HAC SÛRESİ
Mushaf’taki sıralamaya göre
kita-bımızın 22, nüzûl sıralamasına göre 103, üçüncü miûn grubunun üçüncü sûresi
olan Hacc sûresi bazı âyetleri müstesna Mekke’de nâzil olmuş olup âyetlerinin
sayısı 78 dir.
“Rahmân ve
Rahim olan Allah'ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Resûlüne ve Onun
pak aile halkına ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
Rabbimizin Hz. İbrahim’e Kâbe’nin ziyaret edilmesiyle ilgili emrini ihtiva eden
27. âyetindeki “Hac” kelimesinden almış, Mekke’de nâzil olmuş 178 âyetlik bir
mübarek sûre ile yüz yüzeyiz. Medine’de inmiş olduğuna dair de rivayetler
vardır. Din
konusunda, kitap konusunda söz söyleme hakkına sahip âlimlerimizce,
müfessirlerimizce nüzul zamanı ihtilâflı bir sûredir. Mekkî’dir diyenler olmuş,
Medenîdir diyenler olmuş, kimileri de sûrenin bir bölümünün Mekkî, diğer
bölümünün de Medenî olduğunu söylemişler.
Sûrede
genel olarak tevhid, Allah’ın tekliği, kıyametin mutlak kopacağı, öldükten sonra
hesap kitap için tekrar dirilmenin ve Allah huzurunda toplanmanın kesin vukua
geleceği vurgulandıktan sonra dinin özünden ve haccın amacından sapmaların
ortaya konup kınandığına şahit olmaktayız. Çünkü Mekke müşrikleri Hanif dininin
vazgeçilmez tevhid ilkesinden sapmışlar, haccın gözettiği yüce amaçlardan
da uzaklaşmış olup onu bir çeşit toplu
eğlenceye, festivale ve panayıra dönüştürmüşlerdi. Bu yönüyle sûrenin
vurgularına bakılırsa muhataplarının Mekke müşrikleri olduğunu ve sûrenin de
Mekke’de inmiş olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Sûrede
hac ibadetinin ruhundan, amacından, bazı ilke ve me-nasikinden bahsedilmektedir.
Aslında bu âyetler haccın farz kılınışını değil Hz. İbrahim aleyhisselâm
döneminde hangi yüce amaçları gerçekleştirmek için ortaya konduğunu
belirtmektedir. Bu cümleden olarak haccın en önemli hedeflerinden birinin tevhid
inancını yerleştir-mek, yaşatmak bu inanç etrafında insanları kaynaştırıp
toplumsal ba-rışı sağlamak olduğuna dikkat çekilmektedir.
Sûreyi
dört ana bölüm olarak ele alıp anlamaya çalışabiliriz. Birinci bölümde (âyet
1-24) tüm insanlığa takvayı, Allah’a karşı kulluklarının bilincinde olup, O’nun
koruması altında olmayı ihtar eden bir emirle söze başlanır ve hemen akabinde
kıyametin korkunç bir sarsıntıyla kopacağı haber verilir. O gün korkudan her
emzikli kadın emzirdiği çocuğunu unutacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek
ve insanlar sarhoş olmadıkları halde sarhoş gibi görüneceklerdir. (âyet 2). Daha
sonraki âyetlerde bir kısım zır cahil kimselerin Allah hakkında tartışmalara
girmesi ve şeytana uyup yoldan çıkması gündeme getirilir, şiddetle kınanır.
Sonra ölüm ötesi hayatı reddeden, öldükten sonra dirilişin imkânsızlığını iddia
eden kâfirlere, onların akıllarını erdirmek için bir insanın yaratılışındaki
aşamalar hatırlatılarak bunun insanların gözleri önünde sürekli olarak tekrar
edildiğine dikkat çekilir. Yine ölü toprağa hayat veren Allah’ın hak olduğu ve
üstün kudretiyle ölüleri tekrar diriltmeye güç yetireceği anlatılır. Sonra
herhangi bir bil-gisi, herhangi bir rehberi, vahye dayalı aydınlatıcı bir kitabı
olmadığı halde sırf kendisini ve insanları Allah yolundan saptırmak için
büyüklük taslayan inkârcılara hem dünyada rezilliği tadacakları, hem de
âhi-rette yakıcı bir ateşin kucağına gidecekleri ihtar edilir. Buna karşılık
Allah’a, Allah’tan gelen hayat programına iman edip hayatını bu imana dayalı bir
şekilde yaşayanlara cennete gidecekleri, orada hoş bir hayatı elde edecekleri
müjdelenir. Yâni bir insanın inancını, bu dünyadaki hayatını işte bu kâr ve
zarar hesabına göre kurması gerektiğine işaret edilir (âyet 11). Sonra (âyet 12)
de de hiçbir zarar vermeye ve fayda sağlamaya güç yetirmeyen âciz putlara,
güçsüz tanrı taslaklarına tapınmanın anlamsızlığı ortaya konur.
Sonra
Allah’a güvenmenin, O’na sığınmanın, O’nun için bir hayat yaşamanın önemi
vurgulanır (âyet 15). Sonra Rabbimizin bu Kur’an’ı âyetler halinde indirdiği;
onun mü’minler, yahudiler, sabiler ve müşrikler hakkında kıyamet günü ayrı ayrı
hükümler vereceği; ay, güneş, dağlar, ağaçlar, hayvanlar gibi akıl ve şuurdan
mahrum tüm varlıklar Allah’a secde ederlerken insanların bir kısmının O’nu
inkâra kalkıştığı ve bu yüzden de azabı hak ettiği anlatılır. Sonra bu inkârcı
güruhun cehennemde karşılaşacakları dayanılmaz azap tasvir edilirken mü’minlerin
cennette kavuşacakları mükâfatlar tekrar edilir. Ve bu bölüm mü’minler
hakkındaki, “Onlar sözün en güzeline yönelmişlerdir, övgüye lâyık olan Allah’ın
yoluna hidayet edilmişlerdir” meâlindeki âyetle son bulur.
Sûrenin
ikinci bölümünde (âyet 25-41) inkâr enlerden inkârla yetinmeyip insanları Allah
yolundan saptırmak ve haccı engellemek suretiyle küfür ve zulümde ileri gidenler
gündeme getirilir. Kâbe’nin in-şasında gözetilen tevhid akidesi gibi kutsal
amaçlar ve haccın sağladığı dünyevî ve uhrevî faydalarla kurban konusu ele
alınır. Allah’ın koyduğu kurallara ve yasaklara karşı saygılı davrananların
önemi üzerinde durularak asıl amacın kalplerde takvayı yerleştirip pekiştirmek
olduğu vurgulanır (âyet 32). Sonra bu dünyada iyilerin, Salihlerin kötülere ve
müfsitlere karşı mücadeleleri olmasaydı yeryüzündeki mâbedlerin yıkılıp yok
edileceği, bundan dolayı zulme maruz kalan mü’minlerin kendilerini ve
inançlarını savunmak için savaşabilecekleri bildirilir. Bu bölüm bütün işlerin
sonunun Allah’a ait olduğunu vurgulayan bir âyetle son
bulur.
Bu
ikinci bölümde yer alan 30-32. âyetler Kur’an’ın ortaya koyup tavsiye ettiği
iman ve ahlâkın en mühim temellerinden biri olan “takva” kavramına açıklık
getirmesi bakımından özel bir anlam taşır. Burada tüm hayatı Allah kontrolünde
yaşamak, tüm hayatta Allah’ı kale almak, O’nun emir ve yasaklarına saygılı
olmak, Allah dışındaki varlıkların hatırı adına yaşamaktan, yani putperestlikten
uzaklaşmak, yalancı şahitlikten kaçınmak, tevhide bağlanmak ve İslâm’ın
alâmetlerinden, sembollerinden, şiarlarından olan temel değerlere tâzim
göstermekten söz edildikten sonra, “İşte bunların kalplerin takvasındandır”
buyurulmakta ve böylece takva kavramının, “Allah tarafından konulan kurallara
gönülden saygı gösterme ve böylece Allah için bir hayat yaşama” anlamına geldiği
bildirilmektedir. Aynı yaklaşım sûrenin bu bölümünde yer alan, “Kurbanlarınızın
etleri de kanları da asla Allah’a ulaşmaz; fakat O’na sizin takvanız ulaşır”
buyurularak (âyet 38) de de dikkat çekilmektedir. Bir rivayete göre Medine’de
indiği söylenen 39. âyetle Müslümanlara ilk defa müşriklere karşı silahlı
mücadeleye girişmelerine izin veriliyordu. 40. âyette ise Müslümanların
mescidleriyle birlikte manastırlar, kiliseler ve havraların da dokunul-mazlığına
işaret edilmektedir.
Üçüncü
bölümde (âyet 42-57) Resûl-i Ekrem efendimize karşı inkârda direnen müşriklerin
durumları ele alınır. Lâkin bunun sadece son peygambere karşı bir tavır olmayıp,
Hz. Nûh’tan beri tüm peygamberlerin buna benzer direnişlerle karşılaştıkları
ortaya konarak hem peygamber efendimize teselli verilir, hem de inkârcılar
uyarılır. Önceki beldelerin inkâr, kötülük ve zulüm yüzünden yıkıldığı, gezip
dolaşanların yeryüzünün bir çok bölgesinde hâlâ görülen o harabelerden ders
almaları gerektiği hatırlatılır. Bunun yanında hiçbir peygamberin kötülerin
şerrinden ve şeytanın vesvesesinden uzak kalmadığı ancak bu kötü tesirlerin
Allah’ın yardımıyla etkisiz hale geldiği bildirilir. İlim ehlinin esasen bu
Kur’an’ın Allah katından gelmiş bir gerçek olduğuna inanacakları ve onların
hidayete erdirilecekleri ifade edilerek insanların ilme dâvetleri
gerçekleştirildikten sonra cehalete dayalı inkârın da çok tehlikeli ve çıkmaz
bir yol olduğuna işaret edilir. Bu bölümün son iki âyetinde inkârcılarla iman
ehlinin durumları, âkıbetleri şöylece ortaya konur: “O gün mülk Allah’ındır. O
insanlar arasında hüküm verir. Bu hüküm gereği iman edip iman kaynaklı bir hayat
yaşayanlar naîm cennetlerindedirler. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara
gelince, onlar için de alçaltıcı bir azap vardır” (âyet
56-57).
Dördüncü
bölüm (âyet 58-78) sanki sûrenin bir özeti mahiyetindedir. Bu bölüm Allah
yolunda öldürülen veya hicrete zorlanan, bu uğurda akçıl, yokluk, meşakkat çeken
insanlara Allah’ın yardımını va-ad eden âyetlerle başlar. Hakka tapanlarla
bâtıla tapanların asla bir tutulmayacakları vurgulanır. Allah’ın her şeye gücü
yettiği hatırlatılır. Bundan şüphe edenlerin göklerde ve yeryüzünde O’nun
kudretini ser-gileyen kâinat hadiselerine, kâinat âyetlerine dikkat etmeleri
tavsiye edilir ve ilâhi kudretin kevnî delillerinden bazı örnekler verilir.
Birinci bölümde dile getirilen, Allah’ın her şeye kâdir olduğuna ve kendisinden
başka ilah bulunmadığına delâlet eden tevhid gerçeği (âyet 6) burada da tekrar
beyan edilir. Evet böyledir, çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O’nun berisinde
insanların tapındıkları ise bâtılın ta kendileridir. Bu kâinatta Allah’ın sözü
dinlenecek tek Rab ve İlâh oluşu, bizim de sadece O’na kul köle oluşumuz gerçeği
gerçeklerin en büyüğüdür, tek gerçektir. Görmedin mi ki Allah gökten yağmur
indirdi de bu sayede yeryüzü canlanıp yeşeriyor. Gerçekten Allah kullarına karşı
çok lütufkârdır ve her şeyden haberdardır. Göklerde ve yerde canlı ve cansız ne
varsa hepsi O’nundur. Hepsini var eden ve hepsi üzerinde sözü geçen egemen
O’dur. Hakikaten sadece Allah zengindir. Bu bakımdan övgüye, hamde, hatırı
kazanılmaya, çektiği yere gitmeye lâyık olan sadece O’dur (âyet 62-64).
Allah’tan
başka tapınılan, sözü dinlenilen, arzuları ve yasaları uygulanan varlıkların
tamamı bir araya getirilse bir sinek bile yaratma-ya güçlerinin yetmeyeceği
haberi verilerek putperestleri aşağılayıcı bir misal gündem getirilmektedir.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu âyetler hicret önceki Mekke’de müşriklere yapılan
son ihtarlar gibi görünmektedir. Bu akılsızlara bilgi ve akıl yürütme yoluyla
yapılabilecek bir tebliğin artık bir fayda sağlamayacağı görüldüğünden,
öldürülen ve hicrete zorlanan Müslümanların artık bundan böyle savaş yoluyla
haklarını korumaları gerektiği ilan edilir. Allah’ın kadrini ve kudretini
idrakten âciz olan müşriklerin Allah’a inanan mü’minlerin haklarını da
gözetemeyeceği anlatılır. Allah’a karşı sorumluluklarının bilincine ere-meyen bu
adamların size karşı saygılı davranmaları beklemeyin ey Müslümanlar, kendi
haklarınızı kılıçlarınızla söke söke alın buyurul-maktadır.
Daha sonra mü’minlere secde etmeyi, rükua varmayı, Allah karşısında
boyun büküp teslim olmayı, birbirlerine karşı iyilik yapmayı, Allah yolunda
gayret gösterip cihad etmeyi emreden, Müslümanların Allah tarafından bu işleri
gerçekleştirmek için seçilmiş olduklarını, Allah’ın asla onları zora koşmak
istemediğini, ancak Müslüman olmanın, İbrahim’in dininden sayılmanın gereğinin
bunları yerine getirmek olduğunu bildiren âyetlerle devam eden sûre, “Artık
namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a sımsıkı sarılın, sizin yâriniz O’dur; O ne
güzel bir yâr, ne güzel bir yardımcıdır” öğüdüyle sona erer.
Böylece gördüğümüz gibi sûrede ifade edilen iman, şirk, iba-det,
itaat ve cihad gibi konuların üç ana çerçevede anlatılmıştır. Bunlar hicret,
savaş ve hacdır. Her üçünde de Allah adına bir müslüma-nın vatanını, yerini,
yurdunu, imkân ve fırsatlarını terk edip uzaklara gitmesi, rahatını bozması,
çeşitli sıkıntılara katlanması söz konusu-dur. Bu konuda inananların kader
birliği yapması da ümmet olmanın, cemaat halinde bulunmanın temel şartıdır.
Müslümanlar kendileri gibi inanmayan müşriklerden gördükleri işkence, zulüm ve
eziyetler, can ve mal kaybı sonunda ülkelerinden, konumlarından hicret etmeye
ya-naşmasalardı elbette aralarındaki sevgi, saygı ve dayanışma bu kadar kuvvetli
olmayacaktı. İnsanların Allah yolunda kader birliği yap-ması daha önceleri
birbirlerine düşman kabileler olmalarına rağmen onları tek yumruk haline
getirmiştir. Şimdi artık özetle tanımya ça-lıştığımız sûrenin tek tek âyetlerini
tanımaya başlayabiliriz.
1. “Ey
İnsanlar! Rabbinizden sakının; doğrusu kıyâmet gününün sarsıntısı büyük
şeydir.”
Ey
insanlar, Rabbinizden ittika edin, Rabbinize karşı muttaki davranın. Rabbiniz
için bir hayat yaşayın. Yolunuzu Rabbinizle bulunun. Hayat programınızı
Rabbinizin kitabına ve O’nun elçisine sorarak yaşayın. Hayatınıza hakim olan
Rabbiniz olsun. Hayatınıza Allah karışsın. Hayat çizginizi Allah belirlesin.
Yemenizi içmenizi, giyiminizi kuşamınızı, kazanmanızı harcamanızı, hukukunuzu
eğitiminizi, savaşınızı barışınızı, namazınızı orucunuzu, evlenmenizi
boşanmanızı Allah belirlesin. Hayatınız Allah için olsun.
Muhakkak ki kıyâmet çok büyük bir
şeydir. Kıyâmetin başlangıcı ve habercisi olan o zelzele çok azıym bir
hadisedir. Zelzele çok şiddetli sarsıntı demektir. Vakıa sûresinin beyanıyla
yeryüzü çok şedît bir sarsıntıyla sallanacak. Yeryüzü şiddetli bir depremle
sallanacak. Ama Rabbimizin haber verdiği bu zelzele, şu zaman zaman yeryü-zünün
bazı bölgelerinde meydana gelen bölgesel depremler gibi değil, arz tümüyle
sarsılacak, tümüyle sallanacak. İşte tüm dünyanın düzeninin yıkılacağı şedît
sallanma gelmeden önce akıllarınızı başlarınıza alın da gelin Rabbinizden ittika
edin diyor Rabbimiz. Gelin o gün gelmeden Rabbinizin koruması altına girin.
Gelin O’nun rubûbi-yetini kabul edin de O’nun istediği gibi bir hayat yaşayın.
Değilse ba-kın o gün şunlar şunlar olacak diye Rabbimiz o günün dehşetini gözler
önüne seriverir:
2. “Kıyâmeti
gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın çocuğunu düşürür.
İnsanları sarhoş gibi görürsün, oysa sarhoş değillerdir, fakat bu sadece
Allah'ın azabının çetin olmasındandır.”
O
gün her emzikli kadın emzirdiğini unutur. O gün öyle dehşetli, öyle korkunç bir
gündür ki; emzikli kadın emzirdiğini bile hatır-layamaz olur. O müthiş
karışıklık içinde kadın can ciğer yavrusunu, en çok sevdiğini bile unutur.
Halbuki insanların en şefkatlisi annedir. Kimse kimseye bir kadının çocuğuna
şefkat ettiği gibi şefkat edemez. Bakın o bile çocuğunu unutuyor.
Her
yüklü yükünü doğurma zamanından önce onu düşürüverir. İnsanları sarhoş olmuş
gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir. İçinde bulundukları durumun
şiddetinden dolayı sarhoş gibi zihinlerini kaybetmişlerdir insanlar. Akılları
gitmiştir. Sarhoşlar gibi ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette düşüp
kalkmaktadırlar. Aslında on-lar sarhoş değillerdir de Allah’ın azabı çok
şedittir, ondan korku içindedirler.
Ey insanlar, öyleyse gelin o gün gelip
çatmazdan önce akıl-larımızı başlarımıza alalım. Gelin kime kulluk edeceksek,
kime teslim olacaksak, kimin hatırını kazanacak, kime kendimizi beğendireceksek
kendimizi O’na beğendirmeye çalışalım. Boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu kime
vereceksek, kime kul olacaksak bugünden onu iyi belirleyelim. Hayatımızı kimin
için Yaşayacaksak, kime teslim olacaksak onu iyi kararlaştıralım. Eğer hayatın
ve ölümün sahibi olan, kıyâmetin sahibi olan Allah’a kulluk edeceksek, eğer
kendimizi sadece O’na beğendireceksek, sadece O’nun için ve O’nun belirlediği
ölçülerde bir hayat yaşayacaksak hemen o yola girelim ve sakın geç kal-mayalım.
Aksi takdirde bir an bile hatırımızdan çıkarmayalım ki kıyâmet de, onun
habercisi olan zelzele de çok büyük, çok azıym bir hadisedir. En şefkatli
kadınlar çocuklarını terk edecekler, yavrularını unutacaklar, çocuklarını
atacaklar, onlara şefkat edemeyecekler.
Gerçi
şu anda bireysel kıyâmet dediğimiz, her gün yaşadığı-mız ölüm anında bile hangi
dişi yavrusunu terk etmiyor ki? Hangi kadın ölüm anında çocuğuna merhamet ve
şefkat edebiliyor ki? Öyle değil mi? Ölümle pençeleşen hangi kadın çocuğunu
düşünebiliyor? Ölüm anında karnındakini düşünebilen bir kadın gördünüz mü? Ölüm
sarhoşluğu içinde kıvranan bir canlı, bir insan etrafındakileri düşünebiliyor
mu? Mümkün mü? Adam kendi can derdine düşmüş bir durumda nasıl düşünebilsin
çocuklarını? Öyleyse yarın mutlak sûrette başımıza gelecek Allah’ın bu şedit
azabı gelmeden önce muttakiler olmak zorunda değil miyiz? Hayatımızı Allah için
yaşamak zorunda değil miyiz? Hal böyleyken:
3. “Allah
hakkında bilmeden tartışan ve her azılı şeytana uyan insanlar
vardır.”
İnsanlardan
kimileri Allah hakkında bilgisizce tartışırlar. Bil-gileri olmadığı halde Allah
konusunda tartışmalara girerler. Hiç bir bilgileri olmadığı halde, Allah’ın
kitabından, peygamberinin sünnetinden zerre kadar nasipleri olmadığı halde Allah
hakkında, Allah’ın sıfatları hakkında, Allah’ın yetkileri hakkında ileri geri
ağızlarına geldiği gibi, akıllarına estiği gibi tartışmaya girerler. Ve bu
konuda da her inatçı, azgın şeytana uyarlar. Şeytanların peşi sıra giderler.
Allah hakkında, Allah’ın dini hakkında,
Allah’ın yetkileri hak-kında, Allah’ın yolu, Allah’ın hayat programı hakkında,
Allah’ın kitabı, Allah’ın elçileri hakkında saçma sapan şeyler söylerler. Hiçbir
bilgileri olmadığı halde şeytanlara uyarak, şeytanların fısıltılarına kulak
vererek iftiralarda bulunurlar. Halbuki Allah’ın kitabının kapağını bile
açmamışlardır. Veya Allah elçilerine bir kerecik bile sormamışlardır.
Ka-falarına estiği gibi ahkâm keserler.
Bana
göre Allah şöyle olmalıdır. Bana göre Allah böyle buyurmaktadır. Bana göre
Allah’ın dini böyledir. Bana göre Allah’ın ki-tabı böyle olmalıdır. Allah’ın
kitabı da böyle buyurmaktadır. Bana gö-re kitabın fonksiyonu şöyledir. Bana göre
kitap şöyle okunmalıdır. Al-lah da demokrasiden yanadır. Din de bu tür bir
kıyafetten yanadır. Bana göre Allah hayata karışmamalıdır. Bana göre hukuk böyle
olmalıdır. Allah da böyle bir hukuktan yanadır. Bana göre sosyal hayat, bana
göre siyasal yapılanma, bana göre ekonomik hayat böyle olmalıdır. Allah da böyle
istemektedir. Bana göre kılık kıyafet böyle olmalıdır. Bana göre kılık kıyafetin
bu kadarını da Allah istememektedir diyerek Allah’a iftirada bulunurlar. Allah’ı
şartlandırmaya, Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye kalkışırlar. Halbuki Allah
kitabıyla ve elçilerinin beyanıyla bilinir. Allah’ın ne istediği, nasıl
istediği, neden yana olduğu kitabı ve o kitabının pratiği olan peygamberinin
hayatıyla bilinir. Allah hakkında konuşabilmek için kitaba ve elçilerine
müracaat şarttır. Kitabı ve peygamberi tanımayanların Allah hakkında, Allah’ın
dini hakkında söz söyleme yetkileri yoktur, olamaz.
Allah’tan habersiz oldukları halde
Allah hakkında konuşurlar. Dinden habersiz oldukları halde din hakkında
konuşurlar. Kur’an’dan habersiz oldukları halde Kur’an hakkında konuşurlar.
Peygamberi ta-nımadıkları halde peygamber hakkında fikir yürütürler, ahkâm
keserler. Kendi fikirlerini, kendi görüşlerini ve hevâlarını Kur’an’la,
peygam-berle ve dinle özdeşleştirmeye çalışırlar. Sanki bana göre sen böyle
olmalısın ya Rabbi! Biz senin böyle olmanı istiyoruz! Sen bizim istediğimiz gibi
olmak zorundasın! Sen bizim istediklerimizi istemek, bizim istediklerimizi
emretmek zorundasın! diyerek Allah’ı yönlendirmeye çalışanlar. Demediğini dedi,
dediğini de demedi diyerek zorla Allah’a, peygambere, kitaba kendi hevâlarını
söyletmeye çalışırlar.
Peygamber
de böyleydi. Peygamber de bizim gibi düşünüyordu. Peygamber de tıpkı bizim gibi
yaşıyordu. Peygamber de bizim dü-şüncemizin üyesiydi. Eğer peygamber şu anda
hayatta olsaydı bizim dediğimizden farklı yapmazdı diyerek peygamberi de
şartlandırmaya çalışırlar. Bana göre, bize göre Allah’ın istediği hayat,
Allah’ın istediği kılık kıyafet, Allah’ın istediği hukuk, eğitim, nikâh, talâk
böyle olmalıdır diyerek kendilerince bilgisizce bir şeyler ortaya koyarlar.
Böyle kimseler için bakın Allah buyuruyor ki:
4. “Onun
hakkında şöyle yazılmıştır: O kendini dost edinen kimseyi saptırır ve alevli
azaba götürür.”
Onun
için yazılmıştır. Onun hakkında, onun aleyhinde yazılmış ve kararlaştırılmıştır.
Her kim ki onu veli edinirse, kim o şaşkını, o sa-pığı veli bilir, onun velâyeti
altına girer, onun aldığı kararları uygular, onun peşi sıra giderse o şeytan onu
saptırır, ona yolunu kaybettirir ve çılgın ateşin azabına yöneltir.
Evet
şeytan kendisine uyanı dosdoğru yoldan saptırır ve alevli ateşin, cehennemin
azabına götürür. İşte bu Allah tarafından bir yasa olarak, bir realite olarak
yazılmıştır. Kendisini veli edineni saptırmak ve cehenneme götürmek şeytan için
değişmez bir hüküm olmuştur. Allah, peygamber, kitap, din, hayat, hayat
programı, yol, yordam, dünya, âhiret, ölüm, hesap, kitap konularında kim ki
Allah’ı, Allah’ın kitabını bırakıp ta şeytanların peşinde koşarsa kesinlikle
bilesiniz ki şeytan tıpkı kendi saptığı gibi onu da saptıracak ve kendi ebedi
azap yerine onu da götürecektir. Evet Allah karşıtı kimseleri veli edinenlerin,
onların yasalarını, programlarını uygulayanların vazgeçilmez sonucu işte
budur.
Evet demek ki buraya kadar Rabbimiz
bize şunları söyledi: Ey kullarım, Benden ittika edin. Bana karşı takvalı olun.
Yolunuzu Benimle bulun. Hayatınızı Benim için ve Benim belirlediğim ölçüler
istikâmetinde yaşayın. Çünkü kıyâmetin zelzelesi çok azıym bir şeydir. Attığınız
her adım, alıp verdiğiniz her nefes sizi ölüme doğru yaklaştırmaktadır. O
kıyâmet geldiği zaman sizin sarhoşluktan başka bir görüntünüz olmayacak. Sarhoş
değilken sarhoş gibi olacaksınız.
Böyle
sizi insanlıktan çıkaracak adım adım yaklaştığınız bir gün varken birileri sizi
Rabbinize itaatten, yaklaşmakta olan kıyâmet bilincinden uzaklaştırıp bu hayatı,
bu dünyayı kendi istek ve arzularına göre yaşatmak isterlerse. Birileri sizi
cehenneme çağırmak, cehenneme götürmek isterlerse. Bu şeytan olabilir. Bu iki
ayaklı şeytanlar olabilir. Şimdi bu durumda bizler onlara mı kulak vereceğiz,
yoksa Allah’a mı? Onları mı dinleyeceğiz, yoksa cenneti ve cehennemi olan
Allah’ı mı? Onları mı veli kabul edeceğiz, yoksa Allah’ı mı? Onların velâyeti
altına mı gireceğiz, yoksa Allah’ın mı? Onlar için mi hayatımızı yaşayacağız,
yoksa Allah için mi? Kendimizi onlara mı beğendireceğiz, yoksa Allah’a
mı?
Evet bizler velî olarak sadece
Rabbimizi kabul ederiz. Kâfirler ve zalimler gibi tâğutları ve şeytanları asla
velî bilmeyiz. İradelerimizi onlara telsim edip, onların kararlarını, yasalarını
uygulamadan yana olmayız. Çünkü onlar velâyeti altına girenleri nûrdan, imandan,
İslâm’dan, Allah’a kulluktan yaratılışlarından, fıtratlarından,
insanlıklarından, doğru yoldan çıkarıp karanlıklara, küfre, inkâra, ilhada ve
karanlıklara sürüklerler. Gidilmeyecek yollara sürüklerler onları. Aklı, ilmi,
düşünceyi fesada verirler. Ahlâkı ve fıtratı bozarlar. Allah ve Resûlüyle yarış
iddiasıyla yapılmayacak şeyleri yaparlar. Peşlerine taktıkları kullarını
belâların kucağına taşırlar. Boyunlarındaki ipin ucunu o ipin de kendilerinin de
sahibi olan Allah’a vermeyerek kendi ellerinde tutmak isteyen, ya da onu
boşlukta tutmak isteyen herkesin iplerini ellerine alırlar ve onları kendilerine
kul köle edinirler.
İnsanlar güya Allah’a kulluktan
kaçarken bu defa tâğutların kulu kölesi olurlar. Allah’ı inkâr eden, velâyetini
Allah’a vermeyen kişi binlerce tâğutun kulu olur. Bir tek Allah’a kulluktan
kaçarken pek çok tâğutlara kulluğa razı olur. Meselâ Allah’a kulluktan kaçan
kişi evvela kendisini Allah’a kulluktan koparıp ayaklarını kaydırmak için fırsat
kollayan şeytanın kulu durumuna düşer.
Sonra
onu Allah’ın arzularından koparıp kendi arzu ve şehvetlerinin kulu kölesi
durumuna düşürmek isteyen nefsinin kulu durumuna düşer. Daha sonra başkaları,
karısı, babası, anası, çocukları, akrabaları, kavmi, kabilesi, milleti, devleti,
politik ve dini liderleri, ağası, patronu, çevresi, âdetleri, töreleri, modası
ve daha yüzlerce tâğutların kulu kölesi durumuna düşecektir.
Görüyoruz işte Allah’ın velâyetini
kabul etmeyen insanlar bir tek Allah’a kulluktan kaçarken yığınlarla tâğutun
kulu kölesi olmuşlar. Kimisi Şeytanın kulu, kimisi nefsin kulu, kimisi modanın
kulu, kimisi şehvetlerinin, kadının, âdetlerin, törelerin, kanun koyucuların,
çevrenin, ağalarının, patronlarının kulu, kimisi bu âlemde sebepler nizamı
üzerinde galip ve müessir zannettikleri, zarar ve felâketler anında
kendilerinden medet bekledikleri, kendilerine sığındıkları, kendilerini
kurtarıcı olarak bildikleri kimselerin kulu.
Yâni
güya bir tek Allah’a kulluktan kurtulup özgürlüğe kavuşacaklarını zanneden bu
insanlar boyunlarına pek çok varlığın kulluk iplerini takmışlar ve onların
çektikleri yere gitmek zorunda kalmışlardır. Hepsini aynı anda razı etmek
zorunda kalmışlar, kalpleri parça parça olmuş, burunlarına vurulmadık zincir
kalmamış, zillet ve meskenetin esfeline düşmek zorunda
kalmışlardır.
Öyleyse Allah dışındaki tüm tâğutları
inkâr edip, hayatımızda onlara karışma alanı bırakmayıp, boyunlarımızdaki kulluk
ipinin ucunu sadece Allah’ın eline verip, sadece Rabbimizi velî kabul etmek
zorundayız. Sadece Allah’ı velî kabul edip, kulluğumuzu sadece Allah’a yapıp,
Allah’ın bizim adımıza aldığı kulluk maddelerine sım sıkı sarılıp bu
karanlıklardan kurtulmak zorundayız. Bundan başka çaremiz de yoktur. Allah
yardımcımız olsun inşallah.
5. “Ey
İnsanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmede şüphede iseniz bilin ki, ne olduğunuzu
size açıklamak için, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış
kandan, sonrada yapısı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır.
Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak
çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür,
kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez
olur. Yeryüzünü görürsün ki, kupkurudur; fakat Biz ona su indirdiğimiz zaman
harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift
yetiştirir”
Evet
öldükten sonra dirileceğinize, hesaba çekileceğinize, yaptıklarınızın,
yaşadığınız hayatın hesabını ödemek üzere Allah hu-zuruna gideceğinize
inanmıyorsanız. Hesaba çekilmeyeceğinizi, sü-menaltı edileceğinizi
zannediyorsanız. Eğer hayat bu hayattır. Hayat yaşadığımız bu dünya hayatıdır.
Bunun dışında başka bir hayat yoktur. Bir daha asla dirilmeyeceğiz ve kimse bizi
hesaba çekmeyecek diyorsanız. Eğer bir şüpheniz varsa bu konuda. Şunu iyi bilin
ki Biz sizi topraktan yarattık. Adem (as) topraktan yaratıldı. Bizler de şu anda
topraktan yaratılıyoruz. Öyle değil mi? Bizler de şu anda topraktan aldığımız
gıdalarla oluşmuyor muyuz? Topraktan aldığı gıdalarla babalarımızda,
analarımızda oluşan bir damla sudan meydana geliyoruz
bizler.
Evet Allah diyor ki sizi topraktan,
sonra nutfeden, bir damla meniden, sudan, sonra alâkadan, sonra yaratılışı belli
belirsiz bir çiğ-nem etten yaratıyoruz. Neden? Size varlığımızı ve kudretimizi
açıkça gösterelim, sizin akıllarınızı erdirelim diye. Size varlığımızı ve
kudretimizi ispat edelim diye. Size sizin üzerinizdeki egemenliğimizi,
yaratıcılığımızı gösterelim diye. Size sizi kudretiyle böyle topraktan yaratıp
merhale merhale adam edenin sizi tekrar diriltmeye muktedir olduğunu gösterelim
diye.
İstediğimizi rahimlerde belli bir
süreye, yâni doğum vaktine kadar tutarız. Rahimlerde kalmasını dilediğimizi
orada tutar, orada kalmasını istemediğimizi de rahimler düşürür.
Sonra çocuk olarak sizi rahimlerden
çıkarırız. Çocuk olarak sizi dünyaya getiririz. Bebek olarak yaratırız. Evet
güçsüz kuvvetsiz bir çocuk, sonra gençlik çağına, ergenlik çağına ulaştırırız.
Ona im-kân ve fırsat veririz. Kimileriniz bu arada ölür, kimilerinizi de
ömrü-nüzün en rezil dönemine kadar yaşatırız da bildiğiniz şeyleri bilmez hale
getiririz. Yâni insan yaşlandığı zaman çocukluk dönemine dö-nüyor. Tıpkı
çocukluk dönemindeki gibi çok az şey bilir, ya da hiçbir şey bilemez hale gelir.
Kuvveti gider. Aklı, şuuru kaybolur. Bunaklık ortaya çıkar. Daha önceden
bildiğini bilmez olur.
Şimdi,
hal böyleyken nasıl oluyor da dirilişi inkâr ediyorsu-nuz? Rabbinizin bu gücünü,
kudretini gözlerinizle gördünüz. Sizler hiç yokken topraktan yaratan Allah sizi
tekrar diriltmeye, tekrar yaratma-ya güç yetiremez mi?
İşte Rabbimizin öldükten sonra
insanları dirilteceğine birinci delili budur. İnsanı böyle topraktan merhale
merhale yaratan Allah, bir halden bir hale geçirerek var eden Allah elbette
ölümünden sonra, toprak oluşundan sonra da onu tekrar diriltmeye güç yetirendir.
Sonra:
Yeryüzünü görürsün ki
kupkurudur. Hiçbir canlılık alâmeti kal-mamıştır. Kış mevsimi her yer donmuştur,
ölmüştür. Biz ona su indirdiğimiz zaman o ölü toprak hemen harekete geçer, bir
kabarma, bir hareket, bir canlanma başlar. Ve onda göz alıcı her çeşit bitkiden
çift çift bitiriverir Allah. Kim yapar bunu? Kim diriltir bu ölü ve don toprağı?
Kim başlatır orada hayatı? Niye kış günü toprakta aynı canlılık yok? Baharla
birlikte Allah’ın yağmur âyetinin inişiyle, Allah’ın vahyinin gelişiyle
birdenbire diriliyor toprak. Evet ey kullarım, bir kendi yaratılışınıza, bir de
ölü toprağın dirilişine bakın. Bakın da Allah’ın öldükten sonra sizleri nasıl
dirilteceğini anlayın.
6,7. “Bunlar,
yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye
yettiğini, şüphe götürmeyen kıyâmet saatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde
olanı dirilteceğini gösterir.”
İşte
Hak olan O’dur. Hak olan sadece Allah’tır, O’ndan başka her şey batıldır. İşte
bütün bunlar Hak olan Allah’tandır. Bütün bunları yapan, yaratan Hak olan
Allah’tır. Eğer Allah olmasaydı bunların hiçbirisi meydana gelmezdi. Veya bu
sözler, bu Allah sözleri haktır, gerçektir. Allah hak söylüyor, doğru söylüyor
ama sizler Allah’ın söylediği diriliş konusunda şüphe içindesiniz. Allah’ın her
sözü, her fiili mutlak bir Hakka dayanır, hikmete dayanır. Allah hakkın ta
kendisidir.
Ölüleri O diriltir. Hayat O’ndandır,
ölüm O’ndandır, öldükten sonra diriliş de O’na aittir. Ve kıyâmet gelecek, onda
şüphe yoktur. Eğer kıyâmet olmasaydı, eğer yeniden diriliş ve hesaba çekiliş
olmasaydı bu dünya da, sizler de olmazdınız. Dünyanın, hayatın, varlıkların hiç
bir manası olmazdı o zaman. Zerre kadar bir şüpheniz olmasın ki kıyâmet mutlak
sûrette gelecek ve Allah kabirdekileri diriltecektir. Çünkü O Allah haktır,
yaptığını, yarattığını hak olarak yapar, yaratır. O’nun batıl bir işle, boş bir
şeyle ilgisi yoktur. Lâf olsun diye, eğlence olsun diye yaratmamıştır
sizleri.
Şimdi tüm bu âyetleri, tüm bu uyarıları
görmezden, duymaz-dan gelerek keyfinize göre bir hayat yaşamaya devam mı
edecek-siniz? Yoksa bu âyetleri, bu âyetlerin sahibini hak kabul edip, bu
uyarıları gerçek kabul edip Allah’ın istediği bir hayata mı yöneleceksiniz? Farz
edin ki kapattık bu âyetleri. Örttük bu uyarıları. Kapattık kitabı. Kapattık
ölümü. Kapattık dirilişi. Kapattık hesabı kitabı. Dinlemedik Allah’ı ve
istediğimiz gibi bir hayat yaşadık. Acaba kapattığımız bu ki-tabın sahibinin
hükmünden kurtulabilecek miyiz? Ölümden, dirilişten, diriliş sonrası hesabından
kendimizi kurtarabilecek miyiz?
Öyleyse
akıllı insan Allah’ın bunca uyarılarını görmezden, duymazdan gelerek, kitabı
örterek bir hayat yaşayan insan değildir. Akıllı insan ölüm ötesi için hazırlık
yapan insandır. Çünkü işte görü-yoruz ki dünya çabuk bitiyor. Attığımız her
adımı dünyanın, dünya-daki hayatın bitimine doğru atıyoruz. Alıp verdiğimiz her
nefes bizi bir sona doğru yaklaştırıyor. Yâni ebedileşmeye, süresiz kalmaya adım
atmıyoruz. Hal böyleyken insanlardan kimileri:
8,9.
“Bilmeden, doğruya götüren bir rehberi olmadan, aydınlatıcı bir kitabı da
bulunmadan Allah yolundan saptırmak için büyüklük taslayarak Allah hakkında
tartışan insan vardır. Dünyada rezillik onadır; ona kıyâmet günü yakıcı azabı
tattırırız.”
Evet
insanlardan kimileri de vardır ki Allah hakkında bilgileri yok, bilgi yok,
hidâyet yok, bu konuda aydınlatıcı bir kitaba da sahip değiller, buna rağmen
Allah hakkında ileri geri tartışmalara giriyorlar. Allah hakkında, Allah’ın
dini, Allah’ın kitabı, Allah’ın peygamberi hakkında tartışmalara
giriyorlar.
Az evvel de demişti Rabbimiz. Hiç bir
bilgileri olmadığı halde Allah hakkında, Allah’ın sıfatları, Allah’ın isimleri,
Allah’ın yetkileri ko-nusunda tartışırlar. Halbuki bir insan Allah hakkında
konuşacağı zaman durup bir düşünmeli değil mi? Meselâ şu dünyada geçici güç ve
kuvvet sahipleri, saltanat sahipleri hakkında bile ister lehlerinde, ister
aleyhlerinde bir şey söyleyecekleri zaman ne kadar korkarlar, ne ka-dar tedirgin
olurlar değil mi? Ne olur ne olmaz? Belki onların kulaklarına gider de beni
cezalandırırlar diye ödleri kopar; ama bakıyoruz ay-nı adamlar Allah hakkında
ağızlarına geleni, akıllarına eseni söylü-yorlar.
Sormak
lazım bu adamlara: Yahu yöneticiler hakkında, patronlar hakkında, şu âciz
varlıklar hakkında konuşurken tir tir titreyen sizler, Allah hakkında bu olur
olmaz, abuk sabuk sözleri söylerken, Allah hakkında bilgisizce tartışmalara
girerken bu cesareti nerden alıyorsunuz? Allah hakkında bir bilginiz yok.
Allah’ı tanımıyorsunuz. Görmediniz O’nu. Kitabını tanımıyorsunuz. Allah size
hidâyet de et-memiş. Bu konuda yol da göstermemiş. Zaten hidâyete kitap ve
pey-gamberle ulaşılır. Hidâyet rehberi kitap ve peygamberi tanımamışsınız. Nasıl
konuşuyorsunuz Allah hakkında?
Çünkü
pozitivizm, Rasyonalizm, materyalizm Allah hakkında bilgi vermez. Sistematiğini
Allah’ı, dini, peygamberi, vahyi ortadan kaldırmak üzere koyan şu materyalist
bilgilenme kaynaklarının hangisi Allah hakkında bilgi verebilecek de? Hangisi ne
diyebilecek de bu konuda? Fizik mi bir şeyler söyleyecek Allah hakkında?
Matematik mi? Sosyoloji mi? Tarih mi? Öyle demiyorlar mı bu bilim dalları?
Elimizin dokunduğu, gözümüzün gördüğünden başkasına inanmayız. Başta bunu
diyerek işe başlayan bu bilim dallarından bunun dışında başka ne bekleyeceğiz
de?
Hani
senin felsefenin temeli bu değil miydi? Hani sen görmediğin, dokunmadığın şeye
inanmazdın? Peki o zaman Allah hakkında, din hakkında, peygamber hakkında, vahiy
hakkında bu doğrudur, bu yanlıştır derken, bu böyle olmalıdır, şu şöyle
olmalıdır derken neye dayanıyorsun? Sen bu konularda hiç konuşmayarak, susarak
felse-fenin gereğini yerine getirmek zorundasın. Evet hiç olmazsa bu konuda
namuslu olmalısın. Çünkü Allah’ı, kitabı, vahyi, peygamberi reddeden bir adam
hiçbir şey bilemez bu konuda. Bilmediğine göre de bu konuda hiçbir şey
konuşamazsın.
Öyleyse
susarak hiç olmazsa kendi felsefene, kendi inancına saygılı ol. İslâm’a, benim
inancıma saygılı ol filân demiyorum sana. Çünkü benim dinimin, benim inancımın,
İslâm’ın kimsenin saygısına filân ihtiyacı yoktur. İslâm azizdir. Müslüman
azizdir. İzzet ve şeref sa-hibidir. Yeryüzünde hiç kimse müslüman olmasa da
İslâm yine izzet ve şeref sahibidir. Öyleyse kendi inancına saygılı ol da
bilmediğin şey özerinde konuşma.
Sen Allah’ı bilmezsin. Sen kitabı
bilmezsin. Sen vahyi bilmezsin. Sen din konusunda cahilsin. Sen peygamber
konusunda söz söyleme hakkına sahip değilsin. Sen bildiğin konularda konuş. Sen
dünyayı bilirsin, konuşacaksan o konuda konuş. Sen kazanmayı bilirsin. Sen kan
emmeyi bilirsin. Sen sömürmeyi bilirsin. Sen kan dökmeyi bi-lirsin. Sen savaşı
bilirsin. Sen teknolojiyi bilirsin. Sen elmayı, armudu bilirsin. Sen kadını,
kızı bilirsin. Konuşacaksan onlar hakkında konuş. Zaten dünyan bu kadar basittir
senin. Onun için bilmediğin yüce şeylerle alâkalı susman tek kelime bile
konuşmandan daha hayırlıdır.
Ama eğer diyorsanız ki bizler
şeytanlarız. Bizler yeryüzünde şeytan misyonunu üstlendik. Bu dünyada bizim
görevimiz bilmediğimiz konularda konuşarak insanlara Allah’ı, Allah’ın
dinini, Allah’ın ki-tabını, Allah’ın
elçilerini yanlış tanıtarak, insanların yollarını saptırarak yeryüzünde ateizmin
temelini atmak, küfrün, Allahsızlığın egemenliğini kurmaktır diyorsanız, o zaman
şunu unutmayın:
Onlar için dünyada rüsvalık vardır.
Dünyada rezillik, horluk, hakirlik, küçülmüşlük vardır. Allah’a karşı, Allah’ın
âyetlerine karşı bü-yüklük taslayan böyle kimseler dünyada rezil rüsva
olacaklardır. Ama bununla bitse ne var? Kıyâmet günü onlara ateş azabını
tattıracaktır Rabbimiz. Kıyâmet gününün en büyük azabı da onları beklemektedir.
Evet
insanları saptırmak için eğilip bükülenlere, dillerini eğip bükenlere, Allah
hakkında, din hakkında, kitap ve peygamber hakkında bilir bilmez konuşarak
insanları saptırmaya çalışanlara işte böyle bir dünya rüsvalığı, böyle bir
âhiret azabı takdir ederken Rabbimiz onlara zulüm de etmediğini şöylece
anlatıyor:
10. “Ona:
"Bunlar senin yaptıklarından ötürüdür" denir, yoksa Allah, kullarına karşı hiç
de zalim değildir.”
O
zaman böyle kimselere denilecek ki bunlar senin yaptık-larının karşılığıdır.
Bunlar senin kendi ellerinle yaptıklarının karşılığı-dır. Bu senin iki elinin
takdim ettiği kendi amelin, kendi eylemin, kendi işindir. Allah zalim değildir.
Seni yapmadığın şeylerle suçlayarak sana asla zulmetmez
Allah.
Sen insanları saptırdın. Benim
hakkımda, kitabım, dinim, peygamberim hakkında olmadık yalanlar söyleyerek,
olmadık iftiralarda bulunarak, akla hayale gelmedik düzen ve dolaplar peşinde
koştun. Yalanlarla, dolanlarla tüm dünya insanlığını aldattınız. Böylece tüm
dünyaya, tüm dünya insanlığına egemen olmak istediniz. Beni insanlara yanlış
tanıtmaya çalıştınız. Müslüman olmak, bana kul olmak is-teyen bir insanın önüne
engeller koydunuz. Din eğitimini engellediniz. İmam Hatipleri, Kur’an kurslarını
kapattınız. Benimle kullarım arasına barikatlar koydunuz. Kendinize göre bir
din, kendinize göre bir Allah düşleyip bunu insanlara empoze ettiniz. Resmi bir
din çıkardınız insanların önüne. İşte din budur dediniz. İşte Allah bunu ister
dediniz.
Her
şeye rağmen sizin kendilerine sunduğunuz bu resmi dini aşarak Benim istediğim
şekilde müslüman olanları zorla müslüman-lıktan çıkarmaya, zorla başlarını
açtırmaya, sakallarını kestirmeye ça-lıştınız. Gece gündüz bunun peşinde
koştunuz. Elbette kendi amellerinize, kendi eylemlerinize karşılık size verdiğim
bu cezadan Ben değil siz kendiniz sorumlusunuz diyor
Rabbimiz.
11. “İnsanlar
içinde Allah'a, bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Ona bir iyilik
gelirse yatışır, başına bir bela gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da âhireti de
kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.”
Allah
diyor ki: İnsanlardan kimileri de Allah’a kulluk ediyorlar. Ama işin bir
ucundan, kenarından, kıyısından tutarak kulluk ediyorlar. Sanki bir yarın
kenarındaymış gibi kulluk ediyorlar. Gönülden Allah’a kulluk değil de, ya
gerçekten Allah varsa! Ya gerçekten âhiret varsa! Ya dedikleri doğruysa! gibi
şüphe ve çıkar duygusuyla dil ucuyla kulluk ederler. İşleri iyi gittiği sürece
Allah’a kulluk ederler. Ama işleri iyi gitmediği zaman, menfaatleri bittiği
zaman bırakıverirler. Veya bir teh-like boyutuna kadar Allah’a kulluk eder, ama
ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığı zaman bırakıverir. Namaz tamam belki
ama cihat olmaz derler. Oruç tamam belki ama tesettür olmaz
derler.
Allah’a
kulluğunda sabit değildir adamlar. Kararları yoktur. Kullukları gelip
geçicicidir. Menfaat hesapları içindedirler. Allah’a böyle kıyıdan köşeden
ibadet ederler. Kullukları ciddi ve oturmuş değildir. Meselâ namazı kılarlar,
ama tesettüre riâyet etmezler. Orucu kabul ederler, ama İslâm’ın ekonomisini
reddederler. Veya Allah’ın göklerdeki egemenliğini kabul ederler, ama yeryüzüne
karışmasını reddederler. Böyle lehimli bir kullukları vardır adamların. Hem
müslüman-lar hem laikler. Hem müslümanlar, hem demokratlar. İşlerine geldiği
yerde müslümanlar, işlerine gelmediği yerde başka şeyler. Bakın âyetin devamında
Allah buyurur ki:
Kendilerine bir hayır gelirse idare
ederler Allah’ı, idare ederler müslümanları. Meselâ müslümanlıklarından ötürü
kendilerine Allah mal verdi mi, oğul verdi mi, güç, kuvvet, saltanat verdi mi
derler ki bi-raz idare edelim Allah’ı. Şöyle arada bir cumalarda filân
görünelim. Arada bir turistik hac ziyaretinde filân bulunalım. Arada bir oruç da
tu-talım. Arada bir mevlit filân da okutalım. Yâni böyle hepten bırakıvermek
ayıp olur derler. Yâni işleri, ticaretleri, düzenleri yolunda gittiği sürece
arada bir kulluk da yaparlar.
Ama:
Allah’tan bir fitne, bir imtihan, bir
deneme gelip de işleri ters gitmeye başladı mı, ticaretleri, carkları curkları
bozuldu mu, veya me-selâ Allah’tan kendilerine bir hastalık, bir ölüm, bir
kıtlık, bir darlık, bir sıkıntı geldi mi, yâni Allah kendilerini alarak imtihan
etti mi o zaman da hemen ökçelerinin üstünde gerisingeriye dönüverirler. Ben
buna mı lâyıktım? Ben bunu mu hak etmiştim? Bula bula beni mi buldun? Benden
başkasını bulamadın mı? Sana yaptığım kulluklarımın karşılığı bu mu olacaktı?
Bizler şu Allah’ın günü sana isyan içinde olanlar gibi mi olacaktık? Bak şu
kâfirlerin hayatları ne güzel devam edip gi-diyor. Mal, mülk, huzur, düzen,
saltanat, sağlık, sıhhat hep onlarda. Adamlar lüks içinde bir hayat yaşıyorlar.
Ama buna karşılık fakirlik, rezillik, hastalık, dert, sıkıntı da bizim gibi
kulluk yapanlarda. Bizlerde onların onda biri kadar bile bir şey yok diyerek,
Allah’a kulluğu terk ederek dünyasını da, âhiretini de berbat
ediyor.
Evet
bunlar varken müslüman, nimetler varken, işleri yolundayken müslüman, ama bir
imtihan sebebiyle bunlar elinden alındığı zaman da müslümanlıktan uzaklaşıyor
adam. Ve sonuçta tabii dünyasını da, âhiretini de kaybediyor. Elbette böyle
düşünen, böyle yaşayan bir kimsenin dünyası da perişandır, âhireti de
perişandır. Dünyayı da kaybetmiştir, âhireti de. Zaten dünyada Allah’ın
imtihanını kaybederek belasını buldu adam. Mal mülk gitti, sıhhat afiyet gitti,
ev bark gitti. Dünyasını kaybettiği gibi bütün bu alınanlara sabretmediği için,
bütün bunların Allah’tan bir imtihan sebebiyle geldiğini bilemediği için
âhiretini de kaybetti.
Halbuki
sabredip teslim oluverseydi o anda Allah’a. Ya Rabbi her şey sendendir deyi
verseydi. Veren de sensin, alan da deyiver-seydi. Dün vermiştin, bugün alıyorsun
deyiverseydi. Sağlık ta sen-den, hastalık ta deyiverseydi. Zenginlik de senden
fakirlik de deyiverseydi imtihanı kaybetmeyecek, dünyası da güzel olacak,
âhireti de güzel olacaktı. Ama ne yazıktır ki böyle yapmıyor.
İşte apaçık kayıp budur. İşte dünyanın da,
âhiretin de hüsranı budur. Adamlar dünyalarını da, âhiretlerini de kaybedecek
davranışlar sergileyerek kendi kendilerine yazık ediyorlar. Peki böyle bir
durumda kime dua eder bu adamlar? Bakın
Rabbimiz onu da şöylece ortaya koyuyor:
12. “Allah'ı
bırakıp, kendisine fayda da zarar da veremeyen şeylere yalvarır. İşte derin
sapıklık budur.”
Allah’ı
bırakıp ta O’nun berisinde, O’nun dûnunda kendilerine ne bir fayda
sağlayabilecek, ne de bir zarar verebilecek şeylere dua ediyorlar. Allah’tan
başka kim bir fayda sağlayabilecek? O’ndan başka kim bir zarar verebilecek?
Bırakın insanlara fayda veya zarar sağlamayı, kendilerine bile bir fayda sağlama
gücüne sahip olmayan kim-selere dua edip dâvetiye çıkarıyorlar. Kendi gönüllü
kullarının saye-sinde varlıklarını sürdüren kimselere dua ediyorlar. Kendi
kullarının koruması altında gezebilenlerden yardım bekliyorlar. Durumlarını,
problemlerini onlara havale ediyorlar, onlardan çözüm bekliyorlar.
Aman
şu ekonomik problemlerimizi, şu hukuk sıkıntılarımızı, şu eğitim açmazlarımızı
çözüverin. Bizi sahil-i selamete çıkarıverin di-ye onlara yalvarıp yakarıyorlar.
Korumaları olmadan, kullarının desteği olmadan insanlar arasına bile çıkamayan
zavallılara bel bağlıyor-lar. Kendi karınlarını bile doyurmaktan âciz olanların
kapısında rızık dileniyorlar. Başkalarının yetiştirdiği buğdaya, başkalarının
ürettiği ek-meğe, başkalarının elindeki petrole muhtaç olan bu insanları Allah
ye-rine koyuyorlar, onlara dua ediyorlar, onlara başvuruyorlar, onlara
sı-ğınıyorlar, onlardan yardım bekliyorlar.
Hayatlarını
kime borçlu olduklarını unutuyorlar. Nefes alırken kime muhtaç olduklarını
unutuyorlar. Yiyecekleri içecekleri konusun-da, havaları, suları konusunda kime
muhtaç olduklarını unutuyorlar da kendileri gibi âcizlere dua dua yalvarıyorlar.
Hiç akılları yok mu bu insanların? Hiç düşünmezler mi? Kendilerine bile bir
fayda ve zarar vermekten âciz olan bu şeytanlara, bu Firavunlara, bu tağutlara
nasıl kulluk ediyorlar? Nasıl bu âcizlerin yasalarını uyguluyorlar? İşte bu
gerçekten çok derin, çok büyük bir sapıklıktır.
13.
“Kendisine zararı faydasından daha yakın olana yalvarır. Yalvardığı şey ne kötü
yardımcı ve ne kötü yoldaştır!”
Evet
onların dua edip yalvardıkları, kulluk ettikleri, sözünü din-ledikleri
kimselerin zararları, faydasından daha çoktur. Bu insanlar kendilerine
faydasından çok zararı dokunacak olanlara kulluk ederler. İşte görüyoruz, bu tür
müşriklerin dua ettikleri, tapındıkları varlıkların kendilerine faydalarından
çok zararları dokunmaktadır. Tanrıları onlara faydadan çok zarar
getirmektedirler. O tanrı onların kendisine teslimiyetini gördükçe istedikçe
istiyor artık onlardan. Kulluk istiyor, telsi-miyet istiyor, itaat istiyor,
ekmek istiyor, su istiyor, para istiyor, vergi istiyor, kan istiyor, ilik
istiyor, çocuklarını istiyor, istiyor, istiyor... Doyumsuzca her şeyini istiyor
artık. Halbuki bu zavallı kullar kendilerine muhtaç olan, kendilerine zarar
vermekten, kendilerini kullanmaktan başka bir şeyleri olmayan bu âcizleri
bırakıp ta Rablerine kulluğa yöneliverseler onların kendilerine yapabilecekleri
hiç bir şey olmadığı gibi Rableri de öteki tanrıları gibi kendilerinden,
kullarından hiçbir şey istemiyor.
Çünkü
Allah kullarının tümünü doyurandır, ama kullarının doyurmasına muhtaç
olmayandır. Allah kullarına rızık veren, ama kimsenin rızkına muhtaç olmayandır.
Allah tüm kullarını koruyan, ama kullarının korumasına muhtaç olmayandır.
Evet
kullarının yaratıcısı, var edicisi olarak onlardan kulluk istiyor; ama Onun
bizden istediği kulluk bizim menfaatimiz içindir. Bizim kulluğumuza ihtiyacı
yoktur O’nun. Yeryüzünde hiç kimse kendisine kulluk etmese bu zerre kadar bile
O’nun şanına nakısa getirmez. Ama beriki tanrılar işte görüyoruz kullarının
vergisine muhtaç, kullarının korumasına muhtaç. Kullarının desteğini almadıkça
bu tür tanrıların hiçbirisi varlığını sürdüremez. Kullarının sırtına basarak
tanrılıklarını sürdürebiliyorlar.
Hem de kullarına faydadan çok zarar
veriyorlar. İşte görüyoruz, duyuyoruz. Adamlar en sadık kullarını, en samimi
bağlılarını öl-dürüyorlar. En teslim adamlarını öldürebiliyorlar. Allah
berisinde, Allah dunûnda kim büyüklenmiş, kim Allah makamına oturtulmuş, kime
dua edilmiş, kime kulluk edilmişse ondan kullarına mutlaka zarar gelmiştir.
Onlara kul köle olanlar mutlaka onun bir zararını görmüşlerdir. Çünkü o
kullardan hangi biri onun makamına, onun konumuna, saltanatına göz dikmemiştir
ki? O zaman elbette bize muhtaç olmayan, bize bağımlı olmayan, varlığı bize
bağımlı olmayan, bizim sırtımıza basmayan, bizi satmayan, satmayacak olan,
bizden geçinmeyecek olan, biz-den bir çıkarı olmayan Allah’ı bırakıp ta
başkalarına dua etmemize, kulluk etmemize ne gerek var?
Ne kötü arkadaş, ne kötü yoldaştır bu
sahte tanrılar? İnsanı hem Allah’tan uzaklaştıran, hem de kullarına faydasından
çok zararı dokunan çok kötü yoldaştır onlar.
14. “Doğrusu
Allah, inananları ve yararlı işler işleyenleri, içlerinden ırmaklar akan
cennetlerine koyar. Allah, şüphesiz, istediğini yapar”
Evet
şüphesiz ki Allah iman eden ve inancını yaşayan, inanan ve hayatını bu imanla
düzenleyen, inanan, ama bu imanını söz planında, iddia planında bırakmayarak
hayatında görüntüleyen, sâlih ameller işleyen, fıtrata uygun ameller işleyen
kullarını zeminlerinden ırmaklar akan cennetlerine koyacaktır.
İşte
Allah’a kulluğun sonucu. Az evvel tâğutlara kulluğun sonucunu ortaya koymuştu
Rabbimiz, şimdi de bakın kendisine kulluğun sonucunu anlatıyor. İşte tâğutlara
kulluğun neticesi ve işte Allah’a kulluğun neticesi. Tâğutlara kulluğun sonucu
hep zarar, hep za-rar, ama Allah’a kulluğun neticesi hep kâr, hep kâr.
Öyleyse
kime kulluk ettiğimizi, kime dua ettiğimizi ve kulluk ettiğimiz varlıktan
sonunda ne beklediğimizi, ne umduğumuzu, ama so-nunda ne bulduğumuzu çok iyi
hesap etmek zorundayız. Buyurun işte iki tür kulluk ve sonunda karşılaşılacak
iki tür âkıbet. Hangisinden razı iseniz onu tercih edin. Ve şunu da asla
unutmayın ki:
Allah dilediğini yapar. Kimse
dilediklerini gerçekleştirme ko-nusunda O’na engel olamaz, O’nun önüne geçemez.
Yâni işte böyle bir dünya içinde, sadece fayda ve zarar sağlamaya Allah’ın güç
yetireceği, O’nun dışında hiç kimsenin ne kendisine ne başkalarına fayda ve
zarara yetkili olmadığı bir dünyada kim ki Allah’ın dünya ve âhirette kendisine
yardım etmeyeceğini, edemeyeceğini düşünürse, yâni tamam, ben O’nu dinleyeceğim,
ben O’na kulluk edeceğim, ben O’nun istediği gibi bir hayat yaşayacağım, ben
sadece O’nun yasalarını uygulayacağım ama ben O’nun bu kulluğuma karşılık ne bu
dünyada, ne de öbür tarafta hiçbir yardımının olacağına inanmıyorum diyorsa:
15. “Allah'ın
peygambere dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini sanan kimse, yukarı bağladığı
bir ipe kendini asıp, boğsun; bir düşünsün bakalım, bu hilesi kendisini
öfkelendiren şeye engel olabilir mi?”
Evet
böyle düşünen kimse haydi gökyüzüne doğru bir mer-diven dayasın, sonra da kessin
onu. Gökyüzüne bağladığı bir ipe tu-tunsun da sonra kessin o ipi. Yâni intihar
etsin adam. Sonra baksın bakalım kurduğu tuzak onun öfkesini dindirebiliyor mu?
Yâni böyle düşünen kişi, Allah’ın kendisine bir yardımının olmayacağına inanan
kişi hiç yaşamasın bu dünyada.
Kim ki Allah’ın kendi dostlarına,
kendisine kulluk eden kullarına ki bunların başında Rasulullah geliyor yardım
etmeyeceğini düşünüyorsa gökyüzüne yükselsin de Allah’ın yardımını, Allah’ın
vahyini durdurmaya, engellemeye çalışsın becerebilirse. Yükselsin gökyüzüne de
peygambere ve peygamber yolunun yolcularına inen nîmetleri engellesin. Evet
buradaki ona ifadesini hem kendisine, hem de peygambere anladık.
Yâni
eğer burada kastedilen böyle düşünen kimse ise, o zaman Allah’ın yardımından
ümit kesen kimse hiç yaşamasın, intihar etsin şeklinde anlaşılıyor. Yok eğer
burada peygamber (as) kastediliyorsa haydi gücü yetiyorsa onu engellesin
deniliyor. Allah’ın peygamberine ve peygamber yolunun yolcusu müslümanlara
ulaştırmayı mu-rad buyurduğu yardımı engellesin. Allah’ın takdirinin önüne
geçsin. Çatlasın, patlasın, intihar etsin, gebersin deniliyor. Başka türlü bu
öf-kesini gidermesi mümkün değildir onun.
16. “İşte
böylece Kur’an'ı apaçık âyetler olarak indirdik. Allah, şüphesiz, dilediğini
doğru yola eriştirir.”
İşte
böylece bu kitabı beyyin âyetlerle, gün gibi apaçık âyetlerle indirdik. Beyanı
çok açık olan âyetlerle indirdik bu kitabı. Âyetleri apaçıktır bu kitabın.
Hakkı, hidâyeti, kulluğu apaçık, hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak biçimde
ortaya koyandır bu kitap. Âyetleri arasında herhangi bir tenakuz, herhangi bir
çelişki, bir uyumsuzluk, bir münâsebetsizlik, bir kapalılık yoktur. İnsanların
anlayamayacağı, şaş-kınlığa düşerek bocalayacakları bir karışıklık, bir
bulanıklık, bir tutar-sızlık yoktur.
Bu
kitap her sınıf ve her dönem insanlığının rahat bir şekilde anlayabileceği
doğrulukta, netlikte ve berraklıkta bir kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli
sınıf insanların anlayabilecekleri, diğerlerinin anlayamayarak bocalayacakları,
içinden çıkamayarak sapıtacakları bir kitap değildir. İşte böyle apaçık bir
kitap göndererek Rabbimiz kendisine kul olmak isteyenlere, hidâyeti bulmak
isteyenlere hidâyetini ulaştırmıştır.
17. “Doğrusu,
inananlar ve Yahudiler, sabiîler, Hıristiyanlar, Mecusiler, puta tapanlar
arasında, kıyâmet günü Allah kesin hüküm verecektir. Doğrusu Allah her şeye
şahittir.”
Mü’minler,
Yahudiler, Sabiiler, Hıristiyanlar, ateşe tapanlar, puta tapanlar. İnsanlar ne
olurlarsa olsunlar, kim olurlarsa olsunlar, hagi dinde, hangi inançta, hangi
düşüncede olurlarsa olsunlar, hangi sistemin kulu olurlarsa olsunlar kim hidâyet
olmak isterse, kim hidâyeti bulmak isterse Allah onun geçmişine bakmaksızın,
öncesini kale almaksızın hidâyetine ulaştıracaktır. Her kim olursa olsun
tercihini hi-dâyetten yana kullanan, hidayete yönelen, Allah’a kulluğa yönelen
herkese Rabbimiz ölümüne kadar hidâyet kapısını açık tutacaktır.
Ve
bu insanlar arasında Allah kesin hükmünü kıyâmet günü verecektir. Kimin haklı,
kimin haksız olduğunu, kimin hidâyette, kimin dalâlette olduğunu o gün açıklayıp
ortaya koyacaktır Allah. Bugün bunu yapmıyor Rabbimiz. İmtihan gereği, dünyanın
konumu gereği haklıyı haksızı, doğruyu yanlışı burada ortaya koymuyor.
Kâfirlerin, zalimlerin, müşriklerin, yanlış yapanların cezalarını burada tümüyle
vermiyor. Mü’minlerin, iyilerin, doğruların, sâlihlerin, hakta olanların
mükafatlarını da hemen burada vermiyor. Kim hak yolda, kim batıl yolda? Elbette
bunu kitaplarında açıklayıp ortaya koyuyor da ama karşılığını öbür tarafa
ertelediği için hükmünü burada vermiyor diyo-ruz.
18. “Göklerde
ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve
insanların birçoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların
birçoğu da azabı hak etmiştir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek
yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse yapar.”
Görmedin
mi? Görmüyor musun? Göklerde ve yerde ne varsa, güneş, ay, yıldızlar, dağlar,
ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu Allah’a secde ediyorlar. Evet madem
ki göklerde ve yerde olanlar Allah’a secde ediyorlarsa, madem ki her şeyin
bilicisi olan Rab-bimiz tarafından bu gerçek bilgi şu anda bize sunuluyorsa, o
zaman hemen biz de secde edelim. Buyurun hemen secdeye.
Evet
göklerde ve yerde olan tüm varlıklar Allah’a boyun büküp secde etsinler, tüm
varlıklar Allah’ı dinlesinler, tüm varlıklar hayat programlarını Allah’tan
alsınlar, tüm varlıklar Allah’ın çizdiği yörünge istikâmetinde hareket etsinler,
buna karşılık onlardan çok daha mü-kerrem yaratılmış olan insan onlardan
ayrılarak Rabbine secde etmesin. Tüm varlıklar Rablerini dinlesinler, Rablerinin
buyruklarına teslim olsunlar, ama insan Rabbine baş kaldırarak bir hayat
yaşasın.
Düşünün,
Allah onu yeryüzünün halifesi yapsın, onu bu alemin efendisi, idarecisi yapsın,
diğer varlıkların hiçbirisine vermediği iradeyi versin ona, aklı versin ona,
sonra da bu insan yaratıcısına secdesiz bir hayatın mahkumu olsun. Gerçekten bu
çok utanç verici bir durumdur. Düşünebiliyor musunuz? Bu insan önce göklerin ve
yerin yüklenmekten kaçındıkları Allah emanetini yüklensin, bu işe ben varım
desin, sonra da kalkıp Allah’a secde etmesin. Bu gerçekten insanın kendi
kendisini aşağılayıcı, rezil rüsva edici bir tavırdır. Allah’ı dinleme
konusunda, Allah’a kulluk konusunda, Allah’ın buyruklarına boyun bükme, Allah’a
teslimiyet konusunda göklerde ve yerdeki diğer varlıklardan ayrılan insan
kendisini aşağıların aşağısına indirmiş, kendisi için rezil rüsva bir durumu
seçmiş demektir.
İşte böylece secde etmeyerek insanların
birçoğu da azabı hak etmiştir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek
yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse yapar. Evet Allah’ın azabı secdesizler için,
Allah’a boyun bükmeyenler için hak olmuştur, yasa olmuştur, realite
olmuştur.
19,21.
“İşte Rableri hakkında tartışmaya giren iki taraf: O’nu inkâr edenlere, ateşten
elbiseler kesilmiştir, başlarına da kaynar su dökülür de bununla
karınlarındakiler ve deriler eritilir. Demir topuzlar da onlar
içindir.”
Ve
işte bu iki insan tipi karşımızda duruyor. Allah’a secde eden, Allah’tan
gelenlere baş üstüne diyen, Allah’ın emirlerine boyun büküp teslimiyet gösteren,
hayatını Allah için yaşayan mü’min insanla; bunun tam tersini yapan kâfir insan.
Allah’ı tesbih eden, Allah’ı yücelten, hayatında Allah’ı söz sahibi bilen
insanla; Allah’a secde etmeyen, Allah karşısında ukalalık eden, Allah karşısında
güç ve bilgi iddiasında bulunan, hayatına Allah’ı karıştırmadan yaşayan, kendi
kendini, yahut kendisi gibileri tesbih edip onları yücelten, onlar kaynaklı bir
hayat yaşayan insan. Rableri hakkında karşılıklı hasımlaşıyorlar, karşılıklı
tartışıyorlar, kavga veriyorlar.
Evet
bu iki tarafın, secdeliler ve secdesizler tarafının bu kavgası kıyâmete kadar
sürecektir. İman cephesi ve küfür cephesinin savaşı kıyâmete kadar hiç
bitmeyecektir.
Şimdi
Rabbimizin bu beyyin âyetleri çerçevesinde her iki tarafın da tablosuna, her iki
tarafın da âkıbetlerine iyi bir bakalım, iyi bir anlayalım, iyi bir görelim de
safımızı iyi belirleyelim. Buyurun kendi kararınızı kendiniz verin
diyor.
Şu
kâfirler, şu secdesizler, şu seçimlerini küfürden, secdesizlikten yana
kullananlar, Allah’ı Allah’ın istediği gibi tanımayanlar, Allah’a Allah’ın
istediği gibi teslim olmayanlar, Allah’ı tesbih etmeyenler, Allah’ı
yüceltmeyenler, Allah’ın hayat programını reddederek, Allah’a savaş açanlar,
Allah’ı, peygamberini ve müslümanları yeryüzünden silmeye çalışanlar var ya,
işte onlar için ateşten bir elbise biçilmiştir. Üzerlerine bir elbise
giyeceklerdir ki o ateştendir.
İş
bununla bitmiyor. Onların başları üzerinden de kaynar su dökülecektir. Beyinleri
üzerinden aşağıya doğru dökülen o kaynar suyla derileri ve karınlarının içinde
olan her şey eriyiverecek. Bar-sakları, mideleri, ciltleri, derileri her şeyleri
eriyiverecek.
Evet
onların elbiseleri ateştir ve üzerlerinden dökülen kaynar suyla da tüm vücutları
eriyecek. Bir de onlar için demir topuzlar var-dır. Meleklerin, Zebanilerin
ellerinde onlara vurmak üzere demir topuzları, demirden kırbaçları da
vardır.
22. “Orada,
uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler her defasında oraya geri
çevrilirler.: "Yakıcı azabı tadın" denir.”
Onlar
her ne zaman o ateşten, o cehennemden, o azaptan, o gamdan, o kederden, o
sıkıntıdan kurtulmak, çıkmak isteseler her defasında oraya döndürülecekler, iade
edilecekler ve denilecek ki kendilerine: Haydi tadın bakalım bu yakıcı azabı.
İşte küfürlerinize, zulümlerinize
karşılık size vaad edilmiş olan cehennem. Haydi dünyada inkâr ettiğiniz, örtüp
örtbas ettiğiniz, hiçbir zaman
gündemlerinize almadığınız o cehenneme girin bakalım. İnkar etmekte
oluşunuzdan, hesaba katmayışınızdan dolayı haydi tadın bakalım o azabı.
Kâfirliğinizin karşılığıdır o ateş. Kâfirlerin cezası cehennemdir. Çünkü onlar
yeryüzünde her şeylerini bitirmişlerdir. Halbuki dünyada kendilerine söylenmişti
bu cehennem. Kitapları ve elçileri vasıtasıyla uyarmıştı Rabbimiz onları.
Fıtratlarında da cennet ve cehennem bilgisi, ceza ve mükafat bilinci
vardı.
Oyunuyla eğlencesiyle, kadınıyla
erkeğiyle, parasıyla puluyla, altınıyla gümüşüyle, eviyle barkıyla, devletiyle
saltanatıyla yaşanan bir dünya hayatı. Ama bu aldatıcı dünya hayatı insanlardan
kimilerini aldatıyor. İnsanlardan kimilerini Allah’a kulluktan koparıp
azgınlaştırıyor, secdesizleştiriyor. İnsanlardan kimilerini tâğutlaştırıp
Allah’la, elçileriyle ve müminlerle savaşmaya sevk ediyor. İnsanlardan kimileri
bu kancık dünyaya aldanarak, parasına puluna, makamına mansıbına, ekonomik ve
siyasal gücüne, devletine saltanatına güvenerek bu dünyada bu dünyanın sahibine
hayat hakkı tanımamaya çalışıyor. Allah kullarına hayat hakkı tanımamaya
çalışıyor. Allah kullarının Allah arzında Rabbim Allah demelerine izin vermemeye
çalışıyor.
Evet böyle kâfirler, zalimler bu
dünyada Allah’ın verdiği bir ha-yatı yaşayacaklar, Allah’ın verdiği imkânları
kullanacaklar, Allah’ın lütfu olarak saltanat içinde bir hayat sürecekler.
İstedikleri her şeyi yapabilecekler. Ama bu hayat çok kısa sürecek. Kısa bir
süre sonra hayat bitecek, dünya bitecek ve işte Allah’ın takdir ettiği bir sonla
karşı karşıya gelecekler. Ateşten bir elbise, karınlarındakileri, derilerini
tamamen yakıp eritecek bir kaynar su dökülecek üzerlerinden ve gamdan, kederden
her ne zaman kahrolup çıkmak isterlerse tekrar iade edilecekleri sürekli bir
azap.
Çünkü
sizler dünyada zalimdiniz. Çünkü sizler haksızlık yapıyordunuz. Allah’ın hakkını
vermiyordunuz. Allah’ın kitabının hakkını vermiyordunuz. Peygamberin hakkını
vermiyordunuz. Çünkü siz ol-mamanız gereken yerde oluyordunuz. Bulunmamanız
gereken konumda bulunuyordunuz. Kendinizi Rabbinize kulluk makamından
uzaklaştırıp küfür ortamında, şirk ortamında tutarak kendi kendinize
zulmediyordunuz. Dinlemeniz gereken makamı dinlemeyip, dinlenmemesi gereken
makamı dinliyordunuz. Secde etmeniz gereken ma-kama secde etmeyip kendinize, ya
da başkalarına secde ediyordunuz. Allah’a değil de başkalarına hamd ediyordunuz.
Allah’ı değil de başkalarını dinliyordunuz. Allah yasalarını değil de
başkalarının yasalarını uyguluyordunuz. Rahmânın zikrine karşı kör ve sağır
kesiliyordunuz. Vahiyle ilgi kurmuyordunuz. Hayat programınızı vahiyden
almıyordunuz. Rahmânın sizin için, sizin cennetiniz için, sizin kurtuluşunuz
için açtığı rahmet kapılarını kapatıyordunuz. Haydi şimdi bu yaptıklarınıza
karşılık tadın bakalım Allah’ın azabını! denilecek.
23. “Doğrusu
Allah, inanıp yararlı iş işleyenleri, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar.
Orada altın bilezikler ve inciler takınırlar. Oradaki elbiseleri de
ipektendir.”
Allah’ın
istediği gibi iman edip sâlih ameller işleyenler için ze-minlerinden bal, şarap,
su ve süt ırmaklarının akıp gittiği cennetler vardır. Onların taht-ı
tasarruflarında ırmaklar akar durur. Cehennemliklerin ateşten elbiselerine
karşılık onların elbiseleri ipektendir. Altından takılar, bilezikler ve inciler
vardır onlar için.
Bakın
işte yine bir durum değerlendirmesi. Bir tarafta Allah’a düşman olanlar,
Allah’la savaşa tutuşanlar, diğer tarafta Allah’a Allah’ın istediği gibi iman
edip hayatlarını bu imanlarıyla düzenleyenler. İman kaynaklı, sâlih ameller
peşinde bir dünya yaşayanlar. Şimdi bir onların hayatına bakın, bir de bunların.
Bir onların cehennemini görün, bir de bunların cennetini ve tercihinizi güzel
yapın. Şu anda hayattayız ve her iki taraftan birini tercih hakkı elimizdedir.
Şu anda iki yere de gitme imkânına sahibiz. Ve işte bizim için cennetten razı
olan Rabbimiz rahmeti gereği bizi bu âyetleriyle uyarıyor. âdeta bizi
cehennemden kırbaçlayıp cennete zorluyor.
Bakın
işte görüyoruz buraya kadar bazen bizi cehennemle korkutuyor, bazen de cennetle
sevindiriyor. Hem korkutarak, hem müjdeleyerek bizi dengede tutuyor Rabbimiz.
İşte böyle bir durumda ya sadece Allah’a kul köle oluruz, sadece O’nu dinleriz,
sadece O’nu hesaba katarız, sadece O’nun istediği gibi yaşarız, kendimizi sadece
O’na beğendirmenin, O’nu memnun etmenin kavgasını veririz, sadece O’na secde
ederiz, sadece O’nun önünde boyun bükeriz ve sonunda cennete gideriz. Tüm diğer
mahlukâtla birlikte boyunlarımız-daki kulluk ipinin ucunu O’nun eline verir,
O’nun çektiği yere gider, O’ndan yana bir tercihte bulunur sonunda cennete
gideriz, ya da ötekiler gibi bir hayat yaşar cehenneme gideriz. Bu şu anda bizim
elimizdedir. Bakın tercihlerini Allah’tan ve Allah’ın cennetinden yana
kullananların özellikleri şöyleymiş:
24. “Bu
kimseler, sözün güzelini işitecek duruma ulaştırılırmışlar, övülmeye lâyık olan
Allah'ın yoluna eriştirilmişlerdir.”
Onlar
sözün en güzeline tabi olurlar. Sözün en güzelini işi-tecek ve ona tabi olacak
duruma eriştirilmişlerdir onlar. Evet onlar sözün en güzeli olan Elhamdülillah,
sübhanallah, Lâ ilâhe illallah, Al-lahu Ekber gibi tamamen Rablerini yüceltecek,
Rablerine hamd ede-cek, Rablerine teslimiyeti gündeme getirecek, Rablerinin
İlahlığını ilân edecek, rubûbiyetin, güç ve kudretin, egemenliğin sadece
Rablerine ait olduğunu haykıracak sözlere iletilmişlerdir.
Veya
onlar Rableri tarafından kendilerine bildirilen bu sözleri söyleyerek kendileri
de yüceltilmişlerdir. Şereflerin en yücesine erdirilmişlerdir. Dillerini,
yollarını çok yüce olan Hamîd’in yoluna doğru iletilmişlerdir. Hamîd olan
Allah’ın hamdıyla kendileri de yücelmişler, övülmüşler, övgüye lâyık hale
getirilmişlerdir. Dünyada böylece güzel bir hayat yaşamışlar, güzel bir ölümle
ölmüşler ve güzel bir cennete ulaşmışlardır. Elhamdülillah! Rabbim bizleri de
onlardan eylesin inşallah. Aman bizi şunlardan eyleme ya
Rabbi:
25.
“Doğrusu inkâr edenleri, Allah yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit
kılınan Mescid-i Haramdan alıkoyanları ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak
isteyeni, can yakıcı bir azaba uğratırız.”
Ama
kâfirler, örtenler, fıtratlarını örtenler, fıtratlarını açığa çıkaracak Allah
âyetlerini örtüp örtbas edenler, hidâyeti örtenler, tevhidi örtenler. Kendileri
örtüp kâfir oldukları gibi başkalarını da saptırıp kâfirleştirmeye çalışanlar,
kendileri Allah safında, Allah tarafında olmadıkları gibi başkalarının da
müslümanlıklarına, Allah’a kul olup O’nun dinini yaşamalarına engel olmaya
çalışanlar, kendileri Cehennemi hak ettikleri gibi başkalarının da cennetine
engel olup kendi cehen-nemlerine gitmelerine sebep olanlar, insanları Mescid-i
Haramdan uzaklaştırmaya çalışanlar, mescitleri kapatmaya sa’yedenler,
mescitlerde Allah talimatları yerine kendi talimatlarını gündeme getirerek,
oralarda yalnız Allah yüceltilmeliyken, sadece Allah’ın zikri geçerli olmalıyken
oraları gasp ederek buna izin vermeyenler var ya: onlara acıklı bir azabı
tattırırız diyor Rabbimiz.
Evet gerek Mescid-i Haram, gerekse
diğer mescitlerde, ge-rekse tüm arz mescidinde Allah kullarını Allah’ın istediği
müslüman-ca bir hayat yaşamaktan engelleyenler, yasaklar koyanlar, zulme-denler
için acıklı bir azap vardır. İnsanların din özgürlüklerini, ibadet
özgürlüklerini yok etmeye çalışan, yeryüzünde Allah’ın tüm insanlık için eşit
kullanım hakkı tanıdığı mescitlerde, arz mescidinde gasıpça, zalimce bir tavır
sergileyenlere, mescitlerde, arzda Allahu Ekber sözüne, en büyük Allah sözüne
tahammül edemeyerek insanları kendi büyüklüklerine çağıranlar, Allah kullarının
Allah yasalarının uygulamalarına izin vermeyerek onları kendi yasalarına kulluğa
çağıran kâ-firlere korkunç bir azap vardır buyurulduktan sonra şimdi de hacla
karşı karşıya getiriliyoruz:
26. “Hani Biz
İbrahim’e Kâbe’nin yerini belirtip hazırladığımız zaman şöyle emretmiştik: “Bana
hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar, rüku edenler ve
secdeye varanlar için Evimi temiz tut" diye İbrahim Kabe'nin yerine
yerleştirmiştik.”
Hatırlayın,
hani biz İbrahim’e beytin yerini bildirip orasını hazır hale getirmiştik. Ona
beytin yerini, temellerini göstermiş, Ona Onu teslim etmiş ve Onu inşa etmesi
için Ona emir vermiştik, izin vermiştik ve demiştik ki: Ey İbrahim! Bana hiçbir
şeyi ortak koşma! 24 saatlik hayatının tümünde, gecende ve gündüzünde, malında
ve çocuklarında, almanda ve vermende, küsmende ve sevmende, savaşında ve
barışında, nikahında ve talâkında, giyiminde ve kuşamında sadece Beni dinle!
Sadece bana kul ol ve Bana başkalarını asla ortak etme! Tavaf edenler, kıyama
duranlar veya Mekke’de ikâmet edenler, rüku edenler ve secdeye varanlar için,
yâni namaz kılanlar için evimi maddi ve manevi her tür pisliklerden temiz tut!
diye emretmiştik.
Mekke İbrahim (as) için hicret
yurduydu. İbrahim (as) Kudüs’te yaşıyordu. Kitabımızın başka sûrelerinde
anlatıldığı gibi atamız babası ve kavmiyle verdiği çetin bir kavganın sonunda öz
vatanı olan Kudüs’ten Mekke’ye hicret etti. Karısı ve oğlu İsmail’i orada
bıraktı ve geri döndü. Sonra tekrar Mekke’ye döndü ve oğlu İsmail ile birlikte
Kabe’yi inşa ediyordu. Yıllar önce Adem atamızın bina ettiği özgürlük
beldesindeki, emin beldedeki özgürlük evini şimdi İbrahim (a.s) inşa ediyordu.
Ve Rabbimiz tarafından kendisine bu evin temizlenmesi, temiz tutulması
emrediliyordu. Namaz kılanlar için beytimi temiz tutun diye emir vermiştik
Ona.
Evet Allah beytinin ilk görevlileri iki
Allah elçisiydi. Beyti onlar temizleyecekler, beyte hizmetçi onlar olacaktı.
Çünkü beyt Allah’ın beytiydi ve bu beyte gelenler de Allah misafirleriydi. Ve bu
Allah evi temiz tutulacaktı. Peki neden temizlenecekti Allah evi? Putlardan,
putların egemenliğinden, küfürden, şirkten, orada Allah’tan başkalarının
yüceltilmesinden, orada Allah’tan başkalarının talimatlarının zik-redilmesinden.
Orada sadece Allah’ın adı zikredilecek ve yüceltilecekti. Orada sadece Allah
yasaları geçerli olacaktı. Orada Allah’tan başkalarına yer olmayacaktı. Orada
Tâğutlara yer olmayacaktı. Tabii Rabbimiz burada bize bunu anlatırken bizlerin
de Allah evlerini temiz tutmamızı istiyor. Tüm arz mescidini temizlememizi,
küfrün şirkin eserlerini yok etmemizi, tüm arz mescidinde sadece Allah’ın
arzularını hakim kılmamızı istiyor. Bir ömür boyu putlarla, put sistemleriyle
savaşan atamız İbrahim gündeme getirilerek bizim de Onun yolunda olmamız
isteniyor.
27.
“İnsanları hacca çağır; yürüyerek veya binekler üstünde uzak yollardan sana
gelsinler.”
Evet
ey İbrahim! İnsanları hacca dâvet et! İnsanları hacca çağır ki yaya yürüyerek
veya binitler üzerinde uzak yollardan sana gelsinler. Yürüyerek ve her türlü
binitler üzerinde ta uzak yerlerden, uzak yollardan, uzak ülkelerden sana
gelsinler. Kabe’ye gelsinler, haram beldeye, emin beldeye, özgürlük yurduna
gelsinler. Rabbi-mizden aldığı bu emirle İbrahim ve İsmail (as) lar Kabe’yi,
haccı in-sanlara duyurdular. İnsanları hacca çağırdılar. Allah kullarını
Allah’ın beytine çağırdılar ve Rablerinin bu dâvetini alan insanlar gerek yaya,
gerek binitler üzerinde Allah’ın beytine koşar oldular.
28.
“Ta ki kendi menfaatlerine şahit olsunlar; Allah'ın onlara rızk olarak verdiği
hayvanları belli günlerde kurban ederken O’nun adını ansınlar. Siz de bunlardan
yiyin, çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.”
Gelsinler
ve orada kendileri için hazırlanmış olan menfaatleri görsünler, onlara şahit
olsunlar. Peki ne vardı orada? Hangi menfaatler var? Nelere şahit olacağız
orada? Allah’ın beyyin âyetleri vardır. Apaçık âyetler, apaçık deliller vardır.
Eğer insanlar görmemek için kaçıp saklanmazlarsa orada da beyyinat âyetlerle
karşı karşıya geleceklerdir. Nereye bakarlarsa baksınlar, dağları âyettir, Hıra
âyettir, Sevr âyettir, Arafat âyettir, Mina, Müzdelife, Meş’ar, Safa, Merve
bunların hepsi Allah’ın birer âyetidir. Hem de gün kadar açık, beyyin âyetlerdir
bunlar. Her bireri insanın elinden tutup Allah’a götürecektir. Bütün bu bölgeler
âyât beyyinât bölgelerdir. Seması öyle, arzı öyle, kendisi öyle, Safa’sı öyle,
Merve’si öyle, Sa’yi öyle, Zemzemi öyle, her şeyiyle apaçık beyyinât âyât vardır
orada.
Yâni
Allah’ı tanıtan, Rabbi tanıtan, İlahı tanıtan, bu İlahın dün-yaya ilişkin
kanunlarını tanıtan, düzenini, nizamını tanıtan âyetler var-dır, açılmış,
açımlanmış âyetlerdir bunlar. Yâni herkesin anlayabileceği dilden terennüm edip
duran âyetler. Ya da insanın gözüne, kulağına, kalbine hitap edip duran âyetler
vardır orada. Rabbimiz kullarını bu tür âyetleriyle menfaatlendirmek
istiyor.
Orada Allah’ın adını yüceltsinler.
Belli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Belli günlerde tekbir getirtsinler.
Burada anlatılan sayılı günler Zilhiccenin ilk on günü veya Zilhiccenin on bir
ve on ikinci günleridir veya Eyyam-ı teşriktir. Teşrik günleridir. Teşrik,
yüksek sesle Allah’ı büyüklemek, yüksek sesle tekbir getirmektir. Hac günlerinde
Hz. İbrahim’e izafe edilen bu tekbirlerin adına teşrik tekbirleri denir. Arefe
günü sabahından başlamak şartıyla kurban bayramının dördüncü günü akşamına kadar
tekbir ve zikir günleridir. Evet tekbir getirin, Al-lahu Ekber deyin, en büyük
Allah deyin, Allah’ın büyüklüğünü ilân edin. Tekbirlerle Allah’ı zikredin.
Mina’da tekbirlerle şeytanları taşlayarak Allah’ı zikredin. İçinizdeki ve
dışınızdaki tüm şeytanları telin ederek Allah’ı büyükleyin. Tüm şeytanları,
şeytan dostlarını, şeytani sistemleri reddederek hayatın her alanında Allah’ı
büyükleyin.
Tabi
hayatın her alanında Allah’ı söz sahibi kabul ederek O’nu büyükleyin. Hayata
Allah’ı karıştırmamaya çalışan tüm şeytanları reddederek Allah’ı tekbir edin.
Mina’da kurbanlarınızı keserek Allah’ı büyükleyin. Malda ve canda Allah’ı söz
sahibi kabul ederek Allah için maldan ve candan geçerek Allah’ı tekbir edin,
Allah’ı büyükleyin. Mal da, can da senindir Allah’ım! İşte kes dedin kesiyorum!
Ver dedin ma-lımı yoluna kurban ediyorum! Yarın inşallah canımı da yoluna fedâ
edeceğim! Sen şahit ol ki ben buna hazırım ya Rabbi! diyerek Allah’ı büyükleyin.
Yeryüzünde büyüklenen tüm müstekbirleri küçülterek Allah’ı büyükleyin. Allah’ı
büyükleyerek zikredin, Allah’ın büyüklüğünü hatırlayın ve hayatınızın sonuna
kadar orada anladığınızı unutmayın.
Allah’ın size rızık olarak verdiği
hayvanları sahibiniz adına kurban ederken de Allah’ın adını anın. Bismillah
diyerek onları kesin. Allah adına kestiğiniz o hayvanların etlerinden yiyin.
Onlardan istifade edin. Siz kendiniz istifade ettiğiniz gibi onların etlerinden
fakirleri de istifade ettirin. Bütün bunları gerçekleştirmek için sizi oraya
çağırıyor Allah.
29. “Sonra
kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kâbe’yi tavaf
etsinler.”
Sonra
kirlerini gidersinler, tertemiz temizlensinler. Bir ömür boyu işledikleri
günahlarından, islerinden, paslarından arınsınlar, analarından doğdukları gündeki gibi tertemiz
bir duruma gelsinler. Tüm günahlarını döksünler. Veya hac bittikten sonra
tırnaklarını, saçlarını, sakallarını, bıyıklarını vs temizlesinler. Adaklarını,
nezirlerini yerine getirsinler. Yâni hac esnasında hangi vecibeleri yerine
getirmeleri gerekiyorsa veya hac esnasında neleri yapmayı nezretmişlerse, hangi
hayırlı amelleri yapmaya söz vermişlerse onları yerine getirsinler ve O Beyt-i
Atik’i, O en antik, en eski evi, O Allah evini tavaf etsinler. Yâni hac için
ihramdan çıkmadan evvel Beyt-i Atik’i ziyaret tavafını yapsınlar. Çünkü Âl-i
İmrân sûresinin beyanıyla yeryüzünde ilk inşa edilen ev Allah
evidir.
“Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev,
Mekke'de, dünyalar için mübarek ve doğru yol gösteren
Kabe'dir.”
(Âl-i
İmrân 96)
Atik; özgürlük evi anlamına
gelmektedir. Rasulullah efendimizin bir hadisinde böylece
anlatılır.
Evet Rabbimiz kullarını hacca
çağırıyor. Âl-i İmrân sûresinin beyanıyla:
“Oraya yol bulabilen insana, Allah için
Kâbe'yi haccetmesi gereklidir.”
(Âl-i
İmrân 97)
Gücü yetenleri, oraya yol bulabilenleri
beytini hacca çağırıyor. Kullarının orada hidâyet bulmalarını istiyor. Kullarına
orada ömürlerinin sonuna kadar unutmayacakları tüm hayatlarında uygulayacakları
bir kulluk maketi göstermek istiyor. Onları izzet ve şerefe ulaştırmak istiyor.
Ümmet bilincine erdirmek istiyor. Gücü yeten herkesi evine çağırıyor. Peki gücü
yeten kim?
1:
Efendim henüz zengin değiliz, hele bir zenginleyelim de öyle gidelim diyenler.
Ne zaman zenginleyecekler bu adamlar? Bir dükkan, ikinci dükkan, bir ev, ikinci
ev, bir milyon, yüz milyon, beş milyar ama hâlâ adam zengin olamıyor. Ne kadar
fırsat vermiş Allah kendilerine de; hâlâ bu adamlar fırsat bekliyorlar. Hele bir
zenginleşelim de ondan sonra Allah için haccedelim diyorlar.
2: Kimisi de diyor ki efendim henüz
rüyamızda çağrılmadık, inşallah çağrılırsak biz de gideriz. Eh yıllar önce Hz
İbrahim’e demiş ki Allah: Ey İbrahim çağır bu insanları hacca. Çağırmış İbrahim
(as). Ondan sonra Rasulullah efendimiz çağırmış. Şu anda ben çağırıyorum. Daha
kimin çağırmasını bekliyorsunuz yahu? Allah imkân verdi, iman verdi, duyurdu bu
insanlara. Bazen belalar gönderip ikazlarda da bulundu, ama kimileri hâlâ
dâvetiye bekliyorlar. Hani bir âyet vardı: İnandık dedikten sonra deneneceksiniz
diyordu Rabbimiz. İman iddiasında bulunduğunuz her konuda mutlaka size bir
denenme gelecektir. Ciddi mi inandınız? Yoksa cıvık mı inandınız? bunun açığa
çıkarılması için o konuda Allah size imkân verecek ve sizi deneyecek diyordu.
İşte galiba Allah’la aldatılmak budur ki en çetin aldatılmadır, aldanmadır
bu.
3: Üçüncü bir grup müslüman da Rabbinin
bu emrini duyar duymaz hemen icabet ediyorlar. Her tür vasıtalarla Allah’ın
dâvetine, İbrahim (as)’ın çağrısına koşuyorlar. İstikrarlı bir hayata, emin bir
beldeye, emin bir hayata koşuyorlar. Kimisi Çin’den, kimisi Avustural-ya’dan,
kimisi siyah, kimisi beyaz İbrahim’in dâvetine koşuyorlar. Orada özgürlük evinin
avlusunda toplanıyorlar ve hepsi aynı şeyleri düşünüyorlar, hepsi aynı şeyleri
görüyorlar ve hepsi aynı şeyleri söy-lüyorlar. Hepsinin söylediği tek sözdür.
Allahu Ekber! Allahu Ekber! Allahu Ekber! Hepsi de Allah’ı büyüklüyorlar.
Asyalısı da, Avrupalısı da, beyazı da, siyahı da, zengini de, fakiri de, kadını
da, erkeği de aynı giysiler içinde mahşeri bir ortamı andırmaktadırlar. İşte
böyle:
30. “İşte
böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin katında kendi
iyiliğindendir. (Haram olduğu) size okunanlar dışında kalan hayvanlar, size
helâl kılındı. O halde pis putlardan sakının; yalan sözden
kaçının.”
İşte
böyle kim Allah’ın haramlarını, Allah’ın sembollerini, Al-lah’ın yasalarını
büyükler, onlara karşı saygılı davranırsa Allah ka-tında iyiler, hayırlılar
onlardır. Evet Allah’ın yerine getirilmesini iste-diği emirlerini yerine
getirenler, haccın menasikine riâyet edenler, Allah’ın her tür hudutlarını
koruyanlar, Allah’ı hatırlatan, Allah’a kulluğu çağrıştıran her türlü Allah
işaretlerini, Allah sembollerini korumadan yana tavır alanlar hayırlılardır
diyor Rabbimiz.
Size haklarında yasaklar okunan
hayvanların dışındakiler de helâl kılındı. Bu haklarında yasaklıkları okunanlar
konusu En’âm sû-resinde anlatılıyordu:
“Ey Muhammed! De ki: "Bana vahy olunanda, leş,
akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına
kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum;
fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak
üzere bunlardan da yiyebilir. “Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet
eder.”
(En’âm
145)
İşte burada sayılanların dışındaki
hayvanlar size helâl kılınmıştır. Böylece haram helâl yasalarını belirleme
konusunda Allah’ı söz sahibi kabul etmeyerek kendi kendilerine haram helâl
belirleme-ye kalkışanlara cevap veriliyordu. Ve deniliyordu ki o halde pis
putlar-dan sakının. Allah’a iftira ettiren, Allah’ı diskalifiye ederek
hayatınıza haram helâk koyanlardan, Allah berisinde yasa belirleyenlerden,
Allah’a şirk koşturanlardan, hayat konusunda, hayat programı konusunda yalan
söyleyenlerden uzak durun. Ne putlarla, ne putçularla, ne put sistemleriyle
ilginiz alâkanız olmasın. Az evvel Allah’ın saydığı maddi pisliklerden
temizlenip arındığınız gibi, put ve putçuluk gibi manevi pisliklere de
bulaşmayın.
Bir
de kötü sözden, yalan sözden de sakının. Kendiniz asla yalan söz söylemediğiniz
gibi, yalan sözlere de asla değer verip iti-bara almayın. Allah’ın haram helâl
koyma yetkisini reddedip kendi-lerinin bu konuda yetkili olduklarını
söyleyenlerin yalanlarına asla inanmayın. Allah’ın hayat programını, Allah’ın
yasalarını reddedip kendi yasalarını size empoze etmeye çalışan yalancılara asla
inanıp değer vermeyin. Allah’ın haramlarını helâl, helâllerini de haram sayan
yalancıların sözlerine asla kanmayın. Küfür şirkin dayanak noktası olan
yalanlara asla inanmayın.
31.
“Allah'a ortak koşmaksızın O’na yönelerek pis putlardan kaçının, yalan sözden de
çekinin. Allah'a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya
rüzgarın bir uçuruma attığı şeye benzer.”
Bırakın
o yalancıları, bırakın o putları, putçuları, put sistemlerini de sizler Allah
için hayat yaşayan Hanifler olun. Aman ha, sizin fıtratlarınız bozulmasın.
Müslümanca hayatınız, inancınız bozulma-sın. Şirkten uzak durun. Hayatınıza
Allah’tan başkalarını karıştırma-yın. Hayatı parçalamayın. Hayatınızın bazı
bölümlerinde Allah’ı, öteki bölümlerinde başkalarını dinleyerek şirke düşmeyin.
Kâbe’nin Rabbi Allah’tır ama kılık kıyafetin Rabbi başkalarıdır diyerek, namaz
konusunda Allah’ı dinleyelim, ama hukuk konusunda başkaları söz sahibidir
diyerek şirke düşmeyin. Hayatın her alanında Allah’ı dinleyen, hayatı tümüyle
Allah’a kulluk olarak değerlendiren samimi müslümanlar
olun.
Unutmayın ki kim Allah’a şirk koşarsa,
sanki gökten düşüyor da kuşlar onu kapıp parçalıyorlar, yahut sanki rüzgar onu
almış uçsuz bucaksız uçurumlara parçalamaya götürüyormuş gibi bir durumdadır.
Evet işte müşrikin dünyadaki hali, psikolojisi budur. Arkadaşlar insan
fıtratında tevhid vardır. Kim ki tevhidi terk eder, sadece Allah’a kulluğu terk
eder, hayatı parçalar, kulluğu parçalar, bir bölümünde Allah’a, öteki bölümünde
başkalarına kulluk yapmaya başlar, hayatında Allah’a yetki sınırlaması getirir,
Allah hayatın tümüne karışmamalıdır diyerek bazı işlerine Allah’ı karıştırmamaya
çalışır, bu işleri sen bilmezsin ya Rabbi demeye kalkışırsa işte böyle bir
adamın dünya hayatındaki halet-i ruhiyesini haber veriyor Rabbimiz.
Böyle
bir müşrikin durumu aynen şuna benzer: Bir adam düşünün ki gökten yere doğru
düşüyor. O yere doğru, aşağıya, aşağı-lığa doğru yuvarlanırken büyük büyük
kuşlar onu ayağından, başından yakalayıp parçalıyor. Rüzgarlar da onu alıp
paramparça etmek için uçurumlara sürüklüyor. İşte dünyada müşrikin yaşadığı
hayat bu-dur. Her an bu ıstırabı, bu azabı, bu işkenceyi, bu ölümü yaşamaktadır
müşrik.
Öyle
değil mi? Bir insan düşünün ki yaratıcısını tanımıyor. Yaratıcısını, sahibini
reddediyor, sahibine secde etmiyor. Böyle yaşa-yabilir mi? Bu durumda mutlu
olabilir mi? İşte bunun içindir ki müşrik insan ne hatırlamak ister, ne de
kendisine yaratıcısını, sahibini, Rab-bini birilerinin hatırlatmasına tahammül
edebilir. Allah’ı, âhireti, cenneti, cehennemi, hesabı, kitabı, azabı, ikabı
duydukça adam hafakanlar geçirmektedir. Sürekli bir düşüş, bir aşağılanış
yaşamaktadır müşrik. Sürekli gökyüzünden düşüyormuş gibi, insanlık şerefini
kaybediyormuş gibi bir hayat yaşar. Kuşların pençesinde, rüzgarların pençesinde,
çeşitli soruların, çeşitli düşüncelerin pençesinde, çözümsüzlüklerin girdabında
parçalanıyormuş gibi bir hayat yaşar.
Evet müşrik sadece Allah’a kulluğu,
sadece Allah’a itaati bı-rakıp ta başkalarına da kulluğa yönelince elbette
birilerinin iştahını celbedecek ve onu kapmak için harekete geçenler olacaktır.
Onu kendisine kul köle edinmek isteyenler olacaktır. Tâğutlar, şeytanlar, nefis,
arzuları onu yakalayıp işini bitireceklerdir.
Allah’a kulluktan kaçan böyle
müşriklerin başına kuzgun gibi tâğutlar çöker ve zorlamayla, dayatmayla, hile ve
aldatmalarla onları her taraflarından kıskıvrak bağlarlar, ağlarına düşürürler
onları, yularlarını ellerine alırlar ve kendilerine kul köle ederler. Onları
imandan, İslâm’dan, Allah’a kulluktan yaratılışlarından, fıtratlarından,
insanlıklarından, doğru yoldan çıkarıp karanlıklara, küfre, inkâra, ilhada
sürüklerler. Gidilmeyecek yollara götürürler onları. Peşlerine taktıkları
kullarını belaların kucağına taşırlar. Hayatlarını paramparça ederler. İşte
görüyoruz bu adamlar güya Allah’a kulluktan kaçarken bu defa tâ-ğutların kulu
kölesi olurlar. Allah’a kulluktan kaçan kişi binlerce tâ-ğut’un kulu olur. Bir
tek Allah’a kulluktan kaçarken pek çok tâğutlara kulluğa razı olurlar. Şeytanın
kulu, nefsinin kulu, karısının, babasının, anasının, çocuklarının,
akrabalarının, kavminin, kabilesinin, milletinin, devletinin, politik ve dini
liderlerinin, ağasının, patronunun, çevresinin, âdetlerin, törelerin, modanın ve
daha yüzlerce tâğutların kulu kölesi durumuna düşecektir.
Yâni
güya bir tek Allah’a kulluktan kurtulup özgürlüğe kavuşacaklarını zanneden bu
insanlar boyunlarına pek çok varlığın kulluk iplerini takmışlar ve onların
çektikleri yere gitmek zorunda kalmışlardır. Hepsini aynı anda razı etmek
zorunda kalmışlar, kalpleri parça parça olmuş, burunlarına vurulmadık zincir
kalmamış, zillet ve meskenetin esfeline düşmek zorunda
kalmışlardır.
32. “Bu
böyledir; kişinin Allah'ın nişanelerine hürmet göstermesi, kalplerin Allah'a
karşı gelmesinden sakınmasındandır.”
İşte
böyle kim Allah’ın şiarlarını, Allah’ın sembollerini, Kâbe’yi, Haccı, Arafat’ı,
Mina’yı, Müzdelife’yi, Safa’yı, Merve’yi, Cumayı, Bayramı, namazı, Allah’ın
istediği hayatı, Allah’ın istediği kulluk birimlerini korursa, onları ihya
etmeden, onları yüceltmeden yana bir tavır alırsa, işte bu kalplerin takvasıdır.
İşte kalpler böylece takvaya ulaşacaktır. Evet işte takvanın işareti, takvanın
göstergesidir budur. Kim bu Allah sembollerine, bu Allah işaretlerine saygılı
olursa bu onun kalbinde takva olduğunu gösterir. Bu Allah âyetlerine, Allah
nişanelerine, görülünce Allah’ın
hatırlanacağı bu Allah sembollerine saygılı olmayanların da kalplerinde takvanın
olmadığı anlaşılacaktır.
33. “Bu
nişanelerde sizin için belli bir süreye kadar faydalar vardır. Sonra bunlar
Beyt-i Atikte, Kâbe'de son bulurlar.”
İyi
bilin ki o âyetlerde, o nişanelerde sizin için belli bir süreye kadar menfaatler
vardır. Allah’ın şiarlarından kurban ve kurbanlıklar gündeme geldi. Öyleyse şunu
anlayacağız: Belli bir süreye kadar o hayvanların sütünden, yününden,
hizmetinden istifade etmeniz, menfaatlenmeniz vardır deniyor. Yâni bu kurbanlık
hayvanlardan is-tifa edilemez şeklindeki bir yanlış anlaşılma da böylece
düzeltilmiş oluyordu. Çünkü Araplar bu hayvanlardan hiçbir sûrette istifade
edilemeyeceğine inanıyorlardı. Buradaki belli bir süreden kasıt ta hayvanın
kurban edileceği zamana kadar demektir. Sonra onların varacakları yer de; Beyt-i
Atiktir, Kâbe’dir.
34,35.
“Her ümmet için, Allah'ın kendisine rızk olarak verdiği kurbanlık hayvanların
üzerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık. Sizin İlâhınız tek bir
İlâh’tır, O’na teslim olun. Ey Muhammed! Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen,
başlarına gelene sabreden, namaz kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan sarf
eden ve Allah'a gönül vermiş olan kimselere müjde
et.”
Biz her bir ümmet için bir kurban şekli, ya da
bir ibadet yasası belirledik. Kendilerine şeriat gönderdiğimiz her bir peygamber
ve her bir ümmet için kan akıtmayı, kurban kesmeyi meşru kıldık. Yâni kurban
kesmek tüm ümmetler için Allah’a kulluğun bir göstergesidir. Allah’a iman eden
tüm mü’minler malları konusunda Allah’ı söz sahibi bilmelerinin ifadesi olarak,
Allah adına kurban keserler. Ama sadece Allah için ve Allah adını anarak
keserler. Allah’tan başkaları adına kurban kesmek şirktir. Çünkü sizin İlahınız
tek bir İlahtır. Sizin boyunlarınızdaki kulluk ipinin ucu elinde olan, sadece
kendisini dinlemeniz, sadece kendisine kulluk etmeniz, sadece kendisini
dinlemeniz gereken İlahınız tek bir İlahtır. Tüm peygamberler, değişik
dönemlerde gelmiş olsalar da, şeriatlerinde farklılıklar olsa da hepsi de tek
bir İlaha kulluk etmişlerdir. Hepsi de sadece Allah adına kurban kesmişler,
sadece Allah’ı dinlemişlerdir.
Öyleyse
sizler de sadece Ona teslim olun. Her konuda sa-dece tek olan İlaha teslim olun.
İradelerinizi, boyunlarınızdaki kulluk iplerini sadece Allah’a teslim edin. Her
konuda sadece Allah’ı dinleyin.
Muhbitiyni de
müjdele peygamberim. Allah karşısında güç ve bilgi iddiasında bulunmayan, varlık
iddiasında, benlik iddiasında bulunmayan, küçülen, tevazu gösteren, varlıklarını
Allah’a kulluğa adayan, iradelerini Allah’a teslim ederek O’nun seçimini
kendileri için seçim kabul eden, tüm hayatlarını Allah için yaşayan kimseleri
sen müjdele peygamberim. Âyetin devamında zaten Rabbimiz bu muh-bitiynin kimler
olduğunu, hangi özelliklere sahip olduklarını açıklıyor:
Allah anıldığı zaman kalpleri tir tir
titreyenlerdir onlar. Allah’ın zikriyle kalpleri ürperir. Yâni yanlarında Allah
zikredildikçe, Allah hatırlatıldıkça, Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya
geldikçe, Allah’ın âyetleri okundukça,
kitabın âyetlerine muttali oldukça o mü’minlerin kalpleri ürperir. Allah’ın
büyüklüğü karşısında titrerler, coşarlar, taşarlar, kabına sığmaz hale gelirler.
Allah’ın metluv ve meşhûd âyetleriyle engin denizler kadar engin hale gelirler,
sükunete ererler, Rablerine karşı saygıyla dolup taşarlar. Sonra yine
onlar:
Kendilerine
isabet edene, Allah tarafından gönderilenlere, başlarına gelenlere, imtihan
sorularına sabrederler. Allah’ın takdirine asla isyan etmezler, karşı gelmezler,
Allah’a küsmezler, Allah’a kul-luktan uzaklaşmazlar, her şeye rağmen müslümanca
kalmaya çalı-şırlar. Başlarına gelen varlık, yokluk, hastalık, sıkıntı, keder,
savaş, yaralanma, ölüm ne olursa olsun, asla onları Rablerine kulluktan
alı-koymaz.
Namazlarını
ikâme ederler, namazlarını ayağa kaldırırlar. Na-mazı hayatlarına hakim
kılarlar, hayata özdeş bir namaz, namaza öz-deş bir hayat yaşarlar ve
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler. Kendi evlerine
götürdüklerinden müslüman kardeşlerinin evine de götürürler. Mallarını,
imkânlarını, bilgilerini kardeşleriyle paylaşmanın kavgasını verirler.
Kestikleri kurbanlarından müslüman kardeşlerine ikram
ederler.
36.
“İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık.
Onlarda sizin için hayır vardır. Bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını
anın. Yan üstü düşüp ölünce onlardan yiyin, isteyene de istemeyene de verin.
Şükredersiniz diye onları böylece sizin buyruğunuza
verdik.”
Şu
iri cüsseli, büyük bedenli develer var ya, sizin için o koskoca develeri Biz
şeair kıldık. O develeri sizin için âyet yaptık. Şeriatın belirgin
işaretlerinden kıldık o develeri. Allah’ın beytine gönderilen en büyük
hediyelerden kılınmıştır o develer. Onda sizin için hayırlar vardır. Onu
keseceğiniz zaman Allah’ın adını zikredin. Allah adına kesin onları. Savvâf
kesin onları. Ayakta bir ayağını bağlayın, üç ayağı serbest ayakta iken
bismillah Allahuekber diyerek kesin. Rasulullah böyle kesmiştir, biz de böyle
keseceğiz. Sonra yan taraflarına düştükleri zaman da, tamamen hareketsiz
kaldıkları zaman da onların etlerinden yiyin. Onların etlerinden muhtaç olanlara
da, kanaatkar olanlara da yedirin, ikram edin. İsteyenlere de, iffetinden
isteyemeyenlere de yedirin.
Böylece
o koskoca develeri size lütfeden Rabbinize bu lü-tuflarından ötürü şükredin,
şükür görevinizi yerine getirin. Rabbiniz o develeri, o sığırları sizin için
yaratmasaydı, sizin için zelil kılmasaydı, sizin emrinize boyun büktürmeseydi
siz nereden onlara hükmedip kesebilecektiniz? Canınıza okurlardı onlar sizin.
Evet
onları size musahhar kıldık diyor Rabbimiz. Rableri adına size boyun bükmüş
kesmeniz için itirazsız sizin emrinize itaat ediyorlar. Sanki ey sahibim, ben
sana Allah adına teslim oluyorum. Ben bu canı sana Allah adına veriyorum
dercesine boyun büküyorlar. Öyleyse bizler de onları sadece Allah adına keselim,
Allah adına onun etinden Allah kullarına yedirelim ve böylece Rabbimize
şükre-delim inşallah.
37.
“Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak
olan ancak sizin O’ nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir. Size
doğru yolu gösterdiğinden, Allah'ı yüceltmeniz için onları böylece sizin
buyruğunuza vermiştir. Ey Muhammed! İyilik yapanlara müjde
et.”
Şunu
da kesinlikle unutmayın ki bu kurbanlarınızın ne etleri, ne de kanları Allah’a
ulaşacak değildir. Allah’ın size hiçbir ihtiyacı yoktur. Lâkin sizin takvanız
Allah’a ulaşır. İbadetlerinizin dış formlarına hiç bakmaz Allah. O ibadetleri
yaparken taşıdığınız takvalarınıza, Allah için taşıdığınız güzel niyetlerinize
bakar.
Evet yaptığınız kulluklara,
haclarınıza, kurbanlarınıza, kur-banlarınızdan insanlara yedirmelerinize,
namazlarınıza Allah’ın hiç mi hiç ihtiyacı yoktur.
“Rabbin Müstağnî ve rahmet sahibidir.
Dilerse, sizi başka bir milletin soyundan getirdiği gibi, sizi yok eder,
dilediğini yerinize getirir.”
(En’âm
133)
Evet
yaptıklarımızın tümünü biz kendimiz için yapıyoruz. Çünkü Allah Ganidir, Allah
zengindir. Allah hiç kimseye ve hiç kimsenin amellerine muhtaç değildir. Ne
ibadetlerimize, ne çalışmalarımıza, ne gayretlerimize hiçbir şeye ihtiyacı
yoktur. Ne amellerimize, ne kulluklarımıza ne de bize ihtiyacı vardır Allah’ın.
Bizi yalnızlığını gidermek veya amellerimizden istifade etmek için de yaratmadı.
Dilediği zaman da bizi yok etmeye muktedirdir.
Öyleyse
size hakim olan, sizin üzerinize Kahhâr olan Rabbi-nize teslim olup O’nun
istediği gibi bir hayat yaşayın. Asla O’nun e-mirlerine isyan içine girmeyin.
Haccınızı Allah adına yapın, kurban-larınızı Allah adına kesin. Hayatınızı
Allah’ı yüceltme adına değerlendirin. Sadece Allah’a secde edin. Allah adına
takvalı olun. Lebbeyk deyin. Buyur ya Rabbi! Emret ya Rabbi! Emrine hazırım ya
Rabbi! Diyerek bir hayatı Allah için güzelce değerlendirin. Unutmayın ki sizden
Allah’a sadece takvalarınız, teslimiyetleriniz
ulaşacaktır.
38.
“Allah şüphesiz inananları savunur, çünkü hainleri ve nankörleri hiç
sevmez.”
Allah
iman edenleri korur. Kâfirlere karşı, hainlere karşı Allah mü’min kullarını
savunur, müdafaa eder. Onlara karşı hainleri, nankörleri asla
savunmaz.
Rasulullah efendimiz beraberindeki
müslümanlarla Mekke şirk ortamını terk edip Medine’ye gelir gelmez orada Allah
egemenliğinde müslümanca, özgürce bir hayatın temellerini oluşturmaya
başlayınca, orada devletini kurunca işte bu âyetlerle ilk savaş işaretleri
veriliyordu. Müslümanlara Allah’ın desteğinde oldukları, Allah’ın koruması
altında oldukları, kâfirlerin ve müşriklerin de Allah düşmanı oldukları
vurgulanarak bir yandan düşmanları hatırlatılırken, diğer yandan da güven ve
cesaret kazandırılmaktadır.
Böylece
müslümanlara kendilerine savaş açanlara karşı Allah desteğinde savaş izni
veriliyordu. Halbuki o zamana kadar savaş yasağı devam ediyordu. O zamana kadar
Allah kendilerinden sadece tebliğ, dâvet istiyordu. Kendiniz müslümanca bir
hayat yaşayın ve bu imanlarınıza diğer insanları da çağırın deniyordu. Medine’ye
hicretle birlikte ensar ve muhacirin arasında bir güç oluşturuldu. Ama tabii
Medine’de herkes müslüman değildi. Medine’de müslüman olmayan unsurlar da vardı.
Yahudiler ve inanmadıkları halde inanmış görünen münafıklar vardı. Rasulullah
efendimiz bunlarla bir anlaşma yaptı. Rasulullah efendimize ve beraberindeki
müslümanlara Mekke’de ha-yat hakkı tanımayan, onları Medine’ye hicrete zorlayan
Mekkeli müşrikler orada da müslümanları takip etmek ve onlara rahat vermemek
niyetindeydiler.
İşte
böyle bir ortamda Rabbimiz zulme uğradıkları için onları savaşa hazırlıyor ve
savaş izni veriyordu. Açıkça mü’minlere karşı desteğini de böylece ortaya
koyuyordu. Ben sizinle beraberim. Sizler benim desteğimdesiniz diyordu.
Çünkü mü'minler bütün yeryüzü
insanlığının inanç ve ibadet hürriyetini teminat altına almak için hareket
etmekteydiler. Ayrıca karşılarındaki azgınlar da tümüyle zulmün içindeydiler,
zalimdiler. Hem kendilerine karşı zalimdiler hem de başkalarına karşı
zalimdiler. Bu durumda Cenâb-ı Hak bu âyetiyle açıkça mü'minleri savunduğunu
garanti etmektedir. Burada aklımıza bir soru geliyor. Madem ki Allah mü'minleri
savunacaktır, savunacağını garanti ediyor. Hal böyle olunca acaba neden onlara
bu cihat emri gelmektedir? Neden savaşa katılarak ölümle, yaralanma ile, çeşitli
sıkıntılarla karşı karşıya gelmeleri istenmektedir? Halbuki netice belli
olduğuna göre Rabbimiz onları hiç yormadan, üzmeden, acı çektirmeden, ölmeden,
öldürmeden neticeyi gerçekleştiriverseydi olmaz mıydı? Bütün bunların hikmeti
nedir acaba? Bütün bu sorulara verilebilecek bir tek cevap vardır, o da Cenâb-ı
Hakkın yüce hikmetidir. Bizimse o hikmetten kavrayabildiğimiz ancak çok az bir
kısımdır.
39.
“Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup
savaşmalarına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette
Kadirdir.”
Onlar
ki zulme uğradılar. Onlar ki zulmen vatanlarından çı-karıldılar. Onlar ki öz
yurtlarında suçlu kabul edildiler. Onlar ki ülkelerinde kendilerine hayat hakkı
tanımadılar. Peki suçları neydi bu müs-lümanların da kâfirleri, müşrikleri bu
kadar kızdırdılar? Bu müslü-manların bir tek suçları vardı. O da Allah’a
inanmak, peygambere inanmak ve Rabbimiz Allah demek. Biz Allah’a inandık,
hayatımızı O’nun adına ve O’nun belirlediği şekilde yaşayacağız dediler. Koskoca
bir dünya üzerinde onların varlığından rahatsız olan, onların müs-lümanca bir
hayat yaşamalarından ürken, onlara özgürce bir hayat hakkı tanımayan kâfirler,
müşrikler onların Rabbimiz Allah demelerine dayanamadılar. Hazmedemediler böyle
imana bağlı bir hayatı. Reddettiler imanı ve imansızlığın kavgasına
giriştiler.
Küfrün, şirkin karakteridir bu. Küfür
hiçbir zaman imana ta-hammül edemez. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. İman
cephesi kendileriyle bir savaşa girişmese bile küfür imana savaş açar. Bakın ilk
dönemler müslümanların onlarla savaşacak hiçbir gücü yoktu. Müslümanların
topluma egemen olma, topluma hükmetme, toplumda söz sahibi olma gibi bir
iddiaları da, imkânları da yoktu. Sadece Allah’a ve elçisine iman ediyorlar,
Rablerinden gelen vahyi dinliyorlar, Allah ve Resûlünün kendilerinden
istediklerini amele dönüştürüyorlar. Vahyin, imanın gereği neyse evlerinde onu
icra ediyorlar. Allah vahyini kendilerine ve evlerindekilere gündem yapıyorlar.
Allah bilgisiyle bilgileniyorlar ve bu bilgi istikâmetinde bir hayat yaşamaya
çalışıyorlardı.
Halbuki
o bölgenin egemenleri, toplumda söz sahibi olduklarını iddia edenler onların bu
durumlarına gazaplanıyorlar ve nasıl oluyor da bu adamlar bizi dinlemiyorlar?
Nasıl oluyor da egemenliği bizden alıp Allah’a veriyorlar? Nasıl oluyor da bizim
gibi inanmıyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi bir hayat yaşamıyorlar? Nasıl
oluyor da bizim gibi yiyip içmiyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi giyinip
kuşan-mıyorlar? Nasıl oluyor da bizim gibi putlara tapın mıyorlar? Nasıl oluyor
da bizim gibi faiz yemiyorlar? Bizim gibi çıplak gezmiyorlar da Al-lah’ın dediği
gibi bir hayat yaşıyorlar? Neden bizden farklı yaşıyorlar? Neden bizi
dinlemiyorlar da Allah dedikleri bir varlığı dinliyorlar? Diye kendilerinden
farklı inanan, farklı düşünen, farklı yaşayan mü’minlere gazaplanıyorlar, bir
türlü onların farklılıklarına tahammül edemiyor-lardı. Bir türlü bu
müslümanların varlığını kabul edemiyorlardı.
Bugünün
kâfirleri de öyle düşünüyorlar değil mi? Tek tip a-dam yetiştirmeye
çalışıyorlar? Herkesin kendileri gibi inanmasını, kendileri gibi düşünmesini,
kendileri gibi yaşamasını istiyorlar ve ken-dileri gibi olmayanları yok etmeye
çalışıyorlar. Kâfir hiç değişmiyor.
Tarihte Nuh (as)’a takındıkları
tavırdan itibaren kıyâmete kadar ben müslümanım diyen, benim Rabbim Allah’tır,
ben hayatımı Allah adına yaşamak istiyorum diyen her müslümana küfrün tavrı hiç
değişmemiştir. Kâfirlerin, müşriklerin gözünde en büyük suç işte bu olmuştur.
İşte bakın şu anda yerli ve yabancı kâfirlerin müslümana bakışları öyledir.
Müslümanlar dünyada katil değiller, zalim değiller, soyguncu değiller, hırsız
değiller, çalıp çırpmıyorlar, kan dökmüyorlar, ırz düşmanlığı, namussuzluk
yapmıyorlar. Peki neden sevmiyorlar müslümanları? Nedir bu insanların suçları?
Neden potansiyel suçlu görülüyorlar müslümanları bu dünyada? Neden yok edilmeye
çalışılıyorlar müslümanlar?
“Allah belasını veresi, o hendek ashabı
mü’minleri diri diri a-teşlere attılar. Müslümanları inandıkları dinlerinden
döndürmek için onlara işkenceler ettiler. Onları ölümle, ateşle küfür arasında
tercihe zorladılar. Müslümanları dinlerinden döndürüp kendileri gibi inanma-ya,
kendileri gibi yaşamaya zorladılar. Kendileri gibi kâfir olmadıkları için
müslümanları potansiyel suçlu ilân ettiler. Rabbim Allah dedikleri için suçlu
kabul ettiler onları. Hayatlarını Allah için yaşamak istediler diye suçladılar.
Allah yasalarını kralın yasalarından üstün tuttukları için suçladılar. Allah’ın
hatırını egemen kralın hatırından üstün tuttukları için suçladılar. Allah’tan
başka egemenlik sahibi varlık kabul etmedikleri için suçladılar. Suçlarının bedeli olarak da
onları diri diri içi ateş dolu hendeklere atıp yaktılar.”
“Bu inkârcıların, inananlara kızmaları;
onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan ve övülmeğe
lâyık ve güçlü olan Allah'a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şahittir.”
(Bürûc 8,9)
Evet görüyormusunuz suçu? Bunların
bütün suçları Allah’a inanmak. İşte en büyük suç budur kâfirin gözünde. Bugün de
kâfirlerin gözünde en büyük suç budur. Allah’a iman etmek. Ben müslüma-nım diyen
kişi, ben Allah’a iman ediyorum, ben Allah’ın istediği biçimde yaşamak istiyorum
diyen kişi dünyanın en büyük suçlusudur. O mürtecidir ve kesinlikle yok
edilmelidir.
Evet işte müslümanlar burada da hicrete
zorlanırlarken suçları sadece buydu. Başka bir suçları yoktu. Kitabımızın başka
yerlerinde anlatılır. Meselâ Mısır’da müslümanlar Firavun zaliminin zulüm ve
işkenceleri altında her şeylerini kaybetmiş, ırzları, namusları yok edilmiş
perişan bir vaziyette inlerlerken, nihâyet Firavun onları kurtarmaya gelmiş
Allah elçisi Mûsâ (as)’ı öldürmeye teşebbüs edince o ana kadar imanını gizlemiş
bir mü’min kişinin o anda ileri atılıp söylediği bir söz vardır. Peygamberi
müdafaa etmeye çalışan, peygambere kendisini siper yapmaya atılan o yiğit adına
Rabbimizin indirdiği Mü’-min sûresi o sözü şöyle ortaya
koyar:
“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen
bir mü'-min adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah’tır" diyor diye
öldürecek misiniz?
(Mü’min
28)
Ne yâni şimdi başka hiçbir suçu
olmayan, sadece Rabbim Allah diyen bir kimseyi böyle dediği için öldürmek mi
istiyorsunuz? sözü de bu gerçeği aynen ifade ediyor. Kâfirlerin tarih boyunca
hiç değişmediklerini ortaya koyuyordu. Evet demek ki dünyada iman küfür
kavgasının temelinde sadece bir tek gerçeğin yattığını görüyoruz. Rabbim Allah
demek ve buna karşı çıkış. Başka hiçbir şey yoktur. Çünkü Mûsâ (as)’ın bundan
başka hiçbir suçu yoktu. Ne iktidar derdi vardı, ne ülkeyi ele geçirme kavgası,
ne Firavunun saltanatına göz dikme hadisesi vardı. Sadece diyordu ki ben Allah’a
inandım. Benim Rabbim Allah’tır. Ben Allah için bir hayat
yaşayacağım.
Ve işte aradan yılar geçmiş, Mekke
kentinde ben Allah’a inandım, benim Rabbim Allah’tır diyen Muhammed (as)’a ve
tercihini ondan yana kullanan beraberindeki bir avuç müslümana dünyalarını dar
edip, ülkelerini terk etme kararı verilirken yine tek suç Rabbim Allah
demeleriydi. Müslüman olmayan kimselerin gözünde en büyük suç işte budur. Ben
Allah’a inanmıyorum, ben Allah’ın Rabliğini kabul et-miyorum, ben kendi kendimin
Rabbiyim, ben kendi programımı kendim yaparım, ben hayatımı nasıl yaşayacağımı
kendim belirlerim diyen kimselerin gözünde en büyük suç Allaha imandır. Allah’ı
değil de kendisi gibi âcizleri Rab kabul eden, benim Rabbim falan falan
tâğut-lardır diyen insanlar için en büyük suç ben müslümanım de mektir.
Yeryüzünde kâfiri en çok kızdıran gerçek işte bu imandır.
Bundan sonra sırf Rabbim Allah’tır
demelerinden başka bir suçları olmayan gariban mü’minlerin ülkelerinden sürülüp
hicrete mahkum edilişlerinin ve hemen bu hicretin ardından cihadın gündeminden
bahsedilişine şahit olacağız. Hem yüce özelliklere sahip olan peygambere hem de
onun şahsında onun yolunun yolcularına Rab-bimizden teselli ve yardım vaadi
gelecek. Kitabımızla
beraberliğimizi sürdürüp sûrenin bundan sonraki âyetlerini tanıyabilmek için 11.
ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Vel hamdü lillâhi Rabil âlemin.
40.
“Onlar haksız yere ve "Rabbimiz Allah'tır" dediler diye yurtlarından
çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı,
manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler
yıkılıp giderdi. Andolsun ki, Allah'a yardım edenlere O’da yardım eder. Doğrusu
Allah kuvvetlidir, güçlüdür.”
Rabbimiz Allah’tır diyenler, biz
Allah’a inandık diyenler, biz ha-yatımızı Allah için yaşamaya karar verdik
diyenler haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Halbuki bu insanların hepsi emin
idiler, hepsi güve-nilir idiler, hepsi sâdık idiler. Ama Allah bu dünyada mutlak
egemenliği hiç kimseye vermiyor. Allah insanlara dünyada sınırsız yetki
vermi-yor. Tamam bir şeyler yapabilecek yetkiler veriyor ama bu yetkiler ge-çici
ve sınırlıdır. Sonsuza dek sürecek bir yetki değildir bu. Kâfirler Al-lah’ın
kendilerine imtihan konusu olarak verdiği bu kısıtlı yetkileriyle müslümanlara
zulmetmeye, onlara hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlar. Lâkin Allah kısa bir
süre sonra bu yetkilerini alıveriyor. Bakın işte âyet-i kerîmenin devamında
Rabbimiz o değişmez yasasını anlatıyor:
Eğer Allah insanların bir kısmını
diğerleriyle savmasaydı, eğer Allah insanların bir kısmıyla bir kısmını kontrol
edip durdurmasaydı, bir kısmının gücü kuvvetiyle bir kısmının gücünü kuvvetini
dengede tutmasaydı, bir kısmıyla bir kısmının zulümlerine, haksızlıklarına dur
demeseydi o zaman Manastırlar, Kiliseler, Havralar ve içinde Allah'ın adı çok
anılan Camiler yıkılıp giderdi. Harap olup giderdi. Bunların hiç birisi
yeryüzünde varlıklarını koruyamaz, işlevleri kalmazdı. Andolsun ki Allah'a
yardım edenlere O’da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.
Evet eğer Rabbimiz yeryüzünde
devletlere, egemen güçlere, devletlere, devlet başkanlarına, toplumlara,
zalimlere, despotlara, az-gınlara sınırsız ve süresiz bir yetki verseydi, fırsat
verseydi. Eğer onların zulümlerini adillerle, sâlihlerle kırıp defetmeseydi.
Adillerle, sâ-lihlerle, mü’minlerle onların boyunlarını kırıp bertaraf etmeseydi
o za-limler asla Kiliselere, Havralara, Manastırlara ve Allah’ın adının
yü-celtildiği mescitlere hayat hakkı tanımazlardı. Buraları yerle bir ederlerdi.
Allah’a kulluk mabetlerini yok ederlerdi. Ama Allah onlara bu ka-dar yetki ve
fırsat vermiyor. Yetkilerini sınırlandırıyor, güçlüleri güçsüzleştiriyor. Ve
onlar karşısında zayıfları güçlendiriyor. Mustazaflara kuvvet ve imkân veriyor.
Birini alçaltırken diğerini güçlendiriyor. Ve işte böylece bu müesseseler yaşama
hakkı buluyor.
Yâni eğer Allah mü’minlere cihadı
emretmeseydi, cihada izin vermeseydi, kendi yolunda cihat eden müminlerin
desteğinde olmasaydı, onlar eliyle kâfirlerin, zalimlerin boyunlarını kırmasaydı
bu kâfirler tüm yeryüzü mabetlerine hakim olurlar ve tümünü harap ederler, Allah
kullarına, kulluğa imkân bırakmazlardı.
Öteki mabetler mescitlerden öne
alınmış, önce zikredilmiştir. Bunun sebebi anlayabildiğimiz kadarıyla ya bu
mabetler mescitlerden daha önce inşa edildiği içindir, ya da yıkılmaya daha
lâyık, daha yakın olmaları sebebiyledir. Çünkü buralarda Allah’ın adı Allah’ın
istediği gi-bi yüceltilmemektedir. Allah’ın istediği şekilde fonksiyonlarını
icra etmemektedirler.
Allah kendisine yardım edenlere mutlaka
yardım edecektir. Hâşâ Allah’ın kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Öyleyse
Allah’a yardım Allah’ın dinine yardımdır. Allah’a yardım Allah’ın dininin
korun-masına, dinin ayakta tutulmasına yardımdır. Allah’a yardım Allah’ın emir
ve yasaklarını, Allah’ın hukukunu korumak demektir. Allah’a yardım Allah’ın
emirlerini icra ve nehylerinden kaçınmakla gerçekleşecektir. Allah’a yardım
Allah’ın dininin hâkimiyeti adına çalışıp çırpınmakla gerçekleşecektir. Allah’ın
dininin hâkimiyeti adına fedâ-i mal ve fedâ-i canla gerçekleşecektir. Allah’a
yardım O’nun dini adına cihadı ve şahadeti göze almakla gerçekleşecektir.
Evet
Allah kendi dinine sahip çıkan, kendisinin istediği hayata, kendisinin istediği
kulluğa sahip çıkan kullarına Allah’ın yardımı mutlaktır. Eğer istiyorsak
Rabbimiz tarafından korunmayı, istiyorsak düş-manlarımız karşısında Rabbimizin
yardım ve desteğine ve zafere u-laşmayı, o zaman biz de Allah’ın dinine yardım
edeceğiz.
Değilse
hâşâ Allah’ın bizim yardımımıza asla ihtiyacı yoktur. Çünkü dininin hakim
olacağını zaten Allah müjdelemektedir. Ama unutmayalım ki bizlerin kendi
lehimize Allah’ın dininin hâkimiyeti adına vereceğimiz yarım hurma, dökeceğimiz
bir kaç damla ter ve kan bizim cennet yolunda ayaklarımızın kaymamasına sebep
olacaktır. Dünyada galibiyet ve zafere, izzetli bir hayata, âhirette de cennete
ulaşmamıza sebep olacaktır. Unutmayalım ki Allah Gavidir, Allah güçlüdür, Allah
Azîzdir. Allah kime yardım edip desteklemişse onun mağlup olması asla mümkün
değildir.
Evet demek ki Allah’ın kendilerine
yardım edeceği kimselerin hangi özellikleri varmış? Allah’ın dinine yardım edip,
Allah’ın dinine sahip çıkıp böylece Allah’ın yardımına ehil hale gelen kimseler
kimlermiş? Onların ne gibi özellikleri varmış? Bakın bundan sonraki â-yetinde
Rabbimiz onu şöyle anlatır:
41.
“Onları biz yeryüzüne yerleştirirsek namaz kılarlar, zekât verirler, uygun olanı
emrederler, fenalığı yasak ederler. İşlerin sonucu Allah'a
aittir.”
Onlar
öyle kimseler ki; yeryüzünde yerleştirdiğimiz zaman, on-ları yeryüzünde egemen
kıldığımız zaman, yardımımızla onları arzda iktidar mevkiine getirdiğimiz zaman,
kendilerine imkân ve fırsat verdiğimiz zaman, yeryüzünde söz sahibi edip dünya
insanlığına yön verir bir konuma getirdiğimiz zaman, yeryüzünde denge unsuru
oldukları zaman:
Hemen onlar namazı ikâme ederler. Hemen
ilk görevleri olarak, ilk eylemleri olarak namaz ortamı hazırlarlar onlar.
Namazın önündeki barikatları temizlerler, namazın önündeki engelleri
kaldırırlar. Hayatı namaza endekslerler. Hayata özdeş bir namaz, namaz kaynaklı
bir hayat kurarlar. Bedenlerinde Allah’ın söz sahipliğini kabul adına
bedenlerini Allah’ın emrine verirler.
Sonra
ikinci görev, ikinci eylem olarak onlar zekâtı verirler. Yâni mallarında da
Allah’ın söz sahipliğini ortaya korlar. Allah’ın verdiklerini Allah kullarıyla
paylaşmaya koşarlar. Malla ilişkilerini o malın sahibi olan Allah’ın istediği
gibi ayarlarlar. Malın kazanma ve sarf yerlerini Rablerine sorarak belirlerler.
Mala bakışlarını Allah’ın istediği gi-bi tespit
ederler. Malları üzerindeki tasarruflarını Allah’ın istediği gibi icra
ederek, Allah’ın ver dediği yere vererek mallarını temizlerler. Allah için
vermeye alıştırarak, Allah için fedakârlığa alıştırarak nefislerinin cimriliğini
temizlerler. Ve mallarını kendileriyle paylaşmaya çalıştıkları çevrelerindeki
fakir kardeşlerinin kendilerinin mallarına bakışlarını temizlerler.
Yine
sözlerinde, ahitlerinde dururlar o mü’minler. Sözlerine sâdık davranırlar. Gerek
Rablerine verdikleri sözlerine, gerekse Allah kullarına verdikleri sözlerine
sâdık davranırlar. Emânete ihanet etmezler. Emin ve güvenilir insanlar olurlar.
İyiliği emrederler kötülükleri yasaklarlar. Sadece kendilerinin değil, tüm
toplumun güzel ve dengeli olmasını sağlarlar. İnsanları cehennemden, cehenneme
gidişten ko-ruyup, cennete ulaştırmayı kendilerine en büyük iş, en büyük dert
edi-nirler. Toplumda iyilerin, iyiliklerin yaygınlaşıp, kötülüklerin ve
kötülerin yok olmasına say ederler. Tüm dünyada huzur ve sükunu sağlarlar.
Âhiretten, Allah’ın azabından, Allah’ın sorgulamasından tir tir titrerler.
Herkesin, zayıf güçlü, zengin fakir, kadın erkek, çoluk çocuk hakkına-hukukuna
riâyet ederler. İnsanların gözleri önünde güzel bir hayat yaşarlar, temiz bir
hayat sergilerler. İnsanlara Allah’ın istediği güzel bir hayat yaşamanın
esaslarını gösterirler.
Zaten işlerin sonu Allah’a aittir.
İşler sonunda Allah’a döndürülecektir. Dünya da Onundur, âhiret de Onundur.
Hayat da Onundur, ölüm de O’nundur. Yaratan, yaşatan da O’dur, öldürecek ve
sonunda hesaba çekecek de O’dur.
İşte böylece Rabbimizin bu âyetleriyle,
bu yol gösterileriyle Rasulullah efendimiz ve beraberindeki müslümanlar
Medine’de böyle bir iman, böyle bir teslimiyet, böyle örnek bir hayat
sergileyecekler ve tüm dünya insanlığına işte müslümanlık budur. İşte Allah’ın
istediği hayat budur diyebilecek bir ortamı hazırladılar. Namazı Allah’ın
istediği şekilde ikâme ettiler. Namazı Allah’tan vahiy alma vasıtası yaptılar.
Namazı Allah’la diyalog unsuru yaptılar. Namazı hayatın, hayat programının odak
noktası yaptılar. Zekâtı; Allah için paylaşmayı, Allah için diğer gamlığı,
fedâkârlığı, özveriyi ortaya koydular. Toplumda iyilikleri hakim kıldılar,
kötülüklerin kökünü kazıdırlar. Dünyayı cennete çevirdiler. Allah hepsinden razı
olsun.
42-44.
“Ey Muhammed! Seni yalancı sayıyorlarsa bil ki, onlardan önce Nuh milleti, Âd,
Semûd, İbrahim milleti, Lût milleti ve Medyen halkı da peygamberlerini yalancı
saymış ve Mûsâ da yalanlanmıştı. Ama Ben, kâfirlere önce mehil verdim, sonra da
onları yakalayıverdim. Beni tanımamak nasılmış
görsünler.”
Peygamberim,
eğer seni yalanlarlarsa, senin yolunu, senin imanını, senin teslimiyetini, senin
hayat programını yalanlayacak olurlarsa, bilesin ki ilk defa yalanlanan sen
değilsin. Senden öncekiler de yalanlandılar, buyurarak tarihi gözlerimizin önüne
serer Rabbimiz. İşte tarihte önceki elçilerimi de yalanladılar. Nuh toplumu Nuh
(as)’ı yalanladı, Âd kavmi Hud (as)’ı yalanladı, Semûd milleti Sâlih (as)’ı,
İb-rahim toplumu İbrahim (as)’ı, Lût milleti Lût (as)’ı, Medyen halkı Şu-ayb
(as)’ı yalanladılar. Mûsâ (as) da toplumu tarafından, Firavun ve yandaşları
tarafından yalanlanmıştı.
Öyleyse
bu genel bir yasadır. Toplumlar atalarından gördükleri hayatı birden bire terk
edip Allah elçilerinin çağırdığı hayatı kabul edemiyorlar. Demek ki toplumlar
kendilerine egemen olmuş zalim güçlerin egemenliğinde alıştıkları köle bir
hayatı bir anda terk edip Allah’ın dâvetine icabet
edemiyorlar.
Lâkin ben kâfirlere, zalimlere mühlet
verdim. Onlara imkân ve fırsat tanıdım. Ama bir bak peygamberim, Benim inkârım
nasılmış? Onların Beni inkâr etmelerinin sonucu nasıl olmuş bir bakın diyor
Rabbimiz. Allah tarafından elçiler gönderilmiş toplumlar içerisinde Allah
karşıtı, peygamber karşıtı tavır almış, Allah’ı da, elçisini de reddetmiş,
Allah’la da, elçileriyle de savaşa tutuşmuş toplumların ne hale getirildiklerini
kitabımızın değişik sûrelerinden biliyoruz. Ama elbette sadece geçmişler için
işleyen bir yasa değildir bu helâk yasası. Kıyâmete kadar aynı tavrı sergileyen,
Allah ve peygamber karşıtı bir tavır içine giren, Allah’ı ve elçilerini
reddedenleri de Rabbimiz aynı helâk yasasının mahkumu yapacak ve onların
âkıbetlerini de tüm dünyaya gösterecektir. Yâni kesinlikle biliyoruz ki şu
andaki Allah ve peygamber düşmanlarını da Rabbimiz çok kısa bir zamanda
yakalayacak ve tüm dünyaya bu yakalamanın nasıl olduğunu gösterecektir. Bu
konuda hiç kimsenin zerre kadar bir şüphesi olmasın.
45.
“Nice kasabaların halkını haksızlık yaparken yok ettik. Artık çatıları çökmüş,
kuyuları metruk, sarayları bom-boş kalmıştır.”
Evet
nice kentleri, nice şehirleri, nice kasabaları, nice ülkeleri halkı zalimken,
zulmediyorken yakaladık ve helâk ettik. Bizim helâkimiz, Bizim yakalamamız geldi
onlara da, onların altları üstlerine gelmiş, alabora olmuşlar, çatıları,
tavanları çökmüş, kuyularının suyu çekilmiş, kullanılmaz olmuş. Evleri,
barkları, yüksek yüksek sarayları, köşkleri terkedilmiş oluverdi.
Gelin ey insanlar, önce Kur’an
sayfaları arasında, sonra da yeryüzünde bir gezinti yapın. Hz.Adem’den bu yana
yeryüzünde kurulan şehirleri, kentleri, sarayları, mâmur yerleşim merkezlerini
bir düşünün. Hangisi ayakta kalmış? Hepsi, hepsi bitmiş. Ülkeler yıkılmış,
saraylar çökmüş, prensler devrilmiş, prensesler yıkılmış, krallar, kraliçeler
gitmiş. O görkemli saraylar baykuşların öttüğü birer viraneye dönmüştür.
Kuyuları kurumuş, bomboş, çın çın öten kalıntılara dönmüştür. görmüyorlar mı?
Gezmiyorlar mı bu insanlar o kalıntıları? Statik, durağan bir hayattan sıyrılıp
şöyle geçmişin kalıntılarını seyretmek için seyahat etmiyorlar mı bu insanlar?
İşte bir saray kalıntısı. Kemikler var oralarda. Bir zamanlar insanların yakın
semtine bile uğ-ramaktan korktukları haşmetli bir kralın eli, ayak kemikleri,
kafatası şu anda insanların ayaklarının altında sürünüyor.
46.
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada onları akl edecek kalpleri, işitecek
kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de
körleşir.”
Evet
gezip dolaşmıyorlar mı bu insanlar yeryüzünde? Keşke bu insanların kalpleri
olsaydı da bu manzaraları anlasalardı. Ama olmuyor işte. Görecek gözleri
olmadığı için, anlayıp değerlendirecek kalpleri olmadığı için anlamıyorlar,
anlayamıyorlar, düşünemiyorlar, değerlendirip ibret alamıyorlar. Çünkü
eğlenceden, zevki sefadan, dünyadan kendilerini kurtarıp bu tür âyetler üzerinde
kafa yoracak zamanları yok adamların. Bildikleri, düşündükleri, kafa yordukları
sa-dece kendi dünyaları, kendi lüksleri, kendi paraları, evleri, arabaları,
dükkanları tezgahları, iş dünyaları. Sanki sabahtan akşama kadar sağlarına
sollarına bile bakmadan dünyaya, paraya endeksli statik, sönük bir hayat
yaşıyorlar.
İşte
teknolojik çağın, işte bilgisa yar
çağının insanlara verdiği budur. Durağan ve kokuşmaya mahkum bir hayat. Ne
geçmişini dü-şünür, ne hali bilir, ne de geleceğine bakabilir. Üzerindeki
Allah’ın gü-neş âyetinden bile haberi yok adamın. Allah’ın âyetlerinden habersiz
pis bir hayatın mahkumu olmuşlar.
Şöyle
akıllarını toparlayıp bu Allah âyetleri rehberliğinde geç-mişe bir bakıverseler,
elbette yüz yıllarca bu dünyada saltanat sür-müş nice kralların, nice meliklerin
yok olup gittiklerini görecek, nice devletlerin, nice iktidarların yıkılıp
gittiklerini görecekler. Şu anda on-ların saraylarının, onların köşklerinin
yıkıntıları arasında dolaşırken o kralların, kraliçelerin cesetleri, kemikleri
üzerine ayak bastığını anla-yacaklar. Ve hemen aklını başına alacak ve diyecek
ki bir gün gelecek insanlar beni de böylece çiğneyecekler. Bir gün gelecek ben
de öleceğim ve bu insanların gittiği yere gideceğim. Bir gün gelecek ben de
yaptıklarımdan hesaba çekileceğim diyebilecektir. Ama heyhat ki ne bunu
düşünebilecek kalpleri var adamların, ne de kıble edindikleri dünyadan arta
kalan zamanları. Ne bu kitabın âyetlerini anlayacak kalpleri var, ne de bu
görsel âyetleri değerlendirecek gözleri var.
Aslında gözleri var bu adamların. Yâni
gözler kör olmuyor da şu sadırlardaki gözler kör olunca bu gözler bir işe
yaramıyor. Sadırlar kör olduğu, kalpler kör olduğu zaman artık şu gözler de kör
olmuştur. Kalplerin işlevi bittiği zaman kulaklar da sağırdır. Kalpler öldüğü
zaman beyinler de dumura uğramıştır. Kalbi ölen kişinin gözleri sadece şu basit
dünyanın basit eğlencelerinden başka bir şey göremez. Ev, araba, para, pul,
makam, mansıp, elma, armuttan başka bir şeyi ne görebilir, ne de düşünebilir
adam. İşte görüyoruz, öğlen yiyeceği yemeği düşünüyor adam, akşam önüne gelecek
sofrayı düşünüyor. Allah âyetlerini düşünecek ne zamanı var, ne de imkânı. Zaten
bu ki-tabın âyetlerini görmeyenler başka şeyleri de göremezler. Bu kitabın
âyetlerini düşünmeyenler başka şeyleri de düşünemezler. Kur’an’ı anlamayan
hiçbir şeyi göremez. İşte bakın bu körler:
47.
“Senden, başlarına acele azap getirmeni istiyorlar. Allah sözünden asla
caymayacaktır. Rabbinin katında bir gün, saydıklarımızdan bin yıl
gibidir.”
Senden
acele azap istiyorlar. Azapları konusunda acele e-diyorlar. Azaplarını
çabuklaştırmak istiyorlar. Acilen kendilerine vaad edilen azabın gelmesini
bekliyorlar. Hani nerde kaldı şu sözünü ettiğiniz azap? Bir an evvel gelse de
görsek ya! diyorlar. Hani şu bizi kendisiyle tehdit edip durduğunuz azap niye
gelmiyor ya? diyerek alay ediyorlar. Zalimler yaşadıkları hayatın karşılığı
olarak kendilerini bekleyen azabın, ateşin acelecisidirler. Yaşadıkları hayatla,
tavırla-rıyla sanki gelsin bakalım, ne gelecekse gelsin de görelim diyorlar.
Hadi ne getirecekseniz getirin de bir görelim diyorlar.
Dün
peygambere diyorlardı bunu, bugün de Müslümanlara diyorlar. Ahmaklar Allah’tan
istenmesi gereken şeyleri peygamberden ve Müslümanlardan istiyorlar. Halbuki
Allah ne zaman getireceğim demişse o zaman getirecektir onu. Bu adamlar hiç mi
düşünmüyor-lar?
O’nun yanındaki bir gün, sizin
saydığınızdan bin yıl gibidir. Allah’ın katındaki bir gün sizin bin yılınız
gibidir. Öyleyse ey şu anda peygamberden azap bekleyen, Allah’ın azabını
sorgulamaya çalışan Mekkeli kâfirler ve ey şu anda aynı tavrı sergileyen
yirminci asrın kâfirleri, anladınız mı şimdi konuyu? Anladınız mı gerçeği? Bu
dünyadaki ömürlerinizi, bu ömürleriniz içindeki saltanatlarınızı bir düşünün.
Allah size bir gün bile müsaade etmedi bu dünyada. Bir gün bile yaşama imkânı
vermedi size. Ey çağdaş kâfirler şu anda dünyadaki hükümranlığınız bir gün bile
değil. Şunun şurasında birkaç yüz yıldır dünyaya egemen olduk diye sevinip
coşmanıza hiç gerek yoktur. Şimdi Rabbiniz tarafından size lütfedilen bu
ömürlerinizi, bu fırsatlarınızı, yaşadığınız bu yıllarınızı kendi lehinize mi
zannediyorsunuz? Kâr mı sayıyorsunuz bugünlerinizi?
Nuh
toplumunun peygamberleriyle süren 950 yıllık amansız kavgalarını bir düşünün.
Onlar sizden çok daha uzun ömürlülerdi. Firavun toplumunun 4,5 yüzyıllık Mûsâ
(as)’la savaşlarını bir düşünün. Yeryüzünün en süper gücü, en güçlü toplumu olan
Âd kavminin Hud (as)’la uğraşılarını bir gözünüzün önüne getirin. Allah nasıl
bitirdi onları? Nasıl yerin dibine geçirdi? Öyleyse bir düşünün. Kim bitmedi bu
dünyada da siz bitmeyeceksiniz? Kim kazandı Allah’la savaşı da siz
kazanacaksınız? Kim baş edebilmiş Allah’la da siz baş edeceksiniz? Bakın,
unutmayın ki:
48.
“Nice kasabalara, haksız oldukları halde, mehil vermiştim; sonunda onları
yakalayıverdim. Dönüş ancak Ba-nadır.”
Alçaklar bakmıyorlar öncekilerin
başlarına gelenlere. Önceki toplumlar da peygamberlerinden azap istemişlerdi de
Âd kavmi, Se-mûd toplumu, Nuh kavmi, Lût kavmi aynı tavrı sergilemişlerdi de
istedikleri azap kendilerini kuşatıvermişti. Ama merhametlilerin en merhametlisi
olan Rabbimiz onlara acıdığı için onların bu zulümlerine, bu küfürlerine, bu
şirklerine ve bu cüretlerine karşılık hakkettikleri azabı hemen gönderip
defterlerini dürüvermiyor. Mühlet tanıyor ki acaba küfürlerini, zulümlerini bir
gün anlayıp dönerler mi diye. Ama eğer bu alçaklar akıllarını başlarına alıp
adam olmazlarsa kesin bilsinler ki Allah Şediyd’ül ikapdır.
Yakalaması ve azap etmesi çok şedittir.
Allah mühlet veriyor onlara. Akılları
başlarına gelsin de bu za-limler adam olsunlar diye. Azap gelmeden Rablerine
dönsünler diye onlara imkân veriyor. Tevbe ve dönüş hakkı
tanıyor.
49.
“ Ey İnsanlar! Ben sizin için ancak apaçık bir uya-rıcıyım"
de.”
Öyleyse
de ki onlara Peygamberim, ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Ben size geldim.
Ben sizin için varım. Benim varlık sebebim sizlersiniz. Allah beni size apaçık
bir uyarıcı olarak gönderdi. Allah sizi benimle şereflendirdi. Rabbiniz sizi
muhatap kabul edip sizin kurtuluşunuz için size, beni gönderdi. Sizin için beni
görevlendirdi. Bana uyarıcılık görevini verdi. Öyleyse gelin ey insanlar beni,
Rabbi-nizin uyarıcısı kabul edin ve benim uyarılarıma kulak verin, Beni dinleyin
ve benim gibi olun.
50.
“Cömertçe verilmiş rızık ve mağfiret, inanan ve yararlı iş
işleyenleredir.”
Kim
benim bu uyarılarımı dikkate alır, kim bana kulak verir, beni dinler, benim
istediğim kulluğa, benim örneklediğim müslümanca bir hayata yönelirse onlar için
mağfiret vardır. Geçmişlerinin affedilmesi, günâhlarının sıfırlanması ve kerîm
bir rızık, cömert bir cennet vardır. Allah onlara bu dünyada çok çok rızık
verecek ve onları mağfiret edecektir. Allah onların karınlarını doyuracak,
kusurlarını örtecek, problemlerini çözüme kavuşturacak ve onları bu dünyada sahil-i selâmete
çıkaracaktır. Sıkıntısız, problemsiz bir aile, mutlu bir toplum haline
getirecektir onları. Dünyada böyle yaptığı gibi âhirette de onların günâhlarını
örtecek, hatalarını örtbas edecek ve onları cennetlerine
koyacaktır.
51.
“Âyetlerimizi tartışarak bozmağa uğraşanlar, işte onlar
cehennemliklerdir.”
Ama
âyetlerimizle mücâdeleye koşanlar, âyetlerimizi ve Bizi âciz bırakmak için say
edenler, Bizimle ve âyetlerimizle savaş vermek isteyenler ise ateşin
sohbetçileridir, cehennemin ashabıdır.
Ekonomik,
siyasal ve askeri güçlerine güvenerek Bizim âyet-lerimizi, Bizim yasalarımızı,
Bizim sistemimizi âciz bırakmak, ilga etmek, onun yerine kendi sistemlerini
ikâme etmek isteyenleri de cehennem azabıyla yüz yüze bırakırız. Malına, mülküne
güvenerek, gü-cüne askerine, silahına, tanklarına güvenerek Allah’a kafa tutmaya
kalkışan, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın sistemini kabul etmeyen, âyetlerimizi
yeryüzünde silmeye çalışanlara, âyetlerimizi örtüp, örtbas etmeye çalışanlara,
âyetlerimizi gündemden düşürüp hem kendi gözlerinden gönüllerinden, hem de
insanların dikkatlerinden kaçırmak için çalışanlara, Bizim gücümüzü kudretimizi,
egemenliğimizi, dinimizi, yasalarımızı âciz bırakarak yeryüzünde silmeye
çalışanlara, yeryüzünde bize hayat hakkı tanımamaya, kendi yasalarının
uygulanması adına bizim yasalarımızı ilga etmeye çalışanlara gelince işte onlar
cehennem ashabıdır.
Evet mü’minlere rızkun
kerîm, kâfirlere de çok acı bir azap vardır diyor Rabbimiz. İşte adâlet
budur. İşte adâlet bunu gerektirir. Elbette adâlet bu dünyada bu dünyanın
sahibinin istediği gibi iman edip sâlih ameller işleyenlerin, iyilik
sahiplerinin mükafatlandırılması, kâfirlerin de, kötülük sahiplerinin de
cezalandırılmalarıdır. Değilse iyilik sahiplerinin de, kötülük sahiplerinin de
sonunda denk tutulması adâlete ters olduğu gibi, yaşadığımız bu dünyayı da çok
anlamsız kılacak bir durumdur.
Bakıyoruz kitabımızda cennet ve
cehennem ikili bir şekilde anlatılıyor. İşte cennete giden bir yol ve işte
cehenneme götüren bir yol. Ve bizler şu anda, yaşadığımız hayatta bunların her
ikisini de tercih hakkına sahibiz. Rabbimiz son derece açık bir şekilde her
ikisini de anlatıyor ki yarın hiç kimse, ya Rabbi benim bundan haberim yoktu
deme imkânına sahip olmasın.
Rabbimiz her iki yolu da ayan beyan
açıklarken tabii şeytan da tüm gücüyle peygambere gelen vahyi saptırma,
peygamberi aldat-ma, bozguna uğratma gayret ve çabası içindedir. Tabii bu
dünyada ona da verilen bir yetki var. Ama elbette onun bu yetkisini
sıfırlaya-cak bir güç var. Bakın Rabbimiz buyuruyor:
52.
“Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz hiçbir elçi ve peygamber yoktur ki, bir
şeyi arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmamış olsun. Allah
şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi âyetlerini tahkim eder. Allah
bilendir, Hakimdir.”
Evet
ey peygamberim, Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, o peygamber bir
arzu içine girsin, bir şeyi arzuyla istesin de onun düşüncesine, onun isteğine
şeytan bir şeyler katmasın, şeytan onu azdırmaya, saptırmaya çalışmış olmasın.
Evet âyetlerin arasına girdiler yapmak
ister şeytan, sapıtmak ister, yamultmak ister. Ama Rabbimiz onun ilka ettiği
şeyi bitirir. Tamamen yok eder de peygamberine indirdiği âyetlerini
sağlamlaştırır. Ve böylece peygamberin kalbi Allah âyetleriyle bilgilenmiş olur.
Şeytanın iğvalarından kurtulmuş olur.
Evet demek ki vahiy gelirken şeytan
müdahale ediyor. O vah-ye girdiler, eklemeler, çıkarmalar yapmak istiyor. Bunu
yapamıyor, bunu beceremiyor, ama peygamber kendisine gelen o vahyi tebliğ
ederken, kendi iç dünyasından dışa yansıtırken şeytan bir şeylerle peygamberi
saptırmaya çalışıyor, ama hiçbir zaman muvaffak olamı-yor.
53.
“Allah şeytanın karıştırdığını, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri kaskatı
olan kimseleri sınamaya vesile kılar. Zalimler şüphesiz derin bir ayrılık
içindedirler.”
Çünkü
onlar sırf kuruntuların, ümniyelerin peşine takılmış
insanlardır.
Allah o şeytanın hükümranlığını
bitirir, âyetlerini sağlamlaştırıp pekiştirir. Peygamberine ne vahy ettiğini
bilir. Peygamber o vahyi insanlara nasıl aktaracak onun yolunu da gösterir.
Şeytanların bu ilka çabasını böylece bir fitne kılar Allah. Kime karşı?
Kalplerinde hastalık bulunanlar için. Kalpleri zikirden, Kur’an’dan uzak kaldığı
için kaskatı olmuş insanlar için. Peki nasıl bir fitne kılıyor Allah bunu? Acaba
bu insanlar şeytanın dışardan müdahalesine mi kulak verecekler? Yoksa kesinkes
Allah’tan geldiği belli olan peygamberin dediği vahye mi teslim olacaklar?
Şeytanı mı dinleyecekler, yoksa vahyi mi dinleyecekler? Bunu ortaya çıkarmak
üzere bir imtihan konusu yapıyor. İşte bunun için şeytana böyle bir yetki
veriyor Rabbimiz. Ama henüz bu yetki gerçekleşmeden de hemen geri alıyor ve
böylece insanları deniyor Allah.
Yâni
anlayabildiğimiz kadarıyla konu şöyle: Peygamber ko-nuşuyorken, peygamber vahyi
aktarıyorken beri tarafta şeytan da bir şeyler söylüyor ve insanlar
zannediyorlar ki peygamber böyle söyledi. Peygamber kendisine gelen vahyi
okuyor, beri tarafta şeytan da bir şeyler diyor. İnsanlar zannediyorlar ki
peygamberin okuduğuyla şeytanın okuduğu aynı şey. Peki Şeytana niçin böyle bir
yetki veriyor Rabbimiz? Aslında peygamberin söylediği son derece açıktır,
nettir. Şeytanın söyledikleri de bellidir. İşte buna rağmen acaba insanlar
peygamberin söylediklerini mi dinleyecekler? Ona mı teslim olacaklar? Yoksa
şeytana mı kulak verecekler? Bunu denemek için yapıyor Allah bunu. Zalimler
haktan çok uzak olduklarından Allah’ın bu denemesinden zararlı çıkıyorlar.
Ama:
54.
“Bu, kendilerine ilim verilenlerin Kur’an’ın, senin Rabbinden bir gerçek
olduğunu bilip de ona inanmaları ve gönüllerini bağlamaları içindir. Allah
inananları şüphesiz doğru yola eriştirir.”
Kendilerine
ilim verilenler, Allah vahyinden nasibi olanlar, kitap bilgisine sahip olanlar
da bu vahiy Allah’tandır, bunu böylece bilsinler diye. İlim ehli kesinlikle
bilirler ve inanırlar ki peygamberin ağzından vahyin dışında bir şey çıkmaz.
Onlar kesinlikle bilirler ki Şeytanın peygamberi saptırmada, peygambere Allah
tarafından gelen vahyi değiştirmede, eksiltmede, çoğaltmada hiçbir yetkisi
yoktur. Onlar kesin bilirler ki vahiy haktır. Böylece iman edenlerin kalpleri de
o vahye boyun eğer. İman ederler vahye ve vahyin istediği bir hayatı yaşamaya
yürürler. Allah böylece iman edenleri şüphesiz dosdoğru yoluna eriştirir.
Mü’minlerin böyle mutmain durumlarına karşılık kâfirler çok
farklıdırlar:
55.
“İnkâr edenler, ceza saati kendilerine ansızın gelene veya gecesi olmayan günün
azabı çatana kadar Kur’an-dan şüphe etmekte devam
ederler.”
Kâfirler
sürekli bir şüphe içindedirler. Onlar kıyâmet saati ansızın kendilerine geleceği
ana kadar, veya gecesi olmayan bir günün azabı kendilerini kuşatana kadar
Kur’an’dan, vahiyden şüphe içindedirler. Kâfirler şek ve şüphe içindedirler.
Hangi konuda? Her konuda. Kur’an konusunda, vahiy konusunda, bu vahyin Allah’tan
gelişi konusunda, peygamberin hak olup olmadığı konusunda, öldükten sonra tekrar
dirilme konusunda şüphe içindedirler. Kâfirler ve müşrikler hayatlarından ve
inanışlarından şüphe içindedirler. Kâfirler ve müşrikler Allah berisinde
tapındıkları varlıkların ilahlığı konusunda kuşku içindeler. Hayatlarından ve
tapındıklarından emin değiller. Acaba mı diye bir tereddüt içinde
kıvranmaktadırlar.
Evet
hiç bir kâfir Allah yok derken bundan emin değildir. Bu konuda bir delile
dayanmış değildir. Hiç bir kâfir diriliş yok derken bu konuda emin değildir.
Kâfirlerin de, müşriklerin de dinleri, hayat programları şüphe üzerine bina
edilmiştir. Esasen onlar din konusunda, hayat programı konusunda ciddi ciddi
endişe taşıyan akıllı insanlar da değillerdir. Onlar için din önemli değildir.
Onlar için önemli olan dünyadır. Onlar için din sadece bir oyun ve eğlenceden
ibarettir. Bu yüzden de ciddi ciddi bu konuda düşünecek zamanları da
yoktur.
Evet Allah’tan gelen mahza hak olan bu
kitaba inanmayan, vahye karşı gözlerini ve kulaklarını kapatarak kendilerine
göre bir dünya kuran insanlar elbette her şeyden şüphelenmek zorundadırlar. Bir
şüpheden öteki şüpheye böyle bocalayıp duracaklardır bunlar. İşte görüyoruz,
kitaba inanmayan, peygamberi reddeden insanlar bu kararlarında, bu
tavırlarında hiçbir zaman emin
gözükmüyorlar. Kur’-an’ı ve Rasulullah’ı inkâr ediyorlar ama içleri rahat değil.
Kitaba ve peygambere karşı takındıkları bu tavır karşısında sürekli rahatsızlık
duyuyorlar. Kitap ve elçiye karşı sergiledikleri tavırları konusunda sürekli bir
tedirginlik yaşıyorlar, bunalım içine düşüyorlar.
Peygambere
yalancı diyorlar, ama kalpleri bunun tamamen tersini söylüyor. Ona mecnun
diyorlar, ama vicdanları bunu asla kabul etmiyor. İşte bütün bunları
vicdanlarında değerlendiren, beyinlerinde ölçüp biçen bu insanlar Kur’an
konusunda da peygamber konusunda da şüphe içinde kıvranıyorlar. âdeta hastalığa
tutulmuş insanlar gibi çok tuhaf tavırlar sergilemekten geri
kalmıyorlar.
56,57.
“İşte o gün hükümranlık Allah'ındır. O aralarında hükmeder. İnanıp yararlı iş
işleyenler nîmet cennetlerindedirler. İnkar edenler, âyetlerimizi yalan sayan
kimseler, işte onlar için hakir düşüren azap
vardır.”
O
gün mülk sadece Allah’a aittir. Onlar şüphe ede dursunlar, o gün ansızın gelip
işleri bitecektir. O gün gelince onların dünya mülkleri, saltanatları, dünyadaki
yetkileri, imkânları, fırsatları bitmiş ve mülkün sahibi olan Allah o gün mülk
ve saltanatını eline almıştır. Bugün insanlara geçici olarak verdiği mülkünü
eline alan mülkün sahibi gerçek Mâlik o gün insanlar arasında hükmedecek,
hükmünü verecektir. Artık o gün O’ndan başkalarının hükmü geçerli değildir,
sadece O’nun hükmü geçerlidir.
Dünya
meliklerinin, dünya krallarının melikliği, egemenliği bitmiştir artık. O güne
kadar asıp kesenler, biz de mülkün sahibiyiz diyenler, bizim de bu mülkte
yetkimiz vardır diyenler, dünyada hükümranlık, egemenlik iddiasında bulunanlar
bulunsunlar bakalım. Kendi kendilerine hüküm verenler versinler bakalım. Hakları
olmadığı halde insanlara karşı üstünlük taslayanlar, insanlara rablik, ilahlık
taslayanlar, Allah yasalarını kaldırıp yerine kendi yasalarını koymaya ve
insanları kendilerine kul köle edinmeye çalışanlar unutmasınlar ki bir gün
gelecek bu hayat bitecek. Ve sonsuza dek hüküm Allah’a ait olacak. Yarın
haklarındaki hükmü Allah verecek. Ve hiçbir kimse Allah’ın verdiği hükme itiraz
edemeyecek.
Peki acaba yalnız âhirette mi verecek
Allah hükmünü? Ya da: Acaba sadece o gün mü hakimdir Allah? Sadece o gün mü
mülkün sahibidir? Bugün mülkün sahibi değil midir? Bugün egemen değil midir
Allah? Evet şu anda da hakim Odur, şu anda da hüküm veren O,dur. Şu anda da
mülkün sahibi O’dur, ama imtihan sebebiyle bugün Allah kimseye dokunmuyor. Bu
dünyada imtihan sebebiyle Rab-bimiz kullarına geçici bir yetki vermiştir.
Rabbimiz şu anda verdiği hükmünü kullarının özgürlüklerine, özgür iradelerine
göre veriyor. İnsanlar yeryüzünde Allah’ın kendilerine tanıdığı yetkiyle kendi
kendilerine hükümranlık yapabiliyorlar. Dilediklerini yapabiliyorlar. Ama o gün
insanlar hakkında hükmünü Allah verecek. Peki nasıl bir hükümdür bu? Bu hüküm
Allah’a Allah’ın istediği gibi inanan, Allah’ın istediği gibi kulluk yapan
müslümanlar için cennetler, nîmetler, aksini yapan kâfirler ve müşrikler için de
cehennem, aşağılayıcı bir azap. İşte Allah’ın hükmü budur ve bu hükme kimse
itiraz edemeyecektir.
O günde kârlı çıkacakların
özelliklerinden bir kısmını da şöylece anlatıyor Rabbimiz:
58.
“Allah yolunda hicret edenlere, sonra öldürülen veya ölenlere Allah, elbette
onlara güzel bir rızık verecektir. Rızık verenleri en hayırlısı
Allah'tır.”
Allah
yolunda, Allah’a kulluk yolunda, Allah’a kulluğu icra yolunda zorlandıkları bir
ortamdan, bir konumdan, bir vatandan hicret edenler. Mekke küfür ortamında
Allah’ın istediği bir hayatı yaşamalarına engel olundukları için evlerini,
barklarını, mallarını, mülklerini, kadınlarını, çocuklarını, her şeylerini terk
ederek özgürce bir kulluk sergileyebilecekleri Medine özgürlük yurduna hicret
edenler. Ve kıyâmete kadar kulluklarına engel gördükleri ülkelerini,
vatanlarını, mahallelerini, mesleklerini, arkadaş gruplarını, okullarını,
işyerlerini, konumlarını, makamlarını terk ederek Allah’a hicreti yaşayacak
müs-lümanlar. Dünya durdukça Allah için, Allah’a kulluk için, Allah’a kullar
kazandırmak için, cihat için, ilim için herhangi bir yolculuğa çıkanlar.
Küfürden şirkten, isyandan, zulümden, haksızlıklardan, günâhlardan, günâh
ortamlarından Allah’a kulluğa hicret edenler. Sonra da bu yolda, Allah yolunda,
kulluk yolunda ölenler, yahut öldürülenler kesinlikle bilsinler ki Allah onları
kerîm bir rızıkla, güzel bir mükâfatla
mükâfatlandıracaktır.
Evet Rabbimiz kendi yolunda hicret’e
çıkacak kullarının en-dişelerini izale ediyor. Hangi endişeler bunlar? Rızık ve
ölüm endişesi. Ev bark endişesi. Gurbet, geçim endişesi. Şu anda bizler de böyle
bir duygu var değil mi? Sanki Allah için vatanını, işini, aşını, mesleğini,
eşini dostunu terk ederek hicrete çıkan birisinin tüm dünyasının yıkılacağını,
mahvolacağını, hayatının, düzeninin, huzurunun altüst olacağını, bir dilim
ekmeğe muhtaç olacağını, kimsenin yüzüne bakmayacağını, herkesin kendisinden yüz
çevirip yalnızlıktan bunalımlara düşeceğini var sayıyoruz değil mi? Ya da ölümü
göz önüne getiriyoruz değil mi? Halbuki ölüm, ya da öldürülme bir kere
gelecektir ve onun tehir edilmesi de, öne alınması da mümkün değildir.
Ve
işte bu konuda Rabbimiz en büyük garantiyi veriyor. Kim Allah için hicret
eder, muhacir olarak evinden çıkarsa,
Allah ve Resûlüne itaat kastıyla, Allah ve Resûlünün emirlerini icra maksadıyla,
kulluk niyetiyle evinden, şehrinden, köyünden, kentinden, ülkesinden,
mahallesinden, işinden çıkarsa, sonra da kendisine ölüm ulaşırsa. Yâni hicret
mahalline, hicret yurduna varmadan, hedefine ulaşmadan, maksuduna ermeden, bu
hicretinin sonunda Allah’ın kendisine vaad ettiği dünya mülk ve saltanatına,
dünya izzet ve şerefine nail olmadan yarı yolda ölüm vaki olursa, ölüm ona
ulaşırsa şüphesiz ki onun ecri, onun ücreti Allah’a aittir. Allah onun ecrini,
ücretini tastamam verecektir. Hicretinde başarı sağlamış olarak Allah onun
ecrini zayi etmeyecektir. Bu Allah’ın kesin vaadidir.
Sonra kitabımızın başka âyetlerinden
öğreniyoruz ki, Allah yolunda hicrete çıkanlar yeryüzünde pek çok barınacak,
yerleşecek yerler, bolluklar ve genişlik bulacaktır. Ayrılırken zorlandığı,
zorluk çektiği o ülkesini, kavmini, konumunu, eşini dostunu terk edip giderken
kendisini büyük bolluklar, bereketler, genişlikler beklemektedir. Gerçekten
bakıyoruz ki, Hz.Adem (as) dan bu yana dünyanın hangi zaman ve mekânında olursa
olsun, dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun Allah için hicret edenlerin çok
büyük bolluklara, çok büyük bereket ve hayırlara, çok büyük mülk ve saltanatlara
ulaştıklarını görüyoruz.
59.
“Andolsun ki, onları hoşnut olacakları bir yere koyar. Şüphesiz Allah bilendir,
Halimdir.”
Evet
Allah onları mutlak razı olacakları, mutlu olacakları bir cennete koyacaktır.
Orada bir sıkıntı, bir darlık, bir yokluk çekmeyeceklerdir
onlar.
60.
“Bu böyledir; kim kendisine verilen kadar ceza verirse ve kendisine yine de
saldırılırsa, Allah ona, andolsun ki yardım edecektir. Allah şüphesiz, affeder
ve bağışlar.”
İşte
böyle kim ki kendisine karşı gerçekleştirilen bir fenalığa, bir kötülüğe karşı
aynıyla, misliyle mukabelede bulunur, sonra yine kendisine bir hücum, bir
saldırı vaki olacak olursa. Yâni düşünün ki içinizden birine bir zulüm yapıldı,
bir saldırı yapıldı, bir haksızlığa maruz kaldınız, o da karşısındakine haddi
aşmadan, sınırı çiğnemeden aynıyla karşılık verdi. Fakat sonra tekrar bir daha
zulme uğradı, bir saldırı daha yapıldı kendisine. Bu sefer onun yardımcısı
Allah’tır. Allah ona mutlak sûrette yardım edeceğini vaad ediyor. Çünkü o kişi
hakkını alırken haksızlığa düşmedi, karşısındakine zulmetmeye kalkışmadı,
taşkınlık etmedi. Ama karşı taraf ona tekrar bir saldırıda bulununca Allah ona
yardım edecektir.
Yâni
anlıyoruz ki çevresi ne yaparsa yapsın, nasıl davranırsa davransın müslüman hiç
değişmeden müslümanca yoluna devam edecektir. İnsanlara rağmen, insanların bozuk
düzen tavırlarına rağmen Müslümanlığını sürdürecektir. Sapmayacak, sapıtmayacak,
karşı tarafın İslâm dışı tavırlarına, saldırılarına hiç mi hiç önem vermeyecek.
Ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl davranırlarsa davransınlar hep ben müslümanım
diyecek. Böyle olursa bilsin ki onun yardımcısı, onun müdafaacısı Allah’tır.
Allah mutlaka onu destekleyecek, koruyacak, yalnız bırakmayacak, güçsüz olsa da
galip gelen taraf o olacaktır.
Allah affedendir. Tarih bunun en güzel
şahididir. Tarihin her döneminde Allah kendisinin istediği gibi davranan,
kendisi için hayat yaşayan ve böylece desteğine ehil hale gelmiş peygamberlerine
ve peygamber yolunun yolcusu Müslümanlara yardım etmiştir. Sayıları az da olsa
düşmanlarına karşı onları hep galip getirmiştir. Çünkü ba-kıyoruz kitabının pek
çok yerinde Rabbimiz şu müjdeyi veriyor: Ey müslümanlar! Şundan kesinlikle emin
olun ki, kâfirler sizinle savaşmı-yorlar! Sizinle savaşanlar karşılarında önce
Beni bulacaklardır! Siz Benim safımdasınız! Sizin desteğiniz Ben varım!
buyurarak hem Müslümanlara desteğini, hem de kâfirlere tehdidini ortaya
koymaktadır. Eğer Rabbinizin gücünü, kudretini anlamak
istiyorsanız:
61,62.
“Böyledir; Allah geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar ve Allah şüphesiz
işitir ve görür. Keza Hak yalnız Allah'tır; O'nu bırakıp taptıkları sadece
batıldır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.”
Allah
geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar. Geceyi gündüzün üzerine geçirmek,
gündüzü de gecenin üzerine kapatmak sûretiyle, geceden gündüzü, gündüzden geceyi
yarıp çıkarmak sûretiyle bizim hayatımızın devamını sağlayandır Allah. Geceyi
de, gündüzü de yaratan, geceyi de, gündüzü de buyruğuna boyun büktüren, geceye
de, gündüze de egemen olan Allah’tır. Gece de, gündüz de Allah’ındır. Gece de,
gündüz de sahiplerine boyun bükmüş iki Allah âyetidir. Onlar sahiplerine teslim
olup boyun bükmüşlerken, onlar Rablerinin yasalarına teslim olmuşlarken, onlar
sadece mâliklerini dinlerlerken, siz kime teslim oluyorsunuz? Siz kime kulluk
ediyorsunuz? Onlar hayat programlarını Rablerinden alırlarken siz kimin
yasalarını uyguluyorsunuz? Unutmayın ki göklerde ve yerde egemen olan sadece
O’dur. Gökleri ve yeri, göktekileri ve yerdekileri yaratan da O’dur, onların
hayat programını belirleyen de O’dur. Yaratan da O’dur Rab da Odur, güç ve
kudret sahibi de O’dur.
Öyleyse Hak sadece Allah’tır. Allah’ı
bırakıp tapındıkları batıldır. Yüce olan, Âli olan, büyük olan, Basîr olan, her
şeyi gören, gecenin ve gündüzün sahibi olan, geceye ve gündüze, her şeye egemen
olan böyle bir Allah’ın safında, böyle bir Allah’ın desteğinde olan bir müslüman
için bundan daha büyük bir şeref, bundan daha büyük bir müjde yoktur. Ve böyle
bir müslüman için asla kayıp yoktur, yenilgi yoktur. Allah yolunda, Allah
desteğinde olduğu sürece böyle bir müs-lüman ölse de galiptir, öldürülse de. Her
halükârda o mutlaka cennete gidecektir. Allah her şeye hakimdir ve Rabbimizin
hükmü de haktır. En güzel hüküm O’nun hükmüdür.
63,64.
“Allah'ın gökten indirdiği su ile yerin yemyeşil olduğunu görmez misin? Doğrusu
Allah Latîftir, haber-dardır. Göklerde olanlar, yerde olanlar O’ nundur. Doğrusu
Allah müstağnîdir, övülmeye lâyık olandır.”
Görmedin
mi? Bakmıyor musun ki Allah gökten su indirdi. O’nun indirdiği suyla yeryüzü
yemyeşil olmuştur. İndirdiği suyla Rab-binizin yeryüzünde rengârenk meyveler,
sebzeler bitirdiğini görmez misiniz? Bunu yapan Allah iradesinden başkası mıdır?
Bu size Rab-binizin gücünü anlatmıyor mu? Öyle kadiri mutlak bir Allah ki; işte
gözlerinin önünde gökten su indiriyor ve onunla yeryüzünde hayatı var ediyor. Su
âyetiyle yeryüzüne hayat verdiği gibi, bizzat hayat suyu olan şu vahyini
indirerek size de hayat veriyor. Ölü kalplerinizi diriltip yeşertiyor. Allah
vahyi insanların gönüllerine girince onlarda da rengârenk karakterler
oluşturuyor.
Gökler yüzü ve yeryüzünün sahibi de
O’dur. Göklerde ve yerde her ne varsa hepsinin mülkü O’na aittir. Göklerin ve
yerin mülkü O’nundur. Göklerde ve yerde mülk olarak ne aklınıza gelirse hepsi
üzerinde egemen olan, söz sahibi olan O’dur. Sadece O’nun sözü geçerlidir.
Mülkünde tasarruf yetkisi sadece O’na aittir. Mülkünü yönetme hakkı sadece O’na
aittir. Her şey O’nun mülküdür. Bizler de O’nun mülküyüz. O’nun mülkü olarak
bizim O’nunla ilişkimiz kölenin efendisiyle ilişkisine benzer. Efendi karşısında
nasıl ki bir kölenin özgürlüğü yoksa, nasıl ki o sadece efendisini dinlemek ve
onun istediği gibi bir hayat yaşamak zorundaysa bizim görevimiz de her halükârda
Rabbimize, efendimize, sahibimize O’nun istediği gibi kulluktur. Bunun dışında
başka bir seçeneğimiz de yoktur.
O Allah Ganidir, zengindir,
müstağnîdir, kimseye ihtiyacı ol-mayandır. Herkes O’na muhtaç, ama O kimseye
muhtaç değildir. Eğer şu anda Allah’a kulluk yapıyorsak unutmayalım ki, bu
kulluklarımız O’nun için değil kendimiz içindir. Allah’ın bizim kulluklarımıza
hiçbir zaman ihtiyacı yoktur. Hiç birimize ihtiyacı yoktur Rabbimizin. O
Hamîd’dir de. O kendi kendisini hamd edendir. Göklerde ve yerde hiç kimse O’nu
hamd etmese de, hiç kimse Ona kulluk etmese de, hiç kimse O’nu övmese de O kendi
kendisini övendir.
Yâni
bilesiniz ki işte böyle Hamîd olan, mülke sahip olan bir Allah hamd edilmeye
lâyıktır. Hamd sadece O’na yapılır. Övülmeye lâyık, sevilmeye, şükredilmeye,
kulluk edilmeye, teslim olunmaya, itaat edilmeye, sözü dinlenmeye, arzuları,
yasaları uygulanmaya lâyık olan sadece Allah’tır. O’ndan başka hiçbir kimsenin
hamde, şükre, övgüye, kulluğa hakkı yoktur. Bu dünyada Allah’ı hamd edenler,
Allah’ı övenler, Allah’ın övdüklerini övenler, Allah’ın övdüğü bir hayatı
yaşayanlar elbette yarın övgüye lâyık bir hayata
gideceklerdir.
65,66.
“Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buyruğunuz
altına vermiş olduğunu; buyruğu olmaksızın yere düşmemesi için göğü O’nun
tuttuğunu görmez misin? Doğrusu Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametli
olandır. Sizi dirilten, sonra öldürecek sonra yine diriltecek olan O’dur. İnsan
gerçekten pek nankördür.”
Evet
yine görmez misiniz ki O Allah yeryüzündekileri sizin emrinize vermiş, size
boyun büktürmüştür. Her şeyi sizin keyfinize göre hazırlamış ve sizin için zelil
kılmıştır. Dilediğiniz gibi yaşıyor, dilediğiniz gibi kullanıyorsunuz.
Yine denizlerde yüzüp giden, akıp giden
gemileri de sizin hizmetinize sunan O’dur. Sakın o sizi taşıyan gemilerin
kendiliğinden yürüdüklerini zannetmeyin. Onlara bu yüzme, yürüme yasasını koyan,
onları su üzerinde hareket ettiren, yürüten Allah’tır. Suya kaldırma yasasını
koyan, gemileri yürütme yasasını koyan Allah’tır. Onları hareket ettiren
rüzgarları gönderen Allah’tır. Sonra yere düşmemesi için üzerinizdeki gökyüzünü
tutan da Allah’tır. Rabbiniz tutmasaydı gökyüzünü kim durdurabilirdi?
Ve
yine O Allah sizi dirilten, sizi yaratan, size hayat veren, sizi yaşatan ve
öldürendir. İşte bütün bunlar göklere ve yere egemen olan, mülkün sahibi olan
Allah’ın, kendisini hamd etmeniz gereken, kendisine kul olmanız gereken Allah’ın
kuvvet ve kudretini, rubûbiyet ve ulûhiyetini gösteren âyetlerdir. Doğrusu Allah
kullarına karşı Raûf ve Rahîmdir.
Ama muhakkak ki insan kâfir oldu,
münkir oldu. İnsan inkârcı oldu, nankör oldu. İnsan örtücü, örtbas edici oldu.
Rabbinin gücünü kudretini, Rabbinin mülke sahip oluşunu, Rabbinin göklere ve
yere, göklerdekilere ve yerdekilere egemen oluşunu, kendilerine Raûf ve Rahîm
oluşunu, kendini kendinden çok düşündüğünü, dünya ve uk-ba mutluluğu için
kendisine vahiy gönderdiğini bilemedi, anlayamadı da Rabbini unutarak derbeder
bir hayatın adamı oldu. Öyle değil mi? Yâni Allah kendisini yoktan var etsin,
kendisine bu kadar nîmet versin, yeryüzünü kendisine musahhar kılsın, ona değer
verip, onu muhatap kabul edip kendi bilgisini aktarsın, sonra Allah kendisinin
asla bir ihtiyacı yokken mahza insanın kendi hayrı için, kendi menfaati için
ondan kulluk istesin de bu insan O’na kulluğa yönelmesin. Bu gerçekten çok onur
kırıcı, çok kötü bir tutumdur. Çok büyük bir nankörlüktür. Nîmete küfürdür,
nîmeti örtmedir bu.
67,69.
“Her ümmete, yerine getirmeleri gerekli ibadetler koyduk. Öyleyse ey Muhammed!
Bu konuda seninle çekişmelerine fırsat verme; Rabbine dâvet et, sen şüphesiz
doğru yol üzerindesin. Seninle tartışırlarsa: "Allah yaptığınızı çok iyi bilir;
ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında, kıyâmet günü aranızda Allah hükmedecektir"
de.”
Biz
her bir toplum için, her bir ümmet için bir kulluk yasası, bir ibadet tarzı
belirledik. Geçmiş toplumların, ümmetlerin her birerine kulluk programı
belirledik. Adem, Nuh, Hud, Sâlih, İbrahim (as) ların her birerinin ümmetlerine
tevhid esas olmak şartıyla, sadece Allah’a kulluk esas olmak şartıyla ufak tefek
farklılıklar içeren ibadet biçimleri, kulluk yasaları belirledik. O ümmetlerin
hepsi Benim kendilerine belirlediğim bu hayat tarzına tabi oldular, hayatlarını
ona göre düzenlediler.
Öyleyse artık bu insanlar seninle bu
konuda asla bir tartışmaya, bir nizâya girmesinler. Hakları yoktur buna. Nasıl?
Efendim işte biz Mûsâ (as) döneminde şöyle yaşıyorduk, İsa (as) döneminde böyle
yapıyorduk, İbrahim (as)’dan şöyle duymuştuk, Tevrat’tan, İncil’den böyle
öğrenmiştik demesinler. Din konusunda seninle bir çekişmenin içine girmesinler.
Artık bu insanların sana karşı böyle bir itiraz hakları kalmamıştır. Hakları
olmadığı halde eğer insanlar sana bu tür şeylerle itiraz edecek olurlarsa o
zaman sen onların lâkırdılarına iltifat etme. Aldırış etme onlara. Bu konuda
onlarla bir tartışmaya da girme.
Sen sadece Rabbinin yoluna dâvet et.
Evet İncil’de öyleyse, Tevrat’ta öyleyse şimdi de böyledir de ve Rabbin ne
demişse, ne indirmişse insanları ona çağır. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir
hidâyet, dosdoğru bir yol üzeresin.
Allah her bir sonraki gönderdiği
peygamberle bir önceki peygamberin şeriat’ından kaldıracağını kaldırmış, nesih
edeceğini nesih etmiş, iptal edeceğini, geçersiz kılacağını kılmış ve yeni bir
elçiyle yeni bir şeriat, yeni bir yasa, yeni bir kitap indirmiştir. Ve nihâyet
kıyâmete kadar geçerli olacak, kıyâmete kadar değiştirilmeyecek, yenilenmeyecek,
yerine bir şey konulmayacak en son hayat tarzını, en son kitabını, en son
yasasını indirdi. Ve öncekileri de bu son kitabına, bu son elçisine tasdik
ettirdi. Bu son kitap onların doğrularını yanlışlarını ortaya koydu. Önceki
kitaplardan, önceki şeriat’lardan bu son kitaba aktarılacaklar aktarıldı, nesih
edilip kaldırılacaklar da belirtilip kaldırıldı. Ve artık kıyâmete kadar
varlığını ve geçerliliğini sürdürecek olan bu son kitabını, bu son elçisini tüm
dünya insanlığına sundu.
Öyleyse
ey insanlar, önceki tüm kitapların, tüm şeriat’ların, tüm peygamberlerin bu
kitaba aktarılanları hariç hükümleri bitmiştir. Artık bundan sonra ben
Hıristiyan’ım, ben İncil’le amel ediyorum, benim peygamberim İsa (as) dır. Ben
Yahudi’yim, benim kitabım Tevrat’tır, benim örneğim Mûsâ (as) dır demeye hiç
kimsenin hakkı da, salahiyeti de kalmamıştır. Yâni bir zamanlar İsa (as) a iman
etmiş, İn-cil’e inanmış olabilir insan. Şimdi aynı kaynaktan gelmiş Muhammed
(as) vardır, Kur’an vardır. Şimdi Muhammed (as)’a ve Kur’an’a inanmak
zorundadır.
Veya
daha önce cinleri, melekleri, insanları, hayvanları, taşları tanrılaştırmış,
onlara kulluk etmiş olabilir insan. Bir kısım tâğutlara kulluğu meşru görmüş
olabilir. Allah dinini bırakarak, Allah dinini tanımayarak kendi kendine dinler,
sistemler, hayat tarzları geliştirmiş ve onlara tapınmış olabilir. Küfrün ve
şirkin girdabına yuvarlanmış olabilir. Ama şu anda Allah’tan başka ilah yoktur,
Muhammed (as) da O’nun elçisidir demek zorundadır. Eski yolunu, eski anlayışını,
eski inanışını terk edip böylece inanmak zorundadır.
İşte
ey peygamberim, sen bunu böylece açıkla ve insanları bu dine, Allah yoluna dâvet
et. Hiç böyle ileri-geri kimseyle tartışmaya girme. Çünkü Allah kimseyi zorla
müslüman yapmadı. Kimseyi İslâm olmaya zorlamadı. Sen de ey peygamberim, sizler
de ey peygamber yolunun yolcuları, bunu insanlara duyurun ve onları Allah yoluna
dâvet edin, sizin göreviniz budur.
Evet biz de bunu böylece insanlara
duyuracak ve onları Allah yoluna, sırat-ı müstakime dâvet edeceğiz. Öyle bir
dâvet edeceğiz ki, bu dâveti insanlara öyle bir ulaştıracağız ki, yeryüzünde ben
bunu duymamıştım, ben bunu bilmiyordum, benim böyle bir şeyden haberim yoktu
diyecek bir tane insan bile kalmamalı. Bu mesajdan haberdar olmadık bir tek fert
bile kalmayacak biçimde bunu insanlara ulaştırma kavgası içine girmek zorunda
olduğumuzu unutmayacağız. Peygamber yolunun yolcusu olarak bizim görevimiz de
bugün işte budur.
Eğer yine de seninle tartışmaya
girerlerse ağızlarını payını vermek ve tartışmadan vazgeçmelerini sağlamak için
de ki onlara, Allah yaptığınızı çok iyi bilir. Allah sizin benimle niçin
tartıştığınızı, kaçma amacıyla mı? Anlama, öğrenme amacıyla mı? Beni oyalama
amacıyla mı? Ne niyetle yaptığınızı Allah bilmektedir de ve işi bitir
peygamberim. Sizinle bizim aramızda bir tartışma konusu yoktur. Çünkü artık hak
beyan edilmiştir. Hak güneş kadar açıktır ve nettir. Sizler inatlarınız ve
kibirleriniz yüzünden, kıskançlığınız yüzünden bildiğiniz halde hakkı kabule
yanaşmıyorsunuz. Hak bu kadar belli iken, bu kadar ayan-beyan ortada iken,
Rabbim kitabıyla hakkı bu kadar açıklamışken ve ben de size onu Rabbimin
istediği biçimde tebliğ etmiş, duyurmuş iken artık onun karşısında inattan başka
bir şey yoktur. İnatçı insanlar karşısında da delile ihtiyaç yoktur. Delil hakkı
bilmeyen ve hak kendisine beyan edildiği zaman onu kabule hazır olan kimseler
için söz konusudur de ve onlardan ayrıl. Çünkü:
Allah yarın aramızdaki hükmünü
verecektir. Aramızda ihtilâf ettiğimiz konularda yarın Allah hükmünü verecektir.
Kim haklı, kim haksız onu yarın ortaya koyacaktır. Şimdi sizler Allah’ın verdiği
yetkiyle, özgür iradelerinizle keyfinize göre bu böyledir, şu şöyledir diye
hükümler verebilir, aklınıza göre yargılar geliştirebilirsiniz. Dilediğinizi
affedip, dilediklerinizi cezalandırabilirsiniz. Dilediklerinizi nîmetlere boğup,
dilediklerinize eziyetler çektirebilirsiniz. Dilediğinizi emredip, dilediğinizi
yasaklayabilirsiniz. Dilediğinizi giyinip dilediğinizi soyunabilirsiniz.
Dilediğiniz yerlerden kazanıp dilediğiniz yerlerde harcayabilirsiniz.
Dilediğiniz gibi hukuk yapıp, dilediklerinize tapınabilirsiniz. Dilediğinize
hayat hakkı tanıyıp dilediklerinizi susturabilirsiniz.
Ama
unutmayın ki evlerinde kendilerini kral zannedenler, ev halkına diledikleri gibi
zulmedenler. Köyünde, kentinde, ülkesinde kendilerini tanrı yerine koyup,
kendilerinde güç kuvvet görerek: Ben asarım! Ben keserim! Diyenler. Egemenlik
bendedir! diyerek Allah kullarına yasa koymaya, insanları Allah’a kulluktan
koparıp kendilerine kul, köle edinmeye çalışanlar. Allah’la, Allah’ın diniyle,
Allah’ın â-yetleriyle, Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşanlar. Allah’a iman
edenleri yok etmeye soyunanlar. Unutmayın ki bireysel kıyâmetiniz gelir gel-mez,
kıyâmet kopar kopmaz elinizde hiçbir yetkiniz kalmayacak. Şu anda karşınızda
hanımlarınız, çocuklarınız tir tir titreyebilir. Karşınızda vatandaşlarınız
ezilebilir. Karşınızda işçileriniz kan kusabilir. Siyasal gücünüz karşısında,
ekonomik varlığınız karşısında, askeri kuvvetiniz karşısında, zulmünüz,
azgınlığınız karşısında insanlar diz çökmüş olabilir.
Ama
unutmayın ki bir gün öleceksiniz. Bir gün kıyâmet kopar ve her şey biter. İşte o
zaman hakkınızdaki hükmünü Allah verecektir. Ne doğru, ne yanlış? Ne hak, ne
batıl? Kim zalim, kim adil? Kim cennetlik, kim cehennemlik? Bu konuda Allah
hüküm verecek ve herkes çaresiz O’nun hükmüne boyun eğmek zorunda
kalacak.
Aslında o gün vereceği hükmünü Rabbimiz
bugün kitabında vermiştir. O gün diyeceğini bugün kitabında demiştir. Bugün
elimizdeki şu kitapta her şey bellidir. Öyleyse ey insanlar, gelin yarın gelsin
de o zaman Rabbimizin hükmüne tabi olalım demeyelim. Gelin bugün bu kitabın
dediklerine tabi olalım. Bu kitabın hak dediklerini hak, batıl dediklerini batıl
bilelim. İyi dediklerini iyi, kötü dediklerini kötü bilelim. Eğer bugün bu
kitabın dediği gibi bir hayat yaşarsak o gün Allah’ın doğru diyecekleri
bellidir.
70.
“Göklerde ve yerde olanı Allah'ın bildiğini bilmez misin? Bunlar hiç şüphesiz
Kitaptadır ve şüphesiz bunlar Allah'a kolaydır.”
Biliyor
musunuz? Göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilen Allah’tır. Göklerde ve yerde
hiçbir şey Allah’a gizli kalamaz. Göklerde olanı da, yerde olanı da, gönüllerde
olanı da bilir Allah. Allah bilgisi tam olandır, bilgi kendisinden olandır ve
O’nun bilgisinin dışında kalan hiçbir şey yoktur. İşte kulluk, itaat, teslimiyet
böyle her şeyi bilen bir Allah’ın hakkıdır. Göklerde ve yerde mülkü olarak, kulu
olarak ne varsa hepsi Allah bilgisinde, Levh-i Mahfuz’da yazılıdır.
Evet
zerreler de, küreler de, galaksiler de, yıldızlar da, insanlar da, sinekler de,
atomlar da, moleküller de Allah bilgisinde yazılıdır. Herkes için, her varlık
için, her insan için bir dosya tutulmaktadır. Herkesin en küçük amelinden, en
büyük amellerine kadar Allah’ın melekleri dosyalar tutmaktadırlar. Şu anda
Müslümanları fişleyenlerin de, dosyalayanların da dosyaları tutulmaktadır. Ve
nihâyet bir gün vakti gelip te o gerçek bilgiyi, o kıyâmet bilgisini Rabbimiz
insanlar üzerinde uygulamaya başladı mı artık kimse Onun takdirinin önüne
geçemeyecektir.
Allah’ın göklerde ve yerdeki tüm
kullarını, tüm varlıkları bil-mesi de öyle zor değildir. Bu Allah için çok
kolaydır. Şu anda gökten ne kadar yağmur damlası düşer? Güneşten ne kadar ısı ve
ışık gelir? Ağaçlardan kaç yaprak düşer? Ne kadar çiçek açar? Toprağın altına
günde kaç insan düşer? Karanlıklarda ve aydınlıklarda kim nerede devinir? Her
şeyi, her şeyi bilir Allah. Hal böyleyken:
71.
“Onlar Allah'ı bırakıp da O’nun, haklarında hiçbir delil indirmediği,
kendilerinden de bir bilgi olmayan şeylere taparlar. Zulmedenlerin yardımcısı
olmaz.”
Evet
insanlar böyle Alîm ve Habîr olan, göklere ve yere bilgisi ve gücüyle egemen
olan bir Allah’ı bırakıp da O’nun berisinde, O’nun dununda başka varlıklara
tapınıyorlar. Gerçekten çok hayret edilecek bir durumdur bu. Üstelik bu konuda
da hiç bir bilgileri de, hiç bir delilleri de yoktur. Allah kitaplarının hiç
birisinde Benim dûnumda şunlara, şunlara da kulluk edebilirsiniz. Ben onlara da
yetki verdim. Falanlar filânlar da güçlüdür, onlar da tanrıdır dememiş. Bu
konuda hiç bir bilgi indirmemiş, kimseye böyle bir yetki vermemiş. Şimdi bu
durumda nasıl oluyor da bu insanlar Allah’ın bir takım kullarını tanrı bilip,
tanrı yetkilerine sahip bilip onlara kulluk edebiliyorlar? Nasıl oluyor da
hayatlarında onları da söz sahibi kabul edebiliyorlar? Nasıl oluyor da onları
yasalarını da uygulamaya çalışıyorlar? Bu Allah’ın hakkını gasp değil mi? Bu
Allah’a karşı zalimce bir tavır değil mi?
Böyle yapanlar hiçbir zaman
unutmasınlar ki zalimlere asla yardımcı yoktur. Zalimleri, kendilerini sadece
Allah’a kulluk ortamından çıkarıp şirk pisliğine atanları, Allah’a karşı, Allah
bilgisine karşı zulmedenleri yarın Allah’ın azabına karşı koruyacak hiç bir
yardımcı yoktur. İşte konuşuyorlar insanlar. Haktan, hukuktan, insan
haklarından, kadın haklarından, işçi, işveren haklarından konuşuyorlar.
Hepsininki boş laftan ibaret. Allah hakkını bilmeyen, Allah hakkını gündeme
getiremeyen insanlar hiçbir hakkı gündeme getiremezler ve hiç bir hakkı
alamazlar. Önce Allah hakkı bilinmeli, önce Allah hakkı gün-deme getirilmelidir.
Eğer
Allah hakkını bilirsek, Allah hakkını gündemde tutarsak o zaman ancak kadın
hakkını, erkek hakkını, işçi hakkını, mazlumun, fakirin yetimin hakkını,
devletin hakkını, toplumun hakkını, hayvanların hakkını verebilirsiniz. Ama
başta Allah’ın hakkının gasp edildiği bir toplum içinde hiçbir hak söz konusu
olamaz. Çünkü hakkı ortaya koyan Allah’tır. Allah hakkını veremeyen insanlar
başkalarının haklarını nasıl verecekler? Allah’a karşı zalimce bir tavır
sergileyen insanlar hak arayışına hiçbir zaman girmesinler. Çünkü hakları yoktur
buna.
72.
“Onlara âyetlerimiz apaçık olarak okunduğu zaman, inkâr edenlerin yüzlerinden
inkârlarını anlarsın. Nerdeyse, kendilerine âyetlerimizi okuyanlara
saldıracaklar. De ki: "Size bundan daha fenasını haber vereyim mi? Allah'ın
inkârcılara vaad ettiği ateş! Ne kötü bir
dönüştür!”
İşte
böyle Allah’a karşı zalimce bir tavır takınan, Allah’ın hakkını gasp eden,
sadece O’nun hakkı olan kulluğu O’nun dûnunda, O’nun berisinde, O’nun dışında
bir kısım varlıklara lâyık gören insanlara Allah’ın apaçık âyetleri okunduğu
zaman, duyurulduğu zaman onların yüzlerinde bir buruşma, bir ekşime, bir kabul
etmeme görürüsün. Neredeyse kendilerine hakkı duyuranlara, kendilerine Allah’ın
âyetlerini okuyanlara saldıracaklar, üzerlerine çullanacaklar. Çünkü adamlar
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın dinini, Allah’ın sözlerini duymak, dinlemek
istemiyorlar. İşte görüyoruz, şu bizim toplumda Allah’ın kitabı kapatılmış, bu
kitabın dışında her türlü kitaplar açılmış. Gece yarılarına kadar başka
kitapları okuyor bu insanlar. İnsanın dili varmıyor söylemeye; yoksa insanların
kalplerine bu kitabın inkârı mı sevdirildi? Acaba bu insanların kalplerine bu
kitabın nefreti, bu kitabın kapatılıp başka kitapların açılması, başka
kitapların izletilmesi mi sevdirildi?
Allah
için bir düşünelim. Gece gündüz hangi kitabı okuyoruz? Hangi kitaptan
bilgileniyoruz? Hangi kitabın değer yargılarını sahipleniyoruz? Yoksa bizler de
bu âyetlerde anlatılan inkârcıların tavırlarını benimsedik, onların
düşüncelerini benimsedik de adım adım onları mı takip ediyoruz. İşte bakın Allah
kitabı kapatan, kitapla ilgisi kesilen, kitabın âyetlerini duymak, dinlemek
istemeyen insanları anlatıyor. Yoksa karın doyurmuyor mu bu Kur’an? Hiçbir işe
yaramıyor mu bu âyetler? Bu kitabın dışında kendilerine çok daha fazla menfaat
sağlayanlar var da onun için mi onlara gidiyorlar? Onun için mi onların
eğitimlerine teslim oluyorlar?
De
ki: Size bundan daha fenasını haber vereyim mi? Allah’ın inkârcılara vaad ettiği
ateş! O ne kötü bir dönüştür! Evet bundan daha şerlisi, Kur’an’ı kapatan,
Kur’an’la ilgisini kesen, Kur’an’a karşı düşman kesilen, Allah’ın kitabını
susturmak için hücum eden, kendisine Kur’an duyurulduğu zaman inkârcı kesilen,
Kur’an okuyanları boğmaya çalışan, yüzünü ekşiten, Kur’an öğrenme
müesseselerinin kökünü kazımaya sa’yeden kimseden daha beteri ateştir. Cehennem
ateşidir.
Öyleyse
haydi buyurun, kapatın Kur’an’ları. Almayın elinize kitabı. Çıkarın evlerinizden
bu kitabı. Atın şehirlerinizden bu kitabı. Kovun hayatınızdan Onu. Kapatın
kulaklarınızı... Duymayın... Kimse okumasın bu âyetleri. Kimse rahatsız etmesin
sizleri. Susturun şu Kur’an okuyanları. Keyfinize bakın. Tatlı gelsin dünya,
tatlı gelsin mark dolar hesapları, tatlı gelsin altın gümüş sesleri. Büyütün
ticaretlerinizi. Büyütün Holdinglerinizi. Yenileyin arabalarınızı. Yükseltin
makamlarınızı mevkilerinizi. Tüm dünya sizi alkışlasın. Tüm dünya önünüzde
secdelere kapansın. Soygunlarınız, vurgunlarınız, hırsızlıklarınız ayyuka
çıkarak devam etsin...
Ama
unutmayın ki ateş var, cehennem var. Bu kitabı kapatmanızın, bu kitabı
duyuranlara saldırmalarınızın karşılığı cehennemdir. Sen kapatırsan kapat, bunu
sen bilirsin, ama kesinlikle bilesiniz ki kapatmak istemeyenlere yapabileceğiniz
hiçbir şey yoktur, bunu da asla unutmayın. Ve sizler de kesinlikle bilesiniz ki
ey müslümanlar, ey kitapsız Müslümanlığın olmayacağına inananlar, ey bu kitabı
Allah kullarına duyurmak zorunda olduğuna inananlar sizler bu kitapla beraber
olursanız tüm dünya size düşman olsa da, tüm dünya üzerinize çullansa da;
kitapla beraber olduğunuz sürece Allah yardımınızda olacaktır. Bundan zerre
kadar şüpheniz olmasın. Rızka Allah kefildir. Ama şunu da unutmayın ki siz
kendiniz bu kitabı kapatırsanız hiç kimse de sizi bu kitaba
döndüremeyecektir.
73.
“Ey İnsanlar! Bir misa l
verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizlerin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir
araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey
kapsa, onu kurtaramazlar; isteyen de, istenen de
âciz!”
Ey
insanlar size bir misa l
verildi. Aman iyi dinleyin, iyi kulak verin. Allah’ı bırakıp ta tapındıklarınız,
bağlandıklarınız, dua ettikleriniz, eteğine yapıştıklarınız, güvendikleriniz,
şifa dilendikleriniz, hukuk dilendikleriniz, yasa bekledikleriniz,
ululadıklarınız, yetkili ve etkili gördükleriniz bir araya gelseler bir sinek
bile yaratamazlar.
Evet
Allah berisinde sözünü dinledikleriniz, büyükledikleriniz, dinine, yasalarına,
hayat tarzına itibar ettikleriniz, tüm tanrılarınız, tanrıçalarınız birleşseler
bir sinek bile yaratamazlar. Bir sineğin bir kanadını bile yaratamazlar. İşte
bir darb-ı mesel. İşte size akıllarınızı erdirecek bir
örnek:
Eğer sinek onlardan bir şey koparsa ona
engel bile olamazlar. Onun kendilerinden kopardığı parçayı geri bile alamazlar.
Meselâ milyonlarca insanın tapındığı bir put bir kuşun üzerine işemesine bile
engel olamıyor. Veya milyonlarca askeri olan bir tanrı kral bir sineğin
kendisinden alıp kaçtığı bir damla kanı bile geri alamaz. Tüm ordularını
toplayıp üzerine gönderse yapabileceği bir şey yoktur. Her ülkenin tanrısı böyle
olduğu gibi tüm dünya tanrılığına soyunan büyük tanrılar da
böyledir.
İsteyen de güçsüz, istenen de. Tanrılar
da güçsüz kullar da. Tapınılanlar da güçsüz, tapınanlar da. İşte şirk mantığı.
Kendini bile korumaktan âciz, kullarının korumasına muhtaç putlara tapınıyorlar
zavallılar. Müşrikler tarih boyunca böyledir. Onların aklını, mantığını,
gerçekten anlamak mümkün değildir. Zaten akılları, mantıkları olsaydı bu adamlar
müslüman olurlardı. Be beyinsiz adamlar! Eğer bu put kendi kendini korumaktan
âcizse niye ona tapınıyorsunuz? Yok kendisine tapınılacak, kendisine sığınılacak
kadar güçlü birisiyse bırakın kendi kendini korusun, neden onu korumaya
çalışıyorsunuz? Aman koruyun! Aman koruyalım! Aman sahip çıkalım! Aman onu
birilerine yıktırmayalım diye..? Bırakın da kendi kendini korusun put, madem
tapınılacak kadar güçlüyse.
Akılsız adamlar tanrılarını korumaya
çalışıyorlar. Tanrıları kendilerini koruyacakları yerde onlar tanrılarını
korumaya çalışıyorlar. Küfür ve şirk inancıyla İslâm inancının ayrıldığı nokta
da işte burasıdır. İslâm inancında koruyan Allah, korunan kullardır. Küfür ve
şirk inancında da bunun tamamen tersi geçerlidir. Koruyan kullar, korunan da
tanrılardır. Kullar tanrılarının gönüllü ordularıdır. Çünkü kulları tarafından
korunmasalar o putlar tapınılmaya lâyık görülmezler. Kulları tarafından
kendilerine değer verilmeyen, sahip çıkılmayan hiçbir yapay tanrı tapınılmaya
lâyık görülmez. Kulları tarafından kendisine bir mozole, bir anıt yapılmadıkça
onlar tanrı olamazlar. Kulları onları sahiplenmeli, korunmalı, değer vermeli ki
onlar bir değer ifade etsinler. Halbuki Allah, kullarının korumasına muhtaç
olmayandır. Tüm kul-larını koruyan, ama kendisi korunmaya muhtaç olmayandır. Tüm
kullarını doyuran, onlara rızık veren, ama kendisi onlar tarafından doyurulmaya
muhtaç olmayandır. Hal böyleyken:
74,75.
“Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.
Allah meleklerden ve insanlardan peygamberler seçer. Doğrusu Allah işitir ve
görür.”
Bu insanlar gerçek Rablerini
tanımlayamadılar, İlahlarını bilemediler. Gerçekten bu insanlar Allah’ı hakkıyla
tanıyamadılar, Allah’ı hakkıyla bilemediler. Allah’ın zatını, sıfatlarını,
rubûbiyetini, ulûhiyeti-ni, azametini, kibriyasını tanıyamadılar. O’nun
rahmetini, rahmetinin eseri olarak gönderdiği kitabını, âyetlerini,
peygamberlerini hakkıyla tanıyamadılar. Allah’ın kendilerini adam yerine koyup
kitap göndermesindeki hikmetini anlayamadılar. Onlara merhameti gereği Peygamber
görevlendirmesindeki hikmetini, yeryüzünü yaratmasındaki, kendilerini var
etmesindeki gâyesini, muradını tanıyamadılar, bilemediler. Allah meleklerden ve
insanlardan onların hayatlarına karışmak üzere, onlara vahiy göndermek üzere
elçiler seçer. Allah işitendir, görendir.
76.
“O, geçmişlerini geleceklerini bilir. Bütün işler Allah'a
döner.”
Allah kullarının önlerini, arkalarını,
başlangıçlarını, sonlarını, yukarılarını, aşağılarını, önlerindekileri,
arkalarındakileri, bildiklerini bilmediklerini her şeyi bilendir. İnsanların
öncesini ve sonrasını bilendir Allah. Yâni insanlar yaratılmadan önce neydiler?
Neredeydiler? Onların varlığından önce ne vardı? Onların yokluğundan sonra ne
olacak? Bunu bilen, her şeyi bilen Allah’tır. Allah her şeyi bilendir, O’-nun
bilgisinin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Ve hiçbir kimse Allah’ın
bildiklerinden bir şeye O bildirmeksizin ulaşamaz. Öyleyse insanlar dün, bugün,
yarın neyi bilmişler, neyi bilebileceklerse, ne tür bir bilgiye sahip
olabileceklerse, ister gayb aleminden, isterse şahadet aleminden, ister Allah’ın
zatına, ya da sıfatlarına dair, ya da bu kâinatın kanunlarına dair neyi
bilebilmişlerse bu ancak Allah’ın meşieti ve bildirmesi ile
olmuştur.
Ve işler sonunda bilgisi tam olan
Allah’a döndürülecektir. Sonunda herkes Rabbine dönecek, hesabı O’na ödeyecek ve
Onun hükmüne, O’nun kararına boyun bükmek zorunda kalacaktır.
77.
“Ey İnananlar! Rüku edin, secdeye varın, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki
saadete erişesiniz.”
Ey
iman edenler Rüku edin ve secdeye varın. Allah karşısında, yaratıcınız
karşısında, sahibiniz, Mâlikiniz karşısında, Rabbinizin emir ve nehyleri
karşısında boyun bükün, teslimiyet gösterin. Hiçliğinizi itiraf adına O’nun
önünde eğilin. Rükulu ve secdeli namazlarınızla hayatınızı sadece Allah’a
kulluğa sevk edin. Sadece O’nu dinleyin. Sadece O’na itaat edin. Sadece O’nun
seçimini seçim bilin. Sadece O’nun çektiği yere gidin. Tüm hayatınızı Allah
kaynaklı yaşayın. Hayatınızı O’nun beğenisine sunun. Yaptıklarınızı O’na
beğendirin. Ölünceye kadar O’nun huzurunda, O’nun kontrolü altında olduğunuzu
bir saniye bile unutmayın. O’na lâyık olun. Kendinizi hep O’na beğendirmeye
çalışın. O sizi beğendikten sonra tüm dünya beğenmese vız gelir. O’nu razı
edememişseniz tüm dünya sizi alkışlasa ne yazar? Çünkü sonunda hesabı O’na
ödeyeceksiniz. Sonunda o’nun yargısına boyun bükmek zorunda kalacaksınız.
Hep
hayır yapın. Hep hayır peşinde olun ki kurtuluşa eresiniz. Siz hayrı arayıp
bulun, hayır gelip bizi bulsun diye beklemeyin. Bugün Allah için nasıl bir hayır
işlesem diye niyet taşıyın. Hayır, Allah’ın istedikleridir. Hayır, Allah’ın
hayır dedikleridir. Hayır, Allah’ın istediği kulluktur. Hayır, Allah’ın konuşun
dedikleridir, yapın dedikleridir. Hayır, Allah’ın kitabının ve onun pratiği olan
peygamber (as) ortaya koyduğu İslâm’dır, kulluktur. Öyleyse hayatınızı sadece
Allah için yaşayarak, Allah’ın hayır dediklerinin peşinde olarak bir dünya
değerlendirin ki hem dünyada, hem de âhirette korktuklarınızdan emin olup,
umduklarınıza nail olasınız.
78.
“Allah uğrunda gereği gibi cihat edin. O, sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu
olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kuran’da,
peygamberlerin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için size
müslüman adını veren O’dur. Artık, namaz kılın, zekât verin, Allah'a sarılın. O
sizin sahibinizdir. Ne güzel sahip ve ne güzel
yardımcıdır!”
Bir
de Allah yolunda, Allah uğrunda cihat edin. Allah’ın iste-diği şekilde
müslümanca bir hayat yaşamaya, müslümanca kalmaya cehd-ü gayret edin. İşiniz
gücünüz Müslümanlık olsun. Çünkü O Allah sizi seçmiştir. Ve sizin için dinde
herhangi bir zorluk ta kılmamıştır.
Evet
kendi yolunda, Müslümanlık yolunda sizden cehd-ü gayret isteyen, sizi seçen
Allah size bir ayrıcalık tanıyor. Ve üstelik sizi seçtiği, size yüklediği bu
Müslümanlık yolunda, yüklediği bu kulluk yükünde bir zorluk ta yoktur. Yâni
müslümanlar olarak sizin gücünüzü aşan, takatinizi zorlayan bir sorumluluğunuz
da yoktur. Tam size uygun bir kulluk yasası belirledim, buyuruyor
Rabbimiz.
Siz atanız İbrahim’in dini üzeresiniz.
Atanız İbrahim’in milleti üzeresiniz. Evet biz müslümanlar atamız İbrahim’in
dinine nispet ediliyoruz. Bu bizim için şereflerin en büyüğüdür. Atamız,
imamımız, önderimiz, liderimiz İbrahim (as) dır.
Peki İbrahim (as)’ın dini, milleti
neydi? Atamızın milleti İslâm’dı, İslâm milleti idi. Daha önce de, şimdi de size
müslüman ismini veren Allah’tır. İbrahim (as)’ın dini İslâm’dı, İbrahim (as)
müslümandı. Kitabımızın başka âyetlerinin beyânıyla Hz Âdem aleyhisselâmdan bu
yana Rabbimizin seçtiği tüm elçilerine gönderdiği din İslâm’dı ve tüm
peygamberleri de müslümandı.
Evet
dün de, bugün de insanlar kendilerini hep İbrahim (as)’a izafe etmeye
çalışırlar. Herkes İbrahim (as)’a yakınlık iddiasında bulunuyor. Yahudi’si de
Hıristiyan’ı da, müslümanlar da İbrahim (as)’ın dininde, İbrahim (as)’ın yolunda
olmakla övünüyorlar. Peki acaba gerçekten İbrahim (as)’a yakın olanlar, Onun
dininde, onun yolunda olanlar kimlerdir? İşte Rabbimiz bu âyetinde Onun dininde,
Onun yolunda olanları haber veriyor.
Ey müslümanlar, madem ki Rabbiniz daha
önce de, şimdi de size müslüman ismini verdi, öyleyse adınız sadece müslüman
olsun. Çünkü bu ismi size Allah verdi. Bu ismin dışında kendinize başka şeref
aramayın. Sizi müslüman diye çağırsınlar ve siz müslüman ola-rak ölün. Adımız
müslüman. Bütün insanlığın imamı, imamımız İbrahim (as), dinimiz İbrahim (as)’ın
dini İslâm’dır. Kendimize bunun dışında ne bir din ararız, ne bir şeref ararız,
ne de bir isim peşine düşeriz.
Böylece şu son peygamber size şahit
olsun diye ki bu dini o getirdi, bu kitabı o getirdi. Sizi İbrahim (as)’a nispet
ettiren o Resul size şahittir. Sizler de tüm insanlığa şahitler olasınız diye
Rabbiniz size müslüman ismini vermiş, sizi şereflerin en yücesiyle
şereflendirmiştir.
Rasulullah efendimiz biz ümmetine
şahittir, bizler de tüm insanlığa şahitleriz. Allah’ın Resûlü çok güzel bir
Müslümanlık sergileyerek biz ümmetine şahit oldu. Bizler de öyle güzel bir
Müslümanlık sergileyeceğiz ki tüm dünya insanlığına şahit olacağız. Evet bu
ümmet, bizler, biz müslümanlar Bakaradaki âyetle birlikte söyleyecek olursak:
“...vasat bir ümmetiz ve de şahit bir ümmetiz...” Bizi bu dünya
üzerinde vasat ve şahit bir ümmet yaptı Rabbimiz. Tüm dünya insanlığına karşı
hem denge unsuru, hem de kulluğunun şahitleri yaptı Rabbimiz bizi. Hükmüne tüm
insanlığın boyun eğeceği, tüm insanlığın bize bakıp hizaya geleceği, sapıkların
sapıklık noktalarını bizde anlayacağı, hakkı bulmak isteyenlerin bize bakarak
hakkı bulabilecekleri şahit ve denge unsuru bir ümmet yaptı Allah bizi.
Yeryüzünün dengesi bizimle, bu ümmetle kurulacaktır.
Yeryüzünde
Allah’a kulluk bizimle açığa çıkacaktır. Peygamber (as) şahsında yaşadığı
Müslümanlıkla nasıl ümmetine kulluğu örneklemişse bizler de tüm insanlık için
kulluk nümunesi olmak zo-rundayız. Bu görev tıpkı peygamberin ashabına ve diğer
insanlara kendisine vahy olunan dini anlatma ve yaşama konusunda şahitlik etmesi
gibi bir görevdir. Çok şerefli, ama o nispette de sorumluluğu olan bir görevdir.
Ümmeti içinde peygamberin görevi, sorumluluğu ve şerefi neyse diğer toplumlara
karşı bizim de sorumluluğumuz ve şerefimiz odur. Bizler müslümanlar olarak şu
anda tıpkı peygamber gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın yaşanırlılığını pratiğini
göstermek zorundayız. Bu konuda peygamberin ümmetine karşı şahit olduğu gibi,
biz de tüm insanlara şahitler olmak zorundayız.
Şimdi
biz insanlara şahitler olmak zorundayız. Peki nasıl şahit olunur insanlara?
Bunun yolu, bütün insanlara bu dini götürür, Kur’an âyetlerini bütün insanlara
ulaştırır, dünya üzerinde Allah’tan ve Onun âyetlerinden, cennetten, cehennemden
haberdar edilmedik bir tek insan kalmayacak biçimde herkesi haberdar edebilirsek
işte o zaman biz insanlara şahitlik görevimizi yapmışız demektir. Tıpkı
Resululla-hın bu ümmet üzerine şahitlik yaptığı gibi.
Öyleyse gelin ey müslümanlar, öyle
güzel bir Müslümanlık ya-şayalım ki tüm dünya insanlığı güzeli bizde görsün,
kulluğu bizde görsün ve dirilsin. Öyle güzel tebliğ edelim ki Allah’ın dinini
yeryü-zünde benim bundan haberim yoktu diyen bir tek insan kalmasın. Al-lah
yardımcımız olsun. Bu sûreyle alâkalı bu kadar söz yeter. Rabbim gereği gibi
anlayıp, iman edip amel etmeyi hepimize kolay getirsin. Sübhanekallahümme ve
bihamdik, eşhedü enlâ ilâhe illâ ente, estağ-firuke ve etûbü
ileyk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder