Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 
75., Nüzûl sıralamasına göre 31., Mufassal sûreler kısmının yedinci grubunun ilk 
sûresi olan Kıyamet sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 
40’tır.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın 
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız 
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun 
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her 
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın 
adıyla
         1-2. “Kıyamet gününe ve nedâmet çeken 
nefse yemin ederim (ki, insanlar öldükten sonra diriltileceklerdir). 3. İnsan, 
kemiklerini bir araya toplayamayız mı sanıyor? 4. Evet, Biz onu, parmak uçlarına 
varıncaya kadar bütün incelikleriyle yeniden yapmaya Kâdiriz. 5-6. Ama, 
insanoğlu gelecekte de suç işlemek isterde: “Kıyamet günü ne zamanmış!” der. 
7-10. Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman 
işte o gün insan:  “Kaçacak yer nerede?” 
der. 11. Hayır hayır; bir sığınak yoktur. 12. Ey insan! O gün, sen, Rabbinin 
huzuruna varıp durursun. 13. O gün, insanoğluna önde ve sonda yaptığı ne varsa 
bildirilir. 14-15. Özürlerini sayıp dökse de, insanoğlu, artık kendi kendinin 
şahididir. 16. Ey Muhammed! Cebrâil sana Kur’an okurken, unutmamak için acele 
edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. 17. Doğrusu o vahy olunanı kalbine 
yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. 18. Biz onu Cebrâil’e 
okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. 19. Sonra onu açıklamak Bize düşer. 20. 
Hayır hayır; ey insanlar! Sizler, çabuk elde edeceğiniz dünya nîmetlerini 
seversiniz. 21. Âhireti bı-rakırsınız. 22-23. O gün birtakım yüzler Rabblerine 
bakıp parlayacaktır. 24. O gün birtakım yüzler de asıktır. 25. Kendisinin 
belkemiğinin kırılacağını zanneder. 26-27. Dikkat edin; can boğaza gelip 
köprücük  kemiklerine dayandığı zaman: 
“Çare bulan yok mudur?” denir. 28. Artık ayrılık vaktinin geldiğini sanır.  29. Bacaklar birbirine do-laşır. 30. O gün 
sevk Rabbinin huzurunadır. 31-33. O, Peygamberi doğrulamamış, namaz kılmamış, 
ama yalanlayıp yüz çevirmiş, sonra da salına salına kendinden yana olanlara 
gitmişti. 34. Sana yazıklar olsun, yazıklar! 35. Daha ne olsun, sana yazıklar 
olsun, yazıklar! 36. İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır? 37. 
O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? 38. Sonra kan pıhtısı olmuş, sonra 
Allah onu yaratıp şekil vermişti. 39. Ondan, erkek-dişi iki cins 
yaratmıştı.  40. Bunları yapan Allah’ın 
ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter. 
Muhterem arkadaşlar, bu haftaki 
dersimizde inşallah Kıyamet sûresi, ya da La ugsimu sûresi diye bilinen, tümü 
Mekke’de nâzil olmuş 40 âyetlik bir sûre ile karşı karşıyayız. İnşallah bu 
sûreyi tanımaya çalışacağız. Bu sûrede Rabbimizin bize ulaştırmayı murad 
buyurduğu mesajlarını hep beraber tanımaya çalışacak ve hayatımızı onunla 
düzenleme gayreti içine gireceğiz inşallah. 
Mekke 
döneminde Kâria sûresinden sonra nazil olmuştur. Adını ilk âyetinde geçen 
ölümden sonra dirilmeyi, doğrulmayı ifade e-den kıyame kelimesinden almıştır. 
Müşriklerden Adî b. Rebîa’nın Resûl-i Ekrem Efendimize gelerek kıyametten 
sorması, Resûlullah Efendimizin anlatımını dinledikten sonra, gözleriyle görmüş 
olsa bile inanmayacağını, zira çürümüş kemiklerin toplanıp yeniden bir beden 
oluşturmasının imkânsız olduğunu söylemesi üzerine sûrenin ilk bölümlerinin 
indiğine dair çeşitli rivâyetler bulunmaktadır. 
Vahyin 
okunması ve muhafazasıyla ilgili bir ara bahsin dışında sûrenin konusu ölümün 
ardından yeniden dirilme olan muhtevasını dört bölümde ele almak mümkündür. 
Birinci 
bölüm (âyet 1-5), kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse yemin edildikten 
sonra, kemiklerin yeniden toplanamayacağını sanan, insanların tekrar 
dirilişlerinin imkânsızlığını iddia eden kâfirlere karşı Allah’ın bırakın o 
kemikleri, insanın vücudunun en ufak parçası olan parmak uçlarını, parmak 
izlerini bile bir araya getirip eski haline sokmaya kâdir olduğu belirtilir. 
Sonra o gün fizikî âlemde meydana gelecek bir kısım değişiklerle insanların 
yaşayacakları şaşkınlıklara temas edilmektedir. Bu bölümde “kendini kınayan 
nefis” ifadesiyle reddettikleri o günle karşı karşıya gelen bu inkârcıların 
büyük bir pişmanlık duymaları ile birlikte, bu dünyada daha iyi Müslümanlık 
gerçekleştirememiş, daha güzel kulluklar yapamamış mü’minlerin de piş-manlık 
duyacaklarına işaret edilmektedir. Sûrenin 4. âyetindeki parmak uçlarının 
düzeltileceğine dair ifade, insanların parmak izlerinin bir birinden farklı 
olduğu tespitine dayanan ve suçluların bulunmasında yaygın bir biçimde 
kullanılan daktiloskopiye de işaret edilmektedir. 
Sûrenin 
bütünü içinde farklı bir konuya temas eden ikinci bölüm (âyet 16-19) Resûl-i 
Ekrem efendimizin vahiy karşısında takınma-sı gereken tavır ve onun okunmasına 
dair bir açıklamayı ihtiva eder. Resûlullah Efendimiz gelen vahyi ezberlemek, 
onu unutmamak için Cebrâil’in okuyuşunu tamamlamadan dilini hareket ettirerek 
acele a-cele okumaya çalıyor, okunanları tekrar ediyordu. Halbuki bu âyetlerde 
vahyin toplanıp korunması, doğru olarak okunması ve açıklanmasının peygamber 
sorumluluğunda değil, Allah güvencesi altında olduğu belirtilerek Hz. Peygamber 
Efendimizin kaygılanmaması gerektiği bildirilmektedir. Nitekim bundan sonra 
Resûl-i Ekrem efendimizin artık bir daha bu konuda kaygılanmadığı rivâyet 
edilmektedir. (Buhârî, tefsiru’l Kur’an 75)
Üçüncü 
bölümde (âyet 20-30), insanların dünya hayatına kapılıp, dünyayı kıble edinip 
âhirete yönelik amelleri terk etmeleri kınandıktan sonra, o gün o güne inanmış 
ve o günü kazanabilmenin derdiyle bir hayat yaşamış mü’minlerin bu 
başarılarından ötürü parıl parıl parlayan yüzlerinin rablerine bakacakları, o 
güne inanmayan ve o gü-nü kazanma adına plan ve program yapmayanların ise 
başlarına gelecekleri fark ederek korkularının yüzlerine yansıyacağı, yüzlerinin 
zillet ve horluk içinde simsiyah kesileceği haber verilir. 
23. 
âyetteki; “rablerine bakarlar” ifadesinin mü’minlerin âhiret-te Allah’ı 
göreceklerine apaçık bir delil teşkil ettiğini anlayan çoğunluk âlimlerimiz 
yanında, Allah’ın görülmesinin asla mümkün olmadığını id-dia eden Mu’tezile 
ulemâsı da “Rablerinin nimetlerine bakarlar” şeklinde te’vil etmektedirler. 
Sûrenin 
dördüncü bölümünde (âyet 31-40) âhiret gününde azaba uğrayacak kimseler 
anlatılır. Bunların Hz. Peygamber’in getirdiği mesajı yalanlayanlar, namaz 
kılmayanlar, yeryüzünde gururlanıp çalımla yürüyenler, Allah’a boyun bükmeyip, 
insanlara da tepeden bakanlar olduğu açıklanır. 
Evet 
Kıyâmet sûresinde İslâm’ın ulûhiyet, nübüvvet ve âhiret gibi temel imanî 
konuları üzerinde durulmuştur. Allah’ın kudret ve ya-ratıcılından söz edilerek 
ulûhiyete, vahyin Allah’ın koruması altında bulunduğu ortaya konularak nübüvvete 
ve özellikle kıyâmetten söz edilerek âhirete dair önemli bilgiler verilmiştir. 
Âyetler kıyâmetin mutlaka kopacağını, insanın mutlaka rabbinin huzuruna 
götürülüp orada tüm yaptıklarından yargılanacağını, orada suçluların özür 
dilemelerinin kendilerine hiçbir fayda vermeyeceğini çok açık bir şekilde ifade 
ederek insanlar uyarılmaktadır. İnsanların parmak uçlarının bile düzeltileceğini 
anlatan âyet, ölüm sonrası dirilişin hem ruhânî, hem de cismanî bir diriliş 
olacağına delil teşkil etmektedir. Bu anlatım üslubuyla sûre âhirete imanın 
sadece dille söylenen bir iman iddiası olmadığını, bu imana dayalı bir hayat 
yaşamanın gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. 
Sûrenin 
son kısmı, başlangıçla olduğu gibi, insanı ve diriltme günü (ba's günü) üzerinde 
durulmaktadır. İnsanın başıboş bırakılamayacağını, kıyâmet gününde tekrar 
diriltileceği açıklanmaktadır. Bu-nunla birlikte Yeryüzünde kibirlenen kimseler, 
'kıyâmet günü de ne zamanmış ?" diyen kâfirlere önceki yani ilk yaratılışlar 
hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatmanın gayesi; insanın o ilk yaratılışındaki 
incelikleri dü-şünmesi ve kıyâmet gününde dirilme olayının tekrar vukû' 
bulacağına inanmasıdır. Ayrıca kibirlenen müstekbirlere; insanın, neden 
yaratıldığının, anmaya değer bir varlık oluncaya kadar geçirdiği merhaleleri 
hatırlatılmaktadır. Allahu Teâlâ böyle buyurmaktadır: "O, akıtılan bir meni 
damlası değil miydi? Sonra meniden kan pıhtısı oldu, sonra Allah onu yaratıp 
şekil verdi. Ondan erkek dişi çiftler yarattı. Bunları ya-pan Allah'ın ölüleri 
tekrar diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter" (37-40). Böylece, sûre başından 
sonuna kadar kıyâmet konusunu son derece ibret verici bir üslûpla insanlara 
sunmaktadır.
         Bu kısa mukaddimeden sonar inşallah 
sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya başlayabiliriz. Rabbim yardımcımız olsun. 
         1. “Kıyamet gününe yemin ederim 
ki”
         Sûre başlangıcına göre Kur’an-ı 
Kerîm’de böyle başlayan iki sûre var; birisi Beled sûresi, ötekisi de tanımaya 
çalıştığımız Kıyâmet sûresidir. Tabii sûre başına, sûre başlangıcına göre bu 
tasnifi yaptık. Değilse sûre ortasında da bu tür yeminlere 
rastlarız:
Gibi sûre aralarında bu tür 
yeminleri görmekteyiz. Bu konuda şunları söyleyelim: Eğer bu yeminler sûrenin 
başında değil de böyle sûre ortasındaysa, bu kesin yemindir diyenler var. Ama 
burada olduğu gibi eğer sûre başındaysa, kimilerine göre bu yemindir, kimilerine 
göre bu ³ ya zâidedir, ya da te’kit için 
gelmiştir veya tezyîn-i kelâm için gelmiştir. O zaman şöyle 
diyeceğiz:
         “Yemin etmiyorum ki! Ne gerek var 
yemine? Yemine ne hacet? Başka söze ne hacet? Şimdi beni dinle!” anlamına 
gelmektedir bu ifade. Veya, “Yoo! Hayır hayır! Yemin olsun ki!” anlamına bir 
ifade-dir. Yani önceden bir konu tartışılıyordu da tartışmayı keserek Rabbi-miz: 
“Hayır hayır! İş sizin bildiğiniz gibi değil! Siz yanlış düşünüyorsunuz! Yanlış 
şeyler konuşuyorsunuz! Yemin olsun ki!” diye söze baş-lıyor. Çünkü müşrikler 
kıyamet konusunu tartışıyorlardı. “Olmaz! Gel-mez!” diyerek Rasulullah 
Efendimizi sıkıştırmaya çalışıyorlardı da, Rabbimiz: “Hayır hayır! Vazgeçin bu 
tartışmalardan! Vazgeçin bu an-layışlarınızdan! Yemin olsun ki!” buyurarak söze 
başlıyor.
         Cenâb-ı Hak böylece yemin ediyor. 
“Yemin etmiyorum ki! Yemine bile gerek duymuyorum ki!” diyerek yemin ediyor. Ya 
da, “yemin ederim ki!” diye yemin ediyor. Çünkü bu bir yemin modelidir. Allah 
böyle bir yemini tercih etmiştir diyor ve öylece îman ediyoruz. 
         Kıyamet gününe, kıyam gününe, kalkım 
gününe yemin olsun ki! Acaba herkesin ölümüne, ölüm gününe mi kıyamet denir, 
yoksa dirimine, kalkımına, kalkışına mı kıyamet denir? Burada kalkış günü, yani 
ikincisine yemin ediliyor diyeceğiz. İnsanların ölüm gününe değil, kabirlerinden 
kalkış gününe yemin ediliyor. Allah o güne yemin ettiğine göre, bugünün bizim 
hayatımızda önemi çok büyüktür. O gün mutlaka hatırda tutulması, hayatımızda 
sürekli iki kaşımızın arasında bulundurmamız gereken, bir an bile hatırımızdan 
çıkarmamamız gereken bir gündür. İşte Allah o güne yemin ediyor. 
Sonra:
         2. 
“Levvame nefse yemin olsun ki”
         “Nefs-i Levvame’ye de yemin olsun ki! 
Kasem ederim o nefs-i levvame’ye.”
         Kimileri, “Efendim insanda bir can var, 
bir beden var, bir nefis var, bir istek var, bir arzu var. Nefsi öldürmek lâzım” 
filan diyorlar. Halbuki nefis, insanın bizzat kendisidir. Yani şu ruh ile beden 
denilen iki varlığın bileşkesi olan insana, insanın bizzat kendisine aynı 
zamanda nefis denir. Öyleyse Rabbimiz beden ve ruhtan meydana gelen insana yemin 
ediyor. Ama Levvame olan insana, levvame özelliğine sahip olan insana yemin 
ediyor. Ya da insanın levvame özelliğine dikkat çekiyor. Peki nedir levvame? Onu 
bir tanıyalım:
         Levvame: Kendi kendisini kınayan, kendi 
kendini kötüleyen demektir. Demek ki insanın böyle bir özelliği 
vardır.
         Kimilerine göre bu mü’min kişi 
demektir. Çünkü mü’min, her halükârda kendi yaptığına razı olmaz, kendini 
yeterli bulmaz. Bir hayır işlemişse: “Keşke daha çok yapsaydım! Keşke daha çok 
işleseydim!” derken, eğer bir şer işlemişse: “Keşke yapmasaydım! Keşke bunu 
iş-lemeseydim!” talebinde bulunur. Yaptığı kötülüklerden pişmanlık duyar, kendi 
kendini kötüler.
         Ya da bütün insanlar anlamına gelir bu 
nefs-i levvame. Her in-sanda vardır bu levvame özelliği. Herkes, her insan 
yaptığını az bulur. İnsanın fıtrî bir özelliğidir bu. Herkes yaptığından razı 
olmaz, kendisini yeterli bulmaz. İşte keşke! Keşke! deme özelliğini taşıyan, 
kendisini yeterli bulmayan, yaptıklarından pişmanlık duyan insana, ya da insanın 
bu özelliğine Allah yemin ediyor. Yani potansiyel bir güç olarak pişman olma 
özelliğiyle yaratılan nefse, insana Allah yemin ediyor. 
Yani kıyamet gününe yemin ediyor 
ve sonra deniyor ki: “Ey insan! Gözünü aç ve dikkat et! Bak, önceki bilgilerini 
at bir kenara! Kafandakileri at bir kenara da dinle Beni! Kıyamet mutlaka 
gelecektir! Kıyamet mutlaka kopacaktır! Bugün, bu güneş, bu zaman, bu mekân, bu 
hayat bir gün bitecek ve yeniden dirilecek ve hesaba çekileceksin! Yaşadığın 
hayatın hesabını vermek üzere Rabbinin huzuruna geleceksin! O gün pişman 
olacaksın! O gün eyvah diyeceksin! Ama bilesin ki o gün iş işten geçmiş olacak! 
Bilesin ki o gün eyvah demenin hiçbir manası kalmayacak! Öyleyse gel inat etme! 
Gel bugünden pişman ol! Bugün aklını başına al!” 
         “Eh ben olamam ki! Ben pişmanlık nedir 
bilmem ki! Geriye dö-nüş nasıl olur? Ben bunu beceremem ki! Nasıl pişman olunur? 
Nasıl dönüş yapılır? Nasıl tevbe edilir? Ben bunları bilmem ki! Ben bunu 
beceremem ki deme! Bak, Ben seni pişman olmaya hazır yarattım! Dönebilmeye, 
vazgeçebilmeye, tevbe edebilmeye, pişmanlık duymaya, kendi kendini yargılayıp 
sorgulayabilmeye hazır yarattım! Seni bu kapasitede yarattım! Gel sen bu 
yaratılış özelliğini göz ardı etme de, bugünden pişman olmayı anla! Bak, Ben 
sana kıyamet sahneleri sunacağım! Yarın mutlak olacakları, mutlak başına 
gelecekleri bugünden anlatacağım! Gel sen bunları anla ve pişman olmayı becer! 
Geriye dönmeyi, tevbe etmeyi becer!” diyor Rabbimiz.
         Yaratılış, fıtrat gereği, bu nefs-i 
levvameye vicdan da diyebiliriz. Yani her insanın içinde, vicdanında iyiliğin 
de, kötülüğün de hissi vardır. Bu kişi ne kadar da vicdanen bozulmuş, tefessüh 
etmiş olursa olsun, onun vicdanında mutlaka iyiliğin de, kötülüğün de hissi 
vardır. Onun vicdanında kötülük yapmamasını ve iyilik yapmasını isteyen bir 
dürtü vardır. Böyle birisinin belki iyilik ve kötülük ölçüsü, iyilik ve kötülük 
kriteri yanlış olabilir. Ama yine de ona vicdanı yaptıkları konusunda itiraz 
eder. İşte bu insanın salt bir hayvan olmadığını gösterir, iyilik ve kötülüğü 
tefrik edebilme özelliğini gösterir. İnsanın kendisine bir başkası tarafından 
bir kötülük yapılsa vicdanında onun cezalandırılması gerektiğine dair bir duygu 
belirir. Kesinlikle onun cezalandırılması gerektiğine inanır. Aynen bunun gibi 
kendisi başkasına kötülük ettiği zaman da vicdanı onu rahatsız eder. Bunu 
yapmaması gerektiğini bilir ve pişmanlık duyar. Çünkü kendisine yapılmasını 
istemediği, kendisine yapılmasına asla razı olmadığı bir davranışın bir 
başkasına yapılmasına da razı olmayacaktır. İşte insanda böyle bir nefs-i 
leva-me vardır ve bu nefs-i levvame de yarın kıyamet gününde insanın karşısına 
bir şahit olarak getirilip dikilecektir. İşte kıyamete yeminden sonra, nefs-i 
levvameye yeminin manasını böyle anlıyoruz.
         Bundan sonra, bu iki yeminden sonra 
Cenâb-ı Hakk bakın şöyle buyuruyor:
         3-4. “İnsan, kemiklerini bir araya 
toplayamayız mı sanıyor? Evet, Biz onu, parmak uçlarına varıncaya kadar bütün 
incelikleriyle yeniden yapmaya Kâdiriz.”
         İnsan zannediyor mu ki onun kemiklerini 
derleyemeyeceğiz? Öyle mi zannediyor? Onun kemiklerini cem edip bir araya 
getiremeyeceğimizi, bunu beceremeyeceğimizi mi sanıyor 
insan?
         Buradaki insan kâfir insandır. Ebu 
Cehil olduğu söylenmiştir. Ya da bu, kıyamet gününe kadar gelecek, kıyamet 
olayını, kıyamet gerçeğini inkâr eden kâfir insandır. O dönem Mekke’nin kâfir 
insanları sürekli olarak şunu sorup duruyorlardı: Binlerce sene önce ölmüş, 
kimisi yakılmış, kimisi balıklara yem olmuş, kimisi aslanlara yem olmuş, 
cesetleri toprak olmuş insanları yeniden parçalarını bir araya getirerek 
diriltmek mümkün müdür? Böyle bir şeyin olmasına imkân var mıdır? Allah onların 
bu sorularına cevap olarak buyurdu ki: “Evet onun parmak uçlarını bile derleyip 
yeniden düzene koymaya güç yetirebiliriz! Değil bu kemiklerinizi bir araya 
getirip iskeletinizi ortaya koymak, sizin en küçük, en hassas parçalarınızı 
bile, hattâ parmak izlerinizi bile yeniden meydana getirmeye Kâdiriz.” 
Ya parmak uçları veya parmak 
izleri. Çünkü herkesin parmak izleri farklıdır. Buradaki “Benân” el demektir. Kudretin 
temsilcisi olan el. Çünkü elin kıymeti parmaklarda, parmakların inceliği de 
uçlarda olunca, öyleyse idare eden, imar eden, ortaya koyan, anlayabilen, fark 
eden, yani kişinin sanki beyniyle, kalbiyle ilgili her şeyini ortaya çıkarabilen 
özellik sahibi olan parmaktan söz edilmiş.
         Aslında parmak uçları parmağı, parmak 
eli, el de insanı anlatıyor da, burada bir insanı diriltmeye bizim gücümüz 
yetmez mi? deniyor âyette.
         Alet yapabilen, ya da alet bozabilen, 
insanın benliğini ortaya koyabilen uzuv, insanda parmak ucudur. Bir doktor şöyle 
diyor: “Doktorun şu parmağını kesiverin, bütün hayatı biter.” Yani onun 
hayatının, becerilerinin yüzde doksanı biter. Çünkü adam onunla bakacak, onunla 
dokunacak, onunla anlayacak. Gözü, kulağı, aklı, fikri, her şe-yi odur, 
diyordu.
         Âyeti konusunda cumhur şöyle 
demiştir:
         Biz insanın el ve ayak parmaklarını, 
tırnaklarını birleştirebiliriz de at ve eşek tırnağı gibi oluverir onların eli. 
Yani Biz buna da Kâdiriz. Biz istersek onları tırnaklıların, tek tırnaklıların 
üyesi yapabiliriz, şeklinde Rabbimizin bir tehdidi olarak anlamışlardır. 
         Yâni onların ellerini tek tırnaklı 
yaparız da, şu andaki ellerini tek tırnakta birleştirip tıpkı hayvanlarınki gibi 
silme yaparız da tıpkı hayvanlar gibi ağızlarıyla yerler, ya da ellerini 
ağızlarına götüremez hale gelirler. İş yapamaz hale gelirler. Yani ne oluyor ey 
insan! Seni insan yaptık diye mi kafa tutuyorsun Bize? Seni hayvan yapmadık 
di-ye mi Bize isyan ediyorsun! Seni insan yaptık diye mi suçluyorsun Bi-zi? 
Unutma ki seni insan yaptık! Sen insansın! Sen hayvan değilsin! Senin insan olma 
özelliğin var! Senin pişman olma özelliğin var! Gel insan ol! Gel pişman ol da 
itiraz etme! İnkâr etme! Seni böyle yaratan Allah’ın gücünü kuvvetini anla da, 
O’na kulluğa yönel! deniliyor. Yalnız Rabbine kulluk yap! deniliyor. Çünkü senin 
O’ndan başkasına hiçbir minnetin yoktur! deniliyor.
         Veya vücudunuzdaki küçücük kemikler de 
olsa onları kıyamet günü şimdiki hale getirebilir, onları düzenleyebiliriz, 
denilmektedir.
         5-6. “Ama, insanoğlu gelecekte de suç 
işlemek isterde: “Kıyamet günü ne zamanmış!” der.”
         Fakat insan ister ki fücûru önünde 
olsun. Yani önünde fücûr etmek ister. Önündeki geleceğini fısk-u fücûr içinde 
sürdürmek ister. İster ki önünde günah programları olsun. Hani birine hakkı 
anlatırsınız, anlar adam, ama hemen sizin kendisine gösterdiğiniz kulluk yoluna, 
İslâm yoluna girivermez. Neden? Çünkü adamın önünde henüz bitiremediği günah 
programları vardır. Daha şunlara şunlara doymadım! Daha şu şu işlere karşı arzum 
var! Hele bunlardan da nasibimi alayım da ondan sonra der ya, işte Rabbimiz 
burada buyuruyor ki, in-san önünde fısk-u fücûrun olmasını, fısk-u fücûr 
programlarının devam etmesini ister.
         Bunun bir başka manası da, insan 
önündeki ba’s gününü, he-sap-kitap gününü ve o günde gerçekleşecek hesabı 
yalanlar demektir. Eğer buradaki insan kâfirse mânâ böyle olacaktır: Kâfir 
önündeki hesabı, kitabı, haşri, neşri, cenneti, cehennemi yalanlamaktadır. 
Bunları hesap etmeden bir hayat yaşamaktadır. Hayat programını bunların 
yokluğuna bina etmektedir. Yok eğer burada anlatılan insan mü’-minse, o zaman da 
mânâ şöyle olacaktır: Bu insan günahı öne alır da, tevbeyi sona bırakır. 
Önündeki bir kısım günah programlarını da icra edinceye kadar tevbeyi, Allah 
yoluna dönüşü tehir eder. 
Der ki: “Aceleye gerek yok, 
sonra, daha sonra tevbe ederim. Henüz gencim. Önümde beni bekleyen upuzun bir 
hayat var. Yarın tevbe ederim. Öbür gün dönerim. Allah Rahîmdir. Allah 
Kerîmdir.” Ya ölüverirsem! Ya hayatım bir an bitiverirse! Ya tevbeye imkân 
bulamazsam! demiyor da, hayatın devam edeceğine inanıyor. Hele bir gün gelir 
tevbe ederim! diyor. Sanki hiç ölmeyecek, sanki bu dünya, bu hayat hiç 
bitmeyecek. Bu yüzdendir ki günahı öne alır da, tevbeyi arkaya bırakır. Yani 
ileriye dönük günah programları vardır adamın. 
Peki bizler ne yapıyoruz? 30-40 
yılı geride bıraktık. Geçmişimizi biliyoruz. Önceki hayatımızı Allah’ın istediği 
biçimde değerlendiremediğimizi, yapmamız gereken nice şeyleri yapmadığımızı, 
yapma-mamız gereken nice şeyleri yaptığımızı biliyoruz. Gençliğimizde şöyleydik, 
evlendiğimizde böyleydik, geçen sene şöyleydik, evvelki sene böyleydik, bunu 
biliyoruz. Öyleyse gelin hem kendi îmanımız kendimizi düzeltsin, hem de kendi 
îmanımız karşımızdaki Müslüman kardeşlerimizi  
düzeltsin. Tanıdığımız insanların, çoluk-çocuğumuzun î-manlarını da, 
hayatlarını da düzeltsin. 
         Hayır önündeki günlerinde fücûruna 
devam etmek ister bu insan. Böyle yaparken âhireti inkâr ettiğinden, öldükten 
sonra dirilmeye inanmadığından yapmaz. O da bu yapıp ettiklerinin mutlaka bir 
gün hesabı sorulacağını bilir. Bunu onlar da biliyorlar ama hayatlarını, hayat 
programlarını bu îmana bina etmeye, buna göre bir hayat yaşamaya yanaşmıyorlar. 
Çünkü o zaman sorumlulukları gündeme gelecek. Çünkü o zaman zevkleri ve 
eğlencelerine bir sınır gelecek, hu-zurları kaçacak. Âhirete îman gündeme 
gelince elbette iştahları kaçacak ve yedikleri şeyleri yiyemeyecekler, insanlara 
zulmedemeyecekler. Önlerindeki bir kısım günah programlarını icra edemeyecekler. 
Onun içindir ki, ipleri önlerinde olsun, ipleri ellerinde olsun da dilediklerini 
yapabilmeyi isterler.
Yani onlar tıpkı ipini koparmış 
dana gibi sorumsuzca yeryüzünde dolaşmak istemektedirler. İsterler ki ipleri 
önlerinde olsun. İsterler ki boyunlarındaki ip ellerinde olsun ve dilediklerini 
yapsınlar. İp-siz develer gibi, ipini koparmış hayvanlar gibi özgürce 
davranabilsinler. Hiçbir kayd altına girmesinler, hiçbir sorumluluk 
yüklenmesinler. İstedikleri gibi, keyiflerine geldiği gibi davranabilsinler. 
Haram-helâl tanımadan, hak-hukuk bilmeden bir hayat yaşasınlar, Allah-peygam-ber 
tanımadan bir dünya tüketsinler, Kitap-sünnet bilmeden bir ömür 
doldursunlar.
         Doğan her insan boynunda bir iple 
dünyaya gelmektedir. Yani doğan her insan, kul olmaya müsait doğmaktadır. 
Mü’minler doğuştan boyunlarında getirdikleri bu ipin ucunu Allah’a teslim 
ederlerken, iradelerini Allah’a verip, Allah’ın hayat programını uygulamaya 
yönelir, Allah’ın seçimini kendileri için seçim kabul ederlerken, bunlar buna 
yanaşmayıp iplerini, iradelerini kendi ellerinde tutmak isteyen insanlardır. 
Kendi güçlerine, kendi bilgilerine, kendi programlarına, kendi yasalarına 
güvenerek Allah’a ve O’nun hayat programına karşı müstağnî ve müstekbir davranan 
insanlardır bunlar. “Bizim Allah’a da, Al-lah’ın kitabına da ihtiyacımız yoktur! 
Bizim aklımız var! Bizim bilgimiz var! Bizim keyfimiz var! Biz hayatımızı nasıl 
düzenleyeceğimizi, nasıl giyineceğimizi, nasıl bir hukuk yapacağımızı, nasıl bir 
ekonomiden ya-na olacağımızı, sosyal ve siyasal yapılanmalarımızın nasıl 
olacağını, nerelerden kazanıp, nerelerde harcayacağımızı, neleri yiyip 
içeceğimizi, çocuklarımızı nasıl eğiteceğimizi biz de biliriz!” diyerek 
boyunlarındaki ipi kendi ellerinde tutmaya çalışan, hayat programlarını 
kendileri belirlemeye çalışan insanlardır bunlar. Bu insan ister ki ipleri 
elinde olsun. Böyle ister ve:
         Alay ederek, dalga geçerek, “O kıyamet 
günü nerde kaldı ya?” der. “Hani niye gelmiyor ya? Bir kıyametten 
bahsediyorsunuz. Öldükten sonra dirilmeden söz ediyorsunuz. Hesap-kitap var 
diyorsunuz. Hani nerde kaldı bu ya? Niye gelmiyor ya?” diyerek alay ediyor, 
dalga geçiyorlar. Bakın Rabbimiz buyurur ki:
         7-10. “Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, 
güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman işte o gün insan: “Kaçacak yer 
nerede?” der.
