah’ın Resûlü bir hutbe okuyarak başta da ifade ettiğim gibi ashabının, sevgililerinin arasında sanki gidici olduğunu anlamış ve sevgilileriyle vedalaşmak isteyen bir edâyla onlara şöyle buyurmuştu:
“Rabbim kendi 
katında olanla dünya arasında bir tercihte bulunmak üzere kullarından birini 
muhayyer bıraktı. O kul da Allah katında olanı tercih etti.” 
 
Bu sözlerin ne anlama geldiğini hemen anlayan Hz. Ebu 
Bekir bir kenara çekilmiş ağlıyordu. Sanki sevgilisini bir daha kıyamete kadar 
görmemecesine kaybetmek üzere olup ta yüreği ağzına gelmiş ve ona kısık bir 
sesle az daha kalamaz mısın diyen bir aşığın ıstırabıyla Hz. Ebu Bekir şöyle 
diyordu: “Ey Allah’ın Resûlü, Analarımız, babalarımız sana kurban olsun!” 
         Allah’ın 
Resûlü bu sûrenin nüzulünden zaten çok kısa bir zaman sonra Hakk’a yürüyeceği 
ana kadar Rabbinin kendisine işaret buyurduğu şekilde sürekli Allah’ı hamd ile 
tesbih ve istiğfarda bulundu. Zaten müslümanca yaşanan bir hayatın sonu da 
elbette böyle olacaktı.
         Bu sûre 
de burada sona erdi. Rabbim sûresinde bildirdiği şekilde iman eden ve bu 
imanıyla hayatını düzenleyen kullarından ey-lesin. Vel hamdü lillahi 
Rabbi’lâlemîn.
 

 
ALLAH'M razı olsun
YanıtlaSil