KEVSER SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın
108., Nüzûl sıralamasına göre 15., Mufassal sûreler kısmının on beşinci grubunun
altıncı sûresi olan Kevser sûresi
Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 3’tür.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın
adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla
1. “Ey Muhammed! Doğrusu sana pek çok
nîmet vermişizdir. 2. Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes. 3. Doğrusu
ebter (adı sanı ortadan kalkacak olan), sana kin tutan
kimsedir.”
Rasulullah efendimize ve onun şahsında onun yolunun
yolcu-larına Rabbimizin lütfettiği dünya ve ukba nîmetlerinin sonsuzluğunu,
hayatını Allah için yaşayan Rasulullah ve mü’minlerin hayatlarının
be-reketlendirilip dâvâlarının galibiyetini ve bütün bu nîmetlere karşılık da
Rasulullah ve mü’minlerin Rablerine karşı şükretmeleri gerektiğini an-latan bir
sûreyle karşı karşıyayız. Nîmet şükür ilişkisini ortaya koyan bir sûre.
Peygamberin şanının çok yüce olduğunu, yüceltildiğini, pey-gamberin dâvâsına
düşman olan, peygambere buğz eden, diş bile-yen, peygamber için ebterlik
bekleyen, peygamber yolunun, peygam-ber uygulamalarının silinmesi için sa’y
edenlerin de zelil olduklarını, olacaklarını, asla muvaffak olamayacaklarını,
hem dünyada, hem de ukbada hüsrana mahkum olacaklarını anlatan bir sûre. Onların
ger-çek ebterler olarak fikirlerinin, düşüncelerinin, sistemlerinin yok olup
gitmesine karşılık, hayatını Allah için yaşayan peygamberin dâvâsının kıyamete
kadar gönüllerde ma’kes bulacağını, hüsnü kabul göreceği-ni anlatan bir sûre.
Sûre
adını birinci âyetinde geçen Kevser kelimesinden almış-tır. Kur’an’da en kısa
sûre, Kur’an satırıyla tek bir satır. Tabii sûrelerin küçüklük ya da büyüklüğü
konusunda söz sahibi Allah’tır. Neden böy-ledir? Niçin kısadır? demek abestir.
Allah böyle istemiştir, Allah böyle kısacık ifadelerle dağlar kadar manayı
ortaya koyuvermiştir diyoruz. Cumhura göre sûre Mekkî dir. İki kere nâzil olduğu
da rivâyet edil-mektedir. Mekke’de müşriklerin uzlaşma ümitlerinin kalmadığını
anla-maları neticesinde Rasulullah efendimize ve beraberindeki bir avuç
Müslümana karşı her türlü zulüm ve işkencelerini had safhaya vardır-dıkları ve
onların bu saldırıları karşısında bunalmış bir durumda olan Rasulullah ve
Müslümanları teselli etmek için gelmiştir.
Ahmed Bin
Hanbel’in Müsned’inde Hz. Enes efendimizden sû-renin nüzûlüyle alâkalı şu haber
nakledilir: Hz. Enes der ki: Allah’ın Resûlü hafifçe uyukladı ve uyanınca da
gülümsemeye başladı. Gü-lümseyerek başını kaldırınca, orada bulunanlardan birisi
niçin gülüm-sediğini sorunca da şöyle buyurdu: “Az
önce bana bir sûre indirildi” buyurarak besmele çekip sûreyi sonuna
kadar okudu. Ve sonra şöyle buyurdu: “Kevser nedir biliyor musunuz?
Oradakiler de: Allah ve Resûlü daha iyi bilir dediler. Buyurdu ki:
“O Aziz ve
Celil olan Rabbimin cennette bana verdiği bir nehirdir. Onda pek çok hayır
vardır. Ümmetim kıyamet günü ondan içmeye gelirler. Kapları yıldızlar
sayısıncadır. Ümmetimden kimileri ondan çekip uzaklaştırılır. Bunun üzerine ben:
Ey Rabbim! Doğrusu o da benim üm-metimdendir derim. Bana denilir ki senin
arkandan onların neler yaptığını sen bilmezsin.”
Evet
Mekke müşriklerinin zulümleri Rasulullah efendimizi üzü-yordu. Bütün kavmi ona
düşman kesilmişti. Herkes onun dâvetinin önünü kesmeye çalışıyordu. Çevresi,
akrabaları ondan desteğini çek-mişler, onu yapayalnız bırakmışlardı. Böyle bir
durumda yalnız ve yar-dımcısız olan Rasulullah’ın dâvâsının başarıya ulaşması
âdeta im-kânsız gibi görünüyordu. Arka arkaya iki evlâdını da kaybetmiş,
çev-resinin kendisini teselli edecek yerde, onun soyu kesildi gibi alaylı
ta-vırlarla bayram yapmaları Allah’ın Resûlünü çok üzmüştü. Zaman za-man
Rabbimiz onu teselli etmek üzere müjdeler gönderiyordu. Me-selâ Duhâ
sûresinde:
“Doğrusu her bir ahir (Gelecek) senin
için ûlâdan (Bir öncekinden) daha hayırlı olacaktır. Ve Rabbin sana verecek ve
sen razı olacaksın.”
(Duhâ 4)
“Peygamberim senin zikrini yücelttik.”
(İnşirâh 4)
Gibi
Rasulullah efendimizin şahsına hitap eden ve onu teselli eden âyetler gelmişti.
İşte bu sûre de bu âyetler çerçevesinde bir muhtevaya sahiptir.
Yine
rivâyet edilir ki, As Bin Vail veya Ukbe Bin Muayt, veya Ebu Leheb, ya da Ebu
Cehil Allah’ın Resûlüne ebter diyor. Sonu yok bunun gibi hakaret edince bu sûre
geldi. Oğlu Abdullah’ın ölümü üze-rine taziye yerine düğün bayram yapanlara
cevaptır bu. Allah gerçek ebterin kendileri olduğunu anlatıyor. Bilinmelidir ki
Rasulullah’ın şerefi evlâtla değil, evlâdının şerefi ona nispetledir.
Kur’an-ı
Kerîm’de Mâûn sûresinden sonra ve Kâfirûn sûresin-den önce yerleştirilmiş olan
bu sûre Mâûn ile Kâfirûn arasında şöyle bir münâsebet kurar: Mâûnda kâfirlerin
ve müşriklerin cimriliğine mu-kabil burada hayr-ı kesir, oradaki terk-i salâta
mukabil burada namaza devamla emir, oradaki riyaya mukabil, burada insanlar için
değil sade-ce Allah için kurban kesme ve kurban etini tasadduk emredilmiştir.
Öyleyse hayatını Allah için yaşayan ve tüm bunları
hakkıyla kulluk şuuru içinde yapan kimseye elbette güdük diyecekler, ebter
diyeceklerdir. Yâni sen kâfirler ve müşrikler gibi yapmayıp hayatını Al-lah için
yaşamaya çalışırsan, malın konusunda o malı sana veren Al-lah’ı söz sahibi kabul
eder ve onu sahibinin yolunda bol bol dağıtır-san, bedenin konusunda Allah’ı söz
sahibi kabul eder ve onu Allah’a kulluğa hasreder, namaza niyaza zaman
ayırırsan, zamanın konusun-da Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu, onu verenin
yolunda harca-yarak ilim öğreneceğim diye, ilim öğreteceğim diye, hasta
ziyaretinde bulunacağım, mü’minlerin yardımına koşacağım diye iki, üç gün
dük-kanını kilitleyip kapalı tutuverirsen, hedefin sadece Allah olur ve
in-sanları memnun edecek zamanın kalmazsa, müşteriyi memnun etme adına bir takım
riya vs içine girmezseniz elbette ki sana da, size de ebter diyecekler.
Yâni bu güdüktür, bu adam olmaz, bunun sonu kötü, bunun
sonu iflas, bunun sonu berbat diyecekler. Evet siz de aynen peygam-ber (a.s)
gibi Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız kesinlikle bilesiniz ki size de
aynısını diyeceklerdir. Eğer sizler cimrilik yapmayıp, fakirlik-ten korkmayıp
malınızı Allah adına bol bol verirseniz veya fâiz alıp zengin olma imkânınız
varken Allah korkusundan ve âhiret hesabın-dan ötürü böyle bir yola girmez ve bu
imkânı kullanmazsanız, dini ya-saklardan ötürü hayatınızı zehir ederseniz,
teşvik kredisi almaz, rek-lâma para ayırmaz, düzen dolap çevirmezseniz güdük bu
diyecekler, bu ebter, bunun sonu iflas, bu adam olamaz, bu bakan olamaz, bu
dekan olamaz, bu müdür olamaz, bu hiçbir şey olamaz diyecekler. Bunun sonu kötü
diyecekler. Onlar bizim için böyle deyince biz de di-yeceğiz ki, sizin dininiz,
sizin kulluk anlayışınız, sizin hayat anlayışınız sizin olsun, benimki de benim
olsun diyeceğiz. Onlardan ayrılacağız ve arkasından da Allah’ın yardımı ve fetih
gelecek ve böyle düşünen tüm Ebu Leheblerin elleri kuruyacak ve biz bunu bize
nasip eden Rabbimize karşı şükürde bulunacağız.
Evet, onların nazarında,
Resûlullah (s.a.s)'ın tuttuğu yolun ne-ticesi başarısızlıktı ve O, vefatından
sonra unutulup gidecekti. O'nu hatırlayan kimse kalmayacaktı. Bilhassa, câhiliye
dönemindeki Arap-ların anlayışına göre, erkek çocuğu olmayan insanlar soyu kesik
ola-rak kabul ediliyordu. Öldükten sonra isimlerinin unutulacağını, hiç kimsenin
onlarını adını devam ettirmeyeceğini düşünüyorlardı.
Şimdi sûrenin âyetleri üzerinde kısa
bir gezinti yaptıktan sonra inşallah tek tek âyetleri tanımaya geçelim. Yüce
Allah bu sûre ile, Peygamber (s.a.s)'e manevi bir güç ve kuvvet verdi. "(Ey
Muham-med) Biz sana Kevser'i verdik " (1) Kevser, çokluk mastarından gelen bir
kelimedir. Sonsuzluk manasını ifâde eder. İbn Abbas, Saîd b. Cü-beyr, İkrime ve
Mücahid gibi müfessirler, bu âyette zikredilen Kev-ser'in, "çok hayır" gibi
manalar ifade ettiğini söylemişlerdir. "Dünya ve âhiretin şerefi, ilim ve amel
bakımından son derece çok olan hayır, demektir." O'nun peygamber olarak
seçilmesi ve kendisine Kur'an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın verilmesi, ifade
edilmeyecek derecede bü-yük bir nimettir. Kendisine verilen ilim ve hikmet bir
nimet ve ümmeti-nin çokluğu ise, ilâhî bir lütuftur. Şu ana kadar dünyanın
çeşitli yerle-rinde yasamış olan, değişik renkte, değişik dilleri konuşan,
değişik milletlere mensup milyarlarca insan O'nun adını andı; O'nun sünnetini
takip edip izinde gitti ve kalpleri O'nun sevgisi ile coşup taştı. Bu mu-habbet
bugün de yaşamaktadır ve kıyamete kadar da devam
edecek-tir.
İşte bütün bunlar, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e verilen ilahî nimet-lerdir. Kevser kelimesi, bütün bu
manaları kapsamaktadır. Bir de Kev-ser, kıyamet günü haşr meydanında Rasûlullah
(s.a.s)'a verilecek o-lan bir havuzun ve yine kendisine Cennet'te verilecek olan
bir nehrin ismidir. Bu havuz ve nehir hakkında bir çok hadîs rivayet edilmiştir.
"Gerçekten benim havzım Eyle ile Aden arasındaki mesafeden daha uzundur. Allah'a
yemin ederim ki, ben bir takım insanları, kişinin ya-bancıları havuzdan kovduğu
gibi kovacağım"
(Müslim, Tahâre,
12).
Hz. Enes (r.a)'ın rivayet
ettiğine göre, Peygamber (s.a.s) Kev-ser hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu,
Allah'ın bana Cennet'te verdiği bir nehirdir. Onun toprağı misktir, suyu sütten
daha beyaz ve baldan daha tatlıdır"
(Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân,
89).
"Öyleyse Rabbin için namaz
kıl ve kurban kes" (2) Bu âyetin tefsîri ile ilgili olarak, müfessirler farklı
açıklamalarda bulunmuşlardır. Bazıları namazdan muradı, beş vakit namaz olarak
anlamışlar; bazı-ları da Kurban bayramı olarak anlamışlardır. Bazı âlimler de,
bundan muradın mutlak namaz olduğunu söylemişlerdir. Bir kısım âlimlere göre
"nahr"dan gaye, namazda elleri bağlamaktır. Namazı elleri kaldırarak tekbir
getirme manasında anlayanlar da vardır. Bazıları ise, na-maza başlarken, rükû
ederken, rükûdan kalktığında elleri kaldırmak olduğunu söylemişlerdir. Ve bazı
âlimlere göre "nahr", Kurban bayra-mı namazını kılmak ve ondan sonra kurban
kesmektir. Bu türlü ihtilaf-lardan dolayı, kurban kesmek farz değil, vacip
olarak kabul edilmiştir.
Genel olarak bu âyette,
Allah'a samimiyetle yönelerek verdiği nimet-lere şükretme, O'nun için namaz
kılıp, O'nun için kurban kesmek em-redilmiştir.
Kesilen kurbanların üzerine
yalnız ve yalnız Allah'ın adının a-nılması gerektiğinin, Allah'tan başkası adına
kesilenlerle, Allah adı a-nılmadan kesilenlerin haram oluşunun burada yeniden
ifade edilmesi gösteriyor ki, bu din, hayatı bütünüyle Şirk'in fenalıklarından
arıtıp te-mizleme konusunda son derece dikkat göstermektedir. Yalnız kafaları ve
vicdanlarını değil, hayatın bütünü buna dahildir. Çünkü bu din, ap açık ve saf
tevhid dinidir. Bu yüzden de fiiliyatta şirki ortadan kaldır-mayı ön plana
almıştır. Hayat gizli ve açık yönleri ile bir birliktir. İslâm, hayatı parçalara
ayırmaz, her türlü şirk şaibesinden korur. Hayatı sa-mimiyetle ve açıklıkla
Allah'a tevcîh eder.
"Asıl sonu kesik olan, sana
buğzeden kimsedir" (3). Yüce Al-lah bu âyette, Hz. Muhammed (s.a.s)'in oğlunun
vefatı münasebeti ile kendisine: "Sonu kesik, adı sanı unutulacak" gibi sözleri
söyleyenleri tenkid etmekte ve asıl onların sonunun acı olduğunu açıklamaktadır.
Nitekim, Hz. Muhammed (s.a.s)'ın adı, on dört asırdır dünyanın her köşesinde
hürmet ve saygı ile anılmakta, günde beş vakit okunan ezanlarda Allah'ın adı ile
beraber zikredilmektedir. O'nun emanet ola-rak bıraktığı İslâm dini, gün
geçtikçe, dünyanın çeşitli yerlerine yayıl-maktadır. O'nu tenkid eden,
kötüleyen, adı sanı unutulacak diyen bedbahtların ise, isimleri çoktan
unutulmuştur.
Evet,
işte bu manaları ihtiva eden sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya
çalışacağız.
“Doğrusu her bir ahir (Gelecek) senin
için ûlâdan (Bir öncekinden) daha hayırlı olacaktır. Ve Rabbin sana verecek ve
sen razı olacaksın.”
(Duhâ 4)
“Peygamberim senin zikrini yücelttik.”
(İnşirâh 4)
gibi
Rasulullah efendimizin şahsına hitap eden ve onu teselli eden âyetler gelmişti.
İşte bu sûre de bu âyetler çerçevesinde bir muhtevaya sahiptir.
Yine
rivâyet edilir ki, As bin Vail veya Ukbe bin Muayt, veya Ebu Leheb, ya da Ebu
Cehil Allah’ın Resûlüne “ebter” der. Bu ağır söz üzerine bu sûre geldi. Oğlu
Abdullah’ın ölümü üzerine taziye yerine düğün, bayram yapanlara cevaptır bu.
Allah gerçek ebterin kendileri olduğunu anlatıyor. Bilinmelidir ki Rasulullah’ın
şerefi evlâtla değil, evlâdının şerefi ona nisbetledir.
Kur’an-ı
Kerîm’de Mâûn sûresinden sonra ve Kâfirûn sûresinden önce yerleştirilmiş olan bu
sûre, Mâûn ile Kâfirûn arasında şöyle bir münâsebet kurar: Mâûnda kâfirlerin ve
müşriklerin cimriliğine mukabil burada hayr-ı kesir, oradaki terk-i salâta
mukabil burada namaza devamla emir, oradaki riyaya mukabil, burada insanlar için
değil sadece Allah için kurban kesme ve kurban etini tasadduk emredilmiştir.
Öyleyse hayatını Allah için yaşayan ve tüm bunları
hakkıyla kulluk şuuru içinde yapan kimseye elbette güdük diyecekler, ebter
diyeceklerdir. Yani sen kâfirler ve müşrikler gibi yapmayıp hayatını Allah için
yaşamaya çalışırsan, malın konusunda o malı sana veren Allah’ı söz sahibi kabul
eder ve onu sahibinin yolunda bol bol dağıtırsan, bedenin konusunda Allah’ı söz
sahibi kabul eder ve onu Allah’a kulluğa hasreder, namaza, niyaza zaman
ayırırsan, zamanın konusunda Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu, onu verenin
yolunda harcayarak ilim öğreneceğim, ilim öğreteceğim, hasta ziyaretinde
bulunacağım, mü’minlerin yardımına koşacağım diye iki-üç gün dükkanını
kilitleyip kapalı tutuverirsen, hedefin sadece Allah olur ve insanları memnun
edecek zamanın kalmazsa, müşteriyi memnun etme adına bir takım riya vs. içine
girmezsen elbette ki sana da, size de ebter diyecekler.
Yani bu güdüktür, bu adam olmaz, bunun sonu kötü, bunun
sonu iflas, bunun sonu berbat diyecekler. Evet siz de aynen Peygamber (a.s) gibi
Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız kesinlikle bilesiniz ki size de aynısını
diyeceklerdir. Eğer sizler cimrilik yapmayıp, fakirlikten korkmayıp malınızı
Allah adına bol bol verirseniz veya fâiz alıp zengin olma imkânınız varken Allah
korkusundan ve âhiret hesabından ötürü böyle bir yola girmez ve bu imkânı
kullanmazsanız, dini yasaklardan ötürü hayatınızı zehir ederseniz, teşvik
kredisi almaz, reklâma para ayırmaz, düzen dolap çevirmezseniz güdük bu
diyecekler, bu ebter, bunun sonu iflas, bu adam olamaz, bu bakan olamaz, bu
dekan olamaz, bu müdür olamaz, bu hiçbir şey olamaz diyecekler. Bunun sonu kötü
diyecekler. Onlar bizim için böyle deyince biz de diyeceğiz ki, sizin dininiz,
sizin kulluk anlayışınız, sizin hayat anlayışınız sizin olsun, benimki de benim
olsun. Onlardan ayrılacağız ve arkasından da Allah’ın yardımı ve fetih gelecek
ve böyle düşünen tüm Ebu Leheblerin elleri kuruyacak ve biz, bunu bize nasip
eden Rabbimize karşı şükürde bulunacağız.
İşte bu
manaları ihtiva eden sûrenin âyetlerini inşallah tek tek tanımaya
çalışacağız.
1. “Şüphesiz ki biz sana Kevser’i
verdik.”
Sûrenin
bu ilk âyetinde Rasulullah efendimize lütfedilen Kevser’le alâkalı çok şey
söylenmiştir. Kelime manası hayr-ı kesir demektir. Peygamberim, Biz sana
sınırsız boyutta hayır ve bolluk verdik. Bu konuda müfessirler şunları
saymışlar:
Kevser,
Rasulullah efendimizin kendi beyanına göre Rabbi-mizin kıyamette kendisine
lütfedeceği Haşr meydanında bir Kevser havuzu, cennette bir ırmak veya cennette
bir havuzdur. Bu konuda pek çok hadis var, ancak mahiyetini bilmediğimiz için
aynen îman ediyoruz. “Ümmetim bu havuzdan içecekler, onun suyu sütten beyaz,
kardan soğuk ve baldan daha tatlıdır. Ondan bir kere içen bir daha susuzluk
hissetmez. Ama ümmetimden kimileri içmek için geldikleri bu havuzdan men edilip
uzaklaştırılacaklar. Ben diyeceğim ki: “Ya Rabbi! O benim ümmetimdendi! Neden
onun içmesine izin verimli-yor? Neden men ediliyor?” Bana denilecek ki: “Evet
senin ümmetindendi, ama sen bilmiyorsun ki senden sonra senin yolunu onlar ne
hale getirdiler? Onlar senin sünnetini terk edip ne bidatlere daldılar? Sen
bilmezsin onlar ne olmadık şeyler yaptılar? Senin yolunu nasıl bozdular? Sen
bilmezsin ey peygamberim!” denilecek. Senden sonra senin getirdiğin yoldan
ökçelerinin üzerinde nasıl döndüklerini, nasıl gerisingeriye dönerek mürted
olduklarını, senin bıraktığın kitabı nerelerde kullanmaya kalkıştıklarını, senin
kılık-kıyafet anlayışını kimlere nasıl peşkeş çektiklerini, senin hukukunu
kimlere sattıklarını, senin alfabeni nasıl çöpe attıklarını, senin dinini nasıl
başka başka kalıplara döktüklerini, senden başkalarının sünnetlerini nasıl
başlara taç yaptıklarını, senden başka efendilerinin kitaplarını nasıl senin
sözlerinin önüne geçirip sahiplendiklerini sen bilmezsin ey peygamberim,
denilecek diyor Allah’ın Resûlü.
Yoksa
Allah korusun yarın biz de Muhammed ümmetiyiz diye, biz de cennetliğiz diye,
inşallah maşallah derken gittiğimiz âhirette biz de içelim, biz de ondan
istifade edelim diye gittiğimiz havuzun başında kolumuzdan tutulup: Dur bakalım,
hayrola bir durum mu var? Sen buna lâyık değilsin diye kırbaçlarla ondan
uzaklaştırılma, ondan mahrum bırakılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardan
mıyız? Bunu bugünden çok iyi düşünmek zorundayız. O halde peygamberin getirip
bize sunduğu dini aynen muhafaza etmek zorundayız. Peygamberin sünnetini,
peygamberin yolunu aynen muhafaza etmek zorundayız. Bunun için de önce onun
getirdiklerinden haberdar olacağız. Kitabı ve sünneti tanıyacağız. Tanıyacağız
ki onu aynen muhafaza etme imkânımız olsun. Kitabı ve sünneti tanımayan, dinle
tanışmayan bir kimsenin onu muhafaza etmesi zaten mümkün
değildir.
Allah’ın
Resûlü diyor ki: “Onlar kırbaçlarla havuzumun başından uzaklaştırılırlarken
benim içim gidecek ve ağlayarak diyeceğim ki, “aman ya Rabbi! Onlar benim
ümmetimdendirler! Ne olur onları bana bağışla ya Rabbi!” Rabbim buyuracak ki,
“evet ama onlar senden sonra senin yolunu ne hale getirdiler sen biliyor musun?
Sen bilmiyor-sun ki peygamberim onlar senden sonra maddî ve manevî imtiyazları, menfaatleri
sebebiyle Allah’ın âyetlerini gizlediler. Allah’ın dinini az bir pahaya
sattılar. Başkalarının âyetlerinin, başkalarının yasalarının hâkimiyeti adına
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın yasalarını kamufle ettiler. Allah’ın âyetlerini
insanların gündeminden düşürdüler. Allah’ın âyetlerini geçersiz hale getirdiler.
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın kitabını farklı yerlerde kullanmaya çalıştılar ve
topluma böyle yansıttılar. Fonksiyonunu değiştirdiler kitabın. Ekmeğin, elmanın,
suyun, kadının, erkeğin fonksiyonlarını hiç unutmayan bu insanlar, ne yazık ki
kitabın fonksiyonunu unuttular.
Allah korusun işte bizim durumumuz. Sanki Allah’ın
âyetleri Allah’a kulluk için değil de başka gâyeler için gelmiş. Neredeyse
Kur’-an’ı bir parçacık namaz sûreleri, cenaze âyetleri, nişan, nikâh
merasimlerinin âyetleri, para toplamayı gerektirecek dönemlerin âyetleri, bir
evin veya bir dükkanın mübâreklenmesi için yeri gelince konuşulacak konunun
âyetleri veya celî, divanî, nesî, sülüs ya da kûfî yazı modellerinin
sergilenmesinde kullanılan âyetler haline getirmişiz. Maalesef medreselerde de
bugün Kur’an, Arapça’nın alıştırma kitabıdır. Ha-ni mensup mudur? Mazmum mudur?
Müpteda mıdır? Haber midir? Fiil midir? Fail midir? Bunun alıştırma kitabıdır
Kur’an.
Bizim
gibi kimilerinin elinde de Kur’an Allah korusun boş vakitlerimizin, boşlukta
geçen vakitlerimizin kamuflajında kullanılan bir kitaptır. Veya işte
konuşmalarımızı biraz biraz âyet ve hadislerle süsleyince biraz dolgun gibi
gözüküyoruz ve belki de böylece tatmin oluyoruz bununla. Adam balık satıyor
aslında, ama maydanozla süslüyor onu. O süs maddesidir, değilse maydanoz filan
sattığı yok adamın. Öyle değil mi? Adam İslâm’da aile diyor, İslâm’da takva
diyor, İslâm-da kazanç diyor ve araya bir iki âyet, üç beş hadis sıkıştırıyor.
Böylece âyet anlatmıyor, hadis anlatmıyor, sattığı, pazarladığı başka şey de,
âyetle hadisle de pazarladığını süslüyor Allah korusun. Evet, onlar kitabı bu
hale getirdiler peygamberim.
Onlar
hayatlarını, hayat programlarını senin getirdiğin kitaba ve senin sünnetine
sormadılar. Ya da kimisini Allah’a kimilerini de başkalarına sordular. Böylece
hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı, bazı bölümlerine de başkalarını
karıştırdıkları için hakkı bâtılı birbirine karıştırarak bir hayat yaşadılar.
Yani hayatlarının bir bölümünü Allah kaynaklı, öteki bölümünü de tâğutlar
kaynaklı yaşayarak senden sonra bu insanlar şirke düştüler. Namazı Allah’tan ama
mirası başkalarından aldıkları için hakkı bâtıla karıştırıverdiler. Orucu
Allah’tan, ama hukuku başkalarından, haccı Allah’tan ama ekonomik yapıyı
başkalarından, abdesti senden ama kılık-kıyafeti başkalarından aldıkları için
hakla bâtılı çorba yapıp öylece şirkin içinde bir hayat yaşadılar. Senden sonra
onların ne suçlar işlediğini sen bilmiyorsun ey peygamberim, diyecek
Rabbimiz.
Onlar
senin kendilerine bıraktığın dini oyun ve eğlence edindiler. Dinlerini oyun ve
oyuncak tutup dünya hayatına verdikleri değeri dinlerine vermediler. Dünyayı,
dünya hayatını dinlerine tercih edip, dünyayı hedef bilip, dünyayı kıble edinip
bütün plan ve programlarını dünyayı kazanma adına yaptılar. Bu yüzden de
dinleriyle ilgilenme, kitaplarıyla, seninle tanışma imkânı bulamadılar. Dünyayı
alıp da âhireti unuturlar, dinlerini dünyalarına alet ettiler, dinlerini
dünyalarına yamayıp, dünyayı kazanmak için dinlerini malzeme olarak kullandılar.
Dünya onların gözünde çok büyük değer ifade ettiği için onlar dinlerini
önemsemediler.
Bunlar
dinlerini oyun ve eğlence yerine koyuyorlardı. Öyle bir dinleri var ki bu
adamların, kendilerine uyguladıkları dinleri farklı, başkalarına anlattıkları
din farklıydı. Ya da böyle salonlarda, konferanslarda konuşulan ama bir türlü
hayatlarında görülmeyen bir dinleri vardır onların. Tartışılan, fakat amel
edilmeyen bir din. Konuşulan, ama hayata aktarılmayan bir din. Vicdanlarda
hapsedilen, ama sosyal hayata egemen olmayan bir din. Kendilerinin
Müslümanlığını ispat söz konusu olduğu zaman ağızlarına aldıkları, ama
hukukları, mirasları, eğitimleri, siyasal ve ekonomik yapılanmaları, meslekleri,
kazanmaları, harcamaları söz konusu olduğu zaman ağza alınmayan bir din. Camiye
karışan, ama sosyal hayata karışmayan bir din. Dinlerini bu hale getiren, onu
oyun ve eğlence haline getiren bu adamların senin havuzuna yaklaşmaları, ondan
istifade etmeleri kesinlikle haramdır, sakın bunu benden isteme, buyuracak
Rabbimiz.
Unutmayalım ki dinlerini oyun ve eğlence yapan, yahut da dünya hayatı
kendilerini aldatıp meşgul ettiği için, dinlerinin gerçek kaynaklarıyla
tanışamadıkları için, Kur’an ve sünnetten habersiz kaldıkları için kendilerine
oyun ve eğlenceyi din kabul etmiş insanlar asla o havuzun başına
yaklaştırılmayacak ve Rasulullah’ın gittiği yere gidemeyeceklerdir.
Allah için şu anda elimizden imkân varken bunu iyi bir
düşünelim. İnsanlar eğer kendi indi mütalaalarını, hocadan hacıdan,
anadan-babadan, radyodan, televizyondan duyduklarını, takvim yaprağından
okuduklarını, toplumdan ve piyasadan devşirdiklerini kendilerine din kabul
ediyorlar ve bununla amel etmeye çalışıyorlarsa, lehviyyatı ve lağviyyatı
kendilerine din kabul etmişler demektir. Oyun ve eğlenceyi din kabul etmişler
demektir ve Allah korusun bu din yarın bizi cennete götürmeyecektir. Yani oyun
ve eğlenceyi kendilerine din kabul etmiş insanlardan yarın bu din kabul
edilmeyecektir.
Öyleyse Allah için aklımızı başımıza alıp bir daha
düşünelim. Şu anda bizim din diye inandığımız ve yaşadığımız şey gerçekten Kitap
ve sünnete dayalı Allah dini mi? Yoksa bir yerlerden devşirme bir din mi? Çünkü
unutmayalım ki din, kişinin hayat programının tümüdür. Din, kişinin kendisiyle,
Rabbiyle ve insanlarla münâsebetlerinin tümünü düzenleyen kanunlar ve kurallar
mecmuasıdır. Tüm bunları düzenlemek için neye ve kime müracaat ediyorsa kişi
onun dininde demektir. Öyleyse kimin dininde olduğumuzu, kimin istediği biçimde
hareket ettiğimizi, hayatımızı kimin yasaları istikâmetinde düzenlediğimizi iyi
düşünelim. Sonunda kimin cennetine gideceğimize, kimin havuzundan içeceğimize
iyi karar verelim.
Allah’tan
başkalarının dinlerine tabi olanlar, Allah’ın diniyle ilgilenmeyenler ya da
sadece boş zamanlarında dinle ilgilenenler Allah’ın cennetine giremeyecekler
Rasulullah’ın havuzundan içemeyeceklerdir. Kevser, Rasulullah efendimize yarın
Rabbimizin lütfedeceği bir havuzdur ve ondan sadece Allah’a, Allah’ın istediği
biçimde inanmış ve Rasulullah’ın yolunu, Allah’ın dinini olduğu gibi anlayıp
yaşamış insanlar içebileceklerdir Rabbim bizi mahrum etmesin
inşallah.
Yine
Kevser’in, Rasulullah efendimize lütfedilen ve tüm diğer dinlere üstün kılınan
İslâm dini olduğu da söylenmiştir. Kendisinden önceki kitapların tamamını nesih
eden, kıyamete kadar geçerliliğini muhafaza edecek olan ve kıyamet sonrası da
insanlığın kendisiyle yargılanacağı Kur’an olduğu da söylenmiştir. Asırlar boyu
devam edecek olan, tüm insanlığa ışık tutacak Rasulullah efendimizin sünnetidir.
Bakara sûresinde anlatıldığı gibi, Rasulullah efendimize verilen hikmet olduğu
da belirtilmiştir.
“Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet
verilirse ona çok hayır verilmiştir. Ve bunu ancak akıl sahipleri
anlar.”
(Bakara 269)
Yine bir
başka anlayışa göre Kevser, Rasulullah efendimize ve kıyamete kadar onun
ümmetine verilen ilimdir. Yine Kevser, kıyamet günü Rasulullah efendimize
verilecek şefaat hakkıdır. Yine Ra-sulullah efendimize Rabbimizin lütfedeceği
Makam-ı Mahmûd’dur. Rasulullah efendimizin metbularının, ümmetinin diğerlerine
nazaran çokluğudur. Rasulullah efendimizin beyanıyla cennetin yarısından
fazlasını dolduracak ümmetidir. Raf’uz zikirdir, yani Rasulullah efendimizin
şanının, zikrinin, şerefinin yüceltilmesidir. Ümmetinin âlimlerinin çokluğudur.
Rasulullah efendimizin dünyadayken düşmanlarına karşı galip getirilmesi,
hayattayken dininin, dâvâsının hâkimiyetini görme nîmetidir. Kendisine karşı
verilen fetihlerin çokluğudur. Onun ümmetinin, onun yolunun yolcularının
kıyamete kadar tüm dünyaya hakim olacağının müjdesidir. Hâsılı dünya ve ukbada
Rabbimiz tarafından kendisine ve ümmetine lütfedilen her türlü hayrın çokluğudur
Kevser.
Öyleyse
Cenab-ı Hak sonsuz inam, ikram ve izzet sahibidir. Peygamberine de, dolayısıyla
onun şahsında onun yolunda gidenlere de hayr-ı kesir lütfedilecektir. Kevser
lütfedilecektir. Dünya hesabıyla Allah adına, Allah’ın dininin ikâmesi adına,
Allah’ın iradesinin hâkimiyeti adına çekilebilecek eziyet, sıkıntı, mahrumiyet,
belâ ve musîbetler Rabbimizin bizi bekleyen bu lütufları yanında çok değersiz ve
basit kalacaktır. Rasulullah efendimizin ve beraberindeki bir avuç Müslü-manın
Mekke’de yaşadıkları o işkence dönemlerinde gelen bu sûre onlara moral veriyor
ve dayanma gücü veriyordu.
Tabi bugün bize de aynı şeyleri söylüyor Rabbimiz. Eğer
sıkıntılı dönemlerinde Müslümanlar bu sonsuz mükafatları düşünerek Allah’a
kulluktan vazgeçmezler, Allah’ın dinine hizmetten vazgeçmezler ve işkencelere
göğüs gererlerse bilinmelidir ki Müslümanca yaşanılan bir hayatın sonunda onları
çok daha hayırlı neticeler beklemektedir. Sonsuz lütuflar, sayısız nîmetler ve
zaferler onları beklemektedir.
Tüm bize
verilen bu nîmetlere karşı Rabbimizin bizden istediği nîmetin şükrünü ifa adına
namaz kılmak ve kurban kesmektir:
2. “O
halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.”
Sana Kevser’i veren, sana sonsuz lütuflarda ve hayr-ı
kesirde bulunan Rabbin için, ama sadece O’nun için sen de namaz kıl ve kur-ban
kes. Tüm bu nîmetleri sana lütfeden Rabbine teşekkür için namaz kıl ve kurban
kes.
Kureyş sûresindeki “Bu
Beytin Rabbine kulluk edin” emrinin burada bir nevi şerh edildiğini
görüyoruz. Kendisine kulluk isteyen Rabbimiz burada bu kulluğun iki türünden söz
ediyor: Birisi namaz, ötekisi de kurban. Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında
hepimize namaz ve kurban türünde iki kulluk emrediyor. Birisi insanın bedenine
ilişkin bir görev, ikincisi de malına ilişkin bir
görevdir.
Namaz,
tüm bedenin Allah’a ait oluşunu kabul demektir. Namaz, kişinin bedeninde Allah’ı
söz sahibi bilmesinin ifadesidir. Namaz, tüm bedeni Allah’ın hâkimiyetine teslim
etmek, tüm bedende Allah’ı söz sahibi bilmek demektir. Zira namaz öyle bir
ibadettir ki, tüm bedeni Allah’a kulluğa hasreder. Namaz, namazda bedenin başka
şeylerle meşguliyetinin bitirildiği ve sadece Allah’a yönelmenin
gerçekleştirildiği bir makamdır, Allah’a teveccühtür.
Namaz,
Hz. Adem’den bu yana bütün peygamberlerin hayatında değişmeyen bir ibadettir.
İsrâil oğullarında: (Bakara 83) Hz. Mûsâ’nın kavminde: (Yunus 87) Hz. Şuayb
milletinde: (Hud 87) Hıristiyanlıkta: (Meryem 30) Tüm peygamberlerin
toplumlarında değişmeyen bir ibadettir namaz. Namaz bütün Risâlet silsilelerinde
amelî farzların ilkidir. Namaz, peygamberlerin risâlet, vahiy ve tebliğ yükünü
kaldırabilmeleri için onların ilk dayanaklarıydı. İşkencelere, yalanlamalara,
alaylara karşı peygamberlerin tarih boyunca ilk sığınacakları
şeydi.
Namazımız, hayatımızın direğidir. Namaz, bedenî kulluğun ifadesidir. Tüm hayatı düzenleyecek,
Allah’tan mesaj alma makamıdır. Allah’a hayatın tekmilini verme ameliyesidir.
İşte burada Rabbimiz peygamberinden ve onun şahsında bizlerden böyle hayatı
düzenleyecek bir namaz istemektedir. “Ey Peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcuları, Rabbiniz için namaz kılın. Öyle bir namaz kılın ki o namaz
Rabbinizden mesaj alma makamı olsun. Öyle bir namaz kılın ki, o namaz tüm
bedeninizin Allah’a kulluğa hasredilmesini sağlasın. Öyle bir namaz kılın ki, o
namaz tüm hayatınızı düzenlesin. Öyle bir namaz kılın ki, hayatınız o namaza
özdeş olsun. İki namaz arasını o namazlarda Allah’a verdiğiniz söze göre
ayarlayın. Evet öyle bir namaz ikame edelim ki bu namaz bizim ferdî ve içtimaî
hayatımızı dengede tutsun. Çünkü namaz Allah’la diyalog kurmak demektir.
Rasu-lullah Efendimiz hadislerinde buyurur ki, “Namazı ikame ederek namazlarınız
sayesinde Rabbinizle diyaloglarınızı kesmeyin. Namaz sayesinde Allah’la diyalog
imkânı bulun ve böylece de hayatınızı Allah’ın istediği gibi yaşayın.” Allah
bizden böyle bir namaz istiyor. Sadece Allah için kılınacak bir namaz istiyor.
Ve bir de ey peygamberim, Rabbinin sana
lütfettiklerine karşılık sen de kurban kes. Allah için kurban da kesin. Namaz,
bedenî bir ibadet, kurban ise malî bir ibadettir. Namaz bedende Allah’ı söz
sahibi bilme, kurban da malda Allah’ı söz sahibi bilmenin ifadesidir. Namazla
bedenlerinizde Allah’ın söz sahibi olduğunu ortaya koyarken, kurbanla da
mallarınız konusunda Allah’ın söz sahibi olduğunu itiraf edin. Çünkü namaz
bedenî bir kulluk, kurban da malî bir kulluktur. Ya da namaz Allah’tan mesaj
alma makamı, kurban da Allah’tan alınan bu mesajı Allah kullarına ulaştırma,
onlarla paylaşma makamıdır. Na-mazla Allah’tan mesaj alın, kurbanla da Allah’tan
aldıklarınızı insanlara ulaştırma, insanlarla paylaşmaya hazır olduğunuzu
gösterin. Namaz Allah’tan mesaj alma işidir, zekât ta Allah’tan alınan bu
mesajın insanlara ulaştırılma ameliyesidir. Veya namaz bireysel bir kulluktur,
kurban da toplumsal bir kulluktur. Namazla bireysel kulluğunuzu Allah’a takdim
ederken, kurbanla da toplumsal kulluklarınızı ortaya koyun, Allah için tüm
mallarınızdan geçebileceğinizi ortaya koyun diyor Rabbimiz.
Fakat
namazlarınızı da kurbanlarınızı da sadece Allah için icra edin. Başkaları,
mallarını ve canlarını kendi İlâhları için harcarlar, ama Müslüman, bedenini,
canını, malını da onları kendisine verenin yolunda harcar. Bakın bu husus En’âm
sûresinde de şöyle ortaya konur:
“De ki: “Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah
içindir.”
(En’âm 162)
Müslüman sürekli söyleyecektir bunu. Benim namazım
Allah’a aittir. Öyleyse öyle bir namaz kılalım ki o Allah için olsun. Öyle bir
namaz kılalım ki, o Allah’a lâyık olsun. Öyle bir namaz kılalım, öyle bir hayat
yaşayalım ki Rasulullah’ınki gibi olsun. Öyle bir hayat yaşayalım ki,
kâfirlerinkinden, müşriklerinkinden farklı olsun. Kâfirlerle farkımız ortaya
çıksın. Öyle bir namaz kılalım ki, dinimizin direği olsun. Öyle bir namaz
kılalım ki Allah’tan mesaj alma makamımız olsun bu namaz. Allah’a hayatın
tekmilini verme makamımız olsun bu namaz. Öyle bir namaz kılalım ki, bizi tüm
münkerlerden, tüm fahşadan korusun. Öyle bir namaz kılalım ki, o namazda
Rabbimizle yaptığımız ahitlerle hayatımız bir olsun. Namazımızla hayatımız özdeş
olsun. Böylece hayatımız hep Allah için olsun. Yaşarken hep namazda olalım.
Namazdayken hep Allah huzurunda olalım.
Mü’min
ibadetini, kulluğunu, hamdini, şükrünü sadece Allah’a ait kılan kişidir.
Namazımız, ibadetlerimiz ve tüm hayatımız -ki zaten ibadetin dışında hayatımızda
bir tek saniyemiz bile yoktur- dünya hayatımız, âhiret hayatımız, ferdî
hayatımız, toplumsal hayatımız, aile hayatımız, iş hayatımız, siyasal hayatımız,
hukuksal hayatımız tümüyle Allah’a aittir. Biz hayatı Allah için yaşarız. Hayatı
parçalamadan, o hayatın bazı bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı bölümlerinde de
başkalarının kulu olmadan yaşarız. Tevhid içinde yaşarız. Çünkü bu hayatın
sahibi O’dur. Bizi yaratan ve bu hayatı bize lütfeden O’dur. Vücutlarımız
bedenlerimiz bize ait değildir. Mallarımız, sahip olduklarımız da bizim
değildir. Onları, onları bize verenin razı olmadığı yerde kullanmamız caiz
değildir. Tüm azalarımız emanettir bizde.
Buradaki
namazın 5 vakit namaz olduğunu söyleyenler olmuştur. Kurbanla birlikte
zikredildiği için kurban bayramı günü kılınan kurban bayramı namazıdır diyenler
de vardır. Kurbanın da, kurban bayramında kesilen kurban olduğunu söyleyenler
olmuş, sadece ona mahsus olmayıp Müslümanların kestiği tüm hayvanlardır diyenler
olmuş veya buradaki nahr emrinin kurban bayramı namazındaki tekbirler olduğunu,
bunun namazda elleri bağlamak olduğu, namazlarda namaza başlarken, rükua
varırken, kalkarken yapılacak raf’ul yedeyn olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu
Allah bilir. İşte bütün bunları gerçekleştirerek kulluğunuzu sadece Allah’a
tahsis edin.
Burada
namazın ve kurbanın anlatılmasından anlıyoruz ki Müslüman, kulluk adına bedenini
ve malını Allah’a ait kılacaktır. Bireysel planda Allah’a teslim olduğu gibi,
toplumsal planda da Müslüman olacaktır. Namazı tek başına da kılabiliriz, çünkü
namaz bireysel bir ibadettir, ama kurban öyle değildir. Kurban kestik mi onunla
ilgili başkalarına da terettüp edecek bir vazife ortaya çıkıyor. O da şüphesiz
ki kestiğimiz bu kurbanın etinden başkalarına dağıtma, başkalarını da düşünme
eylemidir. Demek ki kimi kulluklarımızda biz yalnız değiliz. O kullukların
icrasında birilerine ihtiyacımız vardır. Meselâ yalnız başına duran bir adama
yalan söyleme! demek abestir. Birileri olacak, çevresinde onlara yalan
söylenmeyecek. Yine böyle birisine zul-metme! demek te olmaz.
O halde İslâm’ın bizden istedikleri ya toplum halinde,
ya da bireysel olarak yapabileceğimiz şeylerdir. Bunların hepsini gerek bireysel
kulluklarımızı gerekse toplumsal kulluklarımızı sadece Allah için
yapmalıyız.
Sen
Rabbin için namaz kılıp kurban kes. Bedenin ve malın konusunda Rabbini söz
sahibi bilip tüm kulluklarını Allah için yapıp O’nun için bir hayat yaşa ki o
zaman:
3. “Doğrusu ebter (adı sanı ortadan
kalkacak olan), sana kin tutan kimsedir.”
Şanii ifadesini Mâide sûresi de kullanır:
“Bir topluluğa olan öfkeniz sizi
adâletsizliğe sürüklemesin.”
Şanii, şenean öfke, buğz, gayız, kin anlamlarına
gelmektedir. Öyleyse ey peygamberim, sana buğz edenler, sana düşmanlık
besleyenler, senin dâvâna, senin dinine, senin getirdiğin mesaja, İslâm’a kin
tutanlar, senin için ebterlik bekleyenler, senin yolunun, sünnetinin, senin
uygulamalarının silinip gitmesini umanlar, senin dâvânı hayattan silmek için say
edenler bilesin ki ebter olanlar, silinecek olanlar, hem dünyada hem de ukbada
hüsrana mahkum olacak olanlar onların ta kendileridir.
Rasulullah efendimize ve onun dâvâsına kin tutup ona ebter diyenler o
dönemde Ebu Cehil’di, As bin Vail’di,
Ebu Leheb ve benzerleriydi. Bu konuda uzun uzun rivâyetler var. Rasulullah
efendimizin erkek çocukları vefat edince işte onun soyu kesildi, ondan
kurtulacağız diye bayram etmişler. Veya Allah’ın Resûlü onların şirk
anlayışlarından, küfürlerinden, küfür ve şirke dayalı tüm hayatlarından yüz
çevirip hayatını Allah adına yaşamaya başlayınca, îmanında, teslimiyetinde,
kulluğunda onlardan ayrılınca yalnız kaldı. Toplumun tüm şirk anlayışlarını
reddedince toplumunun, akrabalarının desteğini kaybetti. İşte toplumu,
akrabaları tarafından, tüm çevresi tarafından reddedilip yapayalnız kalan
Allah’ın Resûlüne ebter dediler.
Toplumunun sevgisini, toplumunun kendisine verdiği yeri
kaybedince ona ebter dediler. “Ey Muhammed bu gidişle senin sonun yok” dediler.
“Bu anlayışla sen başarıya ulaşamazsın” dediler. “Senin bu anlayışın, bu
yaşayışın, bu dâvân kabul görmez” dediler. “Bu dâvâ insanların ilgisini
çekmeyen, insanların değer vermediği bir dâvâdır. Bu dâvâ karın doyurmaz. Bu
dâvâ sana makam mansıp kazandır-maz. Bu gidişle sen reis olamazsın, bakan
olamazsın, dekan olamazsın, genel müdür olamazsın, zengin olamazsın. Vazgeç sen
bunlardan da sen biraz paradan söz et, ekonomiden söz et, yaşamaktan söz et.
Eğer böyle yaparsan dinlenirsin” diyorlardı. “Böyle yaparsan destek görürüsün.
Böyle yaparsan adam yerine konursun. Toplumda saygın olursun. Zengin olursun”
diyorlardı.
Ama sana
ta’n edenler, sana buğz edenler, senin yoluna düş-man olanlar, senin dâvâna
karşı olanlar, senin dinine buğz edenler var ya, işte asıl ebter olanlar
onlardır. Senin adın, senin şanın, senin şerefin, senin dinin kıyamete kadar
devam ederken, kıyamete kadar peyderpey gönüllerde ma’kes bulurken ona düşman
olanlar ebter olacaklar, silinip gideceklerdir. İşte görüyoruz aynen öyle de
olmuştur. O gün ona düşman olanların hem de birkaç yıl içinde silinip
gittiklerini görüyoruz. Onlar o gün için zâhiren güçlüydüler. Topluma hakim
konumdaydılar. Ticarette, ekonomide, hacda, siyasette toplumun tüm işlerinde söz
sahibiydiler. Ama aradan bir iki yıl geçmeden tam tersine dönüverdi işler.
Allah’ın Resûlüne ebter diyorlardı, güdük diyor-lardı. Bunun sonu yok
diyorlardı. Bunun sonu hüsran diyorlardı. Ama çok geçmedi ki kendileri ebter
oluverdiler.
Onlardan kimileri Rasulullah’ın oğlu İbrahim’den önce
geberip gitti. Çok kısa bir süre sonra Ebu Cehillerin, Ebu Leheblerin, As bin
Vaillerin isimleri anılmaz oldu. Dâvâları, yolları silinip gitti. Ama
Rasu-lullah’ın dâvâsına dünyanın yarısı gönül vererek devam ettirmektedir.
Öyleyse şunu kesinlikle bilelim ki îman asla ebter olmaz. İslâm ebter olamaz.
Zira bu dâvâ Allah’ın dâvâsıdır. Bu din Allah’ın dinidir. Onu hiç kimse yok
edemez, kimse onun önüne geçemez.
Ama
burada sadece tarihin o döneminde bu dâvâya düşman olanlar değil, kıyamete kadar
Allah’ın dinine buğz eden, Allah’ın dinine, Allah’ın sistemine düşmanlık yapan,
Allah’ın dinine geçit vermeyen tüm kâfirler kast edilmektedir. Kıyamete kadar bu
dine düşman olanların tamamı mağlup olacak, hüsrana mahkum olacak ve bu din
karşısında kahrolmak, silinip gitmek zorunda
kalacaklardır.
Allah’ın
Resûlü, toplumunun küfür ve şirk anlayışlarından, toplumunun şirke dayalı kulluk
anlayışından, kılık-kıyafet anlayışlarından, hayat anlayışlarından, mala
bakışlarından, kazanma ve harcama, eğitim, hukuk, ekonomi, kadın-erkek,
yeme-içme anlayışlarından, sosyal ve siyasal yapılanmalarından, hâsılı şirke ve
küfre dayalı tüm anlayışlarından ayrılıp Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya
başlayınca, bedeninde, malında, gecesinde, gündüzünde tüm hayatında Allah’a
kar-şı sorumlu olduğunu ortaya koyup O’nun rızasını ön plana çıkarınca, O’nun
hayat programını kabullenince, ona ebter diyorlardı. “Bu enayice malını Allah
için harcıyor, binaenaleyh bunun sonu iflas” diyorlar-dı. “Bu makama, koltuğa
değer vermiyor, binaenaleyh bu adam olmaz” diyorlardı. “Bu dünyalık peşine
düşmüyor, bunun sonu aç kal-maktır” diyorlardı. “Bu onun bunun hizmetine
koşacağım diye kendisini ihmal ediyor, bunun âkıbeti kötüdür” diyorlardı. “Bu
ilim peşinde koşacağım derken ev bark düşünmüyor, bunun geleceği berbat”
di-yorlardı. “Bu âhireti için dünyasını ihmal ediyor, bu adam olmaz, bunun sonu
güdüktür” diyorlardı.
Unutmayın
ki eğer bizler de bugün peygamber yolunun yolcusu olabilirsek, eğer bizler de
bugün peygamber misyonuna sahip çıkar, peygamber gibi bir hayat yaşayabilirsek.
Rasulullah efendimizi örnek alarak bir hayat yaşayabilir, mala, dünyaya
bakışımızı, kılık-kı-yafetimizi, ticaret hayatımızı, aile hayatımızı, kulluk
anlayışımızı onun-ki gibi gerçekleştirmeye gayret edersek o zaman kesinlikle
bilesiniz ki bize de ebter diyecekler.
Meselâ ilim öğreneceğim, İslâmî bir hizmete
koşturacağım, Müslüman bir hasta kardeşimizin ziyaretine gideceğim, bir
Müslüma-na hadis anlatacağım, komşularıma Kevser’i duyuracağım ve onları cennete
kazandıracağım diye bir iki saat dükkanınızı kapalı tutuverseniz, size de ebter
diyecekler. “Bunun sonu güdük, Bunun sonu iflas. Bu adam olmaz” diyecekler.
Veya meselâ bol para getirecek bir ticaretten fâiz
kokusu var diye Allah korkusuyla vazgeçiverseniz bu enayi diyecekler. “Bu kadar
parayı tepti, bunun sonu berbat” diyecekler.
Veya elinizin altında çok rahat ulaşabileceğiniz
birilerinin namusuna Allah korkusuyla uzanmasanız, “bu aptal, ağzının tadını
bil-miyor bu enayi” diyecekler.
Onlar ebter diyecekler, ama üzülmeyin hayatınızı Allah
için ya-şadığınız sürece Allah da Kevser diyecek. Kulum bakma sen o müşriklere,
Ben senin için hem dünyada hem de ukba’da hayr-ı kesir hazırladım. Benim için
yaşadığın hayatına devam et, Ben hem dünyada, hem da âhirette senin hayatını
bereketlendirecek, dâvânı galip getirecek, düşmanlarını hüsrana mahkum edeceğim
buyuracak.
Unutmayalım ki Rasulullah efendimize denenler şu anda
bize de denmektedir Allah tarafından. Birileri bize ebter diyerek saldırdıkları
zaman hemen hatırlayacağız ki Cenâb-ı Hak bize de Kevser diyor. Rabbimiz bizi de
galip getireceğini müjdeliyor.
Öyleyse kimseden korkmayacağız. Allah için hayatımızı
yaşamaya devam edeceğiz ve göreceğiz kim ebter’miş, kim değilmiş? Kim galipmiş,
kim mağlupmuş? Kim kazanmış, kim kaybetmiş? Kim akıllıymış, kim enayiymiş? Güzel
âkıbet kiminmiş yakında göreceğiz.
Bu sûre
de bitti. Rabbim gereği gibi iman edip, bu imanını hayatından görüntülemeyi
cümlemize nasip etsin. Vel hamdü lillahi Rabbi’lâlemîn.
Allah hocamıza gani gani rahmet eylrsin..Rabbine kavuştuktan sonra bile ilmiyle ameline devam edip bizi faydalandiriyor bizde başkalarına aktarıyoruz emeği geçen herkezden Allah razı olsun
YanıtlaSil