         Göz kamaştığı zaman. Göz şimşek çaktığı 
zaman. Gözün ö-nünde şimşek çakınca belerip kaldığı, fal taşı gibi açıldığı 
zaman. “Beriga” gözün petlemesi, göz çukurundan fırlayıp çıkacak duruma gelmesi 
anlamına gelmektedir. 
         Ölüm esnasında gözlerin böyle fal taşı 
gibi açılarak belerip kalması anlatılıyor. İnkâr ettiği, reddettiği, gelmez 
dediği ölüm pençesini insana attığı zaman işte böyle gözler yerinden fırlayacak, 
belerip kalacak, donup kalacaktır. Bu iş insan ölürken 
gerçekleşecektir.
Veya kıyamet kopunca, kıyamet 
esnasında olacaktır bu. Reddettiği, yok saydığı, ummadığı, beklemediği kıyametin 
kopuşu karşısında kâfirlerin gözleri şimşek çakacak veya çakan bir şimşek 
karşısında kamaşıp kalması gibi olacak. Reddettiği gerçekle karşı karşıya 
gelince insan bu hale gelecektir.
         Gerçi bunun ikisi de kıyamettir. Birisi 
bireysel kıyamet, ötekisi de evrensel, yani kevnî kıyamettir. İmam Taberî’nin 
rivâyetine göre ölüm için de kıyamet ifadesi kullanılmaktadır. “Kıyametü külli nefsin mevtiha” 
denilmiştir. Yani herkesin kıyameti onun ölümü demektir. Bir kişi öldü 
mü, artık onun kıyameti kopmuş demektir. Değilse, “Babam, dedemin babasının 
babası kıyamet mi gördü? Ben bakalım kıyameti görecek miyim?” demenin anlamı 
yoktur. Buna göre herkesin, her insanın ölümü onun kıyameti demektir. Evvelki 
gün dedelerimizin kıyameti koptu, dün babalarımızın kıyameti gerçekleşti, 
bilelim ki yarın da bizim kıyametimiz kopacaktır.
         Demek ki bu küçük kıyametin kopuşu 
anında, yani ölüm anında da böyle gözler belerip kalacak, fal taşı gibi 
açılacak, ne yapacağını bilemez hale gelecektir.   İşte kâfir, kıyamet günü yalanladığı şeyleri 
gözünün önünde gördükçe gözleri çakmak, çakmak açılacaktır. Gözler böyle çakmak, 
çakmak olduğu zaman. Başka?
         Bir de ay tutulduğu zaman. Ay 
özelliğini kaybettiği, ışığını kaybedip karardığı zaman. Ay yok olduğu zaman ve 
de ayla güneş cem edildiği, birleştiği zaman. Demek ki ay da, güneş de 
özelliğini kaybedip bir araya gelecek, cem olacaklar. 
         Peki güneşle ay nasıl birleşir? Nasıl 
bir araya gelecek bunlar? Bunu iki şekilde değerlendirmeye 
çalışıyoruz:
         Birincisi ay yok olmuş, güneş de yok 
olmuştur. Ayın da defteri dürülmüş, güneşin de. Bunun mânâsı, ayla güneş 
yoklukta, yok oluşta bir araya geldiğinde demektir. Yani ay hasefe olmuş, yok 
olmuş, güneş de onun arkasından yokluğa gittiğinde, o da aynı sona gittiğinde 
demektir. Ay yok olmaya gitti, güneş de onun arkasından yok olmaya gittiğinde, 
ikisi de yoklukta, yok oluşta birleştiler anlamına 
gelecektir.
         Bunun bir ikinci manası da şöyledir: 
Rabbimiz, Kur’an’ın başka bir yerinde, “Göklerle yer bitişikti de, Biz onları 
ayırdık” buyurur. Güneş ve ay, sema ve arz bitişikti de, Biz onu ayırdık, işte 
gün belki tüm bunları birleştiriverecek, önceki haline getiriverecek Allah. 
         İşte bütün bunlar olmaya 
başlayınca:
         Şu kıyameti yalan sayan insan var ya, o 
gün diyecek ki, “Kaçış nereye? Ya da kaçma yeri neresi? Kaçış nereye? Nereye 
kaçmalı acaba? Nereye kaçıp sığınsam acaba?” Kaçıp kurtulacak bir yer arayacak. 
Sığınacak bir delik, bir mekân arayacak.
         11. Hayır hayır; bir sığınak yoktur. Ey 
insan! O gün sen, Rabbinin huzuruna varıp 
durursun.”
         Hayır hayır yanlış anladın, vezar 
yoktur. “Vezar”, kaçılan, kendisine sığınılan dağ demektir. İnsanlar eskiden suç 
işlediklerinde dağa kaçıp sığınıyorlardı. Allah diyor ki, “O gün sığınma 
mekânizması olan dağ yoktur. O gün yeryüzü dümdüz olduğundan dağ da yoktur, 
sığınacak bir yer de yoktur. O gün kaçılacak, sığınılacak hiçbir melce, hiçbir 
sığınak, korunak, barınak yoktur.”
         O gün Rabbinedir istikrar. Karar kılıma 
yeri, istikrar mahalli o gün Allah’tır. Herkes Allah huzurunda karar kılacak. Ya 
da burada münteha deniliyor ya, bu işin sonu, son karar yeri, son karar mahalli, 
son istikrar makamı, son varış yeri Allah huzurudur. Son varış yeri, son durak 
Allah’tır. Yani kaç kaçabildiğin kadar, saklan saklanabildiğin kadar, sığın 
sığınabildiğin kadar, ama unutma ki sonunda Allah’ın huzuruna gideceksin, son 
durak Allah’ın huzurudur. Varacağın yer orasıdır. Sen Allah’ın huzuruna 
geleceksin. 
         Ya da bunun bir başka manası da, 
istikrar makamını tespit Allah’a ait demektir. Allah Müstekar’dır. Allah karar 
merciî, karar makamıdır. Yani yerleşim merkezlerinin tespiti Allah’a aittir. 
Öbür tarafta iki yerleşim merkezi vardır. Birisi cennet, ötekisi de cehennem. 
İşte bu âyetle anlıyoruz ki cennetlikleri, cehennemlikleri tespit Allah’a 
aittir. Yarın bu konuda hükmü, kararı O verecektir. Sen cennete dedikleri 
cennete, sen cehenneme dedikleri de cehenneme gitmek zorunda kalacaktır. Kimse 
O’nun hükmüne itiraz edemeyecek, karşı gelemeyecektir. 
         “Ey İnsanoğlu! Sen Rabbine kavuşuncaya 
kadar çalışıp çabalarsın, sonunda O’na 
kavuşacaksın.”
         (İnşikâk 6)
         Öyleyse ey insan! Unutma ki sen Rabbine 
doğru çabalıyorsun! Sen sonunda zaten Rabbine kavuşuyorsun. Ey insan! Sanki sen 
hızla ölüme doğru koşmaktasın! Bir maraton gibi hızla Rabbine doğru gidiyorsun! 
Ey insan! Senin dünyada tüm çaban, tüm gayretin, tüm uğraşın, gitmen, gelmen, 
yürümen, durman, oturman, kalkman, yatman, uyuman, yemen, içmen hep Rabbine 
doğrudur. Her şeyin Rabbine yöneliktir. Sonunda sen O’nunla karşı karşıya 
geleceksin. İnsanlar dünyada bütün gayretlerini, bütün çabalarını Allah’ı 
bulmaya, Allah’la karşı karşıya gelmeye harcarlar. Tüm gayretler buna 
yöneliktir. Yani insan dünyada ne yaparsa yapsın, ister kulluk, ister küfür, 
ister ibadet, ister isyan, ister itaat, ne yaparsa yapsın her yaptığıyla Allah’a 
yaklaşıyor, her haliyle Allah’a doğru gidiyor demektir. 
Kişi her nefesi yaşama adına alır 
ve yine her nefesiyle Allah’a yaklaşır. İnsanoğlu yaşamak için nefes alır ama 
her nefesi onu ölüme biraz daha yaklaştırmaktadır. Nefes almasa ölecek, ama 
nefes alsa yine ölecek. Hani acele giden ecele gider, yavaş gidenin de ecel 
arkasından yetişir ya, işte insanoğlu her adımda mezardan kaçar ama, her adımda 
ona doğru biraz daha yaklaşır. Öyleyse unutmayalım ki bizim de tüm çabalarımız, 
tüm uğraşlarımız mezara doğrudur. Biz şu anda mezar aramaya çıkmışız. İşte 
burada da deniliyor ki, “Ey insan senin bütün çaban, çabalaman gayretin seni 
Allah’la buluşturacaktır, ama Allah’la gerçekleşecek olan bu buluşma ya cennette 
bir buluşma, ya da cehennemde bir buluşma olacaktır ve işte bunun tespiti de 
Allah’a aittir.”
         Allah karar makamıdır. Senin hakkında 
son kararı verecek olan Allah’tır. Şimdi bu dünyada sen kendin hakkında bir 
karar verebilir, kendin hakkında bir kıymet, bir değer biçebilirsin. Ama bunun 
hiçbir değeri yoktur. Çünkü senin hakkında son kararı Allah verecektir. “Bu 
cennetliktir! Ya da bunda hayır yoktur, atın bunu cehenneme!” diyecek olan 
Allah’tır. Yani işin müntehası Allah’a aittir. Senin hakkında kararı verecek 
olacak olan Allah’tır.
         13. “O gün, insanoğluna önde ve sonda 
yaptığı ne varsa bildirilir.”
         İnsana o gün haber verilir, insan 
ayıktırılır o gün. İnsan böyle hiç beklemediği, anlamadığı bir haber kendisine 
ulaştırılınca ayıktırılır, uyandırılır. Peki neyle ayıktırılacakmış o gün 
insan?
         Yaptığı ve geriye bıraktığı şeylerle 
ayıktırılır. Yani yapması ge-rekirken yapmadıkları, yapmaması gerekirken 
yaptıkları, konuşması gerekirken konuşmadıkları, susması gerekirken 
konuştukları, sevmesi gerekirken sevmedikleri, küsmesi gerekirken küsmedikleri, 
bak-ması gerekip de bakmadıkları, bakmaması gerekirken baktıkları, ver-mesi 
gerekirken vermeyip tuttukları, harcamaması gerekirken harcadıkları, yani kişi 
yarın yaptıkları ve yapmadıkları kendisine haber veri-lerek 
ayıktırılacak.
         Ya da şerden takdim ettiği, hayırdan 
tehir ettiği şeyleri anlar kişi. Veya farzlardan yaptıklarını, yapmadıklarını 
anlar. Haramlardan yaptıklarını, yapmadıklarını, malından infak edip 
verdiklerini, vermeyip varislerine bıraktıklarını anlar o gün. Tüm bu yaptıkları 
ve yapmadıkları kendisine haber verilerek o gün ayıktırılacaktır 
insan.
         Amelinin evvelini ve ahirini anlar o 
kişi. Amelinin başlangıcını ve sonunu anlar. 
         Bir de burada anlatılan şöyle 
olacaktır: Bizzat kendi yaptığı şeyler ve sünnet olarak, yol olarak çığır olarak 
kendinden sonrakilere bıraktığı şeyler ona bildirilecektir. Çünkü insan dünyada 
bizzat kendi elleriyle yaptıklarını zaten bilmektedir. Ama kendisinden sonra 
arkasına bıraktığı çığırlardan ne kadar insan gitmiş, kimler ne nispette 
isti-fade etmişler, kimler hangi ölçüde zehirlenmiş, kimler hakkı bulmuş, kimler 
sapmış? Bunlar da o gün kendisine haber verilerek ayıktırılır insan. Yani 
arkasında bıraktığı eserlerinin tevlid ettiği neticelerle insan ayıktırılacak. 
Bak senin arkaya bıraktığın çığır şunları şunları sağladı denilerek 
ayıktırılacak. Yarın insana haber verilecek, gözünün önünde bulacak onları. 
Öyleyse insan bugünden anlamalıydı bunu, bilmeli ve 
anlamalıydı.
         14-15. “Özürlerini sayıp dökse de, 
insanoğlu, artık kendi kendinin şahididir.”
         Yok yok insan bu işi bilerek yapıyor! 
Bu bilgiyle yaratıldı o! Bu bilgiye sahiptir o aslında! Doğrusu insan kendisine 
karşı basîrdir. Kendisine karşı basîret vardır insanda. Basîret, kendi 
vicdanında, kendi kendine şahit demektir. Yani kendi kendini bilen, ne 
yapacağını, ne yapmayacağını, neleri yapması gerektiğini, neleri de yapmaması 
gerektiğini bilen olarak yaratılmıştır insan.
         Hani “Nefs-i Nâtıka” deniyordu ya. 
Kendini konuşan, kendi kendini konuşan nefis. İşte Nefs-i Bâsire de, kendi 
kendini bilen, kendi kendini gözetleyen, basîretli insan demektir. Öyleyse 
insanda kendi kendini gözetleyebilme, kendi kendine basîr olabilme özelliği 
vardır. İnsan kendi kendine basir olan varlık demektir. Öyleyse insanda kendi 
kendini kontrol edebilme özelliği vardır. İnsan bu özellikte yaratılmıştır. 
Fıtratında, ruhunda bu bilgi vardır. Yapmadan önce bu bilgi var, ne yapacağını 
biliyor. Yaparken bu bilgi var, düşünüyor, yapmaması gerektiğini biliyor. 
Yaptıktan sonra bu bilgi var, ne yaptığını düşünebilecek bir özellikle 
yaratılmıştır insan. Yaptığından pişmanlık du-yabilme özelliğinde 
yaratılmıştır.
         Bakın burada insanın bu özelliğinin 
böylece gündeme getirilişini şöylece anlamaya çalışıyoruz: Rabbimiz buyuruyor 
ki: “Ey kulum! Ey insan! Sen böyle yaratıldın! Senin fıtratında bunun bilgisi 
vardır! Öyleyse bir kendine gel de, ne yaptığının bir farkında ol! Yarın, “Ya! 
Demek ben öyle mi yapmıştım meğer? Tüh, ben bilmiyordum! Öyle olduğunun farkında 
değildim! Öyle yaptığımın farkında değildim!” demenin anlamı yoktur. Çünkü Ben 
seni ne yaptığını bilmeye, kendine basîr olmaya hazır yarattım! Seni bunun 
şuurunda, bilincinde yarattım!” 
         Veya bunun bir başka manası da insanın 
gözü, kulağı, eli, ayağı, tuttuğu, oturduğu, baktığı her şey kendisine şahit 
olacaktır. Böyle anlayanlar da olmuştur. Yani onu görüp gözeten birileri vardır. 
Yaptığı her şeye basîr olan şahitler vardır. Bu ya kendisidir, ya da onun 
âzâları ve çevresidir. Kitabımızın başka âyetlerinde ve Rasulul-lah Efendimizin 
pek çok hadislerinde bu şahitler uzun uzun 
anlatılmaktadır.
