Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 
94., Nüzûl sıralamasına göre 12., Mufassal sûreler kısmının on ikinci grubunun 
altıncı sûresi olan İnşirâh sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 
8’dir.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın 
adıyla”
Hamd yalnız 
ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, 
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen 
her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahman ve Rahim olan 
Allah’ın adıyla”
         1. 
“Ey Muhammed! Senin gönlünü açmadık mı? 2-3. Belini büken yükünü 
üzerinden almadık mı? 4. Senin şanını yükseltmedik mi? 5-6. Elbette güçlükle 
beraber şüphesiz bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık 
vardır. 7-8. Öyleyse; bir işi bitirince diğerine giriş; ve ümit edeceğini 
yalnızca Rabbinden iste.”
         Mekke’de, Mekke döneminin ilk 
günlerinde fetret döneminden sonra yâni Duhâ sûresinin 
hemen akabinde nâzil olmuş “Elem Neş-rah leke”, Şerh, ya da İnşirâh 
sûresi diye bilinen, tüm toplumunun kendisine düşman kesildiği, dâvetine karşı 
muhalefet fırtınalarının yükseldiği bir dönemde Rasûlullah efendimizi teselli etmek üzere inmiş bir sûreyle 
karşı karşıyayız. Kendisine Rabbi tarafından lütfedilen nîmetler gündeme 
getirilerek tüm çevresinin kendisine düşman kesildiği bir dönemde Allah’ın 
elçisi sabra ve metanete dâvet edilmektedir. Sûrede gündeme getirilen bu 
nîmetler, “şerh’üs sadır” nîmeti, belini büken 
yüklerinin kaldırılması, sorumluluklarının hafifletilmesi ve de dinde temel 
kabul edilerek isminin yüceltilmesi gibi yeryüzünde hiç kimseye verilmemiş 
nîmetler.
         Sûrede özetle şunlar denmektedir: Ey 
Peygamberim! Ve ey peygamber yolunun yolcuları! Kuşluk vaktini, gençlik dönemini 
iyi de-ğerlendirin! Geceyi gündüzü Allah’ın istediği 
biçimde iyi değerlendirir-seniz, hayatınızı Allah’ın istediği biçimde yaşarsanız 
bilesiniz ki ba-şınıza 
gelenler sizin için hep hayırlı olacaktır. Allah size verecek ve verdikleri 
sizin için hayır olacaktır, hayırlı olacaktır. 
Düşünsenize, bedeninizi, 
aklınızı, bilginizi, malınızı, mülkünü-zü, evinizi, 
barkınızı, atınızı, arabanızı, sahip olduğunuz her şeyinizi Allah verdi ya. Öyleyse bütün bunlara sahip olduk diye bunlardan mahrum 
olanlara hor bakmayın. Onları hakir görmeyin. Yetimi hor görmeyin. Bütün bu 
nîmetleri size lütfeden Rabbinizin kitabıyla diya-loglarınızı asla kesmeyin. 
Allah’ın kitabını kendinizden, kendinizi de Kitaptan uzak tutarak bir hayat 
yaşamayın buyurulmaktadır. 
         İnşallah sûrenin âyetleri üzerinde hızlı 
ve genel bir gezinti ya-palım. "Duha" suresi, vahyin birkaç gün kesilmesi ve Rasulullah’ın gönlüne bir sıkıntının çökmesi üzerine inmiş 
gönlüne ferahlık gelmişti. İnşirah suresi bu ferahlığı pekiştirerek şanını 
yüceltmekte ve ona ver-diği nimetleri sıralamaktadır. 
Sûrenin meali şöyledir: "Biz senin gök-sünü açmadık 
mı? Atmadık mı üzerinden yükü? Ki (o ağırlığından) sırtını çatırdatmıştı! Senin 
şanını yükseltmedik mi? Muhakkak ki her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. 
Evet her güçlükle beraber bir ko-laylık vardır. O halde (işlerinden) boş olduğun zaman uğraş 
(ibadetle meşgul ol) ve Rabbine rağbet et (O'nun rızasını, O'nun sevgisini ka-zanmağa 
çalış)"
Bu 
sûrede anlatıları şerh-i sadr yani Hz. Peygamberin göğsü-nün yarılması olayından maksadın ne 
olduğu tartışılmışsa da genel-likle İsrâ hadisesindeki şerh-i sadr 
olduğu kabul edilmiştir. Hz. Pey-gamber bir defa, on yaslarında, bir defa da Mirac öncesinde 
"göğsün genişletilmesi ameliyesi" ne tabi tutulmuştur. Sûre, insanın manevî 
bakımdan yetişmesinde, kemâle ermesinde büyük önemi olan "İnsan sadrı"na dikkati 
çekmektedir.
Sûreye 
ad olan "göğsün genişlemesi (şerh-i sadr)" olayının 
il-kini Allah Resûlü şöyle açıklar: Ebû Hureyre (r.a), Hz. Peygamber'e, 
ilk peygamberlik belirtisinin ne olduğunu sorar. Hz. 
Peygamber (s.a.s) şöyle cevap verir: "On yaşlarında iken sahrâya (çöl) 
çıkmıştım. Başı-mın üstünde bazı sesler işittim. Bir 
adam diğerine, "İşte bu o değil mi" diye soruyor, diğeri "evet" diyordu. Bunlar 
daha önce gördüğüm hiçbir kimseye benzemiyordu. Yürüyerek yanıma geldiler. 
Birisi kollarımdan tuttu. Hiçbir şey hissetmiyordum. Birisi "yan yatır" dedi. 
Zorlamadan ve çekmeden beni yatırdılar. Birisi, "göğsünü yar" dedi. Göğsüme 
çık-tı, kan ve acı olmaksızın, göreceğim şekilde 
göğsümü yardı. "Kin ve hasedi çıkar" dedi. Kan pıhtısı benzeri şeyleri çıkarıp 
attı. "Şefkat, merhamet ve rahmet doldur" dedi. Çıkardığı şey gümüşe benziyordu. 
Sonra sağ ayağımın baş parmağını hareket ettirdi ve şöyle dedi: Hay-di git ve 
selâmet bul". Oradan, küçüklere karşı şefkatli büyüklere karşı merhametli olarak 
döndüm" 
(Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,139)
Taşınması 
Hz. Peygamber'e ağırlık veren yükün sırtından 
atıl-ması "geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlanmış 
olması"dır. Kur'-an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: 
"Allah, bu fethi sana, geçmiş ve gele-cek günahlarını 
bağışlamak, üzerine olan nimetini tamamlamak, seni dosdoğru bir yola iletmek ve 
seni sanlı bir zaferle muzaffer kılmak için ihsan etti" 
(Fetih,2-3)
Hz. 
Peygamber'in şanının yüceltilmesi; kelime-i şehadet, 
e-zan, namazdaki tehiyyât, Allahümme salli ve Allahümme bârik duaları gibi 
doğrudan O'nunla ilgili dua ve niyazlarda açıkça 
görülür. Ancak, onun ins ve cinnin peygamberi oluşu, âlemlere rahmet olarak gönde-rilmesi, evrensel ve son tevhîd 
dinini temsil etmesi en büyük şereftir.
Her 
zorluktan sonra kolaylığın iki defa tekrar edilerek bildirilmesi, mü-minleri zorlukları göğüslemeye teşvik etmektedir. Her 
gecenin gündü-zü, karanlığın aydınlığı olduğu gibi, 
zulmün arkasından da adâletin, küfrün ardından İslâm hâkimiyetinin gelmesi 
umulur. Ancak bu kolay-lıklara ulaşmak için yüce 
Allah'a yönelme ve kulluk gereklidir.
Bu kısa mukaddimeden sonra 
sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya 
çalışalım.
1. “Ey Muhammed! Senin göğsünü 
açmadık mı?”
         Senin göğsünü, günlünü açmadık 
mı? Sana bir inşirâh, bir iç genişliği, bir gönül ferahlığı vermedik mi? Senin 
kederini giderip sıkıntılarını dağıtmadık mı? Senin kalbine genişlik ve ferahlık 
vererek sana rahat bir nefes alma imkânı vermedik mi?
Yani 
senin göğsünü İslâm için, Allah’a iman, hakkın marifeti için açmadık mı? Kalbini 
yumuşatıp onu bir hikmet kabı ve yeri kılmadık mı? Ve seni günahların olma 
ihtimalinden koruduk, peygamberlikten önce ve sana vahy gelene kadar seni muhafaza ettik ve sen bütün 
pisliklerden tertemiz idin. 
         Güvenilir kaynakların rivâyetine göre 
şerhu’s sadr veya şak-ku’s sadr Rasûlullah Efendimizin hayatında başına iki defa gelmiş bir 
hadisedir. 
Birisi Rasûlullah Efendimizin kendi beyanlarından da anlaşıldığı 
gibi çocukluk döneminde süt annesinin yanındayken melekler tarafından 
gerçekleştirilen bir ameliyat sonunda göğsü yarılmış, içi imanla, metanetle, 
cesaret ve sabırla doldurulmuştur. 
İkincisi de yine mahiyetini, 
gerçek yönünü bilemediğimiz ancak efendimizin kendi beyanlarından anladığımız 
kadarıyla Mirac öncesi bir sadır açılması hadisesi vardır. Allahu âlem bu iki ameliyeyle, Nübüvvet gibi gerçekten çok 
büyük ve zor bir görevi Allah’ın istediği biçimde icra edebilmek, Nübüvvet 
düşmanları karşısında dimdik ayakta durabilmek, tüm düşmanlıklara, tüm 
reddedişlere ve yalanlamalara karşı tek başına durabilmek için Rasûlullah Efendimize harikulade bir cesaret ve sabır 
verilmek, güçlü kılınmak istenmektedir.
         Peygamber, Peygamber olarak aslında 
daha doğuştan vahye dayanabilecek bir dayanıklılık içinde yaratılmıştır. O daha 
doğuştan Allah’ın emirlerini, Allah’ın vahyini telâkki ve icraya tahammülü olan 
bir insan olarak yaratılmıştır. Çünkü Allah’tan vahiy telâkki, vahyi icra öyle 
alelâde bir insanın dayanabileceği, yapabileceği bir şey değildir. Zira biz 
biliyoruz ki Rasûlullah Efendimize vahiy gelirken 
bazen bir devenin üzerinde oluyordu da vahyin ağırlığından, azametinden devenin 
ayakları kumlara gömülüyor, Allah’ın Resûlü kış gününde buram buram ter döküyor, kendinden geçer gibi oluyordu. Kolay 
değildi bu iş. Dağların bile dayanamayacağı, azametinden dağların bile parça 
parça olacağı vahye dayanmak kolay bir şey değildir. 
Allah’ın meşhûd âyetleri karşısında semavat 
ve arz bile dayanamamaktadır. Bakara sûresinde bu âyetler karşısında 
etkilenmeyen, kaskatı kesilen kâfirin kalbine mukabil taşların bile 
etkilendikleri anlatılır. Allah’ın hava, su, güneş, oksijen gibi meşhûd, yani görsel âyetleri karşısında taşların bile 
etkilenerek parça parça oldukları, kimilerinin 
Allah’ın su âyetine dur diyemeyerek içlerinden su fışkırttıkları, sinelerinde 
suya yol verdikleri, su âyetinin kalplerine kadar nüfuz ettiği, kimilerinin de 
parçalanarak tuz buz oldukları anlatılır. Allah’ın vahyini telakki nasıl zor bir 
işse o vahyi icra edip uygulamak daha zordur. 
         İşte yeryüzünde kendisine vahiy 
gönderilecek, gönderilen vah-yi bizzat kendi şahsında, kendi hayatında 
uygulayarak, Allah’ın istediği hayatı, Allah’ın istediği kulluğu örnekleyerek, 
çevresine gösterecek, ey kullarım sizden aynen bunun gibi bir kulluk istiyorum 
diye Allah’ın kendisini tüm öteki kullarına göstereceği bir örnek, bir üsve, bir Pey-gamber olarak 
elbette onun hem bu vahye dayanacak, hem de onu icra edecek bir dayanıklılık 
içinde olmalıydı. Zira peygamber örnekti. Peygamber her şeye göğüs geren, her 
şeye tahammül edendi. Büyük bir dâvâyı omuzlayan kişi olarak elbette yeme-içme, 
açlığa-susuzlu-ğa, dertlere, ıstıraplara dayanma 
konusunda, alaylara yalanlamalara sabredip göğüs germe konusunda Rasûlullah Efendimiz elbette farklı yaratılmalıydı ve farklı 
yaratılmıştır da. Zira Rabbimiz ona özel bir görev yüklemiştir. Bu ayrı bir 
görevdir.
         Meselâ Cenâb-ı Hakk kadına doğurma gibi 
özel bir görev yüklemiş ve bu özel görevini icra edebilmesi için de ona özel bir 
takım yetenekler vermiştir değil mi? Kadının vücudu, yapısı, kanı, kasları, 
damarları bu işe müsait hale getirilmiştir. Hattâ damarlarından süzülüp gelen 
çocuğun beslenebileceği süt, doğar doğmaz yavrusuna karşı işlemeye başlayan ana 
şefkatiyle kadın daha yaratılıştan bu işe yatkın olarak dizayn edilmiştir. 
Erkekte yoktur bu özellikler. Çünkü er-keğin böyle 
doğurma gibi bir görevi yoktur. Erkek daha çok çalışmaya, kazanmaya, savaşmaya, 
hüküm vermeye, hükmü icra etmeye müsait yaratılmıştır. Eğer erkek te kadın kadar merhametli, şefkatli, ince olsaydı o zaman 
yeryüzünde denge bozulur, hüküm verilemez ve verilen hüküm uygulanamazdı. 
Veya eğer kadın da erkek gibi 
olsaydı o da hiçbir zaman çocuk doğuramaz ve onu büyütüp yetiştiremezdi. Ama bu 
erkek gaddardır, zalimdir, kadın da merhametlidir, demek değildir. Onlar 
rollerine müsait olarak öyle yaratılmış, berikiler de kendilerinden beklenilene 
göre böyle yaratılmıştır. Nasıl ki Rabbimiz kendisine çocuk doğurma ve 
yetiştirme gibi özel bir görev yüklediği kadını yaratırken ona bu iş için özel 
bir kısım yetenekler vermişse, onu bir kısım özelliklerle donatmışsa, işte aynen 
bunun gibi Peygamberini de doğuştan bu ri-sâlet yüküne katlanabileceği, buna dayanabileceği bir gönül 
genişliği, bir kalp İnşirâhı, bir dayanıklılık, göğsünde bir açıklık, bir iç 
ferahlığı vermiştir diyoruz. Yani daha yaratılırken Rasûlullah Efendimizin ya-ratılış icabı göğsü genişletilmiştir.
         Birinci anlayışa göre bu iş 
yaratılırken olmuştur. Yaratılıştan Rasûlullah 
Efendimiz risâlet vazifesini icraya dayanıklı olarak 
yaratılmıştır. 
         Bir ikinci görüşe göre bu gönül 
açıklığı, bu kalp genişliği ve İnşirâhı sonradan olmuştur. Yani yaratılış 
sonrası gerçekleştirilmiştir. Eğer bu anlayış doğruysa, eğer ondaki bu iç 
genişliği, bu kalp inşirâhı, bu gönül ferahlılığı yaratılış sonrası hayatında 
gerçekleştirilmişse o zaman hatırımıza şu soru geliyor: Peki acaba bu açıklık 
öncesi ne durumdaydı Allah’ın Resûlü? Yani bu açıklıktan önce kapalılık 
döneminde ne vardı Rasûlullah’ta da Allah onu açmıştı? 
Nasıl bir kapalılık durumundaydı Allah’ın Resûlü ki Allah biz onu açmadık mı? 
diyor. Önceki durumu neydi, nasıldı Rasûlullah’ın ki 
biz onu değiştirmedik mi? diyor Rabbimiz.
         İnşirâh-ı sadr’dan veya şakku’s sadr’dan önce Rasûlullah’ın 
hayatında bakın şunları görüyoruz. Şu kapalılık durumlarına şahit 
oluyoruz:
         1. Rabbimizin kendisine vahyini 
ulaştırdığı ilk günlerinde Allah’ın Resûlü tedirgindi. Zira ilk günlerde 
Allah’ın Resûlü Alâk sûresin-de de ifade ettiğimiz 
gibi neye uğradığını, başına gelenlerin ne mânâya geldiğini bilmiyordu. Çünkü 
Allah’ın Resûlü bu ilk dönem Allah’ı da, meleği de, vahyi de, risâleti de, peygamberliği de bilmiyordu. Bütün bunlara 
yabancıydı. Onun içindir ki Hira’da melek kendisine 
ilk seslendiğinde beyninden vurulmuşa dönmüştü. Bunun ne anlama geldiğini, 
kendisine seslenen bu varlığın kim olduğunu bilemediği için çok korkuyordu. 
“Acaba bu bir melek midir? Yoksa 
bir şeytan mıdır? Acaba doğru mu gördüm? Yanlış mı gördüm?” Soruları beynini 
zorluyor, ak-lını karıştırıyor, kalbini daraltıyor, 
göğsünü sıkıyor ve bir cevap ta bu-lamıyordu. Bu 
kapalılıklar arasında, bu belirginsizlikler içinde büyük sıkıntılar içine 
düşmüştü Allah’ın Resûlü. İçinde bir darlık, ruhunda bir sıkıntı, kalbinde bir 
daralma ve bunalma vardı da Rabbimiz ona bu işin aslını anlatıverdi. Kendisinin 
Allah’ın elçisi olduğunu, vahye odak nokta seçildiğini, yeryüzünde pek az insana 
nasip olan peygamberlik şerefine yüceltildiğini, kendisine gelen varlığın bir 
melek olduğunu, kendisine Rabbinden vahiy getirdiğini, artık bundan sonra 
Rabbinden gelen vahye inanması ve hayatını bu vahiyle düzenlemesi gerektiğini, 
Allah’ın istediği biçimde bir kulluk yaşaması gerektiğini, Allah’tan kendisine 
gelen bu hayat programını kendisi algılayıp uyguladığı gibi çevresindeki Allah 
kullarına da duyurması gerektiğini anlatıverdi de, Ra-sûlullah Efendimizin kalbini 
serinletiverdi, içini genişletiverdi, kalbine bir huzur, bir sükun koyuverdi 
Rabbimiz. İşte yaratılış sonrası şerhu’s sadr’ı böyle anlıyoruz.
         2. Sonra bu derdi bitmişti Rasûlullah’ın. Bu belirginsizlik sona ermişti ama bu defa da 
içini başka bir dert, başka bir karamsarlık sar-mıştı. 
O da şuydu: Evet doğru, O bir melektir ve ben Rabbimin elçisiyim. Daha önce 
İbrâhim’i, Mûsâ’yı, Îsâ’yı elçi seçerek onlara hayat programı gönderen Rabbim 
şimdi de bana vahiy gönderiyordu. Bu tamamdı ama acaba bu büyük dâvânın 
üstesinden gelebilecek miyim? Acaba bu dâvâyı insanlara ulaştırabilecek miyim? 
Acaba bunun altından kalkabilecek miyim? İşte bu defa da bunun derdiyle yanmaya 
başlamıştı Allah’ın Resûlü. İçi daralıyor, kalbi sıkışıyor, gönlüne kasvetli 
bulutlar çöküyordu. 
Allah’tan, Allah’ın yasalarından, 
dinden, imandan mahrum olarak çevresinde hızla cehenneme doğru, ateşe doğru 
giden insanları görüyor, yanmaya doğru gidenleri gördükçe bunun derdiyle içi 
yanıyor, kalbi kan ağlıyordu. Bunlara nasıl ulaşabilecekti? Bunları nasıl 
kurtarabilecekti? Sevdikleri vardı. Vefasını gördüğü kimseler vardı. Bunlara din 
duyurma, vahiy ulaştırma derdi onu yemek, içmek, yatmak, uyumak, kendini 
düşünmek gibi şeylerden uzak tutuyordu. Âdeta kendi kendisini helâk edecek 
duruma geliyordu da Rabbimiz buyurdu ki: 
         “Ey Muhammed! Bu inanmayanların 
ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin!”
         (Kehf 
6)
         Peygamberim! Neredeyse bu iman 
etmeyenlerin arkasından iman etmiyorlar, yola gelmiyorlar, istenilene 
yaklaşmıyorlar diye kendini parçalayacaksın. Bunlar Rablerini tanımıyorlar, 
Rablerinin hayat programını bilmiyorlar, yaşadıkları vahiy dışı bir hayatla, 
Rable-rinden başkalarına kulluk ederek Rablerine karşı 
iftiralarda bulunuyorlar, Rablerini gereği gibi tanımıyorlar diye neredeyse 
kendi kendini helâk edeceksin. Kendini mahvediyorsun. Ne gerek var buna 
peygamberim? Kendi kendini parçala diye kim dedi sana? Böyle bir sorumluluğun 
olduğunu nerden çıkardın sen? Hangi âyet dedi sana bunu? Yani bu adamların yola 
gelmeyişlerinden senin sorumlu olduğunu ve bunu becerinceye kadar kendi kendini 
yiyip bitirmen gerektiğini kim dedi sana? 
Yok yok, vazgeç bundan. Senin böyle bir sorumluluğun yok. Ben 
sana böyle bir yük yüklemedim. Bırakıver hainleri iman etmiyor-larsa, canları cehenneme. Onlar senin Rabbini tanıdığın gibi 
tanıyıp O’na teslim olmuyorlarsa, yerdekilere Rabbinin sıfatlarını vererek 
on-lara kulluk etmeye çalışıyorlarsa, onların 
kanunlarını Rabbinin kanun-larına tercih etme 
budalalığında bulunuyorlarsa sen üzülme, canları cehenneme onların. Kendini 
harap etmene, kendi kendini yiyip bitirmene değmez onlar için. Sen tebliğ 
edersin, anlatırsın duyurursun, eğer iman ederlerse, Allah’ın istediği biçimde 
bir hayat yaşarlarsa hem dünyada hem de âhirette 
kurtulacaklar. Yok eğer ayak diretirler, iman etmezler ve burunlarının doğrusuna 
giderlerse cehenneme kadar yolları var onların. Hem dünyada rezil rüsva 
olacaklar hem de âhi-rette cehennemin berzahına yuvarlanacaklar 
onlar.
         İnsanların iman etmeyişleri, Allah’a ve 
Allah’ın âyetlerine karşı vurdumduymaz davranarak, Allah’a ve Allah’ın elçisine 
karşı Müstek-birce bir tavır takınarak süratle ateşe 
doğru gidişleri karşısında kahrolan, mahvolan ve yerinde duramaz hale gelen 
Allah’ın Resûlü’ne en büyük teselli kaynağı oluyordu bu âyetler. Böylece 
içindeki daralmaları gideriyor, kalbindeki sıkıntılarını dağıtıyor, inşirâh-ı 
sadrı gerçekleştiriyor, rahat bir nefes almasını sağlıyordu Rasûlullah’ın. 
Değilse bu şartlar altında nasıl 
rahat etsindi Allah’ın elçisi? Ya-nı başında hızla cehenneme gidenleri görüyordu. En 
yakınları, akrabaları Allah’ı ve onun azabını tanımadan gafilce bir hayat 
yaşıyordu. Top yekûn çevresi ateşe doğru gidiyordu. Kadınlar, erkekler, 
çocuklar, babalar, analar bilmeden ateşe doğru koşuyorlardı. 
Acı acı 
bunu seyreden Allah’ın Resûlü mahvoluyor, perişan oluyor ve zaman zaman dengesini kaybediyordu. Göz göre göre bu insanların farkında olmadıkları cehenneme 
gidişlerine vicdanı razı olmuyor, yüreği dayanmıyordu. Üzüntüsünden, 
çaresizliğinden kendini yiyip bitiriyordu âdeta. Nasıl oluyor da bu insanlar 
anlamıyorlar? Nasıl oluyor da bu insanlar ateşe can atıyorlar? diye dengesini 
kaybe-decek noktaya 
geliyordu da Rabbimiz onu bu âyetleriyle teselli ediyor, içini rahatlatıyordu. 
Sen görevini yap peygamberim! Senin görevin bu insanları hidâyete ulaştırmak 
değil. Sen sana düşen tebliğ görevini yap, gerisini bize bırak diyordu. İşte 
inşirâh-ı sadrı bir de böyle anlıyo-ruz.
         Öyleyse bu âyet çerçevesinde bizler de 
çevremizde Allah’ı tanımadıkları, Allah’ın elçisiyle ve Allah’ın kendilerine 
gönderdiği kitabıyla diyalog kurmadıkları, Allah’ın kendileri için belirlediği 
hayat tarzını bilmedikleri için cehenneme doğru koşan insanları gördükçe 
üzülmeli, yerimizde duramaz hale gelmeli ve tıpkı Efendimiz gibi onların 
kurtuluşu için çırpınmalı ve onların cennete gidişlerini kendimize dert ve iş 
edinmeliyiz. Yeryüzünde en büyük derdimiz, en büyük problemimiz, kafa 
yoracağımız en birinci işimiz bu olmalıdır. Gerekirse aç kalmayı, gerekirse 
meteliksiz olmayı bile göze alarak Allah’ın kullarının kurtuluşunu en büyük dert 
edineceğiz. Üzüleceğiz, çalışacağız, çırpınacağız ama âyetin uyarısıyla hareket 
edeceğiz. 
Şu gerçeği hiç bir zaman 
unutmayacağız ki Rabbimizin Peygamberine anlattığı konu, Rabbimizin yeryüzünde 
değişmeyen bir ya-sasıdır. Bu yasa gereği yeryüzünde 
kâfirler de olabilecektir. Rızası ol-mamakla beraber 
yeryüzünde kâfirin olabileceğini bildirmektedir Rab-bimiz. Rabbimizin muradı gereği yeryüzünde biz ne yaparsak 
yapalım, biz ne kadar çırpınırsak çırpınalım cehenneme gidenler de 
olabilecektir. 
Yeryüzünde hiç kâfir insan 
kalmasa, yeryüzünün tamamı Müslüman olsa ve bu Müslümanların arasında bir tek 
kâfir kalsa, bütün dünya Müslümanları toplansa da bu bir tek kâfiri Müslüman 
yapma imkânımız yoktur. Yeryüzünde bir tek kâfiri bile Müslüman 
yapamayacağımızı, onu hidâyete ulaştıramayacağımızı bilerek, buna inanarak, 
hidâyetin Allah’a ait olduğunu anlayarak kendimizi dengede tutmaya 
çalışacağız.
         3. Allah Resûlünün nübüvvet öncesi 
kalbi, kafası karmakarışıktı. Rasûlullah Efendimizin 
yaşadığı Mekke toplumunun ve dünyanın durumu belliydi. Çevresinde gördüğü 
Yahudi’nin, Hristiyanın, Me-cûsînin, müşriklerin 
dinlerinin, yollarının yanlışlığını, bozukluğunu biliyordu, görüyordu. Arapların 
Hanifliklerinden de memnun değildi. İbrâhim’in yolunda 
olduklarını iddia eden bu insanların putların gölgesinde bozuk düzen bir hayat 
yaşadıklarını görüyordu. Onlar da bunlar da bozuktu, yanlıştaydı. Bunu biliyordu 
ama işin doğrusunun ne olduğunu bilmiyordu, bilemiyordu. Duhâ sûresinde şöyle buyrulur:
         “Peygamberim! Seni bilgisiz, yolsuz 
yordamsız bulup da doğru yola eriştirmedik mi?”
         (Duhâ 
7)
         Peygamberim, sen usul nedir, yol yordam 
nedir bilmiyordun da Biz sana usul, yol yordam öğretmedik mi? Sen Allah’ı, dini, 
İslâm’ı, Kur’an’ı, Sünneti bilmezdin de bütün bunları 
sana biz öğretmedik mi? Sen daha önce namaz, abdest, 
oruç, hac nedir bilmiyordun da bunları sana Biz öğretmedik mi? Sen önceden 
Bakara’yı, Âl-i İmrân’ı, Nisâ’yı, İnşirâh’ı 
bilmiyordun da bütün bunları sana Biz öğretmedik mi? Öy-leyse bu âyetle birlikte söylersek Allah’ın Resûlü bunun 
yolunu bil-miyordu. 
Meselâ şu anda siz bir problemle 
karşı karşıya bulunsanız ve bu problemin çözüm yolunu da bilmeseniz, kalbiniz ve 
kafanız karmakarışık olur, içiniz daralır. Ama bu problemin çözüm yolunu 
öğrendiğiniz anda içiniz rahatlayıverir. Öyleyse şerhu’s sadr her tür zihin 
karışıklığından, her çeşit tereddütten kurtulup hakkı, hakikati, doğruyu 
bulmaktır. Tüm problemlerin çözümü konusunda yalnız İslâm’ın, yalnız Kur’an’ın, yalnız şeriatın doğru olduğuna, hak olduğuna 
inanmaktır.
         İşte böyle daraldığı bir dönemde bir 
kurtuluş reçetesi lâzımdı, herkes için bir yol lâzımdı. Ama bunun ne olacağını, 
nasıl olacağını bilmiyordu Allah’ın Resûlü. Bir problemle karşı karşıyaydı ama 
çözüm yolunu da bilmiyordu. İşte bu sebeple içinde bir sıkıntı, kalbinde bir 
darlık vardı da sonunda Allah ona bir din, bir şeriat gönderdi, bir yol, yordam, 
bir usul tarif buyurunca, bir çözüm yolu gösterince içi, kalbi rahatlayıverdi. 
Artık ne yapması gerektiğini, nereden başlaması gerektiğini anlayınca kalbine 
bir genişlik, ruhuna bir inşirâh geliverdi. 
         4. Şerhu’s 
sadr, En’âm’daki bir âyetin 
işaretiyle kalbin İslâm’a açılması, gönlün İslâm’a meylettirilmesi, İslâm’ın 
sevdirilmesi mânâsına gelir. Bakın En’âm’da Rabbimiz 
bu hususu şöyle anlatır:
         “Allah kimi doğru yola koymak isterse 
onun kalbini İslâmiyet'e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş 
gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür 
bataklığında bırakır.”
         (En’âm 
125)
         İşte bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki 
Allah kimi hidâyet etmek isterse, kimi hidâyete erdirmek ve hidâyette devamlı 
kılmak isterse onun göğsünü, onun kalbini İslâm’a genişletir. Onun sadrını 
İslâm’a açıverir. Dikkat ederseniz bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz hidâyet ve 
dalâletin kanununu, iman ve küfrün yasasını anlatır. Elbette ki bunun ikisi de 
Allah’a aittir. Hidâyet de, dalâlet de, iman da, küfür de Rabbi-mize aittir. Ama kimin hidâyette, kimin de dalâlette kalıcı 
olduğu belli olmadığı için biz sürekli Rabbimizden hidâyet istemek zorundayız. 
Yani bugün hidâyette olsak bile yarın bu durumu koruyup koruyamayacağımız belli 
olmadığı için bunu Allah’tan sürekli istiyoruz.
         Rabbimiz bizi yaratmış, bizim karşımıza 
iki yol çıkarmıştır. Bi-risi 
küfür yolu, ötekisi de iman yolu. Birisi hidâyet, ötekisi de dalâlet. İnsanların 
önünde bu yolların ikisi de açıktır. İradelerinde serbest bırakılan tüm insanlar 
iman ya da küfür, hak ya da 
bâtıl, hidâyet ya da dalâlet bu ikisinden birini 
seçebilme özelliğinde yaratılmışlardır. 
         İşte hür iradeleriyle onu isteyip talep 
edenler için bakın Rabbi-miz diyor ki: Biz onun 
göğsünü İslâm’a, hidâyete açarız. Öyleyse yeter ki biz iyi bir Müslüman olmak 
isteyelim. Yeter ki biz özgür irademizle hidâyeti tercih edelim. Yeter ki biz 
hidâyette olmak ve hidâyette kalmak isteyelim. Kesinlikle bilelim ki Allah bizim 
için onu yaratacak ve bizim göğsümüzü istediğimiz şeye 
açacaktır.
         Bir sahâbî 
Allah’ın Resûlüne sorar: “Ey Allah’ın Resûlü, acaba göğsün İslâm’a açılmasının 
mânâsı ne demektir?” Hoş doktorlar da açarlar insanların kalplerini. Ne adına 
açarlar onlar? Elbette tedavi adına açarlar onlar. Tedavi adına, ameliyat adına, 
incelemek adına, ya da çevredeki talebelerine 
göstermek adına açarlar onlar. Sahâbenin bu sorusu karşısında Allah’ın Resûlü 
buyurur ki: “Kalbin İslâm’a açılması Allah’ın bir nûrudur ki Allah onu oraya 
koyar. Allah onu oraya koyduktan sonra kul onunla inşirâh bulur.” Sahâbe tekrar 
sorar: “Peki bunun işareti nedir ey Allah’ın Resûlü? Yani bizim kalbimizin 
Rabbi-miz tarafından İslâm’a açıldığını, oraya 
Rabbimiz tarafından bir nûr konulduğunu nereden anlayacağız?” Allah’ın Resûlü 
buyurur ki: “Bunun alâmeti odur ki kişi İslâm’a, imânâ, Kur’an’a, Sünnete, cennete ve itaate, ölüme, hazırlığa 
yönelir” diyor.
         Evet demek ki kim kendisi için hidâyeti 
diler, hidâyeti tercih ederse Allah onun önüne öyle bir ufuk açar ki, o kadar 
rahat bir gönül huzuruna kavuşur ki, İslâm’ı çok rahat yaşar. Allah’a çok rahat 
kulluk yapar. Allah’ın emir ve yasaklarının tümünden razı olur. Emirlerini 
ye-rine getirmek ve yasaklarından sakınmak onun için 
çok kolay hale ge-lir. 
         Eğer şu anda bizim içimizde bir daralma 
varsa, Allah’ın emirlerini yerine getirme konusunda içimizde bir isteksizlik 
varsa, namaza karşı bir arzu, tesettüre karşı bir meyil yoksa o zaman Allah 
korusun biz istemiyoruz Allah da bizim için yaratmıyor diyeceğiz. Allah bizim 
kalplerimizi İslâm’a açmıyor, İslâm’ı, kulluğu yaşama konusunda içimize bir 
ferahlık, kalbimize bir genişlik koymuyor demektir, Allah 
korusun.
         Eğer şu anda içimizde bir sıkıntımız 
var ve biz Müslümansak o zaman şu iki şıktan birisi 
geçerlidir: Ya okuduklarımız, öğrendiklerimiz İslâm, 
biz Müslüman değiliz, yahut da biz Müslümanız, ama 
okuduklarımız, öğrendiklerimiz, hedeflediklerimiz İslâm değil. 
Meselâ işte şu anda yaptığımız 
gibi âyet ve hadis öğreniyoruz. Kur’an ve Sünnet 
okumaya, öğrenmeye çalışıyoruz. Tamam bu güzeldir, ama okudukça, öğrendikçe 
huzurumuzun artması, içimizin ge-nişlemesi, kalbimizin İnşirâh bulması gerekirken, eğer bunun 
tamamen tersine huzursuzluğumuz artıyorsa o zaman yeni öğrendiğimiz dinle önceki 
dinimiz, önceki anlayışımız, önceki hayat programımız çatışıyor ve biz huzursuz 
oluyoruz demektir. 
Yani önceki dinimizi, önceki 
anlayışımızı, önceki hayatımızı terk edemediğimiz için bu yeni öğrendiğimiz din 
bizim için huzursuzluk kaynağı oluyor demektir. Ya 
okumayalım, ya öğrenmeyelim gerçek dini, yahut da eğer 
öğreniyorsak öncekileri terk edelim. Önceki dinimizden, önceki 
düşüncelerimizden, önceki anlayışlarımızdan, önceki hayatımızdan 
vazgeçmeyeceksek bu okumalarımızın hiçbir mânâsı olmadığı gibi, bu yeni 
öğrendiklerimiz bizim hayatımızda sürekli huzursuzluk kaynağı olmaya devam 
edecektir.
         Öyleyse okuduklarımıza bir dikkat 
edelim. Eğer okuduklarımız İslâm dışı şeyler ama biz Müslümansak, bu da huzursuzluk kaynağı olacaktır. Meselâ 
Allah’ı hep Şedîd’ül İkâb 
olarak öğrenen kişi sürekli huzursuz olur. Neden? Çünkü aynı zamanda Ğafuru’r-rahimdir Allah. 
Veya hedeflemelerimiz de eğer 
İslâmî değilse yine bu bizde huzursuzluk kaynağı 
olacaktır. Meselâ üç kişiyle devlet hedefleyen kişi sürekli huzursuz olacaktır. 
Çünkü İslâm’da tek hedef devlet değildir. İslâm’da hedef Müslüman olmak ve Müslümanca bir hayat yaşamaktır. Bu Müslümanlığımızın içinde 
devletin ne kadar yeri varsa o kadar yer vereceğiz. Veya gücümüz neyse o kadar. 
Değilse devlete ulaşamamış pek çok Peygamber hedefine ulaşamamış 
sayılacaktır.
         Son olarak bir de inşirâhı sadrı Şuarâ sûresindeki âyetle de söyleyelim: 
         “Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Doğrusu beni 
yalanlamalarından korkuyorum; göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor. Onun için 
Harun’a da elçilik ver.”
         (Şuarâ 
11,12)
         Tâ-Hâ sûresindeki ifade de 
şöyleydi:
         “Mûsâ: “Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi 
kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar,” 
dedi.”
         (Tâ-Hâ 
2528)
         Firavun ve toplumuna onları uyarmak ve 
risâletini ortaya koymak üzere görevlendirilen Hz. Mûsâ böyle diyordu. “Ya Rabbi 
göğsüm daralıyor, içim sıkılıyor, bana bir yardımcı vererek beni destekle.” İşte 
bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki şerhu’s sadr Peygamberlik görevini rahat bir şekilde yapabilmek, 
peygamber düşmanlarının karşısında dimdik durabilmek, düşmanlarının 
saldırılarına karşı koyabilmek için Allah tarafından elçilerine verilen bir güç, 
bir destek, bir cesaretti ki Rabbimiz Peygamberine işte bu cesareti veriyordu. 
Kendisine Allah tarafından böyle bir destek verilen Allah’ın Resûlü artık hiçbir 
şeyden zerre kadar korkmaz, acele etmez, telaşlanmaz, zorluklar ve sıkıntılar 
karşısında yıkılmaz ve ümitsizliğe düşmez hale gelmiştir. 
Bu öyle bir cesaretti ki insan 
tek başına tüm dünyaya meydan okur. İşte böylece Rabbimiz Peygamberinin tüm 
korkularını kaldırıyor, tüm sıkıntılarını gideriyordu. Rasûlullah Efendimizin böyle bir sıkıntısı yoktu artık. 
Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını insanlara duyurma konusunda en ufak bir çekincemesi kalmamıştı.
         Öyleyse bizler de eğer bu kitabı Allah 
istiyor diye anlatırsak, Allah istiyor diye insanlara ulaştırma kavgası içine 
girersek kesinlikle bilelim ki artık bizim de içimizde böyle bir sıkıntımız 
kalmayacaktır. Allah bize de destek verecek, bize de yardım edecek ve bizim de 
içi-mizde en ufak bir sıkıntı kalmayacak, kalbimizde 
bir inşirâh, içimizde bir ferahlık meydana gelecektir. Acaba ben bu insanlara 
İnşirâh sûresini anlatırsam, ben bu insanlara Allah’ın âyetlerini duyurursam 
bana ne derler? Beni nasıl karşılarlar? Acaba kabullenirler mi kabullenmezler 
mi? Acaba şöyle mi anlarlar? Böyle mi değerlendirirler? diye bu konuda zerre 
kadar bir sıkıntımız, bir tereddüdümüz kalmayacaktır Allah’ın izniyle. Allah hep 
yanımızda ve yardımımızda olacaktır, bunu asla 
unutmayalım.
         Peygamberin sana böyle bir özelik 
verdik. Sonra:
         2-3. “Senin belini büken yükünü 
üzerinden almadık mı?”
         Bir de senin sırtından yükünü 
almadık mı? Ki o yük senin belini çatır çatır 
çatırdatmış, sırtını gıcırdatmış, belini bükmüş, bel kemiklerini gevşetmiş, 
sırtını zayıflatmış, sırtını ezmişti.
         Rabbimizin indirdiği bu yük konusunda 
bazı müfessirler demişler ki, efendim Allah’ın Resûlü nübüvvet öncesi bir kısım 
günahlar işlemişti, bazı hataları olmuştu da peygamberlik sonrası işte bunların 
hacâleti altında, üzüntüsü içinde bulunuyordu da 
Rabbimiz onları indirdiğini, bağışladığını anlatıyor demişler. Yani buradaki 
Rabbimizin indirdiği vizr kelimesini günah olarak 
anlamışlar. İşte nübüvvet öncesi işlediği bu günahlarından ötürü Allah’ın Resûlü 
çok üzülüyor, çok sıkılıyordu da Allah bunları affetti, onun omuzundan onları indirdi demişlerdir.
         Bu çok yanlış bir anlayıştır. Zira 
Rasûlullah Efendimizin hayatı Peygamberliğinden önce 
de tertemizdi. Allah’ın Resûlü Kureyş’in gözlerinin 
önünde doğup büyümüştü. Çocukluğu, gençliği onların arasında geçmişti. 
Çocukluğundan beri onun hayatına muttali olan, tüm geçmişini bilen Kureyş ona bir tek günah bile isnat edememiştir. Eğer böyle 
bir fiyaskosunu bilselerdi bunu ayyuka çıkarırlardı. Seni şöyle şöyle yaparken görmedik mi ey Peygamber? Seni falan zaman şu 
şu günahları işlerken yakalamadık mı? Şimdi böyle bir 
geçmişin sahibi olarak bize neler söylüyorsun? derlerdi. Ama Rasûlullah Efendimizin can düşmanları olan Kureyş müşrikleri zerre kadar bu konuda ona bir şey isnat 
edememişlerdir. Rabbimiz da Yunus sûresinde Rasûlullah 
Efendimizin Nübüvvet öncesi hayatının temizliğine şehadet etmektedir:
         “Ey Muhammed, de ki: “Allah dileseydi 
ben onu size okumazdım, size de bildirmemiş olurdu. Daha önce yıllarca aranızda 
bulundum, hiç düşünmüyor musunuz?”
         (Yunus 16)
         De ki ey peygamberim: “Eğer Allah 
dileseydi ben bunu size okumazdım. Allah dileseydi ben bunu size duyurmazdım. 
Allah dileseydi bu Kur’an’ı size bildirmez ve 
öğretmezdim. Size risâletten söz etmezdim. Muhakkak 
siz de biliyorsunuz ki ben daha önce aranızda bir ömür boyu yaşadım. Çocukluğum, 
gençliğim aranızda geçti. Bundan önceki hayatımı biliyor ve tanıyorsunuz. Bundan 
önce size bu tür şeylerden bahsettiğim oldu mu? Daha önce din, iman, kitap, 
vahiy gibi şeylerden hiç söz ettim mi? Düşünmüyor musunuz? 
Veya daha önce benden utanacağım 
bir davranışa şahit oldunuz mu? Akıllarınızı kullanmıyor musunuz? Gerçekten de 
Allah’ın Resûlünün risâlet öncesi kırk yılı onların 
arasında geçmişti. Bu dönem içinde senelerce Allah’ın Resûlü’nün Allah bana 
vahyediyor, bana vahiy geliyor dediği hiç 
görülmemiştir, duyulmamıştır. Ne göklerden, ne Allah’tan, ne gaybdan, ne cennetten, ne cehennemden, ne dirilişten, ne 
hesaptan, kitaptan, ne geçmişten, ne gelecekten bir gün bile olsun tek kelime 
söz söylememiştir. Çocukluğundan itibaren herkesin sevip saydığı çok iyi bir 
insandı, ama kendisine Rabbi tarafından vahiy gelene kadar toplumun yönünü 
belirleyecek, uçuruma doğru giden toplumunu kurtuluşa götürecek bir bilgisi 
olmadığı için de hiçbir şey diyemiyordu.
         İşte Rabbimiz buyurur ki, kırk yıl 
sizin aranızda büyümüş, bun-dan önce bu konularda size tek kelime bile 
söylememiş, hayatında yüz kızartıcı, başını önüne eğdirecek bir tek fiyaskosu 
olmamış bir peygamberin bu geçmişi onun peygamberliğinin en büyük delilidir 
diyerek o insanları bu konuda düşünmeye çağırıyordu. Diyordu ki, ne gördünüz 
onda? Hangi günahına, hangi yüz kızartıcı durumuna muttali oldunuz? 
         İnsanlar onun böyle bir şeyine şahit 
olamadıkları gibi Allah’ın Resûlü tenhada da günah işleyecek bir yapıda değildi. 
Kaldı ki eğer tüm Kureyş’i atlatıp onların 
göremeyeceği bir tenhada günah işlemiş te onun 
sıkıntısı altında olmuş olsaydı, o zaman bu günahı asla Allah’tan gizli 
kalmayacağı için Rabbimiz onun önceki hayatının temizliğine şehadette bulunmazdı. Eğer Allah’ın Resûlü tüm insanları 
atlatarak gizlice günah işleyen birisi olsaydı elbette Allah onu savunup 
insanlığa örnek yapmazdı.
         Öyleyse buradaki vizr günah değildir. Bu vizr ağır 
yük demektir. Bunu şöyle anlamaya çalışıyoruz:
         1. Sûrenin önceki bölümünde de 
zikrettiğimiz gibi Allah’ın Resûlü kavmini, Mekke toplumunu koyu bir cehalet 
içinde gördükçe çok üzülüyordu. İnsanlar cansız putlara tapınıyor, şirk adam 
boyu yükselmiş, ahlâksızlık ve fuhuş toplumu boğacak hale gelmiş, kuvvetliler 
zayıfları eziyor, kız çocukları diri diri topraklara 
gömülüyor, toplum ya-ratıcılarından habersiz süratle cehenneme doğru 
yuvarlanıyordu. Bütün bu durumları gören Allah’ın Resûlü çok üzülüyordu. Bu 
korkunç fesadın önünü alabilecek bir çare, bir yol bilemiyor, bulamıyordu. İşte 
bu çaresizlik onun belini büküyor, sırtını çatırdatıyordu. İşte Rabbimiz de ona 
bir kitap, bir şeriat indirerek yol gösterdi ve sırtındaki o yükü 
indiriverdi.  
         Veya meselâ önceleri Allah’ın Resûlü bu 
dinin hâkimiyetinin, bu dinin yayılmasının sorumluluğunu kendi omuzlarında 
hissediyor ve bunun derdiyle beli bükülüyordu da daha sonra gelen âyetlerle 
Rab-bimiz bu dinin hâkimiyetinin, bu dinin 
yayılmasının  bizzat kendisine ait 
olduğunu, Peygamberinin böyle bir sorumluluğunun olmadığını anlatarak Rasûlullah Efendimizin omuzlarındaki yüklerini indiriyordu. 
Veya yine daha önce de ifade 
ettiğimiz gibi Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri ezberlemeye çalışıyordu. 
Bunun sorumluluğunun kendisine ait olduğunu zannediyor ve bunu kendisine dert 
ediniyordu. Bunu sırtında bir yük ve sorumluluk biliyordu da, Rabbimiz 
gönderdiği daha önce okuduğum âyetleriyle: “Peygamberim! Sen yo-rulma! Sen bunu dert edinme! Gelen âyetleri, sûreleri 
ezberleyeceğim diye dilini hareket ettirip durma! Sen nötr ol! Sen Bizim 
elçimizin oku-yuşuna tabi ol! Şunu kesinlikle bilesin 
ki Biz sana okuyacağız ve sen öğrenmiş olacak ve asla unutmayacaksın! Biz onu, o 
Kur’an’ı senin beynine kazıyacak, kalbine 
nakşedeceğiz!” buyurarak onun bir yükünü daha indiriyordu. 
         Bir de Allah sevgilisine onun yükünü 
hafifletecek, onun derdini ve dâvâsını paylaşacak arkadaşlar, dostlar, sahâbeler 
verdi. İnananlar verdi Rabbimiz ona. O kadar ki, onun dâvâsı uğruna kendi 
çocuklarından, çoluklarından, mallarından, mülklerinden, doğup büyüdükleri öz 
vatanlarından bile vazgeçebilecek kadar sevgilinin yoluna baş koyabilecek 
sevgililer verdi. Bu kadar çok ve samimi havari hiçbir peygambere nasip 
olmamıştı. İşte Rabbimiz onun yükünü omuzlayacak, onun yükünü ve dâvâsını 
paylaşacak bu sahâbeleriyle omuzlarındaki ağırlığı indirip hafifletiverdi. 
Meselâ Hz. Îsâ (as)’ın tüm havarilerinin 
adedi on bir kişiydi. Bunlardan biri de isyan edip Hz. 
Îsâ (as)’yı ele vermeye teşebbüs et-mişti. Şimdi onun yanında bir de Rasûlullah Efendimize verilenleri dü-şünün.
         Daha önce hiç kimseye nasip olmayacak 
biçimde Rabbimiz Peygamberine yardımcılar verdi. İşte bu cemaat, bu ümmet, bir 
Peygamberin yükünü hafifleten, derdini ve sorumluluğunu paylaşan en büyük 
destektir. 
Şunu göz ardı etmeyelim ki eğer 
bizler de Rasûlullah Efendimiz kadar bu mübarek yükü 
çekmeyi iliklerimize kadar hissedersek elbette Allah bize de yardımcılar 
gönderecektir. Bizim sorumluluk an-layışımız, bunu 
dert bilişimiz bu kadarmış ki Allah bu kadar yardımcı göndermiş. İşte 
Peygamberin yükünün indirilmesini böyle anlıyoruz. Allah bizi de aynı şuura 
erdirsin de o şuurumuz sonucunda bize de yardımcılar göndersin inşallah. 
         4. “Senin adını, senin şanını 
yükseltmedik mi?”
         “Peygamberim, senin zikrini, senin 
şanını yüceltmedik mi?” di-yor Rabbimiz. Bu âyet-i kerîmede Rasûlullah Efendimizin adının, namının, şanının yüceltilmesi 
anlatılıyor demişler. Rabbimiz efendimizin adını kendi adıyla birleştirmiştir. 
Meselâ kelime-i şehadette ve kelime-i tevhidde 
Rasûlullah Efendimizin adı Rabbimizin adıyla birlikte 
zikredilmektedir. Rasûlullah Efendimizin adı lafzan Rabbimizin adıyla anılır. Tüm namazlarımızda Rasûlullah Efendimizin adı zikredilir. Namazlarında tüm 
mü’minler Rasûlullah 
Efendimize salât u selâm getirir. Cuma hutbelerinde 
tüm dünyada Resul-i Ekrem’in mübarek ismi zikredilir. Yeryüzünde bir ka-rış yer yoktur ki orada Ezan-ı 
Muhammedî ile Rasûlullah Efendimizin adı ilân 
edilmesin! 
         İbni Hibban’ın sahihinde Ebu Hureyre efendimizden şöyle bir hadis nakil edilmektedir: 
“Cebrâil (a.s) bana geldi ve dedi 
ki: “Ey Muhammed, Rabbim ve Rabbin şöyle buyuruyor: “Bilir misin senin zikrini 
nasıl yücelttim?” “Yüce Allah en iyisini bilir” dedim. Dedi ki: “Ben anıldıkça 
sen de benimle beraber anılacaksın.”
         (İbni 
Hibban, sahih: 5/162)
         Hattâ bırakın insanları Ahzâb sûresinin ifadesiyle Allah ve melekleri bile Rasûlullah Efendimize salât u 
selâm ederler:
         “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygambere 
salât edip onu  
överler; ey inananlar! Siz de onu övün, ona salât ve selâm getirin.”
         (Ahzâb 
56)
         Yine Rasûlullah Efendimizin bu şerefinin yüceltilmesini kendisine 
Kur’an’ın indirilmesi şeklinde de anlamışlar. 
Kendisine Kur’an gibi mûcizu’l beyan bir kitabın indirilmesi de Rasûlullah Efendimizin şanının, şerefinin yüceltilmesidir 
denmiştir. Enbiyâ sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle 
anlatır:
         “Andolsun ki, 
size şerefiniz ve öğüt veren bir Kitap indirdik; akletmiyor musunuz?”
 (Enbiyâ 10)
         Rabbimizin bu âyetinden anlıyoruz ki 
Kur’an’ın indirilişi hem Rasûlullah Efendimiz, hem de bizler için en büyük bir 
şereftir. Kur’an, Peygamber ve onun yolunun yolcusu 
mü’minler için şeref kaynağıdır. Ama tabi Kur’an’dan bizde ne kadar varsa, kaç sûre, kaç âyet varsa o 
kadar şerefimiz var demektir.
         Rasûlullah 
Efendimizin adının yüceltilmesini, şanının, şerefinin artırılmasını böyle 
anlamışlar. Bir de bu şan ve şerefin yüceltilmesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: 
Peygamberim, senin şanını yüceltmedik mi? Yani seni dinde odak nokta kılmadık 
mı? Sensiz Müslümanlık ol-maz demedik mi? Yani bu dini 
seninle birlik bir din kılmadık mı? diyor Rabbimiz. Öyle bir din ki, 
Peygambersiz kabul edilemez. Öyle bir din ki, Peygambersiz anlaşılamaz, 
Peygambersiz yaşanamaz. Yani Peygambersiz Müslüman olunamaz. Hangi konuyu 
gündeme getirirseniz getirin, hangi hükümle amel etmek isterseniz isteyin 
mutlaka o konu-yu Peygamberle birlikte gündeme 
getirmek, Peygamberle birlikte anlamak ve yaşamak zorundasınız. 
Düşünce, iman, itikat, namaz, 
oruç, hac, zikir, fikir hangi konu olursa olsun Peygamberle birlikte anlamak 
zorundasınız. Peygamber planında anlamak zorundasınız. Peygambersiz hiçbir 
konuyu anlamak mümkün değildir. Rasûlullah onu nasıl 
anladı? Rasûlullah o konuda ne dedi? Nasıl amel etti? 
Nasıl uyguladı? Mutlak sûrette bunu bilmek zorundayız. Çünkü Allah’ın Resûlü 
dinde temeldir. Onu diskalifiye ederek, onu ve onun anlayışını görmezden gelerek 
ne iman mümkündür, ne de müslümanlık. Bu dinin hangi 
konusu olursa olsun mutlaka ona müracaat etmek zorundayız. İşte Rasûlullah Efendimizin adının, şanının yüceltilmesini böyle 
anlıyoruz. 
         Yine bakıyoruz ki Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz kendisine itaat istediği her bir 
yerde Peygamberine de itaat istemektedir:
         “Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, 
Peygambere de itaat edin....” 
         (Nisâ 59)
         Allah peygamberini dinde temel kabul 
ederek kendisine istediği itaati aynı zamanda peygamberine de isteyerek, “her 
konuda ona muhtaçsınız, onsuz dine girmeniz de, dini yaşamanız da mümkün 
değildir” diyerek onun adını, onun şanını ve şerefini yücelttiğine göre bizler 
her konuda onu örnek bilecek, kıstas bilecek ve ona müracaat edeceğiz. Onun gibi 
olmaya, onun gibi inanmaya ve onun gibi amel etmeye çalışacağız. O zaman da 
tabii ki zorlanacağız. Ona benzemeye, onun gibi tavizsiz, ivazsız bir müslüman olmaya yöneldiğimiz zaman, ona benzemeye 
azmettiğimiz zaman elbette tüm hayat bizi zorlayacaktır. Evde hanımlarımız, 
okulda müdür zorlayacak, düzen, ekonomik hayatımız, âdetler, töreler, çevremiz, 
akrabalarımız, yasalar, kısacası tüm toplum karşımıza çıkacak, tüm sahte ilâhlar 
yolumuzu kesecek, tüm yapay tanrılar ve tanrıçalar önümüze barikatlar 
koyacaktır. O zaman da üzülmeyin, diyor Rabbimiz. Üzülmeyin 
çünkü:
         5-6. “Elbette güçlükle beraber şüphesiz 
bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık 
vardır.”
         Üzülmeyin, muhakkak, mutlaka ve mutlaka 
o zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Hayır hayır, 
yanlış duymadınız, yanlış anlamadınız, muhakkak zorlukla beraber kolaylık 
vardır. İki kere söylüyor Rabbimiz bunu. 
         Dikkat ederseniz buradaki zorluk “üsr” 
kelimesi marifedir. Kolaylık anlamına gelen “Yüsr” 
kelimesi ise nekredir. Arapça’da marife-nekre 
diye bir kavram vardır. Marife belirli, nekre de 
belirsizlik ifade eder. Demek ki lam’ ile kullanılan zorluk, “üsr” kelimesi marife-dir. Yani belirli, bilinen, tanınan, eni boyu belli şey 
demektir. Ama bu zorluğa karşılık kolaylığı ifade eden “yüsr” kelimesi ise nekredir. Yani eni, boyu, çapı, nereden 
ve nasıl geldiği belli olmayacak kadar büyüktür. 
Öyleyse anlıyoruz ki böyle belli 
bir zorluğu hesap edemeyeceğiniz kadar büyük olan kolaylık her zaman yenecektir, 
üzülmeyin, diyor Rabbimiz. Yani bir zorluğu iki kolaylık her zaman 
yenecektir.
         Meselâ bir zorluğunuz var. Bir konuda 
zorlanıyorsunuz. Nedir o zorluk? Meselâ hanımlarınıza, çocuklarınıza, 
çevrenizdeki Allah kullarına bu sûreyi anlatıp duyurma konusunda 
zorlanıyorsunuz, diyelim. Çocuklarınızı Müslümanca 
eğitme konusunda zorlanıyorsunuz farz edelim. Veya kendiniz bizzat Kitap ve 
Sünnetle tanışma konusunda zorlanıyorsunuz. Bunlar birer zorluktur, bellidir, 
bunu biliyorsunuz. Bunun zorluğunu biliyorsunuz. Ama şunu da bilesiniz ki bu 
belli olan, eni boyu, çapı bilinen bu zorlukla beraber eni boyu bilinmeyen, ne 
kadar olduğu, nereden ve nasıl geleceğini bile hesap edemeyeceğiniz bir kolaylık 
gelecektir Allah’tan size. Belli değil, bir değil, birden çok, bilemeyeceğiniz, 
hesap edemeyeceğiniz çapta kolaylıklar gönderecektir o konuda. Ne büyük bir 
müjde değil mi? Problem tektir ama çözüm yolları hesap edemeyeceğiniz 
boyuttadır. Dert birdir ama derman düşünemeyeceğiniz kadar 
çoktur.
         Meselâ bir derdiniz var, bir 
probleminiz var. Yalan söyleme a-lışkanlığınız var ve 
bundan kurtulmak istiyorsunuz. Çok yemin etmeye dilinizi alıştırmışsınız ve bu 
durumunuzdan memnun değilsiniz. Veya televizyon alışkanlığınız var ve bu yüzden 
günah işlediğiniz için huzursuzsunuz. Veya Allah’a kulluğunuzu icra etmeniz 
konusunda, İslâm’ı yaşamanız konusunda bir zorluğunuz var. Meselâ bir yerlerden 
sizi kulluktan koparacak bir teklif geldi. Güzel bir kadından bir teklif 
aldınız. Veya sizi adâletten ayırmaya, mescitten 
koparmaya çalıştılar. Unutmayın ki zorluk tektir, bellidir ama siz ondan Allah 
için kurtulma yoluna girdiğiniz andan itibaren Allah’tan size o kadar büyük 
çapta kolaylıklar ve yardımlar gelecek ki, buna siz bile şaşacaksınız. 
         Zorlukla beraber sınırsız kolaylıklar 
vardır, sen Allah’ın gönderdiği kolaylıklarla o zorluğu aşacaksın, o zorluğu 
yenecek ve başarıya, zafere ulaşacaksın ama o zorluğu Allah’ın izniyle yenince, 
zafere ulaşınca da: Tamam bitti, kurtuldum, yendim, başardım diye sakın 
miskinleşmeye kalkma. Sakın yatmaya kalkma. Veya o meşgalen sa-kın senin Allah’la münâsebetini kesmesin. O işinin 
sıkıntısından dolayı sakın Allah’ı unutmayasın. Bunun da Allah’tan olduğunu asla 
hatırından çıkarma.
Güçlük 
bittikten sonra değil; güçlükle beraber kolaylık. Güç-lükle kolaylık net çizgilerle birbirinden ayrılmamış; 
tersine geçişli, her ikisi de belirli bir oranda bir 
arada bulunabilmektedir. Güçlüklerin, sı-kıntıların 
arttığı dönemlerde, çözüm yolları yavaş yavaş açılır, 
sıkıntı-lar süreç içinde azalırken, kolaylık da artar. 
Yaşadığımız 
sıkıntılar, hattâ mağlûbiyetler; moralimizi bozabi-lir, yıpranmamıza neden olabilir. Ama bunlar 
kesinlikle trajedilere, ça-resizliklere dönüştürülmemeli. Ne zorluk, ne de kolaylık 
mutlaktır. Zorlukların aşılması, ancak doğrular üzerindeki ısrar ve sabırla 
mümkündür. Allah Teâlâ, bizi başardıklarımızla değil; 
yapıp ettiklerimizle hesaba çekeceğine göre, zor zamanlarda üzerimize düşeni 
yerine getirmeli, bütün gücümüzle cehdetmeli ve 
Allah'a tevekkül etmeliyiz. Karanlığın en fazla koyulaştığı, ümitlerin 
yitirilmeye başlandığı an, İlâ-hî yardımın yaklaştığı 
andır. Zorlukları aşmada gösterdiğimiz çaba, kolaylıkta da sürmeli, dinamizm 
süreklileştirilmelidir. İmtihan, her zaman belâ, sıkıntı ve zorlukla olmaz; 
bazen de kolaylık ve nimetlerin bolluğu ile olur. Allah'a iman edenler için 
ümitsizliğe yer yoktur.
Allah 
Teâlâ, denemek için yarattığı insanoğlunun dünya imti-hanında başarılı olması için ona pek çok kolaylıklar 
tanımış, sırtına taşıyamayacağı, altından kalkamayacağı ağır yükler 
yüklememiştir (Bakara, 286). Dünyaya rahat bir şekilde gelebilmesi için doğum 
yolu-nun kolaylaştırılması (rahmin açılıp doğum 
kanalının genişletilmesi) (Abese, 20), bunlardan ilkidir. Zayıf bir yapıda 
yaratılan insana ilahî rahmetin gereği olarak sunulan kolaylıklar, onun daha iyi 
bir kul olabilmesini sağlamak içindir; Allah'ın muradı, insanlara zorluk 
çıkarmak değil, kolaylık göstermektedir (Bakara, 185).
İnsan 
yapısına en uygun bir din olan İslâm'ın bu özelliği Hz. Peygamber tarafından şöyle dile getirilmektedir: 
"Şüphesiz ki bu din, kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini zorlaştırırsa, 
altında kalır. O-nun için orta bir yol tutun ve dini 
takribî bir surette tatbik edin" 
(Buhârî, İman, 29). 
Allah 
insanların, kendilerinden istenmeyen sorumlulukların (zorlukların), ibadet 
niyetiyle de olsa altına girmemelerini istemekte ve buna Hıristiyanlıktaki 
ruhbanlığı örnek vermektedir 
(Hadid, 
27)
 Peygamberimiz de, devam ettiremeyecekleri 
sıklık ve zorluk-taki nafile ibadetlere başlamamaları 
için ashabını uyarmış, güçlerinin yeteceği kolaylıkta onlara başlayıp devam 
ettirmelerini tavsiye etmiş-tir. İnce eleyip sık dokuyarak gereğinden fazla 
zorlaştırma, özemecilik düşünceleri de Hz. Peygamber 
tarafından yasaklanmış ve böyle ya-panların helak olacağı bildirmiştir 
(Müslim, 
İlim, 7)
Dinde 
kolaylık demek, dinin emir ve yasaklarında hiç bir zorluk olmayacağı anlamına 
gelmez. Bir dereceye kadar zorluk ve zorlanma, imtihanın yapısında vardır. Din 
imtihan için vaz' edildiğine göre, onda da bazı 
zorlukların bulunması tabiîdir. Fakat bu zorluklar hiç bir zaman insanın 
başaramayacağı derecede değildir. Ondan istenen, dindeki makul bu zorluklara 
katlanmak, ibadet kastıyla da olsa ilave zorluklar çıkarmamak ve dinin 
kolaylaştırdığım zorlaştırmamaktadır. Hiç bir kimsenin buna yetkisi yoktur. Dini 
insanlara öğretirken kolaylaştırmak, sevdirmek, Hz. 
Peygamber'in emri; zorlaştırmak ve nefret ettirmek ise 
yasağıdır.
Allah 
Teâlâ bazı zorluklar anında ibadetlerin yapılmasını 
daha da kolaylaştırmıştır. Meselâ, yolcu veya hasta olanların oruçlarını da-ha 
sonra kaza etmeleri, su bulamayanların teyemmüm etmeleri, ayakta namaz 
kılamayanların oturarak, oturarak kılamayanların yatarak, bunu da yapamayanların 
işaretle namaz kılabilmeleri bunlardan bazılarıdır. Halk arasında "dinin 
kurallarına uymak zordur, dinî davranışlar, ibadetler ne kadar zor olursa, o 
kadar makbuldür...” gibi yanlış kanaatler vardır. Allah ve Rasûlü ısrarla dindeki kolaylıkları dile getirdiği halde, bu 
tür kanaatler, pek çok kişiyi dinden uzaklaştırmaktadır. Bu kolaylıkları şöyle 
sıralayabiliriz:
Öğüt 
olsun diye geçmiş ümmetlerin kıssaları anlatılarak Kur'-ân'ın anlaşılmasının 
kolaylaştırılması (Kamer,17,22); Ümmet-i Mu-hammed'in 
daha kolay anlaması için, Hz. Peygamber'in diliyle 
Kur’-an'ı kolaylaştırması (Meryem,97; Duhan, 58); 
görevini yerine getirebilmesi için Allah'ın Peygamberine kolaylık göstermesi 
(A'lâ,8); iyi ve muttakilerin işini Allah'ın 
kolaylaştırması, kötülerinkini zorlaştırması (Leyl, 
7-10; Talak, 4); "Ya Rabbi işimi kolaylaştır" duasının 
insana tavsiye edilmesi (Nûr,24); namazda kolayımıza gelen âyetleri 
okuyabilmemiz (Müzzemmil, 20); hacda kolayımıza gelen 
hedy kurbanı kesmemiz (Bakara, 196); Allah'ın insana 
her zorluktan sonra bir kolaylık vereceği (Talak,7;) mahşerde ameli iyi 
olanların kolay, kötü olanları zor bir hesaba çekileceği (İnşikak, 8); ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık gösterme 
tavsiyesi (Bakara, 280)
Hz. 
Peygamber de; "Dininizin en hayırlı ameli, kolay olanıdır" demiş ve Hz. Âişe'nin belirttiğine göre, 
günah olmamak şartıyla iki şeyden birini tercihte muhayyer bırakıldığında, 
daima, kolay olanı ter-cih etmiştir. Bundan dolayıdır 
ki, İslâm hukukunda, kolayı tercih (el-amel bil-eyser) 
külli bir kaide olarak kabul edilmiştir. Ey Rabbîm! İşimi kolaylaştır, 
zorlaştırma ve hayırla sonuçlandır." duası da, dindeki ko-laylığı çok güzel bir şekilde 
dile getirmektedir.
'Yüsr' zorluğun karşıtıdır. Kolaylaştırma, kolay, hafif, 
hafiflet-me, zorluğu giderme gibi anlamlara gelir. 
Kur’an, bu mânâları ifâde etmek üzere ‘yüsr, yüsrâ, yesîr, meysûr ve tahfîf gibi 
kelimeleri kullanmaktadır. Yüsr'ün karşıtı usr (zorluk)dür. “Yüsr”, işin 
kolay olması demektir. “Yesîr”, az olan, kolay olan 
şey, hakir (değersiz) anlamları-na gelir. “Yüsrâ”, kolay, kolaylık, sol taraf, sol el; “meysûr”, kolaylık, kolay kılınmış şey; “tahfîf”, hafifletme, 
yükün ağırlığını giderme gibi mânâlara gelmektedirler.
İmtihan 
için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak bir-takım yükümlülükleri 
yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek, bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu etmesine rağmen, 
sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir. Dünyada insan 
nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis onlara sa-hip olmak ister. Hattâ onlara 
sahip olmak uğruna yanlış yollara sapa-bilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. 
Nefis çoğu zaman din’in tek-liflerini ağır bulur, onları yerine getirme 
noktasında tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da 
azgınlaşması, din’in teklif-lerinden uzaklaşıp kendi 
hoşuna gideceği şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir. 
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım 
güçlüklerin olması doğaldır. As-lında din’in 
teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı 
hiçbir yük yüklemez (Bakara,286). Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının 
sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı 
seçmiş kimseler; din’in tekliflerini ağır bulur-lar. 
Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet 
edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler (Şûrâ,13). 
Hadis-i 
şeriflerde kolaylık-zorluk kavramı 
şöylece gündeme getirilir:
“Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. 
Her kim, (kolay olan ) bu dini zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir 
yol tutun ve Dini en uygun bir biçimde uygulayın.” 
(Buhârî, İman 29)     
“Dinin en hayırlı olanı, en kolay 
olanıdır.” 
(Ahmed bin Hanbel, 
III/479)
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; 
kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” 
(Buhârî, İlim 12, Müslim, Eşribe 
70-71)
"Din 
kolaylıktır."
 (Buhârî, İman 30; Nesâî, İman 
28)
"Amellerinizde îtidâli ve doğruyu 
bulmaya çalışın." 
(Müslim, 
Birr 52; Tirmizî, Tefsîr 
Nisâ Sûresi, hadis no: 3041)
“Allah, koyduğu yasaklara 
uyulmasını sevdiği gibi, koyduğu kolaylıkların uygulanmasını da 
sever.”
 (Ahmed bin Hanbel, 
II/108)
“Dinle yarışa giren her insan, 
mutlaka yere serilir.” 
(Buhârî, İman 69)
"Heleke'l-mütenattıûn 
-Taşkınlar/aşırı gidenler helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 
(Müslim, 
İlim 7)
“Kul, Rabbinin affını nasıl 
seviyorsa, Allah da koyduğu kolaylığın uygulanmasını öyle sever.” 
(et-Terğîb ve’t-Terhîb, II/135)
Hz. Âişe 
(r.a.) şöyle diyor: “Yüce Peygamber, biri daha kolay, biri daha zor iki 
seçenekle karşılaştığında, mutlaka kolay olanı seçerdi.” 
(Buhârî, Menâkıb 23, Edeb 80; Müslim, Fezâil 
77-78)
"Amelin az da olsa devamlı olanı, 
Allah yanında daha makbuldür." 
(Buhârî, İman 16; Müslim, Salât 
283) 
         7-8. “Öyleyse; bir işi bitirince 
diğerine giriş; ve ümit edeceğini yalnızca Rabbinden 
iste.”
Evet bir iş bitince, bir işi 
bitirip sonuca ulaşınca, bir konuda başarıya ulaşınca yata gitme de hemen 
doğrulup bir başka işe başla. Hemen onun arkasından bir başka uğraşa dikil, bir 
başka göreve daha doğrul, bir daha yürü, bir daha yorul diyor Rabbimiz. Bir işi 
bitirince bir başkasına yönel. Bir insana din anlatıp onu hakka ulaştırınca 
“tamam artık, benim görevim bitti” deme, ikinci bir inanana koş diyor Rabbimiz. 
Bir 
savaştan döndüğü zaman ibadete yönelip cehd ve gayret 
et. Veya dünya işlerinden boşaldığın vakit namaz kıl diyor. 
         Meselâ bir ada düşünün ki, o adada 
yaşayan altmış beş milyon insan var. Bu adada bir kısım hain insanların 
çıkardıkları bir yangın sonucunda bu altmış beş milyon insan yanmaya gidiyor. 
Hepsi de farkında olmadan hızla cehenneme doğru gidiyor. Farz edin ki sizin de 
bir kayığınız var ki ancak sizinle birlikte üç kişiyi alabiliyor. Ne 
yapacaksınız? Hemen süratle o adaya gidecek ve yangın konusunda, ateşe 
gittikleri konusunda ikna edebildiğiniz, kandırabildiğiniz, kurtulmaya razı 
edebildiğiniz iki kişiyi alıp hemen karaya çıkaracaksınız. Sahil-i selâmete 
çıkaracaksınız. Şu anda böyle kurtardıklarınızı götürebileceğiniz bir selâmet 
yer var mı yok mu, onu da bilmiyorum. Tabii o iki kişiyi kayığa bindirirken 
elbette öbürlerine de bir şeyler anlatacaksınız. Hazır olun az sonra gelip sizi 
de alacağım gibi… 
İki kişiyi karaya çıkardınız. 
Bundan sonra tamam bitti, benim görevim bitti, ben görevimi yaptım. Ne yapayım, 
kayığım iki kişiyi alabiliyordu, ben de onları alıp kurtardım deyip yan gelip 
yatmayın. Hemen bir ikinciye, arkasından bir üçüncüye daha koşun, diyor 
Rabbi-miz. İşte âyette anlatılan budur. Ama öyle bir 
koşma, öyle bir koşturma ki sonunda ne rütbe olmalı ne de mal. Sadece Allah’a 
rağbet etmeli, istediğimiz, umduğumuz, beklediğimiz, arzumuz, hedefimiz sadece 
Allah’ın güzel rızası olmalıdır. 
         Evet, Allah için bir ömür koşturacağız. 
İslâm bizden Allah için sürekli bir cehd ü gayret 
istemektedir. Varlığımızı, zamanımızı imkânlarımızı Allah’a kullukta kullanarak 
değerlendirmeye çalışacağız. Bakın, İbni Abbas efendimizin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır: 
“İki nimet vardır ki insanların 
pek çoğu onların kadr u kıymetini bilme noktasında 
aldanıyorlar; sağlık ve boş zaman”
(Buhâri Rikâk 
1)
Sağlığın 
kıymetini bilip onu satacak veya paraya tahvil edecek değiliz elbette. Boş 
vaktin kıymetini bilip de onu da kiraya verecek halimiz yoktur. Bu ikisini 
Allah’a kulluğa yatırım yapacağız. Allah adına cehd ü 
gayrette değerlendireceğiz. Bunun için de ilk olarak elbette farzlara sarılarak, 
sonra da arta kalan zamanı nafilelerle doldurarak Rabbimize yaklaşma imkânları 
arayacağız. Tabi boş vakitten ve sıhhatten kasıt, kişinin mecburen yapmak 
zorunda olduğu farzlardan arta kalan zamandır. Onun içindir ki Rabbimiz 
burada:
Yâni 
bir şeyi yaptıktan, bir işten boşaldıktan sonra buyurmuştur. Yoksa bunun mânâsı; 
Allah bize boş zaman vermiştir de, bomboş bir hayat vermiştir de biz onu 
dolduracağız değildir. Zor mu anlaşıldı? Bir daha söyleyelim inşallah: Biz 
zamanı İslâm’a göre ayarlayacağız. Eğer bu konuda İslâm nazarı itibara 
alınmazsa, zaten insanların za-manı hep doludur. Eğer kendi kendine dolan şu bizim hayat 
programına göre düşünecek olursak, bir saniye bile boş vakit yoktur. Öyle değil 
mi? Meselâ para kazanmak, kahvede oturmak, maç seyretmek, haberlere bir göz 
atmak, bir dizi filimle beraber olmak… Eğer böyle İslâm’ın zaman anlayışından 
uzak bir hayatın adamıysak, kesinlikle söyleyebilirim ki mümkün değil boş vakit 
bulamazsınız. Öyleyse programımızı İslâm’a göre yapmak zorundayız. O programda 
mecburen yapmak zorunda olduğumuz emirlerin dışında arta kalan zamanı da yine 
Allah’a kullukta harcayacağız, işte bizden istenen budur. 
Bu 
sûre ile alâkalı da bu kadar söz yeter. Rabbim gereğiyle amel edenlerden eylesin 
bizi. Velhamdü lillahi Rabbil’âlemin.
 
 
Allah razı olsun
YanıtlaSil