Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
70., Nüzûl sıralamasına göre 79., Mufassal sûreler kısmının altıncı grubunun
ikinci sûresi olan Meâric sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı
44’dür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla
Kur'an-ı Kerim'in yetmişinci sûresi.
Mekke'de nazil olmuştur. Kırk dört âyet, iki yüz on altı kelime ve sekiz yüz
altmış bir harften iba-rettir. Fasılâları, elif, cim, ayn, lâm, mim, nun ve he
harfleridir. el-Hâk-ka sûresinden sonra nazil olmuş olup, onun tamamlayıcısı
durumundadır. Adını üçüncü âyetten almaktadır: "O (Azaba inananların mükafâtı)
dereceler (meâric) sahibi Allah'tandı". Sûreye, Seele ve Mevaki' adları da
verilmektedir.
Sûre,
kendilerine Kıyamet, Cennet, Cehennem hakkında haber verilip, uğrayacakları elîm
azaba karşı uyarıldıklarında, buna inan-mayıp, alaya alan Mekkeli müşrikleri
ikaz etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), onları ahiretteki azaptan sakındırmaya
çalıştığında onlar; "Biz seni tekzip ediyoruz. Sana göre biz kıyamette cehennem
azabına çarptırılacakmışız. Hadi o bizi korkuttuğun kıyamet gelsin de bir
görelim" diyerek, Allah Teâlâ'nın vaadine karşı meydan okumakta idiler. Ayrıca
onlar, Kur'an'ın hakikati karşısında bocalayıp duruyorlardı. Dü-şüncelerini
cahiliye yaşantısının pislikleri körelttiği için akılları bu gerçeği bir türlü
idrak edemiyordu. Haber verilen azabın, eğer gerçekten varsa kendilerine
getirilmesini istiyorlardı. Onların bu durumu, Kur'an-ı Kerim'de şöyle
anlatılır: "Hani bir zaman onlar; "Ey Allah eğer bu (Kur'an-ı Kerim), senin
katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş
yağdır, yahut bize (daha) acıklı (ve helâk edici) bir azap getir" demişlerdi"
(el-Enfâl, 8/32). Bunu diyenler; Ebu Cehil, Nadr İbn Haris ve onlara tabi
olanlardı.
Bu
sûre, Kur'an'ın Mekke'de karşılaştığı cahilî zihniyetin ve benzerlerinin beşer
ruhunda bıraktığı tortuların yok edilmesi için ilâhî metot çerçevesinde
yürütülen tedavinin safhalarından bir safhadır. Allah'ın azabını talep eden bu
insanlar, onun varlığına inanmamaktadırlar.
Bundan
önceki el-Hâkka sûresinde âhireti inkâr edenlerin durumu ve görecekleri cezalar,
kıyamet gününün dehşet dolu tabloları gözler önüne serilerek işleniyor ve
Kur'an'ın hak olduğu gerçeği kalplere yerleştirilmeye çalışılıyordu. Bu sûrede
ise aynı inkârcıların, ahi-ret gününde karşılaşacakları azapların korkunçluğu
anlatılarak ondan kurtulmanın yolu gösteriliyor. Bundan sonra gelen "Nuh"
sûresinde de inkârcı topluluğun yalnızca dünyada gördükleri korkunç azaptan
bahsedilir. el-Hâkka, el-Meâric ve Nuh sûreleri, birbirinin devamı niteliğin-de
olup, Bakara sûresinin baş tarafında. "Ey Muhammed kâfirleri uyarsan da
uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini
mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır. Ve onlar için büyük bir azap
vardır" (el-Bakara, 2/16-17) âyetlerinde işlenen konunun tafsili
mahiyetindedirler.
Kâfirler
için ahirette acıklı bir azap hazırlanmıştır. Bu azabı yalanlayan inkârcılar,
böyle bir şeyin olabileceğini idrakten aciz oldukları için, eğer böyle bir şey
varsa başımıza getirilsin dediler. Allah Teâlâ: "İsteyen biri, inecek azabı
istedi. (O azap) kâfirler içindir ki, onu (onlardan) def edebilecek hiç (bir
güç) yoktur. O, dereceler sahibi Allah'tandır" (1, 2, 3) âyetiyle o azâbı hemen
isteyenlerin mutlaka vaad edi-len azaba çarptırılacaklarını ve bunu onlardan hiç
kimsenin kaldıramayacağını açıklamaktadır. Bunun hemen arkasından kâfirlerin
inkâr ederek inananlara yaptıkları zulümlere karşı sabır emrediliyor: "O halde
sen (ya Muhammed) sabret" (5). Mümin, İslâmî gerçekleri tebliğ yolunda göreceği
bedenî ve ruhî eziyetlere, işkencelere sabretmelidir. Çünkü, hiç de uzak olmayan
bir zaman sonra korkunç azap müşrik zalimleri
yakalayıverecektir.
Azabın
hemen gelmesini isteyen inkârcılara ve öteki bütün kafirlere, azabın Allah
tarafından takdir edilmiş olduğu ve çok yakında vuku bulacağı bildirilmektedir.
Bu, onlar için kaçınılmaz bir sondur. Çünkü bunu gerçekleştirecek olan, çok yüce
makam (dereceler)ın sa-hibi Allah Teâlâ'dır. Allah her şeye bir vakit takdir
etmiştir. Onlar bu vakte kadar istedikleri gibi davranmakta devam etsinler.
"Kâfirler kıyamet gününü uzak görüyorlar. Biz ise onu çok yakın görüyoruz" (6-7)
ifadesi kıyameti inkâr edenlerin içinde bulundukları basiretsizliği açıklıyor.
Çünkü onlar, her akıl sahibinin rahatça idrak edebileceği gerçekleri
göremiyorlar.
Daha
sonra, onların uzak görüp, Allah'ın yakın gördüğü, kıya-met gününün, kâfirleri
dehşete düşürecek olan kıyamet sahneleri çi-ziliyor: "O gün gök, erimiş maden
gibi olacaktır. Dağlar da atılmış ren-kli yün gibi olacaktır" (8-9). O günün
korkunçluğu ruhları etki altına alacak ve bütün değer yargılarını alt üst
edecektir. O gün ortaya çıkacak olan manzaranın dehşetine kapılmaları sonucu o
inkârcılar, kendi nefislerinden başkasını düşünemeyeceklerdir: "O gün dost,
dostunun halini sormaz. Ve yeryüzündeki her şeyi feda edip o günün azabından
kurtulmak ister. Fakat bu asla olmaz... "(10,14). Çünkü o gün cehennem;
"(Haktan) yüz çeviren ve (itaate) arkasını dönen kimseyi çağırır (kendisine
çeker)" (17).
Daha
sonra, insanın rûhî yapısını, imanlı ve imansız durumlardaki tavırlarını
gösteren âyetler geliyor. Kâfirler ve azabı yalanlayanlar, yaradılışlarındaki
sabırsızlık ve hırsın esiridirler. Bir zorlukla karşılaştıkları zaman ye'se
düşer, feryad etmeye başlarlar. Bir iyilik gördükleri ve Allah tarafından mal
ile sınandıklarında ise kaskatı kesilir, hiç kimseye faydası olmayan bir şekle
girerler: "Gerçekten insan, sabırsız ve hırslı yaratılmıştır. Başına bir felâket
geldiği zaman feryad eder. İyiliğe uğradığı zaman da çok cimrileşir" (19, 20,
21).
Sûre,
inkârcı kâfirlerin muhatap olacakları olayları bütün açıklığı ile ortaya
koyduktan sonra, bu dehşet ve azap tablolarının bütünüyle dışında kalıp
kurtuluşa erenlerin durumunu dile getirir: Ancak, namaz kılanlar müstesnadır.
(Namaz kılan o kimseler) ki, onlar namazlarında devamlıdırlar. Onlar ki,
mallarında belirli bir hak vardır. Hem dilenen, hem de iffetinden dilenemeyen
için. Onlar ki hesap gününü tasdik ederler. Onlar ki Rablerinin azabından
korkarlar. Çünkü Rablerinin azabından emin bulunulmaz"
(22-28).
Namaz,
dinin ayakta kalmasını sağlayan temel direklerden biridir. O imanın bir alâmeti
olmaktan da öte, kulu Allah'a bağlayan ve ruhunun o ilâhî kaynaktan beslenmesini
sağlayan, Allah'ın rubûbiye-tine boyun eğmenin samimi bir göstergesi olan bir
ibadettir. Allah Te-âlâ'nın, kurtuluşa erecek olanların hallerinden bahsederken,
namazı en evvel zikretmesinin sebebi budur. Namaz, bütün iyiliklerin başıdır.
Onu terk etmekle kul, ruhunu besleyen ilâhî kaynaktan irtibatını kesmiş olur.
Çünkü Allah Teâlâ, namazını devamlı kılanları özellikle vurgular. Öteki
özellikler ondan sonra gelir.
Devam
eden âyetlerde, müminlerin gözetmesi gereken bir takım temel hudutlar
belirtilir! İffetli olmak ve zinadan sakınmak gerektiği, aksi halde haddi aşıp
sûrenin ilk bölümünde zikredilen topluluğa dahil olma tehlikesinin söz konusu
olduğu vurgulanır. O müminler, güvenilirdirler, yalan şahittik yapmazlar,
namazlarını ise lâyıkıyla kılarlar. "... Evet, işte onlar, cennetlerde
ağırlanacak kimselerdir" (35).
Sûrenin
sonunda, inkârcıların neye güvenerek taşkınlık yaptıkları sorgulanır: "(Acaba)
onlardan her biri (müminler gibi) naim cennetine girmeyi mi ümit eder" (38).
Bunun cevabı hikmet doludur ve kesinlik ifade eder: "Hayır, (onların ümit
ettikleri gibi cennete girmeleri söz konusu değildir) muhakkak ki bizler, onları
bildikleri o (nutfe denen) şeyden yarattık"(39). Eğer onlar yaratılışlarındaki
bu büyük mucizeye bakıp ibret almazlarsa cehennem azabından kurtulup cennete
girmelerine imkân yoktur.
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
geçebiliriz.
1-3. Birisi, yüksek derecelere sahip
olan Allah katından, inkârcılara gelecek ve savunulması imkânsız olacak azabı
soruyor. 4. Melekler ve Cebrâil miktarı elli bin yıl olan o derecelere bir günde
yükselirler. 5. Ey Muhammed! Güzel güzel sabret; 6. Doğrusu inkârcılar azabı
uzak görüyorlar. 7. Ama Biz onu yakın görmekteyiz. 8. Gök, o gün, erimiş maden
gibi olur. 9. Dağlar da atılmış pamuğa döner. 10. Hiç bir dost diğer bir dostunu
sormaz. 11-14. Onlar birbirlerine yalnız gösterilirler. Suçlu kimse o günün
azabından kurtulmak için oğullarını, ailesini, kardeşini, kendisini barındırmış
olan sülalesini ve yeryüzünde bulunan herkesi fedâ etmek ve böylece kendisini
kurtarmak ister. 15-18. Hayır, olamaz... Orada sırtını çevirip yüz geri edeni,
malını toplayıp kimseye hakkını vermeyen, saklayanı çağıran, deriyi soyup
kavuran, alevli ateş vardır. 19. İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır; 20.
Başına bir fenalık gelince feryat eder, 21. Bir iyiliğe uğrarsa onu herkesten
men eder; 22-27. Ancak namaz kılıp namazlarında devamlı olanlar, mallarında
yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza gününü doğrulayanlar,
Rabblerinin azabından korkanlar böyle değildir. 28. Doğrusu Rabblerinin
azabından kimse güvende değildir. 29-30. Eşleri ve câriyeleri dışında, mahrem
yerlerini herkesten koruyanlar, doğrusu bunlar yerilmezler. 31. Bu sınırları
aşmak isteyenler, işte onlar aşırı gidenlerdir. 32. Emanetlerini ve sözlerini
yerine getirenler, 33. Şahitliklerini gereği gibi yapanlar, 34. Namazlarına riâyet edenler, 35. İşte
onlar, cennetlerde ikram olunacak kimselerdir. 36-37. Ey Muhammed! İnkâr
edenlere ne oluyor, sana doğru sağdan soldan topluluklar halinde koşuşuyorlar?
38. Her biri nîmet cennetine konulacağını mı umuyor? 39. Hayır; doğrusu onları
kendilerinin de bildikleri şeyden yaratmışızdır. 40-41. Doğuların ve bâtıların
Rabbine yemin ederim ki, onların yerine daha iyilerini getirmeğe Bizim gücümüz
yeter ve kimse de önümüze geçemez. 42. Ey Muhammed! Onları bırak; kendilerine
söz verilen güne kavuşmalarına kadar dalıp oynasınlar. 43-44. Kabirlerinden
çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak
sanki dikili taşlara doğru koşarlar. İşte bu onlara söz verilmiş olan
gündür.
Meâric sûresi, Vâkî sûresi, “Seele
Sailün” sûresi diye anılan ve icmâ ile Mekke’de geldiği bildirilen bir sûredir.
Sûrenin adı, içinde geçen Meâric kelimesinden alınmış olup 44 âyettir. Kulluk
kitabımızın 70. sırasına yerleştirilmiştir.
Sûrenin genel muhtevası, kıyamet,
hesap, kitap, azap, ölüm ötesi hayattır. Fakat araya serpiştirilen, sanki
sûrenin direği mesabesinde olan, namazcıların durumu gerçekten çok ilginçtir.
Kimlerin namazcı olduğunu, kimlere namazcı deneceği konusunu veya namazcıların özelliklerini en güzel
anlatan sûrelerden biridir. Şekilden ibaret bildiğimiz namazın, hayata, sosyal
hayata etkinliğini, namazın insana neler kazandırıp, nelerden engellediğini daha
açık, daha farklı anlatan bir sûredir.
1-3. “Birisi, yüksek derecelere sahip
olan Allah katından, inkârcılara gelecek ve savunulması imkânsız olacak azabı
soruyor.”
Bir adam, bir sorucu tutmuş Allah’ın
azabını sorguluyor, Allah’ın azabını yargılıyor. Bir azaptan söz ediyorlar. “Bir
azap var” di-yorlar. “Hani nerde kaldı bu azap? Niye gelmiyor ya?” diye alay
ederek, dalga geçerek azaptan dem vuruyor.
Bu soru soranın kim olduğu konusunda
tefsir kitaplarında uzun uzun bilgiler verilmiştir. Ama kıyamete kadar gelecek
tüm insanların hayatını düzenleme mekânizması olarak gelen bu âyet-i kerîmede
elbette sadece o insan anlatılmadığından onu geçiyoruz. Yani dün bu insan
birileriyse, yarın başka birileri olabilecektir. Dün bu kişi Ebu Cehil ya da
yandaşlarından biriydi belki. Hangisi olursa olsun, istenilen kıyametin elbette
başlarına düşmesi, beyinlerinde patlaması söz konusudur.
Rivâyet ediliyor ki burada bu soruyu soran, Allah’ın azabını sorgulamaya
çalışan Nadir bin Haris’tir. Enfâl sûresinde anlatıldığı gi-bi o şöyle
demişti:
“Allah’ımız! Eğer bu Kitap, gerçekten
Senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver”
demişlerdi.”
(Enfâl 32)
Nadir bin Haris’in bu sözlerinin
akabinden bu âyet gelmiştir deniyor. “Ey Allah’ım! Eğer bu kitap senin
tarafından gelmiş hak bir kitapsa, eğer bu Muhammed doğru söylüyorsa hemen
üzerimize gökten toz veya acıklı bir azap gönder” demişti de, bu âyet nâzil oldu
deniyor.
Ama tabi Enfâl’ın Medineli bir sûre
olduğu hatırlanırsa, bu işin biraz da muhteva yakınlaştırılmasından
kaynaklandığı anlaşılacaktır. Yani Mekke’de gelen bu sûrenin Medine de gelen bir
âyetten sonra gelmesi düşünülemez. Ama konu aynen böyle.
Bir başka grup da diyordu ki
Hud’a (a.s): “Üzerimize semadan parçalar indir ey
peygamber!”
“Bize, bizi tanrılarımızdan alıkoymak
için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, bizi tehdit ettiğin şeyi başımıza getir”
dediler.
(Ahkâf 22)
“Ey Hud, sen bizi ilâhlarımızdan
ayırmak, ilâhlarımızdan koparmak, ilâhlarımızdan soğutmak için mi geldin? Derdin
ne senin? Bizim hayatımızda söz sahibi kabul ettiğimiz pek çok tanrılarımız var.
Sen bizi onlardan koparıp bir tek İlâha kulluğa çağırmak için mi geldin? Eğer doğru söylüyorsan, hayatımıza karışacak
tek İlâh olduğunu, başka ilâhların olamayacağını söylerken bu konuda
sadıklardansan, haydi bize vaadettiğini getir. Eğer sadıksan haydi ne
getireceksen getir,” diyorlar. Allah’ın elçisini peşinen reddediyorlar bu
sözleriyle. Hud’un (a.s) getirdiklerinin Allah’tan olmadığını, kendisinin
uydurduğunu söylemeye çalışıyorlardı.
Anlıyoruz ki bu söz sadece Medine’de
Rasulullah Efendimize karşı denilen bir söz değil, ondan önce de insanların
Allah elçilerine söyleyegeldikleri sözlerdir. Yani her dönemde kâfirin
karakteristik bir özelliğidir bu. Eğer kıyamet varsa, eğer öldükten sonra
dirilmek varsa, eğer bir azap, bir ikab, bir hesap-kitap varsa, “hadi ne
gelecekse geliversin bakalım” diyorlar. İşte böyle bir tavrı, böyle bir kâfir
tavrını Cenâb-ı Hakk bu sûrede baştan sona sorguluyor. Ama öyle çarpıcı, öyle
kahredici, susturucu, ilzam edip mat edici değil, aksine rahmâni-yetin eseri
olarak, akılları başlara dâvet edici, akılları erdirici olarak, “gelin ey
kullarım inattan vazgeçin! Gelin bu tavırlarınızı terk edin! Ba-na ve benim
elçilerime karşı gelmekten, benim azabımı sorgulayıp dalga geçmekten vazgeçin!
Ben sizi düşünerek bunları anlatıyorum! Sizi yarın sizin başınıza gelecek
azaplar konusunda bugünden uyarıyorum!” biçiminde âyetler olarak karşımıza
çıkıyor. Evet:
Tutmuş bir adam, bir duacı, bir
dâvetçi, bir çağırıcı kendisine vâki olacak, kendisinin başında patlayacak bir
azaptan söz ediyor. “Hani azap gelecekti yahu! Nerede kaldı o? Niye gelmiyor
ya?” demeye çalışıyor. Bir adam sanki
kendine gelecek azaptan yana, sanki bunu çağırıp duruyor. Sanki buna dua ediyor,
bu azabı bekliyor ve hemen bu azabın kendisine gelivermesini istiyor.
İkinci bir anlayış da şöyledir: “Azap
varmış, Kim verecekmiş bunu? Kim becerebilecekmiş böyle bir azabı? Kimin gücü
yetecekmiş böyle bir azaba? Veya kime gelecekmiş bu azap? Kimler içinmiş bu
azap? Bir de ne zaman olacakmış bu iş? Ne zaman gerçekleşecekmiş bu azap? Nasıl
bir şey bu? Gerçekten öyle bir şey var mı?” diye dalga geçmek, alay etmek
durumunda sorular soruyorlardı.
Ama kimileri de: °u¬=³@«, «”Ï@«, yerine “Seele sailün” okumuşlar. Yani
böylece cehennemde kâfirler için hazırlanmış bir vadiden söz ediliyor
demişlerdir.
İster öyle, ister böyle, birisi
çıkmış mutlak gerçekleşecek olan azaptan söz ediyor. Allah’ın kesin olan azabı,
ateşini, cehennemini yargılamaya çalışıyor. Bunun hemen sonunda diyor ki
Rabbimiz:
İki manası var
bunun:
1- Bilsin ki o azap kâfirler içindir.
Hani soran kişi, “kimin için bu azap? Kimlere gelecekmiş bu azap? Kimler için
hazırlanmıştır bu azap?” diyerek alay ediyordu ya, Allah da buyuruyor ki: “O
azap kâfirler içindir.”
2- Ya da bu ifadenin ikinci bir tevcihi
de şöyledir: w: şeklindedir. Yani bir adam çıkmış kâfirlerin başına gelecek bir
azaptan söz ediyor. Kesinlikle kâfirlerin beyinlerinde patlayacak bir azabı
sorgulamaya çalışıyor.
Sanki bu ifadeleriyle Rabbimiz: “Ey kâfir! Onu mu soruyorsun? Azabı mı
soruyorsunuz ey kâfirler? Eğer Allah’ın azabını soruyorsan al sana!” diyor
sanki. Sanki adamların sözlerini, sorularını boğazlarına tıkarcasına, “eğer o
azabı sorup soruşturuyorsanız bilesiniz ki o azap kâfirler içindir! O azap sizin
içindir!” buyuruyor. Kâfir, örten demektir. Öyleyse bilesiniz ki o azap hakkı,
hakikati örtenler için, hakikati gizleyenler için, hakikatin insanlara
ulaşmasına engel olmaya çalışan insanlar içindir. Bir özelliği daha var o
azabın. Neymiş o?
Engelleyicisi de yoktur onun. O azabın
engelleyicisi yoktur. Kimse onun önüne geçemeyecek, kimse onu engelleyip def
edemeyecektir. Ya da onunla buluşacak insanların o azapla buluşmasını kimse
önleyemeyecektir. Allah o azabını kimlere ulaştırmayı murad buyurmuşsa, o azabın
müşterileri ile azabın arasına kimse giremeyecektir. Peki, kim kaynaklı olacak
bu azap? Kim verecek bunu? Kimin gücü yeter bu azaba? Kim gönderebilir böyle bir
azabı?
Allah. Allah’tandır bu azap. Allah
kaynaklıdır bu azap. Böyle bir azaba ancak Allah kâdirdir. Ancak Allah böyle bir
azapla azap edebilir. Ama öyle bir Allah ki, mi’râclar sahibi, meâric sahibi bir
Allah. Bu Meâric ifadesini şöyle anlıyoruz:
1- Ya semavat sahibi, yücelme sahibi,
yücelikler sahibi bir Allah.
2- Ya da fazl ve kerem sahibi, nîmet ve
ihsan sahibi bir Allah.
Allah’ın kâfirlere ulaştıracağı ve hiç
kimsenin engel olamayacağı bir azaptan söz ediyor sûre. Bu sûrenin, bu âyetlerin
muhatabı olan bizler, bu âyetler çerçevesinde kendi kendimizi sorgulamak
zorundayız. Her birimiz kendi durumlarımızı yargılamak, gözden geçirmek
zorundayız. Eğer bizler de kâfirlerden, kâfirler gurubundan olur, onları
destekler, onlardan hayat programı alır, hayatımızı onlara danışır, giyim
kuşamımızdan tuvalet âdâbımıza, ev teşrifimizden soframıza, saç tıraşımızdan
evlenmemize kadar, hedeflerimizi, sevgilerimizi, nefretlerimizi, hayata, mala
bakışımızı hep onlar kaynaklı yapmaya çalışırsak, unutmayalım ki onlara ulaşacak
azap bize de ulaşacaktır. Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz bizi ondan gocundurmak
ve sakındırmak için buyurur ki:
“Ben Mearic sahibiyim! Ben
yücelme, yükseklikler sahibiyim! Gökyüzüne söz geçiren ben, her şeye söz geçiren
ben, bu işe kudreti yeten ben, dikkat edin size de azabı ulaştırabilirim!”
buyuruyor. Ya da, “benim fazlım var, keremim var. Ben ki size nîmetler
ulaştırmışım. Ben ki şu anda sahip olduklarınızın tümünü size verenim. Benim bu
ihsanlarıma karşı siz nankörlük etmeye, küfran-ı nîmette bulunmaya, benim nîmet
vericiliğimi, benim güçlü oluşumu, Rabb, Melik ve İlâh oluşumu örter, örtbas
ederseniz, Rabbiniz olarak size gönderdiğim hayat programımı, kitabımı örtüp
örtbas edip bir hayat yaşarsanız, o zaman kesinlikle bilesiniz ki karşılığında
cezam vardır. Bunu böylece bilesiniz ve unutmayasınız,” demektedir Allah.
Bundan sonra Rabbimiz mi’râcı
tanıtıyor:
4. “Melekler ve Cebrâil, miktarı elli
bin yıl olan o derecelere bir günde yükselirler.”
Melekler ve Ruh, Allah-u Zü’l-Celâl’e
öyle bir günde ulaşırlar ki bu sizin bildiğiniz, saydığınız elli bin yıla
bedeldir. Yani eğer bu işi siz yapmaya kalksaydınız, elli bin yıl uğraşırdınız
da beceremezdiniz. Bu âyetin manasını şu iki şekilde anlamaya
çalışacağız:
1- Buradaki Ruh’tan kasıt Cebrâil’dir.
Çünkü Kur’an’da Cebrâil’in (a.s) bir adı da Ruh’tur. Öyleyse şöyle
diyeceğiz: Melekler ve Ruh, melekler ve
Cebrâil Allah katına öyle bir günde çıkarlar ki, bu sizin bildiğiniz saydığınız
elli bin yıla bedeldir.
2- Buradaki ruhtan kasıt ölmüş
insanların ruhlarıdır. Buna göre de şöyle diyeceğiz: Melekler sizden ölmüş
birinin ruhunu Allah katına öyle bir günde çıkarıp ulaştırırlar ki, bu sizin
bildiğiniz elli bin yıldır.
Secde sûresinde de şöyle deniyordu:
“Gökten yere kadar olan bütün işleri
Allah düzenler, sonra, işler sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir gün
içinde O’na yükselir.”
Secde 5)
Yani şu sizin şu anda saydığınız elli,
elli bin yıl demektedir. Peki ne anladık bundan? Anladık ki, meleğin bir günü
bizim elli bin yılımızmış. Bir melek günü eşittir elli bin yıl. Halbuki bizim
dünyadaki tarihimiz bir 8, 10 bin yıl filan ediyor. Hz. Adem’den bu yana
tarihimiz, insanlığın tarihi işte topu topu bu kadar. Yani bizim dünyadaki
tarihimiz, meleğin bir gününün beşte biri kadardır. Bir melek gününün beşte
biri. Bir de bunun içinde kendi yerimizi, kendi ömrümüzü bulmaya kalkışsak, bir
hiç olduğumuzu anlayacağız. İnsan kendini bir şey zanneder de Allah’a kafa
tutmaya kalkışır. İşte bizim çabalamamız, bizim kavgamız bu. Peki değer mi buna?
Dünyada kalacağımız bu kadarcık bir zaman için değer mi bu kavgaya? Ne için
çabaladığınızı, ne için koşturduğunuzu bir düşünün! Neyin kavgasını verdiğinizi
bir düşünün! Yani topu topu bir melek gününün beşte birinin on bin de birini bir
yıl diye yaşıyorsunuz. İşte hepsi bu. Değer mi çabalamaya? “Aman malım olsaydı!
Aman mülküm olsaydı! Evim, barkım olsaydı! Kavgam olsaydı! Oğlum içindi! Kızım
içindi! Gelecek içindi! İstikbal içindi!” demenin ne manası var ki? Yaşadığımız,
yaşayacağımız zaman belli. Zaten biraz sonra bunların, bu uğrunda kavga vererek
sahip olduklarımızın hepsini fedâ edeceğimizi anlatacak
Allah.
Sizin elli bin yılda beceremeyeceğiniz
bir işi Allah bir günde meleklere becertiveriyor. Göklere ve yere, göktekilere
ve yerdekilere egemen olan Rabbinizin yerde olan sizlere semâdan emirlerinin,
âyetlerinin, yasalarının inmesi, gerekse yerdekilere ilişkin emrin tekrar semaya
yükselmesinin bir günde olduğunu anlatır Allah.
Rabbimizin kurduğu şu âlemler yanında,
şu yedi kat semâ, onu çevreleyip kuşatan kürsi, onu da kuşatan arş yanında,
bizim dünyamız, kendi varlığı milyarlarca kere daha büyütülmüş de olsa bir
mikrobun milyar da biri kadar bile bir değer ifade etmiyor. İşte bu ve benzeri
âyetlerinde Rabbimiz kendi gücünü, kudretini gündeme getirerek bizlere buyuruyor
ki: “Kullarım! Ne kadar küçüksünüz, ne kadar basitsiniz, ne kadar acizsiniz ki
farkında değilsiniz. Rabbinizin kudretinden de gafil bir şekilde ne yaptığınızın
farkında değilsiniz” buyuruyor. Öyleyse ey Peygamber ve Peygamber yolunun
yolcuları:
57. “Ey Muhammed! Güzel güzel
sabret; Doğrusu inkârcılar azabı uzak
görüyorlar. Ama Biz onu yakın gör-mekteyiz.”
“Peygamberim sen sabr-ı cemille sabret!
Çok güzel sabırla, güzel bir biçimde sabret. Hakkı gündeme getiren bir sabırla
sabret! Sabret ki sabrın güzel olsun!”
Rabbimiz burada Peygamberimizden ve
onun şahsında hepimizden sabr-ı cemil istiyor. Bu ifadeyi, sabr-ı cemili Yusuf
sûresinden öğrenmek lâzım. Hani oğulları Yusuf’u kuyuya atıp “babacığım onu kurt
yedi” diyerek geldiklerinde, oğlu Yusuf’un üzüntüsüyle yüreği ağ-zına gelmiş Hz.
Yakub’un şöyle dediğini anlatıyordu Yusuf sûresi:
“Üzerine başka bir kan bulaşmış olarak
Yusuf’un gömleğini de getirmişlerdi. Babaları: “Sizi nefsiniz bir iş yapmaya
sürükledi; artık bana güzelce sabır gerekir. Anlattıklarınıza ancak Allah’tan
yardım istenir” dedi.
(Yusuf 18)
Bakın Yakub (a.s) diyor ki: Bu durumda bana düşen de sabr-ı cemildir.
Güzel bir sabırdır. İşte onun yaptığı sabır, sabr-ı cemildir. Yusuf’u elinden
alınan Yakub’un ilk sadmede gösterdiği sabra sabr-ı cemil denir. Rasulullah
Efendimizin bir hadisiyle söylersek: “Gerçek sabır, sadme-i ûlâdadır.”
Yani imtihan maksadıyla Rabbimizin kullarına gönderdiği herhangi bir
musîbet, belâ haberi kişiye ilk verildiği anda, o sadmeyle, o haberin darbesiyle
ilk defa karşı karşıya kaldığı anda, sabretmesi gerçek sabırdır, sabr-ı
cemildir. Meselâ “baban öldü” haberi kişiye ilk verildiği anda, o ilk sadmeyle
karşı karşıya kaldığı anda sabretmesi,
veya “dükkanın yandı” haberi kişiye ilk verildiği anda, çocuğunu kaybettiği
haberi kendisine ilk verildiği anda, bu haberin darbesiyle karşı karşıya geldiği
ilk anda kişinin sabretmesi sabr-ı cemildir, gerçek sabırdır. Değilse bu
hadiseden on gün sonra, bir ay sonra, bir yıl sonra artık ona sabret demenin
anlamı kalmamıştır, zira artık alışmıştır. O anda sabretmek sabr-ı
cemildir.
Sabr-ı cemil’in ikinci manası,
özellikle Cenab-ı Hakk’ın bizi na-sıl isterse öyle imtihan ettiğine inanarak
sabretmektir. Allah’ın imtihan sorularına hoş bakmak, karşı gelmemek isyan
etmemektir. Yani Rab-bim en güzel imtihan edendir, Allah beni en güzel biçimde
imtihan eder, gönderdiği sorular bana lâyık sorulardır, zira en münasibini, en
mütenasibini bilen Rabbimdir diyerek imtihan sorularına teslimiyettir.
Şu anda koskoca bir dünya imtihan
salonu ve milyarlarca insan da bu salonda imtihandadır. Rabbimizin herkese
gönderdiği sorular farklıdır. Kimisini bir evle imtihan ediyor, kimisini evsiz
imtihan ediyor, kimisine beş tane kız çocuğu vermiş hiç erkek evlâdı vermemiş,
ona öyle bir soruyu münasip görmüş, kimilerine sadece erkek evlâtları vermiş kız
çocukları vermemiş, onlara böyle bir soruyu münasip görmüş; kimilerine bol mal
vermiş, kimilerini malsız imtihan ediyor; ki-milerini elli, kimilerini çolak
imtihan ediyor; kimilerini dilli, kimilerini de dilsiz, tat imtihan ediyor.
Herkesin imtihan soruları farklıdır. İşte Rab-bimiz en güzelini bilir. Rabbimiz
en münasip soruları gönderir. Rab-bimiz hikmet sahibidir, eğer bana bunları
münasip görmüşse, beni bunlarla imtihan etmeyi murad buyurmuşsa, kabulümdür
demek sabr-ı cemildir.
Sabr-ı cemil’in bir üçüncü manası da,
Allah’ın kutlu elçilerinin sabırlarıdır. Yani kendilerini tüm dünya alkışlasa
da, ya da tüm dünya kendilerine düşman kesilse de, hareketlerinde, tavırlarında
değişiklik yapmamak, Allah’a kulluklarında asla değişiklik yapmamaktır sabr-ı
cemil. Kınayanın kınamasına aldırış etmeden her şart altında Allah’a, Allah’ın
istediği kulluğu icraya devamdır.
Hâsılı sabır sembollerini, sabır
örneklerini gözümüzün önüne getirerek sabr-ı cemili anlayalım ve sabredelim.
Meselâ Hz. Nuh gözümüzün önünde dursun. 950 yıllık bir dâvet sabrında bulunmuş
Allah’ın elçisi. Toplumunun küfürde ısrarlı davranması, onu dinlememek için
parmaklarıyla kulaklarını tıkamaları, Nuh (a.s) bizi tanıyamasın diye
elbiselerini üzerlerine alarak ondan saklanmaya çalışmaları, yalanlamaları,
hakaret etmeleri karşısında bile bıkıp usanmaması, tavrında bir değişiklik
yapmamasını kendimize örnek alalım.
Veya meselâ bir Dâvûd (a.s)
örneğini alın. Tâğutlara karşı ver-diği savaşını, etrafındakilerin dağılıp
gidişine, yanında azıcık bir grup kalışına karşı nasıl sabrettiğini düşünün ve
sabr-ı cemili anlamaya ça-lışın. Bir Mûsâ (a.s) örneğini alın. Firavun
karşısında nasıl sabredebilmiş? Kendilerini kurtarmaya geldiği Ben-i İsrâil’in
inatlarına nasıl sabırla mukâbelede bulunduğunu düşünün. Veya kavminin
azgınlıklarına, sapıklıklarına karşı sabreden Hz. Lût’u (a.s) bir düşünün.
Cinsel sapıklık içindeki insanlara kızlarını teklif edebilecek kadar dünya
başına dar geldiği halde, yine de yapması gerekenleri yapması, Allah’ın
kendisine yüklediği kulluk görevini icra etmesi noktasındaki sabrını gözünüzün
önünden geçirin. Ya da testere ile kesilenleri bir düşünün. Belinden ya da
boynundan kesilirken bile sabredip Allah’a kulluktan vazgeçmeyenleri düşünün de,
“Sabran cemilayı” anlayın. Başka türlü bunu anlamak ta, anlatmak ta mümkün
değildir.
Sen sabret peygamberim! Sizler de
sabredin ey peygamber yolunun yolcuları. Çünkü:
“Onlar çok uzak görüyorlar bu işi.”
Neyi uzak görüyorlar? Öleceklerini, dirileceklerini, kıyametin kopacağı, kıyamet
sonrası hesabını-kitabını, cenneti, cehennemi çok uzak görüyorlar. Hesaba
çekileceklerini çok uzak görüyorlar. “Olmaz, gelmez, mümkün değil öldükten sonra
dirilmeyeceğiz” diyorlar. Bu işin olmayacağını, gelmeyeceğini zannediyorlar.
Onlar bu işin çok uzak, ihtimalsiz olduğunu zannediyorlar
ama:
Ama biz onu çok yakın görüyoruz. Çünkü
genel bir kural var ki, her gelecek yakındır. Her gelecek yakındır ve bu da
gelecektir. Ta-bii buradaki uzaklık-yakınlık, mesafe uzaklığı, yakınlığı
değildir. Onlar bunu uzak görüyorlar denirken, gayr-i kain görüyorlar, yani
mümkün değil, gerçekleşmeyecek görüyorlar, biz de onu kain görüyoruz, mutlak
gelecek ve gerçekleşecek görüyoruz, demektir.
Bundan sonra Cenab-ı Hakk kesinlikle
gelecek olan, çok yakın olan bu kıyameti ve kıyamet sonrası hesabını-kitabını
ispatlamak, gözler önüne sermek için birkaç enstantane, birkaç tablo, birkaç
çekim getiriyor gözlerimizin önüne. Ama tabii kıyametle alâkalı, kıyamet sonrası
hesap-kitapla alâkalı her şeyi anlatmıyor. Sadece birkaç tablo ortaya koyuyor.
Neymiş onlar? Ne olacakmış o gün?
8. “Gök o gün erimiş maden gibi
olur. Dağlar da a-tılmış pamuğa
döner.”
O gün semâ sanki erimiş maden gibidir.
Gökyüzü maden gibi erimiştir o gün. Bakır eriyiği gibi mi, demir eriyiği gibi
mi, yoksa alüminyum eriyiği gibi mi, orasını bilmiyoruz ama işte erimiş bir
maden gibi olacak gökyüzü. Zaten semâ değişik bir şekil alacak sonra. Çünkü o
gün artık semânın semâlığı da bitmiştir, arzın arzlığı da bitmiştir. Artık semâ
başka bir semâ, arz da başka bir arzdır o gün.
Yine o gün dağlarda sanki atılmış
rengârenk yünler gibi
olacaktır. Dağlar atılmış rengarenk yünler, didilmiş pamuk parçaları gibi
olacak. Yani hem paramparça olacak, hem de kazıklığı bitmiş o-lacak dağların. O gün düzen bitmiş,
dünyanın düzeni bitmiş olacak. Yeni bir düzene, yeni bir konuma geçilecek. Yani
imtihan konumundan hesap konumuna, ya da imtihan sonuçlarının okunması konumuna
geçilecek o gün. Sonra?
10. “Hiçbir dost diğer bir
dostunu sormaz.”
O gün hiçbir sıcak dost, hiçbir sıcak
dosta kucak açmayacak, açamayacak. Kimse kimsenin hal ve hatırını sormayacak,
soramayacak veya kimse kimsenin durumunu muhasebe edemeyecek. Kimse kimseye:
“Yahu! Ne var, ne yok? Ne âlemdesiniz? Ne haldesiniz? Bir derdiniz var mı? Bir
ihtiyacınız mı var?” diyemeyecek. Kimse kimseyle ilgilenemeyecek, kimse kimseyle
ilgi kuramayacaktır o gün. Belki insanlar, dostlar, akrabalar, arkadaşlar,
kadınlar, kocalar, evlâtlar, babalar birbirlerini görüp geçecekler veya görmezden gelecekler, hiç kimse kimsenin
yakınlığını bile inceleyemeyecek.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun iki
manası vardır.
1- İnsanlar, yakınlığı olanlar
birbirlerini görecekler ama gör-mezden gelecekler, görmemiş, tanımıyormuş,
tanışmıyorlarmış gibi davranacaklar. Neden? Aman bunun derdi de beni bulmasın
diye. Aman bunun sebebiyle de karşıma bir hesap gelmesin diye. Aman bunun
yüzünden de bana bir dosya açılmasın diye en yakınlarını ta-nımazdan gelecektir
insanlar. Gerçekten çok müthiş bir manzara değil mi? Düşünebiliyor musunuz? Adam
can-ciğer karısını görecek ama tanımazlıktan gelecek, kadın kocasını, evlât
babasını, baba evlâ-dını, kardeş kardeşini, arkadaş arkadaşını görecek ama
tanımazlık-tan gelecek, hiç tanımıyormuş gibi davranacak, geçip gidecek.
2- Adam akrabalarını, dostlarını,
yakınlarını görecek ama ken-di derdinden, kendi sıkıntısından ötürü sanki
görmemiş gibi olacaktır. Görecekler ama telaşlarından sanki görmemiş olacaklar.
Kendisiyle uğraşmaktan kendi başının çaresini düşünmekten başka hiçbir hali
kalmayacak. Abese sûresinde şöyle denir:
“O gün, kişi kardeşinden, annesinden
babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter
derdi vardır.”
(Abese 36,37)
O gün kişi kardeşinden, anasından,
babasından, karısından, oğlundan, kızından kaçacak. Neden? Çünkü o gün herkesin
başını aşkın derdi vardır. Herkesin kendine yetecek meşguliyeti vardır. Herkes
kendi başının derdine düşmüştür. Kimsenin kimseyi düşünecek mecali de yoktur,
zamanı da yoktur. O gün kimse kimsenin hatırını soramayacak, kimse kimseyle
ilgilenemeyecektir. Herkes kendi başının derdine düşecektir.
Hattâ Rasulullah Efendimizin, “o gün
herkes üryan haşr olacak” beyanına karşılık Ayşe annemizin: “Anam babam sana
fedâ ol-sun ey Allah’ın Resûlü! Öyle de, biz o gün vücutlarımızı yabancı
erkeklerden nasıl koruyacağız?” şeklindeki sorusuna Allah’ın Resûlü’-nün verdiği
cevap gerçekten çok enteresandır: “Üzülme ey Hatice, o gün herkesin başını aşkın
bir derdi olacak ve kimse kimsenin vücuduyla ilgilenemeyecektir,”
buyurur.
O gün kimse kimseyi göremeyecek. Kimse
kimseyle ilgilenemeyecek. Çünkü o gün herkesin başından aşkın bir işi ve derdi
olacak. İnsanın sevdikleri bile ona yabancı olmuştur o
gün.
Hani bazen çok üzgün, çok dertli, çok karmaşa, çok karışık bir ruh hali yaşadığınız dönemler
sokakta yürürken en samimi bir arkadaşınızı, en candan bir dostunuzu görmeden
geçtiğiniz olur değil mi? Belinizi büken, kalbinizi yakan, beyninizi sarmış bir
üzüntü atmosferinde gezerken, tanıdığınız nice simâlara rastlarsınız da sanki
hiç görmemiş gibi yanından geçip gittiğiniz olmuştur değil mi? Görürsünüz, ama
sanki görmemiş gibi olursunuz. Bilirsiniz, ama sanki bilmemiş gibi olursunuz.
Veya görürsünüz sanki görmezsiniz. Meselâ bir miting alanındasınız ve çok acil
birini aramakla meşgulsünüz. Gözünüz onu aramakla meşgul. Böyle bir durumda
bildiğiniz tanıdığınız nice simalar görürsünüz de, onların üzerinde hiç
durmazsınız bile de-ğil mi? Hatta onları görmezsiniz bile. Niye? Birini
aramaktasınız çünkü o anda. Onunla meşgulsünüz. İşte o gün de böyle
olacak.
O gün insanlar böyle olacaklar.
Peki görmeyecekler mi? Görecekler ama görmezden gelecekler, ya da görecekler ama
sanki gör-memiş gibi olacaklar. Çünkü âyetin devamında diyor ki
Rabbimiz:
Görecekler, görüşecekler,
karşılaşacaklar, karşı karşıya gelecekler, birbirlerini görecekler, görüşecekler
ama sanki karşılaşmamış olacaklar. O kadar meşguller ki, o kadar kendi
kendilerine dönmüşler ki, sanki tanımazlıktan gelecekler. Çünkü gördükleri halde
tanımayanlar, gördükleri halde tanımazlıktan gelenlerin elbette birbirlerine
sıcak bir kucak açmaları, birbirleriyle sıcak bir ilgi kurmaları da mümkün
olmayacaktır. Zaten dünyada birbirleriyle sıcak ilişki içinde bulunanlar,
birbirleriyle dost olanlar, akraba olanlar, eğer orada böyle bir ilişkiyi
kaybetmişlerse artık ha görmüş, ha görmemiş, ha tanımış ha tanımamış fark etmez
olacaktır. Araya böyle bir soğukluk girmişse tanısa ne olur, tanımasa ne olur?
Dünyada da öyle olur bazen değil mi?
Bir vakitler insanlar birbirleriyle o kadar sıcacık dost ki, birbirlerini o
kadar seviyorlar ki, sanki bir saat bile görüşmeden edemiyorlardır. O kadar
düşkündürler ki, birbirlerine sanki “Fe cismahüma cismani ve’r-ruhu
vahid” olmuşlardı. Yani ikisi iki ayrı beden ama ruhları tek ruh
olmuştur. Tek ruh tarafından yönetilen iki bedendirler. Sanki öyle yaşıyorlar.
Gece beraberler, gündüz beraberler, evden çıkarlar beraber, eve dönerler
beraber, sanki ruh dünyaları beraber, sevgileri beraber, nefretleri beraber, her
şeyleri beraber. Ama mesâibu’d-dünya dediğimiz dünyanın hadiseleri ve şeytan
aralarına öyle bir girer ki, dünyada da:
oluverir. Öyle bir küserler, öyle bir
ayrılırlar, öyle bir sırt dönerler ki birbirlerine, sanki daha önce birbirlerini
hiç tanımamışlar, hiç görüşmemişler gibi, uzaktan birbirlerini görürler ama
sanki hiç görmemiş gibi geçip giderler. Dünyada da bazen bunu görürüz. Öyleyse
yapılacak şey sadece ve sadece Allah’la beraber olmak, Allah’la bütünleşmek,
Allah’la dostluğu pekiştirmek, Allah’a bel bağlamak, Allah-la yakın diyalog
içinde olmaya çalışmaktır. Değilse dünya bu, işte dünyanın değeri, dünyanın
kuralı budur işte. Allah’tan başkalarını aşı-rı derecede sevmeye, Allah’tan
başkalarına bel bağlamaya gelmez. Arkadaşın olabilir, can-ciğer kardeşin
olabilir, gözbebeği hanımın olabilir, oğlun, kızın olabilir veya tanıdığın,
bildiğin olabilir ki, biraz sonra sayılacak onlar zaten, işte hepsinden ayrılmak
zorunda olacağız. Hepsinden kaçmak zorunda kalacağız.
Öyleyse burada beraberliğimiz
Allah için olsun, ayrılığımız da Allah için olsun. Yani karşımızdakinin bizim
dünyamızda oluşu bizim İslâm’ımıza aykırı ise hemen ayrılalım ondan. Terk edelim
onu. Sevmememiz gerektiğinde sevmeyelim. Küsmemiz gerektiğinde küselim. Ama onun
bizim hayatımızdaki varlığı İslâm’ımız açısından güzelse o zaman da sevelim,
beraber olalım onunla. Yani sevmemiz de küsmemiz de Allah için olsun. Dün İslâm
için sevdiğimiz, Allah için sevdiğimiz, Allah sev dediği için sevdiklerimizi her
zaman sevmeye devam edelim. Dün Allah sev dedi diye onu seviyorsak, bugün de
aynı Allah aynı İslâm sev diyorsa, sevmeye devam edelim, onlarla küsmeyelim.
Rasulullah’la beraber sahâbeden biri oturuyorken birisi oradan geçer.
Rasulullah’la oturan sahâbe der ki: “Ya Rasulullah ben şu giden kişiyi Allah
için seviyorum.” Allah’ın Resûlü der ki: “Peki sen ona bu sevgini açtın mı? Ona
sevdiğini söyledin mi?” “Hayır ya Rasulal-lah.” “Ama açman gerekirdi, ya da git
ona kendisini sevdiğini söyle!” buyurur. Hemen adam onun peşinden gider, az
ileride yakalar ve ona der ki: “Kardeşim! Ben seni Allah için seviyorum!”
Karşıdaki de der ki: “Kardeşim beni kendisi için sevdiğin, kendi hatırına
sevdiğin Allah da seni sevsin” der. Sevdiğimiz kişiye bu sevgimiz ihsas etmemiz
gerekiyormuş, hadisten bunu anlıyoruz.
Dünyada birbirlerini sevenler,
birbirlerini görmek için can atanlar, sevenler, sevilenler ya da sevdiğini iddia
edenler orada eğer birbirlerinden kaçacaklarsa, sevgilerinde bir bozuk düzenlik
vardır. Sevgilerinde bir terslik vardır ki, onu dünyada düzeltmemizi istiyor
Rab-bimiz bu âyetinde. Rabbimiz bu âyetiyle: “Ey Müslümanlar! Dünyada
çevrenizdekilerle ilişkilerinizi Allah’ın istediği biçimde ayarlayın ki, yarın
onlardan köşe bucak kaçma pozisyonuyla karşı karşıya kalmayın. Hanımlarınızla
ilişkilerinizi Allah’ın istediği gibi ayarlayın ki, yarın onlardan kaçmak
zorunda kalmayın. Onlara karşı sorumluluklarınızı şimdiden yerine getirin ki,
onlar karşısında rezil bir duruma düşmeyin. Tüm insanlara karşı Allah’ın
istediği biçimde davranın ki, yarın onlara bakabilecek yüzünüz olsun.
Sevdiklerinizi Allah için sevin, Allah’ın sev dediklerini sevin, Allah’ın
sevmeyin dedikleriyle ilişkilerinizi sürdürmeyin” diyor.
Zuhruf sûresinde Rabbimiz şöyle
buyuruyor:
“O gün Allah’a karşı gelmekten
sakınanlar dışında, dost olanlar birbirine düşman
olurlar.”
(Zuhruf 67)
O gün aralarında su sızmayan
dostlar, birbirlerini candan-ci-ğerden seven nice dostlar ve ahbaplar
birbirlerine düşman olacaklar. Dostlukları, arkadaşlıkları düşmanlığa
dönüşecektir. Ancak dostlukları Allah için olanlar müstesna. Ancak takva için
olanlar, Allah hatırına Allah dininin ikamesi adına olanlar müstesnadır. Allah
rızasına matuf olmayan tüm dostluklar, tüm bağlar, tüm arkadaşlıklar o gün
düşmanlığa ve pişmanlığa dönüşecektir. Dünyada para, menfaat, makam-mansıp,
protokol ve statü, ırkî özellikler için kurulan dostluklar, birliktelikler
bitecektir. Bitmenin de ötesinde ayrıca düşmanlığa dönüşecektir. Önderler, önde
gidenler, liderler ve kendilerine uyanlar birbirlerine diş bileyecekler.
Aralarındaki tüm protokol bağları kopacak.
Aslında bu dostların düşmanlıkları,
dostluklarının kaynağından gelmektedir. Yani onları dost kılan kaynaktan
gelmektedir. Çünkü on-ların dünya hayatındaki dostlukları birbirlerini günaha
teşvik etmek içindi. Günah konusunda birleşiyor ve birbirlerine yardımcı
oluyorlardı. Böyle bir dostluğun orada devam etmesi mümkün değildir. Çünkü orada
artık işledikleri bu günahların neticesini ayan beyan görmüşlerdir. İşte bunun
için birbirlerine düşman kesiliyorlar. “Sen yaptın! Sen ettin! Sen demiştin! Sen
istemiştin! Sen yol göstermiş, sen zorlamıştın!” diyerek birbirlerine diş
bileyecekler. Ama muttakîler hayatlarını Allah’ın istediği gibi yaşayanların
dostlukları böyle değildir. Onlar sevapta birleştikleri, birbirlerini hayra
teşvik ettikleri için onlar da yaptıklarının neticesinin ne kadar hayırlı
olduğunu görünce birbirlerinden memnun olacak ve birbirlerini tebrik edecekler.
Öyleyse arkadaşlarımıza ve arkadaşlıklarımıza dikkat edelim. Arkadaşlarımızın
cehennemine sebep olmadığımız gibi, cehennemimize sebep olacak kimselerle de
arkadaşlık yapmamaya çalışalım inşallah.
Bakın bu konuda Resûlullah
Efendimizin bir hadisini hatırlıyo-rum:
Kişi arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse sizden
biriniz kiminle arkadaşlık kurduğuna bir baksın”
Bir
adam dost ve düşmanlarıyla hayatını yaşar. Hattâ cenaze namazı kılınacağı zaman
sonunda değil de başında sorulur. “Bu adamı nasıl bilirsiniz” diye. Ama nereden
çıkmış, nasıl gelişmiş bilmiyo-rum, şimdilerde namaz kılınıp bittikten sonra
soruluyor. Önce ne idiği, nasıl olduğu bilinmeden kendisine rahmet okunuyor,
namazı kılınıyor, sonra da deniliyor ki; “ey cemaat bu adamı nasıl bilirsiniz?”
Bir ara bir cenaze için demişler ki iyi biliriz. O arada onun cenaze namazını
kıl-dıran imam o kalabalığın arasından geçerken birisi demiş ki; ya bu adam o
kadar iyi, o kadar hoş bir insandı ki hiç kimseyle küs değil di, herkesle
barışıktı deyince, eyvah diyor hoca efendi. Ne var, ne oldu diyorlar. Eğer ben
bu adamın böyle olduğunu önceden bilmiş olsaydım vallahi cenaze namazını
kıldırmazdım diyor. Çünkü bir insanın dostu da olmalı elbette düşmanı da. Bir
adamın herkesle arası iyi ola-maz.
Aslında
sünnete göre o adamın cenaze namazı kılınmadan önce o adam hakkında cemaate
sorular sorulmalıdır. Bu adamı nasıl bilirsiniz ey cemaat? Müslüman mıydı? Namaz
kılar mıydı? Müslümanlarla beraber miydi? Şehadet eder misiniz bu adamın
Müslümanlığına? Borcu var mı? Alacağı var mı? İnsanlarla bir hukuku var mı? Yâni
buradaki insanların bu adamla bir sıkıntısı var mı? Küfrüne, şirkine, nifakına
bir delil, bir şehadet var mı? Bir diyeceğiniz var mı? Bu-nu baştan sormalıyız.
Hattâ Borçlu olan birinin cenaze namazını kılmayan Resûl-i Ekrem efendimizi
hatırlayalım da bunu baştan sormayı âdet edinelim elbette. Ya öyle borçlu
çıkarsa? O zaman oradakilerden birisi tekeffül eder ve iş
biter.
Evet,
demek ki insanların dostları da, düşmanları da olacak. Bakın hadislerinde Resûl
aleyhisselâm buyurur ki; “Kişi dostunun di-nindedir. Öyleyse sizden biriniz dost
edineceği kimseye dikkat etsin”
Kiminle
dost olduğunuza, kiminle dostluk kurduğunuza bir bakıverin, bir nezaret
ediverin.
Bu
“Halil” kelimesinden dolayı İbrahim aleyhisselâmı hatırlamamak mümkün değildir.
Halil mi önce İbrahim aleyhisselâm akla ge-lir. Kim halîl ittihaz edinmiş onu?
Allah. Allah’ın Halil ittihaz edindiği İb-rahim aleyhisselâmı düşüneceksiniz. O
zaman söyleyin, kendi kendinize söyleyin, hiç kimse yokken aynada kendi
kendinize bakarak söyleyin, utanmadan, başınıza önünüze eğmeyerek söyleyin,
mertçe söyleyin, hatanızı, yanlışınızı bilerek söyleyin, siz kimin dini
üzeresiniz? En çok sevdiğiniz, darıltmaya kıyamadığınız, ayrılığına
dayanamadığınız, üzerim diye titrediğiniz, tüm gayretinizi kendisini memnun
etmeye teksif ettiğiniz halîliniz, dostunuz kim sizin? Yâni Allah’ın peygamberi
bu manada size halil olmaya, dost olmaya yeterli değil miydi de başka dostlar
edindiniz? Bacanağınız, enişteniz, damadınız, amca oğlunuz, müşteriniz,
satıcınız, dost adam, can adam, baba adam dediğiniz insanlar mı? Dikkat edin,
bilesiniz ki siz onların dini üzeresiniz. Söyleyin, sizin dininizle onlarınki
aynı şeyler mi? Kim sizin halîliniz? Kimin dini üzeresiniz? Hakaret etmek için
din anlatılmayacağını biliyorum. Ama siz o dostunuz gibi namaz kılıyorsunuz
değil mi? O cami meraklısı olmadığı için siz de gitmemeye başladınız değil mi?
Yâni namazda bile öyle değil mi? Sadece namaz, abdest değil, biliyorsunuz din,
bir hayat programıdır. Peki siz giyim kuşam konusunda kime benziyorsunuz? Kim
gibi davranıyorsunuz? Kiminle berabersiniz? Ye-me içme konusunda kimi dost
edinmişsiniz? Veya kendinizin, çocuklarınızın, hanımlarınızın eğitimi konusunda
kimin peşi sıra gitmeye ça-lışıyorsunuz?
Yâni
eğer insanlar dostlarının, dost bildiklerinin dini üzereyse, eşya anlayışları,
kazanma harcama anlayışları, ihtiyaç anlayışı, dert ve sıkıntı anlayışı, şifa ve
arama anlayışı hepsi o dostunun mantığına göre olacaksa, peki o zaman siz kimi,
kimleri dost edindiniz? Kime benzemeye, kimi örnek almaya çalışıyorsunuz? Bir
bakıverin bakalım diyor efendimiz. Çünkü yarın bu konuda hesaba çekileceksiniz.
Hani; “arkadaşını söyle, sana senin kim olduğunu söyleyeyim” diye bir söz
vardır. Ben bu sözü buradan kaynaklanır anlamıyla kabul ediyorum. Öyle değil mi?
Yâni insanlar arkadaşları gibi değiller mi? Peki ama benzemiyorlarsa? O
namazsız, o ibadetsiz, o içkiden, o kumardan, o zinadan yanaysa o zaman neden
senin arkadaşındır o? Ha, dini duyurmaya müşteri kabul ettiğin, bu anlamda dost
bilip eğitmeye çalıştığın, kurtuluşunu kendine dert edindiğin birisiyse o zaman
ona diyeceğim yoktur. Elbette o güzel olacaktır.
İşte
bu konuyu İbrahim aleyhisselâm şahsında düşünüyoruz. İbrahim Allah’ın halîlidir.
İşte bizler de kendimize halîl ittihaz ettiklerimize dikkat etmek zorundayız.
Kimler çıktı dost olarak karşımıza? Ye-mekte cömert olanlar. Peki onlar bir gün
bu konuda cömertlikten vaz geçseler, siz de onları dost edinmekten vaz mı
geçeceksiniz? Yoksa ikramlarını mı seviyordunuz? Adamın çevresi çok geniş, ne
zaman işim düşse anında hallediveriyor diye mi seviyordunuz? O zaman de-mek
adamın kendini sevmiyorsunuz, çevresini seviyorsunuz.
Hani
öyle bir hikâye anlatılır. Bir beldede bir hapis hane müdürü varmış. Çarşıda,
pazarda dolaşırken, aman ağam, lütfen paşam, lütfen buyurmaz mıydınız, bir yemek
yeseydik? Acaba şunu hediye kabul buyurur muydunuz? Sen başkasın be müdürüm,
aslın da seninle iş ortağı olmaya, seninle iş kurmaya, seninle yola gitmeye,
seninle şunu şunu yapmaya can atardım gibi adama neler neler söylerlermiş. Adam
bıkmış usanmış, onlara bu durumu en güzel anlatmanın yolu diye kafa yormuş,
yöntem geliştirmiş. Bir gün kafası Allah bullak bir edayla, iki yanına bakmaz
bir tavırla dalgın ve üzgün yürüyormuş. Görenler sormuşlar; “aman efendim, aman
müdürüm ne bu hal?” O da; “sormayın be dostlar, işten attılar, çok kötü bir
durumdayım, ne yapacağımı bilmiyorum!” Ah, eyvah, tuh diyenler olmuş. Ama
arkasın-dan gelen cümleler daha enteresan. “Ah efendim, dün olsaydı, ah ne kadar
güzel olurdu? Bir adam arıyordum, ama daha dün buldum! Yâni iki gün önce olsaydı
tam size ihtiyacımız vardı, ama maalesef o şubeyi kapattım, imkân kalmadı” diye
insanlar ona ihtiyaçlarının olmadığını, zaten müdür değilsen bize yaramazsın
demeyi alnının ortasına vurmuşlar, ama o da; “peki siz bilirsiniz demiş ve
hayatına devam etmiş. Sakın bizim arkadaşlıklarımız da böyle
olmasın.
11-14. “Onlar birbirlerine yalnız
gösterilirler. Suçlu kimse o günün azabından kurtulmak için oğullarını,
ailesini, kardeşini, kendisini barındırmış olan sülâlesini ve yeryüzünde bulunan
herkesi fedâ etmek ve böylece kendisini kurtarmak
ister.”
O gün mücrim, âsi, günahkâr kişi, yani
cehennemi hak eden kişi isteyecek, temenni edecek. Ama dikkat ederseniz burada
“yeved-dü’l mücrimi” deniliyor. Yani bunu isteyen kişinin günahkâr olduğu anlatılıyor. Mücrim… Acaba biz miyiz ki?
Acaba biz mi anlatılıyoruz? İçimizde günahkâr olmayan var mı? Bakın burada kâfir
denmiyor da, günahkâr deniyor. Günahkârın cehennemden kurtulabilmek için
nelerini fedâ edeceği, nelerini fidye olarak vereceği anlatılıyor. Kur’an’ın
başka yerlerinde kâfir ve zâlimlerin de kendilerini cehennemden kurtarabilmek
için fidye verecekleri ama onların bu fidyelerinin kabul edilmeyeceği
anlatılır:
“Doğrusu inkâr edip, inkârcı olarak
ölenlerin hiç-birinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye vermiş olsa
bile, bu kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azap onlaradır, onların hiç
yardımcıları da yoktur.”
(Âl-i İmrân 91)
“Yeryüzünde onların hepsi ve bir misli
daha zâlimlerin olsa, kıyamet günündeki kötü azap için fidye verseler kabul
edilemez. Allah katından olanlara, hiç hesaplamadıkları şeyler
beliriverir.”
(Zümer 47 )
Yani insanlardan kâfir ve zâlimler tüm
mallarını ve mülklerini, ekonomik güçlerini fedâya hazır olacaklar, ya da sosyal
çevrelerini, eşlerini dostlarını fidye olarak verecekler ve diyecekler ki: “Aman
ya Rabbi! Dünya dolusu altınım da olsa fedâ olsun! Fidye olarak sana vereyim de
bu cehennemden beni kurtar!” Kendilerine “hayır!” denilecek. Dünya ve bir misli
daha kendilerinin olsa onu da verecekler ama bu fidyeleri kendilerinden kabul
edilmeyecek. Zaten öbür tarafta mal-mülk kimin ki? Neye sahip olabilecek ki bu
insanlar?
O günün, o kıyamet gününün dehşetinden
kurtulmak için mücrim, günahkâr kişi fedâ etmek isteyecek, fidye olarak vermek
isteyecek. “Fedâ olsun, yeter ki kurtulsun” diyecek. Neyi? Neyi feda edecek?
Neyini fidye olarak verecek? Oğlunu, kızını. Oğul bildiklerini, kız kabul
ettiklerini fedâ edecek, fidye olarak verecek. “Aman kızım, tatlım, aman oğlum,
tontonum” dediklerini. Bağrına bastıklarını, yâni bütün oğul ve kızlarını fidye
olarak verecek. “Al ya Rabbi, bunlar fedâ olsun, fidye olsun da beni cehennemden
kurtar” diyecek.
Başka? Sahibesini, karısını.
Kocaysa karısını, kadınsa kocasını fidye olarak verecek, fedâ edecek.
Başka? ¬ Kardeşini, erkek ve kız
kardeşini ya da tüm kardeşlerini, tüm kardeş bildiklerini, Roteryan kardeşliği
mi, yoksa mason kardeşliği mi neyse işte tüm kardeşlerini de fedâ edecek, fidye
olarak verecek.
Başka? ¬ Kavmini, ırkını, milletini,
cemaatını, hizbini, kliğini, grubunu. Yani içinde doğup büyüdüğü, içinde
hayatını kazandığı, içinde yürümesini, konuşmasını öğrendiği fasilesini, kavmini, kabilesini, toplumunu fedâ edecek.
Hattâ: Bütün insanlığı, bütün
insanları fedâya hazır olacak. Yeryüzünde ne kadar insan varsa hepsi cehenneme
gitsin, hepsi fedâ olsun, hepsi fidye olsun, yeter ki kendisi kurtulsun
isteyecek. Herkes cehenneme gitsin kendisi cennete gitsin isteyecek. Gerçekten
çok büyük bir gaddarlık ya! Biz buna mücrim mantığı diyoruz.
Hz. Ebu Bekir efendimize isnat
edilen bir yalan vardır ya, buradaki onun tam tersi. Ebu Bekir efendimiz “aman
ya Rabbi, beni o kadar büyüt, o kadar büyüt ki, benim vücudumu o kadar büyük
yarat ki, cehennemi sadece benim vücudum doldursun ve oraya gidecek başka insan
olmasın. Beni cehenneme koy ki, kimse cehenneme gel-mesin. Cehennemi yalnız ben
doldurayım da herkes cennete gitsin” demiş (!). Der mi böyle bir şeyi Ebu Bekir
efendimiz? Kesinlikle de-mez değil mi? Hz. Ebu Bekir efendimizin onu demediğine delil çokta, birkaç tanesini
söyleyeyim:
Yani hâşâ Ebu Bekir efendimiz şöyle mi
diyecekti: “Ya Rabbi ben Ebu Cehil’i çok seviyorum. Ben Hz. Mûsâ’ya kan kusturan
Firavunları çok seviyorum. Ben İbrahim’e (a.s) dünyasını zindan eden Nemrut’u
çok seviyorum. Veya ben Müslümanları bir kaşık suda boğ-mak isteyen, Seninle,
Senin dininle, Senin kitabınla, Senin sisteminle savaşa tutuşan yirminci asrın
kâfirlerini, ateistlerini, dinsizlerini çok seviyorum. Onların cehenneme
gitmesine vicdanım dayanmaz. Binaenaleyh sen cehennemini benimle doldur da
onların tamamı cennete gitsin” mi diyecekti Ebu Bekir efendimiz? Bunu mu
diyecekti hâşâ? Kitap-sünnet bilgisine sahip olan bir sahabenin böyle bir şey
söylemesi kesinlikle mümkün değildir. Ama vahdet-i vücutçular, Hümanistler,
kâfir de olsa, mü’min de olsa insanlara değer verenler, insanın Al-lah’la
birleşme teorisine îman edenler, ona bunu
dedirtivermişler.
Halbuki yaşasın kâfirler için cehennem!
Rabbimiz Kur’an-ı Ke-rîm’inde bu kadar âyetiyle “Allah’a inanmayan, Allah’ın
istediği biçimde bir hayat yaşamayanlar cehenneme gidecekler, ben cehennemi
boşuna yaratmadım” buyurduğu halde, nasıl olurda “ya Rabbi ben kullarına karşı
senden daha merhametliyim, hadi madem ki yaratmışsın, yakacaksan beni yak da
tatmin ol” mu diyecekti hâşâ? Yani Ebu Bekir efendimiz şunu mu diyecekti: “Ya
Rabbi, sen cehennem yaratmışsın, gereksizdi ama neyse boşa gitmesin! Hadi orada
ben yanayım da sen tatmin ol!” Hâşâ ve kellâ. Veya “sen benim kadar merhametli
değilsin, affedemezsin ben affedeyim onları” mı diyecekti? Veya Kur’an’da
cehennemden sığınmamızı emreden bu kadar âyeti gör-mezden gelerek kendisi için
cehennem mi isteyecekti Allah’tan? Bunlar çok saçma şeyler… Kâfirler için, kâfir
olarak öldüğü kesin olanlar için cennet istemek de saçmalık, kendisi için
cehennem istemek de saçmalıktır.
Yani Firavunlar, Nemrutlar, Ebu
Cehiller, Lût kavminin helâk olanları, Nuh'un karşısına dikilenler, İbrahim’i
ateşe atmaya çalışanlar, Kur’an’ı yok etmeye soyunanlar, şeriatın köküne dinamit
koymaya say edenler gitsinler cennete, ben onları seviyorum ve yanmalarına
vicdanım razı olmuyor, onların yerine cehennemi ben doldurayım. Bu-nu bir
Müslüman asla söylemez, mümkün değil düşünemez bile. Sadece bunu Müslüman dünya
planında düşünür, yaşarken düşünür, hayatın içinde düşünür. Yani en hain, en
zâlim, en kâfir bir adamın dirilmesi için gerekirse dünyada kendini fedâ eder
mü'min. Zaten şehit odur. Birilerinin dirilişi için kendini fedâ eden şehittir.
Yani hayattayken Ebu Cehil bile olsa, Nemrut bile olsa cehenneme gitmesine razı
olmaz mü'min. Gider ona uyarır, anlatır, uğraşır, didinir, çalışır, o-na
İslâm’ı, hakkı tebliğ eder. Peygamberler öyle değil miydi? Mûsâ’-nın (a.s)
çabası neydi? İbrahim’in (a.s) çırpınışı neydi? Rasulullah’ın titreyişi neydi
sanki? Adam dünyadayken onu cennete götürmek için çırpınır mü’min, ama adam
kâfir olarak geberip gitmişse artık yaşasın kâfirler için cehennem demek düşer,
başkası caiz değildir.
Buradaki mücriminki bundan çok
farklıdır. Bari böyle olsaydı ama adamın gaddarlığına bakın ki adam tek kendini
cehennemden kurtarıp cennete gidebilmek için fidye olarak oğlunu, kızını
gönderdi cehenneme, yetmedi karısını gönderdi, yetmedi kardeşlerini gönderdi,
sonra kavmini, kabilesini, cemaatini, grubunu, hizbini gönderdi, yetmedi,
“yeryüzündeki bütün insanlar cehenneme gitsin, herkes fedâ olsun da yeter ki ben
kurtulayım” diyor. “Herkes cehenneme gitsin ye-ter ki ben cennete gideyim.”
Mücrim mantığıdır bu. Dünyada da bunun,
bu mücrim mantığının örneklerini görüyoruz. Bakın ekonomik anlayışlara, herkes
batsın ben kalayım! Herkes iflas etsin, ben ayakta kalayım! Herkes kaybetsin ben
kazanayım! Herkes aç kalsın ben doyayım! Herkes, bütün insanlar batsın, bir tek
ben kalayım! Aynı mantık değil mi? Veya trafiğe bakın, herkes dursun ben
geçeyim! Herkes kalsın ben yol alayım! Meselâ adam duyuyor ki, şekere zam
gelecek, adamın iki tır şekeri varken, veya iki tır daha şeker alabilecek imkânı
varken, garibanın iki kilo şeker alabilme imkânına göz dikiyor onu da elinden
almak için iki kamyon daha alıyor. Ya! Bırak ucuz alsın adam! Sen zaten
alabilecek durumdasın! Yoo! Öyle değil, herkes dursun ben yürüyeyim! Herkes
ölsün ben yaşayayım! Herkes kaybetsin ben kazanayım! Herkes bitsin ben devam
edeyim! Herkes ölsün ben yaşayayım! Herkes cehenneme gitsin ben kurtulayım!
Dünyada da öyle diyordu adam. Ama ne dünyada faydasını görecek bu anlayışın, ne
de âhirette faydasını görecek.
Bakın böyle gaddarca bir mantıkla bütün
insanlık fedâ olsun da yeter ki o azaptan kurtulsam diyen ve her şeyini fedâ
etmek isteyen kişinin bu tavrını reddederek Rabbimiz buyurur
ki:
15-18. “Hayır, olamaz. Orada sırtını
çevirip yüz geri edeni, malını toplayıp kimseye hakkını vermeyene saklayanı
çağıran, deriyi soyup kavuran, alevli ateş
vardır.”
“Geç oradan! Mümkün değil! Durum sizin
bildiğiniz gibi, dü-şündüğünüz gibi değil!” Yani lafı o kadar ağızlarına tıkıyor
ki Rabbi-miz, sanki hiç de onların dediklerinden yana bir şey söylemiyor. Yani
be adam, nasıl fedâ edeceksin oğlunu, kızını? Zaten oğlun, kızın ken-di derdine
düşmüşler, zaten seni kurtaramayacaklardır onlar. Karın kendi başının çaresiyle
meşgul, zaten sana bir faydası olmayacak. İn-sanların cehenneme gitmesini
istemek bir cinâyettir. Yapma bu işi, vazgeç bu tavırlarından falan demiyor. Bu
sözün üzerinde hiç durmu-yor Allah. Ama korkunç bir cevap, müthiş bir cevap, her
şeyi bitiren, sesi soluğu kesen bir cevap.
Hayır hayır, o azgın bir ateş, azgın
bir ceza, her tarafı kaplayan, her tarafa ateşler gönderen şaşaalı, debdebeli
bir ateştir. Bir kı-raatte de “Nezzaaten li’ş-şeva” deniliyor.
Yani etrafı soyan, insanın etrafını, başın derisini soyan, insanı insanlıktan
çıkaran bir ateş. Ya da insansamış, insana susamış, insan yedikçe, insana azap
ettikçe çılgınlaşan, bir türlü doymayan bir ateş. İnsanı insanlıktan çıkaran bir
ateş. Bir de sinirleri yakan bir ateş denmiş. Etrafı yakan ne varsa, etrafında
yakalayıp yutan, kavuran bir ateş. Veya çok uzaktan müşterilerine alevlerini
göndererek hortumuna alan bir ateş. Zaten gözetleyip duruyor konuklarını,
üstelik aklı başında da. Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki, ne
yaptığını ne yapacağını, nereye gideceğini, nereye uzanacağını bilen bir ateş.
Bakın burada da anlatıldığına göre müşterilerini tanıyan bir
ateş:
Peki kimmiş bu ateşin müşterileri? Kimi
yalayıp yakacakmış bu ateş? Yani kimler gidecekmiş bu ateşe? Kimleri
çağıracakmış bu ateş?
Ted’u, o ateş çağıracak, dâvet edecek.
Kimi? Edbera yapanı. Dübür, ense, sırt demektir. Edbera yapmak da sırt dönmek,
ense dönmek demektir. Öyleyse o ateş sırt döneni, yüz çevireni çağıracak, dâvet
edecektir. Demek ki cehennemin ilk müşterileri sırt dönenler, yüz çevirenlermiş.
Îmandan, İslâm’dan, dinden, haktan, Kur’an’dan yüz çeviren, hakka karşı sırt
dönen, İslâm’dan kaçıp giden, Kur’an’a ensesini dönerek onunla ilgilenmeyen,
peygambere karşı sırt dönen, onunla ve sünnetiyle ilgilenmeyen kimseyi
çağıracaktır o ateş. Bir de:
Ayrıca bir de cem eden, toplayan,
yığan, biriktiren ve yığıp biriktirdiği şeylerin kendisini kurtaracağına inanan,
onlarla müstağnî olup onların kendisini kurtaracağını zanneden kişileri
çağıracaktır o ateş. Hümeze sûresinde de şöyle denir:
“Ki o mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça
sayandır.”
(Hümeze 2)
Evet bakın burada da deniliyor ki adam
mal toplayıp saymıştır. Buradaki toplama, biriktirme ve sayma işini şöyle
anlamaya çalışıyoruz. Adam toplama adına, yığma adına mal toplamış onu saymış ve
Allah yolunda harcamamıştır. Veya işi gücü mal toplamak olduğu için, gece gündüz
toplamayı düşündüğü için, bu mal toplama düşüncesi onu meşgul ettiği için,
Allah’ın kendisinden istediği diğer kulluk birimlerini düşünecek zamanı
kalmamıştır. Malı-mülkü, mal toplama işini zikir haline getirdiği için başka
şeyler yapmaya imkânı kalmamıştır. Yani mal toplamak, yığmak ve saymak onun
zikri, fikri ve virdi olmuştur. Aklını fikrini bu işe öyle bir takmış ki, ölümü,
âhireti, hesabı, kitabı onun kadar düşünemez hale gelmiştir.
Veya gündüz mal toplamış, gece de
onu saymıştır. Gecesini de, gündüzünü de bu işe tahsis etmiştir. Veya gelecek
için, istikbal endişesiyle sürekli mal peşinde koşmuş ama istikbalini garanti
altına alma adına, Allah için onu Allah yolunda harcamayıp tutmuştur. Yani malın
hakkı ve hukukuyla değil de, adediyle meşgul olmuştur. Malının sayısını,
miktarını muhafaza etmiştir ama ona ilişkin Allah’ın emirlerini zayî etmiştir.
Veya malıyla insanların
gündemlerine girmeyi planlamıştır. Servet yönünden şehrin bir numaralı adamı
olayım da insanlar sofralarında hep beni konuşsunlar, beni ve malımı sayıp
döksünler istemiştir. Veya malıyla sayılmak istemiştir. Yani ölümünden sonra da
malıyla, mülküyle namının şöhretinin sürmesini istemiştir.
Hümeze sûresi de böyle diyordu. Bakın
burada da deniyor ki mal toplayıp yığan kişi. Yani cem eden, toplayan,
biriktiren, yığan, ke-nara koyan, üst üste yığan, bina diye yığan, para diye
yığan, araba, apolet, diploma, derece diye yığan, yığdıkça yığan kişi. Bu yığma
işini bir de şöyle anlıyoruz: Yani hayatını, enerjisini, sa’yini mala
dönüştüren, mal olarak temerküz ettiren, sonra onu, o malı devrederek paraya
dönüştüren, onu tekrar mala dönüştüren ve bir araya yığan. Dükkanında mı, yoksa
çömleklerinin içinde mi, yastıklarında mı, yatağının altında mı, kasasında,
kesesinde mi, yoksa bankasında mı? İşte böyle yığdıkça yığıp onu Allah yolunda
harcamayan kimseleri cehennem çağıracakmış. Allah korusun cehennemin, ateşin ilk
müşterileri işte bunlarmış.
Eyvah! Halbuki bizler bugüne kadar
zannediyorduk ki sadece Allah’ı inkâr edenleri çağıracak o ateş. Veya melek yok
diyenleri, insan maymundan geldi diyenleri, “insan kardeşiyle evlenmez miymiş?
Ne varmış bunda?” diyenleri, gece-gündüz içki içenleri, zina edenleri çağıracak
zannediyorduk. Bugüne kadar bize anlatılan din öyleydi. Ama maalesef Meâric’siz
bir dinmiş bize anlatılanlar. Meğer Meâric’-siz bir din tanımışız bugüne kadar.
Bakın Meâric hiç de öyle demiyor. Meâric’e göre, Allah’ın âyetine göre kimi
çağıracakmış cehennem ateşi? İlk müşterisi kimmiş cehennemin? ´|Å7«Y«#«:
«h«"²(Ï! ²w«8 ~Y2²G«# Edbera yapanları, sırt çevirenleri, ilgi kurmayanları,
Kur’an’la, vahiyle ilgisizleri, Allah ve Resûlü’ne küsmüşleri, Allah ve
Resûlü’yle dübürleşmişleri.
Rabbimiz Kur’an’da, Nâziat sûresinde bu
edbera kelimesini, böyle yan çizme, sırt çevirme, ilgisiz kalma ifadesini
Firavun için de kullanır:
20-23. “Bunun üzerine Mûsâ ona en büyük
mûcizeyi gösterdi. Ama Firavun yalanladı ve başkaldırdı. Sonra edbera yapıp
yürüdü.”
Burada da, “Allah’ın elçisinin
gösterdiği yüce âyetler karşısında edbera yaptı” deniliyor. Yani Allah’ın elçisi
Hz. Mûsâ Firavun’a bü-yük büyük mûcizeler, büyük büyük âyetler gösterdi. Yani ona Allah’ın yüce âyetlerini gösterdi.
Mûsâ (a.s) ona Allah’ın âyetlerini gösterdi de Firavun yalanladı, karşı geldi.
Sonra Edbera yaptı, sırtını, ensesini, arkasını döndü, peygamberle ve
peygamberin getirdiği mesajla ilgilenmedi. İlgisini çekmedi peygamber. İlgisini
çekmedi peygamberin getirdiği mesaj. Beğenmedi, sırtını döndü ve sa’ye başladı.
Hz. Mûsâ-nın getirdiklerini iptal edebilmek, durdurabilmek, yok edebilmek için
var gücüyle, yoğun bir çalışma içine girdi. Sa’ye başladı. Sonra da tüm
avenesini, tüm adamlarını, danışmanlarını, müdürlerini, genel müdürlerini, basın
mensuplarını topladı ve onlara şöyle bağırdı: “Sizin en yüce Rabbiniz benim!”
Dikkat ediyor musunuz ifadeye? Firavun
edbera yaptı diyor Al-lah. Öyleyse edbera yapmak, kendisine sunulan vahiyle ilgi
kurmamak, vahye ve vahyin sunucusuna kulak vermemek, dinlememek, il-gilenmemek,
yani onun icabını yapmamak, gereğiyle amel etmemek demektir. Kendisine Allah’ın
âyetlerini gösteren Hz. Mûsâ’ya karşı sır-tını dönüverdi, onunla ilgilenmedi,
ona ve getirdiklerine değer vermedi.
Peki şu anda vahye karşı bizim
yaptığımız ne? Allah için bir düşünüp anlamaya çalışalım. Şu anda biz ne
yapıyoruz peygambere? Acaba şu anda bizler de vahye karşı edbera yapmıyor muyuz?
Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün sünnetine karşı sırt çevirmiyor muyuz?
Âkıl-bâliğ olduğumuz günden beri Allah’ın Resûlü hadis kitaplarının arasında
bizi bekliyor. “Acaba gelip bir de benim hatırımı soracaklar mı? Acaba
problemlerini bir kere de gelip bana arz edecekler mi? Başkalarına sordukları
kadar, basına sordukları kadar, şeytan vahyi televizyonlara sordukları kadar
acaba bir kerecik te gelip bana soracaklar mı? İnsanlara yöneldikleri kadar,
siyasi liderlerine, efendilerine, şeyhlerine, yazarlara, çizerlere yöneldikleri
kadar acaba bir kerecik de bana yönelecekler mi?” diye Allah’ın Resûlü bizi
bekleyip dururken, acaba şu anda tıpkı Firavun gibi Allah’ın elçisiyle
ilgilenmeyenlerden, ona sırt çevirenlerden miyiz? Allah için bunu ciddi ciddi
bir düşünelim. Acaba Kur’an’a sırtını dönen, onunla gece gündüz
ilgilenmeyenlerden miyiz? Allah için bir düşünelim. Acaba şu anda bizler de
Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün hayatına Firavunluk mu
yapıyoruz?
Unutmayalım ki, “ben Firavun değilim”
demek kolay bir iş. Ama yaptığımız iş Firavun’un işi değil, demek gerçekten çok
zor bir iştir değil mi? Ben Firavun değilim demek kolaydır ama benim amelim,
benim eylemim, benim tavrım, benim vahiyle diyalogum Firavununki gibi değildir
demek çok zordur. Biz Firavun değiliz, biz Mûsâ’yı inkâr etmiyoruz, biz
Muhammed’i (a.s) inkâr etmiyoruz ama, yaptığımız iş Firavun’un işine benziyorsa,
o zaman çok ciddi düşünmek ve titremek zorundayız.
Demek ki cehennemin ateşi kimi
çağıracakmış? Yüz çevirip ilgisiz olanı. Sırt dönüp alâka kurmayanı. Casiye ile
mi? Ahkâf’la mı? Meâric’le mi? Bakara’ya, Âl-i İmrân’a, Nisâya mı? Kitabı,
Rasûlullah’ı mı daha çok gündeminize alıyorsunuz, yoksa başkalarını mı? Veya
yemeğe ilginiz kadar, çaya meyliniz kadar, cadde isimleri kadar, artist isimleri
kadar, siyasal liderler, plaka numaraları kadar da mı ilgilenmi-yoruz vahiyle?
Öyleyse Allah aşkına bu âyetler çerçevesinde kendimizi bir sorgulayalım. Ya
burada anlatılan bensem? Ya bu edbera ya-pan bensem? Ya burada Rabbinizin
anlattığı ateşin ilk müşterisi bensem? Ya kendi kendimi kandırmaya çalışıyorsam?
Ya beni de çağırır-sa o ateş? Ya bizi de çağırırsa? demek ve ciddi ciddi
düşünmek ve çareler aramak zorundayız.
Bir de tevella yapanlar yani
kendilerine Allah’tan başka veliler arayanlar, Allah’tan başka velîler aramaya
çıkanlar. Velâyetlerini Allah’tan başkalarına verenler. Vahyi terk edip, vahiyle
ilgisini, alâkasını keserek kendi dünyasına dönenler. İslâm’dan, kulluktan,
vahiyden sırt dönüp kendi bildiğince bir hayat yaşayanlar. Allah’ın hayat
programına arkasını dönüp kendi keyiflerince bir hayat yaşamaya yönelenler.
Kitap ve sünneti terk edip kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat
yaşamaya yönelenler. İşte cehennem ateşinin çağıracağı ikinci müşteriler de
bunlardır.
Bunlar da öyle ama ikinci bölüm, Allah
korusun bizi biraz daha yakından ilgilendiriyor değil mi?
Toplayanlar, biriktirenler. İp
toplayanlar, çöp toplayanlar, sap toplayanlar, adres koleksiyonu yapanlar,
telefon koleksiyonu, eşya koleksiyonu yapanlar. Araf’ta Rabbimiz şöyle
buyurur:
“Topluluğunuz, topladığınız mal ve
büyüklük taslamalarınız size fayda vermedi.”
(Araf 48)
Kıyamet günü mü’minler o
topladıkça toplayanlara, biriktiren-lere diyecekler ki: “Hani ne haber? Ne oldu
size? Topladıklarınız, kibirlendikleriniz, müstekbirleştikleriniz size bir fayda
sağlamadı. Gururlarınız, kibirleriniz bir işe yaramadı. Topladıklarınız sizi
kurtaramadı. Sahip olduklarınız sizi müstağnî kılmadı.”
Ne toplamışlardı bunlar dünyada? Makam
toplamışlardı, koltuk toplamışlardı, rütbe, dost, avene toplamışlardı. Ev,
araba, arsa toplamışlardı. Mark, dolar, riyal toplamışlardı. Altın, gümüş
toplamışlardı. Sevgiler, saygılar toplamışlardı. A.B.D seviyordu onları, A.E.T
seviyordu onları, I.M.F seviyordu. Nefretler, buğzlar, kinler toplamışlardı.
Sanatkar resimleri, maç skorları, film starları toplamışlardı. Sanat eserlerinin
fotoğraflarını toplamışlardı. Bu Edirne Selimiye’nin el misâli göğe açılan
minareleri, bu Aksaray’daki filan caminin eşsiz kubbesi, bu Denizli’deki Ak
Han’ın abanoz mihrabı... Topladınız, biriktirdiniz, koleksiyonlar yaptınız.
Kafaya yığınlarla bilgiler
topladınız. İşte A kare, B kare, C kare, kurbağanın barsağı, Fujiyama yanardağı,
Everest tepesinin yüksekliği, filan ülkenin nehirleri, filan nehrin debisi,
rejimi, filan ülkenin iklimi veya işte filan şehrin plaka numarası, falan
sanatçının öz geçmişi, daha neler neler topladınız… Ama hani bu topladıklarınız
bir işe yaramadı ve sizi kurtarmadı diyecekler.
Hani dünyada mallarınız, makamlarınız
vardı ve bu mallarınız, makamlarınız sayesinde dünyada beceremeyeceğiniz, elde
edemeyeceğiniz hiçbir şey yoktu. İmkânlarınız güçleriniz sayesinde dünyada
olmazı oldurabileceğizini zannediyordunuz. Herkes sizin önünüzde diz çöküyor,
boyun büküyordu. En açılmaz kapılar sizin önünüzde açılıyor, en zor işler bile
sizin önünüzde kolaylaşıyordu. Mallarınız, makamlarınız sayesinde
ulaşamayacağınız hiçbir şey yoktu. İşte sizler dünyadaki bu konumlarınıza
aldandınız da bu güçlerinizin öbür tarafta da sizi kurtaracağını zannettiniz. Bu
dünyada her şeyi halleden bizler, öbür tarafta da elbette bir çaresine bakarız,
dediniz. Hani o mallarınız, makamlarınız, güçleriniz, saltanatlarınız ne işe
yaradı? Cehennem azabından en küçük bir şey defedebildi
mi?
Kur’an’ın başka yerlerinden biliyoruz
ki, bu adamlar itiraf edecekler. Hayır hayır, paralarımız ve mülklerimiz bize
hiçbir şey sağlamadı, diyecekler. Gücümüz, kuvvetimiz de yok oldu. Eşimiz
dostumuz da bizi terk etti, hiçbirisinden en ufak bir yardım göremedik,
diyecekler.
Allah korusun da, ya yarın bu
topladıklarınız bir şey sağlamadığı gibi üstelik bir de cehennem ateşine
paratoner olacaksa. Yani bizim bu toplayıp yığdıklarımızdan dolayı cehennem
ateşi bizi görecek, tanıyacaksa. “Haa! Burada da bir yığıntı var, burada da bir
kalabalık var, bu da benim müşterim!” diyecek ve yığdıklarımız yüzünden ateş
bizi tanıyacaksa, o zaman çok ciddi düşünmek zorundayız.
Toplasa ama bari bu topladıklarını
hakka harcasa neyse. Ama adamlar yığmak adına, biriktirmek, hava atmak, övülmek,
evini, arabasını artırmak, sofrasını biraz daha zenginleştirmek, arabasının
modelini biraz daha yenilemek, evinin tefrişini, ihtiyaç maddelerini değiştirmek
adına topluyor ve seviyor.
Hani birinin mezar taşına
yazmışlar:
“Zavallı! Hayatı boyunca hep toplar ve
çarpardı. Bölmeyi ve çı-karmayı hiç bilmezdi. Ölünce vereseleri onu da
hallediverdiler” diye.
Bundan sonra gerek mal konusunda
gerekse başka konularda insanın karakteristik bir özelliğinden söz edecek
Rabbimiz. Bakın şöy-le buyuruyor:
19-21. “İnsan gerçekten pek huysuz
yaratılmıştır. Başına bir fenalık gelince feryat eder, bir iyiliğe uğrarsa onu herkesten men
eder.”
İnsanın yapısal bir özelliği, karakteri
şudur: Muhakkak ki o he-luan yaratılmıştır. Yani şu aşağıda tanıtıldığı gibi
helu yaratılmıştır in-sandır. Ne o?
Helu kelimesinin birkaç manası üzerinde
durulmuştur. Gerçi Allah söylüyor bunun ne demek olduğunu da, müfessirler de
şunları söylemişlerdir. Rabbimizin dediğini söyleyelim:
İnsan helu yaratılmıştır, çünkü onun
başına bir şer, bir musîbet, istemediği bir şey gelse, meselâ bir fakirlik veya
bir hastalık gelse, beğenmediği bir soru gelse pek sabırsızdır, feryadı, figanı
basıverir, ciyak ciyak ötmeye, saçını başını yolmaya başlayıverir. Ne yaptığını
bilmez, hesabı kitabı şaşırıverir, abuk-sabuk konuşmaya, isyan etmeye
başlayıverir. Çok sabırsızdır, çok dayanıksızdır insan. Ama Allah ona bir hayır
verse, bolca bir mal verse, istediği, sevdiği cinsten sorular gönderiverse bu
sefer de men ediverir. Cimrilik yapıverir. San-ki bütün bunları kendisine Allah
vermemiş de kendisi bulmuş gibi, kendisi elde etmiş gibi menederek Allah’ın
hakkını da vermez, toplumun hakkını da vermez, kendi hakkını da vermez, çoluk
çocuğun hakkını da vermez. İşte helunun manası budur. Bu kelimeyle alâkalı
müfessirlerin söyledikleri şöyledir:
1- Haris demektir. İnsan çok hırslı,
çok haris yaratılmıştır. Bu özellik onun mayasında vardır. Her şeyin kendisine
ait olmasından, her şeyin kendisine yönelik olmasından, her şeyin kendisine
helâl ol-masından yanadır. Her şey onun için olsun, her şey ona hizmet etsin
ister.
2- Cimri demektir. İnsan cimri
yaratılmıştır. Vermekten korkar, infaktan, ikramdan korkar. Fakir düşme endişesi
içindedir.
3- Düşkün, aç gözlü demektir. Mala, mülke düşkündür. Üç yü-ze doyarken,
beş yüze doymaz. Beş yüze doyarken bine doymaz, do-yumsuzdur. Sun’î ihtiyaçlar
oluşturarak kendi kendini şartlandırmaya çalışır. İnsanların ellerindekilerinin
tamamını kendisinin olsa, tüm dün-yayı alsa bile yine de doymaz. Öyle değil mi?
Ekonomik gücünüz geçen yıla oranla bu yıl en az iki-üç misli arttı ama, siz yine
de köleliğinize devam ediyorsunuz değil mi? Malınız arttıkça aynı oranda
köleliğiniz de artıyor. Bir türlü doymuyorsunuz, doyamayacaksınız da bu
gi-dişle. Başka değil, ancak gözlerinizi toprak doyuracak.
Bakıyoruz ki bugün Müslümanların
hayatında belli bir hedef, belli bir durak yoktur. Durulacak bir hudut, bir
sınır yoktur. Halbuki Müslümanın hareketlerinde bir sınır, bir hudut olmalıdır.
Allah ve Resûlü böyle istemektedir. Meselâ yeme içmede bir sınır vardır. Karın
doyuncaya kadar yenir, ihtiyaç kadar içilir. İhtiyaç kadar kazanılır ve
karşıdakine ihtiyacı kadar verilir. Zengin olunca o da vermeye başlar.
Giyininceye kadar giyinilir ve karşıdaki giyininceye kadar giydirilir. Ab-dest
alınıncaya kadar su kullanılır. İslâm’da davranışlarımızın tümünde bir sınır,
bir hudut vardır.
4- Canı sıkkın, rahatsız, sıkıntılı,
huzursuz demektir.
5- Çok şiddetli sabırsız manasına
gelir.
İşte insan böyledir, böyle
yaratılmıştır, yaratılış olarak insan böyledir ama namaz kılanlar müstesna,
namazcılar bunun dışındadır diye gerçek namazcıların anlatıldığı bir bölüme
geldik.
Gerçekten kimlerin namazcılar olduğunu,
kimlerin kıldıkları na-maza namaz deneceğini, namaz kılanların kimler olduğunu,
ve nama-zın ne olduğunu Kur’an-ı Kerîm’de en güzel anlatan bir bölüme geldik. Bu
bölümde gerçek namazcıları tanıyacağız. Kendimizin namazcılardan olup
olmadığımızı, ya da bizim namazlara namaz denilip denilmeyeceğini çok iyi
anlamaya çalışalım.
Bu bölümün anlaşılabilmesi için aynı
konunun anlatıldığı Mü'-minun sûresinin başına bir göz atmak
zorundayız.
“Mü'minler saadete
ermişlerdir.”
(Mü’minûn
1)
Mü’minler felah buldular, felaha
erdiler, kurtuluşa erdiler, yani cenneti hak ettiler. Şu aşağıda özellikleri
sayılacak olanlar, şu özellik sahipleri cehennemden kurtuldular ve cenneti
kazandılar. Anlıyoruz ki adam mü’min oluverince, ben mü’minim deyiverince
cenneti hak ede-miyor. Bu sözü cennet kazanmasına yetmiyor da şu özellikleri
taşırsa cenneti hak ediyor. Peki neymiş o özellikler?
Birincisi:
“Onlar namazda huşû
içindedirler.”
(Mü’minûn
2)
Onlar namazlarında huşûcudurlar. Huşû
sahibidirler onlar. Başka?
“Onlar boş şeylerden yüz
çevirirler.”
(Mü’minûn
3)
Bir de onlar boş şeylerden, ne
dinlerini, ne de dünyalarını ilgilendirmeyen lağviyyattan, lüzumsuzluklardan
iraz eder, yüz çevirirler. Başka?
“Onlar zekât
verirler.”
(Mü’minûn
4)
Bir de onlar zekâtlarını icra ederler,
yaparlar, verirler.
“Onlar, eşleri ve câriyeleri dışında,
mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar
yerilemezler.”
(Mü’minûn
5,6)
Sonra onlar ferçlerine, namuslarına,
iffetlerine muhafızdırlar. Kendilerinin, hanımlarının, oğul ve kızlarının
namuslarına muhafızdırlar. Ancak onlar hanımlarına, köle ve câriyelerine karşı
kesinlikle kınanmazlar. Yani yabancı bir kadının saçının teline bile değmekten,
gözüne bile bakmaktan sakınırlar da, kendi hanımları ve câriyeleri ko-nusunda
serbest hareket eder, kınanmazlar.
“Bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar
aşırı gi-denlerdir.”
(Mü’minûn
7)
Ama mü’min olmakla beraber kim de
hanımları ve de câriyelerinin ötesine aşarsa o zaman haddi aşkındır
onlar.
“Onlar emanetlerini ve sözlerini yerine
getirirler. Namazlarına riâyet ederler.
İşte onlar, temelli kalacakları Firdevs cennetine varis
olanlardır.”
(Mü’minûn
8,11)
İşte böyle olanlar, böyle
yaşayanlar, bu özelliklere sahip olanlar kurtulmuştur; cennete gitmeyi hak
edenler işte bunlardır. Onlar, içlerinde ebedîyen kalacakları Firdevs
cennetlerine varis olacaklardır.
Bakın burada da Rabbimiz gerçek
namazcıları anlatıyor. İnsanlar şöyle şöyle yaratılmıştır, buyurduktan sonra
Rabbimiz, “ama namaz kılanlar müstesna” buyurarak namaz kılanların kimliğini
ortaya koyuyor:
22-28. “Ancak namaz kılıp namazlarında
devamlı olanlar, mallarında yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza
gününü doğrulayanlar, Rabblerinin azabından korkanlar böyle değildir. Çünkü
Rabblerinin azabından emin olunmaz.”
Biraz önce anlatılanlardan namazcılar
müstesnadır. “Namazcılar bunun dışındadır” buyurarak Rabbimiz namazın
şartlarını, namazcıların sıfatlarını anlatmaya başlıyor. Peki neymiş namazın
şartları? Ya da namazcı olmanın şartları neymiş? Yani hangi namaza namaz denir?
Ya da kimlere namazcı denir? Bugüne kadar öğrendiğimiz na-mazda temel rükünler, temel şartlar vardı
değil mi? Çocukluğumuzdan bu yana namaz için belli şartlardan bahsediyorlardı.
Meselâ bunlardan birisi abdestti. Yani abdesti yoksa adamın, namazı da yoktu.
Veya yine namazın şartlarından birisi de rükû idi. Adam rüku etmemişse namaz
denmezdi ona. Veya kıbleye dönmemişse namaz değildi o. Setr’ul avret yapmamışsa
namaz kılıyor denmezdi ona. Yani namazın içinden ve dışından olmak üzere bazı
şartlarından söz ediliyordu ve bu şartları yerine getirmeyen bir adamın kıldığı
namaza namaz gözüyle bakılmıyordu.
Ama bakın bu sûreye göre namaz kılan adamın taşıması gereken bunlardan
başka özellikler, bunlardan başka şartlar da olacaktır. Meselâ nasıl ki şortla,
külotla namaz kılan bir adama, bu adam ne yapıyor ya? Şortla namaz mı kılınır?
diyebiliyorduk ya, işte bu sûrede de namaz kılan insanların taşıması gereken
bazı özellikler var ki, onlar olmadan sanki onlar namaz kılmıyorlar. Onların
kıldıkları namaza namaz denmeyeceği gibi, o insanlara namazcı da denmeyecektir.
Meselâ abdestsiz bir adam bütün ta’dil-i erkanına riâyet ederek namaz kılmış
olsa da, sonunda bu namaza namaz denmiyorsa, veya kıbleye dönmemişse, veya
setr’ul avret yoksa, onun bu hareketleri nasıl ki namazının namazlığına
yetmiyorsa, bu sûrede de anlatılan namazcıda bulunması gereken özellikler yoksa,
o namazcıya namazcı demek de, o namaza namaz demek de mümkün olmayacaktır Allah
korusun.
Biraz önce mü'minlerin vasıfları sayıldı. Ne dedi Rabbimiz? Dedi ki:
“Onlar emanete riâyet ederler.” Peki şimdi bir adam emanete riâyet etmeden olur
mu? Bu özelliği üzerinde taşımadan mü’min olunur mu? Mü'minliği eksiktir bu
adamın değil mi? İşte bakın burada da namazcıların özellikleri sayılacak. Bu
özellikleri bulunmayan insanların namazlarına da namaz denmeyecek ve bu adamlara
da namaz kı-lıyor, namazcı denemeyecektir. Ama namaz kılan kişi şu vasıfları
taşı-yorsa namazı namaz olacaktır, kendisine de namazcı denebilecektir. Peki
nedir bunlar? Önce burada olmayan, önceden bildiklerimizi bir
sayalım.
Kişi namazda kıraat etmelidir ve bu
kıraatini kıyamda gerçekleştirmelidir. Hadesten ve necasetten taharet
yapmalıdır. Yani maddî ve manevî pisliklerden kendini ve ortamı temiz
tutmalıdır, çünkü kıyam alanını, hareket alanını temizlemelidir. Kıbleyi, hedefi
iyi belirlemeli, rasgele kıyama kalkmamalı, kıbleyi tespit edilmelidir. Setr’ul
av-ret yapılmalı, teçhizatlı olunmalı, plan-program olmalı, hazırlıklı
olunmalıdır. Zira çırılçıplak, eli boş kıyama kalkılmamalıdır. Bunları
biliyoruz.
Bunun dışında neler varmış? Namazcının namazına namaz di-yebilmek için
başka nelere sahip olması gerekirmiş? İşte bakın Rab-bimiz onları saymaya
başlıyor.
“Namaza devamlıdır bunlar.” Namaza
daimûndurlar. Sürekli namaz kılarlar. Sabah, akşam, öğle, ikindi, yatsı sürekli
namaz kılarlar. Yani günün her saati, zamanın her birimi namaz kılarlar değil,
da-imûndan kasıt hep namaz, ama hayatın tümünde namaz değil. Dai-mûnun iki
manası vardır:
1- Hayatın yapı taşlarını, zamanın odak
noktalarını namaz be-lirleyecektir ki, işte o zaman namaz konusunda daimûn
gerçekleşmiş olacaktır. Yani hayatın, programın, hayat programının değişmez
birimleri namaz olacaktır. Hayat namaza göre ayarlanacak, namaza göre hayat
programı ayarlanacak, böyle olunca kişi zaten sürekli namaz kılmış olacak,
sürekli namazla beraber olacaktır. Peki acaba şu anda bizim hayatımız öyle mi?
Yani şu anda bizim namazlarımız hayata etkin bir namaz mı? Programı belirleyen
namaz mı? Hayatın o-dak noktası, programın mihveri namaz mı? Yoksa hayatımızda
aslında namaza yer yok da, biz onu hayat programının arasına sıkıştırılmış bir
namaz olarak mı kılıyoruz? Yani programın boşluklarından is-tifadeyle mi namazı
kılmaya çalışıyoruz?
Sanki şöyle gibi: “Kardeş çarşıya mı gideceksin?” Adam, “evet” diyor.
“Madem ki gidiyorsun, o zaman şu paketi de bir zahmet fi-lan dükkana bırakıver
veya posta haneden atıver!” diyoruz. Adam gi-diyor, o dükkan bu dükkan derken,
şu iş bu iş derken aklına bizim pa-ket geliyor, rahatsız oluyor ve: “Dur yahu,
şunu da atıvereyim” diyor ve posta haneden atıveriyor. Yani onu alıyor, atıyor,
onunla ilgisi kalkıyor. Adamın tüm işi o paketi atmak değil. Bunun için çarşıya
da çık-mıyor, çıkmışken atıveriyor o kadar. Namazı da sanki biz böyle araya
sıkıştırıyor, sokuşturuyoruz. Aslında hayat programımız da ona yer yok. Hayat
programının içinde namaza yer yok da, programın arasına sıkıştırıveriyoruz
namazı.
Bakın hayatınıza? Gerçekten
namaza yer var mı, yok mu? Hayatımız namaza göre şekillenmiyor bizim. Hayat
programımız namaza göre ayarlanmıyor. Öyle değil mi? Ne randevularımız namaza
göredir, ne programımız, planımız, ne dersimiz, ne teneffüsümüz, ne işimiz,
aşımız namaza göredir. Bir bakın hayatımıza. Tam namaz vak-tinde ders koymuştur
adam. Tam namaz vaktinde mesai başlamakta-dır, tam namaz vaktinde ders zili
çalmakta, tam Cuma selâları verilirken eğitim içtiması başlamaktadır. Yani hayat
programının tespitinde namaz etkili değildir. Programın odak noktası namaz
değildir. Halbuki Nasıl olacaktı? Namaz hayatın mihveri, hayatın merkezi
olacaktı. Yani namaz programın odak noktası olacaktı. Namaz hayat programına
göre değil de, hayat programı namaza göre ayarlanacaktı. Namaz hayat programının
boşluklarına sıkıştırılmayacaktı da program namaz vakitlerinin boşluklarına göre
ayarlanacaktı. Yani namaz hayata etkili olacaktı ve işte böylece mü’minlerin
hayatında namaza daimun gerçekleşecek, devamlı namazla bir birliktelik
olacaktı.
Öyle bir namaz ki hayata hakim, öyle
bir hayat ki namaza özdeş… Hayatla namaz özdeşleşmiş. Hayat namazdan ayrı değil,
namaz da hayattan kopuk değil.
Eğer bir kimsenin namazıyla hayatı
doğru orantılıysa, namazı düzeldikçe hayatı düzeliyor, hayatı düzeldikçe de
namazı güzelleşiyorsa, işte o kişinin hayatında namaza daimun gerçekleşmiş
demektir. Yani o kimse namazı ayağa kaldırmış, ya da o kimse dininin direğini
dikmiş demektir. O kimsenin namazı kendisi için nûr olan, ışık o-lan, yolunu
aydınlatan bir namaz demektir. Onun namazı rükulu ve secdeli bir namaz demektir.
Namazın onun ekonomisine, ticaretine, kılık-kıyafetine, alışverişine, işine,
aşına, karısına, kızına, mesleğine, meşrebine karışabiliyorsa, yani kişinin tüm
hayatına namaz imzasını atıyorsa, işte o kimse rükulu ve secdeli bir namaz
kılıyor demektir. O kişinin namazı tüm bu saydığım konuların düzenlenmesi
konusunda ona yol gösteriyor demektir. Değilse hayatına karışamayan bir namaz,
kılık-kıyafetine, hukukuna, eğitimine, kazanmasına, harcamasına,
okumasına-yazmasına karışmayan bir namaz, rükusuz ve secdesiz, ışıksız, işte
ehl-i kitabın namazı gibi bir namaz olacaktır, Allah
ko-rusun.
Allah için düşünelim, acaba bizim
namazlarımız Rasulullah Efendimizin ve onun mübârek ashabının namazlarının
onların hayatında gerçekleştirdiği fonksiyonu icra ediyor mu? Acaba gerçekten
bizde bu fonksiyonu icra ediyor mu namaz? Sahabenin hayatını onların namazları
ikame ediyordu, bizim hayatımızı da bizim namazımız ikame ediyor. İşte onların
hayatı, işte bizim hayatımız. Bizim hayatımızla onların hayatı ne kadar
farklıysa, o halde bizim namazlarımızla onların namazları da o kadar farklıdır.
Çünkü onlar namazda Allah’tan mesaj alıyor, ışık, nûr, işaret, program alıyor ve
hayatlarını bu mesajla, bu programla düzenliyorlardı. Şimdi namazdan da, o
namazda aldıkları mesajdan da gafil adamlar da, namaz kıldık zannediyorlar veya
namazı bir hareket zannediyorlar.
Namazı kılınca tamam
zannediyorlar. Namaz bitti, namazı kıldık, Müslümanlık tamam zannediyorlar.
Namazla din kurtarma çabasına giriyorlar. Halbuki Kur’an’da, dinde, İslâm’da
böyle hiçbir şeye karışmayan, mücerret kendi başına bir namaz yok. Hiçbir şeye
karış-mayan, hiçbir fonksiyonu olmayan bir namazdan söz edilmez İslâm’-da. Yani
Allah korusun da şu kıldığımız namazların, görünüşte hiçbir fonksiyonu yok gibi
değil mi? Bu kıldığımız namazların hayatımıza hiç etkisi, yol gösterisi, ışık
tutması yok gibi değil mi? Sanki bizim hayatı-mızda namaz öncemizle namaz
sonramız hiç değişmiyor değil mi?
Burada bizden istenen namaza devamı,
namaz konusunda daimundan olmayı şöyle anlamaya çalışıyoruz. Namazı zaman içine
yayarak kılmak şeklinde anlıyoruz. Meselâ öğle namazını ele alalım. Adamın iş
kargaşası, müşterisi, alması, vermesi gibi sıkıntılarının ara-sında öğle vakti
oluverdiği dönem, güneş tepeye yükseldiği dönem, kişi hemen vaktin girmek üzere
olduğunu anlar anlamaz gidip bir ab-dest alacak. İşte namaz için abdest almaya
yöneldiği o andan itibaren, o kişinin hayatında namaz başlamış demektir.
Abdestini alacak, ama henüz ezan okunmadığından, vakit girmediğinden belki yine
işi-ne, aşına, dükkanına devam edecek. Ama sonra bir sünnet kılacak, yine işine
aşına, konuşmasına devam edecek. Eğer talebeleriyle karşı karşıya bulunuyorsa
iki âyet, iki hadis daha anlatacak. Sonra farzı kılacak. Ondan sonra yine bir
hayata dönme, yine bir talebelerle ilgilenme, yine bir müşterilere yönelme,
ticarete koyulma, yine bir tesbi-hat, yine bir dua, yine bir yemek yapma, yine
bir çocuk bakımı olacak.
Sonra aradan bir süre geçtikten
sonra bir son sünnet kılınacak, veya Allah için bir başka namaz kılınacak. Yani
böylece ne oldu? Böylece öğle ile ikindi arası aralıklarla namazla doldurulmuş
oldu değil mi? Böylece hayat hep namazla birlik devam etti değil mi? Namaz
yemek, namaz alışveriş, namaz ders, namaz ticaret, namaz giyinmek, namaz
dinlemek, namaz öğrenmek, namaz yürümek, namaz o-turmak, namaz kalkmak. Böylece
namazla birlik bir hayat gerçekleştirilmiş olacak. İşte burada da böyle bir
namaza daimun isteniyor bizden. Böyle bir namazla devam söz konusu.
Ama maalesef biz böyle
yapmıyoruz. Biz onu seccadeye hapsetmişiz. Seccadeyi elimize bir geçirdik mi,
farzı, sünneti evvel Allah beş dakikada bitiriyoruz.
Bu şekilde kılmayanların namazına namaz
denmeyeceği gibi, o namaz sahiplerine de namazcı denmeyecektir. Başka ne
özellikleri varmış o namazcıların?
Onlar, o namazcılar öyle kimseler ki,
kendi mallarının içinde isteyenin ve isteyemeyenin hakkı olduğuna inanan ve bu
hakkı hak sahiplerine ulaştırma kavgası verenlerdir. Demek ki namazcının bir
ö-zelliği de buymuş. Onlar kendi mallarında sail ve mahrum için hak bu-lunduğunu
kabullenen ve bu kabulün gereğini yerine getiren insanlardır, diyor Rabbimiz.
Anladınız değil mi? Yani isteyen ve isteyemeyecek durumda olanlar için
mallarında hak bulunanlar, bu hakkın bulunduğuna îman edenlerdir. Dilenebilen,
dilenemeyen, isteyebilen, isteyemeyen, soran, soramayacak olan insanların kendi
malında belli bir hakkının olduğuna inanan kişi namazcı kişidir. İşte böyle
birisinin kıldığı namaza namaz denir ve işte böyle kimseye namazcı denir. Eğer
bunu yapmazsa onun namazı eksiktir, onun kıldığı namaz değildir.
Yani cebindeki, kasasındaki,
kesesindeki, dükkanındakilerin tamamının kendisine ait olduğuna, onda
kendisinden başka hiç kimsenin hakkı olmadığına inanıyor ve Allah kullarına
harcamada bulun-muyorsa ona namazcı denmeyecektir. Yani kılınan namaz kişiyi bu
anlayışa götürmüyor, onu bu tür fuhşiyyat ve münkerden nehy etmi-yorsa, o namaz
o kişiye yüktür, ya da o namaz o kişiyi ancak Allah-tan uzaklaştırır, diyor
Rasulullah.
Bizi Allah’a yaklaştıracak, bizim
dinimizin direği olacak, bizim hayatımıza program çizecek olan namaz için işte
bu şartların da taşınması gerekecektir.
Namaz kılanlar kimlermiş? Başka ne
özellikleri varmış namazcıların? Bir de namaz kılanlar yevmi’d dini tasdik
ederlermiş. Yevmi’d din, din günü, âhiret günü demektir. Kıyamet günü,
hesap-kitap, ceza ve mükafat günüdür. Bunun tasdik edilmesi demek, bunun eylem
ha-line, şuur haline getirilmesi demektir. Çünkü tasdik, îmandan daha
şümullüdür. Tasdik, îmanın eylemi, îmanın sadâkati, îmanın ispatıdır. Tasdik,
îmanın amele dönüşerek ortaya konulmasıdır. Çünkü Ebu Bekir efendimiz mü’min
olmanın da ötesinde, aynı zamanda sıddîk idi. Yani îmanının sadâkatini ortaya
koymuş, ispat etmişti.
Sadaka da aslında buradan
gelmektedir. Sadaka, kişinin mala ilişkin, malın mülkün Allah’a ait oluşuna
ilişkin îmanının ortaya konmasıdır. Benim cebimdeki paranın Allah’a ait
olduğunu, mülkün sahibinin Allah olduğunu kabul etmem îmandır. Ama bu îmanımın
ispatı, bu îmanımın eylemi, sadâkati adına bu paramı ona muhtaç birilerine
ulaştırma çabasına giriyorsam, yani sadaka veriyorsam işte bu da be-nim o
konudaki îmanımın sadakası, tasdikidir.
İşte o namazcı mü'minler, din gününün
îmanının eylemcisidirler. Âhiret gününe îmanın eylemini gündeme getirirler,
îmanı amele dönüştürürler. Buna göre amel eder, buna göre hayatlarını
sürdürürler. Ölümü, hesabı, kitabı hayatlarında canlı tutar ve buna göre, bu
îmana göre program yaparlar. Hayatlarını bu îmana bina ederler. Her
hareketlerinde, her adımlarında, her eylemlerinde “ben bundan hesaba
çekileceğim, ben bunun hesabını vereceğim, yarın bu konuda benim karşıma bir
dosya açılacak, ben bunun hesabını vereceğim, bu konuda benden hesap sorulacak”
der, sürekli âhireti gündemlerinde tutarlar. Hayatlarının her bir saniyesine bu
îmanın mührünü vururlar.
Yine o namazcılar Allah’ın
azabından korkarlar, sakınırlar, tir tir titrerler. Çükü Allah’ın azabından emin
olunmaz. Allah’ın azabından hiç kimse emin değildir. Hiç kimse azaptan emin
olamaz. Yani namazcı kişi azabı da hep gözünün önünde tutar. “Ya bana azap
olunursa? Ya affetmezse Rabbim? Ya günahlarım yüzüme vurulur da cehenneme
yuvarlanırsam? Ya şu ceza olan ateş beni yutar, yok e-der, mahvederse? Ya az
evvel özellikleri anlatılan ateşin müşterilerinden birisi de bensem? Ya edbera
yapan bensem? Ya kitaba ve peygambere sırt dönen bensem?” diye azap konusunda
tir tir titrer onlar ve sürekli kendilerine çeki düzen
verirler.
Elektrikle oynayan adamın, “ya sigorta
çekilmemişse?” demesi gibi mi? Yok. Dersine çalışmamış çocuğun “ya sınıfta
kalırsam? Ya hoca bu soruyu da sorarsa? Ya buradan da soru çıkarsa?” demesi
gi-bi mi? Sadece öyle de değil. Dükkanında ticaretle uğraşan tacirin, “maliyeci
ya burayı da kontrol ederse?” demesi gibi mi? değil. Veya evini, dükkanını
kilitleyen bir adamın “ya hırsız şuradan da girerse?” demesi gibi mi? Değil. “Ya
îmanımı çalarsa şeytan?” İşte öyle gibi. “Ya dünyanın beni Allah’tan
uzaklaştırması, dünyanın ve dünyalıkların beni kulluktan koparması sonucu
cenneti kaybedersem?” İşte öyle gi-bi. “Ya zevklerim beni cehenneme götürürse?”
İşte öyle gibi. “Ya dün-yada sırat-ı müstakimi kaybedersem? Ya îmanımı
kaybedersem? Ya kendimi cehennemde bulursam?” demek gibidir bu.
İşte böyle âhiret, ölüm ötesi
hayatın hesabı, kitabı konusunda müşfik olan, tir tir titreyen kişidir namazcı.
Böyle bir derdi, böyle ciddi bir endişesi olmayan kişiye namazcı demek mümkün
değildir. Allah korusun bu adam sanki abdestsiz namaz kılan bir adam gibi veya
kıbleye dönmeden namaz kılan bir adam gibidir. Onun kıldığı namaza namaz
denmeyeceği gibi, ona namazcı da denmeyecektir.
29-30. “Eşleri ve câriyeleri dışında,
mahrem yerlerini herkesten koruyanlar, doğrusu bunlar
yerilmezler.”
Onlar ferçlerine muhafızdırlar.
Namuslarını korurlar onlar.
Onlar ferçlerinin, ırzlarının,
namuslarının muhafızıdırlar. Muhafaza konusunda şöyle ikili, üçlü bir anlayış
var Müslümanlarda. Meselâ bir torba altın koysam ve birine, “aman buna göz kulak
ol, aman bunu muhafaza et” desem, bu durumda birkaç türlü muhafızlık anlayışı
karşımıza çıkacaktır.
1- Birisi şöyle muhafız oluyor, şöyle
göz kulak oluyor bu işe: Adam bakıyor, çok ciddi. Gözünü kırpmadan, gözünü
ayırmadan o çuvala bakıyor. Hattâ ekranlar getiriyor, fotoğraf makineleri
getiriyor, kameralar hazır, pür dikkat ona muhafız olmaya, onu korumaya
çalışıyor. Adamın biri geliyor, bu çok ciddi bakıyor, gözünü ayırmıyor çuvaldan.
Bir adam geliyor ve o çuvalın içinden elli altın alıyor, teker te-ker altınları
sayıp gidiyor. Adam, muhafız hemen bunu not ediyor, fo-toğrafını filan da
çekiyor. “İşte orta boylu, 40-45 yaşlarında, kır saçlı, pos bıyıklı, bond
çantalı bir adam elli tane altın saydı ve alıp gitti. Sonra aynı adam kapıdan
döndü, bir tane daha aldı elli bir oldu” diye not ediyor adam. Pür dikkat adam
zaptediyor. İşte böyle bir muhafızlık, böyle bir muhafaza şekli var. O kadar
dikkatli ki, her şeyi tek tek, nokta nokta yazıp tespit
ediyor.
2- İkinci bir muhafız da şöyle: “Aman
şuna bir göz kulak oluver. Kendisine bir şeyler teslim edip şunu bir koruyup
muhafaza ediver” diyorsunuz. Adam öyle bir bloke ediyor ki onu, öyle bir göz
kulak oluyor ki tamam, verene de vermiyor artık onu. Yani sahibine de ver-miyor
artık. Hiç kimse onu elinden alamıyor artık. Çünkü hıfz-u ema-nına almıştır,
kimse onu elinden almaya cesaret edemiyor. Bir de böyle cins bir muhafızlık
anlayışı var.
3- Bir üçüncü muhafaza, muhafızlık
anlayışı var ki, görevi ne tür bir şeyse o tür bir muhafızlıktır. Yani nasıl
isteniyorsa öylece kendisine teslim edileni muhafaza etmektir ki, işte
kendisinden istenen de odur zaten.
Biraz evvel zikrettiğimiz muhafızlık
anlayışlarını namaza intibak ettirecek olursak birinci adamın durumu şöyledir.
Adam namaza muhafızdır. Çok dikkatlidir bu konuda. Nasıl? Kendisine teslim
edilen bir çuval altına muhafız olan adam gibi. Adam çok dikkatlidir, gözünü
dört açmıştır. Tamam her şeyi yazıyor, her şeyi tespit ediyor. Kaç re-kat
kaçırdığını, kaç gün kılmadığını, ne kadar namaz geçirdiğini yazıyor, ne kadar
namazının kazaya kaldığını da biliyor, kılmadığını da bi-liyor, kılınması
gerektiğini de biliyor, namazsız din olmayacağını da biliyor, her şeyi, her şeyi
biliyor.
Yani o kadar gözetlemiş ki bu
işi, o kadar göz kulak olmuş ki bu işe, o kadar ciddi muhafız olmuş ki,
“kılmamız lâzım efendim! Namazsız Müslümanlık olmaz ki! Namazsız dinin direği
dikilmez ki! Müslüman mutlaka namazını kılmalıdır!” diyerek bu işe o kadar
kendisini vermiş, o kadar hıfz-u emanına almış ki sorma! “Peki haydi öyleyse!
Niye kılmıyorsun?” denilince de dönüp bir daha anlatmaya başlıyor adam. “Efendim
kılmak lâzım, yapmak lâzım” diye. Bir böyle, bir de a-dam öyle bir tutmuş, öyle
bir yakalamış ki, tamam, ne kendisine ne de bir başkasına kılmak, kıldırmak
şöyle dursun konuşturmuyor bile sanki. Namazın gündeme gelmesine bile imkân
vermiyor. Maiyetindekilerin tümüne yasaklıyor namazı. O da öyle bir
muhafız.
Veya hanımına muhafız olacaktı ya adam,
hanımı kendinin bi-liyor güya, onu koruması gerektiğini anlıyor ama öyle serbest
ki hanımı, şu çarşı senin, bu pazar benim, şu dükkan senin, bu tezgahtar benim,
istediği yerde gâyet rahat geziyor hanım. Yularını boynuna do-lamış adam, güya
ona muhafızlık yapıyor.
Birde şöyle muhafız oluyor adam
hanımına. Ona öyle bir sahip oluyor, öyle bir göz kulak oluyor, öyle bir
muhafaza ediyor ki, onu blo-ke ediyor, kadının hakkını da ödemiyor. Yani yatak
hakkı değil sadece, göz hakkı da değil sadece, kadının bir hakkı vardı ya,
kalbinin hakkı, kafasının, midesinin hakkı, sosyal hakkı, ekonomik hakkı, sevgi
hakkı vardı ya, kimileri bunların hiçbirisini ödemiyor.
Ya da üçüncü bir muhafız var ki,
işte Rasulullah’ın örnekliğindeki muhafızlık. O kadınlarına nasıl muhafız olmuş?
Onların namuslarını nasıl korumuş? Onların haklarını, hukuklarını nasıl muhafaza
et-mişse, biz de aynen öyle yapmak zorundayız. Çünkü bu konuda, her konuda bizim
örneğimiz, önderimiz odur.
O namazcılar namuslarını muhafaza
ederler. Ama tabii namusunu kime karşı koruyacağı konusunu da kişi kendisi
belirlememelidir. Bu konuda da söz sahibi Allah ve Resûlü olmalıdır. Meselâ
kayınbiradere karşı karının namusunu koruyacaksın, enişteye karşı koruyacaksın,
dayıya, amcaya karşı koruyacaksın, ama dolmuş şoförüne karşı korumayacaksın,
olmaz bu. Öyle değil mi? Adam evdeki akrabaya karşı çok hassas, çok kıskanç
davranıyor, karısını kıskanıyor ama sarrafa, seyyara, manifaturacıya karşı aynı
hassasiyeti göster-miyor, olmaz öyle şey. Karısını kimlere karşı koruyacağını da
kendisi değil Allah ve Resûlü diyecektir. Kişi bu konuda Allah ve Resûlü’nü
dinleyecek, onların koru dediklerine karşı koruyacaktır. Eğer kişi bunu
yapmıyorsa, yani koruması gerekenlere karşı karısını korumuyor, ka-rısını el
âlemin ayakları altında süründürüyorsa, karısının namusuna Allah’ın istediği
biçimde sahip çıkmıyorsa, bu konuda cömert ve geniş mezhepli ise ona namazcı
denmeyecektir. Böyle bir kişiye namazcı denmeyeceği gibi, bu adamın kıldığı
namaza da namaz denmeyecektir. Peki kimin namusunu kullanabilirmiş insan?
“Ancak kadınları ve sağ ellerinin sahip
oldukları câriyeleri bundan müstesnadır.” Yani onların namuslarını kullanabilir,
onlardan istifade edebilir namazcılar.
Vah Müslümanlara vah! Vay Müslümanların
haline vay! Zavallı Müslümanlar! Bir tane bile yok çoğunda değil mi? Allah diyor
ki zevceleri ve câriyeleri müstesna diyor, zevceleri diye çoğul kullanıyor ama
Müslümanların çoğunda bir tane bile yok. Bir taneyle bile evli de-ğil pek çok
Müslüman. Bununla kastım şudur: Benim inancıma göre, benim anlayışıma göre
kimileri şeklen evli oldukları halde evli bile değildir. Adam güya evli ama evli
değil. Çünkü arkadaşlar unutmayalım ki Rasulullah’ın beyanıyla kadın ezvac
olandır. Kadın, erkeğinin dinini tamamlayan, ona sükûnet bahşedendir. Yani onun
hayatında dininin yarısını ona bahşedendir.
Söyleyin şimdi kendini kaybetmiş
kadınlar kocalarına ne sükûnet verebilecek? Kendisi dinini kaybetmiş, kendisi
Allah’ı, peygamberi izine göndermiş kadınlar kocalarına ne dini verecekler?
Kendileri dinden habersiz kadınlar kocalarının dinlerinin yarısını nereden
verecekler? Kendileri huzuru kaybetmiş, evlerinin dışında huzur arayan kadınlar
kocalarına ne huzuru verecekler?
Aslında kocaları önce onlara din
vermeliydiler, onlara huzur vermeliydiler de onlar kocalarına bunları sunmalıydı
değil mi? Yani önce kocaları onları Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünnetiyle
tanıştırmalı, ezvac hale getirmeliydi.
“Zevceleri ve sağ ellerinin sahip
oldukları konusunda Müslümanlar serbesttir.” Zevcelerinin namuslarını da,
câriyelerinin namuslarını da kullanma konusunda
kınanmazlar.
Allah diyor ki, “mü’minler bu konuda
kınanmazlar. Yani dörde kadar hanımlarının ve sayısız câriyelerinin ırzlarını
kullanma konusunda mü’minler kınanmaz,” diyor Rabbimiz. Bir adamın dört tane
ha-nımı olsa, dört bin tane de câriyesi olsa, bu yüzden bu Müslüman kı-nanmaz.
Allah böyle diyor, ama biz başka diyoruz. Allah kınanmazlar diyor, ama biz çok
rahat kınıyoruz. Allah ne derse desin, Kur’an ne derse desin, Peygamber bu
konuda nasıl bir uygulama tarif ederse etsin fark etmez, biz bu işi birle
sınırlandırır, içimizden kim ikiye aşarsa, o haddi aşmıştır der geçer gideriz.
Hele hele Allah korusun adam üçüncü evliliğe filan adımını atmışsa, vay hain
vay! Demek öyle mi yapmış? Demek o da mı yapmış? diyerek kınar, azarlar,
reddeder ge-çer gideriz. Allah’la yarışırız sanki bu konuda. Bu konuda Allah’a
akıl verme, Allah’a yol gösterme küstahlığına kalkışırız. Halbuki Allah di-yor
ki, “onlar bu konuda kesinlikle kınanmazlar, yadırganmazlar.” Yani şartları
oluşmuşsa ikincide de kınanmazlar, üçüncüde de, dördüncüde de kınanmazlarken,
biz ikinciyi kınamaya kalkıyoruz. Her halde Allah’tan daha iyi biliyoruz bu işi
(!).
Hele hele câriye konusunu asla
kabullenemiyoruz. Câriye ke-limesini ağzımıza bile almaktan korkuyoruz. Câriye
diye bir ortamı, yani savaş ortamını düşünmekten bile ürküyoruz. Çünkü câriye
konusu gündeme geldi mi, savaş gündeme gelecektir, cihad, şehadet gün-deme
gelecektir. Böylece rahatımız kaçacak, iştahımız gırtlağımızda düğümlenecek diye
câriye kelimesini ağzımıza bile almaktan korkuyoruz. Allah’ın apaçık âyetlerini
sanki örtbas ediyor, küfretmeye çalışıyoruz. Tabii böyle bir toplum pek çok
nîmetlerden mahrum olmayı yu-dumlamak zorunda kalacaktır. İşte hayatımız belli,
uzun lafa ne hacet? Halbuki Ebu Zerr efendimiz der ki: “Karnı aç olup da, ya da
câriyeleri olmayıp ta kılıcı eline almayana şaşarım” der.
Câriyeyi bilmem. Nedir? Kimdir?
Nasıldır? Bugüne kadar hiç görmedim. Ama câriye konusunda şöyle bir genelleme
yapalım: Bir kadına soracakmışsınız. Teyze, yenge, bacım, hanım, namusuna hiç
helâl gelmeyecek. Boşandın diye, kocandan ayrıldın diye hiç ayıplanmayacaksın.
Kimse sana tek kelime bile bir şey demeyecek. Malın-mülkün, evin-barkın,
paran-pulun, ekmeğin, suyun verilecek. Bütün ihtiyaçların giderilecek. İstersen
istediğin birisiyle evlenme imkânın da sağlanacak. Bütün bunlara rağmen yine de
kocanla beraberliğe devam mı? Yoksa tamam mı? Bitti mi? denilse. Eğer o kadın:
“Aman! Ah!! Ah öyle bir şey olsa! Ah öyle bir fırsatım olsa bir gün bile bu
adamla kalmazdım! Bir gün bile bu adama tahammül etmezdim!” di-yorsa, işte bu
kadın köledir, câriyedir. Değilse, hayır hayır, her şeye rağmen kocamla
beraberliğe devam diyorsa o zaman da işte o kadın hürdür, hürredir, evliliğine
devam edilecektir deniyor.
31. “Bu sınırları aşmak isteyenler,
işte onlar, aşırı gidenlerdir.”
Kim bu konuda sınırı aşarsa, haddi
tecavüz etmiştir. Kim ki zevceleri varken, câriyeleri varken, Allah’ın kendisine
helâl kıldığı, na-muslarını kullanma hakkı verdiği bu yasal hakkının ötesine
uzanırsa, hanımlarının ve câriyelerinin ötesine taşarak başkalarının namuslarına
uzanmaya kalkışırsa, işte onlar sınırı çiğnemiş, haddi tecavüz etmiş
kimselerdir.
Burada tarif edilen haddi aşmak şu anda
bizde yoktur. Biz haddi geriye aşıyoruz. Burada anlatılan haddi aşmak şudur:
Yani dör-de kadar evleneceksin, sonra bu dört hanıma ilâveten câriyelerin
olacak, sonra bunlarla da yetinmeyip başkalarına uzanacaksın, işte sınırı aşmak,
haddi tecavüz etmek budur. İşte bu sınırı aşmaktır. Şu anda bizde böyle bir sınır aşma derdi yoktur. Biz sınırı
geriye doğru aşıyoruz. Adamın dört tane hanımı olacak, sonra câriyeleri olacak,
sonra da bu adam bunlarla iktifa etmeyerek başkalarına uzanarak, haddi aşacak,
sınırı aşacak. Çoğumuzun birle bile evli olmadığı şu bizim toplumda bu mümkün
değildir. Yani biz bu konuda geriye doğru sınırı aşıyoruz. Ama Allah korusun
bizler tatminde haddi aşıyoruz.
Neden başkalarına gösteriliyor bu
kadınlar? Neden başkalarına gösteriyoruz kadınlarımızı? Sofraya oturunca
birilerini niye çağırıyoruz? Ya da ekran olarak neye çağırıyoruz birilerini?
Niye birileri ko-nuşturuluyor evimizde? Niye gösteriliyor, seyrettiriliyor
birileri? El âle-min ayyaşlarının, namussuzlarının ne işi var bizim evimizin
içinde? Tamam, belki “o televizyondaki ayyaşlar bizim karılarımızı görmüyor ki!”
diyeceksiniz. İyi de sizin kadınlarınız görmüyorlar mı onları? Gös-termiyor
musunuz o namussuzları kadınlarınıza? Hani âmâ bir sahâbe olan Abdullah Ümmü
Mektum evine gelirken Allah’ın Resûlü hanımlarına: “İhteceba! İhteceba!” demiyor muydu?
“Örtünün! Örtünün! Abdullah geliyor.” Hanımları: “Ey Allah’ın Resûlü o âmâdır,
bizi görmez ki örtünelim?” deyince: “O sizi görmüyorsa da siz onu görmü-yor
musunuz?” buyurmuyor muydu Allah’ın Resûlü? Tamam belki evi-mizin içine
çağırdığımız o ayyaşlar bizim kadınlarımızı görmüyorlar ama bizimkiler onları
görmüyorlar mı? Böylece haddi aşmıyor muyuz? Hakkımız var mı buna?
Evet:
32. “Emanetlerini ve sözlerini
yerine getirenler,”
Namazcıların bir başka
sıfatlarını da böyle anlatıyor Rabbimiz. Onlar emanetlerine, ahitlerine,
sözlerine, randevularına riâyet eden kimselerdir. Emaneti emanet bilirler.
Emaneti emanetin sahibinin istediği gibi kullanırlar. Emanetle ilişkilerini
emanetin sahibinin istediği şekilde ayarlarlar. Allah emanet olarak kendilerine
ne vermişse. Akıl mı verdi Allah emanet olarak? Sıhhat mı verdi? Zaman mı verdi?
Mal, mülk, fırsat, imkân mı verdi? Ev, araba, arsa mı verdi? Evlât mı verdi?
Hanım mı verdi? Veya din mi gönderdi? Kitap, peygamber mi gönder-di? İrade mi
verdi emanet olarak? Bunların tümünü emanetin sahibinin razı olduğu yerlerde
kullanarak emanetlerini yerine getirirler onlar.
Emaneti iki türlü
anlıyoruz:
a. Emanet, Ahzâb sûresindeki emanettir.
“Doğrusu Biz, emaneti (sorumluluğu)
göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekin-mişler ve
ondan korkup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok cahil olan insan ise onu
yüklenmiştir.”
(Ahzâb 72)
Emanet işte bu âyette anlatılan
emanettir. Yani âyetin ifade et-tiğine göre emanet, tekâlüf-i ilâhîyedir.
Dindir, îmandır, hidâyettir, Kur’an’dır, sünnettir, candır, bedendir, iradedir.
Allah’ın bize emanet ettiği şeylerdir. İşte o namazcılar bu emanetlere riâyet
ederler. Bu emanetlere sahip çıkarlar. Bu emanetlerle ilişkilerini Allah’ın
istediği biçimde ayarlarlar. Bu emanetlere asla hıyanette bulunmazlar. Bunları
zayî etmezler.
b. Bir de emanet, insanların kendi
aralarında birbirlerine emanet ettiği, emanet verdiği şeylerdir. Hattâ bu manada
kâfirin emanetidir de. İşte buna karşı da o namazcılar riâyetkar davranırlar.
Nezih davranırlar. Emanet sahiplerine karşı sahtekârlık yapmazlar.
Rabbimize ezelde verdiğimiz bir ahdimiz
vardı ya işte önce o ahitlerine riâyet ederler, ona sadık kalırlar namazcılar.
Sonra da insanlara verdikleri ahitlerine, taahhütlerine sadık davranırlar.
Ahitleri, sözleri İslâm’a zıtsa hemen vazgeçerler, değilse ne pahasına olursa
olsun verdikleri sözlerinden dönmezler.
33. “Şahitliklerini gereği gibi
yapanlar,”
Bir de o namazcı mü’minler
şehadetlerini kaimdirler. Şehadet-lerini yerine getirirler, şehadetlerini ayağa
kaldırırlar. Kelime-i şeha-detlerini ayağa kaldırırlar onlar. Yani şehadetlerini
sadece dillerinde bırakmayıp, sadece söz ve iddia planında bırakmayarak ayağa
kaldırırlar. Hayatlarına hakim kılarlar. Hayatlarını onunla düzenlerler.
Hayatlarında bu şehadetlerini görüntülerler. Dilleriyle ikrar ettikleri
“Allah’tan başka ilâh yoktur” tevhidini hayatlarının mihveri yaparlar.
Yaşadıkları hayatla inançlarına şahitlik yaparlar. Hayatlarıyla İslâm’a,
Al-lah’a şahitlik ederler. Onları görenler Allah’ı hatırlarlar, kulluğu
anlarlar.
Bu şahitlik görevi Bakara sûresinde
anlatıldığı gibi tıpkı peygamberin ashabına ve diğer insanlara, kendisine vahy
olunan dini an-latma ve yaşama konusunda şahitlik etmesi gibi bir görevdir. Çok
şe-refli ama o nispette de sorumluluğu olan bir görevdir. Ümmeti içinde
peygamberin görevi, sorumluluğu ve şerefi neyse, diğer toplumlara karşı bizim de
sorumluluğumuz ve şerefimiz odur. Bizler Müslümanlar olarak şu anda tıpkı
peygamber gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın ya-şanırlılığını, pratiğini
göstermek zorundayız. Bu konuda peygamberin ümmetine karşı şahit olduğu gibi,
biz de tüm insanlara şahitler olmak zorundayız.
Peki nasıl şahit olunur
insanlara? Bunun yolu, bütün insanlara bu dini götürür, Kur’an âyetlerini bütün
insanlara ulaştırır, dünya üzerinde Allah’tan ve O’nun yeryüzünü düzenlemek
üzere gönderdiği â-yetlerinden, cennetten, cehennemden haberdar edilmedik bir
tek insan kalmayacak biçimde herkesi haberdar ederiz, işte o zaman insanlara
şahitlik görevimizi yapmış oluruz. Tıpkı Rasulullah’ın bu ümmete, ümmetine
şahitlik yaptığı gibi.
Bir de îmanları uğruna şehadeti ikame
ederek, şehadet şerbetini içerek, inandıkları dâvâya baş koyarak şehadetlerini
ikâme ederler o namazcılar. Tabi şehitlik için şehadet ortamının hazırlanması
gerek-mektedir. İşte o namazcılar şehadet ortamını hazırlarlar ve dinleri,
Rableri adına seve seve canlarını fedâ ederler.
Varsa bu özellikleriniz size namazcı
denilecek ve sizin kıldığınız namaza namaz denecektir. Yine o
namazcılar:
34. “Namazlarına riâyet
edenler,”
Namazlarını muhafazacıdırlar onlar.
Namazlarını muhafaza ederler onlar. Peki acaba namazın muhafazasını nasıl
anlayacağız? Namazı muhafaza demek, namaz hayatımızda ne için var idiyse namazı
onun için ikame etmek demektir. Yani namazın manasını, namazın fonksiyonunu,
varlık sebebini yitirmemek demektir. Rasulullah Efendimizin şöyle bir hadisi
vardır:
“Allah’ın 99 esmâsı vardır. Kim
ki bunları hafiza yaparsa felâh bulur.”
Peki ne demektir bunları hafiza yapmak? Bunları hafiza yapmak, bunları
ezberlemek demek değildir. Bunları iyice öğrenmek, ma-nalarını, muhtevalarını
hıfzetmek, muhafaza etmek demektir. Rabbi-mizin bu isimlerinin muhtevalarını kafada canlı tutmak
ve onları hayata hakim kılmak demektir. Meselâ Allah’ın Rezzak ismi vardır.
İnsa-nın bu ismi muhafaza etmesi demek sadece Allah’ın Rezzak olduğunu, rızık
konusunda Allah’tan başka kimseye muhtaç olmadığını, sadece O’na yönelmesi,
sadece O’na minnet duyması ve sadece O’na kulluk etmesi gerektiğini, hiçbir
zaman bu ismin fonksiyonunu yitirmemesi gerektiğini bilmesidir. Ama hem Allah’a
Rezzak diyecek bir a-dam, ya da hem Allah’ın bu ismini zikredecek, hem de
kalkacak müşteri Rezzak diyecek, âmir, müdür, devlet, ağa, patron Rezzak diyecek
ve bu Rezzaklarının gazabına uğramamak için Allah’a yapması gereken kulluğunu
terk edecek, olmaz bu değil mi?
Kur’an’ın hıfzı da bu anlamdadır.
Hafız’ul Kur’andır bu adam deniyor ya. Gerçi ilk dönemlerde hafız denmezdi de
Kurra denirdi. Hafız’ul Kur’an, bilgisa yar değildir. Manayı, muhtevayı
tanımadan onu ezberleyenler değildir. Âyetlerin manalarını, muhtevalarını bilen
ve onları hayata yansıtabilen, hayata aksettirebilen kimseye hafız
denir.
İşte kitabın muhafazası da aynen
böyledir. Kitap ancak hükümlerinin uygulanmasıyla muhafaza edilip korunur.
Hayatta yaşanmasıyla korunur. Anlaşılmayan, uygulanmayan, hayatta yaşanmayan bir
kitap, hayata etkinliği olmayan bir kitap ta asla muhafaza edile-mez. Peki acaba
bugün insanlar Kur’an’ı nasıl korumaya çalışıyorlar? Nasıl muhafaza etmeye
çalışıyorlar? İşte düğünlerde gelinlere, damatlara hediye ederek, kimileri
yazısını güzel yazarak, kûfi olsun, sü-lüs olsun diye çırpınarak, lafzatullahlar
alt alta gelsin, üst üste gelsin diyerek, lüks kılıflar, güzel ciltler içinde
muhafaza edelim diyerek Kur’-an’ı muhafaza etmeye çalışıyorlar. Halbuki bunların
hiçbirisi Kur’an’ı muhafaza değildir. Kur’an’ı muhafaza, onu anlayıp ona tabi
olmak ve onu hayata hakim kılmaktır.
Bugün kimileri kitaplarına öyle bir
muhafız oluyorlar ki, insanlar bozuk para gibi her gün onun âyetlerini, onun
ahkâmını harcarlarken, berikisi güya muhafızlık yapıyor kitabına. Veya kimileri
de “benim kitabım” diyor, öyle bir yakalamış ki onu, öyle bir bloke etmiş ki,
evinin en üst yerlerine kaldırmış, ne kendisi okuyor ne de insanların,
evindekilerin ona ulaşmasına izin veriyor. İstiyor ki kimsenin onunla ilgisi
olmasın.
Şimdi buradan hareketle âyette istenen
namazın muhafazasını açıklayalım. Namazı muhafaza demek, namazla Allah’tan
alınan mesajı muhafaza etmek ve namaz sonrası hayatı onunla düzenlemek demektir.
İşte gerçek namazcı mü’minler namazla Allah’tan mesaj a-lan ve bu mesajı
seccadede unutmayan, namaz sonrası hayatlarında da sürdüren, muhafaza eden ve
hayatlarını bu namazla, bu mesajla dengede tutmayı beceren kimselerdir. Dikkat
ederseniz sabah namazında uzun sûreler okunur. Neden? Çünkü sabah namazıyla öğle
na-mazının arası çok uzun bir zamandır. Ama meselâ akşamla yatsının arası çok
kısa olduğu için ancak o dönemi doldurabilecek kısa sûreler okunur.
İşte okuduğu bu sûrelerle
Allah’tan mesajlar alan ve namaz sonrası hayatlarında bu mesajı unutmayıp,
muhafaza edip, vermelerinde, almalarında, küsmelerinde, barışmalarında,
giyimlerinde, kuşamlarında, evlenmelerinde, boşanmalarında, okumalarında,
yazmalarında, hukuklarında, eğitimlerinde uygulamaya koyan kimselerdir o
namazcılar. Namazda aldıkları mesajla hayatlarını düzenleyen kimselere namazcı
deniliyor. Namazda ne dediklerinin, ne okuduklarının farkında bile olmadan
sarhoşça bir namaz kılanlara, yani namazlarında Allah’tan hiç mesaj almayanlara,
yahut da aldıkları mesajı seccadenin üzerinde unutanlara, hayatlarını o mesajla
düzenleme kavgası vermeyenlere nasıl namazcı diyeceğiz, bilemiyorum.
Bir de namaz, namaz öncesi hayatın
tekmilidir. Sabah namazında Allah’tan mesaj aldık. Öğleye kadar ki zamanı o
mesajla yaşadık. Şimdi öğle namazında bu defa da bir yandan öğleyle ikindi
arasını dolduracak yeni bir mesaj almanın yanında, bir yandan da sabahla öğle
arasında yaptıklarımızın tekmilini vereceğiz Rabbimize. Yani öğ-le namazıyla ne
yapacakmışız? Yeni bir mesaj almak
yanında bir de tekmil vereceğiz Allah’a. Tekmil; şunları şunları yapmaya
muvaffak oldum ya Rabbi, elhamdülillah. Ama şunları şunları beceremedim,
in-şallah onları da bu namaz sonrası gerçekleştireceğim diye Allah’a tekmil
vereceğiz.
Tabi bu iki namaz arasında hiçbir
şey yapmamışsak neyin tek-milini vereceğiz? İbrahim’i hiç hatırlamadın mı?
Câsiye’yi hiç hatıra getirmedin mi? Bakara ile hiç ilgi kurmadın mı? İmran
ailesi ile görüş-meden mi? Sofralarına oturmadan mı? Mâide’yi, Meâric’i
diskalifiye e-derek mi? Kur’an’ı edbera yaparak mı? Peygambere arka dönerek mi?
Yani neyin tekmilini vereceğiz Allah’a? Ne yüzle yapacağız bunu? Ne yüzle
çıkacağız huzura? Öyleyse namazda ne dediğimizin, ne okuduğumuzun farkına
varalım, Allah’tan mesaj alalım ve hayatımızı onunla düzenlemeye çalışalım ki,
bize namazcı densin ve kıldığımız namaza da namaz densin
inşallah.
35. “İşte onlar, cennetlerde ikram
olunacak kimselerdir.”
İşte bunlar mükramundurlar. Cennette
kendilerine ikram olunacak, ikrama boğulacak, mükramundurlar bunlar. Tamam
bunlar böyle, bunu anladık ta peki:
36-37. “Ey Muhammed! İnkâr edenlere ne
oluyor, sana doğru sağdan soldan topluluklar halinde
koşuşuyorlar?”
Şu kâfirlere ne oluyor? Bunlara da ne
oluyor ki, sağdan soldan sana doğru koşuşturup duruyorlar? Hayrola! Bir durum mu
var? Ne oluyor bunlara? Dertleri ne bunların? Yoksa dertleri şu
mu?
38. “Her biri nîmet cennetine
konulacağını mı umuyor?”
Bunların hepsi Naîm cennetine girmek mi
istiyor? Yani, bu na-mazcı mü’minlere mahsus olan Naîm cennetine doğru mu
koşuşuyor bunlar? Onu mu istiyorlar? Onu umuyorlar öyle mi? Nereden çıkıyor bu
iş? Nasıl becerecekler bunu? Hayır hayır! Boşuna ümitlenip ona doğru
koşmasınlar! Hiç mümkün değil!
39. “Hayır; doğrusu onları kendilerinin
de bildikleri şeyden yaratmışızdır.”
Hayır hayır! Onlar biliyorlar zaten. Şu
bildikleri, tanıdıkları şeyden yaratmadık mı biz onları? Yani basit bir meniden,
değersiz bir spermadan yaratmadık mı biz onları? Bunu bilmiyorlar mı? Sadece
bununla, sadece insan oluşlarıyla cennet mi umuyorlar? Eğer cennet fıtrat
yönüyle, yaratılış yönüyle kazanılacak bir şey olsaydı, yaratıldıkları şey
belli, hepsi bir damla su. Ya da insanın pisliğinden yaratıldı onlar. Bununla mı
cennet kazanacaklarını umuyorlar?
İmam Gazâlî şöyle diyor: “Bu insan ne
garip bir varlıktır! Neyine gururlanır da bilmem! İki pislik deliğinden çıkma
bir şey!” Babanın ve ananın pislik deliklerinden çıkan bu insan neyine güveniyor
ki? Eğer insanoğlu yaratılıştan dolayı cenneti hak etseydi bu yönüyle
in-sanların hepsi birbirlerine denk olurdu. Ama Allah yaratılıştan dolayı cennet
vermiyor. Çünkü yaratılışımızın bir meziyeti yok. Nihâyet bir pislik, sonunda
yine pisliğe dönüşeceksiniz. Öyleyse ne oluyor size? Nerden bu ümit böyle
cennete girmeye? Hayrola cennete doğru bu koşturmanız niye? Durun bakalım!
Nereden bu tanışıklık? Bu şeref nereden? Yani siz kendinize şerefi asıldan
değil, yaratılışınızdan değil, itaatten kabul edin, kulluktan kabul edin. Çünkü
asıl şeref değil, itaat şereftir. Sizler insan oluşunuzla değil îmanınızla,
kulluğunuzla ancak cennet kazanacaksınız! Varsa bunlar sizde buyurun, değilse
şöyle bir kenara geçin bakalım, denilecek onlara.
40-41. “Doğuların ve batıların Rabbine yemin
ederim ki, onların yerine daha iyilerini getirmeğe bizim gücümüz yeter ve kimse
de önümüze geçemez.”
Bakın böyle bir dönemden sonra çok
büyük bir yeminle yemin ediyor Rabbimiz. Büyük bir yeminle yemin olsun ki! Neye?
Doğuların ve batıların Rabbine yemin olsun ki! Doğular ve batılar şöyle
anlaşılır: Yeryüzünün doğusu-batısı veya bulunduğunuz yerin doğusu-batısı ya da
dünyanın güneşe göre doğusu-batısı. Birinciye göre Mekke merkezdir ve Mekke’nin
doğusu doğu, batısı da batıdır. Ümmü’l-Kurâ yani şehirlerin anası olan Mekke
merkezdir. Buna göre aslında tüm atlaslar değişmelidir değil mi? Çünkü
kâfirlerin yaptıkları yanlıştır. İkinciye göre de şöyle diyeceğiz: Sen
neredesin? Sana göre doğu doğudur, batı da batıdır. Çünkü mesaj sanadır. Tabi
seni bulabilirse Allah sana söylüyor bunu. Üçüncü mânâ ile her yer doğu, her yer
batıdır. Yani güneşe göre doğu ve batı. Güneşin doğduğu her yer doğu, battığı
her yer de batıdır diyor, doğuların ve batıların Rabbi ifadesini böylece
anlamaya çalışıyoruz.
Peki ne anlatır bu âyet bize? Bu âyet
bize şunu anlatır: Zaman Allah’ın elindedir, mekân da Allah’ın elindedir. Burada
esasen anlatılan budur. “Sakın ha benim mesajımı zamanla mukayyet zannetmeyin!
Mekânla da mukayyet zannetmeyin! Onu burada boğacağınızı, bitireceğimizi
zannetmeyin! Bu devirde onun defterini düreceğinizi sanmayın! Bu mesaj zamanlar
ve mekânlar üstü bir mesajdır. Burada, bu memlekette sahip çıkmazsanız başka
yerlerde yeşertirim onu! Bugün sahiplenmezseniz yarın sahipler veririm ona! Buna
gücümüz yetmez!” diyor Allah.
Yemin olsun ki Biz sizden başka ve
sizden daha hayırlılarını da yaratabiliriz, yaratmaya muktediriz. Siz
gibilerini, ya da sizden farklı tam kulluk edenleri de yaratırız. Bu konuda hiç
kimse bizi geçemez. Hiç kimse bizi aciz bırakıp mağlup edemez. Sizi gebertir,
sizin yerinize daha iyilerini getiririz biz!
42. “Ey Muhammed! Onları bırak;
kendilerine söz verilen güne kavuşmalarına kadar dalıp
oynasınlar.”
Hakikat bu olunca ey peygamberim, bırak
sen şu adamları! Şu oyunda oynaşta olanları bırakıver! Hadi yüzsünler,
dalsınlar, oyalansınlar bakalım! Mallarıyla, çocuklarıyla, hanımlarıyla,
arabaları, dükkanları, parkları, plajları, paraları, pulları, çekleri,
senetleriyle vakit tü-ketsinler, ömür tüketsinler bakalım. Salıver onları biraz
peygamberim! Takma kafana! Ne zamana kadar?
43-44. “Kabirlerinden çabuk çabuk
çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak sanki dikili
taşlara doğru koşarlar. İşte bu onlara söz verilmiş olan
gündür.”
Dünyada taptıkları, sığındıkları, dua
ettikleri, medet umdukları, kendilerine kulluk sadâkatinde bulundukları,
daraldıkları zaman, bunaldıkları zaman soluğu huzurunda aldıkları o
heykellerine, o putlarına doğru koşacaklar, kulluk ettikleri varlıklara
koşacaklar. “O güne kadar koyuver onların iplerini peygamberim! Üzme kendini bu
adam olmadıklar için! Değmez!”
Allah rahmet eylesin hocamıza. Mekanı cennet olsun.
YanıtlaSilAllah CC hocamıza rahmet eylesin..Gerçekten meselelere tevhid ekseninden bakarak bizleri ne güzelde aydınlatıyor..Sadaka_i cariye bu olsa gerek..Allah hocamızın derecelerini artırsın ve onun günahlarını bağışlasın..Allahümme amin..
YanıtlaSil