         İnsan kendi kendine basîrdir, kendi 
kendini bilmektedir, velev ki:
         Özürler beyan etse de. Veya “Velev erha meazîrah” diye de 
okunmuş. Yani perdeleri uzatsa da. Perdeleri uzatıp, perdeleri çekip işleyeceği 
günahları onun arkasında yapsa da, insanlardan, çevreden gizlemeyi becermiş olsa 
da diye de okunmuştur. Yani yaptığı iş dıştan güzel görünse de! Veya çevreyi 
atlatmayı, çerçeveyi ka-mufle etmeyi becerse de! Veya perdeleri, kapıları 
kapatıp onun arkasında yapacaklarını yapsa da insan kendi kendini 
bilmektedir.
         Birinci manaya göre anlarsak, insan 
kendi kendini bilmektedir, özürler beyan etse de, yığınlarla mâzeretlerin 
arkasına saklanıp kendini gizlemeye çalışsa da, durumunu Cenab-ı Hakk’a anlatıp: 
“Ya Rabbi ben bilmiyordum! Ben yaptıklarımın kötü şeyler olduğunu bil-miyordum! 
Senin rızanın nerede olduğundan benim haberim yoktu!” diyerek özürler dilese de, 
veya “ya Rabbi! İşte tevbe edecektim, yakında bırakacaktım, vazgeçecektim” 
diyerek yığınlarla mâzeretler be-yan etse de, bilsin ki, bilesiniz ki böyle bir 
ortamda onun bu itirafı, bu mâzeretleri onu kurtaramayacaktır. 
         Çünkü mâzeretlerle Allah kandırılamaz. 
Allah kendisini bu tür mâzeretlerle kandırılamaz kıldığı gibi, insanın kendisini 
de kendisi tarafından kandırılamaz olarak yaratmıştır. Allah insana öyle bir 
fıtrat koymuş ki bu fıtratı gereği insan asla kendi kendisini de kandıramaz. 
Rabbimizin koyduğu çok enteresan bir özelliktir bu. Bu özelliğinden dolayı 
karşıdakinin suçu hemen kolayca açığa çıkarılıveriyor. Suçlunun suçluğunu açığa 
çıkarmak çok kolay olmaktadır. Çünkü insan kendisini kandıramamaktadır. Yani 
insan kendini bir kandırabilse, bir unutabilse yaptığını, tamam onu ortaya 
çıkarmak çok zorlaşır, ama öyle bir vicdan vermiş ki Allah insana, vicdanını 
kandıramıyor. 
Lâkin kimi insan vicdanını da 
öldürmüş, fıtratını da silmişse o zaman becerebiliyor bunu. O zaman kendini de, 
başkalarını da kandırabiliyor. Zaten bu şekilde kendi karakterini, kendi 
fıtratını bozan insan, insanlıktan çıkmış demektir. Değilse fıtratı bozulmamış, 
insanlıktan çıkmamış bir insan kesinlikle ne kendisini, ne de başkalarını 
kandırıp aldatamaz.
         Bir adam işlediği bir cinâyetten ötürü, 
cinâyet sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılır. Adam mahkeme huzurunda 
kendisini öyle bir savunur, öyle deliller getirir ki, herkesi suçsuzluğu 
konusunda ikna eder. Aldığı beraat kararıyla salondan ayrılır, birkaç metre 
gider ve oradaki bir köprüden kendisini aşağıya atarak intihar eder. Neden? 
Çünkü herkesi kandırdı, ama bir türlü kendisini kandıramadı. Suçlu olduğu için 
vicdanını kandıramadı da onun için intihar etti.
         16-19. “Ey Muhammed! Cebrâil sana 
Kur’an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. 
Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. 
Biz onu Cebrâil’e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak 
Bize düşer.”
         “Peygamberim! Kur’an’ı acele olarak, 
süratlice belleyip kavramak, unutmamak için dilini depretip durma! Dilini 
hareket ettirip durma! Şüphesiz ki onu kalbinde toplamak ve onu sana okutmak 
bize aittir! Şu halde biz onu okuduğumuz zaman, sen de onun okunuşuna tabi olup, 
onu izle! Sonra muhakkak onu açıklayıp beyan etmek bizim 
işimizdir.”
         Tefsirlerin çoğunda mânâ bu şekilde 
hadislere göre verilmiş. Rasulullah efendimizin bu konudaki hadisine dayanılarak 
bu bölüm böyle anlaşılmıştır. Ama Elmalı merhum, tefsiri Hak Dini Kur’an 
Dili’nde âyetlerin meâllerini bu şekilde vermekle beraber, şerhinde hadislerin 
dışındaki başka bir mananın, değişik bir anlayışın manaya daha muvafık olacağını 
belirtmeye çalışmış, ama bunu tam belirtememiştir. Böyle bir edebi var 
müfessirlerin. Mevdûdî merhum da öyle yapmış. Aslında bu âyet şöyle 
anlaşılmalıdır, ama Rasulullah Efendimizin bu konuda böyle bir hadisi olduğu 
için öyle de demek zorundayız demişlerdir.
         Bu konuda her ne kadar da dil gereği, 
yani Arapça’nın dili gereği şunlar da anlaşılır idiyse de, seleften böyle bir 
anlayış bize intikal etmediği için o tür bir anlayıştan sarf-ı nazar ediyoruz 
diyor, Elmalı. Burada da her ne kadar bu böyle değildir, diyecek kadar cesaret 
etse de, sonunda diyor ki, hadiste denilenler doğrudur. Bize de düşen edep 
budur. Resul-i Ekrem böyle dediğine göre, bu konu sûrenin anlatılan konusunun 
kesilmesi ve farklı bir konunun araya girmesi manasınadır diyoruz. 
         Kıyamet, âhiret, kıyametin dehşeti, 
insanın mâzeretler beyan etmesi veya işlediği suçlara kılıflar bulmaya 
çalışması, kendinin kendine basîr olması, ya da kendisinin kendi aleyhinde delil 
olması, organlarının konuşturulması, hesaba, kitaba çekilmesi dönemi yaşanırken, 
birdenbire söz kesiliyor ve ayrı bir konuya geçiliyor. Diyor ki Allah: 
         “Hayır, Peygamberim! Öyle yapma! Dilini 
depredip durma! Di-lini oynatıp durma! Yani sana gelen, sana okunan bu âyetleri 
öğreneceğim, unutmayacağım, ezberleyeceğim diye dilini hareket ettirip, aceleye 
getirip durma işi! Sen acele etmeye çalışıyorsun da ondan! Ne endişen var? Niye 
acele ediyorsun? Değil mi ki biz onu toplamışız! Biz onu bir araya getirmişiz! 
Biz onu cem etmişiz! Yani o harfleri, o kelimeleri, o âyetleri bir araya Biz 
getirmişiz! Onu sana Biz okuyoruz! Onun Kur’an’ını da, onun okunuşunu da, onun 
okunaklığını da Biz or-taya koymuşuz! Sana gereken, Biz onu okurken senin de 
onun okunuşuna uyman! Ya da onun peşinde ol! Sonra da Biz hemen arkasından onu 
sana beyan edeceğiz! Ya da Biz onu sana beyan edeceğiz de artık sen onu anlar 
hale geleceksin!” İşte anlatılan budur.
         Bu konuda pek çok rivâyet vardır. 
Allah’ın Resûlü, bu sûre kendisine vahyedildiğinde, başlamış hızlı hızlı 
kendisine vahyedilen-leri diliyle tekrar etmeye. Hızlı hızlı Cebrâil’in 
okuduklarını tekrar etmek için dilini hareket ettirmeye başlar. Anlayabildiğimiz 
kadarıyla iki sebeple yapıyordu bunu Allah’ın Resûlü:
         Bir kere Allah’ın Resûlü onu kafasında 
muhafaza etmek sorumluluğunda hissediyordu kendini. Gelen o Kur’an âyetlerinin, 
Kur’-an sûrelerinin ezberlenme ve muhafaza edilme sorumluluğunun kendisinde 
olduğunu zannediyordu. Çünkü Peygamberliğinin ilk zamanlarında Allah’ın Resûlü 
vahyin ne olduğunu bilmiyordu. Allah sözüne alışık olmadığı için, vahyin 
atmosferine giremiyordu. Bunun yanında, vahyi ezberleme, onu unutmama 
sorumluluğunda hissediyordu kendisini. Bu durum, yani Rasulullah Efendimizin 
vahye alışması bir süre devam etti. 
Bunu Kur’an’ın başka yerlerinde 
de görüyoruz. Alâk, Tâ-Hâ, Şûra sûresinde de görüyoruz. İşte burada da görüyoruz 
ki, vahyin in-zâli esnasında Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri unutmamak, 
bir an evvel bellemek, ezberlemek ve onu insanlara ulaştırmak için nötr halini 
bozup, gelen âyetleri ezberlemek için dilini hareket ettirmeye çalışıyordu da 
Rabbimiz onu uyarıverdi:
         Bundan önce A’lâ sûresindeki şu âyet 
geldi: 
         “Ey Muhammed! Sana Kur’an’ı Biz 
okutacağız ve sen asla unutmayacaksın. Allah’ın dilediği bundan müstesnadır. 
Doğrusu açığı da, gizliyi de bilen O’dur.”
         (A’lâ 6,7)
         “Biz sana okuyacağız ve sen asla 
unutmayacaksın!” Bu aslında Kur’an’ın vahyedilmesi ve muhafazasının Rasulullah’a 
bir görev ol-madığını, kendisinin böyle bir sorumluluğunun olmadığını, bu işi 
Allah’ın bizzat kendi uhdesine aldığını haber veriyordu. Ama Allah’ın Resûlü 
bilmiyordu.
         Allah’ın Resûlü Kur’an-ı Kerîm 
gelirken, bu Kur’an ne kadar sürede inecek? Kaç yıl gelecek? Ne kadar gelecek? 
Kaç âyet, kaç sûre gelecek? Ne kadarı Kur’an bölümü olacak? Yani ne kadarı 
okunan bölüm olacak? Unutulacak mı, unutulmayacak mı? Bu konuda, Kur’an’ın, 
vahyin muhafazası konusunda bir gayreti, bir tedbiri olacak mıydı bunu 
bilmiyordu. Ama sonradan bu anlatıldı. Bunun anlatıldığı yerlerden biri de Tâ-Hâ 
sûresi 114. âyettir. Orada da şöyle deniyordu:
         “Ey Muhammed! Kur’an sana 
vahyedilirken, vahy bitmezden önce, unutmamak için, tekrarda acele edip 
dur-ma,  “Rabbim! İlmimi artır” 
de.”
         (Tâ-Hâ 114)
         “Peygamberim! Sana vahyedilen vahiy 
bitene kadar hiç hareket etme! Nötr kal! Sakin dur! Hiç uğraşma! Sen sadece 
dinle, ondan sonra bakmışsın ki onu öğrenmişsin!” deniyordu burada 
da.
         Anlıyoruz ki Rasulullah Efendimizin 
Kur’an kendisine gelirken onu ezberlemek, onu kafasında muhafaza etmek gibi bir 
sorumluluğu yoktu. Bu konuda bir çabanın içine girmesine gerek yoktu. Ama tabii 
Kur’an’ın muhafazasıyla ilgili ayrıca görevi vardı Rasulullah’ın. Vahiy 
katiplerini çağırıyor, onlara yazdırıyordu, Kur’an’ın anlaşılır hale gelmesi 
için çalışıyor, anlatıyor, duyuruyor, ezberletiyor, bunun için sa’y ediyordu. 
Lâkin bunun dışında Kur’an gelirken onu ezberlemek için böyle bir çabası 
olmayacaktı. Çünkü Allah ona diyor ki: “Peygamberim, Biz Kur’an’ı vahyederken 
dilini oynatıp durma! Böyle bir hareketin içine girme! Sadece nötr olarak bekle 
yeter!”
         Ama Rasulullah bunun böyle olacağını 
bilmediği için, Kur’an’ın öğrenilmesi için, bu göreve rağbetinden, iştahından 
dolayı böyle bir çabada bulunuyordu. 
         Bunun bir başka manası da şöyle 
olabilir: Bu sûrenin muhtevası Rasulullah Efendimize sık sık müracaat edilen, 
sık sık sorulan bir konuyu ihtiva ediyordu. Dalga geçiliyordu, alay ediliyordu: 
“Yeniden dirilmek mi? Âhiret mi? Hesap, kitap mı? Kim demiş onu? Nerdeymiş o? 
Kim diriltecekmiş bizi? Nasıl olacakmış bu iş? Sen onu bizim külahımıza anlat ey 
Muhammed!” deniliyor, Allah’ın Resûlü alay konusu ediliyordu. İşte böyle bir 
atmosferde Rasulullah bu sûrenin ilk âyetleriyle karşı karşıya gelince dehşete 
kapıldı. Çünkü gerçekten çok müthiş bir anlatımdı. Kıyametleri, gerçekleri 
apaçık, ama korkunç derecede etkili anlatıyordu bu sûre. Akılları başlara 
getiren müthiş ifadeler vardı sûrede. Daha başka ne söylenebilirdi bu insanlara? 
Bundan da-ha etkili, bundan daha çarpıcı delil olur muydu? Sanki Rasulullah öyle 
düşünüyor ve bunu hemen insanlara duyuruvermek, hemen ezberlemek, hemen 
duyurmak, hemen ulaştırmak istiyordu da, onun için he-men ezberlemeye 
çalışıyordu. Ama Cenâb-ı Hakk diyordu ki, "Acele etme! Dur bakalım! Ne senin 
acelen? Onu sana biz gönderiyoruz! Biz sana okuyoruz! Biz okuyacağız, sen peşi 
sıra gideceksin! Yani ona tabi ol, sen onu dinle! Sen onu anla! Sen ona ittiba 
et! Sen onunla amel et!” 
         Âyet-i 
kerîmedeki:
         “Onun toplanması Bize aittir” 
ifadesindeki Kur’an’ın toplanmasından kasıt, Kur’an’ın Rasulullah’ın göğsünde 
toplanması demektir. Kur’an’ın Rasulullah Efendimizin göğsüne yerleştirilmesi 
demektir. Yani, “Ey peygamberim, onu ezberleyeceğim, unutmayacağım diye senin 
bir çaba içine girmene gerek yok, onu senin kalbine yerleştirecek olan Biziz,” 
buyuruyor Rabbimiz. Ya da Kur’an’ın bir araya getirilmesidir ki (y«9@«š²I5«:) o 
zaman onun te’kidi olur. Çünkü Kur’an ya harflerin bir araya toplanmasındaki “Karane” kökünden türemiştir veya 
okumak anlamına gelen “Karae” kökünden türemiştir. Mânâ, 
Biz onu topladığımız zaman, yani Biz onu senin göğsünde topladığımız, ya da onun 
âyetlerini, harflerini bir araya getirip topladığımız zaman 
olacaktır.
         Toplayıp okuyunca da onun okunuşuna uy! 
demektir. Yani Kur’an’ın tamamına, onun toplamına uy veya toplayıcısına, yani 
Cebrâil’e ittiba et! Onu dinle veya sen de onunla amel et! Haramını, helâlini 
ortaya koy, onu hayatında görüntüle ey peygamberim, manasına 
gelecektir.
         “Onu senin lisânında Biz beyan 
ediyoruz. Biz onu sana senin dilinle beyan ediyoruz ki, sen de Cibril’in sana 
okuduğu gibi okuyasın.” 
         Kur’an’daki ahkâmın beyanı Bize aittir. 
Kur’an’daki haram ve helâllerin beyanı bize aittir. Kur’an’ı Arapça olarak 
indirmek Bize aittir. Veya, Peygamberim, Biz onu sana da açıklarız. Eğer bir 
karışıklık olur, eğer anlayamadığın bir husus olursa Biz onu sana açıklarız. Biz 
onu sana açıklayıp beyan edeceğiz. Anlayamadığın bir bölümü daha sonra gelen 
âyetlerle elbette izah ederiz, edeceğiz. Yani Kur’an’da bir âyeti 
anlayamadığımız zaman Kur’an orada bitmedi ki, devam ederiz daha sonraki âyetler 
onu bize beyan edecek ve açıklayacaktır.
         Âyetinden şunu anlıyoruz: Rasulullah 
Efendimize nâzil olan vahiy sadece Kur’an’da yazılı olan, Kur’an’da mevcut 
olanlardan ibaret değildir. Kur’an’da olmayan vahiy birimleri de vardır. 
Kur’an’a geç-meyen vahiyler, bilgiler de verilmiştir Rasulullah Efendimize. 
Böylece Kur’an’da olmayan vahiy birimleri de verilerek Rasulullah Efendimize 
Kur’an’ın emirleri, kelimeleri, hususî ıstılahları ve bunların manaları 
anlatılmış, açıklanmıştır. Eğer vahyin tamamı bu Kur’an’dakilerden ibaret 
olsaydı, bunun dışında Rasulullah Efendimize vahiy verilmeseydi, o zaman burada: 
“Peygamberim! Biz bunların anlamlarını sana beyan edeceğiz, açıklayacağız” gibi 
bir ifadeye gerek kalmazdı. “İşte sana indirdik ve açıkladık” denilir, olur 
biterdi.
         Sonra dikkat ederseniz bu ifade 
Kur’an’dan, Kur’an kelimesinden ayrı olarak zikredilmektedir. 
Önce:
         denmiş, sonra da ayrı 
olarak:
         denmiştir. Kur’an’ın indirilişiyle, 
Kur’an’ın cem edilişiyle, daha sonra bu inenlerin beyan edileceği ayrı ayrı 
şeylerdir. Peki bu ikisinin arasında ne fark vardır ki birbirlerinden 
ayrılmıştır? Yani her ikisi de Allah beyanı, Allah vahyi değil mi ki ayrı ayrı 
gönderiliyor? 
         Anlayabildiğimiz kadarıyla şu 
elimizdeki Kur’an’ın âyetlerinin, anlamının, emirlerinin Rasulullah Efendimize 
Allah tarafından ayrıca bildirilmesinin sebebi, Rasulullah Efendimizin kendi söz 
ve fiilleriyle onu insanlara anlatması ve onun pratiğe nasıl döküleceğini, 
onunla nasıl amel edileceğini öğretmesi içindir. Çünkü Rasulullah Efendimizin 
bizim sorumlu olduğumuz kulluktan başka bir de risâlet görevi, peygamberlik 
görevi vardır. Bakın meselâ Nahl sûresinde bu husus şöyle 
anlatılmaktadır:
         “Sana da, insanlara gönderileni 
açıklasın diye Kur’an’ı indirdik. Belki 
düşünürler.”
         (Nahl 44)
         Ayrıca Kur’an-ı Kerîm’de dört yerde 
Rasulullah efendimizin  görevinin 
yalnızca Allah’ın âyetlerini bize ulaştırmak, tebliğ etmek de-ğil, aynı zamanda 
bu âyetleri açıklamak, tefsir etmek ve nasıl anlaşılıp, uygulanacağını öğretmek 
olduğu anlatılmaktadır. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler, Bakara 129, Al-i 
İmrân 164, Cum’a 2 âyetlerinin tefsirlerine bakabilirler.
         İşte böyle. Kıyamet anlatılırken 
birdenbire böyle değişik bir ko-nuya geçilmesi, kıyamet anlatılırken sözün bir 
anda Peygamber’e (a.s) döndürülmesi biraz garip gibi olsa da, böyle bir 
münâsebet kurulmuş. Yani kıyamet konusu anlatılırken birdenbire sözün kesilip 
araya Peygamberimizin halinin sokuşturulması, cümle-i mutarıza dediğimiz bir 
parantez cümlesi yapılması, hoca ile talebenin münâsebeti gibi yapılmıştır. Hani 
dersine devam eden bir hoca talebelerinden birisinde gördüğü bir uygunsuzluğu 
düzeltmek için sözünü keserek: "Ahmet uyuklama! Hasan başka yerde gezme, buraya 
gel!” dedikten sonra yine konuya devam eder ya, işte aynen bunun gibi Rabbimiz 
de bir anda vahyini keserek Peygamberinin hoş olmayan bir davranışını düzelterek 
sözlerine devam etmiştir. 
Bizde de olur değil mi bu? Yani 
talebe bir şeylerle meşgul olurken hoca onu düzeltmek veya orada sükûneti 
sağlamak için veya birisi gelip bir şey sorduysa ona cevap verivermek, veya o 
anda izin isteyen birine izin verivermek, hocanın o anda ders halkası 
içindekilere anlattığı konunun bir anlık dışına çıkması nasıl caiz ise, bu bir 
öğretim metodu, anlatım üslûbuysa, işte burada da Allah vahiy indirirken, 
Cebrâil vahiy aktarırken talebe durumunda olan Rasulullah’ın durumu düzeltiliyor 
ki, kıyamete kadar talebelere yönelik eğitim programlarında böyle bir prensip 
ortaya konmuş oluyor, diyoruz. 
         Öyleyse biz de Kur’an okunurken böyle 
olacağız. Nötr olacağız Kur’an’ı dinlerken. Bizden de işte bu isteniyor burada. 
Nötr olmak. Peki ne demektir nötr olmak? Kur’an’ı dinlerken kendimizi, aklımızı, 
fikrimizi, benliğimizi, dikkatimizi ona teslim etmeliyiz. Öncelikli 
bilgilerimizi terk etmeliyiz. Rasulullah’ın öncelikli bir fikri vardı. Neydi o? 
O-nu ezberlemek. Hem de hemen o anda ezberlemesi gerektiğini zannediyordu. 
Öyleyse öncelikli fikirlerimizi, Kur’an dışından öğrendiklerimizi kafamızdan 
atacağız, aklımızdan başka bir şey geçirmeyeceğiz. Sırf kendimizi ona teslim 
edeceğiz. Bütün dikkatimizle, bütün benliğimizle onu 
dinleyeceğiz.
         Bu bölümün şöyle anlaşılması da 
mümkündür:
         “Aceleye getirerek öyle dilini depretip 
durma! Dilini hareket ettirip durma!” şeklindeki hitabın Peygamber Efendimize 
değil de yukarıda anlatılan insana olduğu şeklinde ikinci bir görüş vardır. 
Fah-reddin er-Râzî, Elmalılı Hamdi Yazır ve bazı müfessirler bu görüşte olmaya 
çalışmışlar ama hadislerin diskalifiyesinin anlamsızlığını bildiklerinden dolayı 
edepli, terbiyeli davranmışlar da birinci görüşü başa almışlardır. Onun için ben 
de önce onu zikrettim. İkinci anlayışı da açıklamaya çalışalım: 
Eğer buradaki hitap yukardan beri 
anlatılan insanaysa, o zaman mânâ şöyle olacaktır: 
         İnsanoğlu o gün neler yaptı, neler 
bıraktıysa o gün hepsinden haberdar edilecek. Yani insan o gün yapıp 
ettiklerinin tümünden he-saba çekilecek.
         Zaten insan kendi yaptıklarına 
basîrdir, onlardan haberdardır. Ne yaptı, ne yapmadı, bunu kendisi bilmektedir. 
Dünyada mâzeretler uydurmaya çalışsa, kamufle etmeye çalışsa, yani dünyada kendi 
ken-dini aldatmaya çalışsa da ne yapıp ettiğini insanoğlu biliyor dendi. 
Kı-yamet günü olacaklar, insanın başına gelecekler anlatıldı, ondan sonra 
da:
         “Hayır hayır! Dur bakalım acele etme! 
Niye acele ediyorsun sen? Ne derdin var senin?” denilerek bir hitapta bulunuldu. 
İkinci bir anlayışa göre eğer buradaki hitap insana râci ise, kıyamet günü 
hesap-kitap konusunda acele etmemesi anlamına gelecektir. Yani mânâ, böyle işin 
içinden kolayca sıyrılıvereceğini zannetme! Kolayca kurtulacağını sanma ey 
insan! demek olacaktır.
         İşte kıyamet günü, hesap-kitap dönemi 
eline kitabını alan bu insana diyecek ki: “Ey insan! Acele ederek, dilini hemen 
oynatma! Bu işi hemen bitirivermeden yana olma! Hemen acele geçiştirivermeden 
yana olma! Hesap-kitap işinde acele ederek dilini oynatıp bu işi bitirivermeden 
yana olma! Yani hemen acele bu işin, hesap-kitap işinin içinden çıkacağını, 
sıyrılacağını sanma!” 
          “Oku Kitabını, bugün, hesap görücü olarak sen 
kendine yetersin.”
         (İsrâ 14)
         Hesap-kitap için, amel defteri eline 
verilen kimseleri anlatırken Kur’an şöyle diyordu:
         “Kitabı sağından verilen, “Alın, 
kitabımı okuyun! Doğrusu ben böyle bir hesaplaşma ile karşılaşacağımı 
umuyordum!” (der).”
         (Hâkka 19,20)
         
“Ben 
bugünün heyecanıyla dünyada bir hayat yaşıyordum” diye sevinç çığlıkları 
atarken, etrafındakilere tertemiz defterini gösterirken, defteri eline 
tutuşturulan kâfir de diyecek ki:
         “Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl 
olmuş da küçük-büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!” 
         (Kehf 49)
         İşte o kâfir, günahkâr insan alelacele 
o kitabı karıştırıverip okuyuvermeye, alelacele işin içinden sıyrılıp çıkmaya 
çalışacak. Çabucak hesap-kitabın bitirilmesini isteyecek. Bir an evvel bu 
sorgulama işinin bitirilivermesini isteyecek de, hızlıca defterini okumaya 
çalışırken onun bu hareketini kınamak üzere, bu düşüncesine engel olmak üzere 
şöyle denilecek: 
         “Ne oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsun ey 
insan? Aceleye getirip durma işi! Öyle hızlı hızlı dilini hareket ettirip işin 
içinden sıyrılmadan yana olma! Sen onu öyle alelacele okumadan yana olma! Çünkü 
onu oraya Biz yazmışız ve Biz okuyacağız!”
         Yani onun gündeme getirilişi de Bize 
aittir, tek tek yazılışı da Bize aittir. Onu o kitapta biz topladık! Sen 
kokladın, biz topladık! Sen yaptın, sen işledin, Biz yazdık! Şimdi ne oluyor 
sana? Niye acele ediyorsun? Şimdi sus ve bekle! Sana onu Biz okuyacağız, bu 
durumda artık sana düşen sadece onun peşi sıra gitmendir. Yani eğer Biz: “Bak 
sen şunu da yapmışsın! Şu günahı da sen işlemişsin! Şu suçu da sen işlemişsin!” 
dedikçe, yaptıkların sana okundukça, sen onlardan kurtulmadan yana olma! Artık 
senin iraden bitmiştir. Biz neler de-diysek, sen ona uy! Artık burada Bizim 
beyanımız, Bizim hükmümüz, bizim kararımız geçerlidir. 
Çünkü:
         “Sen okunanlar üzerinde Bizim 
beyanımıza, Bizim kararımıza uymak zorundasın! Bugün beyan Bize aittir, karar 
Bize aittir! Sakın Bizim beyanımıza itirazın olmasın!” 
denilecek.
         Âyetin bundan sonrasını da düşünürsek 
bu mana, bu münasebet gerçekten çok uygun düşüyor. Bakın bu âyetin hemen 
arkasından denilecek ki:
         20-21. “Hayır hayır; ey insanlar! 
Sizler, çabuk elde edeceğiniz dünya nîmetlerini seversiniz de âhireti 
bırakırsınız.”
         Hitabın hemen sonrasında buyuracak ki o 
insana: “Hayır hayır, ey insanlar! Siz aceleden yanasınız! Siz aceleyi 
seviyorsunuz! Sadece şimdi burada değil, dünyadayken de aynı durumdaydınız! 
Dünyadayken de hep aceleden yanaydınız! Yok yok! İşin aslı şu! Siz aceleyi 
seviyorsunuz! Yaratılıştan seviyorsunuz aceleyi! Çünkü siz aceleden 
yaratıldınız!” İsrâ sûresinde “İnsan aceleden yaratıldı” 
buyurulmaktadır. İşte Allah buyurur ki, siz aceleyi seviyorsunuz. Yani acele 
elde edeceğinizi, peşini seviyorsunuz da, veresiye olan âhireti terk 
ediyorsunuz.
         Ama dikkat ederseniz önceki hitap 
tekildi. “Dilini aceleden hareket ettirip durma!” denmişti. Yani hitap tek 
kişiye, Peygambere idi. Sonra da: “Hayır hayır siz aceleyi seviyorsunuz da 
âhireti terk ediyorsunuz” olunca, muhatabın çoğuluna geçti Rabbimiz. 
         Deniliyor ki, insanoğlu vahyi almada, 
vahyi benimsemede, vahyi kendisine mal etmede, onunla insanları kurtarma 
çabasında, yani Allah’ın kendisini peygamber kıldığı insan bile böyle aceleci 
davranırsa, geri kalan konularda zaten aceleci davranacaktı. Rabbimiz sanki 
burada şöyle diyor: “Dikkat edin, bu insanın aceleciliği fıtrî bir özelliktir. 
Yani bundan, bu fıtrî özelliğinizden kurtulamazsınız ama, bunu hayra kanalize 
edin!” Birinci sebebi işte budur ki, gerçekten de hoş bir insicamdır.  İnsanın aceleciliğine bir örnek verilmiş, 
sonra da aceleci olmaması gerektiği anlatılmıştır. Peygambere bile “acele etme!” 
denilirken, bize haydi haydi acele etme, denilmektedir.
         Her zaman acele ediyoruz değil mi? 
Meselâ insanların hemen kurtulmasını istiyoruz. Tebliğimiz acele meyve versin, 
anlattığımız in-sanlar acele ve kolayca değişsinler. Çevremizdekiler acele 
Müslümanlaşıversinler. Veya dünyada yaptığımız kulluklar, iyilikler karşılığında 
acele mükafat bulalım. Acele karşılık görelim, dünyada üstünlük buluverelim. 
Dünyada hemen zafer elde edelim demelerimizin, aceleden yana olmamızın 
anlamsızlığı anlatılıyor burada.
         Yukarıdaki âyeti peygamberle ilişkili 
düşününce, peygamber bile bakın hayır konuda acele ediyordu da biz engelledik. 
“Öyleyse siz ey kullarım, dünya konusunda aceleci olmak, dünyada istediklerinize 
veya mükafata acele ulaşmak, zaferi acele kucaklayıvermek konusunda da 
yanlışlığa düşmeyin! Veya âhireti terk ettirici bir acelede bulunmayın! Halbuki 
insanlar hemen yola geliverse siz nasıl ecir alacaksınız? Aceleden zafere 
ulaşıverseniz âhiret mükafatına nasıl ulaşacaksınız? Öyleyse aceleden yana 
olmayın, sabırdan yana olun” de-niyor.
         Ama âhireti kazandıracak bir acele ise 
tamam ona koşacağız. Kur’an da ve sünnette pek çok yerde hayırda, hayır 
konularında acele etmemizin istendiğini biliyoruz. “Hayırda acele edin” diyor 
Allah’ın Re-sûlü. Öyleyse bize âhireti kazandıracak bir hayırda acele edeceğiz. 
Hani bir söz vardır: Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölüverecekmiş gibi de 
âhiret için çalışın diye. Hadis değil bu, ama hoş bir sözdür. Bunu şöyle 
anlıyoruz: Yapacağın iş dünya işi mi? Hiç ölmeyecekmişsin gibi davran o konuda. 
Ama yapacağın iş âhiret işi mi? Yarın ölüverecekmişsin 
gibi davran o konuda. Meselâ evini badana mı yapacaksın? Bir dünya işiyle 
karşı karşıya mısın? Acele etmeye gerek yok, hiç ölmeyecekmişsin gibi davran. 
Yarın yaparım, öbür gün yaparım, gelecek ay yaparım de ve acele etme o konuda. 
Ama namaz mı kılacaksın? Bir âhiret işi mi yapacaksın? Hemen ölüverecekmişsin 
gi-bi acele et o konuda. Hemen kılıver namazını, yarına bırakma onu. 
Veya meselâ evde çocuklarınıza 
onları daha iyi Müslümanlaştırmak ve cennete kazandırmak için ders mi 
başlatacaksınız? Böyle bir şey mi düşünüyorsunuz? Aman acele edin. Aman yarına 
bırakmayın, yarın ölecekmişsiniz gibi davranın. Çünkü belki yarın 
dinlemeyebilirler sizi. Ağaç yaş iken eğilir, yarın tutmayabilirler sözünüzü. 
Veya yarına çıkmayabilirsiniz de çocuklarınız arkanızda eğitimsiz kalabilirler. 
Veya meselâ birilerine tebliğ mi yapacaksınız? Acele edin, yarın hayatta 
olmayabilirsiniz, yahut da yarın bu imkân elinizden alınabilir. Yarın ağzınıza 
bir bant yapıştırılıp kodese tıkabilirler sizi. Veya küs olduğunuz birileriyle 
mi barışacaksınız? Aman yarınlara bırakmayın onu. Acele edin, yarın o küs 
olduğunuz kişi de, siz de ölebilirsiniz çünkü. İnfakta mı bulunacaksınız 
birilerine? Aman acele edin, zira ya-rın ölebilir, yahut da fakir 
düşebilirsiniz. Kitabınızı mutlaka tanımak zorunda olduğunuzu mu anladınız? 
Kitapsız Müslümanlık olmaz gerçeğini bugün mü anladınız? Aman hemen başlayın! 
Yarına bırakmayın! yarın belki hayatta olmayabilir, imkân 
bulamayabilirsiniz.
         Evet hayır konuda, âhiret konusunda 
acele edin. Ama:
         Ama siz bunun tamamen aksine dünya 
konusunda acele ediyorsunuz da âhireti arkaya alıyorsunuz. Peşini öne 
alıyorsunuz da veresiyeyi geri bırakıyorsunuz. Peşinden yana, yani sonucunu 
acele dünyada görebileceğiniz işlerden yana oluyorsunuz da, sonucunu âhirette 
göreceğiniz veresiye işlere yanaşmıyorsunuz! diyor Allah.
         Ama siz bilirsiniz! Sonucuna kendiniz 
katlanmak üzere istediğiniz gibi hareket edin! Bildiğiniz gibi davranın, ama 
bilesiniz ki:
         22-25. “O gün birtakım yüzler 
Rabblerine bakıp parlayacaktır. O gün birtakım yüzler de asıktır. Kendisinin 
belkemiğinin kırılacağını zanneder.”
         O gün insanlar iki gruptur. Amel 
defterlerinin dağılımına göre insanlar iki gruptur. Vücuh, yüzler anlamına 
geldiği gibi, insanlar anlamına da gelir. İşte o gün nice yüzler vardır ki onlar 
“Nazırah” tır. Başarı neticesinde 
sürûr içinde ışıldar durur, parlar durur o yüzler. Yani böyle neşeli, sürûrlu, 
sevinçli, parlak yüzler, insanlar vardır o gün.
         O yüzler Rabbine doğruda nazırdırlar. 
Rabblerine doğru bakmaktadırlar. Allah rahmet etsin, ecdat bunun üzerinde 
durmuş, yıllar yılı uğraşmış durmuş. Efendim bu âyeti nasıl anlayacağız? Allah 
bizzat görülür mü? Yoksa görülmeyecek mi? Acaba Hz. Mûsâ’ya Allah’ın “Len 
terani” demesi, beni ebedîyen göremezsin ey Mûsâ! demesi buraya da şamil 
mi, değil mi? Acaba buradaki _«Z¬±"«* ´|«7Ë! dan kasıt, “İla 
niami Rabbiha” manasına mı? Yani yarın cennette Allah’ın nîmetlerine 
bakma, onları seyretme anlamına mı? Yoksa bizzat Cenab-ı Hakk’ın cemâline bakma 
mı kast ediliyor? Ecdat burada durmuş ve yıllar yılı münakaşa etmiş. Meselâ 
Mutezile fırkası bunu bayraklaştırmış, bu konuda kesin tavrını ortaya koymuş ve 
demiş ki: Allah kesinlikle görülmez! Çünkü Hz. Mûsâ’ya eğer “Len 
terani” diyorsa Allah, kesinlikle görülmez, görülmeyecektir. Sanki Allah 
“Lenterani” yi diyendir, ama “İla 
Rabbiha nazırah’ı demeyendir. Veya “Lenterani”yi diyen Allah’tır da, 
bunu diyen başkasıdır sanki.
         İki âyetten birini temel kabul edip 
ötekini onunla yargılama âdeti pek yaygındır. İki âyet veya iki hadis. Bunlardan 
birini temel ka-bul, doğru kabul edip ötekisini onunla yargılama âdeti bizde de 
çok yaygındır. Veya dinin bir birimi temel kabul edilecek, diğeri onunla 
yargılanacak. Böyle bir âdet var toplumda.
         Meselâ benim hocam böyle dedi diyor 
adam, onu temel din kabul ediyor. Veya benim imamım, benim şeyhim, benim 
mezhebim böyle dedi diyor, bunu temel kabul ediyor, ötekileri buna göre 
yargılı-yor. Temel kabul ettiği o hükme, o düşünceye, o anlayışa uyanları doğru, 
uymayanları yanlış kabul ediyor. Meselâ kendi imamının, kendi hocasının, kendi 
mezhebinin namazını temel kabul ediyor ve ötekilerin kıldığı namaza namaz mı 
yahu bu? diyor. Veya Buhari’dekileri yanlış kabul ediyor, bu hadis-i şerif 
yanlış veya bu iş bâtıl diyor.
         Veya daha önceki öğrendiği dini temel 
kabul edip, ondan sonra öğrendiklerini onunla yargılamaya kalkışıyor, bu da aynı 
şey.
         Bildiği kadar ki Kur’an’ı temel kabul 
ediyor ve bu Kur’an’la hadisleri yargılamaya kalkışıyor, “efendim işte bu hadis 
Kur’an’a aykırıdır” diyebiliyor. Kur’an’dan bildiği topu topu iki sûredir ve 
bildiği bu iki sûreyle hadisi yargılamaya kalkıyor.
         Veya bir âyet öğreniyor onu temel kabul 
ediyor sonra karşısına çıkan bir hadis ona aykırı gibi gelince onu 
reddediveriyor. Meselâ Nûr sûresinde Allah diyor ki: 
         “Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde bir 
sorumluluk yoktur.”
         (Nûr 61)
         “Sizin beraber de, ayrı ayrı da 
yemenizde bir beis yoktur” âyetini temel kabul etmiyor da, âyetle ilgili kendi 
anlayışını temel kabul ediyor ve diyor ki: “Bak burada aynı tabakta da, ayrı 
ayrı tabaklarda da, bir arada da, veya ayrı ayrı yemekte de bir beis yoktur” 
denildi. “Öyleyse efendim bizler ayrı da yiyebiliriz beraber de yiyebiliriz! 
Bunun hiçbir sakıncası yoktur! Kadın-erkek bir arada yiyebiliriz! Sonra yabancı 
kadınmış, yerli erkekmiş ayrımı da yoktur üstelik, işte cümbür cemaat, eş-dost, 
hısım, akraba, arkadaş, dost toplanırsın böyle yenebilir, bu âyete aykırı 
değildir!” diyor. Halbuki bu âyet, bu âyeti anlatan, şerh eden hadislerle 
anlaşılacakken, bunu anlatan hadisleri insanlar reddetmeye çalışıyorlar. 
Gerçekten garip bir durumdur bu.
         Âyet temeldir tamam, Kur’an temeldir 
tamam. Âyete ters düşen reddedilsin tamam da, acaba o âyetten kasıt o mu, değil 
mi? İşte orada farklı düşünüyorlar. Kim demiş o âyetin o anlama 
geldiğini?!
         Meselâ Nisâ sûresindeki: «š³@«K¬±X7! 
vB²K«8¸ ²—Ï! âyetinin muhtevası 
"Kadınlara mücerret dokunduğunuz zaman" da olabilir, "Kadınlarla münâsebet 
ettiğiniz zaman abdest bozulur" da olabilir. Ama insanlardan kimileri mücerret 
dokunmayı temel kabul edip, sanki âyet onu mutlak olarak anlatırmışçasına 
diğerlerini reddederken, kimileri de cinsi münâsebet manasına gelir deyip, onu 
temel kabul edip diğerlerini reddediyor. Kim dedi onun sadece bu manaya 
geldiğini?
         Öyleyse burada şunu söyleyelim: Bu 
dinin temeli kitaptır, bunda kimsenin ihtilâfı yoktur. Her şeyi kitapla 
ölçmeliyiz. Aslında kitap değil de vahiy demek en doğrusudur. Çünkü sünnet de 
vahyin bir parçasıdır. Kitap temeldir, kitap asıldır ve ona uymayanlar 
reddedilmelidir, ama kitaba aykırı olan sünneti reddedelim derken ihtiyatlı 
davranmalıdır. Burada şu soruyu sormamız lâzım. Tamam kitap temeldir, kitaba 
aykırı olan reddedilmelidir ama hangi kitaba aykırı olanlar reddedilecek? Benim 
anladığım kadar ki kitaba mı? Yoksa Mutezilî kitaba mı? Yoksa Şia anlayışındaki 
kitaba mı? Hangi kitaba aykırı olanları reddedeceğiz? Kimin kitabına aykırı 
olanları reddedeceğiz? Kimileri de sünneti temel kabul edip kitabı onunla 
yargılamadan yana bir tavır sergiliyorlar. Aynı soruyu onlara da sormak lâzım. 
Sünnet te-meldir kitabı onunla anlayalım derken de hangi sünnetin temel olduğunu 
bilelim! Sünnetten benim anladığım mı? Yani benim anlayışım mı? Yoksa 
mukabilimin anlayışı mı? Bunu bilmeliyiz.
         Öyle değil mi, kitap temeldir tamam da 
kimin kitabı temeldir? Farz edin ki ben Kur’an’dan elli sûreyi tanıyabilmişim. 
Elli sûrede anlatılanların da belki onda birini anlama imkânım olmuş. Kur’an’dan 
benim nasibim işte bu kadardır. Yani benim kitabım işte budur. Kitaptan bana 
yansıyan budur. Peki Kur’an’ın elli sûresini ancak tanıyabilmiş ve üstelik de bu 
elli sûrede Rabbimin anlattıklarının sadece yirmide birini anlayabilmiş birisi 
olarak, bu kadarcık Kur’an bilgisiyle bir hadisi nasıl yargılayacağım? Hakkım 
var mı buna? Öyleyse kimin ki-tabına uymayanları reddedeceğiz? Meselâ aynı hadis 
İmam Buhârî efendimizin kitabına ters gelmemiş ki o hadisi kitabına almış. Veya 
İmam Müslim’in Kur’an’ına ters düşmediği için o hadisi kitabına almış. Veya İmam 
Ebu Hanife efendimizin, İmam Şafiî efendimizin Kur’a-n’ına ters düşmemiş o 
hadis. Şimdi ne diyeceğiz buna? Benim kitabı-ma, veya Yaşar Nuri efendinin 
kitabına ters düşüyor bu hadis diye red mi edeceğiz? Hakkımız var mı buna? Bu 
konuda çok cesur davrananları görüyorum ve korkuyorum, ihtiyatlı davranmadan 
yanayım, Allah doğrudan saptırmasın inşallah.
         Öyleyse buradaki _«Z¬±"«* ´|«7Ë! 
âyetini söyleyen de Allah’tır. "Onlar o gün Rabblerine bakacaklar!" buyuran da 
Allah’tır, ama Hz. Mûsâ: “Ya Rabbi! Ben seni görsem!” dediğinde: Ona: “Lenterani”yi, yani “kesinlikle beni 
görmeyeceksin! Ebedîyen görmeyeceksin! hiç mümkün değil ey Mûsâ!” diyen de 
Allah’tır. Bunun her ikisini buyuran da Allah’tır. Bunun birini temel kabul edip 
ötekini onunla yargılamak, birini doğru kabul edip ötekisini reddetmek mümkün 
olmadığı gibi, hâşâ ya Rabbi birinde görülmeyeceğini, birinde görüneceğini 
dedin. Birisinde onlar Rabblerine bakarlar buyururken ötekisinde asla 
görülemeyeceğini anlatıyorsun. Bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Diyemeyiz bunu 
Allah’a! Peki ne diyeceğiz ya? 
Bu âyetlerde farklı ortamlar kast 
edilmektedir diyeceğiz. Birisinde âhiret ortamı, ötekisinde de dünya ortamı 
anlatılmaktadır. Burada, bu okuduğumuz âyette âhiret ortamı anlatılmaktadır, 
cennet ortamı anlatılmaktadır ve kesinlikle biliyor ve inanıyoruz ki Cenâb-ı Hak 
âhirette, cennette görülecektir. Ama ötesinde Hz. Mûsâ gibi olma ortamı 
anlatılmaktadır, yani dünya ortamı anlatılmaktadır ve kesinlikle biliyor ve 
inanıyoruz ki kim de Hz. Mûsâ ortamındaysa, yani dünya ortamındaysa tamam o 
kesin görmeyecektir, göremeyecektir diyoruz. 
Peki Rasulullah Allah’ı Mirac’da 
gördü mü? Eğer Rasulullah Mirac’da cennet ortamında bir bulunuşla bulunmuşsa 
evet gördü, ama Hz. Mûsâ ortamında bir bulunuşla bulunmuşsa kesinlikle görmedi, 
ikisinin de dışındaysa o zaman bilmiyoruz diyeceğiz.
         Kaldı ki insanlar nedense kimi 
konularda çok titiz davranırken kimi konularda yan çizmeye başlamışlar. Ya da 
te’vili din kabul etmişler. Meselâ bakın şu konularda hassas davrandıklarından 
hiç de problem çıkmamış. Allah görür mü? konusunda tüm ümmet ittifak et-miştir 
ki Allah görür. Ama nasıl gördüğünü bilmeyiz demişler ve işi bi-tirmişler. 
Allah’ça görür demişler ve hiç de ihtilâfa düşmemişler bu ko-nuda. Peki Allah’ın 
eli var mı? Bu sefer bocalamışlar. Acaba el desek mi, demesek mi? Acaba mutlak 
mı, değil mi? Halbuki önceki gibi deyiverseler iş bitecek. Ama kimi konularda 
bunu, nasılını bilmeyiz derken kimilerinde akıllarına gelmiyor 
galiba.
         İşte burada da _«Z¬±"«* ´|«7Ë! insanlar 
Rabbine nazır olacaklar. Peki nasıl bir şey? Allah nasıl görülecek? Îman 
ediyoruz ama nasılını bilmeyiz deyiverseler iş bitecek. Peki peygamber bir şey 
anlatmış mı bu konuda? Peygamber nezaretin olacağını anlatmış mı bu konuda? 
Peygamber nezaretin olacağını anlatmış, bakmanın olacağını anlatmıştır. Yani 
mehtaplı bir gecede ayın on dördü iken insanlar itişip ka-kışırlar mı ayı 
görmeye? Hayır! Herkes bulunduğu yerden çok rahat seyreder değil mi? Allah’ın 
Resûlü, “İşte aynen böylece insanlar da Allah’ı cennette görecekler” diyor. Ama 
Allah ay gibi mi olacak? Hâşâ öyle değil. Allah’ça bir görülüşle görülecek. 
Burada görüşün böyle iti-şip kakışmadan olacağı beyan edilmektedir. Değilse 
bundan hâşâ Al-lah’ın ay gibi görüleceği, uzakta, ya da yakında görüleceği 
anlaşılmaz.
         Bir de bununla ilgili "Nâzır" kelimesi 
var. Kimileri demiş ki işte mü’minler orada, cennette nezaret edecekler. Yani 
bakanlık yapacaklar. Allah cennette kendilerine bir kısım görevler, bakanlıklar 
verecek de onlar bu görevlere nezaret edecekler, Allah’tan kendilerine bir görev 
düşüp onlar bu göreve bakıp nezaret edecekler demeye çalışmışlar. Bakan, 
bakanlık, filan denir ya işte öyle bir şey.
         Bir de görmekle bakmak ayrıdır 
demişler. Yani Allah görülmez ama O’na bakılır demişler. 
         Evet:
         “Kimi yüzler vardır ki o gün nazıradır 
ama kimi yüzler de vardır ki o gün basiradır.” Yani abus bir çehre olarak 
pusarır, asılıp durur. Adam suçundan, kaybından, ayıbından, ıstırabından, 
üzüntüsünden dolayı suspus olmuş, yıkılmış, bitmiş, tükenmiştir Allah 
korusun.
         Bilir ki, anlar ki artık kendilerine 
Fâkıra yapılacaktır. œ«I¬5@«4 bel kıran demektir. Artık o kişi anlar ki 
kendisine bel kıran yapılacaktır. Bel kıran, adamın belini büken facia, belini 
kıran belâ veya burnunu kıran bir belâdır. Fakıra, bir de Rabbinden, Rabbinin 
rahmetinden mahrum oluş, Rabbine bakamama anlamına da gelir. Veya dahiye, yani 
ateşe girmek anlamına bir manadır.
   ÇwP«# Zanne burada îman, anlamak, bilmek 
anlamak manasına kullanılır. Artık o kişi kendisine fakıra yapılacağını 
anlamıştır.
         26-30. “Dikkat edin; can boğaza gelip 
köprücük kemiklerine dayandığı zaman: “Çare bulan yok mudur?” denir. Artık 
ayrılık vaktinin geldiğini sanır. Bacaklar birbirine dolaşır. O gün sevk 
Rabbinin huzurunadır.”
         Hayır hayır! Yok yok! ³ŸÒ«6 İş öyle 
değil! Burada ölmek üzere olan bir adamdan söz ediliyor. Rivâyete göre, can 
çekilmeye ayaktan başlıyormuş. Yani önce ayaklar ölüyor, sonra diz kapakları, 
sonra bel, göğüs, kafa. İşte can çıkmaya az kala, beş kala deniliyormuş 
ki:
 ¯’!«* ²w«8 «u[¬5«: Kim okuyup üfleyip te beni 
kurtaracak?! Yok mu beni okuyacak bir Raak? Yok mu bana yardım edecek ve beni 
eski hâlime iade edecek birisi? Yok mu böyle biri? Bana eski sıhhatimi, 
sağlığımı iade edecek birilerini bulun gelin! Bir okuyucu çağırın 
bana!
         Veya ¯’!«* ²w«8 Bunun böyle gerçek 
olmadığını anlatacak biri yok mu? Yani bu büyüyü bozacak, yok edecek, bir büyücü 
yok mu? Çünkü ona göre aslı yoktu bu işin. Gerçek değildi bu iş. Ölüme ve 
hayatın biteceğine inanmıyordu. Ölüm ötesi hayata ve o hayatın hesabına, 
kitabına inanmıyordu. Dirilme yok diyordu. İşte inkâr ettiği, reddettiği bir 
gerçekle burun buruna gelince bunun gerçek olmadığını bana anlatacak bir Raak 
yok mu? Bulun gelin de bu büyüyü bozsun, diyor.
         Bir de bu ¯ alıp götürmek, yükseltmek 
demektir. Öyleyse     ¯ deniliyor. Yani 
bu ruhu, ölen kişinin bu ruhunu kim götürecek? Kim alıp yükseltecek? anlamına 
gelmektedir bu ifade. Kim götürecek bunu? Azap melekleri mi götürecek, yoksa 
rahmet melekleri mi? 
         Ama sonunda bunun bir firak olduğunu 
anlayacak. Anlayacak ki bu firak zamanı, ayrılık zamanıdır. Bunun bir ayrılık 
zamanı olduğunun farkına varacaktır. Artık karısından, çocuklarından, 
arkadaşlarından, eşinden, dostundan, dünyasından sökülüp koparılma, hayata veda 
etme zamanı gelmiştir artık.
         Ve o zaman sak, sak’a karışacaktır. 
Yani eli ayağı birbirine do-laşacaktır. Hani ölüm esnasında ayaklar şöyle 
bükülüverir ya, işte o anlatılıyor. Allah o demde ölüm azabından, şeytanın 
afetinden cümle-mizi korusun inşallah. Ayaklar birbirine dolaşacak. Veya el ve 
ayaklar olmaması gereken yerde olacaklar. Eller ayaklar birbirine 
dolaşacak.
         Bir de “sak” sev kedici demektir, 
şoföre de Araplar, sürücü, sevk edici anlamına “saik” derler. Bir sonraki âyet 
de bu manayı telmih ediyor zaten. “Sâk”, sevk edici demektir. Öyleyse anlıyoruz 
ki sa-ikler, sevk ediciler, şoförler birbirlerine karışacaklar. Yâni saikler, 
cen-nete götürücü, cehenneme götürücü melekler birbirlerine karışacaklar, 
kavuşacaklar. Yani o gün trafik karışacak. Trafik birbirine girecek. Kimi 
melekler mü’minlerin ruhlarını cennete yükseltir, kimileri de kâfirlerin 
ruhlarını cehenneme taşırken böyle gelenler gidenler birbirlerine girecek, 
trafik karışacak.
         O gün sevk yalnızca Allah’adır. Herkes 
Allah’a sevk olunmaktadır. Herkesin sevkıyatı Allah’adır. Herkes Allah huzurunda 
toplanacaktır.
         Bir de bu karışmadan ve sevkıyattan 
şunu anlıyoruz ki, adam dünyada kendine bir değer veriyordu. “Ben şu çapta, şu 
ağırlıkta bir kimseyim! Ben kesin cennetliğim! Allah beni koymayacak ta 
cennetine sığırları mı koyacak?” diye kendi kendine bir kıymet biçiyordu. 
Kendini cennetlik zannediyordu, ama bakacak ki cehenneme sevk olunuyor. Cennet 
hayalleri içindeyken bir de bakmış ki azap melekleri kendisini cehenneme doğru 
sürüklüyorlar Allah korusun. Veya tamamen zıddı gerçekleşiyor. Yani sevk 
yolları, sevkıyat yolları karışacak.
         31-33. “O, peygamberi doğrulamamış, 
namaz kılmamış, ama yalanlayıp yüz çevirmiş, sonra da salına salına kendinden 
yana olanlara gitmişti.”
         Evet o ne tasdik etti, ne de namaz 
kıldı. 
         1. O, ne sadaka verdi, ne de namaz 
kıldı demektir. Ne namaz kıldı, ne de zekât verdi. Ne malî, ne de bedenî kulluk 
yaptı. Ne malında, ne de bedeninde Allah’ı söz sahibi bilmedi. Ne malını, ne de 
bedenini Allah’ın emrine vermedi. Ne namaz kılarak Allah’tan mesaj al-dı, ne de 
zekât vererek bu mesajı Allah kullarına ulaştırma, Allah kullarıyla paylaşma 
gibi bir derdi oldu. Yani ne namaz kılmak türünde bireysel bir kullukta bulundu, 
ne de zekât gibi toplumsal bir kulluk yaptı.
         2. Veya ne sadaka verdi, ne de salavat 
getirdi.
         3. Ne tasdik etti, yani ne îman etti, 
ne de amel işledi. Tasdikle de, amelle de ilgilenmedi. Bu kişinin imanı da, 
ameli de yok.
         Bu âyet bize tasdik ile amelin, yani 
îmanla amelin beraber gündeme getirilecek bir bütün olduğunu da anlatıyor. Îman 
mücerret bir iddiadan ibaret değil, mutlaka amele dönüştürülecektir. Çünkü Allah 
mücerret bir îmana razı değildir. Bu konuyu anlatan kitabımızda pek çok âyet 
olduğu gibi, sünnet de böyle der.
"Her 
şeyde doğru olma" anlamında Kur'anî bir kavram. "Sa.-Da.Ka" fiilinden masdar 
olan "Sıdk", "konuşanın inancı itibariyle söz ve fiilinin birbirine uygun 
olması"dır. Bir va'din yerine getirilmesi bakımından sözün doğru olması "sıdk" 
olduğu gibi bir olayın haber verilmesi bakımından da sözün doğru olması "sıdk" 
dır. "Sıdk" terimi, pey-gamberlerin en önemli özelliklerinden biridir. 
Risa lete 
ehil olabilmek için her peygamberin bu sıfatı üzerinde taşıması gerekir. Bir 
pey-gamber için bu sıfat herhangi bir suretle yerinde olmazsa risâlet da-vası 
temelinden sarsılmış olacaktır. Çünkü insanlar doğru söyleme-yen bir peygambere 
güvenemez. Doğru olan peygamberin herhangi bir surette gerçeğe ters düşen bir 
söz söylediği görülmemiştir.
Bir 
peygamberin Allah namına davet ettiği şeyi kendi nefsinde yaşaması gerekir. 
Çünkü risa letin 
en büyük gayesi Cenab-ı Hakkın insanları mükellef kıldığı ahkâmı onlara tebliğ 
etmektir. Çünkü Allah ile ilişkisi olan kimse herkesten daha çok O'nun azametine 
müdriktir. Dolayısıyla O'nun hiç bir emrine karşı gelmez. Zira Ona karşı gelmek 
ihanettir. Hain olan kimse de Allah'ın risa letinin 
ehli olamaz.
Kur'an-ı 
Kerim'de bir çok peygamber için doğruluk vasfı kul-la-nılmakta, bazılarına 
"sıddîk" denilmektedir. "Kitap'ta İsmail'i de an. Çünkü o va'de sadık rasul bir 
nebi idi" (Meryem,54).
         "İşte onlar öyle kimselerdir ki, 
amellerinin en güzelini onlardan kabul ederiz ve onların kötü amellerinden vaz 
geçeriz: onlar Cennet ashabı arasındadırlar. Bu, onların va'd oluna geldikleri 
sıdk (dosdoğru) bir va'ddır" (Ahkâf,16).
Doğruluğun 
esası; bir şeyin meydana gelmesi, tamamlanması, kuvvetinin kemâle ermesi, 
kısımlarının bir araya toplanmasıdır. Doğ-ruluk (sıdk; sadakat) niyet, söz ve 
âmelde olur. Niyette doğruluk son derece azimli olmak ve Allah'a yönelmek için 
iradeyi kuvvetlendirmek ve engelleri aşmaktır. Bu ise Allah'ın farz kıldığı 
şeylere koşmakla el-de edilir. Bunun da başında Allah yolunda cihad gelir. 
Cihadın bir türü de Allah'a davettir. Davete mani olan herkesten yüz çevirmek, 
bunlar-dan uzaklaşıp nefret etmek gerekir. Çünkü onlar gaflet içinde yaşayan 
insanlardır. Dünyada gördüklerinden başka bir şey bilmezler. Onların ulaştıkları 
bilgi derecesi budur. Gerçekte ise, cehalet ve nefsanî arzunun kendisidir. Doğru 
kimsenin kalbi çok hassas olur; da-vete mani olan kimselere karşı tahammül 
edemez. Bunun için de onlardan sıkılır; onlarla komşuluk, arkadaşlık yapamaz; 
onlarla düşüp kalkamaz, onlardan uzak kalmakla gönlü açılır; Allah'a seyr ve 
sülû-kunda ve ona davet hususunda acele etmeye teşvik eden kimselerden 
hoşlanır.
Sözde 
sadakat, dilin hakkı ve doğruyu söylemesidir. Dil böyle alışınca, artık hiç bir 
bâtıl konuşmaz.
Amelde 
sadakat, şer'î yollara uyarak Rasulullah (s.a.s)'e tabi olmak suretiyle olur. 
Müslüman sözde, niyette ve amelde sadakati gerçekleştirince, sıddıkiyet 
derecesine ulaşır. Bu derece ise, Cenab-ı Hakkın mü'min kullarından istediği 
Rasûlullah (s.a.s)'e hitap ile yö-nelttiği bir derecedir. "Ve şöyle de; Rabbim, 
beni sıdk (ve selamet) girdirişiyle girdir; sıdk (ve selamet) çıkarışıyla çıkar 
ve tarafından da hakkıyla yardım edici bir hüccet ver" 
(İsrâ, 
17/80).
"Sıdk 
girdirişi ve çıkarılışı" demek, müslümanın herhangi bir şeye ve herhangi bir işe 
girişip başlamasının, ondan çıkışı ve onu ter-kinin Allah için ve Allah ile 
olmasıdır. Yani yaptıkları ve yapmadıkları Allah'ın rızasına bağlıdır. Kul 
bunları eda ederken Allah'tan yardım di-leyerek yapar. Maksadı da Allah'ın 
rızasıdır. Gayesi de yalnız Allah-dır. "De ki: Benim namazım da ibadetlerim de 
hayatım ve ölümüm de, hiç bir ortağı olmayan alemlerin Rabbi olan Allah’ındır" 
(En'âm, 
6/162-163).
Müslüman 
sıddıkiyetin bu derecesine erince, hayatta onun na-zarında rağbet edilecek başka 
bir gaye kalmaz. Ancak bunun ayakta kalışı Allah'ın rızasına vesile olacaksa 
ayakta kalmayı tercih eder. Şâ-yet bu gayeyi kaçırır veya elde edemeyeceğini 
anlarsa, hayattan yüz çevirir ve ölümünü ister. Hz. Ömer (r.a)'ın şöyle dediği 
rivâyet edilir: "Üç şey olmasaydı dünyada kalmayı istemezdim; 1- Allah yolunda 
iyi cins atlar sırtında savaşmak; 2- Gece ibadetinin meşakkat ve zorlu-ğuna 
katlanmak; 3- Sözün temizini hurmanın temizini seçer gibi se-çen kimselerle 
düşüp kalkmak". Hz. Ömer (r.a)'ın arzu ettiği bütün bu sayılanlar Rabb'ı râzı 
edecek şeylerdir.
Sadık 
bir müslüman davetçinin sadakati yüzünden ve sesin-den belli olur. Rasûlullah’ı 
tanımadan evvel onunla konuşan kimseler şöyle derlerdi: "Vallahi bu bir yalancı 
yüzü ve bir yalancı sesi değildir".
Davetçinin 
yüzünde ve sesinde doğruluk eserinin görülmesi, muhata-bına tesir eder; onun 
sözünü kabule, ona saygı beslemeye sevk eder. Ancak, muhatapları son derece kör 
kalpli kimselerse onlara tesir et-mez. Ne olursa olsun, beyan ettiğimiz manâda 
sadakat müslüman için ve Allah'a davet eden herkes için zaruridir. Çünkü imanın 
esası doğruluk; münafıklığın esası da yalandır. Davetçinin yalancı olması mümkün 
olamaz. Peygamber (s.a.s)'in buyurdukları gibi, yalan ahlâk-sızlığa sevk eder. 
Ahlâksız bir kimsenin ise davetçi olması mümkün değildir.
Yüce 
Allah peygamberlerden ve inananlardan ahd olarak sa-dıkları ve kâzipleri 
birbirinden ayırmıştır: "Biz nebilerden kuvvetle ahitlerini almıştık. Senden, 
Nuh'tan İbrahim'den Musa'dan ve Meryem oğ-lu İsa'dan (evet) onlardan ağır bir 
mîsak (söz) almıştık "; "Ki (Allah) o sadıklara sıdklarından sorsun, o kâfirlere 
de acı bir azap hazırlamış-tır." 
(Ahzâb,7-8)
"Mü'minlerden 
öyle erler vardır ki Allah'a verdikleri ahitlerinde durdular; onlardan kimi 
adağını yerine getirdi, kimi de beklemektedir; sözlerini asla 
değiştirmemişlerdir"; Ki Allah sâdıkları sıdklarıyla müka-fatlandırsın, 
münafıklara da dilerse azap etsin, dilerse tevbe edenlerin tevbelerini kabul 
etsin. Şüphesiz Allah Gafur ve Rahimdir" 
(Ahzab,23-24)
"İnsanlar 
yalnız "inandık" demekle hiç sınanmadan bırakıla-caklarını mı sandılar? Andolsun 
ki biz onlardan öncekilerini sınadık el-bette Allah (sınayıp) sadıkları bildirip 
açığa çıkaracak, kâzipleri (ya-lancıları) bildirecektir" 
(Ankebût,2-3)
İşte 
yukarıdaki âyetlerde bahsedilen sadık erlere Cenab-ı Hak mükâfat olarak "sıdk", 
mekânlarını "sıdk" bir va'd ile vadetmiştir: "İçle-rinden bir adama "insanları 
uyar ve iman edenlere Rabbleri katında kendileri için bir kademe-i sıdk 
(doğruluk makamı, kademesi) bulun-duğunu müjdele" diye vahyetmemiz insanlara 
tuhaf mı geldi ki kâfir-ler; "bu apaçık bir sihirbazdır" dediler." 
(Yunus, 
10/2)
"Muhakkak 
ki muttâkiler cennetlerde ve ırmaklar (ın kenarın) dadırlar". "Sıdk makamında 
(doğruluk meclisinde) gâyet muktedir (güçlü) bir melikin yanındadırlar" 
(Kamer,54-55)
         4. Veya bu âyetin bir başka manası da 
bu adam ne namaz kıl-dı, ne de namazla aldığı mesajı tasdik etti demektir. Buna 
göre bu adam Ebu Cehildir, ya da Ebu Cehil gibi olanlardan biridir denmiş. 
         5. Ya da bu adam dışardan kabul edenler 
safında görünse de, îman iddiasında bulummuş olsa da bu îmanını tasdik etmedi, 
yani amele dönüştürmedi. Amelle îmanının sadâkatini ortaya koymadı de-mektir. 
Tasdik, îmandan da öte bir şeydir. Tasdik, îmanın eylemidir. Sadaka da aynı 
kökten gelir. Bir adamın cebindeki parasının Allah’a ait olduğunu kabul etmesi 
îmandır, ayrı şeydir, ama onu Allah’ın istediği yerlere ulaştırıp sadaka 
yapması, bu konudaki îmanının sadâkatini ortaya koyması ayrı şeydir. Onun 
içindir ki Hz. Ebu Bekir efendimiz îman etmenin de ötesinde sıddîk idi. Yani 
îmanın sadâkatini, eylemini ortaya koyan idi.
         Öyleyse bir kişinin herhangi bir konuya 
“İman ettim!” demesi yetmez. Aynı zamanda o kimsenin îman ettiği konuyu bizzat 
amel ha-line getirmesi şarttır. Böylece îmanının eylemini, îmanının sadâkatini 
ve ispatını ortaya koymuş olacaktır. İşte diyoruz ki bu adam ne îman etti, ne de 
bu îmanının sadâkatini ortaya koymak üzere amel işledi, îmanını amelle 
görüntüledi.
         6. Ya da bu adamın malına bağımlılığı, 
malına olan sevgisi, tutkusu onu namaza götürmedi. Mala bakışı bozuk olduğu için 
namaz da kılmadı. Malı, mülkü, dükkanı, tezgahı onu bırakmadı ki namaza 
gidebilsin demektir.
         7. Veya bu adam ne kıyameti tasdik 
etti, ne de onun için bir amel hazırladı. Böyle olunca ne yüzle çıkacak ki 
Allah’ın huzuruna! 
         Bunları yapmadı 
da:
         Kezzebe yaptı ve tevella etti. Kezzebe, 
kefera’dan farklıdır. Kezzebe yalan saymak, kefera da inkâr etmek demektir. 
İnkâr etmekle yalan saymak, ayrı ayrı şeylerdir. Kefera inkâr etti, reddetti 
kabul-lenmedi demektir. Ama kezzebe yalanladı, yalan saydı demektir. Peki nedir 
yalan saymak? Yalan saymak, anlamakla, bilmekle, îman etmekle beraber gereğini 
yerine getirmemek demektir. Kabullenmekle beraber gereğine yönelmemek demektir. 
Dille inandığını iddia etmekle beraber hayatla yalanlamak demektir. Îmanla 
amelin, iddiayla hayatın uyuşmaması demektir. Evet adam yalanladı, yalan saydı, 
yok farz etti ve de yüz çevirdi.
         Önce iki suç zikredildi, arkasından iki 
suç daha geldi. Yani bı-rakın tasdik etmeyi, kezzebe yaptı. Bırakın namaz 
kılmayı, yüz çevirip ilgisiz kaldı. Ya da inandım, îman ettim demediği gibi 
kezzebe ve te-vellâ yaptı. Yalanladı ve yüz çevirdi. Madem inanmadı, bari 
sussaydı veya karşı çıkmasaydı. Bari bir durup düşünseydi, dinleyip 
araştırsaydı, onu da yapmadı. Yani ilgilenmedi bile, yönünü bile dönmedi. Sonra 
da:
         Sonra da gerile gerile, kasıla kasıla, 
ehline, iline keyif çatmaya gitti. Yani ehline, karısının yanına veya dükkanına, 
tezgahına, bürosuna keyif çatmaya gitti. Böyle kasıla kasıla, kurula kurula, 
salına sa-lına ehline doğru gitti. Anlaşılıyor ki durumundan, hayatından 
rahatsız olmadan bir gidiş anlatılıyor. Hem tasdikle ilgisi yok, hem namazla 
il-gisi yok, hem âhiret derdi yok, rahat ve huzur içinde kendi dünyasına, 
carkına curkuna gidiyor adam. Veya karısını kızını koluna takmış, hem millete 
teşhir ediyor, hem de hiç çekinmeden kasıla kasıla gidiyor ya, öyle bir gidiş. 
Ya da bu mesajı ehline, hanımına, 
çocuklarına taşıması gerekirken, onlara başka şeylerle gidiyor adam. Akşam evine 
çocuklarına koltuğunun altında iki âyet, iki hadis taşıması gerekirken dükkanı 
taşıyor adam. “Şöyle aldım, böyle verdim, şöyle kazandım, şu kadar ka-zandım, 
şunu yaptım bunu ettim” diyerek dükkanını, iş dünyasını evine taşıyıp anlatıyor 
adam. Yani zavallı akşama kadar kendisini dükkânın, tezgâhın kulu, kölesi olduğu 
gibi akşam eve varınca çoluk çocuğuna da onları anlatıp oyalıyor onları. İşte o 
anlatılıyor sanki burada.
         34-35. “Sana yazıklar olsun, yazıklar! 
Daha ne olsun, sana yazıklar olsun, yazıklar!”
         Oh olsun sana, oh olsun! Yazıklar olsun 
sana yazıklar olsun! Veyl olsun sana veyl olsun! Gerektir sana bu gerektir! 
Lâyıktır sana bu lâyıktır! Veyl üstüne veyl, beddua üstüne beddua, lânet üstüne 
lânet. Elbette yaratıcısını, Rabbini tanımayan, O’nun kendisi için gönderdiği 
vahiyden habersiz bir hayat yaşayan kimse bu lâneti hak edecektir. Dünyanın kulu 
kölesi olmuş, o dünyanın da kendisinin de sahibi olan Allah’ın hayat programını 
reddetmiş bir kişiye veyl üstüne veyl olsun. 
         Bunlardan biri «’ÅG«. Ÿ¸«4 için, biri 
´|ÅV«. ¸«: için, biri «ÅH«6 için, biri 
de ´|Å7«Y«#«: olmak üzere dört ´|«7²:Ï!  kullanılmış, dört lânet 
okunmuş.
         Ya da bu adamın hayatında bu 
sayılanların yanında sayılmayacak kadar daha evlâ var, hepsine veyl olsun, 
hepsine veyl olsun! Ya veyl olsun anlamına, ya da gerektir sana bu belâ gerektir 
anlamına. Oh olsun, bu belâ gerektir sana! Lâyıksın sen buna lâyıksın 
anlamınadır.
         Peki ya biz ne yapacağız? Kur’an oh 
olsun dediğine göre elbette böylelerine biz de oh olsun! diyeceğiz. Yani adam 
hem İslâm’a karşı geliyor, hem İslâm’ın engellenmesine çalışıyor, sonra da 
başına bir belâ geldiğinde biz üzüleceğiz, öyle yok. Amma onun o hayattan 
kurtuluşu için çabalayacağız, o ayrı konudur tabii.
         Ya da başta Allah’ı inkâr eden sana 
ancak böyle davranış yaraşır demektir bu evlâların manası. Senin gibi Rabbini 
reddeden, Rabbinin yasalarını reddeden, Rabbinin kitabıyla ilgi kurmayan 
birisinden ancak bunlar beklenir, başkası değil. 
         36-39. “İnsanoğlu kendisinin başıboş 
bırakılacağını mı sanır? O, akıtılan bir meni damlası değil miydi? Sonra kan 
pıhtısı olmuş, sonra Allah onu yaratıp şekil vermişti. Ondan, erkek-dişi iki 
cins yaratmıştı.”
         Yani bu insan başıboş, mühmel 
bırakıldığını mı zannediyor. İhmal edilecek, unutulacak mı zannediyor kendini? 
Sümenaltı edilecek, hesap dışı bırakılacak, unutulacak mı zannediyor kendini? 
Öyle mi hesap ediyor? Hesabını, kitabını, hayatını bu anlayışın üzerine mi bina 
ediyor? Davranışlarını buna göre mi ayarlıyor? Hayat programını, yaptıklarının 
hesabının sorulmayacağı anlayışına mı bina ediyor? Ankebût sûresinde de aynı 
soru soruluyordu.
         Süda, başı boş, ipsiz, yularsız, salık 
demektir. İbilu’s süda, Arapça’da önüne ne gelirse yiyen yularsız deve için 
kullanılır. Yularını koparmış, ipini koparmış ipsiz deve. Hiçbir kayıt altına 
girmeyen, hiçbir sorumluluk taşımayan develer gibi mi zannediyor insan kendini? 
Yani o insan kendini hayvan mı sanıyor? Hayvanla kendisi arasında hiçbir fark 
göremiyor mu?
         Bir insan düşünün ki dünyadayken îman 
etmemiş, üstelik îman edenlere de engel olmuş, fesat tohumları ekmiş ve bu fesat 
asırlarca gelecek nesillerin binlercesinin hayatını mahvetmiş. Şimdi böyle bir 
insan sıradan bir böcek gibi ölsün, yok olsun, bir daha dirilmesin, hesap 
sorulmasın, öyle mi? Adâlet mi bu? Olacak şey midir bu? Veya Allah’a inanmış, 
Allah’a Allah’ın istediği kulluğu icra etmek için bir ö-mür boyu çırpınmış, 
insanların saadet ve kurtuluşu için eziyetler çekmiş, kendi canını ortaya koymuş 
bir insan da, bir karınca gibi ölüp git-sin, bu yaptıklarının karşılığını 
görmeden yok olup gitsin öyle mi? Adâlet mi bu? Zâlimin, kan içenin zulmü yanına 
kâr kalsın, mazlumun âhı yerde kalsın öyle mi? Böyle bir durumda zâlimin önüne 
neyle geçilecek? Yaptıklarının yanına kâr kalacağına inanan, dirilip hesap 
so-rulmayacağını düşünen bir zâlimin zulmüne neyle engel olacaksınız? Bununla 
beraber insanları iyiliğe, hayır işlemeye, ıslahtan yana olmaya nasıl teşvik 
edeceksiniz? İyilik yapanlar enayi olmayacak mı o zaman? Kimi ikna edebilirsiniz 
iyilik yapmaya? Karşılığını göremeyeceği iyilikler yapmanın enayilik sayıldığı 
bir ortamda kim iyiliğe yönelebilecek?
         Nasıl da unutuyor bu nankör insan 
atılmış bir damla sudan, bir nutfeden, meniden yaratıldığını? Ne çabuk unutuyor 
insan? Aklı başında değilken, bebekken, acizken, güçsüzken, bilgiden, kendini 
bile korumaktan acizken şimdi biz ona gücünü, bilgisini verirken bize karşı 
gelsin diye mi veriyoruz ona bunu? Bütün bunları bize kafa tutup isyan etsin 
diye mi veriyoruz? Bizim kendisine verdiklerimizi nankörce bize düşmanlıkta mı 
kullanıyor bu nankör insan? 
         Sonra da onu alâka yapmışız ve insan 
haline çevirmişiz. Üstelik tesviye de etmişiz onu. Gözünü, kulağını, elini, 
ayağını, aklını, fikrini, ferasetini de vermişiz ona.
         Sonra da onu erkek ve dişi yapmışız. 
Tabi burada “Elem ne-kü” diye anlatılan insan Hz. Adem değil, Adem oğludur, 
insan cinsidir. Ve bu cinse soruluyor şimdi:
         40. “Bunları yapan Allah’ın ölüleri 
diriltmeye gücü yetmez mi? Elbette yeter.”
         Peki o insan oğlu yeniden  diriltileceği konusunda neden hiç düşünmüyor? 
Onu dirilten öldürmeye, öldüren diriltmeye kâdir değil mi? Yaratırken bir damla 
sudan yaratmaya kâdir de, öldükten sonra onu yeniden yaratmaya kâdir değil mi? 
Onu beceren bunu becere-mez mi? Hiç düşünmüyor musunuz? Hiç aklınız yok mu 
sizin? 
         Rabbimizin bu sorusuna karşılık: “Allahümme Fe belâ” denilir, böyle 
denmiş. Belâ Allah’ım! Evet Allah’ım! Doğru söylüyorsun ya Rabbi! Sen buna 
kâdirsin ya Rabbi! Bizi yoktan var eden Sen, bizi bir damla sudan yaratan Sen, 
bize şu anda sahip olduklarımızın tümünü veren Sen elbette ölümümüzden sonra 
bizi tekrar yaratabilirsin! Buna Senin gücün yeter Allah’ım! Bu konuda en küçük 
bir şüphemiz yoktur ya Rabbi! diyoruz.
         Bu sûre ile alâkalı da bu kadar söz 
yeter. Rabbim gereğiyle amel etmeyi hepimize nasip etsin, kolay getirsin 
inşallah. Vel hamdü lillahi Rabbi’l âlemîn.
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder