Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 
96., Nüzûl sıralamasına göre 1., Mufassal sûreler kısmının on üçüncü grubunun 
ikinci sûresi olan Alak sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin sayısı 
19’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın 
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız 
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, Onun 
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her 
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân 
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-2. “Ey Muhammed! 
Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! 3-5. Oku! 
Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin en büyük kerem sahibidir. 
6-7. Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder. 8.Ey insanoğlu! 
Dönüş şüphesiz Rab-binedir. 9-10. Sen, namaz kılan kulu bundan menedeni gördün 
mü? 11-13. Söyle bakalım, o kul doğru yolda giden veya Allah'a karşı gelmekten 
sakınmayı buyuran bir kimse olsun; veya söyle, yalanlayıp yüz çeviren bir kimse 
olsun? 14. Onu namaz kılmaktan meneden kimse, Allah’ın her şeyi görmekte 
olduğunu bilmez mi? 15-16. Ama bundan vazgeçmezse, andolsun ki, onu perçeminden, 
yalancı ve günahkar perçeminden cehenneme sürükleriz. 17. O zaman, kafadarlarını 
çağırsın, 18. Biz de zebanileri çağıracağız. 19. Ey doğru yolda olan! Sakın ona 
uyma; sen secde et, Rabbine yaklaş.” 
Kur'an-ı Kerîm'in doksan 
altıncı sûresi. On dokuz âyetten dok-san iki kelime ve iki yüz seksen harften 
ibarettir. Fasılaları, kaf, mim, ye, te ve be'dir. Bu sûrenin ilk ayetleri; 
Kur'an-ı Kerîm'in ilk nazil olan ayetleridir. Sure, İkra kelimesiyle başladığı 
için ona İkra suresi de de-nilir. Kalem kelimesi geçtiği ve kalemle öğretmenin 
öneminden bah-settiği için bazı selef âlimlerince Kalem sûresi diye de 
adlandırılmıştır. Hz. Âişe (r.a) validemizden nakledilen bir rivayette, bu 
surenin ilk ayetlerinin indirilişi hakkında, şu bilgiler verilmektedir: 
"Rasulullah (a.s) a gelen ilk vahiy, uykusundaki sadık rüya hâlindeydi. Ne zaman 
bir rüya görse mutlaka gün aydınlığı gibi çıkardı. Sonra ona yalnız başına 
kalmak hoş gösterildi.
O, Hıra Dağı'ndaki mağaraya 
çekilerek belirli gecelerde orada ibadet etmekteydi. Bu sırada ailesine 
yaklaşmamaktaydı. Beraberinde yiyeceğini de götürüyordu. Yiyeceği tükenince 
tekrar Hz. Hatice'nin yanına gelip azığını almakta ve geri gitmekteydi. Nihayet 
27 Ramazan pazartesi gecesi Hak ona Hıra mağarasında geldi. Yaklaşan melek 'Oku' 
dedi. O ise 'Ben okuyamam' diye cevap 
verdi. Rasulullah buyurdu ki 'Melek beni sıktı, son derece yordu ve bıraktı. 
Sonra 'Oku' dedi. Ben ise 'Okuyamam' 
dedim. ikinci defa beni aldı ve sıktı. Son derece yordu. Sonra bıraktı ve 
'Oku' dedi. Ben 'Okuyamam' deyince 
üçüncü defa aldı ve sıktı Kur'an'ın ilk ayetlerini okudu." "Oku, yaratan Rabb'inin adıyla. O, insanı 
pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku, Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o kalemle 
öğretendir. İnsana bilmediğini öğretmiştir." (el-Alâk: 96/1 
-5)
Böylece Rasulullah ilikleri 
titreyerek döndü ve Hz. Hatice'nin yanına geldi. Eve varır varmaz 'Beni örtünüz' dedi. Üzerini örttüler. 
Korku ve dehşeti gidinceye kadar yattı. Rasulullah, 'Ey Hatice, bana ne oldu?' diyerek 
başından geçenleri anlattı. Ve, 'Kendimden kork-tum' dedi. Hz. Hatice 
ise ona; "Aslâ! Seni müjdelerim. Andolsun ki seni Allah ebediyen mahcûp etmez. 
Çünkü sen, akrabalarını ziyaret edersin, doğru söylersin, zahmetlere katlanır, 
misâfirlere ikram edersin, haklı olanlara destek olursun" 
dedi.
Surenin ilk bölümü bu olay 
sırasında, geri kalan kısmı da daha sonra nazil olmuştur. Zîra daha sonra, 
ibadet ve tebliğin alenen ya-pılmasının emredildiğini bildiren ayetler inmiştir. 
Bu ayetler de, sure-nin ikinci kısımda yer alır. Nitekim bu durum suredeki "O alıkoyanı gördün mü sen, bir kulu namaz 
kılarken" ayetinden anlaşılmaktadır. Bu son ayetlerin Ebu Cehil hakkında 
nazil olduğu bilinmektedir. İkra Suresi'nde beyan buyrulanları şöylece 
sıralayabiliriz:
Her işe Allah'ın adıyla 
başlanması gerekir. İnsanlara kalemi ve bilmediğini Allah öğretmiştir. Okumak ve 
ilim sahibi olmak farzdır. Okumayınca insan azar. Kendisini Allah'a muhtaç 
hissetmeyen kişi ona asi olur. Son dönüş yine Allah'a olacaktır. Hak yolda 
olanları en-gelleyenler ve bu durumdan vazgeçmeyenler ebedî Alemde 
cezalan-dırılacaklardır. Gâfillere uyulmaması gerekir. Allah'a secde edip ona 
yakın olmak kul için bir vazifedir. Sure vahiy düzenini ve vahiy mede-niyetini 
insanoğluna ilk tanıtan sure olarak İslâm ve Kur'an'ın insanı ve dolayısıyla 
bütün toplumu olgunlaştırdığını bu ilk mesajla bildir-mektedir. Okumanın ve 
ilmin ilk temeli Allah'ı tanımaktır. Bu, İslâm'ın ilk temeli olduğu gibi ilmin 
de esasıdır. Kur'anî mesajın "Oku" emriyle başlaması, vahyin ve İslâm'ın okumaya 
ve ilme verdiği önemi en gü-zel bir şekilde yansıtmaktadır. Ayrıca ilmin ve 
dünya nimetlerinin insa-nı hak yoldan ve Allah'a tam anlamıyla bir kul olmaktan 
alıkoyması muhtemel olduğu için, bunun ancak Allah'a ibadet ile tamamlanacağı ve 
ilim ile ibadetin birbirlerinden ayrılmaz unsurlar olduğu da surenin ilk ve son 
ayetleri arasındaki insicâmdan anlaşılmaktadır.
Ulemânın 
tahkikiyle buraya kadar olan ilk beş âyetlik kısım birinci bölümdür. Buhârî ve 
Müslim, Hz. Ayşe’den bu birinci bölümün Rasulullah’a ilk gelen âyetler olduğunu 
rivâyet eder.
         Bundan sonraki ikinci kısım, yani 
altıncı âyetten itibaren sonuna kadar ki bölüm de Rasulullah Efendimizin Harem-i 
Şerif’te namaz kılmaya başladığı ve Ebu Cehil’in onu tehditle menetmeye 
çalıştığı zaman nâzil olmuştur. 
         Allah’ın 
Resûlü içinde bulduğu toplumdan ve bu toplumun yaşayışından memnun olmadığı için 
40 yaşına yaklaştığı yıllarda toplumdan uzaklaşmayı, inzivayı denedi. Tabii bu 
esnada ne risâletle, ne nebilikle ilgisi olan bir kimse değildi. Peygamberliği 
de, risâleti de, nübüvveti de bilmiyor, bu yüzden de kendisini sıkıntıya 
sokuyordu. Çaresizlik ve belki de önceki Peygamberlerin deneyimi onu inzivaya 
sevk etti. 
         Hz. 
Hatice ve toplum, Ramazan ve Hac aylarını bilmektedir. Rasulullah’ın toplumdan 
ayrıldığı günler bilhassa Ramazan günleridir. İşte yine böyle bir Ramazan günü 
Allah’ın Resûlü Nûr dağındaki Hıra mağarasına çıkmış ve orada bilebildiğince 
Rabbe yönelmişti. Bilebildiğince tefekkür ediyor, beyin fakültelerini 
çatlatırcasına düşünüyor, yalvarıyor ve toplumun bozuk düzen gidişine çözüm 
arıyordu. Vahyin ilk başlangıcı ile ilgili rivâyetten bunu 
öğreniyoruz.
Nihâyet Hıra’dayken tanımadığı bir varlık gelir ve 
Allah’ın Resûlü’ne hitaben: Ì~«I²5! der. Bunun üzerine çok korkan ve neye 
uğradığını bilemeyen Allah’ın Resûlü: “Ma ene bikâriin” der. “Ben 
okuma bilmem” der. Zira o dönemin insanının da anladığı mânâda 
Rasulullah Efendimiz bir okul, medrese görmemişti. Okumayı da bilmiyordu. Yani 
okur-yazar değildi. Ana-babası ona bunu öğretmemişti, eğitmemişti. Zaten 
doğmadan babasını kaybetmişti. İçinde bulunduğu toplumunun da bu konuda 
yetiştirme gücü yoktu.
         
Tanımadığı, bilmediği o garip kişi onu üç defa sıkar ve “Oku!” der. Her defasında da 
Allah’ın Resûlü: “Ben okumasını bilmem” der. Kimileri Rasulullah Efendimizin bu 
ifâdesine dayanarak o zâtın kendisine yazılı bir metin sunduğunu ve yüzünden o 
metni okumasını istediğini söylemeye çalışmış olsalar da, bu, yüzünden okunmak 
üzere Rasulullah Efendimize arz edilen bir metin değildi. Bu bir metin değil 
vahyin bir parçasıydı. Allah sözü insan sözüne benzemez. Allah vahyini dilediği 
gibi indirendir. 
Meselâ karşınızda oturan Hasan adlı bir kimseye: “Hasan namaz kıl” deseniz, Hasan 
sizin sözünüzün devamını beklemeden o anda kendisine namaz emrini verdiğinizi 
zannederek namaz kılmaya doğrulsa, sonra onu tutup iyice bir sıktıktan sonra 
yerine oturtsanız, arkasından yine: “Hasan namaz kıl” deseniz, Hasan da 
yine sözünüzün devamını beklemeden namaza doğrulsa, yine tutup, sıkıp 
oturtsanız… Aslında Hasan acele etmeyip biraz beklese, sözünüzün devamını 
beklese, ona şöyle diyeceğinizi görür: “Hasan namaz kıl, çünkü namaz insanı bütün 
kötülüklerden alı kor.” Aslında Hasan’a namazın önemi anlatılacakken, 
Hasan o anda kendisine namaz kılma emri veriyormuşsunuz gibi sözünüzün devamını 
beklemeden namaz kılmaya kalkıyor, siz de onu sıkıp yerine oturtuyorsunuz. 
İşte aynen bunun gibi ilk zamanlar Allah’ın Resûlü 
vahyin ne olduğunu bilmiyordu. Allah sözüne alışık olmadığı için vahyin 
atmosferine giremiyordu. Çünkü Allah’ın Resûlü, vahiy nedir, Allah sözü ne-dir, 
peygamberlik, risâlet, melek nedir? Allah sözünü nasıl gönderir? Bunların 
hiçbirisini bilmiyordu. Halbuki bu vahyin bir parçasıydı ve Ra-sulullah 
Efendimiz biraz sabredip sözün devamını bekleseydi Allah ona Rabbinin adına, 
Rabbinin namına, Rabbinden gelenleri Rabbin rızasına götürücü olarak oku, 
buyuracaktı.  
         Bu durum, 
yani Rasulullah Efendimizin vahye alışması bir süre devam etti. Bunu Kur’an’ın 
başka yerlerinde de görüyoruz. Meselâ Kı-yâmet sûresinde görüyoruz ki vahyin 
inzâli esnasında Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri unutmamak için, bir an 
evvel bellemek,  ezberlemek ve onu 
insanlara ulaştırmak için nötr halini bozup dilini hareket ettirmeye çalışıyordu 
da Rabbimiz onu şöyle uyarıyordu:
“Ey Muhammed! Cebrâil 
sana Kur’an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız 
dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize 
düşer. Biz onu Cebrâil’e okuttuğumuz zaman, onun okumasını dinle.  Sonra onu açıklamak Bize 
düşer.”
         (Kıyâmet 1619)
         “Ey 
Peygamberim! Kur’an’ı acele olarak, süratlice belleyip kavramak, unutmamak için 
dilini depretip, hareket ettirip durma! Şüphesiz ki onu kalbinde toplamak ve onu 
sana okutmak bize aittir!”
         Vahiy 
normal geliyorken Rabbimiz vahyin konusunu, normal akışını keserek peygamberinin 
istenmeyen bir durumunu düzeltiveriyordu. “Peygamberim! Dilini depredip durma! 
Dilini oynatıp durma! Yani aceleye getirip durma işi! Sen acele etmeye 
çalışıyorsun da ondan! Ne oluyor? Ne endişen var senin? Niye acele ediyorsun? 
Değil mi ki biz onu toplamışız, biz o Kur’an’ı bir araya getirmişiz, biz onu 
cem’ etmişiz. Yani o harfleri, o kelimeleri, o âyetleri bir araya biz 
getirmişiz, onu biz okuyoruz. Onun Kur’an’ını da, okunuşunu da, okunaklığını da 
biz ortaya koymuşuz. Sonra sana gereken, sana düşen de biz onu okuyunca onun 
okunuşuna uymandır! Ya da peşinde ol! Onun okunuşuna tabi ol! Nötr bir vaziyette 
bekle! Sonra da biz hemen arkasından onu sana beyan edeceğiz. Yani sen onu anlar 
hale geleceksin. O senin hafızana, beynine, kalbine nakşedilecek.” İşte 
anlatılan bu. 
         İşte 
burada da görüyoruz ki vahye henüz alışamamış olan Peygamberini uyarıyordu 
Rabbimiz. Bir kere Allah’ın Resûlü onu kafasında muhafaza etmek sorumluluğunda 
hissediyordu kendini. Bundan önce Â’lâ sûresindeki âyet geldi. 
 “Ey Muhammed! Sana Kur’an’ı Biz okutacağız ve 
asla unutmayacaksın. Allah’ın dilediği bundan müstesnadır. Doğrusu açığı da, 
gizliyi de bilen O’dur.”
         (A’lâ 6,7)
         “Biz sana 
okuyacağız ve sen asla unutmayacaksın! Bu aslında Kur’an’ın vahyedilmesi ve 
muhafazasının Rasulullah’a bir görev olmadığını, kendisinin böyle bir 
sorumluluğunun olmadığını, bu işi Allah’ın bizzat kendi uhdesine aldığını haber 
veriyordu. Ama Allah’ın Resûlü önceleri bunu bilmiyordu. Yani Allah’ın Resûlü 
Kur’an Kerîm gelirken, bu Kur'an ne kadar sürede gelecek? Kaç yıl gelecek? Ne 
kadar gelecek? Kaç âyet, kaç sûre gelecek? Ne kadarı Kur'an bölümü olacak? Ne 
kadarı okunan bölüm, namaza tahsis edilen bölüm olacak? Unutulacak mı, 
unutulmayacak mı? Bu konuda Kur’an’ın, vahyin muhafazası konusunda bir sa’yi, 
bir gayreti, bir tedbiri olacak mıydı, olmayacak mıydı, bunu bilmiyordu. Ama 
sonradan Rabbimiz tarafından anlatıldı ve Allah’ın Resûlü de anladı. Meselâ 
Fetret döneminde bilemediği için vahyin kesilmesine üzülen Allah’ın Resûlü 
sonradan öğrendiği için artık İfk hadisesinde vahyin gecikmesine 
üzülmüyordu.
         İşte 
burada da Rasulullah Efendimiz vahyin ne demek olduğunu bilmediği için meleğin 
“oku” ile başlayan vahyinin devamını beklemeden “ben okumasını bilmem” demiş, 
melek onu üç kere sıkıştırmış ve neye uğradığını bilemeyen Allah’ın Resûlü çok 
korkmuştu. 
         Gerçekten 
dehşetli bir hadise… Peygamber hemen eve döner, biraz sakinleşince durumu Hz. 
Hatice’ye anlatır. Korkusunu izhâr edince dirâyetli ve ferasetli kadın Hz. 
Hatice, kadın cinsinin en şereflisi der ki: “Allah’a yemin ederim ki O seni 
rezil etmez. Çünkü sen herkese iyilikte bulunan ve hiçbir kötülük 
düşünmeyensin.” Hattâ der ki Hatice anamız: “O geldiğinde ben başımı açarım, 
eğer o bir melekse uzaklaşır. Çünkü başın açıldığı bir ortamda melek durmaz. 
Böylece onun bir şeytan mı yoksa bir melek mi olduğunu anlarız.” Bundan da 
anlaşılıyor ki o dönemde de baş örtme âdeti vardı toplumda. Sonra Hatice 
annemiz: “Bu işin ne olduğunu anlamak için Varaka’ya gidip soralım, çünkü Varaka 
İncil’i, Tevrat’ı bilen bir adamdır” der ve Rasu-lullah Efendimizle birlikte 
Hatice annemizin akrabası olan Varaka’ya gidip durumu anlatırlar. Rasulullah 
Efendimizin başından geçenleri dinleyen Varaka: “Vallahi bu sana gelen melek 
daha önce Mûsâ’ya ve Îsâ’ya gelen Namus-u Ekberdir, keşke sana yetişip ben de 
Müslüman olsaydım” der..
         İşte 
Rasulullah efendimize vahyin ilk gelişi böyledir. Vahiy; bu konu Alak sûresiyle 
üzerinde durmak zorunda olduğumuz bir konu. Mahiyetini Allah bilir. Nasıl oldu? 
Nasıl oluyordu? Nasıl geliyordu? Vahiy, Allah’ın kendi bilgisini yerde seçtiği 
peygamberlerine aktarmasıdır. Azîz, Hakîm, Cebbâr, Kahhâr olan bir Allah.. Zâtı 
hakkında ancak kendisinin bildirdiği kadar bilgimizin olduğu bir Allah… Zaman 
O’nun dışında, mekân O’nun dışında. Zamandan mekândan münezzeh bir Allah… Böyle 
bir Allah, yerde her hangi birine rahmeten, lütfen bilgisini aktarıyor. 
Gerçekten bu çok muazzam bir şeydir. Zümer sûresinde de öyle deniyordu: 
         “Onlar Allah’ı gereği gibi 
değerlendiremediler. Bütün yeryüzü, Kıyâmet günü O’nun avucundadır; gökler O’nun 
kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve 
münezzehtir.”
         (Zümer 67)
         İnsanlar 
Allah’ı gereği gibi bilemediler, takdir edemediler. Güç ve kudretine sınır 
olmayan bir Rabb, çok küçük bir dünyanın çok küçük bir insanına rahmeti ve 
merhameti gereği kendi bilgisini aktarıyor. İnsanı muhatap kabul ediyor ve onu 
kendi bilgisiyle şereflendiriyor. Bu ne büyük bir lütuftur! İşte vahiy 
budur.
         
Bildiğimiz kadarıyla Rabbimizin yerdeki kullarının hayatına karışmasında 
odak nokta seçtiği, Rabbimizin yeryüzünde konuşan ağzı olan Rasulullah 
Efendimize vahiy değişik usullerle gelmiştir. Bazen vasıtasız, direkt kuluna 
söylemiş Rabbimiz. Bazen melekle vahyet-miş, bazen rüyada vahyetmiş, bazen insan 
sûretinde gönderdiği meleğiyle vahyini ulaştırmış, bazen çıngırak sesine benzer 
bir sesle seslenmiştir... Sûrenin ilk âyeti:
         
“Oku”
İşte Rabbimizin son elçisine ilk vahyi budur. Acaba 
neden Rabbimiz ilk vahyini “İkra’” ile başlattı? Neden ilk 
vahyinin başında “İkra!” “Oku!” diye emretti? 
Belki de böyle bir soru zaittir. Zira bu konuda Kur’an-ı Kerîm’in başka 
bir yerinde bir açıklama göremiyoruz. Rasulullah’tan da bu konuda herhangi bir 
açıklama varit olma-mıştır. Ama aynı örnekliği, aynı çizgiyi takip etmek zorunda 
olan bizler elbette bunu ciddi ciddi düşünmek zorundayız. Bu soruyu kendimize 
sormak zorundayız. Niye buradan başladı vahiy? Bu bize neyi anlatır? Bunun 
üzerinde düşünmek ve sebebini anlamaya çalışmak 
zorunda-yız.
         Şimdi 
Rasulullah Efendimizin o dönemki toplumunu düşünelim. Öyle bir toplum ki 
alabildiğine vahşi, alabildiğine cahil, âdeta cehaletin zirvesinde bir toplum... 
İnsanlar kulluk ve rubûbiyette ortaklık içindeler… O kadar Rabb var ki toplumda, 
kim kul, kim Rabb belli değil. Tanrılar ve kullar sarmaş dolaş yaşamaktadır. Hiç 
kimse kulluğun-dan veya yaratılışından haberdar değil. Nasıl var oldular? 
Kendilerini kim var etti? Kim yarattı? Nasıl meydana geldiler? Bu dünya, bu 
kâinat, bu varlar, bu varlıklar nasıl meydana geldi, kimse bilmiyor, kimse  düşünmüyor. Herkes kendilerinin bilgi sahibi 
olduklarını zannediyor. Bütün bunları kendilerinden biliyorlar. İşte böyle bir 
topluma, hem de uzun bir süre kendilerine vahiy gelmeyen bir bölgeye ilk gelen 
vahiy ”Oku!” diye 
başlıyor.
         Elbette 
bu, vahyin bir parçasıydı. Rabbimiz Kitabının başında, ilk vahyinde Peygamberine 
ve onun şahsında bizlere “Oku!” di-yordu. Eğer Allah’ın emri 
bu kadarla kalsaydı iş kolaydı. Yani Rab-bimiz peygamberine oku deseydi, emrini, 
vahyini sadece bu kadarla bıraksaydı ve Allah’ın Resûlü de Rabbinden aldığı bu 
vahyi, bu emri ulaştırması gereken toplumuna tebliğ etse ve “Oku!” deseydi, “O-kuyun!” deseydi o zaman toplumuyla 
kendisi arasında hiç bir problem çıkmayacaktı. Yani Rasulullah’la toplumunun 
arası asla açılmayacaktı. Peygamberle toplumu arasında herhangi bir sürtüşme 
olmayacaktı. Neden? Çünkü zaten toplumda herkes okuyordu. Bugün de öyle. Bugün 
de herkes okuyor. 
Gerçi bugüne kadar biz zannediyorduk ki bu insanlar 
okumu-yorlar. Okumuyorsunuz diye kızıyorduk bu insanlara. Ama anlıyoruz ki 
herkes okuyor. Rasulullah’ın toplumunda okuyan, yazan yoktu. Belki toplumun 
yüzde biri okuma-yazma biliyordu, diğerleri cahildi. Eğer Allah sadece “oku!” 
deseydi Rasulullah da toplumundan bunu isteseydi, kesinlikle toplumla 
peygamber  arasında bir sürtüşme 
olmayacaktı.
         Çünkü o 
gün de, bugün de toplum okuyor. Ayda en aşağı 56 saat televizyonu okuyor, 
seyrediyor bu insanlar. En azından 35 saat radyoyu okuyorlar, dinliyorlar. 
Gazeteleri okuyorlar, eşyayı okuyorlar, piyasayı, reklamları, vitrinleri, 
ekranları okuyorlar. Yani uyku hariç sürekli okuyor bu toplum. Aynen bugün 
olduğu gibi o gün de okuyordu toplum. Sihirbazları okuyorlardı, kahinleri 
okuyorlardı, eşyayı, piyasayı okuyorlardı. İnsanlar ne yapmaları gerektiğini, 
nasıl hareket etmeleri gerektiğini, hayatlarını nasıl düzenlemeleri gerektiğini 
bu okuduklarında buluyorlardı. Ne yapacağız? Ne edeceğiz? Nasıl yaşayacağız? 
Nasıl bir eğitim sistemimiz olacak? Nasıl bir hukuktan yana olacağız? Nasıl 
giyineceğiz? Nerelerden kazanıp nerelerde harcayacağız? Nasıl bir siyasal 
yapılanmamız olacak? Nasıl bir hukuk sistemimiz olacak? Kadın-erkek 
ilişkilerimiz nasıl olacak? Mirasımızı nasıl paylaşacağız? Sabah kaçta 
kalkacağız? Soframızda neler bulunacak? Nasıl bir hayat süreceğiz? sorusunun 
cevabını buluyorlardı bu okuduklarından. 
Hayatı, geceyi, gündüzü nasıl değerlendireceklerini, bu 
konuda gerekli olan bilgiyi alıyorlardı bu okuduklarından. Bugün de insanlar 
okuduklarından bu bilgileri alıyorlar. Romanlardan, televizyonlardan, 
radyolardan, siyasi liderlerden, piyasadan ne alacağını, ne yapa-cağını, nasıl 
bir hayat yaşayacağını, evini nasıl tefriş edeceğini, hangi yağı, hangi sabunu 
kullanacağını, mutfağını nasıl tanzim edeceğini, evini nasıl düzenleyeceğini, 
çocuklarını nerelerde ve nasıl eğiteceğini, misa firlerine neler ikram edeceğini, nasıl kazanıp nasıl 
harcayacağını bugün de insanlar bir yerlerden alıyor, 
okuyor.
         Evet, 
eğer Allah’ın Resûlü o gün toplumuna veya bugün bizler toplumumuza sadece okuyun 
deseydik, diyeceklerdi ki, “yahu biz zaten okuyoruz! Biz sürekli okuyoruz! 
Hayrola, bu da nereden çıktı?” Okuyorlardı çünkü. Okumayı teşvik ediyorlardı, 
okuma seferberliği düzenliyorlardı, ukazlar, panayırlar, yarışmalar 
düzenliyorlardı. Hep okuyorlardı ama hayatları hiç değişmeden aynen devam 
ediyordu.
         Ama 
Rabbimiz âyetini bununla bırakmadı. Okuma emri bununla kalmadı da, devamında 
Rabbimiz buyurdu ki:
“Rabbin adıyla, Rabbin 
adına”
 Oku! Ama Rabbin adıyla, Rabbin adına, Rabbin 
namına,  Rabbin adıyla oku! Bakın iş 
biraz değişti değil mi? Rabb adına okuna-cak, Rabb namına okunacak. Yani her 
okuma, okuma sayılmayacaktı böylece, sadece Rabbin adıyla, Rabb adına, Rabb 
namına okunanlar okunma sayılacaktı. Rabb adına, Rabb namına olmayanlar Rabbin 
istediği bir okunma sayılmayacaktı. Eğer âyet bu kadarla bitseydi, bu kadarla 
kalsaydı yine pek problem çıkmayacaktı. Yani Allah’ın Resûlü: “Ey insanlar 
Rabbiniz adına okuyun, Rabbiniz namına ve Rabbi-nizin ismiyle okuyun!” deseydi 
iş yine kolay olacaktı. Neden? Çünkü herkesin farklı Rableri vardı toplumda ve 
herkes Rabb olarak kimi kabul etmişse onun adına okur, onun adına iş yapar, kimi 
Rabb olarak kabul etmişse onun bilgisiyle bilgilenir, onun istediği gibi yaşar 
ve olur biterdi. Derlerdi ki, “tamam ey Peygamber, bizim Rabb olarak Lat’ımız 
var, Menat’ımız var, Uzza’mız var, filan siyasi liderimiz, falan ekonomik 
uzmanımız, feşmekân efendimiz, şeyhimiz var, biz onu okur, ondan geleni okur, 
onun eserini okur, onun adına okur, onun namına okur, onun adına iş yaparız” 
diyeceklerdi ve Peygamberle toplum arasında yine herhangi bir kavga, herhangi 
bir sürtüşme olmayacaktı.
         Ama 
âyetini, emrini bu kadarıyla bırakmayarak buyurdu ki Allah: Hayır hayır! Her 
Rabb adına değil, her Rabb namına değil, her  
Rabb için değil, her türlü Rabbtan geleni değil, her türlü Rabbin 
hatırına, her türlü Rabbin rızasına götürücü olanı değil. Ya 
ne?
“Yaratan Rabb adına 
oku!”
Yaratan Rabb 
adına, yaratan Rabb namına, yaratıcı Rabbtan geleni oku. Yaratan Rabbdan geleni, 
yaratan Rabb adına oku. Yani yaratan Rabbin rızasına götürecek olanı, yaratan 
Rabb hatırına oku! İşte şimdi mesele açıklığa kavuşmuş oluyordu. Yaratıcı Rabb 
ifâdesi kullanılınca iş anlaşılmış oldu. Böylece Rabbimiz öteki sahte Rablerden 
kendisini ayırıverdi. Demek ki okuma buymuş. Demek ki yaratıcı Rab adına, 
yaratıcı Rabb namına, yaratıcı Rabbdan geleni okuyacak-mışız. Yani yaratıcı 
Rabbin rızasına götürücü olanı okuyacakmışız. Okunacak şey yaratıcı Rabbdan 
gelen olacak öncelikle, bir de yaratıcı Rabbin rızasına götürücü olarak 
okunacak. İşte gerçek okuma budur. 
Öyleyse 
yaratıcı Rabbin dışında, O’nun berisinde sahte Rablerden bilgilenmek bâtıldır. 
Zaten onlarınkine bilgi denmez, zandır onların tamamı. Okunacak olan şey, 
yaratıcı Rabbdan gelecek ve okuyanı yaratıcı Rabbin rızasına götürecek. Bu çok 
önemlidir. Yaratıcı Rabden değil de başka Rablerden gelen zanları okumak, 
onların kitaplarına yönelmek yaratıcı Rabbin istediği bir okuma olmadığı gibi, 
yaratıcı Rabden geldiği halde O’nun rızasına götürücü olmayan, yani yaratıcı Rab 
adına olmayan bir okuma da okuma değildir. 
         Allah’tan 
gelmeyen, vahye dayanmayan, hayata intibak imkânı olmayan, hayatta bir işe 
yaramayan, hayatta uygulanma imkânı, uygulanma alanı olmayan, yani okuyandan 
amel istemeyen, okuyucusu-nu amele sevk etmeyen bir okuma, okuma değildir. 
Allah’ın rızasına götürücü olarak yarın mizana konulacak cinsten olmayan 
bilgileri okumak Allah’ın istediği bir okumak değildir. Meselâ termodinamiği 
öğreniyoruz veya cebir denklemleri, kimya formülleri, kurbağanın bağırsağı, 
Fujiyama yanardağı, Everest tepesinin yüksekliği, A.B.D’nin göllerini, filan 
ülkenin nehirlerini, bu nehirlerin debilerini, rejimlerini, falan ülkelerin 
rejimlerini, falan ülkenin iklimini, falan bölgenin yollarını öğreniyoruz. 
Bunlar bizden hiçbir amel istemeyen, bizi amele sevk etmeyen, yarın mizanımıza 
konulmayacak boş bilgilerdir. Üstelik de beyinler bunlarla dolduruldukça 
oralarda Kitap ve Sünnete yer bırakmayacak boş şeylerdir.
         Evet 
Allah’tan gelmeyen ve sadece zanna dayanan bu tür bilgilere yönelmek nasıl 
boşsa, Allah’tan gelen bilgileri Allah adına, Allah namına, Allah’a götürücü bir 
niyetle değil de başka maksatlarla okumak da boştur. Meselâ adam âyet okuyor 
doktora adına, hadis okuyor diploma adına, Kur’an öğreniyor sosyal bir statü 
adına, tefsir okuyor bilir desinler adına, feraiz öğreniyor paylaşım konusunda 
bana müracaat etsinler adına. Onunla yeryüzünde Allah’ın feraiz yasalarını hakim 
kılmak adına değil, okuduklarını amele dönüştürmek adına değilse bu da Allah’ın 
istediği bir okumak değildir. Allah’tan gelmeyen şeyleri okumak ta okumak 
değildir, Allah’tan gelenleri Allah adına, Allah’a kulluk kastıyla, daha iyi bir 
Müslümanlık kastıyla değil de başka maksatlarla okumak ta okumak değildir. Bunun 
ikisi de boştur.
         Soruyorum 
okumaya giden çocuğa: “Evlâdım niçin okuyorsun? Bu okula niye gidiyorsun?” Çocuk 
diyor ki, “adam olmak için okuyorum.” O zaman diyorum ki ona: “Peki yavrum baban 
o okulda okumuş mu?” “Hayır” diyor. “O zaman baban o okulda okumamış di-ye adam 
olmamış mı? Yani şimdi baban adam değil mi?” deyince yavrucak başını eğiyor. 
Demek ki o okulda okuyan adam olmuyor. Adam olmak için değil, Müslüman olmak 
için okunur. Okumadaki temel hedef iyi bir Müslümanlık olmalıdır. Bu niyetle 
okuyan kişinin bu ameli salih bir ameldir ve Allah tarafından değerlendirilmeye 
tabi tutulacak bir ameldir. Ötekilerin tümü boştur.
         Soruyorum 
delikanlıya: “Neden tıpta okuyorsun? Neden bir başka okul değil de tıp? Bu okulu 
tercih edişinde temel niyetin nedir? İyi bir Müslümanlık mı? Allah’ın dinine 
hizmet mi? Allah’ın dinini daha güzel öğrenip daha güzel Müslümanlık 
sergileyebilmek mi? Yani yaratıcı Rab adına, yaratıcı Rab namına mı? Yaratıcı 
Rabbin rızasını kazanmak için mi? Yoksa para için, sosyal bir statü elde etmek 
için veya sağlık için mi?” Delikanlı diyor ki: “İşte hem Allah için, hem de 
sağlığa, insanlığa hizmet için.” O zaman diyorum ki ona, “kardeşim gerçekten 
niyetin Allah içinse, Allah adına sağlığa hizmet içinse o zaman çöpçü olman daha 
evlâ değil mi? Eğer derdin Allah adına sağlığa hizmetse belki çöpçü olman doktor 
olmandan daha evlâdır. Çünkü birisi hastaları iyileştirmeye çalışırken ötekisi 
iyileri hastalıktan korumak için çırpınır. Sence hangisi daha önceliklidir?” 
diyorum, o da başını aşağıya eğiyor. Öyleyse okumadaki temel hedef sadece Allah 
için olmalıdır, kesinlikle başka şeyler araya 
karıştırılmamalıdır.
         Okunan 
bölümün mânâsını anlamadan mücerret okumak da Allah’ın istediği bir okumak 
değildir. Allah’ın istediği okuma, kişinin gözü ile ilgi kurduğu gerçeği emir 
veya nehiy olarak aksettirmesidir. Yani gördün ki bir kız açık saçıksa, ona 
bakmaman gerektiği emrini kendine alacaksın veya ona yardım etmen gerçeğini 
anlayacaksın. Yani o gördüğün kişiyle bir ilgi kuracaksın. O gördüğün şeyle, 
gözünle okuduğun kişiyle bir ilgi kuracaksın. İşte okumak budur. Okumak okunan 
şeyle ilgi kurmaktır. Vitrinler okunur, tabelâlar okunur, eşyalar okunur, 
yiyecekler içecekler okunur, insanlar okunur bu anlamda. Ve okunan şeyle de 
gereği gibi ilgi kurulur. 
Ama öyle olmamış. İnsanlar Kur’an okumayı böyle 
anlamamışlar. Nasıl olmuş? Kur’an okumak denilmiş, tamam birisi mücerret tilâvet 
etmiş, okunan şeyle ilgi kurulmamış, ne olduğu, ne dendiği, ne istendiği 
anlaşılmaya ve gereği yerine getirilmeye çalışılmamış. Peygamberin kesin nehyine 
rağmen bu okuma gırtlaktan aşağıya inmemiş, ama buradan yukarısında mest 
olunmuş, kendinden geçilmiş, güzel de okumuşlar kendilerince, ama bu Kur'an 
okuma olmamış. Halbuki  Kur’an okumak, 
okuduğun âyet senden namaz istediğinde veya senden şöyle bir hayat programına 
geçmeni öğütlediğinde hemen onunla ilgi kurmandır, değilse onun adına okuma 
denmeyecektir.
         Bakın 
gerçek okumayı anlatırken bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle 
buyurur:
         “Bir topluluk Allah’ın evlerinden 
birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa ve de o okuduklarını kendi 
aralarında ders haline getirirlerse...”
         Demek ki 
okunacak olan Kur’andır, Sünnettir, vahiydir. Ama unutmayalım ki bizden istenen 
sadece mücerret okuma değildir. Okunanlar ders haline getirilecek, anlama ve 
yaşama kavgası içine girilecektir. Biz sadece Kur’an’ı okuyoruz ama onu kendi 
aramızda ders haline getirmiyoruz. Okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerin ne anlama 
geldiğini, bizden nasıl bir hayat istediğini anlamaya yanaşmadan oku-yoruz. 
Okuyoruz ama okuduğumuz âyetlerle hayatımızı düzenleme kavgası vermiyoruz. Buna 
da okuma denmez zaten.
         Demek ki 
anlamadan okumayacağız kitabı. İslâm’ın kastettiği okumakta unutmayalım ki dil, 
akıl ve kalp müşterektir. Bu üçünün birlikte gerçekleştirmedikleri bir okumaya 
gerçek mânâda bir okuma de-nemez. Hakiki bir okumada dil okur, akıl tercüme 
eder, kalp de ibret alıp tavır belirler. Demek ki dilin görevi telaffuzdur. 
Dilin görevi tertil ile harflere hakkını vererek telaffuz etmektir. Aklın görevi 
de dilin okuduğu âyetlerin mânâlarını ve tefsirini yapmak, tercüme etmektir. 
Kalbin görevi ise okunan bu âyetlerin etkisi altında kalarak tavır belirlemek ve 
kendisine çeki düzen vermektir. Yani akıl okunan âyetlerin anlamını kavramaya 
çalışmıyor, kalp de okunan âyetlerin ortaya koyduğu mânâlar istikâmetinde bir 
tavır alıp etkilenmiyorsa sadece dilin hareket etmesinin hiçbir mânâsı yoktur, 
bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım. 
Çünkü Kur’an’ın okunmasından maksat tedebbürdür. Yani 
düşünerek onun ne dediğini anlamaya çalışmak ve hayatı onunla düzenlemektir. Hz. 
Ali efendimiz buyurur ki: 
“Anlamayarak 
yapılan ibadette ve düşünülmeden gerçekleştirilen kıraatte hayır yoktur.” 
 Zaten Allah’ın 
Resûlü bir hadislerinde kişinin okuduğu şeyle kalbinin irtibatının kesildiği ve 
okuduğu âyetlerden başka şeyler düşünmeye ve dikkati başka taraflara dağılmaya 
başladığı andan itibaren onun okumaya devamını menetmektedir. Çünkü bu bir 
roman, bir hikâye, alelâde bir insan sözü değil ki böyle bir durumda insan 
onunla ilişkisini sürdürebilsin.
         Selef âlimlerimizin hepsi böyle düşünür böyle inanırdı. 
Bakın Süleyman Ed-Dârâni: 
 “Anlamadığım ve kalp huzuruyla okumadığım 
âyetlerden sevap alacağımı ummuyorum. Ben bir âyeti okurum, sonra dört-beş gece 
onunla meşgul olurum ve onu iyice anlamadan başka bir âyete geçmem.” 
der. 
         Yine 
selef âlimlerimiz meselâ bir Bakara sûresini anlayabilmek için yıllarca üzerinde 
düşünmüşlerdir. Meselâ bir hatmi otuz senede bitirenler 
vardır.
         Mâlik Bin 
Dinar der ki: 
“Ey Kur’an 
okuyucuları! Ey ehli Kur’an olanlar! Okuduğunuz Kur’an sizin kalplerinize ne 
ekti ona bir bakın. Nasıl ki yağmur arzın baharı ise, okuduğunuz Kuran da 
mü’minin kalbinin baharıdır.”
         
Katâde de der ki: 
 “Kur’an ile oturup kalkan ya kâr eder, ya da 
zarar eder.”
         Demek ki 
Allah adına, Allah namına okuyacağız. Allah’tan gelenleri Allah’ın rızasına, 
yani kulluğa götürücü olarak okuyacağız. Bir başka ifâdeyle başında besmele 
çekebileceğimiz şeyleri okuyacağız. Allah’tan geleni okuyacağız, okuyacağımız 
şeyin başında besmele çekeceğiz. Yani Allah adına, Allah’a Allah’ın istediği 
kulluğu icra adına okuyacağız. 
Öyleyse Okuma = Okuma + Başkasına anlatma + Uygulama, 
yani okunanı yaşama, okunanla hayatı düzenleme + Samimiyettir 
diyebiliriz.
         Nitekim Allah’ın Resûlü kendisine gelen 
bir vahyi önce kendisi okur, kendisi öğrenirdi, eksiksiz olarak onu hayatında 
uygular, sonra da hiç beklemeden ve en küçük bir parçasını bile gizlemeden onu 
insanlara aktarırdı. Bu konuda da hasbî davranırdı. Onun kutlu yolunun yolcuları 
olarak bizler de böyle olacağız inşallah.
Evet Rabtan geleni Rab adına, Rab rızası için, Rabbin 
rızasına götürücü olarak okuyacağız, okuduklarımızı başkalarına okuyacak, 
başkalarına anlatacak, sonra da hayatımızı bu okuduklarımızla düzenleme kavgası 
içine gireceğiz. Yani okuduklarımızı hayatımızda uygulama kavgası içine 
gireceğiz. Bunlar olmadıktan sonra okumanın hiçbir anlamı yoktur. Okuyalım, 
okuyalım da, uygulamaya konmayacaksa, amele dönüşmeyecekse ne işe yarar bu 
okuma? Okuyalım, okuyalım da, birilerine anlatmayacaksak, bu okuduklarımızla 
birilerini diriltme kavgası vermeyeceksek ne kıymeti kalır bu okumanın? Yani 
hasbî olmayacaksak bu okumada, amel endişemiz olmayacaksa neye yarar bu 
okuma?
         Evet “Oku!” denince bir Müslüman’a işte 
bunlar deniyor. Bunun içinde bunların hepsi var. Okuyacak kişi başkalarına 
anlatacak, uygulayacak ve bu konuda da hasbi olacak. Çünkü biz biliyoruz ki bu 
âyetin ilk muhatabı olan Rasulullah’a gelen her bir vahyi Resûl-i Ekrem önce 
kendisi okudu, öğrendi, sonra hiç beklemeden, zerre kadar bir parçasını bile 
gizlemeden hemen onu insanlara anlattı, kendisi uyguladı, başkalarına uygulattı 
ve samimi oldu bu konuda.
         Demek ki 
Allah’tan gelmeyenler ve Allah’a götürmeyenler bu okumanın dışındadır. Hele hele 
temeli materyalizme dayalı olan ve Allahsızlığa götüren bilgiler, bugünkü bizim 
zilli eğitimin önerdiği vahiy kaçkını bilgiler hiç okuma 
değildir...
Deyince 
Rabbimiz, iş anlaşıldı. Neyin okunacağı, nasıl ve ne adına okunacağı açıklığa 
kavuşmuş oldu. Böylece başka Rablerden bilgilenmenin, başka Rabler adına 
okumanın işi bitti. İşte burada Ra-sulullah’la toplumunun arası açıldı. Zira 
herkes okuyordu ama bu okumalarına okuma denmeyecekti. TV’nin 8-10 kanalını 
okuyanlar artık biz de okuyoruz diyemeyeceklerdi. Kulluk dışı bilgilerde 
yoğunlaşanlar artık biz de okuyoruz diyemeyeceklerdi. Okuma denince işte bu 
anlaşılacaktı ve bundan dolayı Rasulullah okuma bilmiyordu da bu âyet gelince 
okur-yazar oluverdi. Yani vahyi bilmiyordu, Allah’tan geleni, Allah’a götürücü 
olanı bilmiyordu Allah’ın Resûlü de bu âyetle artık bilir oldu. Oku! dedi Allah 
ona ve tekvinî bir bilgiyle, bir iradeyle okur oldu Allah’ın Resûlü. Demek ki 
vahyi bilmeyen okur-yazar değildir. Vahyi bilmeyen, Kitap ve Sünnetten haberdar 
olmayan kişi, profesör olsa da, ciltlerce kitaplar yazmış olsa da cahildir. 
Allah’ın Resûlü vahiyle okur olurken ötekilerle de böylece arasında kavga 
başlamış oldu.
“Yaratan Rabbinin 
adına oku ki, O Allah insanı bir alakadan, pıhtılaşmış bir kandan 
yaratmıştır.”
         Burada 
insanın zikri tekrim içindir, insanı şereflendirmek içindir. Zira Allah sadece 
insanın hâlikı değil tüm varlıkların hâlikıdır. Ama dikkat ederseniz burada 
sadece insanın yaratıcılığından söz edilmektedir. Bu insanın şerefini anlattığı 
gibi, bir de bilhassa bu âyette emredilen Ì~«I²5! “Oku”  emrinin muhatabının insan olduğunu ortaya 
koyar. Bu emrin muhatabı insandır.
         Vahyin 
ilk bölümünde, Kur’an’ın ilk gelen âyetinde insanın "Alak’tan" yani bir kan 
pıhtısından yaratıldığı gündeme gelmektedir. Alâk, kan pıhtısı demektir. Daha 
sonra gelecek 39. sûrede ancak insanın topraktan yaratıldığı bildirilecektir. 
Bunun ikisi de doğrudur. Yani insan hem bir kan pıhtısından hem de topraktan 
yaratılmıştır. Ama insanın topraktan yaratılması konusu gaybî bir konudur. 
Herkesin bilmediği bir konudur. Eğer Rabbimiz insanların henüz vahiyle yeni 
tanıştıkları bu ilk dönemlerde böyle gaybî bir konuyu, yani insanların topraktan 
yaratıldıklarını gündeme getirseydi, belki de o günün Mekkelileri ortalığı 
velveleye verebileceklerdi. Onun içindir ki her ikisi de doğru olmakla birlikte 
Rabbimiz ilk vahiyle kimsenin inkar edemeyeceği bir şeyle karşılarına 
çıkarıyordu konuyu. Güneş gibi, ay gibi açık ve net, kimsenin itiraz 
edemeyeceği, insanların reddedemeyecekleri bir yönüyle insanın yaratılışını 
gündeme getiriyor ve ötekisini insanların îmanlarının, teslimiyetlerinin 
kökleşeceği bir döneme erteliyordu.
         Herkes 
biliyor ki insan ana rahmine atılmış bir damla sudan meydana gelmektedir. Bunu 
kimse reddedemez. Ama ötekisi ancak gayba inanan bir kimsenin kabullenebileceği 
bir şeydi ve bundan bahis henüz erkendi.
         Evet, 
Allah insanı bir kandan yaratmıştır. Bunun zikri bize şunu hatırlatır: Allah 
karşısında bilgi iddiasında bulunanlar, Allah karşısında güç iddiasında 
bulunarak Allah’a kafa tutmaya kalkışanlar şu gerçeği hiçbir zaman 
unutmamalıdır. Sen ki basit bir varlıktın, hiçbir şey bilmiyordun, akılsız, 
idraksiz, elsiz, ayaksız bir damla su idin. Ana rahmine atılmış bir damla kan. 
Bu durumdayken seni orada koruyan, seni yaratan, sana seni tanıtan, sana çevreni 
tanıtan, sana şuur ve bilgi veren, Allah’ı tanıma imkânı veren, seni adam eden, 
Rabbini ve Rabbinden gelen bilgilerle bilgilenmeyi bırakıp ta başkalarının 
bilgilerini bilgi mi kabul ediyorsun? Düşünsene basit bir kan pıhtısının gücü ne 
ki? Bir damla basit kan parçasının gücü, değeri ne olabilir ki? Anlama gücü yok, 
düşünme gücü yok, söz söyleme gücü yok... Böyle bir varlığa Allah kendi 
bilgisini nasip ediyor. Böyle basit bir varlığı muhatap kabul edip Allah ona 
kendi bilgisini ulaştırıyor. Bu ne müthiş bir şeydir! Bu ne muazzam bir 
lütuftur! 
İşte Rabbinden gelen bu bilgilerle insan kendisini, 
dünyayı, çevresini, kulluğu tanıyor. Bu bilgi sayesinde insan ne olduğunu, 
nereden geldiğini, ne için geldiğini, nereye gideceğini, yaşadığı bu hayatın 
sonunda başına nelerin geleceğini biliyor. Bu bilgilerle Allah’ı tanıyor, 
Allah’a kulluğunu tanıyor. Öyle değil mi? Allah bu kan parçasını yaratmasaydı, 
kendisine vahyini göndermeseydi, kendi bilgisiyle insanı bilgilendirmeseydi bu 
zavallı kan pıhtısı, bu zavallı insan nereden bilebilecekti bu kadar bilgiyi? 
Nereden bilebilecekti Allah’ı? Nereden bilebilecekti cenneti, cehennemi, 
dünyayı, âhireti, kulluğu, hesabı, kitabı? 
         Allah 
bilgisiyle bilgilenmeyenlere, vahiyden nasibi olmayanlara bakıyoruz, hiçbir şey 
bilmiyorlar. Sadece yiyip içen, gezip dolaşan, basit varlıklar olarak gelip 
geçiyorlar. Hiçbir şeyden haberleri olmayan hayvanlar gibi geberip gidiyorlar. 
Dünya üniversitelerine bakın. Orada okuduklarının, okuttuklarının konusu ne? 
İnsan. Peki ne biliyorlar insanla alâkalı? Ne anlatıyorlar insanla alâkalı? 
Sadece bedenle ilgileniyorlar, insanın organizmasıyla ilgileniyorlar. İnsanın 
ruhunu reddederek, mânâsını görmezden gelerek onu sadece maddeden ibaret 
zannediyorlar. Peki bedenle ilgili bildikleri ne kadar? Sadece yüzde elli 
bilgileri var. Halbuki insan bedeninin yarısı ruhtur, ama bundan haberleri bile 
yoktur.
         Bundan 
sonra bir “Oku”  emri daha geliyordu:
“Oku! Rabbin en büyük 
kerem sahibidir.” 
Rabbin en büyük ikram sahibidir.
         Dikkat 
ederseniz Rabbimiz önce bir oku dedi, sonra şimdi bir daha oku dedi. Bu ikincisi 
te’kiddir. Yani oku, bir daha oku, tekrar tekrar oku, sürekli oku demektir. 
Ya da birinci oku emri kendin oku, kendine oku, kendin 
için oku demektir. Bu ikincisi de başkalarına oku demektir. Kendine okuduğunu, 
kendine duyurduğunu bir de başkalarına oku, başkalarına duyur demektir. 
Veya birinci “İkra” metluv âyetleri okuma, 
ikincisi de meş-hud âyetleri okuma emridir. Biliyoruz ki birisi metluv, yani 
okunan, kulağa hitap eden işitsel âyetler, yani şu elimizdeki kitabın âyetleri, 
ötekisi de meşhûd, müşahede edilen âyetlerdir. İşte birinci emir şu kitabın 
âyetlerini okuma emridir, ikincisi de öteki âyetleri okuma 
emridir.
“Oku! Rabbin ikram 
sahibidir.”
Oku, Rabbin 
Kerimdir, Rabbin kerem sahibidir. Rabbin ikram sahibidir. Çok büyük ikramlarda 
bulundu Rabbin sana karşı. Tüm ikramlar O’ndandır. İşte en büyük ikramlarından 
birisi:
“O kalemle yazmayı 
öğretti. İnsana bilmediğini bilmediği şeyleri öğretti.”
Kalemle yazmayı öğretti Rabbimiz. Bu, Rabbimizin 
kullarına lütfettiği beyân gücünün yanında, kalemle yazma lütfuydu. Rahmân 
sûresinde de Rabbimiz insana beyân gücünü verdiğini şöyle 
anlatıyordu:
“Rahmân olan Allah 
Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı ve ona beyanı öğretti.”
         (Rahmân: 
12)
         Beyân, 
mânâ nakli demektir. Yani insanın karşısındakine duyurmak istediklerinin 
naklidir. İnsanın karşısındakine beyan imkânı verilmiştir ki bu yeryüzünde 
Allah’ın varlığına en büyük delildir. Bundan daha büyük bir mûcize olamaz. Zaman 
ve mekân birlikteliği içinde bizim karşımızdakine mânâ nakletme imkânımız 
vardır. İşte bakın Kerîm olan Rabbimiz keremi gereği bir ihsan olarak kalemle 
yazmayı öğrettiğini anlatır:
“O 
kalemle yazmayı öğretmiştir.”
Kalemle bu mânânın intikalinin zaman ve mekân ötesine 
taşırılmasını öğretti Allah. Yeryüzünde bunu becerebilen ikinci bir varlık 
yoktur. Ne büyük bir lütuf, ne büyük bir şeref değil mi? Ama o nis-pette de 
sorumluluğu büyük bir şeref tabii.
         Suhuflar 
ve tüm kitaplar bize kalem vasıtasıyla ulaşmıştır. Bilgilenme âmili kalemdir. 
Öyleyse bu Rabbimizin bize en büyük nîmetlerinden birisidir. Çünkü biz insanlar 
için en büyük nîmet vahiy nîmetidir, kitap nîmetidir. Eğer kalem vasıtasıyla, 
kitap vasıtasıyla bizlere vahiy ulaşmasaydı, dünyadaki hiçbir nîmetten istifâde 
etme imkânımız olmayacaktı.
         Kalemle 
yazmayı ve de insana bilmediklerini öğreten Allah’tır. Bilgi Allah’tandır, 
bilginin kaynağı Allah’tır. Allah bize bilgisini açmasaydı, bizi muhatap kabul 
edip kendi bilgisini bize aktarmasaydı, bizler şu anda bildiklerimizi nereden 
bilebilecektik?
Şu dünyadan 
Allah bilgisini, Peygamber vasıtasıyla bize ulaşmış vahiy bilgisini söküp 
çıkarsanız ne kalır geriye, hiç düşündünüz mü? Eğer yeryüzünden vahiy bilgisini 
söküp alsalar geriye iki şey kalır: Kan dökücülük ve ifsat. Meleklerin de 
ifâdesiyle insan bu iki özellikten Allah bilgisi sayesinde kurtulmuş ve insan 
olabilmiştir. İnsanı insan yapan, insanı yeryüzünde halîfe yapan işte bu Allah 
bilgisidir. Hattâ şu anda dünyada bilinen tüm sanatlar, batı dünyasındaki 
mühendislik, tıp gibi bilgilerin tamamı Peygamber bilgisine dayanmaktadır. Tüm 
sanatlar Peygamber eliyle talim buyurulmuştur. İnsan oğlu mezar kazmasını bile 
bilmiyordu da mezar kazıp ölüleri defnetme sanatını Allah 
öğretmiştir.
         Esasen 
ilmin yolu, ilim elde etmenin kaynağı üçtür. Yani şu anda biz ilmi üç yoldan, üç 
kaynaktan öğreniriz: 
         1. 
Vahiy. Başka hiçbir kaynaktan elde etme imkânı olmadan direk Allah’tan 
Peygamberleri aracılığıyla öğrendiğimiz bilgiler. Vahye dayanan, kitaplardan 
elde ettiğimiz bilgiler. Allah’ın zâtını, sıfatlarını, meleği, cini, şeytanı, 
kulluğu, namazı, orucu, îmanı, küfrü, cenneti, cehennemi, hayatı, ölümü, hayatın 
ve ölümün mânâsını, âhireti, haş-r’i, neşri, oradaki hesabı, kitabı biz nereden 
öğrendik? Vahiy olmasay-dı, vahiy vasıtasıyla Rabbimiz bu bilgilerini bize 
ulaştırmasaydı biz bütün bu bildiklerimizi nereden 
bilebilirdik?
         2. 
Akıl. Akıl yoluyla ulaştığımız bilgiler.
         3. 
Duyu organları. Duyu organlarımız aracılığıyla elde ettiğimiz 
bilgiler.
         Bilgi 
kaynağımız olan bu üç vasıtanın üçü de Allah’tandır. Vahiy zaten direk 
Allah’tandır. Peki akıl kimden? Bu akıllarımızı nereden bulduk biz? Kim verdi 
onu bize? Kendimiz mi bulduk? Kendimiz mi imal ettik onu? Hayır hayır, o da 
Allah’ın bize bir lütfudur. Akıl dediğimiz ve kendisiyle kimi bilgilere 
ulaştığımız şey bizim kendi kendimize elde ettiğimiz, kendi kendimize 
ulaştığımız, kazandığımız bir şey değildir. Onu da bize veren Allah’tan başkası 
değildir. Kaldı ki eğer Allah’ın vahyi olmasa tek başına akıl da bir şeye 
yaramaz.
         Duyu 
organlarımız da Allah’tandır. Onları bize veren de Rab-bimizdir. Kaldı ki zaten 
aynen akıl gibi duyu organları da vahiysiz bir işe yaramamaktadır. Çünkü biz 
biliyoruz ki duyu organları mevcut yasalardan hareket ederek bir bilgiye 
ulaşabilirler. Yani duyularımızın hareket noktaları, istinatları mevcut 
yasalardır. Cenab-ı Hakk’ın yeryüzüne koyduğu, soğuk, sıcak, yağmur, kar, fizik, 
kimya yasalarıyla hareket eder duyular. Meselâ su yüz derecede kaynar, şu derece 
soğukta donar. Güneş ısı ve ışık verir, uçak şöyle kalkar, gemiyi su şöyle 
kaldırır, yukarıdan atılan bir cisim yerçekimi kuvvetiyle şöyle düşer, ateş 
yakar, hava, sesi titreşimler halinde iletir gibi Rabbimizin yeryüzünde koyduğu 
bir kısım yasalar vardır. İşte bize yine Allah tarafından verilmiş olan duyu 
organlarımızın hareket noktaları bu mevcut yasalardır. Rabbimiz bir anda kendi 
koyduğu bu yasaları değiştiriverse duyuların verileri beş para etmez. 
Meselâ ateşe verilen yakma fonksiyonu alınıverse, 
İbrahim’i onunla yakmak isteyen Nemrut’un duyuları bir anda dumura uğrayıverir. 
Veya Allah bir anda güneşten ateş yağdırıverse şu anki duyularımızın verileri 
altüst olur. Suya koyduğu kaldırma yasasını bir anda değiştiriverse Rabbimiz, 
Firavunlar boğulur gider. Meselâ yazın kavurucu sıcağında bir anda olağan 
yasasını bozarak gökten kar boşandırıverse Allah, veya içtiğimiz su bir anda 
ateş oluverse  duyularımızın önceki 
bilgileri boşa çıkacaktır. Yani unutmayalım ki duyularımızı da, o duyularımızın 
hareket noktaları olan bu yasaları da koyan Allah’tır. Onlarla elde ettiğimiz 
bilgiler de Allah’tandır.
         Bunların 
dışında ne kaldı? O halde tüm bilgiler Allah’tandır. İnsana bilmediklerini 
öğreten Allah’tır ve en sonunda tıpkı melekler gibi bizler de şunu demek 
zorundayız:         
“Ya Rabbi! Seni tesbih 
ve tenzih ederiz! Sen mükemmelsin! Eksiğin yoktur senin! Bizim bilgimiz yok, 
ancak senin öğrettiğin vardır. Muhakkak ki her şeyi bilen hakim ancak 
sensin!”
         (Bakara 32)
         Muhakkak 
ki sen en bilensin, en yerli yerince bilensin! Tam bilensin! Bilgisi tam 
olansın! Bilgisi değişmeyensin! A!! Bunu ben mi yaptım? Eyvah! Halbuki ben bunu 
şöyle yapacaktım! demeyensin, yaptığından pişman olmayan, yaptığından geri 
dönmeyensin.
         Bu cümle 
temelde bizim de dememiz gereken bir sözdür. Bizde ilim yok ya Rabbi! Ancak 
senin bildirdiğin kadarını biliriz! Melekler vasıtasıyla Rabbimizin bize sunduğu 
bu kulluk bilincini, Rabbimiz karşısında bu acziyet şuurunu hiçbir zaman 
hatırımızdan çıkarmamalıyız. Her yerde ve her zaman biz bilmeyiz, sen bilirsin 
ya Rabbi! demeyi unutmamalıyız. Öyle değil mi? Allah bu bilgileri bize 
öğretmeseydi biz nereden bilebilirdik? Allah peygamberler göndermeseydi, o 
peygamberler vasıtasıyla bize kendi bilgisinden aktarmasaydı nereden 
bilebilirdik bu bilgileri? 
         İşte 
Hira’da sûrenin başında da ifâde ettiğim gibi bu beş âyet gelir. Rasulullah 
Efendimize gelen vahyin ilk bölümü işte bu âyetlerdir. Ondan sonra bir süre 
vahiy kesilir. Bu sürenin uzunluğu konusunda 3 günden 3 yıla kadar rivâyetler 
vardır.
         
Gördüğümüz gibi bu ilk mesajıyla Alak sûresinin ilk âyetlerinde Allah, 
Resûlüne okuma amelini gerçekleştirme emrini verir. Ama ilk gelen bu âyetlerde 
neyin okunacağı, nasıl okunacağı, niçin okunacağı, ne zaman okunacağına dair 
açık ve kesin bir bilgi yoktu. Bundan sonra gelen iki sûrede görüyoruz 
bunu.
         Bundan 
sonra gelen iki sûreyle, iki sûrenin, Müddessir ve Müzzemmil sûrelerinin ilk 
âyetleriyle nübüvvet risâlete dönüşecek ve bu risâlet artık Rasulullah 
Efendimizin ömrünün sonuna kadar devam edecekti. Alak sûresinin bu ilk âyetleri 
hayatın başlangıcıydı ama tamamı değildi. İlk gelen bu âyetlerle yeryüzünde 
vahye dayalı, Allah’ın istediği bir hayatı başlatıyordu ama bununla bitmeyecek 
ve âyet âyet, sûre sûre 23 yıl inmeye devam edecek olan diğer âyetlerle hayat 
devam edecekti. Bu hayatbahş olan âyetler, yerde en büyük ve yegâne örnek olan 
Rasulullah’ı yetiştirecek, terbiye edecek, o da tüm insanlığı bunlarla terbiye 
edecekti.
         Bundan 
sonra inen iki sûrenin ilk âyetleri, Müzzemmil ve Müd-dessir sûrelerinin ilk 
âyetleri, Rasulullah’ın ömrünün sonuna kadar pratikte uyguladığı metodu 
anlatır.
         Cabir bin 
Abdillah’dan gelen bir rivâyette nübüvvetin Alak’la, risâletin de Müzzemmil ve 
Müddessir’le başladığı anlatılır. Yani Alak sûresinin bu ilk âyetlerinin 
gelişiyle Nebî olan Allah’ın Resûlü, ondan sonra gelen bu iki sûrenin 
âyetleriyle de Resul oluyordu. Alâk’la Nebî olup buna kendisi îman eden 
Rasulullah’ın, artık Müddessir ve Müz-zemmil’le de bunu dışa taşıması, taşırması 
gerekecekti. Gerçi Nübüvvet ve Risâlete farklı tanımlar getirenler var. Hira’da 
bu ilk vahyi telâkkî ile Rasulullah’ın Nübüvveti gerçekleşiyordu. Vahyi aktarma 
görevi, yani Risâlet görevi de Müzzemmil ve Müddessir’le gerçekleşti 
diyoruz.
         Alak 
sûresinin ilk âyetleri geldiğinde Allah’ın Resûlü bunun ne olduğunu pek 
bilemedi, anlayamadı. Gerçi Hz. Hatice’nin ve Varaka’nın sözleri onu epey 
rahatlattı, ama yine de iş vuzuha kavuşmuş değildi. Ama bu olaydan sonra bir 
süre vahyin gelmemesi onu sıkmaya başladı. Çok sıkıldı. Ne olmuştu acaba? Rabbi 
onu terk mi etmişti? Bir hata mı yapmıştı? Bütün bu duygularla sıkıntılı günler 
yaşamaya başlamıştı. Bir süre vahiy kesildi. Nihâyet bir gün Mekke dışında 
sıkıntı içinde dolaşırken semada bir ses işitti veya gördü. Kendi ifâdesiyle bir 
kürsinin üzerine oturmuş, ufku tamamıyla kaplamış 600 kanadıyla, heyet-i 
aslîyesiyle Cebrâil’i gördü. Muhteşem bir görüntüydü bu. Bu muhteşem manzara onu 
dehşete düşürdü. Evine geldi ve örtündü. Melek geldi ve:
“Ey örtüye bürünen 
Muhammed! Kalk ve uyar.”
         (Müddessir 1,2)
         
Veya:
“Ey örtünüp bürünen 
Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir 
müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku.”
         (Müzzemmil 1,4) 
         
âyetlerini vahyetti. Müddessir ya da Müzzemmil sûrelerinin ilk âyetleri 
geliyor ve artık Allah’ın Resûlüne kapsamlı bir görev veriliyordu veya görevinin 
sınırları çiziliyor ve artık âyetlerin, sûrelerin, vahiylerin ardı arkası 
kesilmiyordu.
         Acaba bu 
ilk vahiy birimiyle ortaya konulan oku emrinden sonra gelen bu âyetlerin 
muhtevası neydi? Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin muhtevası neydi? Birinin 
önce diğerinin sonra olması konusunda bir tercih hakkımız yoktur. Zaten 
ikisinden de sorumluyuz.
         Veya: 
Ey bürünüp, 
sarılan peygamber! Ey sakinleşmek arzusuyla üstünü örten peygamber! Ey Alak’la 
Nebî olup, Nübüvvet yükünü sırtına alıp, şimdi de bunu dışa taşıması, taşırması 
gereken peygamber! Ya da ey Nübüvvet elbisesine bürünen 
peygamber!
“Ey örtünüp bürünen 
Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir 
müddet için kalk ve ağır ağır Kur’an oku.”
Evet 
ey peygamberim, gece ayağa kalk! Gece ayağa kalkıp kıyam 
et!
Müddessir’de de gündüz kıyam et deniyordu. Birinde gece 
kıyamı, öbüründe de gündüz kıyamı anlatılıyor. Gecede ve gündüzde dînin 
ikâmesinin ilk emriydi bu. Bir Müslüman hem gecede kıyamda olacak, hem de 
gündüzde. Gece kalk! emri alınıyor. Birazı müstesna. Gecenin yarısında, istersen 
biraz sonra, istersen biraz önce. Gecenin ilk üçte birinde, veyahut son üçte 
birinde, bir müddet kalk.
         
Müzzemmil’le gece kalkma emri veriliyordu. Bu emir Rasulul-lah’la beraber 
ashabının da uygulamak zorunda oldukları bir emirdi. Ta ki bu sûrenin sonunda 
gelen bu konudaki hafifletme âyeti gelinceye kadar. O zamana kadar Rasulullah 
Efendimiz de Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz de her gece kalkıyorlardı. Çok sıkıntı 
çektiler, gecenin yarısını, üçte birini bilemediler. Emre göre hepsi kalkmak 
zorundaydı. Her gece kalkıyorlar, ayaklarının altı şişinceye kadar kıyamda 
Kur’an okuyorlardı. O zamana kadar inen sûre de azdı, bu sûreleri 
okuyor-lardı.
         Allah’ın 
Resûlüne bir gün annemiz yatağını seriyor ve: “Ey Allah’ın Resûlü, çok 
yoruldunuz, bîtap düştünüz, biraz yatıp dinlenseniz olmaz mı?” deyince, Allah’ın 
Resûlü buyuruyordu ki: “Artık yatmanın zamanı geçti ey Hatice!” Ve bir ömür boyu 
her gece kalkıyor, ağzını misvaklıyor, gökyüzüne bakıyor, zamanı tespit etmeye 
çalışıyor, namaz kılıyor, namazının kıyamında o ana kadar kendisine inen 
âyetleri okuyor, okuyordu... Namazda okuma çok önemlidir, öğrendiğimiz sûreleri 
namazda okumalıyız. Çünkü namazın kıyamının hedefi, kıraati gerçekleştirmektir. 
Çünkü namaz Allah’tan mesaj alma ve alınan bu mesajla hayatı düzenleme 
makamıdır. Öyleyse namazlarımızda düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak Kur’an 
okumalıyız. Çünkü Allah öyle diyordu:
“Ağır ağır Kur’an oku!” 
Yavaş yavaş, tertil ile, mânâya nüfuz ederek, düşüne 
düşüne Kur’an oku. Tedebbürle, tefekkürle oku. Ne denildiğini, ne istendiğini 
anlayarak oku. Anlamak üzere, yapmak ve yaşamak üzere oku. Allah’ın dediklerini 
hayata hakim kılmak üzere oku. Ben hayatımı düzenlemek için buna muhtacım, 
bunsuz yaşayamam, bunsuz hayatıma çeki düzen veremem, ben sadece buna muhtacım, 
bundan başkalarına ihtiyacım yok diyerek oku. Yani çaresizlikten kıvranarak, 
çareyi bunda bilerek oku. Başka çarem yok, ben bunsuz yol bulamam diyerek oku. 
         Demek ki 
emredilen, gece kıyamı ve Kur’an’ın tertil üzere okunması. Bilerek, mânâsını 
anlayarak, tertil üzere okunması, yavaş yavaş okunması. Çünkü bundan sonra da 
sana önemli bir söz, önemli bir görev yükleyeceğiz diyecek 
Rabbimiz.
         İşte bu 
âyet-i kerîmeyle buradaki oku emri açıklık kazanıyor. Neymiş mesele? Yani 
Alak’la emredilen okuma emrinin mahiyeti ney-miş? Demek ki gece Kur'an ağır 
ağır, anlamak ve yaşamak üzere okunacak. Demek ki Alak’taki okuma emri o anda 
okuma değil, ya da bir metin gösterilerek o anda okumasını istemek değil, bir 
ömür boyu Allah’ın istediği vahyi Allah’ın istediği biçimde okumakmış. 
Şimdikiler de böyledir. Şimdiki insanlar da okuyorlar ama Kur’an’ı değil, Allah 
vahyini değil, şeytan vahiylerini, televizyon kanallarını okuyorlar ve gecenin 
son üçte birinde değil ilk üçte birinde okuyorlar. Aralarındaki fark 
budur.
         Gece 
kıyamı hakkında Ayşe anamız der ki: “Gece bir süre uyuduktan sonra uyanmaktır.” 
Sahâbeden bazıları bu konuda değişik kanaatler irad 
etmişlerdir.
         Kimin 
gece hayatı Rabbinden değil de başkalarından bilgilenmeyle geçiyorsa, kimin gece 
hayatı Rabbin vahyiyle bilgilenmeyle değil de şeytan vahiylerinden beslenmeyle 
geçiyorsa, yahut da uykuyla geçmişse o mutlaka mağlup olacaktır. Çünkü şeytanlar 
izinsizdir, izinleri kaldırmış insanları sapıtmaya çalışmaktadırlar. Sürekli 
savaş halindedir insanla. Ona karşı dimdik durabilmenin yolu işte budur. Her 
gece kalkıp Allah’ın istediği biçimde Allah vahyiyle beraberlik kurmak ve gündüz 
de bunun hayata geçirilme kavgasını vermek. Her gece düşmanlarıyla mücâdelesi ve 
onlara karşı galip gelebilmesi için Allah’la istişare etmeyen, Allah’tan güç 
alışverişinde bulunmayan, güç kaynağıyla irtibata geçemeyen kişi mutlaka 
düşmanlarına karşı mağlup olacaktır. Allah her gece şöyle yap! böyle yapma! 
diyecek ve adam bunlarla ayakta durabilecektir.
         
Müzzemmil’deki bu gece kıyamı ve Kur’an’la beraberlik emri Müddessir’de 
de gündüz kıyamına dönüşüyor.
“Ey Müddessir olan, 
kalk Rabbinin adına insanları uyar! Rabbini büyükle! Allah’ı ilân 
et!”
İşte bu da gündüz kıyamı. Müddessir sûresinin bu ilk 
âyetleri gelince Rasulullah “Allahu Ekber” diyor. Hatice anamız 
da  aynısını diyor, Rasulullah çok 
seviniyor. Çünkü risâletini gerçekleştirmiş ve ilk desteği bulmuştu 
kendisine.
         İş daha 
da netleşiyordu. Demek ki bunu niye okuyacakmışız? Alak’taki bu oku emrinin 
hikmeti neymiş? Allah’tan gelen bu vahyi Allah’ın istediği biçimde Allah adına, 
Allah’a götürücü olarak okuyacak, böylece Allah’ın büyüklüğünü anlayıp, bunu 
insanlara hatırlatacak, insanlara ulaştıracak, hem kendimizi hem de çevremizi 
Müslümanlaştıracağız… Amacımız Allah’ın büyüklüğünü ilân ederek O’na kulluğu 
gerçekleştirmek, Allah’ın otoritesini ve hâkimiyetini gerçekleştirmektir. Yani 
gece okuduklarımızı gündüz ilân etmek zorundayız. 
         Okumak, 
Allah’ın büyüklüğünü anlamak ve ilân etmek adına olacaktır. Toplumda bu büyüklük 
anlayışı gerçekten çok bozuktur. Çocukların nazarında babalar büyük, kadınların 
nazarında kocalar, talebenin nazarında hoca, çırakların nazarında ustalar, 
tebaaya göre devlet büyük… Nükleer silahlara sahip olanlar, ekonomik güce sahip 
olanlar, futbolcular, artistler, şarkıcılar büyük. Falan zâtlar büyük, filanlar 
büyük, kısaca herkes büyük. Böyle bir dünyada kimin ne olduğu belli değil. Kimin 
küçük, kimin büyük olduğu birbirine karışmış. 
İşte buna kesin bir çare bulan âyet der ki, hiç kimse 
büyük olamaz. Ancak büyük olan Allah’tır, kulların büyüklenme hakkı yoktur! Tabi 
kulların kullara değer verdiği, kulların kulları büyüklediği bir dünyada sadece 
Allah’ı büyüklemek, büyüklüğü Allah’a izafe insana izzet ve şeref 
kazandıracaktır.
         Önemli 
olan hayatın tüm kademelerinde Allah’ın büyüklenmesidir. İşte peygamber bunu 
yapacaktı ve işte Peygamber yolunun yolcuları da bunu yapacaktır. Allah’ın 
büyüklüğü her yerde ilân edilip gösterilecek. 
         İşte bu 
tavır, peygamberi, toplumla karşı karşıya getirdi. “Pislerin hakim olduğu bir 
toplumda bu temizlik de nerden çıktı?” İçimizde büyüklerin hakim olduğu bir 
ortamda, herkesin büyüklendiği bir toplumda, büyükler ve efendiler saltanatının 
yaygınlaştırıldığı bir toplumda bu büyüklük küçüklük anlayışı da nerden çıktı?” 
dediler. Zira bugün büyükleyenler biliyorlardı ki yarın kendileri o makama 
geçecek ve yarın kendileri de büyükleneceklerdi. Onun için çırak ustasının 
büyüklenmesinden memnun. Neden? Çünkü yarın onun eline geçecek o imkân. Yani 
yarın o da usta olacak ve aynı imkân onun da eline geçe-cek, o da çıraklar 
tarafından büyütülecekti. Çocuk babanın büyütülmesinden razıydı, çünkü yarın 
kendisi de baba olacaktı. Memur, âmirin büyütülmesinden rahatsız değildi çünkü 
yarın kendisi de o konuma gelecekti. 
Evet işte böyle insanların hakları olmadığı halde 
birbirlerini bü-yüttükleri, büyüklüğü birbirlerine izafe ettikleri bir ortamda 
Allah’ın emriyle peygamber diyecekti ki, Allah büyüktür, başka büyük 
yok.
         “Nerden 
çıktı büyüklük? Nerden çıktı bu fedâkârlık? diyerek toplum birdenbire karşı 
tavır aldı. Ne diyorsun sen? Neden bahis ediyorsun sen? Gece şöyle keyfimiz 
iyiydi. Saat 12'ye kadar iyi kötü işte birinci, ikinci, üçüncü kanalları 
okuyorduk, kuşluk vaktine kadar da uyuyorduk, bazılarını büyük kabul ediyor, 
vardır bir hikmeti diyerek onların dediklerine göre hayatımıza bir şekil verip 
yaşayıp gidiyorduk. Şimdi nerden çıktı bütün bunlar?” diyerek Peygambere karşı 
çıkıverdiler.
         Bu karşı 
çıkanların başında alçak Ebu Cehil ve benzerleri gelmektedir. Çünkü bu çağrı Ebu 
Cehil, Ümeyye bin Halef, Nadir bin Haris gibi toplum karşısında kendilerini 
büyütmüş, topluma egemen olmuş kimseleri tedirgin ediyordu. Elbette tedirgin 
olanlar sadece bunlar değildi. Kâhinler, sihirbazlar, şairler, edipler, 
zenginler, para babaları, siyasiler her biri ayrı ayrı yerlerde, ayrı ayrı 
konumlarda ken-dilerini büyütüp, halkı küçültüp sömürü düzenlerini 
sürdürüyorlardı. Ama Hz. Adem’den bu yana Allah’ın gönderdiği elçilerin tamamı 
insanların Allah katında eşit olduklarını, kimsenin kimseye bir üstünlüğünün 
olamayacağını, sadece Allah’ın büyük olduğunu ilân edegel-mişlerdi. İşte bu 
Peygamberler halkasının sonunu teşkil eden son Peygamber de kendisine gelen ilk 
sûredeki bu okuma hedefinin mah-za Allah’ı büyüklemek ve toplumda büyük 
görülenlerin egemenliklerini ve sömürülerini kırmak olduğunu ortaya koyunca 
kavga başlamış oluyordu. 
         İşte 
Müddessir ve Müzzemmil sûrelerinin bu ilk âyetlerinin nüzûlünden sonra Alak 
sûresinin ikinci bölümündeki âyetler geliyordu. Bu bölümün ilk âyeti bakın 
şöyle: 
“Hayır hayır, muhakkak 
ki insan azgınlık edip tâ-ğutlaşır. Çünkü o kendisini müstağni saymaktadır.” 
Kendisini 
müstağni görmektedir bu alçak insan da onun için bunu yapmaktadır. Halbuki dönüş 
Allah’adır. Bu âyet-i kerime Rasu-lullah efendimizin Kâbe’nin avlusunda namaz 
kılmaya başladığı ve Ebu Cehil’in de kendisini bundan menetmeye çalıştığı dönemi 
anlatır. Bu âyet sebebiyle Firavunla Ebu Cehil mukayese edilmiş, âyetin 
ifâdeleri doğrultusunda da Ebu Cehil’in Firavun’dan daha şedit bir alçak olduğu 
ispat edilmiştir. Bunların her ikisi de tâğuttur. Ama Ebu Cehil’in tâğutluğu 
Firavununkinden daha şiddetlidir. Bunu belirtmeden önce tâğutun ne demek 
olduğunu açıklayalım:
         Tâğut, tağa, tuğyan haddi aşmak, sınırı 
çiğnemek demektir. Haddi aşan, sınırı çiğneyen her şey 
tâğuttur.
         Tâğut 
kelimesinin şer’î mânâsı ise; Allah ve Resûlü’nün belirlediği ölçülerin dışına 
çıkarak, Allah’ın belirlediği kanunların, yasaların dışında kanun koyarak 
insanları kendi kanunlarına uymaya zorlayan, insanları kendisine kulluğa 
zorlayan ve böylece haddini aşan kişidir.
         Allah’a 
karşı isyan edip, azgınlaşıp, zorla veya gönül rızasıyla insanların kendisine 
ibadet ve itaat etmelerini isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek 
müessese ve kurumların hepsi tâğut-tur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah 
kanunlarının önüne geçirilen her varlık tâğuttur. Arzu ve istekleri 
putlaştırılıp insanların ona boyun bükmeleri istenilen her varlık, Firavun, 
Nemrut gibi tâğuttur. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak isteyen, insanları 
Allah dinini öğrenmekten meneden, yani din eğitimini yasaklayan her program, her 
sistem tâğuttur. Allah’ın insan hayatı için belirlediği kulluk yasalarından 
habersiz olarak, Kitap ve Sünnete müracaat etmeyerek kendi hayatını belirlemeye 
kalkışan, kendi kendine bir hayat programı belirleyen herkes tâğuttur. 
Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan, “Allah 
bilirse biz de biliriz! Bizim de bilgimiz var! Bizim de aklımız var! Bizim de 
keyfimiz var! Biz de biliriz kılık-kıyafetin nasıl olacağını! Biz de biliriz 
eğitimin nasıl olacağını! Biz de biliriz nereden kazanıp nerelerde 
harcayacağımızı! Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı, biz de biliriz 
nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi!” diyerek Allah karşısında bilgi 
iddiasında bulunan her insan tâğuttur. “Sen öyle diyorsan biz de böyle diyoruz! 
Sen kılık-kıyafetiniz şöyle olsun diyorsan biz de böyle olacak diyoruz! Sen 
mirasınız şöyle olsun diyorsan biz de böyle olmalı diyoruz!” diyerek Allah 
karşısında bilgi iddiasında bulunan herkes tâğuttur. 
         Ya da 
Allah karşısında güç iddiasında bulunanlar da tâğuttur. “Allah varsa biz de 
varız! Allah’ın gücü varsa bizim de gücümüz var! Allah’ın cehennemi varsa bizim 
de kodeslerimiz var! Allah’ın melekleri varsa bizim de silahlılarımız var! Biz 
de asar keseriz! Biz istedik mi asarız! Biz istedik mi keseriz! Biz istedik mi 
açarız! Biz istedik mi kestiririz!” diyerek Allah karşısında güç ve kuvvet 
iddiasında bulunanlar da tâğuttur.
         Allah’a 
ve Allah’ın emirlerine isyan edip kendi kendine uyup, kendi hevâsını, kendi 
düşüncesini ve aklını putlaştırıp kendi kendisini mabûd yapmış kişi de 
tâğuttur.
“Kendi hevâ ve hevesini 
İlâh edineni görmedin mi?....”
         (Câsiye: 
23)
         Kendi hevâsını, havasını putlaştırıp 
arzuları ve keyifleri istikâmetinde bir hayat yaşayarak Allah’ın kitabına ve 
Resûlü’nün Sünnetine karşı müstağnî davranan, ihtiyaçsız ve eyvallahsız davranan 
kişi de tâğuttur. Parasına, malına, makamına, çevresine, kredisine güvenerek 
kendi kendine yeteceğine zanneden, “ben bana yeterim! Benim malım, mülküm, 
makamım, koltuğum, çevrem, kredim var. Benim hiç kimseye ve hiçbir şeye 
ihtiyacım yoktur! Kitaba da, Sünnete de, dine de, diyânete de ihtiyacım yoktur! 
Ben kazanmayı bilirim! Ben kazanacak ve harcanacak yerleri bilirim! Ben hangi 
mesleği seçeceğimi bilirim! Ben ev tefrişini bilirim! Çocuklarımı nasıl 
eğiteceğimi pekâla bilirim! Ben hayatımı nasıl yaşayacağımı bilirim! Başka 
hiçbir şeye ihtiyacım yoktur! Ne Kitaba ne de Sünnete ihtiyacım yoktur” diyerek 
ken-disini putlaştıran insan da tâğuttur.
         Bakın 
burada Rabbimiz Ebu Cehil’in tâğutlaştığını anlatıyor. Nâziât sûresinde de 
Firavun’un tâğutlaştığı anlatılıyordu. Oradaki âyet de şöyleydi: Rabbimiz, 
elçisi Hz. Mûsâ’yı Firavun’a gönderirken şöyle 
buyuruyordu:
         “Ey Mûsâ! Firavuna git; doğrusu o 
azmıştır.”
         (Nâziât 17)
         Dikkat 
ederseniz bu âyet-i kerimede Firavun’un tâğutluğunu anlatırken Rabbimizin 
kullandığı ifâdeyle Alak sûresinin bu âyetinde Ebu Cehilin tâğutluğuyla alâkalı 
kullandığı ifâde farklıdır.
Birincisinde sadece “İnne” te’kid edatı kullanılırken, 
ikincisinde hem “Kellâ” te’kid edatı, hem “İnne” te’kid edatı, hem de “leyatğa”daki 
“Lam” te’kidleri kullanılmıştır. Hem de birincisinde geçmiş zaman 
ifâdesi kullanılırken, bu berikisinde ise şimdiki zaman ifâdesi, yani devamlılık 
ifâdesi kullanılıyor. Bundan da anlaşılıyor ki, Ebu Cehil, Firavun’dan daha 
şedit bir tâğuttu.
         Allah 
diyor ki, hayır hayır bu gidişat farklı. Bu gidişat bozuktur. İnsan tuğyan 
ediyor. Nankör insan azgınlık yapıyor. Bu âciz, bu bir damla kandan meydana 
gelmiş insan aczini unutuyor, basitliğini unutuyor, kendisini kimin var 
ettiğini, varlığını kime borçlu olduğunu ve elindekileri kendisine kimin 
verdiğini unutuyor da müstağnî davranıyor. Kendi kendine yeteceğini zannediyor. 
Ben bana yeterim! Benim bilgim bana yeter! Ben kazanmayı bilirim! Ben ev 
tefrişini anlarım! Ben oğluma nasıl bir eğitim vereceğimi pekâlâ bilirim! Ben 
nasıl bir hayat yaşayacağımı bilirim! Ben nereden kazanıp nerelerde 
harcayacağımı, nasıl giyineceğimi, nasıl bir hukuk yapacağımı, neleri yiyip 
neleri içeceğimi, nasıl bir siyasal yapılanmadan yana olacağımı bilirim! Benim 
aklım var, bilgim var, keyfim var, benim ne Allah’ın Kitabına ne de Peygamberin 
uygulamalarına ihtiyacım yoktur! diyen Ebu Cehil ve Kıyâmete kadar onun yolunun 
yolcusu kâfirler, acizliklerini, basitliklerini unuturlar da Allah’a karşı, 
Allah’ın dinine ve Allah’ın elçisine karşı müstağnî davranırlar, müstekbir 
davranırlar. Hep aynı kategoridedir bunlar. Kendi kendilerine yeteceklerini 
zannederler. Kendi bilgilerini, kendi anlayışlarını, kendi yasalarını 
Allah’ınkinden üstün görürler.
         Ben de 
bilirim! Biz de biliriz kazanmayı harcamayı! Ben de bilirim kılık-kıyafetin 
nasıl olacağını! Benim de zevkim var! Ben de bilirim karımı, kızımı nasıl 
giydireceğimi! Ben de bilirim çocuklarımı nerelerde ve nasıl eğiteceğimi! Ben de 
bilirim ev tefrişini, soframın tanzimini, soframda nelerin bulunması 
gerektiğini! Ben de bilirim nasıl bir hayat yaşamam gerektiğini! Bütün bu 
konularda benim ne Allah’ın kitabına, ne de Resûlü’nün Sünnetine zerre kadar 
ihtiyacım yoktur! diyerek kendilerini müstağni gören, kendilerini putlaştıran, 
Allah’a, Allah’ın Kitabına ve Resûlü’nün Sünnetine müracaat etmeden bir hayat 
yaşayan insanların tümü tâğuttur ve Kıyâmete kadar bunların hepsi aynı 
kategoridedir. 
         Allah 
diyor ki, siz bilirsiniz. İsterseniz öyle yaşayın. İsterseniz Allah’ı hesaba 
katmadan bir ömür tüketin. Ama şunu unutmayın ki:
“Halbuki 
dönüş Rabbinedir.” 
Bu gidiş 
Rabbinedir. Her gidiş Allah’a doğrudur. Adım atarken, yürürken, dururken, 
yerken, içerken, konuşurken, evlenirken, boşanırken, otururken, kalkarken, 
bilesiniz ki hep Rabbinize doğru hareket etmektesiniz. Yaşadığınız her bir 
saniye, alıp verdiğiniz her bir nefes sizi Rabbinize doğru götürüyor, Rabbinizin 
huzuruna gidiyorsunuz. Her şey sizi ona yaklaştırıyor. Hep mezara doğru 
yaklaşıyorsunuz. Bir gün gelecek bu dünya da, bu hayat da bitecek, O’nun 
huzurunda toplanacak ve yaşadığınız bu hayatın hesabını O’na ödeyeceksiniz. 
O’nun huzurunda yapıp ettiklerinizden hesaba çekileceksiniz. Hal böyleyken 
şimdi:
 “Sen, namaz kılan kulu bundan menedeni gördün 
mü?” 
Sen şu namaz 
kılan bir kulu bundan engellemeye çalışanı, namaza engel koyanı, namazdan nehy 
edeni gördün mü? Bir baksana şu Allah kulunun namazına engel olmaya çalışıp, 
onunla namaz arasına barikatlar koymaya sa’y edene. Bu âyetler de Ebu Cehil ve 
onun gibi kıyâmete kadar namaz kılanı engellemeye soyunan, dini yalanlayıp ondan 
yüz çeviren tâğutları anlatır.
“Söyle bakalım, ya o 
kul doğru yolda giden veya Allah’a karşı gelmekten sakınmayı buyuran bir kimse 
ise.”
Söyle bakalım, 
o kul ya doğru yolda giden, Allah’ın hidâyetine tâbi olan, hayatını Allah’tan 
gelen vahiyle düzenleyen veya Allah'a karşı gelmekten sakınmayı buyuran bir 
kimse ise. Yani o kul Allah’ın koruması altına giren, Allah’la yol bulan, 
hayatını Allah’a sorarak yaşayan birisiyse. Takvayı yaşayan, takvayı emreden 
birisiyse. Böyle hayatını Allah adına yaşayan, Allah’ın istediği şekilde yaşayan 
bir kulu namazdan engellemeye çalışanı gördün mü?
“Gördün mü bu adam 
yalanlayıp yüz çeviren bir kimse ise.” 
Allah’ı, 
Allah’ın dinini, Allah’ın hayat programını, Allah’tan gelen âyetleri yalanlayan, 
yalan sayan, yok farz eden ve de O’ndan yüz çeviren, O’nunla ilgilenmeyen, 
O’ndan habersiz bir hayat yaşayan kişiyi görmedin mi? Kendisini, kendi 
bilgisini, kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıp o istikâmette kendisine bir 
hayat programı çizerek burnunun doğrusuna gideni.
“Onu namaz kılmaktan 
meneden, bunu yaparken Allah’ın her şeyi görmekte olduğunu bilmez mi?” 
Allah kulunu 
namazdan engelleyen bu ahmak  bilmiyor mu 
ki, Allah her şeyi görmekte ve bilmektedir.
         Ey 
peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcuları, şu namaz kılanı nehy edene, şu 
namazla bedensel bir kulluk icra eden kişiye engeller koymaya çalışarak onu 
namazdan, Allah’a kulluktan alıkoymaya çalışan şu alçağa bir baksana! Bir 
baksanıza. Görmüyor musunuz bu namaz düşmanını? Tanımıyor musunuz onu? 
Anlayamadınız mı onları? Ne dersin bu konuda? Ne düşünüyorsunuz bu hususta? Ya o 
hidâyette ise! Ya o kişi gerçekten îmanının gereği olarak kılıyorsa bu namazı! 
Ne biliyorsunuz, ya gerçekten Allah için yaşıyorsa bu adam hayatını? Be alçak 
Ebu Cehil! Be alçak Ebu Cehil yolunun yolcuları! Be alçak tâğut ve benzerleri! 
Sen bunu engelliyorsun, sizler bunu engelliyorsunuz ama hiç düşünmüyor musunuz? 
O takvayı emretmiyor mu? O takvayı yaşamıyor mu? O, îmanından dolayı namaz 
kılmıyor mu? O, imanının gereği olarak örtünmüyor mu? Nasıl engelliyorsunuz onu? 
Namaz kılan, Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışan, 
Allah’a kulluğunun gereğini yerine getirmek üzere başını örten, takva gereği bir 
kılık-kıyafete bürünen Müslümanı, yok efendim bu takva gereği örtünmüyor, 
Müslümanlık gereği örtünmüyor. Siyasal bir düşünceyle örtünüyor, siyasal bir 
simge olarak örtünüyor diye mahkum etmeye ne hakkınız var? Nereden biliyorsunuz 
onun takva gereği, Allah’a kulluk gereği olarak bunları yapmadığını? Haydi öyle 
kolaysa siz de örtünsenize. İnanmayan birisinin bunları yapması mümkün mü? Bunu 
bilmiyor musunuz?
         Burada 
namazı engelleyenler anlatılıyor. Namazı engelleyenlerin Ebu Cehil olduğu, tâğut 
olduğu anlatılıyor. Bilelim ki namazı engelleyen herkes ve her şey tâğuttur. 
Takvayı engelleyen, Allah kullarının Allah’ın istediği gibi bir hayat 
yaşamalarını engelleyen, Allah kullarını Allah’ın Kitabında istediği bir hayatı 
yaşamaktan engelleyen, Allah’ın yasalarını uygulamak isteyen, Allah’ın istediği 
gibi giyinmek, Allah’ın istediği gibi okumak isteyen  kimselere yasaklar koyan herkes 
tâğuttur.
         Peki kim 
engeller namazı? Ne engeller namazı? Bakıyoruz bugün Allah kullarının 
namazlarını neler engelliyor? Kimler engelliyor? 
         
Müslümanların namazını çek, senet, borç derdi engelliyor. Dükkan, tezgâh 
engelliyor. Çok kazanma derdi, müşteri engelliyor, diploma, doktora derdi, 
meslek, oyun, televizyon, müdür, amir, patron, baba, ana, arkadaş engelliyor. 
Bilelim ki bunların hepsi tâğuttur. Namazı engelleyen herkes ve her şey 
tâğuttur. Kimileri Ebu Cehil gibi bizzat kendi elleriyle engeller. Kimileri iş 
programını, ders programını namaz vaktine denk getirerek engeller. Kimileri 
kendilerine kulluğu Allah’a kulluğa denk tutarak, vazife kutsaldır, vazifeniz 
için vazife anında namazı terk etseniz de fark etmez diyerek kendilerine hizmet 
adına engeller.
         Herhangi 
bir programın namaz vaktine yönelmesi, namaz vaktine denk getirilerek namazın 
engellenmesi de tâğutluktur. Namaz vaktine denk getirilen ve Müslümanların 
namazlarını engelleyen her program tâğuttur. Öyle değil mi? Tâğutlar tarafından 
kimi programlar hep namaz vaktine denk getirilir değil mi? Yemek vakti hep o 
zamana denk getirilir. Eğitim, namaz vaktine denk getirilir. Aslında namaz, 
hayatın yapı taşlarıdır. Hayatı Allah namazla doldurmuş. Yani hayatı na-mazla 
belirlemiş Allah. Namazla belirlenen hayat içinde uykuya zaman ayırın, yemeğe 
zaman ayırın, okumaya, yazmaya zaman ayırın, şuna şuna zaman ayırın demiş tamam. 
Ama bunlar namaza göre ayarlanacak. Yani önce namaz, sonra namazdan arta kalan 
zamanda da bunlar yapılacak. Çünkü bunlar hayatın vazgeçilmez 
unsurlarıdır.
         Biz 
hayatta yaşamak zorunda olduğumuz bu işlerin aralarını namazla dolduracağız, 
namazdan aldığımız mesajla dolduracağız. Ama biz şu anda öyle yapmıyoruz da 
hayatımızın vazgeçilmez birimleri var, onları yaşarken namazı araya 
sıkıştırıveriyoruz. Yani aslında bizim hayatta namaza yer yok. Ama biz yine de 
onu bir yerlere takıveriyoruz. Tam namaz vaktinde başka programlar devreye 
giriyor. 
         Başka 
neler engeller namazı? Tefrikalar, dedikodular engeller. Gıybetler, oyunlar, 
eğlenceler engeller. Veya meselâ öyle bir program çiziliyor ki, öyle bir eğitim 
sistemi uygulanıyor ki, baştan sona namaza karşı. Bu eğitim sisteminden geçen 
çocuklar namazın adını bile duymuyorlar. Onlara namaz eğitimi vermek, onlara 
namazı anlatmak şöyle dursun, namazın kokusunu bile hissettirmezler. Namaz 
kılanlar alaya alınır, engellenir, ama sonra da biz namazı serbest bıraktık, onu 
engelleyen mi var? derler. Hem namaz eğitimi vermiyorlar, hem de arkasından 
isterseniz kılın, sizi bundan engelleyen mi var? Diyor-lar. Biz namaz kılana 
karışmıyoruz diyorlar. Eh nasıl kılsın bu çocuk namazı? Niye kılsın? Hem namazı 
tanıtmayacaksınız, namaz eğitimi vermeyeceksiniz ona, hem de arkasından onun 
namaz kılmasını bekleyeceksiniz olacak şey midir bu? 
         Meselâ 
sen evde çocuklarının namazına engel oluyor ve sabah namazına kaldırmıyorsan 
veya onlara namazı öğretmeyerek, namaz eğitimi vermeyerek engelliyorsan, bu 
durumda hiç kılamaz o çocuk namazı. İşte namazdan söz etmeyen, namaz eğitimi 
vermeyen bir ders programı da, çocuklarını namaz konusunda bilgilendirmeyen 
ebeveyn de bilelim ki bu âyet-i kerimeye göre tâğuttur. Allah diyor 
ki:
“Ama bundan 
vazgeçmezse, andolsun ki, onu perçeminden, yalancı ve günahkar perçeminden 
cehenneme sürükleriz. O zaman, kafadarlarını çağırsın, Biz de zebanileri 
çağıracağız. Ey doğru yolda olan! Sakın ona uyma; sen secde et, Rabbine yaklaş.” 
Böyle yapanlar, 
böyle yaşayanlar, bu şekilde namaza engel olanlar, namaz kılanları, Allah’a kul 
olmaya çalışanları engellemeye çalışanlar eğer buna bir son vermezlerse, eğer bu 
tavırlarından vazgeçip Allah’la savaşa bir son vermezlerse, mü’minlerin 
namazlarını engellemeye devam ederlerse, bu Ebu Cehiller, bu çağdaş tâğutlar 
Müslümanları takvayı ve namazı icradan alıkoyma işini sürdürecek olurlarsa 
andolsun ki biz onu ve onun gibileri alınlarından tutup sürükleyeceğiz. O 
yalancı, o günahkar perçemlerinden tutup yerden yere vuracak ve rezil rüsva  edeceğiz onları. Onlar o zaman tüm güçlerini, 
tüm dostlarını, tüm avenelerini, tüm bakanlarını, dekanlarını, tüm askerlerini 
çağırsalar da biz yapacağımızı yaparız. Onlar yandaşlarını çağırsınlar, biz de 
Zebanilerimizi çağırırız. 
Zebani Ez-zeben’den 
alınmıştır. İtmek ve atmak manasındadır. O Zebaniler ki, kafirleri cehenneme 
sürükleyip atarlar. Bir şeyi şiddetle alıp tutarak atmaktır. Bir rivâyete göre 
vurmaktır deniliyor. Yani yüzünü avuç ayasıyla vurup tokatlamak mânasına. Son 
derece iri, sert ve şiddetli meleklerdir. Araplar zorbası, şiddeti çok olana bu 
zebani ismini verirler. İtmek-kakmak manasında olan (ez-Zeben)’den 
alınmıştır.         
Haydi Ebu Cehil 
meclisindekileri, kavminden ve aşiretinden olan yardımcılarını çağırsın. Biz de 
zebanileri çağırırız.
Ey peygamberim 
ve ey Peygamber yolunun yolcuları! Sakın ha sen böylelerine itaat etme! Sakın ha 
bunlara uymayın! Bunlara itaat etmeyin! Bunları dinlemeyin! Bunların emirlerine 
itaat edip yasalarını uygulamayın! Zaten namazı engelleyene asla itaat edilmez. 
Namazı engelleyene itaat, bu âyet gereği haramdır. 
Bu sûre ile 
alâkalıda bu kadar söz yeter. Rabbim gereği gibi iman edip amel işleyen 
kullarından eylesin. Ve âhiru da’vana enil hamdü lillahi 
Rabbi’lâlemîn.
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder