BESÂİRU’L-KUR’AN (ÖNSÖZ)


BESÂİRU’L -KUR’AN
²
“DOĞRUSU SİZE RABBİNİZDEN APAÇIK BASİRETLER GELMİŞTİR; KİM (ON-LARLA) GÖRÜRSE KENDİ LEHİNE VE KİM DE KÖRLÜK EDERSE KENDİ ALEY-HİNEDİR. BEN SİZİN BEKÇİNİZ DEĞİLİM”
(EN’ÂM 104)


ÖNSÖZ
Hamd bizi insan olarak yaratan, bizi muhatap kabul ederek kita­bını gönderen, bizi vahyiyle, mutlak bilgisiyle şereflendi­ren âlemle­rin Rabbine aittir. Salât u selâm kulluk örneğimiz, pîşdâ­rımız, sevgili efendimiz Hz. Mu­hammed Mustafa (s.a.v) efendi­mize ve onun pak ashabına aittir.
İmam Hatip yıllarında direk ve en direk Kur’an’ı anlatan Arap-ça ve Türkçe kitaplara yö­neldim. Kulluk kitabımızı ve onun pratiği olan Resûlullah efendimizin sünnetini tanımadan Allah’ın istediği kul­luğu yaşayabilmemin imkânsızlığına olan kesin inancım, beni yoğun bir şekilde vahye yönlendirdi. Kur’an’la alâkalı bir altyapımın oluşması için önce çeşitli meâllerden sayısını şu anda hatırlayamayacağım ka­dar hatim indim. Her hatmimde Besâir olan kitabımız bana derin ufuklar ve bakış açıları kazandırdı. Bu arada Kur’an’la beraber başta kü-tüb-i sitte olmak üzere hadis kitaplarını okudum. Sünnetin, Kur’an’ın ikinci derecede müfessiri ve beyân edicisi olduğuna inan­cım, beni yoğun bir şekilde sünnetle meşguliyete yönlendirdi. Sün­netle beraberliğim Kur’an’ı daha güzel anlamama yardımcı oldu. Daha sonra Arapça Türkçe bugüne kadar yazılmış tefsir kitaplarını okumaya çalıştım. Bende kitabımızla alâkalı bir alt yapının böylece oluştu­ğunu hisseder etmez, hemen çevrem­den gruplar kurup anlat­maya başladım. Öğren-diğim bölümleri ders grupla­rıma anlatmaya baş­ladıktan sonra kitabımıza vukufiyetim daha da derinleş­meye baş­ladı. Anlatarak daha güzel öğrenme imkânına ulaşmayı bizzat tec­rübe ettim.
Bunun için her yıl anlattığım grupları artırdım. Kitabımızı bö­lümlere ayırarak 40-45 civarın­daki gruplarıma anlatmayı yoğunlaştır­dım. Bu arada ders grupla­rından bazı arkadaşlar bu dersleri kasetlere alarak daha geniş kitlelere ulaştırmayı denediler. İlk planda 40 kadar kaset piyasaya yayıldı. Dinleyenlerden memnuniyet beyanları gel­meye başlayınca, bir 40 kaset daha yapıldı. Daha sonra baştan sona Bakara sûresi çıktı. Bu kasetler pek çok müslümanın evine girdi, bir çok radyo bu kasetleri yayınladı. Allah’ın yar­dımıyla pek çok müslü-man Kur’an ve sünnete yöneldi. Okuyanlar, araştır­maya yöne­lenler çoğaldı.
Daha sonra pek çok müslümandan bu derslerin kitap ha­line getiril­mesi ve bilhassa ders yapan müslümanların istifadesine sunul­ması konu­sunda yoğun talepler geldi. Hattâ bizzat ya da telefonla bana ulaşan bir çok kardeşimiz çevrelerine Kur’an anlatmaya başla­dıklarını, bu kasetleri yazıya aktarıp istifade etmek için uğraştıklarını, kasetlere alınan bu sohbetlerin ya­zıya dökülmesinin kendileri için çok yardımcı olacağını söylediler. Bunu ciddi ciddi dü­şündüm. Zaman za-man vahiy öğrenip, onunla kendilerini diriltip, et­raflarının dirilişini de kendilerine dert edinmiş samimi Müslümanlara teşvik olsun diye ça­lışma notlarımdan fotokopiler gönderdim. Ama çok uzaktaki Müslü­manların bu bilgilerin kitap haline dönüşmesi talebi ısrarla devam etti. Oturup bir kenarda donuk bir kitap yazmayı sevmediğim için kitabın bu derslerden oluşmasını uygun gördüm. Çünkü erke­ğiyle-kadınıyla, genciyle-yaşlısıyla, talebesiyle-esnafıyla her sınıf insanın arasında, onların hayatlarına indirgeyerek, örnekleyerek oluşacak bir kitabın da-ha güncel, daha canlı ve kalıcı olabileceğini düşündüm.
Ders grubu arkadaşlarımın arasında en az beş kere anlattı­ğım ve her anlatışımda biraz daha olgunlaştırdığım her bir Kur’an bölü­münü altıncı veya yedinci anlatışımda cebimde taşıdığım teyibe kay­dettim. Bu kasetleri yine burada şükranla yad ettiğim bir grup talebe kar­deşim büyük bir gayret ve samimiyetle çözüp kâğıda aktardılar. Rabbim hepsinden razı olsun. Yazıya aktarılan bu metinler üzerinde bilgisayarda çok az bir tashih çalışması yap­tıktan sonra Rabbime sonsuz şükürler ol­sun ki, siz değerli Kur’an dostlarına bir kitap halinde sunmaya bizleri muvaffak kıldı. Sadece bir tek Müslüman’ın bile bu çalışmam vesîlesiyle hidâyete ulaşması, benim için dünya ve içinde­kilerin tamamına sahip olmaktan daha büyük mutluluk sebebi ola-cak­tır.
Bizden önce bu kitabı anlamaya çalışmış, anladıklarını bizimle payla­şarak bizim dirilişimize sebep olmuş selefimizden Allah razı ol­sun. Bizler sadece onların kitaplarını okuyarak kitabımızı öğrenmeye, öğrendiklerimizle kendimizin ve çevremizin dirilişine vesile olmaya ça-lıştık. Her Müslüman’ın görevi budur. Her Müslüman vahyi okumak, öğrenmek, kendinin ve ulaşabil­diği çevresinin dirilişine vesile olmakla mükelleftir. Ben sadece kitabımızla alâkalı söz söyleme yetkisine sa­hip olan selefimizin yazdığı kitaplar aracılı­ğıyla, kitabımızın bana söylediklerini sesli düşünerek çevremdekilerle pay­laşmaya çalıştım. Pek tabiidir ki bunlar benim kitabımın bana söyledikleridir. Bunlar be­nim kitabımdan anladıklarımdır. İnşallah sizler de okuyun, sizler de başvurun kitabınıza, sizin kitabınız da size benim anladıklarımdan çok daha mükemmel anlayışlar kazandıracaktır. Değilse yirmi yıldır Kur’an anlatmaya çalıştığım hiçbir Müslüman’ı kendi anlayışıma ça­ğırmadım. Hiç kimseye; “Benim gibi düşünün, benim gibi anlayın, be­nim gibi yaşayın, beni örnek alın, beni takip edin” demedim. Ömrüm boyunca Allah kullarını vahye çağırdım. Ben bu kitabı ve bu kitabın pratiği olan Resûlullah efendimizin sünnetini okuyup öğrenmeye çalı­şıyorum. Gelin siz de mutlak doğru olan Allah kitabına ve yasal örne­ğimiz olan peygambere yönelin. Bizi ve bizim gibileri örnek alırsa­nız, biz de çakılır kalırsınız. Ancak bizim kadar Müslüman olabilir, bizi bir adım öteye geçemezsiniz dedim.
Yıllardır Müslümanların arasında yaptığım Kur’an sohbetlerim­den olu­şan bu kitabım elbette temel değildir, eksiksiz, kusursuz değil­dir. Elbette benim anlayışımın dışında da çok güzel anlayışlar vardır. Müslümanların di­nine zarar verecek bir yanlışımı tespit eden kardeş­lerimin Allah için kardeşini uyarmaları bir kardeşlik görevidir.
Bu sohbetlerimle, bu çalışmamla ilkokul seviyesinde eğitim görmüş, Arapça bilmeyen Müslüman kardeşlerimi hedefledim. Her meslekten, her seviyeden halk tabakasından oluşan insanlarla ders yaptım. Bu yüzden ilim ehlini ilgilendiren bir çok tartışma konularına girmemeye özen gösterdim. Çünkü bu tartışmaların pek çoğu onların dünyasını pek fazla ilgilendirmiyor. Gramer üzerinde fazla durmadım. Harfî mânâ ve i’rap üzerinde de fazla yo­ğunlaşmadım. Selefimiz Allah kendilerinden razı olsun bu konular üzerinde uzun uzun bilgiler ver­mişler. Ben sohbetlerimde daha ziyade; “Rabbim bu­rada bana ne dedi? Rabbim bu âyetinde benden ne istedi? Ben bu bölümü nasıl anlayacağım? Bununla hayatımı nasıl düzenleyeceğim?“ Daha çok bu ko-nu üzerinde yoğunlaştım. Âyetlerin daha güzel anlaşılabilmesi için sosyal hayatımızdan örneklemeye çalıştım.
Pek tabiidir ki yazı diliyle konuşma dili arasında çok farklılıklar vardır. Yazı dilinin cümle kuruluşlarıyla, konuşma dilininkiler çok fark­lıdır. Yazı di­linde özne, yüklem, tümleç uyumu vardır. Ama konuşma dilinde bunların düzgünlüğüne riâyet zordur. Onun için konuşma di­linden oluşan elinizdeki bu kitabımı okurken çok zorlanacağınızı bili­yorum. Konuşma dilindeki yüklem tekrarlarının, dinleyenlerin anlayı­şına yardımcı olmasına karşılık, yazıya akta­rılışı sebebiyle bunun ta­mamen aksine sizi sıkacağını da biliyorum. Bir de üstelik ilk okul sevi­yesinde eğitim görmüş insanları hedeflediğim için, ko­nuşmalarımda ısrarla kitabî cümlelere yer vermemeye çalıştım. Vasat tahsil seviye­sindeki insanların anlamakta güçlük çekecekleri kitabî cümlelerden ıs­rarla kaçındım. Çünkü bugüne kadar pek çok insana kulluk kitabını anlaya­bilmeleri ve Allah’ın istediği gibi kul olabilmeleri için okumala­rını tavsiye etti­ğimizde, genellikle Müslümanların şu mevcut yazılmış kitapları anlamakta zorluk çektiklerini, bu konudan şikâyet ettiklerini çok duymuşumdur. Onun için halkın anlayabileceği bir dil kullanmaya çalıştım. Tabii burada bu konuş­malarımı kasetlerden yazıya aktaran kardeşlerimin Türkçe dilbilgisi kapasi­teleri de etkili olmuştur. Konuş­manın neresinde virgül, neresinde ünlem, neresinde nokta konacağı, nerede paragraf yapılacağı pek tabiidir ki onların dilbilgisi bilgisiyle sı­nırlı olmuştur. Ezcümle bugüne kadar çokça kitap oku­muş, kitabî cümlelere alışmış kardeşlerimden bu kitapta karşılaşacakları yazı di­line ters gelebilecek cümle kuruluşlarından ötürü bağışlamalarını dile­rim.
Yine elinizdeki bu kitap, takriben yirmi yıl içinde sadece bir grup içinde değil, yüzlerce grup içinde yapılan sohbetlerden oluştuğu için tekrarlar olabilecektir. Bir gruba anlattığım bir örneği, bir başka gruba tekrar anlatma gereği duymuşumdur. Bir grupla tanımaya ça­lıştığımız bir âyetin yorumuyla ilgili söylediklerimi bir başka grupla ta­nımaya çalıştığımız benzer başka bir âyetin yorumunda da söylemi­şimdir. Üstelik bu sohbetleri yaptığımız ilk yıl­larda bunların bir kitaba dönüşeceği fikrimin de olmayışından ötürü, okuyucu için bu tür tek­rarların sıkıcı olabileceği endişesini de taşıyorum. Bütün bu olumsuz­lukların yanında bilhassa Kur’an’ı çevrelerine anlatma gayreti içinde olan kardeşlerimizin istifade edebileceklerine inancım sonsuzdur. Müslü­manların istifade etmeleri, başkala­rına da duyurmaları, duadan eksik etme­meleri dileğiyle.
ALİ KÜÇÜK
30 MAYIS 2003
KONYA


MUKADDİME

---------------
Kur’an’ı anlamanın yolu:
-----------------------------------------------
A- Kur’an’ı anlamanın birinci yolu yine Kur’-an’dır. Kur’an’ın ilk müfessiri yine Kur’andır.
“Elif, Lâm, Ra. Bu kitap, hakim ve haberdar olan Al­lah tarafından, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye âyetleri tahkim edilmiş (Sağlamlaştırılıp kesin kılın­mış), sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir Kitaptır.
(Hûd 1,2)
Tüm zamanları, tüm mekânları, tüm insanlığı kapsayan bu kita­bın âyetleri bir yasa, bir ferman, bir yazgı ve hayat programı ola­rak tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmıştır. Hiçbir gücün bu kitabın âyet­lerini nakzetmesi, kaldır­ması, ilga edip değiştirmesi mümkün değildir. Kıyamete kadar hiçbir gücün, hiçbir varlığın bu kitabın âyetlerinden daha güzelini ortaya koyması mümkün değildir. Tıpkı Allah’ın şu öteki âyetleri olan semâvat gibi, yıldızlar gibi tahkim edilmiş, sağlamlaştı­rılmış, bozulmaktan, tahrifattan korunmuştur. Kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuz’dan dünyaya yansıyan bir kitabın âyetleridir bun­lar. Hayata hakim olan, hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sa­hibi olan bir kitabın âyetleridir. Zira Kur’an hangi konuda ne diyorsa, o değişme­yen bir yasadır. İyi kötü, hayır şer, hak bâtıl, adâlet zulüm, iman küfür, cennet cehennem, hayat ölüm konusunda tek hâkim, tek kıstas bu kitaptır.
Âyetin beyanıyla C. Hak kitabının âyetlerini tahkim buyurduk­tan sonra da onları tafsîl ettiğini, açıkladığını, herkesin anlayabileceği, herkesin uygula­yabileceği, herkesin kendisiyle yol bulabileceği, her­kesin kendisiyle hayatını düzenleyebileceği açık bir hale getirdiğini haber veriyor. Veya fâsılalı fâsılalı, bölüm bölüm, sûre sûre, âyet âyet hükümlerini beyan etmiştir. Kitabındaki bir âyetin kapalılığını daha sonra gelen başka bir âyetiyle tafsîl buyurmuş, açık­lığa kavuştur­muştur. Bakara’nın evvelindeki bir âyeti, ileriki bölümlerde gele­cek bir âyetle veya Âl-i İmrân’da gelecek başka bir âyetle açıklayıp tefsir et­miştir.
“Ey Muhammed! Cebrâil sana Kur’an’ı okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrâil'e okuttuğu­muz zaman, onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak Bize düşer.”
(İnsân 16,19)
Vahyin inişi esnasında Allah’ın Resûlü kendisine gelen âyetleri unut­mamak, bir an evvel bellemek, ezberlemek ve onu insanlara ulaştırmak için nötr halini bozup, dilini hareket ettirmeye başlayınca Rabbimiz onu uyarı­verdi: Yo! Yo! Peygamberim! Öyle yapma! Dilini depredip durma! Dilini oy­natıp durma! Yâni sana gelen, sana okunan bu âyetleri öğreneceğim, unut­mayacağım, ezberleyeceğim diye dilini hareket ettirip, alelaceleye getirip durma işi! Niçin acele etmeye çalı­şıyorsun? Ne endişen var? Değil mi ki onu biz toplamışız. Onu bir araya biz getirmişiz. Onu biz cem etmişiz. Yâni o harfleri, o kelimeleri, o âyetleri bir araya biz getirmişiz. Onu sana biz okuyoruz. Yâni onun Kur’an’ını da, onun okunuşunu da, onun okunaklığını da biz ortaya koymuşuz. Bu durumda sana düşen, biz onu okuyunca sen onun okunuşuna uyuver. Ya da onun peşinde ol. Yâni onu okumaya, izle­meye devam et, biz hemen arkasından onu sana beyan edeceğiz.
Âyet-i Kerimenin ifadesinden anlaşılıyor ki, Rabbimiz pey-gambe­rine indirdiği bir âyetini daha sonra indireceği bir âyetle be­yan edip açıklayacağını, tefsir edeceğini müjdeliyor. Peygamberim, sen sana indirdiğimiz âyetlerimizi izlemeye devam et, eğer anlaya­madığın bir husus olmuşsa, bu vahyettiğimizi bir başka sûre, bir son­raki sûre beyan edecektir. Eğer bir karı­şıklık olursa, eğer anlayama­dığın bir husus olursa sen üzülme, daha sonra gelen âyetlerle elbette biz onu sana açıklayacağız. Yâni Kur’an’da bir âyeti anlayamadığımız zaman Kur’an orada bitmedi ki, devam ederiz daha son­raki âyetler onu bize beyan edecek ve açıklayacaktır anlıyoruz buradan. İşte bu ve benzeri âyetlerden anlıyoruz ki Kur’an’daki bir âyetin ilk müfessiri yine Kur’-an’dır. Anlamı kapalı gibi bir âyet geldiği zaman, okumaya devam edelim, bir başka âyetiyle Rabbimiz onu bize açıklayacaktır.
B- Kur’an’ı anlamanın ikinci yolu sünnettir. Kur’-an’ın ikinci derecedeki müfessiri Resûlullah efendimizin beyanlarıdır.
“Sana da, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'an'ı indirdik. Belki düşünürler.”
(Nahl 44)
Âyet-i Kerimeden çok açık anlaşılıyor ki Rabbimiz tarafından Resûlullah efendimize kitabını beyân görev ve yetkisi veriliyor. Beyân; aç­mak, açıklamak, bir şeyin üzerindeki kapalılığı ortadan kaldırmak demektir. Demek ki Rabbimizin bu ifadesinden anlıyoruz ki bu kitapta insanların anla­yamayacağı, açıklanmaya, şerhe muhtaç şeyler vardır. Ve bunların açıklayı­cısı, beyân edicisi de peygamberimizdir. Rabbi-miz ona böyle bir görev ve yetki vermiştir.
Aynı sûrenin bir başka âyeti de bu konuyu şöyle anlatır:
“Peygamberim, sana Kitabı, insanların ihtilâf edip ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için, inanan kimselere de doğru yol rehberi ve rahmet olarak indirdik.”
(Nahl 64)
Eğer anlayamadıkları, kavrayamadıkları için bu kitap üzerinde insan­lar ihtilafa düşerlerse, kitabın yorumlarını anlayamamışlarsa, sen onlara bunu açıklayıp beyan edesin diye biz bu kitabı sana indir­dik buyuruyor Rabbimiz. Demek ki bu kitabın âyetlerinin beyânı Re-sûlullah efendimize ait­tir. Demek ki peygambersiz bu kitabın anla­şıl-ması mümkün değildir. Bu kita­bın mübeyyini olan peygambersiz Al-lah’ın muradının anlaşılması mümkün değildir. Hangi konuyu gün­de-me getirirseniz getirin, onu peygamber örneklili­ğinde anlamak zo­run-dayız. Peygamberin dinde temel oluşunun mânâsı da işte burada­dır. Resûlullah efendimiz tarafından açıklanıp beyan edilmezse, in­sanlar bu kitabın yol gösterisinden istifade edemeyecekler demektir. İşte âyet bunu anlatıyor.
İnşirâh sûresindeki âyeti de böyle anlıyoruz:
“Peygamberim, senin adını, senin şânını yükseltme­dik mi?
(İnşirâh 4)
Peygamberim senin şânını yüceltmedik mi? Yani seni dinde odak nokta kılmadık mı? Sensiz müslümanlık olmaz kılmadık mı? Yani bu dini senle birlik bir din kılmadık mı diyor Rabbimiz. Yani öyle bir din ki, peygam­bersiz kabul edilemez, peygambersiz anlaşılamaz, peygambersiz yaşanamaz. Yani Peygambersiz müslüman olunamaz. Hangi konuyu gün­deme getirirseniz getirin, hangi hükümle amel et­mek isterseniz isteyin, mut­laka o konuyu peygamberle birlik gündeme getirmek, peygamberle birlik an­lamak ve yaşamak zorundasınız. İman, itikat, namaz, oruç, hac, zikir, fikir hangi konu olursa olsun pey-gamberle birlik anlamak zorundasınız. Peygam­ber planında an­lamak zorundasınız. Peygambersiz hiçbir konuyu anlamak mümkün değildir. Rasulullah onu nasıl anladı? Rasulullah o konuda ne dedi? Nasıl amel etti? Nasıl uyguladı? Mutlak surette bunu bilmek zorunda­yız. Çünkü Allah’ın Rasulü dinde temeldir. Onu diskalifiye ederek, onu ve onun anlayışını görmezden gelerek ne iman mümkündür, ne de müs-lümanlık. Bu dinin hangi konusu olursa olsun mutlaka ona müra­caat etmek zorundayız. İşte Rasulullah efendimizin adının, şanının yücel-tilmesini böyle anlıyoruz.
Demek ki Allah’a göre, Allah’ın kitabına göre Rasulullah Efen-di­miz Kur’an’ın beyân edicisi, açıklayıcısıdır. Öyleyse pek tabiidir ki onun hükümle­rinin, beyânlarının da aynen kitabın hükümleri gibi ol-ması gerekecektir. Yani Rasulullah efendimizin hükümleri de aynen kitabın hükümleri gibi din olacak, ya da dinde insanlar için bağlayıcı olacaktır. Eğer açıklayıcının hükümleri, beyânları, açıklamaları in­san-lar için bağlayıcı değilse, eğer onun da bir başka açıklayıcıya ihti­yacı varsa, o zaman her birerimize ayrı ayrı beyân vazifesinin verildi­ğini kabul etmek zorunda kalacağız ki, buna da Kur’an’dan delil iste­mek zorundayız. Öyle değil mi? Kur’an’ın şehâdetiyle kendisine kita­bın âyet­leri konusunda beyân görevi ve yetkisi verilmiş bir peygambe­rin beyânlarını kabul etmeyenler ne hakla insanları bu konudaki kendi beyânlarını kabul et­meye çağırıyorlar? Yoksa bu adamlar kendilerinin peygamberden daha üs­tün olduklarını mı iddia etmeye çalışıyorlar? Peygambere verilmemiş bir yet­kinin kendilerine verildiğini mi demeye çalışıyorlar? Öyle değil mi? Bu ko­nuda, Kur’an’ın âyetlerini açıklama konusunda bugün bizim peygambere ihtiyacımız yoktur, biz kendimiz açıklarız diyorsak, o zaman bu âyet pey­gambere değil, bize hitap et­meliydi. Bu görevi ben peygambere değil, size verdim, demeliydi Al­lah. Kitabın beyân edicileri sizlersiniz, bırakın peygam­berin açıkla­ma-larını, siz kendiniz açıklayın, kendiniz beyân edin demeliydi. Bak­ma-yın sizler peygamberin anlayışlarına, siz kendiniz salt akıllarınızla ne anladıysanız, nasıl anladıysanız öylece yaşayın demeliydi Rabbimiz. Ama bakın âyetler hiç de öyle demiyor. Bu görev size de­ğil, peygam-bere verildi deniyor. Bırakın sizler nasıl anladığınızı da, sürekli benim kontrolümde, be­nim bilgilendirmem altında bulunan peygamberinizin nasıl anladığına bakın deniyor.
Günümüzde insanlardan kimilerinin; bize Kur’an yeter, dinimizi yaşa­mak için bizim Allah’ın kitabından başka bir şeye ihtiyacımız yoktur. Kur’an’ı da salt aklımızla anlayabiliriz. Kur’an’ı anlayabilmek için ne sünnete, ne de başka bir kaynağa ihtiyacımız yoktur diyerek, Ra-sulullah’ı ve sünnetini sile­rek, kendilerince bir din icat etmeye çalı­şı-yorlar. Rasulullah’ın Kur’an konu­sundaki anlayışını ve uygulamala­rını, yeryüzünün en hayırlı nesli olan onun pırlanta ashabının, onlar­dan sonra gelen tabiinin, tebeu tabiinin, müctehid imamlarımızın ve değerli seleflerimizin Kur’anla ilgili anlayışlarının tümünü yok farz ederek, onarın tümünün üzerine bir çizgi çekerek kendilerince bir din, bir kitap ihdas etmeye çalıştıklarına şahit oluyoruz. Tarihin ön­ceki dö­nemle-rinde de aynı iddiayı ortaya atanlar olmuştur. Kur’anla alâkalı keyfî yo­rumlarına izin vermediği için ısrarla sünneti silmeye çalışanlar eksik olma­mıştır. Çünkü, bu adamlar kesinlikle biliyorlar ki, İslam toplu-munda sünnet dediğimiz Rasulullah efendimizin sözleri, fi­illeri ve takrirleri üzerine kurulan bu son derece sağlam yapı var ol­duğu sürece din konusunda, Kur’an konu­sunda ortaya atılabilecek hiçbir düşünce, hiçbir yorum, hiçbir akım, hiçbir felsefe müslümanlar tarafından kabul görmeyecek, hiçbir fitne başarıya ula­şamayacaktır.
Esasen bu iddiaların altında akılcılık, rasyonalizm yatmaktadır. Yani Kur'an’ı anlamak için yalnızca akıl yeter, bunun dışında ne sün­nete, ne de başka bir kaynağa ihtiyaç yoktur iddiası yatmaktadır. Aklı peygamberin anla­yışının önüne geçirmek istiyorlar. Kur’an’la alâkalı peygamberin anlayışını, yorumunu diskalifiye ederek, onu kendi akıl­ları ve keyiflerince yorumlayarak arzularına teslim bir din yaşamak is­tiyorlar. Yani Kur'an’ı, peygamberin ki­tabı, peygambere gelen kitap, peygamberin anlayıp yaşadığı, peygamberin uygulayıp örneklediği bir kitap olmaktan çıkarıp kendilerince anlamak istiyorlar. Çünkü Kur’-an’ı peygamberin kitabı, peygamberin anlayıp yorumla­dığı bir ki­tap olarak kabul edip peygambere bağımlı anlamaya çalıştıkları za­man düşüncelerine, anlayışlarına peygamberî bir sınır gelecektir. O zaman hayatlarına yasaklar gelecek, onun anlayışının dışına çıkama­yacaklar ve daha bir müslümanca yaşamak zorunda kalacaklar. Ama peygam-beri ve peygamberin sünnetini, peygamberin anlayışını, pey­gamberin uygulamalarını diskalifiye ederek Kur'an’ı peygambere ba­ğımlı olma-dan anlamaya çalıştılar mı, kendi istedikleri gibi âyetleri yo­rumlama imkanları olacak, kendi arzula­rına göre onu anlamaya yol bulmuş olacaklar. İşte peygamberi ve onun sün­netini silmek isteyen­lerin tek derdi budur. İstiyorlar ki ben benim kitabımdan bunu anladım. Benim kitapta bunlar var. Ben böyle anladım, beni başkası bağlamaz, diyecekler ve keyiflerine uygun bir hayat yaşama imkânı bulabile­cek­ler.
Yani kendilerine ait kitapları olsun istiyorlar adamlar. Kendi nanelerine izin verecek, kendi keyiflerine ruhsat çıkaracak, kendile­rine tâbi, kendilerine özgü kitapları olsun istiyorlar. Müddessir sûre­sinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Hayır; onlardan her biri kendilerine önüne açı-lıver­miş sahifeler verilmesini isterler.”
(Müddessir 52)
Hayır hayır, bunların derdi her birerinin önüne açılmış sahi-feleri, kitap­ları olsun isterler. Hepsinin kendilerine mahsus kitap­ları ol-sun isterler. Yâni bunlar hepsi peygamber olsun isterler. Hep­sine ayrı ayrı birer kitap verilsin, hepsinin kendilerine mahsus kitapları olsun isterler. Hepsi kendilerinin özel kitapları olsun ve hepsi de kendi ki-taplarına bakarak Allah’ın istediği budur! Allah’ın muradı budur! Be­nim kitapta böyle deniyor! Ben bunu kitabımdan böyle anladım! de­mek isterler. Dolayısıyla benim anlayışım doğrudur! Benim düşün­cem, benim metodum, benim dinim, benim yaşadığım hayat doğru­dur! Kesin doğrudur! diyecekler, hiç kimseye bağımlı olmayacaklar, Allah’ın kitabını istedikleri gibi yorumlayacaklar ve keyiflerine geldiği gibi bir din yaşa­yacaklar.
Halbuki bu kitap önce Resûlullah Efendimize gelmiştir. Bu kita­bın ilk muhatabı odur. Bu kitabı ilk anlayan ve pratik hayatında uygu­layan peygam­ber ve onun ashâbıdır. Şimdi onun bir âyetle alâkalı anlayışı, uygulaması bilinmeden salt aklımızla anlayabileceğimizi na­sıl iddia edebiliriz? Değil Kur’an, insanların sözleri için bile bu geçerli­dir. böyledir. Faraza bir şairin yazdığı bir şiir var. Adamın şiirini on kişi yorumluyor, o kendine yorumluyor, öbürü kendine göre, beriki ken­dine göre yorumluyor ve hepsi de iddia ediyor ki bu şiirinde şair bunu demek istemiştir. Üstelik de hepsinin yorumu farklı, ama hepsi de id­dia ediyor ki şair burada şunu demek istemiştir. Halbuki şai­rin farklı bir demek istediği vardır elbette. Belki onlardan, o yorumlardan bi­rine uygundur, belki onlardan birine uygunluğu yüzde şu kadardır da, ama şairin demek istediği daha farklıdır.
Hani adamın biri evine soba kurmuş ve altını şöyle yarım metre kadar yerden tuğlayla yükseltmiş. Adamın evine gelen bir grup misafir tartışıyor­larmış, yahu niye böyle bu soba diye. Acaba neden tuğlayla sobanın altı ya­rım metre yukarıya kaldırılmış? Bunun sebebi n’ola ki acaba? Biri diyormuş ki, herhalde süs olsun diye böyle yap­mış. Öbürü diyormuş, yok ya tehlikeden dolayı, zeminde yangın filan olmasın diye yükseltmiş. Bir diğeri, galiba tuğla ısınınca daha fazla ısı versin diye. Sonunda demişler ki, bırakalım şu tartış­mayı da en iyisi ev sahibine soruverelim. Sormuşlar, adam der ki; pazar günü kurmuş­tum sobayı, aceleye denk geldi de bir yarım boru eksik olunca altını böyle yükseltiverdim mecburen. Bakın hiçbirinin dediği değil. İşte Kur'an’a vukûfiyet de böyledir.
Öyleyse bilelim ki, sünnet ve onun bir parçası olan hadisler, Kur'an’ın anlaşılmasında temel kriterdir, ölçüdür, bilirkişidir. Onsuz Kur'an’ı anlama­mız mümkün değildir. Mesela salât sünnetsiz biline-mez. Sünnetsiz bir salât sadece mücerret duadan ibarettir. Rasulullah efendimizin sünnetine müra­caat edince tekbirle başlayan, rükûsu, sü­cûdu olan, kıyamı kıraati olan ve sonunda selamla biten bir manzume olarak anlama imkanını buluruz na­mazı. Demek ki sünnetsiz, Rasu-lullahın anlayışına baş vurmadan anlaşılan Kur’an bizim kendi key-fimize göre bir Kur’an anlayışıdır ki Rasulullah Efen­dimizin bir ha­dislerinin beyanıyla: “Kur’an kişinin lehinde ve aleyhinde hüccet­tir” ifadesiyle o zaman bu anlayış bizim aleyhimizde bir delildir. Eğer öyle salt aklımızla, kendi hevâ ve heveslerimizle değil de Kur'an’ı sünnetle beraber anlarsak, sünnet önderliğinde anlamaya çalışırsak o zaman da Kur’an bizim lehimize bir delil olacaktır. Sünnetli Kur’an le­himize delilken, sünnetsiz Kur’an da aleyhimize delildir.
"Rasûlullah, Allah’ın kitabından Cibril’in kendi­sine öğrettiği miktarda tefsir ederdi."
(Tefsir-i İbni Kesir)
Bunun mânâsı, gerekli olanların bizzat Allah’ın dilemesi ve öğ­retmesi ile peygamber (as) tarafından açıklanmasıdır. Zaten bunun için Rasûlullah’ın açıklamalarına müracaat etmek zorundayız. Aksini iddia Allah’ın muradının aksidir. Mütearrif bin Şihhir şöyle der:
"Vallahi biz Kur'an-ı Kerîm’in bir mukabili oldu-ğunu söylemiyoruz ama, Kur’an’ı her bakımdan bizden daha iyi bilen Peygamberin olduğun söylüyoruz.”
Tabii bu konuda yetki devri, bizzat bu yetkiyi devreden Rabbi-mizin kitabında mevcutsa o zaman bu konuda başka söz söylemenin anlamı yok­tur. İşte size Nahl sûresindeki âyetleri okudum. Daha geniş bilgi almak istiyorsanız; (Bakara: 127,129,151, Âl-i İmrân: 31,32,-164, Cum’a: 2, Ahzâb: 21,36 A’râf: 157 Haşr: 7 Nisâ: 59, 61,64,65,-80,105 Şûrâ: 15 Nûr: 51 Fetih: 10 Muhammed: 33) âyetlerine bakabilirsiniz.
C- Kur’an’ı anlamak için müracaat edilecek üçüncü kaynak sahâbe-i kirâm efendilerimizdir.
Kur’an’ı anlayabilmek için Rasulullah efendimizin mübarek as­habının sünnetine, anlayışına, yorumuna, uygulamalarına başvurmak zorundayız. Çünkü Rasulullah efendimizin muhterem ashabı bizzat Allah tarafından tez­kiye edilmiştir.
«
“İyilik yarışında önceliği kazanan Muhacirler ve Ensar ile, onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut ol­muştur, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. Allah onlara, içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler ha­zırlamıştır; işte büyük kurtuluş budur.”
(Tevbe 100)
İyilik yarışında, takva yarışında, Allah’a kulluk ve Rasulullah’a ittiba konusunda en önde giden, bu ümmetin en bereketli dönemini, kuşluk vaktini idrak eden sahâbe-i kirâm efendilerimizden ve güzel­likle onların yolunu tâkip edip, onların yollarına, sünnetlerine, anla­yışlarına uyanlardan razı olduğunu ve onların kurtulduklarını haber veriyor Rabbimiz.
Rasûlullah efendimiz de bir hadislerinde pırlanta ashabını şöyle tez­kiye eder:
“Ümmetimin en hayırlıları benim aralarında pey-am­ber olarak gönderildiğim bu nesildir. Sonra onlar­dan sonra gelecek olanlar, sonra onlardan sonra gelecek olanlar..
Râvî diyor ki, üçüncü nesil zikredildi mi, edilmedi mi? bunu en iyi bilen Allah’tır. Sonra şöyle buyurdu:
“Sonra onların yerine şişmanlığı seven ve şahitlik etmeleri istenmeden önce şa­hitliğe koşan bir toplu­luk gelecektir.”
Müslim, Fezâilüs -Sahâbe 214)
Abdullah Bin Ömer efendimiz de -Allah onlardan razı olsun- der ki:
“Her kim birilerine uymak isterse Muhammed (as)-ın asha­bına uymaya baksın. Çünkü onlar bu ümmetin en hayırlıları idi. Kalpleri en iyi, ilimleri en derin, buna karşılık kendile­rini gereksiz külfete sokmaktan en uzak kimselerdi. Rabbimizin peygamberinin sohbetine seçtiği bir topluluktu onlar. Kâbe’nin Rabbi olan Allah hakkı için onlar dosdoğru bir hidâyet üzere yürüyorlardı.”
Kur’an’ı anlama, yorumlama ve pratik hayatta yaşama nokta­sında sahabenin sünneti, sahabenin anlayışı ve uygulamaları da bi­zim için başvu­rulacak örnektir. Çünkü sahâbe-i kirâm efendilerimiz peygamberle birlik dü­şünülmesi gereken bir gerçektir. Biz biliyoruz ki sahâbesiz bir peygamber düşünülemez. Zira bu din tek başına yaşa­nılacak bir din değildir. Sünnetullah gereği Allah bu dini ferde gön­dermemiştir. Bu Hz. Adem’den bu yana hep böyle olagelmiştir. Pey­gamber vasıtasıyla topluma gönderilen din, toplumun içinden odak nokta olarak seçilen peygamber tarafından topluma ulaştırılmış, pey­gamberle beraber o toplum tarafından anlaşılmış ve yaşanmıştır. Al­lah’ın Resulü din olarak kendisine gönderilen mesajı fert olarak ken­disine yansıyan yönüyle aynen uygulamış ve aynen ashabına da uy­gulatmıştır. Böylece sürekli Allah kontrolünde bir beşer olarak pey­gamberin uyguladığı ve uygulattığı dinin, sahâbe neslinde kıyamete kadar tüm insanlığa örnek olacak bir biçimde tezâhür ettiğini, yaşanır, yapılabilir hale geldiğini görüyoruz.
Öyleyse sahâbe dinde bizim için en büyük örnektir. Zira sa­hâbe dö­nemi sorularına binaen, problemlerine binaen vahiy gelen bir topluluktur. Kur’an onların arasında indi ve tamamlandı. Din onların hayatında tekemmül etti. Dinin anlaşılması, âyetlerin anlaşılması ve din adına ortaya çıkan ihtilâf­ların çözüme ulaştırılması o dönemin sosyal hayatının bilinmesini gerektirir. Bu bilinmeden âyetin tamamen anlaşılması mümkün değildir. Çünkü o âyet kim hakkında geldi? Ne yaptı da geldi? Sonunda ne oldu? Bunlar bilinmeden âyetin anlaşıl­ması mümkün değildir. İşte sahâbenin bizim hayatımızdaki, bizim di­nimizdeki önemi burada ortaya çıkmaktadır. Zira sahâbe rey ve ic-ihadın temel unsuru olan lügatin esasını, vâzıını, Arap âdetlerini, Kur’-n’ın indiği dönemdeki yahudi ve hıristiyanların sosyal durumla­rını, nü-ûl sebeple­rini çok iyi biliyordu. Onun içindir ki sahâbenin âlimlerinden Abdullah İbni Mes’ud efendimiz der ki:
“Vallahi Kur’an’da inen herhangi bir âyetin nerede, ne zaman, ki­min hakkında ve hangi konuda indiğini ben biliyorum.”
Eğer varsa içinizde ben bunu ondan daha iyi bilirim diyen bir babayi­ğit o zaman ona bir sözüm yoktur. O halde sahâbe din konu­sunda, dinin an­laşılması, Kur’an’ın anlaşılması konusunda kendilerine müracaat edilmesi gerek ikinci kaynaktır. İhtilâf konularında da sahâ­benin sünnetine müracaat etmek zorundayız.
Sonra tâbiîn, tebe-i tâbiîn döneminden günümüze gelinceye ka­dar Kur’an konusunda söz söyleme yetkisinde olan tüm selef âlim­lerimizin anla­yışlarına müracaat ederek Kur’an’ı anlamaya çalışaca­ğız.
Acaba Kur’an-ı Kerîm’i herkes anlayabilir mi? Yoksa onu sadece birtakım büyük zâtlar mı anlar?
Hamd olsun O Allah’a ki kulu Muhammed'e eğri bir taraf bırakmadığı dosdoğru kitabı indirmiştir.
(Kehf 1)
Rabbimizin elçisine indirdiği bu kitap eğri büğrülüğü olmayan bir ki­taptır. Bu kitapta her hangi bir tenâkuz, bir çelişki, bir uyumsuz­luk, bir münâ­sebetsizlik yoktur. Onda insanların anlayamayacağı, şaşkınlığa düşerek bo­calayacakları bir karışıklık, bir bulanıklık, bir tutarsızlık yoktur. Ne dediği, ne istediği belli olmayan bir kitap değildir. Bu kitap her sınıf ve her dönem insan­lığının anlayabileceği doğru­luk-ta, netlikte ve berraklıkta bir kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli sınıf insanların anlayabilecekleri, diğerlerinin anlayamaya­rak bocala­ya-cakları, içinden çıkamayarak sapıtacakları bir kitap değildir bu ki­tap. Bir açıdan doğru, bir başka açıdan eğri büğrü değildir. Birilerine göre doğru, bir başkalarına göre ise eğri büğrü değildir. Âyetlerinde, ya-salarında, hükümlerinde hiç bir tenakuz yoktur. Tüm diğer kitaplar­dan üstün, arınmış, insan eli değmemiş bir kitaptır bu. Bu konuda birkaç yanlış anlayıştan da söz etmek isterim:
Müslümanlardan büyük bir çoğunluk şöyle inanıyorlar: Efen­dim, Kur’an gibi yüce bir kitabı bizim anlamamız mümkün değildir. Biz kim, bu Allah kelâmını anlamak kim? Bu kitabı ancak büyük zâtlar anlar. Bizler bu Allah kitabını eli­mize almaya bile lâyık insanlar değiliz diyerek Allah’ın kitabına karşı bir ür­keklik taşımaktadırlar.
Bakara sûresinin 104. âyetinde yahudilerin “Râinâ ya Resû-lallah” dedikleri anlatılmıştı. Yahudiler bu keli­meyi kullanırlarken; Ey peygamber, biz senin ne dediğini anlayamıyoruz. Biz senin okuduğun bu kitabın âyetlerini anlamaktan uzağız demeye getiriyorlardı. Biz sü­rüleriz demeye getiriyorlardı da Allah buyurdu ki; Ey müslümanlar! Sakın sizler bu yahudiler gibi olmayın! Sizler Peygam­ber karşısında sürüler kesilmeyin! Dinleyin! Söze iyice kulak verin! Peygamberin sözleri, peygamberin benden getirip sizlere duyurduğu bu mesaj an­laşılmayacak bir mesaj değildir. O mesaj karşısında sürüler kesilme­yip iyice dinlerseniz, kulak verirseniz mutlaka onu anlayacaksınız bu-yurulmaktadır. Sakın sizler o yahudiler gibi olmayın ve onların kul­lan-dıkları bu başka mânâlara çekilebilecek kelime­leri kullanmayın! Buyu-ruyordu Rabbimiz.
Rabbimiz kitabındaki bu ve benzeri âyetleriyle biz Müslüman-ların kitap ve peygamber karşısında bu alçak yahudiler gibi sürüler kesilmeme­mizi, bu kitabın âyetlerini ve bu peygamberin hadislerini anlayamayız diyerek peşin bir aptallığa düşmememizi emrediyor. Ki­tap ve peygamber karşısında sürüler kesilerek: Efendim biz kim bu kitabın âyetlerini anlamak kim? Biz nerede bu peygamberin hadisle­rini anlamak nerede? Onu ancak büyük zat­lar anlar. Bizler onu oku­yup anlamak şöyle dursun, hâşâ elimize almaya bile lâyık değiliz tav­rında olanların alçak yahudiler olduğunu haber veriyor. Ey Müslü­manlar, sizler böyle yapmayın! Kitap ve peygamber karşısında sürüler kesilmeyin! Dinleyin! Söze kulak verin! Kesinlikle bilesiniz ki ben kita­bımı sizin anlayabileceğiniz ve yaşayabileceğiniz bir özellikte gönder­dim. Ben peygamberimi sizin anlayabileceğiniz ve uygulayabileceği­niz, örnek alabile­ceğiniz bir özellikte gönderdim. Sakın bu konuda yahudiler gibi davranarak bana iftira etmeye kalkışmayın buyurmak­tadır.
Tıpkı lânetlik Yahudiler gibi bugün kimi Müslümanlar, kendile­rini bu kitabın sorumluluğundan kurta­rabilmek için kendilerini aptal ye­rine, ahmak yerine koyu­yorlar. Biz gerçekten senin ne demek istedi­ğini, bu Kur’an’ın ne demek istediğini anlayamıyoruz ey peygamber di­yorlar. Bunu anlayabilecek, kavrayabilecek zekâya, anlayışa, kavra­yışa sahip olmadıklarını söylüyorlar. Allah korusun, bunu söyleyenler Allah’a iftira ediyorlar. Halbuki Allah sizin güç yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim, diyor. Bunlarsa hâşâ: Ya Rabbi bizim anlayamaya­cağımız, kavrayamayacağımız bir kitapla bizi sorumlu tutmuşsun di­yerek Allah’a iftira ediyorlar.
Çünkü Allah’ın kitabı apaçıktır. Mübîndir Kur’an. Çünkü bu Kur’an insanlar için indirilmiş bir kitaptır ve elbette onu anlayacak olanlar da insan­lardır.
“Apaçık Kitaba andolsun ki, akledesiniz diye Kur’-an'ı Arapça okunan bir Kitap kılmışızdır.”
(Zuhruf 2,3)
Kitap apaçıktır. İmanı, hidâyeti, Allah yolunu, sırat-ı müstakimi apaçık ve net bir biçimde, herkesin anlayabileceği bir açıklık ve netlik için anlatan, ortaya koyan bir kitaptır bu kitap. İçinde insanla alâkalı, insan hayatıyla alâkalı apaçık âyetler bulunan ve insan hayatıyla alâ­kalı her şeyi açık açık beyan eden bir kitap. Herkesin anlayabileceği açıklıkta bir kitap. Hem de apaçık bir Arapça ile, insanların konuştuk­ları bir dil ile indirdi Allah onu. Kimse bu kita­bın anlaşılmazlığını iddia edemez. Hiç kimse bu kitabın sorumluluğundan kendisini kurtaramaz. Hiç kimse; ben bu kitabı anlayamıyorum, ben bunu anlayamam deme hakkına sahip değildir. Allah, bu kitabı insanların konuş­tukları, bildik­leri bir dille, Arapça olarak göndermiştir. Kuş diliyle, melek diliyle ya­hut da insanların anlayamayacakları bir dille değil, yeryüzünde konu­şulan bir dille göndermiştir.
Öyleyse hiç kimsenin bu konuda Allah’a iftira etmeye hakkı yoktur. Çünkü indiği dönemde herkes anladı onu. Bir kadın olarak Ha­tice anamız anladı, mü’min oldu, küçük bir çocuk olan Hz. Ali efen-dimiz an­ladı, mü’min oldu, bir köle olan Hz. Zeyd anladı, mü’min oldu, Bilal anladı, mü’min oldu, orta yaşta bir insan olan Ebu Bekir efendimiz anladı, mü’min oldu. Velid Bin Muğıre, Ebu Cehil anladı, kâfir oldu. Toplumda bu Kur’an’ı anlamayan bir tek insan yoktu.
Onun içindir ki Mekkeliler Ebu Bekir’in okuduğu Kur’an’a engel olmaya çalışıyorlardı. Ey Ebu Bekir, buna asla izin veremeyiz, çünkü senin okuduğun Kur’an bizim çocuklarımızın kalplerine tesir ediyor di­yorlardı. Abdullah Bin Mesu’d Rahmân sûresini Kâbe’nin avlusunda okuyunca, tüm müşrikler üze­rine çullandılar ve öldüresiye dövdüler onu.
Evet nasıl ki o gün bu Kur’an’ı anlamayan yoksa bugün de her­kes bunu anlamak zorundadır. Herkes bu kitabı anlayabileceği cinsten okumak zorundadır. Yâni bu kitaba iman eden anlaya anlaya iman edecek, inkâr eden de anlaya anlaya inkâr edecektir. Bunun başka bir yolu yoktur. Ve de kim bu kitabın anlaşılamayacağını iddia ederse Al­lah’a en büyük iftirayı yapmış olur.
Öyleyse bu kitap okunacaktır, ama anlayarak okunacaktır. Çünkü anlaşılacak bir açıklıktadır bu kitap. Kimse bu kitabın anlaşıl­mazlığını iddia edemez, hiç kimse bu kitabın sorumluluğundan kendi­sini kurtaramaz. Hiç kimse ben bu kitabı anlayamıyorum, ben bunu anlayamam deme hakkına sahip değildir. Çünkü Rabbimiz anlayası­nız diye, hayatınızı bu kitapla dü­zenleyesiniz diye bu kitabı insanların konuştukları, bildikleri bir dille, Arapça olarak göndermiştir.
Değilse anlamadan okunan bir Kur’an’da, anlamadan iman edilen bir Kur’an’da hayır yoktur. Üzerinde düşünülmeden, ne dediği bilinmeden oku­nan bir Kur’an’a nasıl Kur’an diyebileceğiz de? Böyle reddedenler neyi red­dettiklerini söyleyebilecekler de? Hayata karış­mayan, kalbe etki etmeyen bir kitaba nasıl Kur’an denebilecek de? Bana konuşmayan, bana bir şeyler söylemeyen, bana ümitler verme­yen, bana korkular sunmayan, bana şunu yap, bunu yapma demeyen bir Kur’an, Kur’an değildir. Bizler de bugün tıpkı o gün Rasûlullah’ı dinleyip de iman edenler gibi iman etmek zorundayız.
Bir grup müslüman, efendim Kur’an bir dönem anlaşılmış ve fıkha, fıkhî kalıplara dökülmüştür. Ecdat onu anlayıp fıkha dökmüştür. Bizim onlar gibi Kur’an’ı anlama imkânımız olmadığı gibi, anlama so­rumluluğumuz da yoktur. Onun için biz, başka değil onların anlayışına tâbi olmak zorundayız. Binaenaleyh bugün Kur’an’ı yeniden anlamaya çalışmak yerine fıkıh okuya­lım. Kur’an’ı da anlamak ve uygulamak üzere değil, ibâdet kastıyla okumalı­yız diyorlar. Ve böylece tamamen geçmişe teslim olmamız gerektiğini iddia ediyorlar.
Bir başka grup müslüman da, bunların tamamen zıddına, efen­dim geçmiştekilerin anlayışı bizi bağlamaz. Onlar bizim için ayak bağıdır. Geç­miştekilerin, Rasulullah’ın, sahâbenin, tâbiînin ve mücte-hid imamların Kur’an’ı nasıl anladıkları, nasıl uyguladık­ları bizi hiç mi hiç ilgilendirmez. On­ların anlayışları kendilerini ve kendi dö­nemlerini ilgilendirir. Bizler onlara hiç bakmaksızın salt aklımızla Kur’an’ı anla-ak ve hayatımıza aktarmak zorun­dayız diyorlar.
Bu anlayışların ikisi de bâtıldır. Birisi ifrat, diğeri de tefrittir. Ne tümüy­le kayıtsız şartsız geçmişe teslim, ne de tümüyle geçmişi silmek doğrudur. İşin doğrusu, bugün bizler de Allah’ın kitabını anlamaya ça­lışmak zo­rundayız. Ama bu işi yaparken de geçmişi silerek değil, bilâ­kis Al­lah’ın Resûlünden bugüne kadar Kur’an’la alâkalı, o âyetle alâ­kalı kim ne demişse, nasıl anlamış­sa onlara da müracaat ederek bu­gün biz de anlayabildiğimiz kadarıyla Kur’an’ı anlamak zorunda­yız. Çünkü bu kitap, sadece onlara değil, bize de gelmiştir. Onların Müs­lümanlık adına bu kitaptan sorumlu oldukları kadar, bizler de so-rum­luyuz. Onlardan kulluk isteyen Allah biz den de iste­mektedir.
Öyleyse bugün biz de okuyup anlamaya çalışacağız bu kitabı ama, bizden ön­cekileri silmeden. Vallahi eğer şu kitap sadece bana gelmiş olsaydı, ilk defa bana gelmiş olsaydı, Rabbim direk bunu bana göndermiş ol­saydı o zaman kimseyi takmaz sadece onu kendim anlar ve anladı­ğım gibi uygulardım. Ama bu kitap ilk defa bana gelmemiş. Benden önce de Rasulullah efendimizden bu yana her dönem bunu anlayan­lar ve yaşayanlar olmuş. Öyleyse elbette ben ukalâlık etmeyerek benden öncekilerin anlayışlarına da müracaat etmeliyim.
Kur’an’ı anlayabilmek için Arapça bil-mek şart mıdır? Arapça bilmeyenler bu kita-bı anla­yamazlar mı?
Bugün bazı Müslümanlar şöyle diyerek kendilerini bu kitabı okuma ve anlama sorumluluğundan kurtarmaya çalışıyorlar: Efendim, ben Arapça bilmiyorum. Böyle bir eğitim almadım, alamadım. Çok is­tedim ama İmam-Hatip ve İlâhiyatta okuyamadım. Bu durumda benim bu Kur’an’ı anlama, kav­rama imkânım yoktur. Siz ısrarla diyorsunuz ki ben müslümanım diyen her­kesin bu kitabı okuma, anlama ve pratik hayatına aktarma mecburiyeti vardır. Peki şimdi anlayamayacağım bir şeyle beni nasıl sorumlu tutarsınız?
Bir kere bunu ben değil, Allah söylüyor. Allah, ben de müslü-manım, benim de bir kitabım var diyen herkese bu kitabını göndermiş ve herkesi bu kitabıyla sorumlu tutmuştur. Binaenaleyh eğer bir itirazınız varsa bunu bana değil, Allah’a yaparsınız. Allah’a mazeretinizi sunun ve deyin ki; ya Rabbi, bu nasıl bir iştir? Beni hem Arap bir anadan ba­badan dünyaya getirmedin, hem de böyle Arapça bir kitabı anlamakla sorumlu tuttun. Hem bu kitabı anlaya­cak kapasitede yaratmadın, hem de bu kitabın sorumluluğunu bana yükledin deyin. Ama bilesiniz ki sizi yaratan, sizi bu kitapla sorumlu kılan Allah sizin gücünüzü, kapasite­nizi sizden daha iyi bilendir. Ben kullarıma onların takat­lerinin yetme­yeceği bir yük yüklemedim diyendir.
Arap olmadığımız için, Arapça bilmediğimiz için ona asla ula­şa­ma­yız, onu asla anlayamayız diyorsunuz öyle mi? Peki Allah katın­da bu Arapla­rın torpili nerden geliyor? Hayır hayır, Kur’an ve sünnet bilmeyi, Kur’an ve sünnet bilgisine ulaşmayı Arapça bilmeye bağla­maya gerek yoktur. Okuma yazma bilmemeye bağlamaya da gerek yoktur. Ona ulaşma, onu öğrenme çabasına niye bağlamıyoruz bunu? Yani sen kendi köşene çekilmişsin, Kur’an öğrenmeye hiç say’et-miyorsun ve birilerinin getirip sana Kur’an öğ­retmesini bekliyor­sun. Sonra birileri zorla sana Kur’an getiriyor, sen bunu da reddedi­yor, yoo! İstemem! Bana Kur’an’ı getirmeyin! Benim ona ihtiyacım yok di-yorsun. Yâni benim elime Kur’an’ı vermeyin! Beni ona ulaştır­mayın! Onu bana getirmeyin! Onun okumasını bana öğretmeyin! di­yorsun. Yâni Kur’an’ı sana getirecek, okutacak, öğretecek, tanıtacak kimse-lerle de ilgi kurmuyorsun, sonra da bana soruyorsun, ben bu halimle bu kitabı öğrenebi­lir miyim? Ben Kur’an’ı anlayabilir miyim? Mümkün değil kardeş, sen kıya­mete kadar bu kitabı öğrenemezsin! Kıyamete kadar bu kitabı anlayamaz­sın!
Öyle değil mi ama? Yani sen bu kitapla ilgi kurmaya yanaşma, bu kitabı öğrenmeye yönelme, on­dan sonra da de ki; ben Arap olmadığım için, Arapça bilmediğim için bu kitabı anlayamıyorum, benim suçum ne? Eğer Allah sana hayat programı olarak bu kitabı göndermiş, bu kitabın istediği bi­çimde bir hayat yaşaman gerekir demiş, ama beri tarafta senin dediğin gibi se­nin için bu kitabı öğrenme yollarını da kapatmışsa o zaman -hâşâ- zalim olan O’dur, bana ne bundan? Yani bu durumda, Allah ya sana bu kitabı anlaya­caksın, bu kitabın tarif ettiği bir hayatı yaşayacaksın dememiştir, ya da senin bu kitaba ulaşma yollarını kapatmamıştır. Bunun ikisi birden mümkün değildir kardeş. Eğer sen diyorsan ki bu kitaba ulaşma yolları bana kapalıdır, o zaman ben derim ki, bu senin ve Allah’ın bileceği bir iştir, bana sormana gerek yoktur. Şikâyetini arz edeceğin makam Allah’tır.
Böylece kolay yoldan kendilerini sorumluluktan kurtarma ça­bası içine giren bu insanlar şunu demek istiyorlar: Allah, bu kitabı Arapça bir kitap ola­rak göndermekle hâşâ Araplara torpil geçmiştir. Öyleyse bu kitabı Araplar kadar anlama imkânına sahip olan ben de torpilliyim bunu diyenlere göre. Öyle değil mi? Bunu diyenlere göre ben bu kitabı biraz biraz biliyor muyum? Öyleyse onlara göre ben de torpilliyim. Peki ben Arap değilim, benim torpilim nerden geliyor ya?
Yok yok, öyle değil mesele. Mesele şudur: Çalışan, gay­ret eden tor­pillidir. Eğer Allah bu kitabı anlama konusunda sana çalışma ve gay­ret etme imkanı vermedi de sadece bana verdiyse, sonra da ikimizi de aynı şeyle sorumlu tuttuysa, o zaman -hâşâ- bunu diyenler Allah zalimdir demeye getiriyorlar işi ki, bunu demeye bir müslüman olarak hiç kimsenin hakkı yoktur. Çünkü ben hiç böyle görmedim. Önemli olan fırsatta eşitliktir. Allah herkese bu konuda fırsat tanımıştır. Ama kimileri Allah’ın kendisine ta­nıdığı bu fırsatı değerlendirirken, kimileri de değerlendiremez. O zaman bu durumda suçlu kim? Allah mı? Hâşâ, sümme hâşâ. Kaldı ki işte örneklerini görüyoruz ki adam Arap oluvermekle de hemen Kur’an’ı anlar olmuyor. Öyle değil mi? Pey­gamberi görüvermekle insan müslüman oluvermiyordu. Bir Ebu Ce­hil’i, bir Ebu Leheb’i ne çabuk unuttun? Yemenden gelirdi, Sudandan, Anadolu’dan gelirdi müslüman olurdu da adam, ama burnunun di­binde bulu­nanlar iman etmezlerdi.
Öyleyse benim bildiğim Kur’an’ı anlamak için Arapça bilmek şart değildir. Kur’an’ı bilmek şarttır. Hattâ bunu Kur’an dışında da öğrenmek mümkündür. Mesela deveye baka­rak, kuşlara nazar ederek, semaya, arza bakarak, dağlara, derelere giderek, başkalarına sorarak da öğrenebiliriz.Yeter ki biz öğrenmeye niyet edelim.
Kur’an’ı nasıl okumalıyız?
Okumak nedir, önce bu konuda bir açıklama yapalım. İslâm’ın okuma dediği eylem, dört âzanın işlev gördüğü eylemdir. Bir okuma eyleminde, göz görür, dil telâffuz eder, akıl tercüme eder, kalp de ta­vır alır. Göz görecek, dil harfleri mahrecinden çıkarıp telâffuz edecek, akıl okunan bölümü anlayıp, tercüme edip kalbe aktaracak, kalpte ona göre tavır alacak. Eğer bir okuma eyleminde bu dört âzadan birisi devre dışı kalmışsa İslâm buna okuma demiyor. Meselâ göz görür, dil telâffuz eder, ama okunan bölümüm anlaşıl­madığı için akıl tercüme etmez ve kalbe aktarmazsa buna okuma denmez. Akıl okunan bölü­mü anlayıp, tercüme edip kalbe aktarmalı, kalpte ona göre bir tavır almalı ki buna okuma densin. Peki kalp nasıl tavır alır? Okunan âyet­lerde eğer cehennem, azap, vaîd konuları gündeme gelmişse kalp kor­kar, titrer, ürperir. Eğer cennet, rahmet, nimet konuları zikredil­miş-se kalp sevinir, coşar, taşar ve heyecandan kabına sığmaz bir hal alır. Eğer kâfirlerin, müş­riklerin, ehl-i kitabın Allah’a iftiralarının gün­de-me geldiği âyetler okunuyorsa kalp saygıdan boyun büker, onlar adına Allah’tan özürler dileme makamında olur. Estağfirullah, ya Rabbi senin hakkında nasıl diyebildiler bunu? Nasıl cesaret edebildi­ler sana karşı bu iftiralara? Ya Rabbi ben o ahmaklar adına senden özür diliyorum, deme konumunda olur kalp. Tabii okunan âyetlerin mânâsı anlaşılmayınca kalbin bu tür tavırlar alması mümkün olmaya­caktır.
Öyleyse okunan bölümün mânâsı mutlaka anlaşılmalıdır. Oku-nan bölümün mânâsını anlamadan mücerret okumak, Allah’ın is­tediği bir okumak değildir. Allah’ın istediği okuma kişinin gözü ile ilgi kur-duğu gerçeği, emir veya nehiy olarak aksettirmesidir. Yâni gördün ki bir kız açık saçıksa ona bakmaman gerektiği emrini kendine ala­cak-sın veya ona yardım etmen ger­çeğini anlayacaksın. Yâni o gördü­ğün kişiyle bir ilgi kuracaksın. Yâni o gör­düğün şeyle, gözünle okudu­ğun bölümle, âyetle bir ilgi kuracaksın. İşte oku­mak budur. Okumak oku-nan şeyle ilgi kurmaktır.
Ama öyle olmamış. İnsanlar Kur’an okumayı böyle anlama­mışlar. Nasıl olmuş? Kur’an okumak denilmiş, tamam birisi mücerret tilâvet etmiş, yâni teyipcilik yapmış, okunan şeyle ilgi kurulmamış, ne olduğu, ne dendiği, ne istendiği anlaşılmaya ve gereği yerine getiril­meye çalışılmamış. Peygam­berin kesin nehyine rağmen bu okuma şuradan aşağıya hiç intikal etmemiş, gırtlaktan aşağıya inmemiş, ama buradan yukarısında mest olunmuş, ayak­kabı olunmuş, kendin­den geçilmiş, güzel de okumuşlar kendilerince, ama bu Kur'an okuma ol-mamış. Halbuki Kur’an okumak, yâni meselâ okuduğun âyet sen­den namaz mı istedi veya senden şöyle bir hayat programına geç­meni mi öğütledi, hemen onunla ilgi kurarsan bu okumadır, değilse onun adına okuma denmeyecektir.
Bakın gerçek okumayı anlatırken bir hadislerinde Allah’ın Re­sûlü şöyle buyurur:
“Bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa ve de okuduklarını kendi arala­rında ders haline getirirlerse onların üzerine Al­lah’ın rahmet ve sekîneti iner.”
Demek ki bizden istenen sadece mücerret okumak değil, oku­nanları ders haline getirip, aramızda müzakere edip okunan bölümü anlama ve ya­şama kavgası içine girmektir. Eğer insanlar Kur’an’ı sa­dece okur, ama onu kendi aralarında ders haline getirmezler, oku­dukları âyetlerin ne anlama gel­diğini, kendilerinden nasıl bir hayat is-tediğini anlamaya yanaşmazlarsa, okudukları âyetlerle hayatlarını dü-zenleme kavgası içine girmiyorlarsa kesin­likle bilelim ki buna okuma denmeyecektir.
Öyleyse zinhar anlamadan oku­mayacağız ki­tabı. Unutmayalım ki Allah’ın ne buyurduğunu, ne istediğini anla­yarak okunacak bir tek âyet, anlamadan okunacak bin hatimden daha hayır­lıdır. Unutmayalım ki okunan âyetlerin anlamını kavramaya çalışmı­yor, kalp de okunan âyetlerin ortaya koyduğu mânâlar istikâmetinde bir tavır alıp etkilenmiyorsa, sadece dilin hareket etmesinin hiçbir mâ­nâsı yoktur.
Çünkü Kur’an’ın okunmasından maksat tedebbürdür. Yâni dü­şünerek onun ne dediğini anlamaya çalışmak ve hayatı onunla dü­zenlemektir. Hz. Ali efendimiz buyurur ki:
“Anlamayarak yapılan ibâdette ve düşünülmeden ger­çekleştirilen kıraatte hayır yoktur.”
Zaten Allah’ın Resûlü bir hadislerinde kişinin okuduğu şeyle kalbinin irtibatının kesildiği ve okuduğu âyetlerden başka şeyler dü­şünmeye ve dikkati başka taraflara dağılmaya başladığı andan itiba­ren onun okumaya devamını menetmektedir. Çünkü bu bir roman, bir hikâye, alelâde bir insan sözü değil ki böyle bir durumda insan onunla ilişkisini sürdürebilsin.
Selef âlimlerimizin hepsi böyle düşünür, böyle inanırdı. Bakın Süley­man Ed -Dârâni:
“Anlamadığım ve kalp huzuruyla okumadığım âyet­lerden sevap alacağımı ummuyorum. Ben bir âyeti oku­rum, sonra dört beş gece onunla meşgul olurum ve onu iyice an­lamadan başka bir âyete geçmem.” der.
Yine selef âlimlerimiz meselâ bir Bakara sûresini anlayabilmek için yıllarca üzerinde düşünmüşlerdir. Meselâ bir hatmi otuz senede bitirenler vardır.
Mâlik Bin Dinar der ki:
“Ey Kur’an okuyucuları! Ey ehli Kur’an olanlar! Okuduğunuz Kur’an sizin kalplerinize ne ekti ona bir ba­kın. Nasıl ki yağmur arzın baharı ise okuduğunuz Kur’an da mü’minin kalbinin baharıdır.”
Katâde de der ki:
“Kur’an ile oturup kalkan ya kâr eder, ya da zarar eder.”
Öyleyse Okuma = Anlama + başkasına anlatma + uygulama, yâni okunanı yaşama, okunanla hayatı düzenleme + samimiyettir di­yebiliriz. Nite­kim Allah’ın Resûlü kendisine gelen bir vahyi önce ken­disi okur, kendisi öğ­renir, eksiksiz olarak onu hayatında uygular, son-ra da hiç beklemeden ve en küçük bir parçasını bile gizlemeden onu insanlara aktarırdı. Ve bu konuda da hasbî davranırdı. Onun kutlu yolunun yolcuları olarak bizler de böyle olacağız inşallah.
Unut­mamalıyız ki, Kur’an “Karae” kökünden gelen bir kelimedir. Okunak anlamına. Demek ki bir şeyin, bir metnin, bir mesajın Kur’an olabil­mesi için okunması gerekmektedir. Okunmayan şeye Kur’an denmez. Bir kitap ki eğer o okunmuyorsa, okunmak için değilse ona Kur’an denmeyecek­tir. Elimizdeki şu kitabı okumanın dışında nerede ve nasıl kullanırsak kullana­lım buna Kur’an denmeyecektir. Okumak ise duyu­larla algılanan bir mesajın kişiye onu amele sevk etmek üzere bir şeyler söylemesi, görevler yüklemesi anlamına gelmektedir.
Kur’an’da ondan hakkıyla istifade ede­bile­cek biçimde okumak konusunda şunlara dikkat çekilir:
1: Kur’an’ı ağır ağır okumalıyız.
Allah kelâmı üzerinde düşünmek ve murad-ı ilâhiyi iyice kavra­yabil­mek için ağır ağır okumak zorundayız. Kitabımızın Müzzemmil sûresinin beyânıyla “Tertîlâ” okumalıyız. Yâni yavaş yavaş, tertîl ile, mânâya nüfuz ederek, düşüne düşüne, tedebbürle, tefekkürle oku­malıyız. Okuduğumuz, ilgi kurduğumuz âyetlerinde Rabbimiz tarafın­dan bize neler dendiğini anlamak, kavramak, denenleri yaşamak üze-re, yapmak üzere okumalıyız. Allah diyor olarak ve Allah’ın de­diklerini hayata hakim kılmak, hayatı onlarla düzenlemek üzere oku­malıyız. Hayatımı düzenlemek için ben bu kitaba muhtacım, ben sa­dece buna muhtacım, bundan başkasına asla muhtaç değilim diye oku­malıyız. Başka çarem yok, ben bu kitapsız yaşayamam. Bu kitap olmadan ha-yatıma program yapamam. Bu kitabı tanımadan Allah’ın istediği kul-luğu yaşayamam. Bu kitap olmadan cennet yolunu bula­mam. Yâni ben bunsuz çare bulamıyorum diyerek, çaresizlikten kıv­ranarak, çare-yi sadece bunda görerek okumalıyız. Çare bu kitaptadır diyerek oku-malıyız.
İşte tertîl’in mâ­nâları bunlardır. Rabbimiz işte böyle okudu-ğunuz âyetlerin mânâlarını dü­şüne düşüne, âyetlerin bi­lincine ere ere, ne dediğimizin ne okuduğumuzun, Allah’tan hangi mesajları aldığımı-zın ve Allah’a hangi sözleri verdiğimizin farkına vara vara okumalıyız.
Yâni Allah’ın Resûlü bu kitabı nasıl okuduysa, hangi gayeyle, hangi niyetle okuduysa o şekilde okuyacak, okumanın şeklini, biçi­mini, zamanını, miktarını, sayısını, oranını, hedefini onun tayin buyur­duğu biçimde tayin ede­ceğiz. Biz biliyoruz ki Allah’ın Resûlü bu kitabı anlamadan sadece mücerret okumak için asla okumadı. Sadece bilgi olsun diye okumadı, okuduğu âyet­ler kalbine, hayatında indi Resû-lullah efendimizin.
Eğer okuma konusunda bir sayı vermemiz gerekirse, tıpkı sa­hâbe-i kirâm efendilerimizin yaptığı gibi bir okuyuşta on âyet okuya­cağız, o on âyeti anlayıp uygulamadıkça öteki on âyete geçmeyece­ğiz. Veyâ bir bölüm oku­yacağız, o bölümü anlayıp, iman edip, amele dönüştürdükten sonra bir başka bölümü okumaya yöneleceğiz. Yine Resûlullah efendimiz Kur’an’ı baştan sona hatmetme konusunda en az yedi güne izin vermiştir. Yedi gün­den daha kısa sürede hatme izin vermemiştir. Eğer bir okuma zamanı belirle­memiz gerekirse, tıpkı Re-sûlullah efendimizin yaptığı gibi gece yalnız­ken okuyacağız, Müddes-sir ve Müzzemmil’de anlatıldığı gibi gündüz de oku­duğumuz bu âyet-lerin gündemini yaşayacak ve onu çevremize ilân edece­ğiz.
2: Kur’an’ı başka bir maksatla değil, sa­dece Allah’a kulluk adına okumalıyız.
Kitabımızın ilk inen Alâk sûresi “oku” emriyle başladıktan son-ra, neyin okunacağı, ne adına okunacağı konusunda bilgi verir.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku”
(Alâk 1)
Oku! Ama Rabbinin adıyla, Rabbin adına, Rabbin namına oku. Demek ki Rabbin adıyla, başında besmele çekilerek okunacak, Rab adına okunacak, Rab namına okunacak. Yâni her okuma, okuma sayılmayacaktır. Sadece Rabbin adıyla, Rab adına, Rab namına oku­nanlar okunma sayıla­caktır. Rab adına, Rab namına olmayanlar Rabbin istediği bir okunma sa­yılmayacaktır. Hemen arkasından da; “Yaratıcı Rab” ifadesinin gelmesinden anlaşılıyor ki, sadece yaratıcı Rabten gelen, yaratıcı Rab adına okunacaktır. Yâni yaratıcı Rabtan gelen yaratıcı Rabbin rızasına götürücü olarak okuna­caktır. Böylece Rabbimiz kendisini öteki sahte rablerden ayırıverdi. Demek ki yara­tıcı Rabten gelmeyenleri, sahte rablerden gelenleri okumak, okumak sayıl­mayacak, onlardan bilgilenmek, bilgilenmek kabul edilmeyecek­tir. Yaratıcı Rabten gelen de sadece Rab adına, Rab hatırına, Rabbe kulluk için, Rabbin rızasına götürücü olarak okunacaktır. İşte gerçek okuma buymuş. Bunun dışındaki okumalara okumak denmeyecek­miş. Hele hele temeli materya­lizme dayalı olan, okuyucularını Allahsızlığa götüren okumalar hiç okuma değildir tabii.
Allah’tan gelmeyen, vahye dayanmayan, hayata intibak imkânı olma­yan, hayatta bir işe yaramayan, hayatta uygulanma imkânı, uy­gulanma alanı olmayan, yâni okuyandan amel istemeyen, okuyucu­sunu amele sevk etme­yen bir okuma, okuma değildir. Allah’ın rıza­sına götürücü olarak yarın mî­zana konulacak cinsten olmayan bilgileri okumak Allah’ın istediği bir okumak değildir. Vahye dayanmayan, sa­dece zanna dayanan bilgilere yönelmek na­sıl boşsa, Allah’tan gelen bilgileri Allah adına, Allah namına, Allah’a götürücü bir niyetle değil de, başka maksatlarla okumak da boştur. Meselâ adam âyet okuyor, doktora adına. Hadis okuyor, diploma adına. Kur’an öğreniyor, sos­yal bir statü adına. Tefsir okuyor, bilir desinler adına. Ferâiz öğreniyor payla­şım konusunda bana müracaat etsinler adına. Onunla yeryü­zünde Allah’ın ferâiz yasalarını hakim kılmak adına değil, okuduklarını amele dönüştürmek adına değilse, bu da Allah’ın istediği bir okumak değildir. Yâni Allah’tan gel­meyen şeyleri okumak da okumak değildir, Allah’tan gelenleri Allah adına, Allah’a kulluk kastıyla, daha iyi bir Müslümanlık kastıyla değil de başka maksatlarla okumak da okumak değildir.
İmam Hatip okuluna ya da Kur’an kursuna okumaya giden gence soruyorum: Evlâdım niçin okuyorsun? Bu okula niye gidiyor­sun? Çocuk diyor ki, amca adam olmak için okuyorum. O zaman di­yorum ki ona: Peki yavrum baban o okulda okumuş mu? Hayır, diyor. O zaman baban o okulda okumamış diye adam olmamış mı? Yâni şimdi baban adam değil mi? de­yince yavrucak başını eğiyor. Demek ki o okulda okuyan adam olmuyor. Demek ki adam olmak için değil, Müslüman olmak için okunur. Okumadaki temel hedef iyi bir Müslü­manlık olmalıdır. Bu niyetle okuyan kişinin bu ameli, salih bir ameldir ve Allah tarafından değerlendirilmeye tâbi tutulacak bir ameldir. Öte­kilerin tümü boştur.
Soruyorum delikanlıya: Kardeş, neden tıpta okuyorsun? Neden bir başka okul değil de tıp? Bu okulu tercih edişinde temel niyetin ne­dir? İyi bir Müslümanlık mı? Allah’ın dinine hizmet mi? Allah’ın dinini daha güzel öğre­nip, daha güzel Müslümanlık sergileyebilmek mi? Yâni yaratıcı Rab adına, yaratıcı Rab namına mı? Yaratıcı Rabbin rı­zasını kazanmak için mi? Yoksa para için, sosyal bir statü elde etmek veya sağlık için mi? Delikanlı diyor ki, hem Allah için, hem de sağlığa hizmet için, insanlığa hizmet için. O zaman diyorum ki ona, kardeşim gerçekten niyetin Allah içinse, Allah adına sağlığa hizmet içinse, o zaman çöpçü olman daha evlâ değil mi? Eğer derdin Allah adına sağlığa hizmetse, belki çöpçü olman doktor olmandan daha evlâdır. Çünkü birisi hastaları iyileştirmeye çalışırken, ötekisi iyileri hastalıktan koru­mak için çırpınır. Sence hangisi daha önceliklidir diyorum, o da başını aşa­ğıya eğiyor. Öyleyse okumadaki temel hedef sadece Allah için olmalıdır, ke­sinlikle başka şeyler araya karıştırılmamalıdır.
3: Kur’an’ı gece okuyacağız. Gece Kur’-an’la beraberlik kuracağız.
Kitabımızın Müzzemmil sûresinin beyânıyla Kur’an’ın anlaşıla­bileceği en uygun okuma zamanı gecedir.
“Şüphesiz, gece kalkışı daha tesirli ve o zaman oku­mak daha elverişlidir.”
(Müzzemmil 6)
Rabbimiz elçisine buyuruyor ki; ey peygamberim, sana ağır bir söz nakledeceğiz; o halde sen de bu ağır sözü, bu ağırlığı olan, değe­ri olan sözü, hazmedebileceğin, kavrayabileceğin, özümseyebileceğin bir ortamda onunla ilgilen. Bir gece ortamında onunla ilgi kur, onu o ortamda okuyup öğrenmeye çalış. Çünkü gece kalkış, gece ayakta oluş, gece neşesi, gece neşatı, ya da gece uyanıklılığı hem kişinin oturumu, uykusuzluğu, uyanıklılığı, dikkati, hem de sözün kıyamı, sö­zün kıvamı için çok daha hoş, çok daha elverişli bir or­tamdır.
Demek ki Kur’an’ı anlayabilmek için yapılacak iş, gece kalkıp Kur’an’la beraberlik kurmak, vahiyle ilgi kurmak, Allah’la diyalog kur­maktır. Yatsı namazını kıldıktan sonra hemen yatacağız, bir süre uyuduktan sonra kalkacağız, Kur’an’ı elimize alıp anlamak üzere ağır ağır, düşüne düşüne okuyacak, tüm benliğimizle, tüm himmet ve dik­katimizle mânâya nüfuz et­meye, murad-ı İlâhiyi kavramaya çalışaca­ğız. Her gece yapamazsak bile hiç olmazsa bari kendimizin olduğu geceler erken yatmalıyız. Ama birilerine kiralanmışsak, birileri haya­tımıza müdahil olmuşsa, birileri dünyamızı par­sellemişse veya sayım var da içtimaa zorlamışlarsa bizi, o zaman da ne yapalım gardiyan­lardan izin falan demediğimiz gecelerde birer ikişer kalka­lım inşallah. Kalkalım ve Rabbimizin kitabıyla diyalog kuralım. Çünkü gece, anla­mak için, kavramak için, uyanıklık için en hoş ortamdır.
Eğer Kur’an’ı anlamayı, Kur’an’ın esrarının bize de açılmasını, Kur’an’dan mesaj almayı, Rabbimizle konuşmayı ve Rabbimizin bize yol göstermesini istiyorsak, eğer neşem yerinde olsun, neşatım açık olsun, an­layışım, kavrayışım açılsın istiyorsak, eğer Allah’la beraber­liğimizden zevk almak istiyorsak, çaresiz gece kalkacak ve Kur’an okuyacağız. Kesinlikle söyleyebilirim ki, şu kanalizasyonlardan kurtu­lup da, şu şeytan vahiylerinden yakamızı kurtarıp da biraz erken ya­tıp, gece kalkabilseydik, kalkıp Rabbimizin vahyiyle irtibata geçmeyi becerebilseydik, inanın hayatımız çok daha bereketli, işlerimiz çok daha verimli olacaktı. Kitabımızı çok daha güzel anlayacak ve onun istediği hayata yönelme imkânını bulmuş olacaktık.
Kitabımızın bu beyânlarından anlıyoruz ki gecenin bizim için çok bü­yük bir önemi vardır. Gece çok sakin bir ortamdır. Issız bir çöl-de gündüzün sükûneti yanında, gecenin sükûneti daha fazladır. Veya meselâ bir ormanda yazın bunaltıcı sıcağının altında, sesin so­luğun kesildiği bir atmosferde, hay­vanların bile kımıldanamadığı bir ortam-daki sessizlik bile, gecenin sükûneti yanında çok daha az kalır. Yani güneş varken insan hayatının devinimi, or­ganizmanın algıla­ma­sı, hücrelerin, sinirlerinin etkileşimi geceden daha farklı­dır.
Öyleyse gece kalkacak ve ağır ağır, mânâya nüfuz ederek, tertîl ile Kur’an okuyacağız. Peki bu işi gündüze aktarma imkânı yok mu? Gündüz okusak olmaz mı bu kitabı? Hayır, çünkü gündüz işimiz var. Koopera­tifleri­miz, dükkanlarımız, tezgahlarımız, araba işlerimiz, senet çek iş­lerimiz var. Gündüz bizi meşgul edenler, bizi zorlayanlar vardır. Dini­mizi bozmak, haya­tımızı bozmak, programı bozmak üzere zorlayanlar var. Gündüz farklı dertle­rimiz, birilerinin bizim dünyamıza girmesi, bizi meşgul etmesi var.
Ama gece öyle değildir. Gece Rabbimizle daha bir baş başa olabili­yoruz. Aceleye gerek yoktur gece. Çünkü bizi bekleyen birileri yoktur, telefon yoktur, randevu yoktur, beklediğimiz yoktur, bekleyen­lerimiz yoktur. Meselâ gündüz kişi namaz kılarken, zil çalacaktır, ders başlayacaktır, müşteri gire­cektir, tören vardır, iş vardır, aş vardır, ye­mek vardır diye hemen alelacele işi bitirivermeden yanadır ya insan. Ama gece öyle değildir, acele etmesine gerek yoktur. Telefon yok, trafik yok, karmaşa yok, randevu yok, sadece Al­lah’la beraberlik var. İşte gündüzün bozuk düzen programlarını hayra, hakka çevirebilmek için gece kalkacak ve vahiyle beraber olacağız. Yani gündüzü­müz iyi olunca gecemizi Allah’a ayıralım değil, gündüzümüzün iyi olması için gecemizi Allah’a ayırmak zorundayız. Gece kalkıp vahiyle beraber olabilirsek bilelim ki gündüzümüz programsızlıktan kurtulacaktır.
Allah’ın Resulü Allah’tan kendisine gönderilen vahyi gece ken-disi okuyor, ona tabi oluyor ve kendi kendine bu vahyi tekrar edi­yordu. Yâni Al­lah’ın Resulü her gece vahyi kendisine indirgiyordu. Şimdi ona emredilenin aynısıyla sorumlu olan bizlere soruyorum. Acaba her gece bize de vahiy geliyor mu? Her gündüz bize de vahiy geliyor mu? Biz de tıpkı Allah’ın Re­sulü gibi her gece ve her gündüz vahiyle beraber miyiz? Vahyin gözetiminde ve Kur’an’ın kontrolünde bir hayat yaşayabiliyor muyuz? Ya da isterseniz biraz farklı sorayım; Sizler şu anda, gecenizde, gündüzünüzde kimin vah­yine tabisiniz? Kimden vahiy alıyor ve hayatınızı onunla düzenlemeye çalışı­yorsu­nuz?
Diyeceksiniz ki Allah vahyinden başka vahiyler mi var ki onlar­dan beslenelim? Evet kitabımızın beyânıyla bir Rahmânın vahyi, bir de şeytanın vahyi vardır. Öyleyse bizler kimin vahyine teslim oluyo­ruz? Yoksa, gecemiz gündüzümüz hep başkalarının vahyine mi teslim olmuş? Yoksa biz başkala­rının vahiylerinin kontrolünde bir hayat ya­şıyoruz da, Müslümanız diye bir de kendi kendimizi mi aldatıyoruz? Yoksa Allah’tan başka şeytan vahiyleriyle meşgul olup da hayatımızı onlarla mı düzenlemeye kalkışıyoruz? Yoksa A.B.D den, Avrupa’dan, yahudi dünyadan, hıristiyan âlemden, Zerdüştlerden gelen vahiylere mi tâbi oluyoruz? Bu vahiyleri dinliyor da hayatımızı onlar kaynaklı düzenlemeye mi çalışıyoruz? Bunu çok iyi düşünmek ve anlamak zo­rundayız.
Başka çaremiz yok, her gün bize vahiy gelmelidir. Her gece, her gün­düz biz Allah’ın vahyiyle beraber olmalıyız. Her gece ve gün­düz bize Ba­kara, bize Âl-i İmrân, bize Nisâ, bize En’âm inmelidir. Her gece ve gündüz bu Allah vahyiyle beraber olmak zorundayız. Beraber olmak zorundayız ki, bu vahye uyabilelim. Bize her gece ve her gün­düz vahiy gelmeli ki, hayatı­mızı onunla düzenleyebilelim. Allah vah­yini tanımalıyız ki, gecemizi, gündü­zümüzü, işimizi, aşımızı, hayatı­mızı onunla düzenleyebilelim. Değilse Allah vahyiyle ilgimizi kesersek Allah korusun o zaman şeytan vahiyleri gündeme gelir ki, onlarla ha­yatımızı düzenlemek zorunda kalırız.
Eğer hayatımızı dü­zenlemek üzere Allah’tan gelen vahiyler hayatımıza hakim olmazsa, eğer bu vahiyler bize inmeye devam et-mezse o zaman onlar bizim hayatımıza ege­men olamaz ve biz onların egemenliği altında bir hayat yaşaya­mayız. Başka vahiyler bizim hayatımıza hakim olur ve biz başkaları­nın kulu kölesi olmaktan kendimizi hiç bir zaman kurtaramayız Allah korusun.
Haber peşinde olanlar bilsinler ki en büyük haber Kur’an’dır.
“De ki; o azîm bir haberdir”
(Sâd 67)
Önünde saygıyla eğilinmesi, durup dinlenilmesi gereken, insan­ların tümünü, zamanın tümünü, mekânın tümünü ilgilendiren bir haberdir Kur’an. Bizi ilgilendiren, hem bugünümüzü, hem yarınımızı, hem dünyamızı, hem de âhiretimizi ilgilendiren Kur’an’dan başka bir haber yoktur. Söyleyin Allah aş­kına, kıyametten daha büyük, daha önemli bir haber olabilir mi? Olmaz değil mi? Yâni en büyük haber, azamet sahibi, önünde saygıyla eğilinmesi gere­ken, dehşeti, büyük­lüğü kabul edilmesi gereken bir haber ancak Kur’andır, Kur’an ha­berleridir.
Bugün her hangi bir haber programı değil, dünyanın bütün ha­ber şebe­kelerini meşgul edecek bir haber yayınlansa kaç gün sürer? Ya da kaç kişiyi ciddi ilgilendirir bu haber? En büyük haberler kaç ki­şiyi ilgilendirir? Veya ilgilenseler bile ne kadar süreyle ilgilendirir in­sanları? Kaç gün? Kaç ay? Kaç yıl ilgilendirir insanları? Bir yıl, elli yıl, yüz yıl. Öyle olmuş da nitekim sonunda unutulup gitmiş.
Ama bakıyoruz, Kur’an kıyamete kadar bütün insanları, bütün zaman­ları, bütün mekânları kapsayacak gerçekten azamet sahibi bir haber. Kur’an’ın bize verdiği haberler öyle azîm, öyle büyük ve önemli haberlerdir ki tüm insanları, tüm zamanları ilgilendiren haberlerdir. Ah! Keşke insanlar kendilerine lâzım olmayan haberler peşinde koşacak­larına gerçekten kendilerine lâzım olan haberlere yönelebilselerdi. İn­sanlar keşke şu şeytan vahiyleriyle, şeytan vahiylerinin haber prog­ramlarıyla ilgilendikleri kadar, Rab’lerinin haberleriyle ilgilenebilse­lerdi. Hacınızı da, hocanızı da bu şeytan vahiylerinden engelleyemi­yoruz. Herkesin evinde şeytan vahiylerini alma aygıtları vardır. Ama şunu söyleyeyim: Kur’an’ın dışındaki haberlere ne kadar zaman ayı­rırsanız ayırın. Ama mutlaka Kur’an’a zaman ayırın! Beş saat Te­leviz­yon okuyor, üç saat gazete okuyor, bir saat tabelâları, levhaları, dük­kan reklamlarını okuyoruz da Allah için biraz da Kur’an levhalarını, Kur’an tabe­lâlarını okumalı değil miyiz?
4: Okuduğumuz bu kitabın, ilgi kurdu­ğumuz âyetlerin alelâde sözler değil, Allah sözü olduğunu, “Kavlen sagîlâ” ağır bir söz, ağırlığı olan, azameti olan bir vahiy oldu­ğu-nu unutmayacağız.
Okuduğumuz bu kitabın alelâde bir insan sözü, peygamber sözü ya da melek sözü değil Allah sözü olduğunu unutmamalıyız. Ki­tabımızın bir âyetinin beyânıyla “Kavlen sagîlâ” “Ağır bir söz, ağırlığı olan bir sözdür bu Kur’an. Değer sözdür, değeri olan sözdür. Allah’ın sözü ağır sözdür, ağırlığı olan sözdür. Yani etkinliği olan sözdür Al­lah’ın sözü. Etkili olan, dinlenen, dinlenmesi gereken, herkesin durup dinlemesi gereken sözdür. Rabbimizin; “Yapın! Yapmayın! Kılın! Tu­tun! Sakının! İcra edin! dediği sözlerinin tamamı ağırlıklı sözlerdir. Dünyada böyle olduğu gibi, yarın âhirette de ağırlığı karşı­mıza sunu­lacak, çıkarılacak bir sözdür bu kitap. Öyle bir söz ki, karşılığı ağır. Öyle bir söz ki, mîzana konulunca ağır. Öyle bir söz ki, tartıya gelmez ağır. Öyle bir söz ki, tüm ölçüleri, tüm ağırlıkları Allah buna göre yap­mıştır. Bu söze uygun olan ameller, eylemler ağırdır, bu söze uygun yapılan şeyler ağırdır ve değerlidir. Yani yarın mîzana konulanlar ağır mı, değil mi? Bununla ölçülecektir. Tüm amellerin, tüm kavillerin öl­çümünde kriter olan söz budur.
Dünyada bir şeyler yaptınız, bir şeyler konuşup, bir şeyler or­taya koydunuz. Bunların ne değer ifade ettiği? Ne kadar bir ağırlık ta­şıdığı? Makbul mü, değil mi? olduğu konusunda kıstas olacak, kriter olacak söz Allah sözü olan kitaptır. Yarın tıpkı granit bir levha olarak bu kitap ikâme edilip ayağa kaldırılacak ve tüm ameller bununla öl­çülecektir. Bu kitaba uygun olanlar değerli, ağır, ağırlıklı görülürken, uymayanlar da değersiz, ağırlıksız kabul edilecektir. Yani bu söz, bu kitap ağırlık ölçüm birimidir.
Öyleyse Kur’an’ı okurken Allah’la karşı karşıya olduğumuzu, Allah’la konuştuğumuzu unutmamalıyız. Çünkü Allah’a en yakın olan şey elbette O’nun kelâmıdır. Kelâmın sahibinin yüceliğini, yâni müte­kellimin azametini bilerek Kur’an’ı okumalıyız. Yine okumak üzere Kur’an’ı elimize aldığımız zaman, onun mübelliği Hz. Muhammed aleyhisselâm ile beraber olduğu­muzu da unutmayacağız. Kim ki Kur’-an okuyor, bilsin ki o, Rasulullah ile karşı karşıyadır. İbni Cerir der ki; “Kendisine Kur’an’ın ulaştığı kimse bizzat Muhammed (a.s)'ı görmüş gibidir.” Meselâ bir elçi hükümdarın emrini bir valiye ulaştırı­yor. Bu emir o elçinin değil, hükümdarın emridir. Bizler de elçi­nin ulaştırdığı bu kitapla ilişkiye geçtiğimiz anda Rabbimizle muhatap ol­du­ğumuzun bilincinde olacak, sorumluluğumuzu fark edecek ve ona göre tavır alacağız. Haşr sûresi bu hususu şöyle anlatır:
“Ey Muhammed! Eğer biz Kur’an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün. Bu misâl­leri, insanlar düşünsünler diye veriyoruz.”
(Haşr 21)
Eğer bize indirilen bu kitap bir dağın üzerine indirilmiş olsaydı, o dağın, kitabın mütekellimi olan Allah’tan korkuyla paramparça ola­cağı, kitap karşı­sında böyle bir durum, böyle bir konum, böyle bir va­ziyet alacağı anlatılıyor. Rabbinin kitabıyla, Rabbinin hitabıyla, Rab-binin emir ve nehiyleriyle karşı karşıya kalan o dağın Rabbine di­van durarak, boyun bükerek; “buyur ya Rabbi! Emret ya Rabbi!” deme po-zisyonu içinde olacağı haber veriliyor. Göklerin ve yerin sahibini, tüm varlıkların yaratıcısının tanıyarak, kendisini var eden ve ayakta tutanı bilerek, O’nun huzurunda böyle bir teslimiyet göstere­ceği vur­gula-nıyor. Yani dağın Rabbinin âyetlerini algılayarak böyle bir tepki vere-ceği haber veriliyor.
Aslında bir şeyin böyle paramparça olması için onun tüm hücrelerine etki edecek bir darbenin vurulması icap eder. Ve par­çalanan şeyin de bu darbeyi algılayacak bir şuurda ol­ması gerekir. Yani şu­urlu bir etkileniş, algılanan bir şey karşısında tepki gösteriş söz konusu ol­malıdır.
Dikkat ederseniz âyet-i kerimede bir inmeden söz ediyor Rab-bimiz. Eğer biz bu kitabı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık. O zaman inmeyi bir tanımak zorundayız. Meselâ şimdi alalım şu Kur’an’ı, şu ya-kınımızdaki dağa götürelim ve dağın üzerine koyalım. Çok götürdük dağlara bu kitabı, ama hiçbir dağın böyle parçalandığını filan görme­dik değil mi? Neden? Çünkü ona inme denmez. Bize de böyle inme­diği için, biz de kitapla böyle bir diyaloga girmediğimiz için bize de et­kili olamıyor kitap. Hayatımıza inmeli kitap. Mut­fağımıza inmeli. Ka­zanmamıza harcamamıza inmeli. Gecemize gündüzü­müze inmeli. Evimize dükkanımıza inmeli. Hayatımızın tümüne indirgemeli­yiz bu kitabı. Adım atarken bile bu kitabın sorumluğu altında olduğumuzun bilincine ermeliyiz ki kitap bizim üzerimizde de etkili olabilsin. Değilse işte okuyoruz, tanıyoruz, ama ondan bağımsız bir hayat yaşadığımız, hayatımıza onu indirgemediğimiz, hayatımızı onunla düzenleme kav­gası içine girmedi­ğimiz sürece aynı etki bizde olmamaktadır.
İşte bu misâlleri insanlar için örnek veririz, belki onlar bunun üze­rinde düşünürler, kafa yorarlar, anlarlar, değerlendirirler de bir ne­tice çıkarırlar diye. Öyleyse Rabbimizin bize sunduğu bu misâl üze­rinde ciddi ciddi dü­şünmemiz, anlamamız ve ders çıkarmamız gere­kecektir. Bileceğiz ki bu kitap bir dağ üzerine inmemiştir. Bu kitabın muhatabı bir dağ değildir. Bu emaneti, bu kulluk mükellefiyetini insan kabul etmiş, bu Kur’an insana indi­rilmiştir. Rasulullah efendimizin göğsüne indirilmiştir. İnsanlığa hidâyet reh­beri olarak indirilmiştir. Öyleyse dağlara değil de bize indirilmiş olduğuna göre, bizim de tıpkı dağlar gibi bu kitap karşısında hâşyet duymamız gereke­cektir. Çünkü rasgele birisinden gelmiş bir kitap, bir söz, bir yasa değildir bu Kur’-an. Bizi yoktan var eden, bu hayatı var eden, bizim sahibimiz, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın kitabıdır bu kitap.
Öyleyse Rabbimizin bu emir­namesi karşısında derhal el pençe divan durarak; “Emret ya Rabbi! Buyur ya Rabbi! Sen ne istiyorsan! Sen ne buyuru­yorsan! Sen nasıl istiyorsan ben aynen yerine getireceğim! Yap de­diklerini yapacak, yasak dediklerinden ka­çınacağım! Huzurunda bu­nun için varım! Emir ve nehiylerin karşısında boy­num kıldan incedir!” pozisyonu içinde bulunmak zorundayız. Rabbimize ve kitabına karşı bir dağın takındığı, takınacağı tavrı takınmak zorundayız. Al­lah’ın âyetlerini okumak, öğrenmek, anlamak, duymak, hissetmek, sarsıl­mak, tavır almak zorundayız. Bütün azalarımızla mütesad-dî olmak zo­runda­yız. Yani tüm azalarımız Allah’ın kitabından, Allah’ın buyrukla­rından etkilen­meli, şekillenmeli ve harekete geçmelidir. Allah’a say­gımızdan, Allah’a haş­yetimizden ötürü bu kitabı aracılığıyla O’ndan gelecek emir ve nehiylere mutlak bir teslimiyet içine girmeliyiz.
Çünkü Rabbimizin kitabı bu kadar azametli, bu kadar ağırlığı olan bir kitaptır. Mahlukât üzerinde bu kadar ağırlığı, bu kadar dehşeti olan, dağların bile azameti karşısında tahammül edemeyeceği, tuz buz olacağı bu kitap, tarih içinde insanlar üzerinde de öylesine inkı­lâplar, öylesine değişimler ger­çekleştirmiştir ki, dağlar gibi toplumlar, dağlar gibi milletler bu kitap karşı­sında erimek zorunda kalmıştır. Bu kitap nice insanların, nice toplumların kayalar gibi katı kalplerini erit­miş, düşüncelerini değiştirmiş, alışılmış hayatla­rını sarsmıştır. Cehalet içinde kıvranan nice nesilleri meleklerin üstüne çı­karmış, nice insanla­rın ölü kalplerini diriltmiş, nicelerini hayata kavuşturmuş, nicelerini fıt­ratlarına döndürmüştür bu kitap.
Eğer Rabbimiz kelâmının azametini, seçtiği şu harfler, kelime­ler ve seslerin kisvesi altına gizleyip öylece indirmemiş olsaydı, yerler, gökler, arş, kürsi O’nun kelâmının azametine asla tahammül edemez ve her şey helâk olurdu. Kendisinden çok daha büyük varlıkların bile tahammül edemeyecek­leri Allah kelâmına insanın tahammül etmesi nasıl mümkün olabilir? Elham­dülillah ki Rabbimiz kelâmını ona ta­hammül edebileceğimiz bir kısım harf ve kelimelerin arkasına gizleye­rek göndermiştir. O halde bu kitaptan istifade edebilmek için bu kelâ­mın azametini iyi anlayacak, gerek kelâmı, gerekse o kelâmın müte­kellimini ta’zim ederek okumaya başlayacağız.
Unutmayacağız ki bu sözler, herhangi bir insan sözü değildir. Bu sözler gökleri, yeri, gökte­kileri ve yerdekileri yaratan, canlı cansız her şeyin sahibi ve maliki olan, her şeye egemen olan şânı yüce Allah’ın sözleridir. Bu kitabı okumak için eline alan kişi hem bedenini, hem de kalbini bu sözlerin sahibinin azametine ha­zırlamak zorundadır.
Rivâyet edilir ki, İkrime (r.a) efendimiz okumak için Kur’an’ı her eline alışında üç defa; “Hâzâ kitabu Rabbî” “Bu benim Rab-bimin kitabıdır” der ve Allah kelâmına muhatap olmanın heyecanıyla ba­yılırdı. İşte bu, kelâmı ve kelâmın sahibini ta’zimdir ve böyle yapanlar ancak bu kitaptan istifade edebileceklerdir.
5:Kitabın önüne hiçbir şeyi geçirmemeliyiz.
Ey iman edenler, Allah ve peygamberinin önüne geç­meyin. Allah’a karşı muttaki davranın; doğrusu Allah işitir ve bilir.
(Hucurât 1,2)
İman edenler, iman şerefiyle şereflenenler, kendilerini Allah gü­vence­sinde hissedenler, Allah diniyle, Allah âyetleriyle emniyeti ya­şayanlar, Allah’a kullukta güven bulanlar, Allah’la kendilerini emni­yet­te bilenler, Allah ve Resû­lünün en doğru, en güzel yolu gösterdiğine güvenenler Allah ve Resûlünün önüne geçmemelidirler. Allah ve Re­sû­lünün önünde yürümemelidirler. Allah ve Resûlünün peşi sıra git­melidirler. Allah ve Resûlüne sormadan, Allah ve Resûlünden izin al­madan hiçbir şey yapmamalı, hiçbir karar vermemelidir­ler. Rabbimiz biz mü’minlerden bunu istiyor. Ukalâlık etmeyeceğiz. Kendi düşünce­lerimizi, önyargılarımızı, başkalarının düşüncelerini Kitabın ve sünne­tin önüne geçirmeyeceğiz. Gündemlerimizi kendimiz belirlemeye kalkış­mayacağız. Hayatımızı Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti belirle-ye­cek. Eğer gerçekten inanmışsak, gerçekten bu sözümüzde sami-miy­sek o zaman zinhar Allah ve Resûlünün önüne geçmemeliyiz. Allah ve resûlünün koyduğu kuralların, buyrukların, yasaların, kanunların, dinin, bizden istediği hayat programının önüne alternatif bir din, alter­natif bir kanun, alternatif bir yol, alternatif bir değer yargısı koyarak onun önüne geçmemeliyiz.
Allah’ın kitabı ve resûlünün sünnetinin önüne geçmemek zo­rundayız. Allah ve Resûlü ne diyorsa öylece kabul etmek, öylece inanmak, öylece ha­yat sürmek zorundayız. Bu âyetin emriyle kendi hayatlarımızı bir sorgulaya­lım. Acaba bizler Müslüman’ız dediğimiz halde, Allah ve Resûlüne iman edi­yoruz dediğimiz halde kendi bilgile­rimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi önyar­gılarımızı, kendi hevâ ve he­veslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün sünne­tinin önüne mi geçi­riyoruz? Kitabın ve peygamberin önünde mi gidiyoruz? Kitaba ve pey-gambere danışmadan mı hayat yaşıyoruz? Acaba bizler şu anda ken-dimizi hayata etkin mi zannediyoruz? Acaba Allah’ın kitabına, Al­lah’ın peygamberine sormadan kendi kendimize hayat programı yap­maya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nereler­den kazanıp nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceği­mizi Allah ve Resûlüne sorma­dan kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz? Yâni bizim hayat prog­ramlarımızı kim belirliyor? Çocuk­larımızın mektebine, evimize, malımıza, dükkânımıza, tezgahımıza, düğünümüze, derneğimize, hukukumuza, eğitimimize, sosyal ve siya­sal yapılanmalarımıza, gündüzümüze gecemize iliş­kin programlarımı­zı kim yapıyor? Tüm bu programlarımızı Allah ve Resûlü mü belirliyor? Yoksa biz mi? Kitap sünnet mi belirliyor, yoksa bizim heves­le­rimiz mi? Hayatımızın kaçta kaçına kitap ve sünnet karışıyor, kaçta kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefisle­rimiz, arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, arzu ve hevâlarımız istiyor, biz yapı­yor-sak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapı­yorsak, nefislerimizin ve Zerdüştle­rin boş bırakıp gaflet ettikleri bö­lümü de Allah ve Resûlünün arzularıyla dol­duruyorsak o zaman bile­lim ki biz de Allah ve Resûlünün önüne geçiyoruz demektir, Allah ko­rusun.
Ne kendimiz bu kitabın ve peygamberin önüne geçeceğiz, ne de baş­kalarını, başka şeyleri, başka kitapları, başka sistemleri, baş-ka yasaları geçireceğiz. Ne bir oyun ve eğlenceyi, ne bir felsefi hare-keti, ne bir mal mülk hesabını, ne bir makam mansıp hedefini bu kitabın önüne geçireceğiz. Kita­bın ve sünnetin önüne hiçbir şeyi ge­çir-meyeceğiz. Hayat felsefemizi, ce­maat felsefemizi, hizipçiliğimizi, grupçuluğumuzu bir kenara bırakacağız, sadece Rabbim bana ne de-di? Resûlüm benden nasıl bir hayat istedi? Rabbimin istediği hayatı resûlüm bana nasıl örnekledi? diye Allah ve Resû­lüne kulak verece­ğiz. Şimdiye kadar elimizden düşürmediğimiz kitapları eli­mizden bir atacağız.
İşte gördük bu kitaplar bizi adam etmedi. Bizi bir nok­taya götürmedi. Peygamberin önüne geçirdiğimiz şu kutsal şahsiyetleri de bir kenara bırakacağız. Bu kitabı ve peygamberin sünnetini elimize alacağız. Tüm varlığımızı, kalbimizi, gözümüzü, kulağımızı, düşün­cemi-zi, amelimizi bu kitaba ve peygambere çevireceğiz. Tüm varlığı­mızla Allah’a ve Resûlüne yöneleceğiz. Her şeyimizi kitaba ve pey­gambere endeksli yapacağız. Kitapla düşüneceğiz, peygamberle yü­rüyeceğiz, tüm hayat problemlerimizi vahiyle çözümleyeceğiz. Vahiy kaynaklı bir hayat yaşayacağız. Hayat felsefemizi bir yerlerde oluştu­rup sonra da bunu vahye onaylattırmaktan vazgeçeceğiz. Kitabı ve sünneti merkep değil, rehber kabul edeceğiz.
İnsanı hedefe merkep de götürür, rehber de. Ama birisine teslim olunur öyle götürür, ötekisi teslim alınır öyle götürür. Bizler kitap ve sünneti merkep değil rehber kabul edecek, teslim almaya, akıl ver-meye, yol göstermeye kalkışma­yacağız. Yâni düşün­cemizi, inancımızı kitap ve sünnet dışı kaynak­lardan oluşturup onu vahye onaylattırmaya kalkışmayacağız. Tüm öncelikli bilgilerimizi atıp vahye yöne­le-ceğiz. O ne dediyse, nasıl de­diyse öylece kabul edip bir hayat yaşayacağız inşallah.
Çünkü yeryüzündeki tüm kitaplar, kitapçıklar, ister daha önce Al­lah’tan gelmiş, ama sonradan insanların tahrif ettikleri kitaplar ol­sun, isterse insanların kendi elleriyle Allah’ın indirdiği kitaplardan esinlenerek yazdıkları, oluşturdukları kitaplar olsun fark etmez, beşe­rin elinin değdiği, kaleminin işlediği hiçbir kitap bu kitabın ye­rine ge­çemeyecektir. Hiçbir kitap bu kitaptan öne alınamayacak, önde tutu­lamayacaktır. Ve yeryüzünde hiçbir lider, hiçbir önder de Hz. Muham-med’in (a.s) önüne geçemeyecektir. Hiçbir meşgale, hiçbir program, hiçbir uğraşı vahiyden öncelikli olamaz. Hele şu şu işlerimizi bir biti-relim, hele bir emekli olalım, hele ekonomik problemlerimizi bir hal-ledelim, hele şu okulu bir bitirelim, hele bir evlenelim de vahyi ta­nı-maya ondan sonra başlayalım diyemeyiz. Ne mesleğimizi, ne meş­re-bimizi, ne partimizi, ne siyasal anlayışımızı vahyin önüne geçireme­yiz. Vahiy her şeyin önünde olmalıdır. Müslümanlığımız her şeyin önünde olmalıdır. Vahye dayalı Müslümanlığımız babalığımızın, ko­calığımızın, evlâtlığımızın, siyasetçiliğimi­zin, tüccarlığımızın önünde olmalıdır.
Biz önce müslümanız, sonra babayız, önce müslümanız, son-ra ko­cayız, önce müslümanız, sonra tüccarız demeliyiz. Değilse ba-balığımızı Müslümanlığımızın önüne geçirirsek, çocuklarımızdan vahyin istemediği şeyleri isteyen tâgut bir baba olarak açığa çıkabiliriz Allah korusun. Evlâtlığı­mızı Müslümanlığımızın önüne geçirirsek, ebe-veynimizin her istediğini yapa­rak onları tanrılaştıran veya onların hiç bir dediğini yapmayarak onlara isyan bayrağını çeken bir evlât ola­rak açığa çıkabiliriz. Veya eğer siyasetçiliğimizi Müslümanlığımızın önüne geçirirsek, Allah’ın istemediği yasaların altına imza atan bir tâgut siya-setçi olarak açığa çıkabiliriz. Onun içindir ki vahyi, vahye dayalı Müslümanlığımızı ön plana alacak, her şeyimizi vahiy kaynaklı, vahiy endeksli yapacağız. Eğer gerçek hikmete, gerçek bilgiye ulaşmak isti-yorsak, eğer nîmet ehli olmak, hakîm olmak istiyorsak, yeryüzünde hiç bir varlığın ulaşamaya­cağı yaratılış bilgisine, Allah bilgisine, kulluk bilgisine ulaşmak istiyorsak, sü­rekli Hakîm olan Rabbimizden gelen bu kitapla beraber olmak zorundayız. Hikmetin, bilginin kaynağından gelen bu kitabı tanımak zorundayız. Hakîm olan Allah’ın hikmet dolu âyetlerine kulak vermek zorundayız. Tüm hayatı­mızda bu kitabı hareket noktası kabul etmek zorundayız. Değilse Allah’ın kitabından haberdar olma­yan insanların cehaletten kurtulmaları kesinlikle mümkün değildir.
Dün de, bugün de, yarın da yeryüzünün en âlim insanları Müslüman­lardır. Bu kitabı bilenler âlimdir, bu kitapla beraber olanlar bilgindir. Bu kitaptan haberdar olanlar hikmet sahibidirler. Kâfirler ve müşrikler yeryü­zünün en cahil, en akılsız insanlarıdırlar. Çünkü gerçek bilgi va­hiydir. Gerçek bilgi Allah’ın bildirdiği bilgidir. Öyleyse ilim Müslüman’a aittir. Kur’an’ı ve sün­neti tanıyan kişi, vahiyden haberdar olan kişi dünyanın en âlim kişisidir. Va­hiyden habersiz yaşayan insanlar, hem dünyalarını, hem de âhiretlerini ber­bat etmiş cahil insanlardır.
Tüm dünya şahittir ki Kur’an’ın yeryüzünü şereflendirdiği ilk dö­nemde yeryüzünün en cahil toplumu Kur’an sayesinde yeryüzünün en âlimleri ol­muştur. Dünyanın en bedevî insanlarını bu kitap dünya­nın âlimleri, en ha­kimleri, en âdil yöneticileri, en örnek insanları yaptı. Sadece dünyanın değil âhiretin de en âlimi yaptı bu kitap onları. Öy­leyse bunu, bu değişmez gerçeği tüm insanlığa ilân ederek diyorum ki; ey insanlar! Ey Allah kulları! Durumu­nuz, konumunuz, makamınız, koltuğunuz, renginiz, cinsiyetiniz, diplomanız, kariyeriniz, tahsiliniz, ne olursa olsun, gelin, Hakîm olan Allah’ın Hakîm olan ki­tabına yönelelim. Hikmete ulaşma yolumuz her zaman açıktır. Rabbimiz tüm kullarının önüne böyle bir rahmet kapısı açmıştır. Rabbimizin açtığı bu rahmet kapısından istifade etmesini bilelim ve yeryüzünde hiç bir kay-nağın sunamayacağı, hiç bir üniversitenin sağlayamayacağı, hiç bir mü­essesenin veremeyeceği en üstün bilgi­lerle, hikmet ve kulluk bilinciyle dona­nıp dünyanın ve âhiretin en âlimleri olma imkânını elde edelim.
Gelin Allah aşkına vahyin önüne başka şeyleri geçirmekten vazgeçe­lim. Şu kutsallaştırdığımız önderlerimizi, şu kendi oluşturdu­ğumuz kitapları­mızı bir kenara bırakalım. Gelin göğsümüzü eğip bük-meden, bir şeylerin arkasına saklanmadan, tüm varlığımızla, kal­bimi-zi, gözümüzü, kulağımızı, düşüncemizi, amelimizi kitaba ve pey­gam-bere çevirelim. Tüm varlığımızla Allah’a ve Resûlüne yönelelim. Her şeyimizi kitaba ve peygambere endeksli yapalım. Kitapla düşüne­lim, peygamberle yürüyelim. Tüm hayat problemle­rimizi vahiyle çö­züm-leyelim. Vahiy kaynaklı bir hayat yaşayalım. Hayat felsefemizi bir yer-lerde oluşturup sonra da bunu vahye onaylattırmaktan vazge­çelim. Tüm öncelikli bilgilerimizden, önyargılarımızdan sıyrılıp vahye yönele­lim. Hayat felsefelerimizi bir kenara bırakalım. Cemaat felsefemizi bir tarafa bırakalım. Hiçbir şeyi kitabın ve sünnetin önüne geçirmeyelim. Tertemiz bir bakış, berrak bir gönülle vahye yönelebilirsek kesinlikle bilelim ki kitap bize esrarını açacak, bize doğruyu, hakkı, sırat-ı müs­takimi gösterecektir.
6: Kitaba kuvvetlice sarılacak, bütün cid­diye­timizle tutunacağız.
Kur’an’dan istifade edebilmenin bir başka şartı da, okumak için kitabı elimize aldığımızda kalp, kafa ve gönül huzuru içinde bütün dik­katimizi, cid­diyetimizi, himmetimizi, gayretimizi kelâma teksif etmek zorundayız. Bütün varlığımızla kelâmı anlamaya yönelmek zorunda­yız. Kitabımızın diliyle söy­lersek; kuvvetlice kitaba tutunmak, sarılmak zorundayız.
“Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl” deyip daha çocuk­ken ona hikmet, katımızdan kalp yumuşaklığı ve safiyet ver­dik. O, Allah'tan sakınan ve anasına babasına karşı iyi dav­ranan bir kimse idi, baş kaldıran bir zorba değildi.”
(Meryem 12-14)
Yahya (a.s)’ın şahsında bizden kitaba kuvvetlice sarılmamız isten­mektedir. Kitaba kuvvetle sarılmak, kitaba sımsıkı sarılmak; kita­bın şu cis­mine sarılıp, onu bağıra basmak, onunla yatıp kalkmak de­ğildir. Kitabı öpüp alına koymak da değildir. Kitaba sarılmak demek; kitabın âyetlerini ve o âyetlerin ortaya koyduğu mânâyı hiç kaybetme­den hayatta uygulamaya çalı­şarak onu muhafaza etmek demektir. Ben bunsuz yaşayamam. Ben bun­suz hayatıma çeki düzen vere­mem. Ben bunsuz dünyamı da, âhiretimi de kazanamam. Ben bunsuz Rabbimin rahmetine ulaşamam, diyerek kitabın âyetlerine sarılıp, ki­tabın âyetlerini anlayıp sürekli onlar kılavuzluğunda yol bulmak, yo­lunu onlara sormak ve onlarla bir hayat yaşamak demektir. Kitaba sımsıkı, kuvvetlice sarılmak demek; tüm ciddiyetle, tüm himmet ve dikkatle kitaba sarılıp, onu kendimizden, kendimizi de ondan ayırma­mak, kitabı her şeyin önüne geçirmek, her şeyden önce onu tanıyıp, onunla amel etmek demektir. Kitaba tüm kuvvetimizle, tüm himmet ve gayretimizle tutunup onu asla elimizden bırakmamak, kitabın sürekli elimizde ve önümüzde olması ve her konuda ona müracaat etmemiz, tüm hayatı onunla düzenlememiz de­mektir.
Kitaba sarılmak; sürekli kitabın âyetlerini konuşmak, sürekli onu gün­deme getirmek, sürekli onu zikretmek, yâni hayatımızı onunla düzenlemek için onu sürekli hafızalarımızda canlı tutmamız demektir. Kitaba sarılmak demek; onu insanlara duyurmak, onu insanların gün­demine indirmek ve ha­yatın her alanında onun uygulanmasını sağla­mak demektir. Allah’ın emriyle kitaba sarılan Yahya (a.s) kitapla dirilik kazanıyordu. Kitapla canlılık kazanı­yordu ve Yahya oluyordu. Çünkü kitabın bir adı da ruhtur, hayattır. Kitabın olmadığı yerde, kitabın ol­madığı gönüllerde, kitabın olmadığı toplumlarda iman yoktur, inanç yoktur ve bunun için de orada hayat yoktur. Çünkü vahiy­den uzak olan bir yerde hayat da yoktur. Kur’an ve sünnetin olmadığı bir yerde, vahyin bulunmadığı bir ortamda, bir evde, bir ülkede kesinlikle hayat da yoktur. Vahiyle irtibatları olmadığı için ölüdür onlar.
Kitaba kuvvetlice sarılmanın bir ikinci boyutu da, kuvvetli mü­minler olarak kitaba tutunmak demektir. Kuvvetli, ciddi mü’minler ola­rak, kavî mü­minler olarak, imanı bütün müminler olarak kitaba sarılın diyor Rabbimiz. Yâni iman kuvvetini, amel kuvvetini, ahlâk kuvvetini gündeme getirerek bu kitaba sarılın. Çünkü imanla, amelle, ahlâkla desteklenmeyen bir tutuş, kuv­vetli bir tutuş değildir. Hayatta kitabın içindekileri, kitabın âyetlerini tatbik ger­çeğiyle desteklenmeyen bir tu­tuş, ciddi bir tutuş değildir. Yâni sadece oku­nan, sadece ezberlenen, sadece konuşulan, ama hayatta tatbik edilmeyen, hayatta yaşanma­yan bir kitap, kitap olarak korunma özelliğini kaybedecektir. Bireysel hayatla, aile hayatıyla, toplum hayatıyla, ekonomik hayatla, siyasal hayatla, hukukla ve tüm hayat programlarıyla görüntülenerek, tatbik edilerek desteklenmeyen bir tutuş gerçek bir tutuş değildir.
Meselâ düşünün ki şu anda toplum olarak, Müslümanlar ola­rak ki­tapla diyalog kursak, gece gündüz kitabın âyetlerini okuyup an­lasak, okunup anlaşılması adına paneller, konferanslar düzenlesek, ama anladığımız, bildi­ğimiz bu âyetleri bireysel hayatımızda, aile ha­yatımızda, toplum hayatımızda, hukuk hayatımızda, ekonomik haya­tımızda, toplum hayatımızda uygulamıyorsak, bu âyetlerin istediği bir hayatı yaşamıyor ve hayatımızı on­larla düzenlemiyorsak o zaman biz ne o kitaba Allah’ın istediği gibi inanmış, ne de o kitaba kuvvetlice tutunmuş sayılırız.
Yâni inandığımız, okuduğumuz, anladığımız kitabın âyetleri hayatı­mızda görüntülenmiyorsa, hukukumuzda bu kitabın etkisi gö-rünmüyorsa, kılık kıyafet konusunda bu kitap kendini hissettirmi­yorsa, ekonomide etkili değilse, kılık kıyafet bu kitabın âyetlerine göre şe-killenmiyorsa, kazanmamız harca­mamız bu kitabın istediği biçimde şekillenmiyorsa, evimiz, eğitimimiz, amellerimiz bu kitaba göre şekil­lenmiyorsa, yâni ortada kitaba dayalı görünür bir hayat, bir görüntü, bir eylem, bir amel bir aksiyon yoksa bu iman Allah’ın istediği bir kitap îmanı olmadığı gibi, bu tutuş da Allah’ın istediği bir tutuş de­ğildir. Çünkü Allah’ın istediği tutuş kuvvetle, iman kuvvetiyle, amel kuvve­tiyle, uygulama kuvvetiyle bir tutuştur.
Âl-i İmrân sûresinde de bu tutuşun bir başka boyutuna dikkat çekilir:
“Cemîan Allah'ın ipine sarılın, tefrikalaşmayın.
(Âl-i İmrân 103)
Allah’ın ipine sarılın, ama cem’an, cemisine, tümüne birden sarı­lın. Allah'ın ipinin hepsine birden sarılın. Bakara’ya sa­rılın, ama Âl-i İmrân’ı atın. Namaz âyetlerine sarılın, ama şimdilik cihad âyetle­rini bir kenara alın. Helâl kazanç âyetlerine sarılın, ama şimdilik infak âyetlerinin üzerinde durmayın. Fikir âyetle­rini alın, ama zikir âyetleri sizde yok olsun, öyle değil. Ya nasıl? Kitabın, Allah’tan gelen ipin hepsine, tümüne, baştan sona sımsıkı sarılın. Kitabın tümüne öyle bir sarılın ki, ne Tebbet dışında kalsın, ne de İhlâs. Ne na­maz dışında kalsın, ne de hukuk. Ne hac dışında kalsın, ne de ekonomi. Ne oruç dışında kalsın, ne de eğitim âyetleri. Hepsine birden sarılacağız ki­ta­bın.
Yâni kitabı parçalamadan, Allah’ın ipine, Allah’ın dinine toptan sarılın. Nedir Allah’ın dini? Fâ­tiha’dan Nâs’a kadar tüm âyetler Al­lah’ın dinidir. Baştan sona Kur’an âyetleriyle beraber, Rasûlullah efendimizin Allah tarafından onaylanmış hayatı dindir. Namazıyla, orucuyla, haccıyla, zekâtıyla, cihadıyla, ekonomisiyle, hukukuyla, ni­kâ-hıyla, mîrasıyla, kılık kı­yafetiyle, savaşıyla, barı­şıyla her şeyiyle Al­lah’ın ipine, Allah’ın di­nine sımsıkı sarılın. Yâni kitabın ibâdet âyetle­rine evet, ama aynı Kur’an’ın ekonomik düzenlemelerine gelince hayır demek biçiminde veya Kur’an’ın orucunu kabul, ama aynı kitabın siya­sal bakış açısına, sosyal yapılanmalarına ge­lince hayır biçiminde, kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını red­detmek biçiminde bir an­layıştan yana olma­yın.
İkinci emir de tefrikalaşmayın. “Velâteferragû” Allah’ın ipinin tü-müne birden sımsıkı sarılın ve tefrikalaşma­yın. Allah’ın kitabıyla tefri­kalaşmayın. Allah’ın kitabından ayrılma­yın. Kitapla tefrikalaşmayın, ki-apla ayrışmayın. Kitabı kendiniz­den, kendinizi kitaptan ayırmayın. Sürekli kitapla beraber olun. Değilse birbirinize sımsıkı sarılın ve birbi­rinizden ayrılmayın, birbirinizle tefri­kalaşmayın değildir mânâ. Bu ki­taba sımsıkı sarılın ve bu kitaptan ayrılmayın deniyor.
Ama yıllar yılı hep öyle anlatılmış, hep öyle anlama­dan yana bir tavır sergilenmiş. Aman ey Müslümanlar, birbirinize sımsıkı sarılın ve sakın tefri­kalaşıp birbirinizden ayrılmayın şek­linde anlaşılmış. Hal­buki benim bu kitap­tan ayrılığım reddediliyor. Fırka olmak demek, Kur’an’la fırkalaşmak demektir. Yani hayatta Kur’an bir yan, ben bir yan olmam demektir. Kur’an bir vadide, ben başka bir vadide yaşıyo­rum demektir. Kur’an’dan kopuk bir hayat yaşıyo­rum demektir ki, men edilen budur.
Değilse birbirimizle fırka zaten olacağız. Hani Be­yine sûresinde; insanlara beyine ulaşınca, kitap ve sünnet ulaşınca, onlar ikiye ayrılacaklar, ya “şerru’l beriye” veya “hayru’l beriye” ola­caklar de­niyordu. Zaten Kur’an insanları ayırmak için gelmiştir. Kur’an’la insanlar ayrı­lacaklar. Kur’an’la kimileri saparken, kimileri de yol bulacaklar. Kur’a-n’ın ayır­dığı insanla ben mecburen ayrılacağım, ama asla kitapla ayrılmayacağım? Kur’an’ın ayrıl dediği insanla benim beraberliğimin ne anlamı var? Önemli olan Kur’an’la tefrikalaşma­maktır.
7: Okuduğumuz âyetler üzerinde uzun uzun dü­şünmeli, tefekkür ve tedebbür etmeliyiz.
“Bunlar Kur’an’ı hiç düşünmezler mi? Yoksa kalp­leri kilitli midir?
(Muhammed 24)
Bunlar Allah’ın kitabını hiç düşünmezler mi? Kur’an’ı hiç dü­şün­meye­cekler mi? Allah’ın kitabı üzerinde hiç kafa yormayacaklar mı? Kitapla hiç ilgilenmeyecekler mi? Kitabı izlemeden yana olmaya­caklar mı? Allah bu ki­tabında ne anlatıyor? Nasıl bir hayat programı istiyor? Bakara bizi nereye götürmek istiyor? Âl-i İmrân bize ne anlatı­yor? Merak edip de bir kerecik Al­lah’ın kitabına yönelmeyecekler mi? Allah’ın kitabını izlemeye yanaşmaya­caklar mı? Kitabın peşine takıl­mayacaklar mı? Tedebbür; hem düşünmek, üzerinde akıl yormak an-amına, hem de arkasına düşmek anlamına gelmek­tedir. Yâni onlar onu hep anlamadan okumadan yana mı olacaklar? Ya da onlar o ki­tabı önlerine alıp kitabın arkasına düşerek bir hayat yaşamaya ya­naşmayacaklar mı? Tüm hayatlarında kitabı rehber edinmeyecekler mi? Kur’an rehberliğinde bir hayata yönelmeyecekler mi?
Âyetin sonunda diyor ki Rabbimiz; “Yoksa bu adamların kalp­leri üze­rinde onu anlamalarına engel kilitleri mi var?” Yoksa onların kalpleri üzerinde kilitleri mi var ifadesinden anlıyoruz ki kalplerin biz­zat kendi kendilerini kilit­leme özelliği vardır. Yâni kalbin sahibi, kendi kilidini bizzat kendisi vuruyor kalbine. Kalbini Allah’ın âyetlerine açan ve kapatan bizzat o kalbin sahibi olan insandır.
Peki soralım o zaman kendimize: Acaba bizim kalplerimiz Al­lah’ın kitabına karşı açık mıdır, yoksa kapalı mıdır? Sürekli Allah’ın âyetlerini okuyup öğrenmeye, sürekli Allah’ın âyetleriyle düşünüp te­fekkür ve tedebbür etmeye açık mı kalplerimiz? Kalplerimiz her an Allah’ın âyetlerinin girmesine müsait mi? Âyetler elbette kendiliğinden durup dururken kalbe girmez. Öyleyse acaba sizler, bizler Allah’ın âyetleriyle ilgilenebiliyor muyuz? Allah’ın kitabıyla sürekli bir diyaloga girip onlar üzerinde düşünebiliyor muyuz? Günlük haya­tımızın ne ka­darını kitabı anlamaya ve düşünmeye ayırıyoruz? Allah’ın âyetle­rini okuyup öğrenmeye, onlar üzerinde derin derin düşünüp onlarla yol bul­maya bir sa’yimiz, bir çabamız var mı?
Eğer bütün bu sorulara cevabınız müspet değilse, o zaman Allah ko­rusun kendi kalplerinize kendi kilitlerinizi kendiniz vuruyorsu­nuz demektir. Allah’ın âyetlerini kapattığınız için, Allah’ın kitabının defterini dürdüğünüz için kendi kendinizi kör, sağır ve duygusuz hale getiriyorsunuz demektir. Kendi kendinizi rahmetten uzaklaştırıyor ve cehenneme sürüklüyorsunuz demektir.
Bu ve benzeri Kur’an âyetlerinden ve hadislerden anladığıma göre, Allah herkese bir kalp vermiş ve bir de her insan kalbi için bir ki­lit yaratmış, bir kilit vermiştir. Bu kalbin kilitleyicisi, mühürleyicisi veya açıcısı olan anah­tar Allah’tandır. Ama bu kilidin, bu mühürün Allah’tan oluşu, bir cebir anla­mına gelmemektedir. İnsanlar kendi öz iradele­riyle, hür iradeleriyle ya bu kilidin kapatılmasını Allah’a arzederler, Allah da kapatır onu, ya da açılmasını isterler Allah’tan, Allah da açı­verir. O halde isteyen kuldur, ama açan ve ka­patan din sahibi olan Allah’tır her zaman. Demek ki Allah bu açma ve ka­patma işinde yine de insana irade vermiştir. Yâni tekrar müracaat hakkınız vardır, de­miştir. Yâni insan kâfirken, kalbi mühürlüyken, kilidi kapalıyken, Al­lah’a tekrar müracaat edip kalbini açtırabilir ve Müslüman olabilir. Müslüman­ken de müracaat edip kapattırabilir, mürted olabilir.
O halde bu ve benzeri âyetleriyle Rabbimiz istiyor ki, bizler gözü­müzle, gönlümüzle, kulağımızla, aklımızla, fikrimizle, düşünce­mizle kitabını önümüzde kabul edip, onun arkasına düşüp, onun gös-terdiği bir hayatı ya­şamak zorundayız. Gözümüzü, kulağımızı, ak­lı- mızı, fikrimizi, gecemizi, gün­düzümüzü ona adayacak, ona tâbi kıla­cak, onunla görecek, onunla duyacak, onunla düşünecek ve onunla yürüyeceğiz. Tıpkı yol bilmeyen birinin yol bileni önünde bilip ona tâbi olduğu gibi. Tüm hayatımızda, tüm davranışlarımızda, tüm amelleri­mizde, tüm konuşmalarımızda onu mihmandar kabul edeceğiz.
Unutmayacağız ki, bu kitabın âyetleri üzerinde tedebbür edilmeli, dü­şünül­meli, akıl yorulmalı, anlaşılmaya çalışılmalıdır. Unutmayacağız ki, bu kitap yattığınız yerden anlaşılmaz. Yattığınız yerden mânâlarını, esrarını, bereketle­rini açmaz size. Anlamak üzere okumazsanız, tedebbür etmezseniz, üze­rinde derin derin düşünüp kafa yormazsa­nız asla anlaşılmaz, size bereket­lerini açmaz, bereket kaynağı olmaz bu kitap. Aklınızı bu kitaba takacaksınız. Gönlünüzü buna açacaksı­nız. Kafanıza bunu koyacaksınız. En büyük dert, en öncelikli iş olarak bunu kabul edeceksiniz. Üzerinde düşünecek, tefekkür edecek, zik­redecek, aklınızın en üst köşesine koyacaksınız. İşte ancak o zaman bu kitap mübârek olacak, bununla berekete, cennete ulaşmış ola­cak­sınız.
“Ey Muhammed! Biz, öğüt alırlar diye, Kur’an'ı se­nin dilinde indirerek kolayca anlaşılmasını sağladık. Sen bekle, onlar da beklemektedirler.”
(Duhân 58)
İnsanlar öğüt alsınlar, onunla yol bulsunlar, hayat programla­rını ona sorsunlar ve hayatlarının tüm problemlerini onunla çözümle­sinler ve so­nunda cennete, Allah’ın lütfuna ulaşsınlar diye biz bu Kur’-an’ı senin lisânında kolaylaştırdık diyor Rabbimiz. Çok açık ki, bu ki-tap Rasulullah efendimizin dilinde kolaylaştırılmıştır. Okunması ko­lay, öğrenilmesi kolay, anlaşılması kolay, ezberlenmesi kolay, uygu­lan-ması kolay, yaşanması kolay, istediği hayat kolay, her şeyi çok kolay-dır. Allah onu bizim için kolaylaştırmıştır. Belki onu zikrederler, zikir haline getirirler, hatırlarlar, kafalarında, kalplerinde canlı tutarlar da hayatlarını onunla düzenlerler diye. Belki onu tezkira yaparlar, pu­sulu yaparlar, harita kabul ederler, kafalarına kalplerine kazırlar da, haf-talık ders programı gibi, günlük, aylık, haftalık sürekli bakılacak bir konuma geti­rirler diye Allah onu kolaylaştırmıştır. Çünkü ona bakıl­ma-dan, ona sorulma­dan hayat yaşanmamalıdır. Çünkü o hayatımızın her bir saniyesinde bize yol gösterecek bir kitaptır. Ama unutmayalım ki bu kitap, kendisine yönelenlere kolaydır. Onunla ilgilenenlere ko­laydır. Ona başvuranlar için kolaydır ve sa­dece onların hayatlarını kolaylaştıracaktır.
8: Tüm öncelikli bilgilerimizi bir kenara at­mış, tüm önyargılarımızdan sıyrılmış ola­rak Kur’an’a başvurmalıyız.
Tüm öncelikli bilgilerimizden arınmış olarak, önyargılarımızı bir ke­nara atmış olarak bu kitaba baş vurmak zorundayız. Yâni öncelikli bilgileri­mizi onaylattırmak için baş vurmayacağız kitaba. Bakara sûre­sinin beyânına göre; Kur’an’la kimileri sapıtırken kimileri de hidâyet bulur. Bu, bize Kur’an’a iki türlü yaklaşım metodunun olduğunu anla­tır. Yâni Kur’an’la beraberlikte iki türlü yöntem vardır. Bunlardan birin­cisi şudur: İnsanlar, önce kendilerini, Al­lah bana önce şunu şunu an­latmalıdır diye şartlandı­rırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur’an’a başvururlar. Yâni şartlı, sınırlı, tahditli, özel bir yakla­şım modelidir ki, bunu ikiye ayırabiliriz:
a- Ya kendi dünya görüşünü desteklemek için Kur’an’a baş­vu­rurlar.
b- Veya aradıkları sorunun cevabını o tahditte bulmaya çalışır­lar.
Meselâ adam demokratiktir, ama Müslümanlığı da elden bı­rakmamak çabasındadır. Veya feministtir, ırkçıdır, pragma­tisttir, fay­dacıdır, hümanisttir, insancıldır. Aman insan hakları, insan sevgisi fi­lan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir. Ama bunu Kur’an’ın da des­teklemesi gerekmek­tedir. “Öyle ya, elbette Tanrı da bundan başkasını emredecek değildir” diyordur ve Kur’an’a işte bu duyguyla müracaat etmektedir. Bu sapıklıktır tabii.
Bir de sorduğu soruya, sadece sorduğu kadarıyla Allah’ın ce­vap vermesini istemektedir. Meselâ; “Ya Rabbi, babam öldü, şunum şunum var, mîrastan ne kadar alacağız?” Allah’tan sadece o bölümü ister, sadece o bölümü sorar. Halbuki Allah ona bunu anlatırken on­dan sonra bir şeyler daha söyler, ama o bölüme hiç bakmaz adam. Ya da abdest alacaktır; “Acaba yüzümü mü önce yıkayacağım, yoksa elimi mi?” Sadece o bölümü sorar. “Şimdi sen başkasını karıştırma! Başka konulara geçme!” dercesine. Oysa serbest bıraksa İslâm’ı, ba­kalım ona cevap verirken başka neler diyecekti? O bölümleri karıştır­mıyor adam da, sadece sorduğu bölüme cevap istiyor. “İs­lâm’da hü­kümet” diyor adam, sadece o bölümü sorar. “İslâm’da cemaat” der, “İslâm’da kadın” der, “İslâm’da kazanma, harcama” der. Ne dene­ce­ğini, ne sorulacağını, ne kadar sorulacağını, ne cevap verileceğini de kendisi be­lirler. Yâni Allah’ın âyetlerine kendi fikrini söyletir, âyetleri kendi hevâ ve he­vesine göre yorumlar. Bu da sapıklıktır.
Halbuki İslâm öyle bir mekânizma ki, hepsi birbiriyle ilgilidir. Arabanın şaftı da, defransiyeli de, tekerlekleri de, direksiyonu da, vi­tesi de, fireni de nasıl aynı uyum içindeyse, Kur’an’ı da aynı uyum içinde öğrenmek zorunda­yız. Yâni Kur’an’ı, Kur’an bütünlü­ğünde öğ­renmek zorundayız. Öğreneceği­miz bölümleri ona önce­den empoze ederek kitabı şartlandırmanın anlamı yoktur. Ona müra­caat ederken ön yargılı hareket etmeyeceğiz. Yâni önce inanıp, sonra da bu inan­cımıza delil bulmak için yönelmeyeceğiz. Kitap ve sünnet ne dedi, ne gösterdiyse öylece alıp ina­nacağız. Eğer öyle değil de kendi inancı­mıza delil bulmak için onlara müracaat edersek, o zaman Allah koru­sun inancımıza ters düşen âyet ve hadisleri inkâr edeceğiz veya tevil edeceğiz de­mektir. Veya; Ey kitap! Bizi bir zahmet şuna götür! Bize şunlar­dan söz et! Biz filan filan kitaplardan inancımızı, itikadımızı, dü­şüncemizi belirledik, sen de bir zahmet onları onaylayıver diye müra­caat etmeyeceğiz.
9: Allah’ın indirdiği Kur’an’ı kaldırmaya ça-lışa­rak ona saygı gösterdiklerini zannedenler, bil­meli­dirler ki bu kitaba karşı büyük bir yanılgı ve edepsizlik içindedirler.”
Bakın Rabbimiz kitabının pek çok yerinde; “Biz bu kitabı indir­dik, inzâl ettik” buyurur. Enzele, inzal, tenzil, tenzil-i rütbe biliyorsunuz ki yüksekten indirmek anlamına geliyor. Rabbimiz biz onunla yol bu­lalım diye, yolumuzu ona sorarak bulalım diye onu mele-i a’lâdan dünyaya indiriyor. Öyleyse bizler de Rabbimizin yaptığının tam tersini yapmaya kalkmayalım. O indirirken, biz kaldırmadan yana olmayalım. O indirirken biz raflara, yüksek yerlere kaldır­madan yana olmayalım. Rabbimizin yaptığının tersini yapmayalım. Kur’an’a hürmet; onu kim­senin el değemeyeceği yüksek yerlere kaldırmak değil, sü­rekli onu el altında bulundurup, elden düşürmemeye ve onunla bilgilenmeye ça­lışmaktır. Mademki Rabbimiz indirmiş, öyleyse biz de indirelim onu haya­tımıza. Biz de alalım onu elimize ve en çok bu kitapla beraber olalım ki, onunla hayatımız bereketlensin, hayatımız şeref kazansın inşallah.
Yıllardır bu toplumda Kur'an'a karşı Osman Gaziye izâfe edi­len mâ­lum tavır anla­tıldı. Osman Gazinin içinde Kur'an'ın bulunduğu bir odada ayakla­rını uzatarak yatmadığı bir üstünlük ve şeref sebebi olarak, Kur'an'a karşı bir saygı gösterisi olarak dile getirildi. Böylece sanki müslümanlara evlerindeki, odalarındaki Kur'an'ları dışarıya çı­karıp yatmaları öğütlendi. Kur'an'dan uzak kalmaları tavsiye edildi. Kur'an’lar dışarı, sizler içeri dendi. Halbuki Kur'an'a saygı bu değil­dir. Kur'an dışlanarak, Kur'an'ı kendimizden, kendimizi Kur’an’dan uzak tutarak Kur'an'a değer verilmiş olamaz. Halbuki Kur’an’ın yanında yatmak emniyettir.
Bakın bu ümmetin Kur'an'ı en güzel okuyucusu, kurrası, âlimi, mü­fessiri ve Kur'an'ı en iyi anlayanı olan Abdullah İbni Mes'ud efen­dimiz buyu­rur ki:
"Kur'an'ı her zaman açıp okuyabileceğiniz, her an onunla ilgi kurabileceğiniz bir konumda bulundu­run"
Yani bu kitap hep elinizin altında olsun. Her an uzanabile­ceği­niz şe­kilde yakınınızda bulunsun. Maalesef İbni Mes'ud efen­dimizin bu sözü bizim toplumda hiç bilinmez, ama Osman Gaziye izafe edilen o tavır hep gün­demde tutulur.
10- Bu kitap Allah bilgisidir. Allah, bilgi kendisinden olan, bilgisi tam ve eksiksiz olan­dır.
Okumak, bilgilenmek üzere bu kitabı eline alan kişi eğer; “Be­nim bu kitaba ihtiyacım var, ben Allah bilgisine muhtacım, bu bilgi ol­madan ben asla hayatımı düzenleyemem, hayrımı şerrimi, menfaatimi zararımı bilemem” diyerek bu imanla, bu teslimiyetle kitaba müracaat ederse ancak o zaman bu kitaptan istifade edebilecektir. Değilse, bil­gilenme konusunda Allah’ı ve kitabını tek kaynak olarak görmeyen, vahyin dışında başka bilgilenme kay­nakları arayan insanların bu ki­taptan istifade etmeleri mümkün değildir. Bir bakın insanlara, bilgi­lenmek üzere bu kitaba mı başvuruyorlar, yoksa başka şeylerin pe­şine mi düşüyorlar?
Tıpkı dünkü kâfirler gibi, bugünün kâfirleri yahudi’si ile, hıristi-yan’ı ile, Mecusi’si ile, ateisti ile, lâik’i ile tüm kâfirler, tüm kâfir dünya bilgilenmek için bir yol, bir sistem kabul etmişler. Bu sistemin temel felsefesi Allah’sızlık ilke­sine dayanmaktadır. Allah’ı, kitabını, vahyini yok farz eden, Allah’ı devre dışı bırakan, ismine bazen pozitivizm, ba­zen materyalizm, bazen idealizm, ba­zen realizm dedikleri küfür ve şirk yöntemlerle insanları bilgilendirmeyi he­deflemektedirler. Bilimi putlaştırıp onu Allah bilgisi yerine oturtmaya çalışı­yorlar. Günümüzde artık bilimin çözemediği hiçbir şey kalmamıştır. Binaenaleyh ne Allah kitabına, ne de Allah bilgisine ihtiyacımız kalmamıştır gururu ve çıl­gınlığı içinde bilgilenme noktasında vahyi devre dışı bırakmaya çalışı­yorlar. Şu anda dünya üzerinde kâfir ve şirk egemenliğinde bir hayat yaşamaya mahkum edilmiş tüm dünya ülkelerindeki eğitim sistemleri­nin temelini oluşturan anlayış budur. Gerek kâfir ülkelerinde, gerekse onların düşüncelerinin egemen olduğu İslâm dünyasında uygulanan bilgilenme, bil­gilendirme yönteminde aynen Mekke dönemindeki Al­lah’ı, vahyi devre dışı bırakma çarpıklığını görmek mümkündür. Gerek küfür dünyanın, gerekse onların kölesi durumunda bulunan İslâm ül­kelerinde ekonomik ve siyasal yapı­lanmalarında, sosyal ve hukukî düzenlemelerinde Allah’ı devre dışı bıraktıkla­rını, vahyi bir kenara bı­raktıklarını, başka kaynaklardan bilgilenme esasına teslim olduklarını görüyoruz.
Yeryüzü kâfirlerinin gerek kendi dünyalarında, gerekse ege­men olup köleleştirdikleri İslâm dünyasında bilgilenme noktasında temel felsefeleri Allah’ı devre dışı bırakmaktır. Allah vahyini reddeden kâfirler ne siyasî ha­yatta, ne ekonomik hayatta Allah’a hayat hakkı, söz hakkı tanımamaya çalışı­yorlar. Temel felsefeleri şudur kâfirlerin: Kitap gündeme geldiği zaman, vahiy söz konusu olduğu zaman, onun modası geçmiştir, miadı dolmuştur, bilim­sel özelliği kalmamıştır. Peygamber gündeme geldiği zaman, peygamber anlayışı gündeme geldiği zaman da hemen yaftaları hazırdır: Peygamber deli, peygam­ber şair, peygamber sihirbaz, peygamber aklı hayra şerre er­meyen bir kişidir. Allah gündeme geldiği zaman, O hayata karışmayan bir varlık­tır.
Bu insanlara bir Müslüman olarak bizim teklifimiz şudur: Ey kâfir­ler, mademki sizler hayatta Allah’ı devre dışı bırakmak, peygamberi reddetmek, Allah ve Resûlüne hayat hakkı tanımamak gibi bir anlayı­şın içindesiniz. Ve yeri geldiği zaman Allah’ın ve peygamberinin hiçbir şey bilmediğini ortaya koymaya çalışıyorsunuz. Bin dört yüz yıl önce bir insanın ortaya koyduğu bu kitaptan, şu anda sizin bilim adamları­nızın, siyasetçilerinizin, ekonomi uz­manlarınızın, hukukçularınızın daha bilgili olduğunu iddia ediyorsunuz. Bunla­rın Allah’tan daha iyi bildiklerini demeye çalışıyorsunuz. Eğer bu sözlerinizde samimi, ken­dinizden, bilgilerinizden eminseniz, o zaman soruyorum size, niye bu insanların rahat bir şekilde Allah’la, peygamberle, Kur’an ile karşı kar­şıya gelmelerine engeller koyuyorsunuz? Niye yasaklıyorsunuz din eğiti­mini? Niye korkuyorsunuz bu kadar? Niye bu Kur’an’la bilgilenen insanların imanları istikâmetinde kendi siyasetlerini, kendi hukuklarını, kendi imanlarını, kendi ahlâklarını, kendi düşüncelerini ortaya koy­malarına engel oluyorsunuz? Bu korkunuz ne böyle? Eğer cesaretiniz varsa bırakın Müslümanlar da or­taya koysunlar imanlarının gereğini.
Sosyal, siyasal, ekonomik, hukukî tüm hayat problemlerinin çözümü konusunda herkese söz hakkı veriyorsunuz, herkesin çözüm önerisini dinliyorsunuz, herkesin teklifine kulak veriyorsunuz da niye tüm bu konularda Allah’a ve peygambere hayat hakkı, söz hakkı tanı-mıyorsunuz? Bir homo­seksüel kadar, bir genel evi kadını kadar Al­lah’ın söz söyleme hakkı yok mu? Allah bilmez mi hukuku? Allah bil­mez mi sosyal ve siyasal yasaları? Neden Allah bilgisine müracaat etmiyorsunuz? Ey kâfirler, sizin hiç aklınız yok mu? Yıllardır ha­yatta Allah’ı dışladınız, peygamberi dışladınız, Allah bilgisini, pey­gamber anlayışını devre dışı bıraktınız. Ama işte görüyoruz ki hiçbir şeyi halledemediniz. Hiçbir problemi çözemediniz. Bu gidişle battıkça batacak, helâk olup gideceksiniz. Gelin bir adım önünü bile görmek­ten âciz insanları tanrılaştırıp vahyi devre dışı bırakmaktan vazgeçin. Gelin kendi bilgilerinizi, kendi hevâ ve heveslerinizi putlaştırıp Allah’ı cahillikle itham etmekten vaz­geçin.
Çünkü pozitivizm, rasyonalizm, materyalizm Allah hakkında bilgi vermez. Sistematiğini Allah’ı, dini, peygamberi, vahyi ortadan kaldırmak üzere koyan şu materyalist bilgilenme kaynaklarının han­gisi Allah hakkında bilgi verebilecek de? Hangisi ne diyebilecek de bu konuda? Fizik mi bir şey­ler söyleyecek Allah hakkında? Matematik mi? Sosyoloji mi? Tarih mi? Eli­mizin dokunduğu, gözümüzün gördü­ğünden başkasına inanmayız demiyor mu bu bilim dalları? Başta bunu diyerek işe başlayan bu bilim dallarından bunun dışında başka ne bekleyeceğiz? Peki Allah hakkında nasıl konuşabi­lirsin sen? Gör­dün mü Allah’ı? Yo! Dokundun mu elinle? Yo! İşittin mi Allah’ın ko­nuş-masını? Yo! Eh o zaman ne biliyorsun ki Allah hakkında konuşu­yor­sun? Hani senin felsefenin temeli bu değil miydi? Hani sen görme­diğin, do­kunmadığın şeye inanmazdın? Peki o zaman Allah hakkında, din hakkında, peygamber hakkında, vahiy hakkında; “bu doğrudur, bu yanlıştır” derken; “bu böyle olmalıdır, şu şöyle olmalıdır” derken neye dayanıyorsun? Hayır hayır, sen bu konularda hiç konuşmayarak, su­sarak felsefenin gereğini yerine getirmek zorundasın. Hiç olmazsa bu konuda namuslu olmalısın. Çünkü Al­lah’ı, kitabı, vahyi, peygamberi reddeden bir adam hiçbir şey bilemez bu ko­nularda. Bilmediğine göre de bu konularda hiçbir şey konuşamaz.
Öyleyse susarak hiç olmazsa kendi felsefene, kendi inancına saygılı ol. İslâm’a, benim inancıma saygılı ol filân demiyorum sana. Çünkü benim dinimin, benim inancımın, İslâm’ın kimsenin saygısına filân ihtiyacı yoktur. İslâm azizdir. Müslüman azizdir. İzzet ve şeref sa-hibidir. Yeryüzünde hiç kimse müslüman olmasa da İslâm yine iz­zet ve şeref sahibidir. Öyleyse kendi inancına saygılı ol da bilmediğin şey özerinde konuşma. Sen Allah’ı bilmezsin. Sen kitabı bilmezsin. Sen vahyi bilmezsin. Sen din konusunda cahilsin. Sen peygamber konusunda söz söyleme hakkına sahip değilsin. Sen bildiğin konu­larda konuş. Sen dünyayı bilirsin, konuşacaksan o konuda konuş. Sen kazanmayı bilirsin. Sen kan emmeyi bilirsin. Sen sömürmeyi bi­lirsin. Sen kan dökmeyi bilirsin. Sen savaşı bilirsin. Sen teknolojiyi bi­lirsin. Sen elmayı, armudu bilirsin. Sen kadını, kızı bilirsin. Konuşa­caksan onlar hakkında konuş. Zaten dünyan bu kadar basittir senin. Onun için bilmediğin yüce şeylerle alâkalı susman, tek kelime bile ko­nuş-mandan daha hayırlıdır.
11: Selefimizden Kur’an’ı okuma yöntemle­rine dair örnek anlayışlar.
Eğer bir kişi okuduğunu tekrarlayarak düşünebiliyor ve anla-yabili­yorsa, okuduğu âyetleri ya da bölümü tekrar tekrar okumalı­dır. Sahabe-i Ki­râm efendilerimiz Resûlullah efendimizin Fâtiha’yı yirmi defa tekrarladığını rivâyet etmektedirler. Meselâ İmam Buhârî efen­dimiz, Mekke’nin fetih günü peygamberimizin Fetih sûresini de­falarca tekrar ede ede Mekke’ye girdiğini rivâyet eder.
(Buhârî 6/ 112)
Yine İbni Mâce’nin rivâyetine göre sevgili örne­ğimiz Mâide sûresinin 18. âyetini hıçkırığa boğulmuş bir vaziyette sabaha kadar okumuştur.
(İbn-i Mâce 1/ 429)
Sevgiliyi adım adım takip eden sa­habe-i kirâm efendilerimiz de aynen onun gibi yaparlardı. Said Bin Cübeyr efendi­miz:
“Ey suçlular! Bugün siz müminlerden ayrılın.”
(Yâsîn 59)
Siz ey suçlular, ey günâhkârlar bugün şöyle, şu tarafa ayrılın ba­ka­lım. Size cennet yok, size rahmet yok. Siz şöyle geçin bakalım. Siz ayrılın şu tarafa. Cennet sizin değildir. O mü’minlerindir. Zaten dünyada siz kendinizi ayırıyordunuz mü’minlerden. Kendinizi seç­meye çalışıyordunuz. Seçkin kimseler olduğunuzu iddia ediyordunuz. Ayrıydınız, ayrıcalıklıydınız dünyada. Müslümanlara karşı böbürleni­yor, onlara tepeden bakıp, entellik taslıyordunuz. Kendilerinizi hacet kapısı olarak lanse ediyordunuz. Şimdi ayrılın bakalım mü’minlerden. Geçin bakalım şu cehennem tarafına meâlin­deki âyetini gece boyu tekrar ederek sabahlamıştır.
Bir âyette Rabbimizin muradını anlaya­bilmek için gerekirse tekrar tekrar okumalıyız. Çünkü okunan bölümü anlamak esastır. Sahâbe-i Kirâm efendilerimiz, mübârek selefimiz; “Anlamadığımız ve kalp huzuru ile okumadığımız bir âyetten sevap alabile­ceğimizi ummayız” buyurmaktadırlar.
Onlardan Süleyman Dârânî der ki; “Ben kitabımızdan bir âyet okurum, mânâyı iyice kavra­yabilmek için dört beş gece onunla meşgul olurum, onu iyice anlama­dan başka bir âyete geçmem” Yine selefimizden çoğu Hûd sûresinin mânâsını anlayabilmek için altı ay, bir sene sürekli tekrar ederlerdi. Bir hatmi otuz senede ancak bitirebilenler pek çoktur.
Kur’an okuyan kişi ondaki Rabbimizin emirlerini, nehiylerini, vaadlerini, vaîdlerini, geçmiş toplumların kıssalarını, Allah ve elçile­riyle ça­tışmaya giren toplumların helâk yasalarını iyice anlayabilmek için bunlar üze­rinde uzun uzun düşünmelidir.
Kur’an okuyan kişi onda Rabbimizin muradını anlamaya engel olan hallerden sıyrılıp uzaklaşmaya çalışmalıdır. Bir mü’minin Kur’an’ı anlamasına engel olan halleri kısaca şöyle özetleyebiliriz:
a- Şeytanın insan kalbinin üzerine çektiği perde. Bu perde in­sanlar­dan pek çoğunun Kur’an’daki mânâları anlamasına engel ol­maktadır. Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu hususu şöyle anlatır: “Eğer şeytanlar adem oğul­larının kalplerine girip dolaşmamış olsa­lardı, elbette onlar melekût âlemini görebilirlerdi.”
(Ahmed Bin Hanbel Müsned 2/353
Şeytanın vesveseleri sonucunda kimi insanlar bütün güçlerini, dikkatle­rini, himmet ve gayretlerini harflerin mahreçlerine teksif eder­ler. Harfleri mahreçlerinden çıkaracağız diye var güçleriyle uğraşırlar­ken mânâyı, muhtevayı göz ardı ederler. Tüm dikkatleri makama, melodiye ve harflerin mahrecine takılı kaldığı için âyetlerdeki Allah muradını örtüp kamufle edive­rirler. Bütün Kur’an okuyucularına mu­sallat olmuş, onların okudukları âyetleri anlamalarına engel olmak için çırpınan şeytanlar vardır. Bu şeytanlar onları daima harfleri tekrar et­me-ye yöneltip teşvik ederler. Olmadı, derler. Olmadı. Harf mahrecin­den çıkmadı diye vesveseler verirler. Böylece sonuçta okuyucunun tüm himmet ve dikkati harflerin mahrecine takılı kalır ve sonuçta o ki­şinin mâna ve muhteva üzerinde derinleşmesi engellenmiş olur. Şeyta­nın vesvesesine mağlup olan kişi elbette sonunda onun oyun­cağı durumuna düşer. Allah bizi böyle bir duruma düşmekten korusun inşallah. Tabii bu sözlerimden Kur’an’ı tecvit ile okumayı, harfleri mahrecinden çıkarmayı kü­çük gördüğüm anlamı çıkarılmamalıdır. Onlar da lâzımdır elbette, ama Kur’an sadece güzel okunmak için de­ğil, anlamak, kavramak ve kendisiyle hayatı düzenlemek için indiril­miştir.
Günah işlemekte ısrar kişinin Kur’an’ı anlamasına engeldir.
Sürekli günah işleyen ve günahlara dalmaktan çekinmeyen kişi kesin­likle bu kitabın mânâ ve hikmetlerinden mahrum olacaktır. Kita­bımızın Mutaffifîn sûresi bu hususu şöyle anlatır:
“Hayır hayır; onların kazandıkları kalplerini pas-landı­rıp körletmiştir.”
(Mutaffifîn 14)
İşledikleri suçlar sebebiyle kalpleri paslanmıştır onların. Söz anla­maya yanaşmadıkları, istifade etmek üzere, iman etmek ve amel etmek üzere dinlemedikleri için Allah onların kalplerini mühürleyiver­miştir. Yâni din­lemek ve anlamak için kendilerine verilen duyularını kullanmadan yana ol­madıkları için, Allah da bunu onlardan alıvermiş­tir. Kalplerine mühür vur­muştur Allah. Çünkü bu adamlar Allah’ın ken­dilerine verdiği kalplerini kullan­mak istememişlerdir. Allah böyle dav­ranan kimselerin kalplerini mühürleyive­rir de, duymaz duygulanmaz hale getiriverir.
b- Kibir Allah’ın kitabının anlaşılmasına engeldir. Kur’an’a karşı müstekbirce bir tavır takınan, benim bu kitaba ihtiyacım yoktur, ben bu kitap olmadan da hayatımı düzenleyebilirim mantığında olan bir kişinin de bu kitabı anlaması mümkün değildir.
c- Dünyaya bağımlılık, dünyaperestlik de kitabın anlaşılmasına engel­dir. Resûlullah efendimiz bu hususu anlatan bir hadislerinde şöyle buyurur: “Ümmetim dinar ve dirheme çok fazla önem verdikleri zaman onlardan ima­nın heybeti kalkar, emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’-münkeri terk ettikleri zaman da vahyin bereketinden mahrum ka­lırlar”
d- Hevâ ve heveslerine tabi olmak, arzularını, bilgisini putlaş-tır­mak, kendi anlayışını kitabın önüne geçirmek de bu kitaptan istifade etmeye en­geldir. Bütün bunlar kalbi paslandırır. İnsanın an­lama ve kavrama kabiliyetini öldürür. Öyleyse bu tür özelliklerden arınmış ola-rak Allah’ın kitabını okumaya yöneleceğiz.
e- Şehevî arzular şiddetlenince, Kur’an’ın mânâları da o de­rece insan­lar için kapalı kalır. Şehevî arzularına teslim olmuş kimseler bu kitabı anlayamazlar.
Kur’an okuyan kişinin kendisini onun tüm hitaplarının muha­tabı kabul etmesi gerekir. Rabbimizin âyetlerindeki tüm hitapların mu­hatabı benim, burada bana sesleniliyor, burada ben anlatılıyorum, bu­rada Rabbim beni kastediyor demeli, öyle okumalı, öyle algılamalıyız ki Kur’an’ı anlamamız ko­laylaşsın. Bir emir, bir nehiy, bir uyarı, bir va-ad, bir vaîd, bir tehdit gördüğü­müz zaman herkesten önce onun mu-hatabının kendimiz olduğuna inanmalı­yız. Kitabımızı okurken bil­me-liyiz ki o anda Allah bizimle konuşuyor. O anda Allah bize emirler ve-riyor, nehiylerde bulunuyor. O anda Kur’an bizim kalple­rimize bir şey-ler ekiyor. İmamlarımızdan Katâde der ki; “Kur’an ile oturup kalkan ya kâr eder, ya da zarar eder.”
Kur’an okuyan kişinin kalbi âyetlerin değişmesiyle değişmeli, âyetler­den etkilenmeli, müteessir olmalıdır. Âyetlerinin konusunun de-ğişikliğine göre okuyucunun kalbi tavır almalıdır. Bazen ümit, bazen korku, bazen saygı, ba­zen hüzün dolmalı kalbe. Kişinin Kur’an bilgisi mükemmelleştikçe kalbindeki korku da o nispette çoğalır.
Hasan Basrî der ki; “Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ı inanarak okuyan bir kulun korkusu artar, hüznü çoğalır, gülmesi ve ferahlanması azalır, meşguliyet ve yorgunluğu artar, istirahat ve tembelliği de azalır.” Okunan Kur’an’ın insan kalbi üzerinde etkili olması gerekir. Azap, vaîd ve cehennem âyetleri geldiği zaman mü’minin kalbi sanki korku­dan yok olacakmış gibi küçülüp, kaçacak yer aramalıdır. Vaad âyet­leri, cennet âyet­leri geldiği zaman da sevincinden coşmalı, taşmalı, kabına sığmaz hale gelmeli ve sanki uçacakmış gibi bir hal almalıdır. Allah’ın isim, sıfat ve fiilleri­nin; rubûbiyet ve azametinin gündeme geti­rildiği âyetler geldiği zaman say­gıdan başını eğmeli, kâfirlerin, müş­riklerin, ehl-i kitabın Allah’ın şanına yakış­mayan iftiralarının gündem yapıldığı âyetler geldiği zaman da sesini kısmalı, müteessir olmalı ve tıpkı meleklerin yaptıkları gibi onlar adına Allah’tan özür dileme ma­kamında bulunmalıdır. Ya Rabbi, ben onlar adına senden özür diliyo­rum. Nasıl diyebildiler bu hainler bunu sana? Nasıl izâfe edebildiler bunları sana? Diye onlar adına O’ndan özür dileme makamında olur­lar.
Sahâbeden İbni Mes’ud efendimiz diyor ki; Resûlullah efendi­miz bir gün bana; “Ey İbni Mes’ud biraz Kur’an oku da dinleyeyim” buyurdu. Ben dedim ki, ey Allah’ın Resûlü Kur’an size nâzil olurken ben mi okuyayım? Bu­yurdu ki; “Ben dinlemeyi de severim.” Bunun üzerine ben Kur’an okumaya başladım, Nisâ sûresinin 41. âyetine geldiğimde, baktım ki Resûlullah efen­dimizin gözleri yaşlarla dolmuş, kalbini müşâhede, korku ve hüzün kapla­mıştı.
Buhârî 6/113)
Selefimiz arasında Kur’an okunurken vaîd âyetleri, cehennem ve azap âyetleri geldikçe korkudan bayılan, hattâ ölenler oluyordu. Meselâ eğer En’âm sûresinin 15. âyetini okuduğu halde veya okuyan birini dinlediği halde içinde bir korku, kalbinde bir ürperme duymu­yorsa, kesinlikle söyleyebilirim ki o kişi Kur’an okumuyor, olsa olsa hi­kâye okuyor demektir. Keza bir kimse Mümtahine sûresinin 4. âyetini okuduğu veya dinlediği halde hâlâ Allah’a yönelişi, O’na tevekkülü, sevgisi, saygısı, kulluğu artmıyorsa, o zaman -Allah korusun- bu kişi Hûd 18, Saff 3 ve Enbiyâ 5 âyetlerindeki tehditlerin muhatabı olmuş­tur:
Öyleyse kalbimizin okunan Kur’an’la irtibat halinde olmasına çok dik­kat edeceğiz. Kalbimizin okunan âyetlerle ilgisini sürdürdüğü sürece oku­maya devam edecek, okunanla kalbimizin ilgisi kesilir ke-silmez yâni okunan âyetlerin mânâsına karşı ilgimiz, dikkatimiz azalır azalmaz hemen okumaya son vereceğiz. Çünkü hikâye değildir bu ki-tap, roman da değildir, Allah sö­züdür. Resûlullah efendimiz imam Bu-hârî’nin rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyuruyor; “Kur’an kıraa­tine Kur’an’la okuyucu arasında uyuşma mev­cut olduğu müddetçe devam edilmelidir. Bu bağın ortadan kalkmasıyla he­men Kur’an oku­maya son verilmelidir.”
(Buhârî 6/114)
Enfâl sûresinin 12. âyetinin de beyanıyla Kur’an okurken sa­dece dili hareket ettirmenin bir kıymeti yoktur. Eğer okunan Allah âyetlerinden kalp bir şeyler duymuyorsa, onlardan etkilenip onların istediği tavrı sergilemiyorsa kesinlikle bilelim ki İslâm bu okumaya okuma demiyor. Kurralarımızdan biri bu hususu vurgulayarak der ki; “Ben bir gün hocama Kur’an okudum, sonra ikinci defa okumak üzere ona dönünce beni azarladı ve; “Neredeyse Kur’an okumayı iş edindin. Git Allah’a oku da sana neleri emrettiğini, neleri yasakla­dığını gör” dedi.
Yine Ebû Dâvûd’un rivâyet ettiği bir hadislerinde Resûlullah efendimizin şöyle buyurduğu anlatılır: “Sahâbeden bir zât Resûllullah efen­dimize gelerek; “Ey Allah’ın Resûlü bana Kur’an okut” dedi. Re-sûlullah ona baştan sona Zilzâl sûresini okuttu. Adam başka bir sû­reyi daha okutmasını isteyince Resûlullah ona; “Bu kadarı yetişir, dön git” dedi, adam dönüp gitti.
Kur’an okuyan kişi o anda Allah’la karşı karşıya olduğunu, bir başka ifadeyle Allah’la konuşmakta olduğunu bilmelidir. Yâni Kur’an okuyan kişi okuduğu bu âyetlerin kendisinden değil, Allahu Teâlâdan olduğunu bilmeli ve Allah’tan dinliyormuş gibi yükselerek okumalıdır. Allah’ın Resûlü mümin için bir derece, bir yükseliş tarif ederek buyurur ki: “Oku ve yüksel!” Oku ve de­recelerini artır! Rasûlullah’ın bu ifade­sine göre okuyan yükselecektir. Okuyan derecelerini artıracaktır. Mümin okuduğu Kur’an’a göre derecelerini artıracak ve yükselecektir. Kur’an’ı okudukça mümin derecelerini artırmaya devam edecektir.
Kur’an okumanın dereceleri üçtür.
a- Ednâ (En aşağı) okuyuş. Bu okuyuş, Kur’an okuyan kişinin kendi­sini Allah huzurunda farz edip, kendi okuyuşunu Allah’ın dinledi­ğini düşüne­rek okumasıdır. Bu durumdaki kişinin durumu; Allah’tan istemek, Allah’a yal­varıp yakarmak, Allah’a boyun eğmektir.
b- İkinci derece; okuyan kişinin kalbiyle Allah’ın kendisini gördü­ğüne, lütuflarıyla kendisine hitap ettiğine, nimetleriyle kendisine nida ettiğine şâhit olmasıdır. Bu durumdaki kişinin durumu da, haya, ta’zim, dikkat ve anlayıştır.
c- Üçüncü derece; Kur’an okuyan kişi okuduğu kelâmda müte­kellimi, yâni konuşanı, kelimelerde mütekellimin isim ve sıfatlarını gör-mesidir. Bu durumda olan kişi ne kendisine, ne kıraatine, ne de kendisine verilmiş olan nimetlere bakar. Onun gözü hiçbir şeyi gör­mez, sadece mütekellimle haşır neşir olur.
Son olarak değerli seleflerimizden Ahmed İb Hanbel’in Kita-bu’z Zühd isimli eserinde birinci cilt 890’da kâri-i Kur’an’da, hamil-i Kur’an’da bulunması gereken sıfatlarla ilgili Abdullah bin Abbas’ın, Kur’an’ın en büyük âliminin bize sunduğu bir haber var. İnşallah o haberi de nakledip bu bölüme son vereceğiz.
“Yenbeğî lihamilil Kur’ani en ya’rife bileylihî izen-nasi naimûn ve bineharihi izennas muhdırûn, ve bihuzni-hi izennas yefrahûn, ve bi bükâihi izennas yezhakûn, ve bisamtihi izennas yuhdıûn ve bi huşuihi izennas ve yenbe-ğî lihamilil Kur’an en yekûne bâkiyen, mahzûnen, halî-men, sekînen. Velâ yenbeğî lihamilil Kur’an câfiyen vela ğâfilen vela zâhiken hadîden.
Hamil-i Kur’an’a şunlar gerekir. Hamil-i Kur’an’da şu özellikler olmalıdır. Şu özelliklerin sahibine hamil-i Kur’an denir diyerek söze başlıyor İbni Abbas efendimiz. Acaba buna göre bizler hamil-i Kur’an mıyız, değil miyiz, iyi kulak verelim anlamaya çalışalım inşallah.
Önce bu “Hamili’l Kur’an” kavramı üzerinde biraz düşünelim. Acaba bu tabiri nasıl anlayacağız? Meselâ aynı kökten dilimize nakledilmiş hamal kelimesini bilirsiniz. Yani bir başkasının yükünü taşı-yan anlamına bir kelime. Taşıdığı o yükle, taşımasının dışında bir il-gisi yoktur onun aslında. Yüklenir sırtına ve yükleyenin amacı doğrultusunda belirlenen hedefe doğru götürür, hamallık yapar. O zaman Kur’an’ın hamalı mı desek diye düşündüm. Kur’an’ın hamalı. Yani bu manada yük kendisinin olmayacak, Kur’an kendisinin olmayacak, yüklenecek Kur’an’ı, Kur’an’ın sahibinin dediği doğrultuda gidecek, öyle mi ki?
İkinci bir kelime geldi aklıma yine aynı kökten. Hamile. O da kendi yükünü kendisi taşıyan insan demektir. Karnında kendi çocuğunu taşıyan kadın. O da taşıma süresi ve miktarına müdahale edemese de, yük kendisinindir. Yani yük sahiplendiği, benimdir dediği, benimsediği yükünü taşımaya devam eder.
Şimdi acaba Kur’an’ın hamili denilince, Kur’an’ın hamalı gibi mi, Kur’an’ın hamilesi gibi mi, yoksa nasıl anlasak? Yani Bu Kur’an kendimizin yükü mü olacak, yoksa başkasının yükü gibi mi olacak? Nasıl yükleneceğiz, nasıl taşıyacağız ki diye düşünüyoruz. Ama bitmedi, belki bununla ilgili başka kelimeler de aklımıza gelecek. Mesela bir hastalığı kendisinde, kendi üzerinde taşıyan ama hastalığı icra e-den, ortaya koyan mikropları taşıdığı halde kendisi hastalanmayan in-sanlardan söz edilir tıp dünyasında. Portör, yani taşıyıcı denir onlara. Onda varmış o mikrop, birisi onunla ilgi kurarsa ona nakleder ama kendisine zararı olmazmış.
Yoksa Kur’an taşıyıcılarının bir de böyle özelliği mi var dersiniz? O taşır efendim, birinden almıştır birine götürür, kendisiyle ilgisi yoktur onun. Siz bunları kendi dünyanızda kendinize göre ayarlayın, yerleştirin. Ama ben Kur’an’dan aynı kaynaktan, aynı kelimeden türemiş iki kelime, iki örnek daha söyleyeyim. Belki hemen siz de hatırladınız zaten. Meselâ Cuma sûresinde beşinci âyete müracaat ediyoruz.
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.” (Cum’a 5)
Evet, şu Tevrat benim yükümdür diyenler var ya, ama onlar onun yükümlülüğünden kaçıyorlar. İşte onlar tıpkı yükü kitap olan eşek gibidirler. Demek ki bir de böyle yükümlülük, bir de böyle hamallık varmış. Bir de bu hamil kelimesinin geçtiği A’râf’ta bir âyet var, onu da okuyalım inşallah:
“Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.”
(A’râf 176)
Evet, Allah’ın âyetleriyle tanışmış, sanki onları kuşanmış birisi, sonra soyunuvermişse, bırakıvermişse âyetlerle beraberliği ve tutup şeytanın peşi sıra gidiyor, şeytan da onun peşinden gidiyor azgın ve sapkınlardan olmuşsa. İşte dünyayı içmeye, yutmaya, nefes nefese kalmaya yönelen bu kişinin örneği de tıpkı bir köpeğin örneği gibidir. Yüklenseniz, yük yükleseniz de solumaya devam eder, bırakın salıverin yine solumaya devam eder. Eh köpek bu, yorulsa da dili bir karış dışarıdadır, kenarda beklese de dili dışarıda solur. Havaya, nefese doymaz bir varlık.
Evet demek ki Kur’an’ın hamiline, Kur’an benimdir, Kur’an benim yükümdür diyen kişiye, ben Kur’an’la yükümlüyüm diyen kişiye, benim yükümlülüğümü Kur’an belirler diyen kişiye gereken şu ki. Kur’an bana aittir, ben onu sorumluluğum kabul ediyorum, benim görevimi, sorumluluğumu, yapacaklarımı, yapmayacaklarımı, günümü ve gecemi, zaman ve mekanımı, tüm hayat programımı Kur’an ayarlar, benim Kur’an’ım ayarlar şeklinde bir imanın sahibi olan her insana gereken şu ki. Hamil-i Kur’an olan kişiye gereken şunlardır diye söze başlıyor İbni Mes’ud efendimiz.
Ne dersiniz? Acaba siz de hamil-i Kur’an mısınız? Kitabınızla aranız nasıl? Yoksa çoktandır görüşmüyor muydunuz? Aylardır hatırını sormuyor muydunuz? Tabi program gereği böyle değil mi? Anneniz ölünce okuyacaktınız. Ramazanda okuyacak, bayramda elinize alacaktınız. Program gereği henüz zamanı gelmedi değil mi? Yok, burada anlatılan öyle bir kitap değil. Burada anlatılan hayata hakim bir Kur’an’dır. Tüm hayat kendisiyle yaşanılıp kendisiyle ölünecek bir Kur’an’dır. İşte şu anda böyle bir Kur’an merkezli düşünerek böyle bir Kur’an’ı olan iyi bir müslümanın hangi özelliklere sahip olduğunu öğreneceğiz İbni Mes’ud efendimizden.
1: Bu kişinin birinci özelliği şuymuş: Bilmesi, irfan sahibi olması gerekirmiş. Marifet sahibi olması gerekirmiş. Meseleyi anlayıp kavraması gerekirmiş. Yani işin idrakinde olması gerekirmiş. Peki neyi bi-lecekmiş o kişi? Gecesini, gecesinin kadr u kıymetini bilecek, gecesinin değerini bilecek, hem ki insanlar uykudalarken. Yani gafiller, Kur’-an ve sünnetle beraber olmaktan gafil olan insanlar uykuda, kendilerini ölüme terk etmişlerken bu insan gecenin kıymetini bilirmiş. Yani yatsıdan sonradan başlayıp sabahın ilk ışık belirtileri ortaya çıkana kadar geçen zaman dilimine gece diyoruz. İşte bu geceyi en azından üçe bölün. Ama ikiye bölenler elbette daha da kârlı olacaklardır. Son üçte birini özellikle uyanık geçirmeye çalışın. Seher vakti dediğimiz daha bir bereketli zamandır o zaman. İşleyen saat aynı saat, idrak e-dilen zaman aynı zamandır ama bereketi daha bir farklıdır. Çünkü o zaman kitabımızın başka bir âyetinin beyanıyla farklı anlama imkânı buluyor insan.
2: Hamil-i Kur’an’ın ikinci özelliği; insanlar yeme içme peşinde koşarlarken o gündüzünün kıymetini de bilir. Yani onun ağzını hep yeme ve içmede kullanma özelliği yoktur. Hemen hemen bir şeyler atıştırması gerekmiyordur. Ağzı, midesi böyle arada bir buruşturulup kağıtların içine atıldığı bir çöp sepeti değildir. Bir şeyler atıştırıp durması gerektiğine inanmaz o müslüman. Neden meşgul etsin ki kendisini hep yeme ve içmeyle? O ağzını başka şeylerde kullanmasını bilmektedir.
Ama bakın şu insanlara ki akşama kadar yemek konuşanlar, sabaha kadar onunla meşgul olanlar, gecesini buna ayıranlar, gündüzünü bununla bitirenler. Allah eğer onlara hamil-i Kur’an olmalarını nasip ederse bu insanların bundan ancak o zaman kurtulabileceklerini biliyoruz. Öyle olunca, o tür bir hayatı tenkit yerine bu tür bir hayatı teşvik etmemiz gerektiğine inanıyorum.
3: Kur’an hamilinin üçüncü özelliği; insanlar coşkun, kendilerinden geçmiş, ne yaptıklarını bilmez bir pozisyonda yaşarlarken, bu kişi dertli olabilmenin, hayatla ilgili olabilmenin, insanlarla beraber o-lup onları hayra, hakka davet etmenin derdini, hüznünü taşır. Bunun kadr u kıymetini bilir. Yani sıkıntılı, üzüntülü, bedbin, bedbaht, karamsar, ümitsiz değil. Elbette müslüman bu anlamda asla ümitsiz olmaz ama, bir şeylerin derdini, sancısını çeker olabilmek farklı bir durumdur. Meselâ oğlunun ve kızının daha bir müslüman olmalarının derdini taşımak, buna kafa yormak, düşünmek. Komşularımı acaba Kur’an’la nasıl tanıştırırımın derdini çekmek. Acaba bu insanların hidayeti için ne yapabilirim? Acaba süratle cehenneme, ateşe doğru giden bu insanların cehennem yollarını kapatıp cennet yollarını açma konusunda benim katkım ne olabilir? Ben bu konuda ne yapabilirim diye dert taşımak. Ama beri tarafta sanki cennet muştusu almış gibi birileri coşkun, hangır şangır ne yaptıklarını bilmez, dertsiz ve sıkıntısız yaşarlarken. Yani insanlar endişesizken endişelidir o kişi. İnsanların dirilişinin plan ve projesini sürekli kafasında canlı tutar. İşte Kur’an’ın hamili böyle yaparmış.
4: Dördüncü özelliği; insanlar gülüp oynarlarken, sanki kahkahaları basarlarken, bu Kur’an’ın sahibi olan müslüman ağlamanın, ağlayabilmenin kadr u kıymetini bilir. Ağlamak, ağlayabilmek onun için bir nimettir. Tabii kahkahalı gülmenin yasaklığı adına söylüyorum. Yani kişiye kendini, kendi hayatını, konumunu, çevresini unutturan bir gülüş yasaktır. Değilse elbette bazen güler müslüman. Gülünecek bir bölüm de olur müslümanın hayatında. Ama ağlamanın kadr u kıyme-tini bilebilmelidir müslüman. Halbuki bizler ağlamayı önce çocukluk dünyasında biliriz. Haydi bir de kadınlar ağlar. Aa! Erkek adam ağlar mı diye de bir yaftaya sarılırız. Halbuki çocukta gördüğümüz o ağlama mantığını bir müslüman olarak biz kendimizde görsek ne güzel olmaz mı? Bence buna çok ihtiyacımız var. Gerçi niceleri ne kadar dolu, salıversen durduramayacak kadar ağlayacaktır bugün. Bir dokunsan bin ah çekecek nice insanlar var piyasada da ağlayamıyorlar. Galiba ağlatan yok diye herhalde.
Dönün şimdi çocukların dünyasına ve onların neden ağladıklarını bir düşünün. Benim anladığım çocuklar ağlamayla üç boyutlu bir konuşmayı gündemde tutuyorlar. Birincisi; ağlamak istek bildiriyor. Acıktım, susadım ya da altımı kirlettim diye ağlamıyor mu çocuklar? İsteklerini böylece beyan etmiyorlar mı? İkincisi; ağlamakla özlemlerini bildirirler çocuklar. Annesinden iki saat ayrı kalan bir yavru, annesini görür görmez kimin kucağında olursa olsun başlamıyor mu ağlamaya? Özledim diye ağlıyor değil mi? Vah yavrularını bırakıp başka yerlere giden anneler, unutmayın ki o yavrularınız sizden çok fazla yanıyor. Ağlamalarının üçüncü boyutu da korku ve suç bildirmesidir. Suçu vardır, bakıverin başlar ağlamaya suçluluğunu beyan manasına.
Peki şimdi bizler de aynı şeyleri Allah karşısında o çocuk mantığıyla ortaya koysak nasıl olur? İsteklerimizi ağlayarak bildirsek Rab-bimize. Gözyaşlarıyla yalvarıp yakarsak. Öyle olunca Rabbimizin bize karşı tavrı farklı olacaksa niye yapmayalım bunu? Peki ya özlemimizi ağlayarak beyan etmeyelim mi Allah’a? Ya Rabbi, ayrı kaldım senden. Seni bırakıp başkalarına gitmişim. Sana soracaklarımı ben başkalarına sormuşum. Senin mesajına karşı eyvallahsız yaşamış, başka yerlerden mesaj aramaya kalkışmışım. Eyvah ben senden, senin kitabından çok uzak kalmışım ya Rabbi diye ağlamayalım mı? Yine suçlarımızı, korkularımızı ağlayarak Rabbimize beyan etmeyelim mi? Affet ya Rabbi diye ağlamayalım mı?
Resûl-i Ekrem Efendimiz Kenzul Ummal isimli hadis kitabında 43357 numaralı hadislerinde ağlama konusunda şu özel bilgiyi verir bize: “Küllü aynin bâkiyetün illa aynun beket min haşyetillah.”
Kıyamet gününde bütün gözler ağlayacak. Ancak şu özellikleri taşıyan gözler ağlamayacaktır. Allah haşyetinden ağlayan göz. Sinek başı kadar yaş döken göz. Ama her ağlayanın ağlamasına da kanma-yacağız. Hani Yakup aleyhisselâmın çocukları da ağlamışlardı. Kardeşleri Yusuf’u kuyuya atıp akşamleyin gözlerinden yaş yerine kan dökerek gelmişlerdi. Öyle değil ama günahların affı için elbette ağlayacağız. Ya yanlış yaparsam, ya Rabbimi darıltırsam endişesiyle ağlayacağız. İşte böyle bir göz kıyamet günü ağlamayacaktır. İkinci göz de Allah için açık olan gözdür. “Seherat fi sebiylillah” Seherlerde uyanık olan göz. Veya gündüz ve gece Allah’ın bak dediğine bakan göz. Üçüncüsü Allah için kapalı olan göz. “ğazzat an meharimillah” Haramlardan sakınan göz. Ama bunu sadece kadın için erkekten, erkek için de kadından sakınan göz şeklinde anlamayın. Çünkü Allah’ın haramlarına bakmayan göz demek, o gözle haramları işlemeyen göz demektir. Meselâ Allah’ın istemediği bir hayatın plan ve programı üzerinde düşünmeyen göz anlamına gelmez mi? Demek ki Allah için hem açık olmalıymış göz, hem de kapalı olmalıymış. Dördüncü göz de Al-lah yolunda çıkarılan gözdür. Gözünü Allah yolunda bir kavgada kay-beden kişinin gözü de yarın ağlamayacaktır.
5: Hamil-i Kur’an’ın beşinci özelliği; insanlar hata peşinde koşarken, hata üstüne hata işlerlerken susmanın, susabilmenin kadr u kıymetini bilen kişidir o. Susabilmek… Ama Allah korusun da bugün sanki Kur’an’la beraber olduğunu iddia edenler, sanki Kur’an’ın hamili görünenler, yani biraz daha fazla bilenler, biraz daha fazla okuyanlar susmayı unutuyorlar, susmayı beceremiyorlar. Bu sözü tabii önce kendime söyledim. Ama çevremdekiler de buna zemin hazırlıyorlar diye dert yanasım geliyor. Evime misafir geliyor, ben konuşuyorum, misafirliğe gidiyorum, ben konuşuyorum. Hep beni konuşturuyorlar. Peki ben ne zaman dinleyeceğim? Yani ben de bazen dinlemeye muhtaç değil miyim? Susmayı bilelim.
Ama elbette konuşma makamında susmak değildir bu. Burayı yanlış anlamayalım. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu konuyu anlatan bir hadislerinde buyurur ki; “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kişi hayır söylesin, değilse sussun.” Bu hadisi hep şöyle tercüme ettiler değil mi: Allah’a ve âhiret gününe inanan kişi ya hayır söylesin, yahut da sussun. Bu hadisi böyle anlayınca elbette başımıza büyük belalar açıyor. Söz gümüşse sükut altındır diyor adamlar ve bir hak söz söyleme makamında susmayı tercih ediyorlar. Allah korusun bu durumdaki kişiye dilsiz şeytandır diyor peygamberimiz. Çünkü biz susarsak, hak bilenler susarsa şeytan ve dostları hep konuşur ama Allah ve dostları gündemden düşer.
Hayır öyle değil, Allah’ın Resûlü hayır söyleyin diyor önce. Evvel emirde hayır söyleyin, hayır biliyorsanız söyleyin ama hayır yoksa, ya da senden önce birileri hayır söylemeye başlamışlarsa işte o zaman da sen susmak zorundasın. Öyleyse susmanın kadr u kıymetini bilelim. Ben bu kadar biliyorum. Ben haddimi biliyorum diyebilmenin kadr u kıymetini bilelim inşallah. Zaten Kur’an’la beraber olan kişiye elbette Kur’an neyi ne kadar bildiğini öğretecektir. O da haddini bilecek ve durması gereken yerde duracaktır.
6: “İnsanlar aldanırlarken, ne yayıp ne ettiklerini bilmezlerken, aldanma peşinde koşarlarken o kimse huşu sahibi olmanın, yani Allah’a gönülden bağlanabilme, O’nu memnun etme ruh halinde olabilmenin kıymetini bilir.
7: Yine hamili’l Kur’an olan kişide bulunması gereken yedinci özellik; onun ağlayan biri olması gerekir. 8: Dertli, endişeli, mahzun olması gerekir. 9: Halim olan, acele etmeyen, beklentisi olmayan, kendisine düşeni yaparken başkalarını ne yapayım, ben bu yaptıklarımı Allah için yapıyorum diyen birisi olması gerekir. 10: Bir de seki-nen, oturaklı, kendinden emin, sakin ve en doğruda olduğunun bilincinde olan bir kimse olması gerekirmiş.
Evet ağlayan bir kişidir o. Az evvel ağlamakla ilgili bir şeyler demeye çalıştım. Kur’an’la beraberlik ağlamayı gerektirecektir. Çünkü Kur’an’ın ilk okuyucusu Allah Resûlü öyle yapıyordu. Bir rivayette ge-ce namazında Mâide sûresinin son bölümünü okurken, İsa aleyhis-selâmın kavmiyle ilgili bölümü okurken ağlamaya başlıyordu.
“Onlara azap edersen, doğrusu onlar senin kulların­dır; onları bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan şüphesiz ancak sensin.”
(Mâide 118)
Ya Rabbi, eğer bu insanlara sen azap edeceksen, bunlar senin kulların. Onlar sana benden daha yakındır. Ama eğer rahmet eder, merhamet edersen sen aziz ve hakimsin. Sen mutlak galip yenil-mez, her yaptığı yerinde yanılmazsın. Senin yaptığına kim karşı gelebilir? Sen nasıl istersen öylece yapansın âyetini okudukça kendinden geçercesine ağlar, ağladıkça okurdu. Öyleyse ehl-i Kur’an’ın böyle okudukça ağlaması gerekir.
Mahzunen olmalıdır ehl-i Kur’an. Yani sıkıntılı, ama karşısındakine sıkıntı veren değil, daha iyi müslüman olma sıkıntısı taşıyandır. Hem kendi planında, hem de başkaları planında. Yani ben iyi bir müslüman olabilmem için hem dini kendi şahsımda uygulayıcı, hem de başkaları planında duyurucu olmalıyım. İşte insanlara bu dini duyurma adına dertli olacağım. Ama dertli olurken de şunu unutmayacağım: Rasûlullah Efendimizin karşısında dört baba vardı. Birisi Be-kirin babası ki o, hiç beklemeden iman etti Ebu Bekir. Birisi Süfyan’ın babasıydı ki o, tam yirmi sene bekledi Mekke’nin fetih günü ancak müslüman oldu Ebu Süfyan. Üçüncüsü Talib’in babasıydı ki o, Ebu Talip, biliyordu, yakından tanıyordu, sahipleniyor, korumaya çalışıyordu, ama evet kabul ettim diyemedi ve öylece ölüp gitti. Bir de cehaletin babası olan Ebu Cehil vardı ki o da biliyordu da düşmanlık yaparak geberip gitti.
İşte ben bu kitapla insanların tanıştırılmasını derdini çekeceğim, en büyük iş olarak, en büyük dert olarak bunu yaşayacağım ama bileceğim ki benim kendilerine din duyurduklarım bu dörtten biri olurmuş, o benim problemim değildir. Çünkü Kur’an’ın hamili olan müslü-man halim olmalıdır. Aceleci olmayan, karşıdakinin üç günde, beş günde değişmesini beklemeyen kimsedir o. Karşıdakinden acele bir şeyler bekleme, beklediğini bulamayınca da hemen geriye dönme onun şiarı değildir. Ölünceye kadar zaten onun görevi devam edecektir. Efendim çok uğraştım ama adam olmadı diyenleri bir hatırlayın. Çok gitmiş de artık adam olmazmış, bırakıvermiş. Peki ne kadar çok gitti? Peki Nuh aleyhisselâmın 950 yılı kadar gitti mi? Efendim zaten bizin 950 yıl ömrümüz yok ki diyenlere bir ömür gittin mi diye soralım. Yani bütün peygamberler bir ömür boyu gitmediler mi insanlara? Biz neden üç gün beş günle acele ediyoruz?
Ayrıca Kur’an’ın müslümanı sekînen olmalıdır. Yani sakin, en doğruda, en hakta olduğundan emin bir kişi. Yani sağdan soldan esen rüzgarlarla düşüncelerini, inancını yeniden şekillendiren değil. Çünkü o yaptığını Allah dedi diye yapan, Allah dediyse tamam deneceğini bilen birisidir. Dahasını niye arasın, en doğrudadır o çünkü. Onun için oturaklı bir hayat programı vardır. Acabalarla dolu değildir hayatı. Çünkü Kur’an kaynaklıdır aldığı kararlar. Ne yapacaksa Kur’-an rehberliğinde yapacaktır.
Ama Kur’an’ın hamili olan müslüman şu özellikleri de taşımamalıdır:
1: Cafiyen kaba ve zalim olmamalıdır. Cefakâr olmalıdır. 2: Gafil, ilgisiz olmamalıdır. 3: Gülüp oynayan bir kişi olmamalıdır. 4: Bir de sert ve haşin olmamalıdır.
Evet, ahlâkı, yapısı, karakteri, benliği Kur’an’la oluşan müslü-man asla kaba ve zalim olamaz. Çünkü beraber olduğu Kur’an ona bunu öğretmiştir. Sonra gafil, ilgisiz olmamalıdır. Fark etmez diyen birisi olmaz müslüman. Yani çocukları şöyle veya böyle olmuş, komşu şöyle veya böyle olmuş, insanlar şöyle veya böyle olmuş fark etmez diyen bir kişi değildir Kur’an’ın hamili. Bulunduğu ortamda maruf varmış, münker varmış, maruf emredilecekmiş, münker nehy edilecekmiş fark etmez diyen birisi değildir o müslüman. Kur’an’la beraber o-lan bir müslüman kesinlikle böyle hayata ilgisiz davranamaz. Çünkü Allah’ın Resûlü: “İnsanların içine karışıp onların dertleriyle dertlenen, onların hidayeti için çırpınan müslüman, onların içine karışmayıp ayrı duran müslümandan her zaman hayırlıdır” buyuruyordu.
Gülüp oynayan da olamaz müslüman. Her şeyi unutmuş kendi dünyasında zevk peşinde. Olacak şey değildir bu. Bir de sert ve haşin de olmamalıdır. Çünkü böyle bir müslüman dışındaki insanlara vurunca o sendeliyor belki, hoşuna gidiyor belki ama sonunda kaçıyorsa , hattâ bir tanesi bile kaçmışsa bilsin ki o kaçan Kur’an’dan kaçmıştır. Yani o kişinin şahsında Kur’an’la beraberlikten kaçıyorsa, öyle de ol-masın müslüman. Peki hiç mi set davranmasın? Hiç mi vurmasın karşıdakinin alnına? Öyle değil elbette. Yani değilse şahsiyetsiz olsun, silik bir müslüman olsun, her ortamda boynunu büksün, önüne gelen sırtına binsin, öyle değil. Yani müslümanlara karşı merhametli olsun. Ama bazen merhamet karşıdakinin elinden tutmak, bazen eline vurmaksa, bazen ateşe gitmesine engel olmaksa, bazen onun sobaya değmesine bigane kalmamaksa, bazen azarlamak, bazen bağırmak, bazen gülmekse bunlar olmalıdır elbette. Çünkü bunlar merhametin gereği olarak yapılması gereken şeylerdir. Meselâ çocuğunun her de-iğini yapan bir anne ona karşı merhametli mi? Meselâ merhametinden dolayı namaza kaldırmayan bir anne çocuğuna merhametli midir? Öyle değil. Ya ne? Herhalde karşıdakinin insanlığını unutarak hareket etmektir sertlik galiba. O da bir insandır. Onun da bir gönlü var, onun da bir kafası var. İşte bunları unutarak hareket etmek sertliktir, kabalıktır.
Rabbim kendisinin istediği biçimde kitabıyla ilgi kurmayı, razı ol­duğu biçimde okumayı, okuduğumuz âyetler üzerinde kafa yorup anlamaya ça­lışmayı, anladıklarımızla amel etmeyi, anladıklarımızı başkalarına da duyura­rak kendimizi dirilttiğimiz bu kitapla Allah kulla­rının dirilişlerine de vesile ol­mayı, bunu bu dünyada en büyük dert, en şerefli sorumluluk bilmeyi bize nasip buyursun, kolay kılsın inşallah.


2 yorum:

  1. bu tefsirin pdfini indiremiyomuyuz. illa satın mı alacağız.

    YanıtlaSil
  2. Allah emeği geçenlerden razı olsun.

    YanıtlaSil