Yâni bu kadar kötü şeyler emreder mi
iman? Siz mü'min oldu-ğunuzu iddia ediyordunuz? İşittik, isyan ettik!
Diyorsunuz, arkasından peygamberleri öldürüp, kitabınızı tahrif ediyorsunuz.
Peygamber aranızda olduğu halde buzağıya tapınmaya kalkıyorsunuz. Sizin nasıl
bir imanınız var ki, bu imanlarınız sizi Allah’la çatıştırıyor? Nasıl bir
imanınız var ki, Resûlleri gündemden uzaklaştırtıyor size de, hep başkalarını
gündeme almanızı emrediyor?
Nasıl bir imanınız var ki, Resûllerin
örnek hayatları yerine başka başka insanların hayatlarını örnek almaya zorluyor
sizi? Böyle iman olmaz yahu. Sizin bu imanınız nasıl bir iman ki, size bunları
emrediyor? Böyle bir iman başka değil, olsa olsa şeytana iman olur
deniyor.
Peki bu adamları bu yanılgıya iten
sebep neydi acaba? Acaba hangi sebepten ötürü bu cesareti buluyorlardı bu
adamlar kendilerinde? Bunların hayatında bir yanılgı var. Belki de şeytanın en
fazla insanları yakaladığı nokta burasıdır. Nasıl yakalıyor şeytan? Veya bu
insanlar nasıl mutmain oluyorlar böyle? Bakın bu insanlar diyorlar ki, âhiret
yurdu bizimdir. Cennet bizimdir, cennet bize aittir. Yeryüzünde Allah’ın en çok
sevdiği insanlar biziz. Ve kesinlikle bizler cennete lâyık insanlarız, cennete
gideceğiz..
"Yahudi ve hıristiyanlar dediler ki:
Biz yeryüzünde Allah’ın dostları ve
sevgilileriyiz."
(Mâide 18)
Bizler bu halimizle, bu anlayışlarımız,
bu yaşayışlarımızla, bu önderlerimizle ve bu kitaplarımızla, bu cemaatlarımızla,
bu yapılan-malarımızla kesin cennetliğiz. Bu iş kesin. Bu iş garantidir. Bizler
ga-ranti cennetliğiz, siz kendinize bakın dediler. Hıristiyanlar böyle
diyordu, yahudiler böyle diyordu. Allah’ın oğlu dedikleri Hz. İsa’yı ve Hz.
Üzeyir’i, işledikleri günahlara karşı kalkan yaparak, Allah’a veliaht tayin
ederek, Allah’a, Allah’ın bu sözünden çıkamayacağı oğulları vasıtasıyla torpil
yaptıracaklarına inanıyorlardı. Evet hıristiyanlar da, yahudiler de aynı şeyi
söylüyorlardı.
Ve bugün maalesef aynen onlar gibi
sapmalar içine giren müslümanlardan pek çoğu da aynı şeyleri söylemeye
çalışıyorlar. Aynen onlar gibi Allah’a birtakım veliahtlar, Allah karşısında
birtakım şefaatçiler bulmaya ve onlara sığınmaya çalışıyorlar ve işin kötüsü
böylece kendilerinin kesin cennetlik olduklarını savunmaya çalışıyorlar.
Şimdi madem bu kadar kendimize
güveniyoruz, ben şu yaptı-ğım konuşmalarımla, sizler haftada bir kere gelip
beni dinlemeleri-nizle veya infaklarınızla, ikramlarınızla, berikiler
cemaatlarıyla, ötekiler hocalarıyla, hacılarıyla kesin cennete gideceğimizi
iddia ediyoruz. İşte bilelim ki; bizim bu mutmain halimiz değişimin önündeki en
büyük engeldir. Bizim değişimimizin önündeki en büyük engel budur. İnsanların
değişimlerinin önüne dikilmiş en büyük put budur. yahudi’nin değişiminin
önündeki en büyük engel buydu çünkü.
Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek görmediler. Mutmaindiler çünkü bu
konuda. O halleriyle cennete girecek olan bu insanlar, İslâm’ı kabule gerek
görmediler.
İşte bakın bu mutmain ve
değişime gerek duymayan, değişime razı olmayan, statik ve durağan hayatlarını,
geleneklerini devam ettirmeden yana olan bu insanlara Allah buyurdu
ki:
94:"De ki; eğer âhiret yurdu Allah
indinde başkalarına değil de sadece size ayrılmış ise, o halde sâdıksanız
hadi ölümü temenni edin!"
Onlara şunu söyle ey peygamberim: Eğer
Allah yanında ahiret yurdu başkalarının değil sadece sizinse, sadece siz
gidecekseniz o cennete, diğer insanlar cehenneme gidecekse, o cennet sadece
size aitse, ahir yurt, yâni işin sonu hep size kalacaksa, siz sonunda hüküm
ferman olacak, söz sahibi olacaksanız, öyleyse hadi
bakalım:
Eğer iddianızda sâdıksanız hadi hemen
ölümü temenni edin bakalım. Hadi hemen ölüme, ne duruyorsunuz? Madem cennet
var ve o cennet sadece sizindir, size aittir, öyleyse ne duruyorsunuz? Niye
hemen ölmek istemiyorsunuz? Niye bir an evvel o cennete ulaşmak istemiyorsunuz?
Bu dünya hâlâ sizi niye bağlıyor böyle? Niye çakılıp kaldınız dünyaya? Bu
programlarınız ne böyle? Bin yıl yaşasanız da bitmeyecek bu hedefleriniz ne
böyle? Bu evler, bu barklar, bu arabalar, bu marklar, bu dolarlar, bu makamlar,
bu diplomalar, bu şanlar, bu şöhretler, bu alkışlar sizi niye hâlâ hayata
bağlıyor? Madem ki Cennet sizi bekliyor, o halde ne duruyorsunuz? Denilince:
95:"Hayır hayır, ellerinin kazandıkları
yüzünden, onu hiç bir zaman temenni edemeyeceklerdir. Allah zâlimleri çok iyi
bilir."
Elleriyle yedikleri naneler yüzünden,
onlar onu hiç bir zaman temenni edemeyecekler. Elleriyle işledikleri günahlar
yüzünden onlar asla ölmeyi isteyemeyeceklerdir. Biz de isteyemiyoruz o yüzden.
Niye? E işimiz var, aşımız var canım. Değil mi? Planlarımız var,
programlarımız var, dükkanımız var, tezgahımız var. Amir olacağız, müdür
olacağız, baş olacağız, ayak olacağız, gideceğiz, geleceğiz. Veya da-ha kutsal
görevlerimiz var efendim, bu ümmete daha Kur’an anlataca-ğız, sünnet
anlatacağız, teşkilatımızı büyüteceğiz, cihan şümul hale getireceğiz, devlet
kuracağız, biz ölmeyeceğiz yâni. Daha çok işlerimiz var bizim diye böyle kendi
kendimize ölümden öte bir hayat istiyoruz.
Yâni cennetteki kadar rahat, ama
ölmemek üzere dünyada böyle bir cennet istiyoruz. Sanki bugün müslümanlar
İslâm’ın ön gördüğü hayatı sadece rahatlık anlıyorlar. Yâni sanki peygamber
Taif’te hiç taşlanmamış, Bedir’de hiç işkence görmemiş, Uhut’ta yara almamış ve
hiç aç kalmamış, açıkta kalmamış, perişan olmamış, hiç bir şey olmamış. Yâni
böyle müslüman oluverdin mi, oh tamam senden iyisi yok.
Her evde İslâmî yayınlar yapan
televizyonlar. Kapının ağzında hizmete âmâde bekleyen, otomatiğin otomatiği
arabalar, yazın yazlıklar, kışın kışlıklar, kaplıcalar, ılıcalar filan olacak,
biz böyle müslü-manca yaşayacağız ve yine de ölüm olmayacak. Hele tıp dünyası
da ölüme bir çare buluverse tamam biz yaşayıp gideceğiz böyle, hiç başımız
ağrımadan. Oysa bu dünyada bunlar olacaktı. Allah korusun da böyle düşünen
adam insanlardan küçük bir azap görünce de korkusundan ne yapacağını şaşırıp
kalıveriyor tabii. Hani Ankebût sûresinde bu husus şöyle
anlatılıyordu:
"İnsanlardan kimileri de vardır ki, Allah’a
inandık der, fakat Allah yolunda bir eziyete uğratıldığı zaman da insanların
işkencesini Allah’ın azabına denk tutuverir."
(Ankebut 10)
Böyle oluveriyor bu sefer de. Yâni
insanlardan gelen küçük bir azabı Allah’tan gelen azap gibi kabul ediveriyor ve
korkmaya başlayıveriyor. Geri adım atmaya kalkıyor yâni. Öyleyse bizler
imanlarımızla amellerimizi dengeye getiremezsek, dengede tutmayı beceremezsek,
bilelim ki; bu ikilemi sürekli yaşayacağız demektir. Yâni bunun için, bundan
kurtulabilmek için çare şu: İman ettikçe amel edeceğiz, iman ettiğimizi hep
amele dönüştüreceğiz, amelimiz hep imandan kaynaklanacak, o zaman hiç
korkmayız, başımıza ne gelirse gelsin hiç etki-lemez bizi. Sahâbe onun için
dayanıklıydı. Yâni biz imandan kaynaklanmayan ameller peşinde koşarsak veya
iman ettiğimiz halde o konunun amelini gündeme getirmezsek, o zaman işte böyle
bozuk düzen bir hayat yaşarız. Metanetimiz, dayanıklılığımız da olmaz. Sahâbe
öyle değildi. İnanıyor yaşıyordu, inanıyor yapıyordu, yaptığı inancıydı,
inandığını yapıyordu, işte böyle devam edince de güçlü oluyordu sahabe. Fark
etmiyordu ki onun için, hesabı her gün denkleştiriyor, kasa hesabı her gün
sıfırlanıyor, aldığı belli, verdiği belli tamam, o kadar rahat ki; ölecekmiş,
neden korksun da? Hesabı tamam, biliyordu ki zaten ölecek.
Düşünün, düşünelim hemen ölümle
karşılaşmayı ister misiniz? Hiç düşündünüz mü? Hiç hesap yaptınız mı? Hemen bir
anda ölümü kabullenmek kolay değil değil mi? Bu işin muhasebesine bile
kendimizi inandıramıyoruz. Düşünmek bile ürpertiyor insanı. Kolay mı?
Yaşadığımız hayat belli, ellerimizin kazandıkları da belli, bu hayatın bizi
nereye götüreceği de belli. Onun için korkuyoruz ölümden. Evet ya-hudi ve
hıristiyanların ölüm konusunda böyle davrandıklarını anlatıyor Rabbimiz. Ölümden
bu denli korkmalarını, hayata bu kadar yapışkan olmalarını anlatıyor.
Yaşadıkları hayatın kendilerini nereye doğru götürdüğün farkında oldukları için
böyle olduklarını ortaya koyuyor. Ama tabi bu insanlardan da derece derece
farklı olanlar vardır:
96:"Yemin olsun ki sen, onları yaşamaya
karşı insanların en hırslısı bulacaksın. Müşriklerden bin yıl yaşasa
isteyenler de elbette vardır ama bunlar müşriklerden daha hırslıdır. Ama
bilmiyorlar ki onlar uzun ömürlü olsalar da azaptan kurtulamayacaklar. Allah
şüphesiz ki yaptıklarını, ettiklerini gören,
gözetendir."
Bu yahudileri ve yahudi tıynetli
adamları; insanlar arasında, hayat sevgisi açısından daha haris, daha hırslı
bulursun. En hırslı, en haris onları bulursun. Evet cennetliğiz diyerek kitabı
bir tarafa bırakan, sünneti bir tarafa bırakan ve kendilerince, akıllarına
estiği gibi bir hayat yaşamaya çalışan bu insanlara bir bakın ki, hem âhiret
bizimdir diyorlar, hem de dünyayı kucaklama sevdasına kapılıyorlar. Dünyaya ve
dünyalıklara karşı çok haris davranıyorlar, doyumsuz davranıyorlar. Hesapları
çok adamların. Torunu, torununun torunu, yeni dükkanlar, yeni tezgahlar, yeni
hedefler, yeni hesapları var adamların. Bunlar bitecek de ondan sonra sıra
gelecek kitaba, sünnete dönmeye. Bunlar bitecek de ondan sonra sıra gelecek
Allah’a kulluğa. Başka türlü zaman bulmaları mümkün
değildir.
"Müşriklerden bin yıl yaşasa isteyenler
de elbette vardır, ama bunlar müşriklerden daha
hırslıdır."
Yâni buradaki zamir ya yahudilere
gider, ya da müşriklere gider. Buradan anlıyoruz ki; yahudilere daha büyük bir
azap vardır. Çünkü müşrikler öldükten sonra dirilmeye iman etmeyen
insanlardır. Yâni bunlar öldükten sonra hiçbir âkıbete inanmazlar. Dünya
hayatından başkasını bilmez onlar. Dolayısıyla onların dünya tutkusu
kendilerinden beklenmeyen bir şey değildir. Çünkü varsa da yoksa da onların
cennetleri dünyadır. Dünyadan başka bir hayata inanmazlar. Ölüm ötesi hayat
inancı yoktur onlarda. Ama Allah’a ve âhiret gününe inandığını iddia edip de bu
müşriklerden daha fazla dünyaya tutkun olan adamlara ne demek lâzım? Hem
inandık diyorlar Allah’a, kitaba, peygambere, âhirete, hem de hayatlarında bu
inandık dedikleri şeylerin kokusuna bile rastlanmadan var güçleriyle dünyayı
kucaklamaya çalışıyorlar. Buna ne demek lâzım? Bu nasıl bir iman ki kâfirlerden
daha fazla dünyaya bağlanmayı emrediyor? Bu nasıl bir iman ki âhiretle alâkalı
bir programa yer bırakmıyor?
"Ama bilmiyorlar ki onlar, uzun ömürlü
olsalar da azaptan kurtulamayacaklar."
Bin sene de yaşasalar onlar başlarına
gelecek azaptan kurtulamayacaklardır. Uzunca yaşamış olmaları onları Allah’ın
azabından kurtaramayacaktır. Eninde sonunda onlar kendilerini o azabın içinde
bulacaklardır.
"Allah şüphesiz ki yaptıklarını,
ettiklerini gören, gözetendir."
Evet
böyle Allah’a, âhirete, hesaba, kitaba inandık dedikleri halde inanmayanlardan
daha çok dünyaya bağımlı olanların bu boş iman iddialarını da, bu boş
hayatlarını da Allah görmekte ve bilmektedir. Böyle boş bir iman iddiasıyla
kurtulacaklarını sanmasınlar bu adamlar.
97:"Bir de onlara de ki peygamberim;
kim Cibril’e düşman ise. Çünkü senin kalbine kendisinden öncekileri tasdik
eden bir kitap indirdi diye Cebrâil’e düşman oluyorlardı. Üstelik inananlar
için hidâyet ve müjde olarak geliyordu bu
kitap."
Kim Cibril’e düşman olursa. Kim
Cebrâil’e düşman kesilirse. Rabbimizin bu âyetinden anlaşıldığına göre
yahudiler, Allah’ın peygamberlere vahiy getiren elçisi Cibril’e de düşman
kesilmeye çalışıyorlardı. O bizim düşmanımızdır, o rahmet meleği değil, azap
meleğidir diyorlardı.
Bu düşmanlığı şöyle anlamaya
çalışıyoruz:
1- Diyorlardı ki: Ne oluyor ey Cebrâil?
Hani bir zamanlar biz dosttuk, bize vahiy getiriyordun! Bu işin sahibi, bu işin
ehli bizdik! Bu işin toptancılığını, bayiliğini, baş bayiliğini biz yapıyorduk!
Bu işin tanıtımı bize aitti! Hani bakıyoruz da bizi bırakıverdin! Bu Muhammed
de nereden çıktı böyle? Niye vahiy getiriyorsun ona? Niye terk ettin bizi! Adam
eski dostlarını unutur mu? Ayıp değil mi bu yaptığın? Bizi, İsrâil oğullarını bu
işten mahrum bıraktın? Vahyi, risâleti ümmîlerden birine, bizden olmayan birine
getirdin! Diyerek Cebrâil’e düşman oluyorlardı.
Yâni tabiri caiz ise Peygamberlik
işine toptancılık, bayilik gözüyle bakıyorlar hainler. Bu iş bize aitti, ne
oldu da bizden bunu alıp başkalarına verdin? Demeye çalışıyorlar ve bu yüzden
de Allah’a da, Onun kutlu elçisi Cebrâil’e de hikmetsizlik, adaletsizlik izâfe
ederek düşman kesiliyorlardı alçaklar
2 : Bir ikincisi de âyetin devamında
işaret buyurulduğu gibi:
"Çünkü senin kalbine kendisinden
öncekileri tasdik eden bir kitap indirdi diye Cebrâil’e düşman
oluyorlardı."
Yâni getirdiği bu yeni kitapla kendi
kitaplarını tashih ettirdi diye, kendilerinin yanılgı noktalarını, tarih boyunca
sapma noktalarını belirleyip ortaya koyuverdi diye, tarih boyunca işledikleri
tüm pislikleri ortaya döküverdi diye düşman oluyorlardı Cebrâil’e. Tıpkı şimdi
kimi insanların açık ve net bir biçimde Kur’an’ın ortaya konmasından
çekindikleri gibi. Çünkü Kur’an, insanlar tarafından anlaşıldıkça sapık
insanların sapıklık noktaları anlaşılacak da ondan. Bu tür insanlar Kur’an’ın
açık ve net bir biçimde ortaya konmasından hep rahatsız olurlar. İnsanların
Allah vahyiyle, Allah bilgisiyle tanışmaları bunları korkutur. Çünkü o zaman
kendi anlayışlarının, kendi inançlarının, kendi hayat programlarının boşluğu ve
batıllığı açığa çıkacaktır.
Bunlar bunun için düşman kesiliyorlardı
Cebrâil’e. Getirdiğin bu son kitapla bizi deşifre ettin diye. Bizim tarihî
sapıklıklarımızı ortaya döküverdin diye. Peygamberleri öldürdüğümüzü,
kitaplarımızı tahrif ettiğimizi, aramızda peygamber varken onu bırakıp buzağıya
tapındığımızı, bedavadan üzerimize yağan Allah nimetlerine karşı nankörler
kesildiğimizi, Allah’a kulluktan çıkıp keyfimize göre bir hayata yöneldiğimizi,
tüm kirli çamaşırlarımızı ortaya döküverdi diye Cebrâil’e ve onun getirdiği son
kitaba ve son elçiye düşman kesiliverdiler.
Aksine bu yahudilerin sevinmeleri
gerekirdi. Teşekkür etmeleri gerekiyordu Cebrâil’e. Ey Cebrâil ne iyi ettin ki
böyle bir kitap getirerek, bizi böyle bir Allah bilgisiyle karşı karşıya
getirerek bizim bozuk taraflarımızı ortaya koydun! Bizim sapak noktalarımızı
ortaya döktün! Meğer bizler bu halimizle cehenneme gidiyormuşuz! Bize bizi
tanıttın! Biz senin bu getirdiğinle kendimizi sağlama imkânı bulduk diye
sevinmeleri gerekirken, teşekkür etmeleri gerekirken düşman kesiliyordu ona
hainler.
Günümüzde kendi yollarının, kendi
anlayışlarının, kendi kitaplarının sağlamasını yapacağından korkup da Kur’an’ın
açık ve net bir biçimde ortaya konmasından rahatsız olanların da bu
tavırlarından vazgeçip aksine büyük bir memnuniyet duymaları gerekmektedir.
Çünkü bu kitap onların sapak noktalarını ortaya koyduğu için sevinmeleri
gerekmektedir.
"Üstelik inananlar için hidâyet ve
müjde olarak geliyordu bu kitap."
Halbuki Allah’ın yolu birdir. Halbuki
Allah’a iman demek, Allah’ın gönderdiklerine, bildirdiklerine iman demektir.
Allah’ı sevmek demek, Allah’ın sevdiklerini sevmek demektir. Allah’ı seven
meleklerini de sever. Allah’a inanan meleklerine de inanır. Allah’a inanan
peygamberlerinin tümüne inanır. Halbuki bunlar Allah’ın peygamberlerinden
kimine dostluk iddiasında bulunurken, kimilerine de düşman oluyorlar. Bir
meleğe dost olup ötekilere düşman oluyorlar. Halbuki herhangi bir Rasûlü inkâr
eden, bütün Resûlleri inkâr etmiş demektir. Meleği ve peygamberi inkâr eden
onları gönderen Allah’ı da inkâr ediyor demektir. Ve şunu da bilin
ki:
98:"Her kim ki Allah’a, Meleklerine,
peygamberlerine, Cibril’e ve Mîkâil’e düşman olursa artık Allah da o kâfirlerin
düşmanıdır."
Çünkü elçiye düşmanlık, o elçiyi
gönderene düşmanlıktır. Bizde de böyle bazen bazen getirdiklerinden dolayı
Allah’ın meleklerine düşmanlık yapmaya çalışanlar eksik değildir. Melek çok
sevdiği birilerinin canını alıverince veya deprem gibi, yangın ve kıtlık gibi
bir iptila getiriverince, bunu yapanın işte Allah belâsını versin! Olacak şey
miy-di bu! Gibi yahudi’yi aratmayacak biçimde meleğe düşmanlık yapan-lar az
değildir.
99:"Peygamberim, biz sana apaçık
âyetler gönderdik, bunları da fâsık olanlardan başkası inkâr etmeyecektir."
Biraz başa dönüyoruz şimdi. Az ilerde
ne demişti Rabbimiz?
"Hani bundan önce Mûsâ apaçık
Beyyine’lerle size gelmişti de siz, bunları gözlerinizle göre göre inkâr edip
buzağıya tapmış ve zâlimlerden olmuştunuz"
(Bakara:
92)
Denmişti. Burada da deniyor ki:
Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik, onları fâsıklardan başkası inkâr
etmez deniyor. Yâni dün Mûsâ’ya gelenleri reddeden bu alçakların şimdi de
seninkilere iman etmelerini beklemeyin! denilerek böylece bu adamların iman
davaları sıfıra indiriliyor. Ve böylece ey müslümanlar, sizler hâlâ bu
adamların size inanmalarını mı bekliyorsunuz? Diye başlayan bölüm bitirilmiş
oluyor.
100:"Onlar (o fâsıklar sadece şimdi
değil) her ne zaman bir ahde girişir, bir söz verirlerse içlerinden bir grup
onu atıp bozuvermedi mi? Hayır hayır onların pek çoğu iman
etmemişlerdir."
Âyet-i kerîmede sanki bu bozma işini
yapanların bir grup olduğuna dikkat çekiliyor. Ama arkasından da;
Bilâkis onların çoğu iman etmemiştir
deniliyor. Çünkü bir grup bozuyordu, ama ötekiler de bu bozma işine razı
olmakla, bunu desteklemekle, kabul etmekle onlarla aynı noktaya geliyorlardı.
Öyleyse bir toplum içinde Allah’ın dinini bozan, Allah’ın âyetlerini tahrif
eden, Allah’a düşmanca tavırlar sergileyen bir grup var da, ötekiler bunların
yaptıklarına engel olma kavgası vermezler, sessiz kalırlarsa bilelim ki bunların
hepsi o suçun ortağıdırlar. Allah onların hepsini birden
cezalandıracaktır.
101:"Onlara ne zaman yanlarındakini
tasdik etmek üzere Allah katından bir peygamber gelse ehl-i kitaptan bir grup
sanki hiç bilmiyorlarmış gibi Allah’ın kitabını arkalarına
attılar."
Yâni onlar kitapla ilgiyi,
alâkayı kestiler.
Onu arkalarına attılar. Ellerindeki
kitabı bir kenara bıraktılar. Kitabın arkaya atılması, kitabın önüne başka
şeylerin geçirilmesi demektir. Kitabın önüne başkalarının kitaplarını veya
kendi düşüncelerini, şahsi kanaatlerini, kendi değer yargılarını, kendileri
gibilerin değer yargılarını onun önüne almak anlamına gelmektedir. Ya da
kitaptan yüz çevirmek, kitapla ilgiyi, alâkayı kesmek, hayat programını
kitaba danışmadan hazırlamak, böyle bir kitap var mı, yok mu bundan habersiz
yaşamak anlamına gelmektedir. Kitabın emirlerine ve yasaklarına karşı
kayıtsız, vurdum duymaz bir hava içine girmek, kitabı ona ihtiyaç duyulmadığı
için arkaya almak ve onu kendisine az bakılacak bir konuma getirmek demektir.
Veya kitaba, onu sonra okuruz! Hele önce şunları şunları bir okuyalım da ondan
sonra ona sıra gelsin diyerek onu ikinci, üçüncü plana atmak demektir. Evet bunlar kitabı arkaya attılar
ve:
102: “Ve Süleyman mülkü aleyhine
şeytanların uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman asla kâfir
olmadı. Sadece şeytanlar kâfir oldular. Onlar (yâni şeytanlar) insanlara sihir
öğretiyorlardı. Babil’deki iki meleğe hiç bir şey indirilmemiştir. Biz ancak
imtihan için gönderildik sakın küfretme? Demedikçe hiç kimseye bir şey
öğretmiyorlardı. Onlardan karı ile kocasının arasını ayıracak şeyler
öğreniyorlardı. Halbuki bunlar Allah’ın izni olmadıkça bu sihirle hiç kimseye
zarar verebilecek değillerdi. Onlarsa kendilerine ne bir fayda ne de bir zarar
verecek şeyler öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, bu sihri satın alan kimseler
için âhirette hiçbir nasibin olmadığını da biliyorlardı. Nefisleri karşılığında
satın aldıkları şeyin ne kadar kötü olduğunu keşke bir
bilebilselerdi."
Allah’ın vahyi, Allah’ın kitabı
bırakılınca, kitap arkaya atılınca, kitap kenara alınınca, elbette başka şeyler
gündeme gelecekti. Elbette şeytan vahiyleri devreye girecek, şeytan vahiyleri
gündeme gelecekti.
Tıpkı şimdi gece, Allah’ın
kitabını bir kenara attıkları için müs-lümanız diyen insanların dünyasında
şeytan vahyi olan televizyonun gündeme geldiği gibi. Bu kaçınılmaz olacaktır.
Çünkü insanlar mutlaka hayatlarını bir şeylerle doldurmak zorundadırlar. Eğer
Allah vahyi gündemde yoksa mutlaka başka vahiyler gündeme
gelecektir.
Bunlar Allah’ın vahyini bir tarafa
bıraktılar. Allah kitabıyla ilgilerini kestiler. Kitapları ve o kitaplarının
pratik uygulaması olan peygam-berlerinin sünnetiyle ilgilerini keserek bir hayat
yaşamaya başladıklar ve şeytanların uydurmuş oldukları sihir kitaplarına, göz
boyacılık işlerine uymaya başladılar.
"Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı.
Sadece şeytanlar kâfir oldular."
Bu âyette Süleyman’ın (a.s) asla ne
sihirle, ne de küfürle ilgi-sinin olduğu anlatılır. Ve sihir yaptıkları ve bunu
başkalarına öğret-tikleri için şeytanların kâfir oldukları anlatılır. Süleyman
(a.s)’ın sihirler de, küfürle de bir ilgisi yoktu. Küfür ve sihirle
ilgilenenler şeytanlardı deniliyor.
"Onlar, (yâni şeytanlar) insanlara
sihir öğretiyorlardı."
Şeytanın aslı küfür olduğundan, küfür
başa alınmıştır. Şeytanın aslı küfürdür. Şeytan kâfirdir. Şeytan örtücüdür.
Fıtratını örten, Allah’ı örten, Allah’ın emrini örten, Allah’ın kendisinden
istediği kulluğu örten, kendisini kulluktan, tekliften âzde sayandır. Onun
içindir ki onların yaptıkları bu sihir, küfürle beraber olan bir sihirdir. Aslı
küfür olan bir sihirdir. Sihrin aslı küfürdür. Allah’ın yasalarını, Allah’ın
arzu ve e-mirlerini örtmektir, reddetmektir, inkâr
etmektir.
“Babil’deki iki meleğe hiç bir şey
indirilmemiştir.”
Bu ifadeyi birkaç şekilde
anlamaya çalışacağız.
Buradaki ya nafiyedir, o zaman mânâ az önce
dediğimiz gibi olacaktır: Babil’deki
iki meleğe hiç bir şey indirilmemiştir. Biz Babildeki iki meleğe hiçbir şey
indirmedik.
Ya da bu İsm-i mevsuldür, o zaman
da mânâ şöyle olacaktır:
"Şeytanlar insanlara sihri öğretiyorlar
ve Babil’de iki Meleğe indirilen şeyi
öğretiyorlardı."
Halbuki bu iki
melek:
"Biz ancak imtihan için gönderildik
sakın küfretme! Demedikçe hiç kimseye bir şey
öğretmiyorlardı."
"Onlardan karı ile kocasının arasını
ayıracak şeyler öğreniyorlardı."
Yâni bu öğrendikleri şeyler arasında
bunlar da vardı. Karıyla kocanın arasını ayıracak şeyler
öğreniyorlardı.
"Halbuki bunlar, Allah’ın izni
olmadıkça bu sihirle hiç kimseye zarar verebilecek
değillerdi."
Allah’ın bilgisi, Allah’ın izni ve
iradesi olmadıkça bunların yapabilecekleri hiç bir şey yoktu
yâni.
"Onlarsa kendilerine ne bir fayda ne de
bir zarar verecek şeyler öğreniyorlardı."
Ya da sadece zarar verecek ve asla
faydası olmayan şeyler öğreniyorlardı. Bundan anlaşılıyor ki sihir öğrenmek
safi zarardır. Sihrin hiç faydası yoktur. Sırf zarardır o. Tıpkı felsefe,
mantık, sosyoloji öğrenmek gibi sırf zaradır sihir
öğrenmek.
"Andolsun ki onlar, bu sihri satın alan
kimseler için âhirette hiçbir nasibin olmadığını da biliyorlardı."
Yâni bu sihirle ilgilenen insanlar,
ilgilendikleri bu sihrin kendileri için âhirette hiçbir sevap sebebi
olmadığını da biliyorlardı.
"Nefisleri karşılığında satın aldıkları
şeyin ne kadar kötü olduğunu keşke bir
bilebilselerdi."
Kitaplarını arkaya atarak sihirle
uğraşmalarının onlara nelere mal olacağını keşke bir anlayabilselerdi.
Kendilerine verilen kitabın ne kadar değerli olduğunu, onu bir kenara bırakarak
onun yerine ilgilendikleri, yöneldikleri bu sihrin ne kadar değersiz ve boş bir
uğraşı olduğunu keşke bir anlayabilmiş olsalardı. Hayatlarını düzenlemek,
kendilerine dünya ve âhiret mutluluğu kazandırmak üzere Allah’ın gönderdiği
kitabın, vahyin, Allah bilgisinin kıymetini bilemediler de tutup sihrin peşinde
koştular. Bunlar bu kadar bilgisiz kimselerdir.
Yâni eğer onların kendisiyle amel
edebilecekleri kitap sünnet bilgileri olsaydı; onunla amel ederlerdi demektir
bunun mânâsı. Ama heyhat ki, onların amel edebilecek kadar kitap sünnet
bilgileri olmadığı için sihirle amele yöneldiler. Az evvel söylediğim gibi bu
durum kaçınılmazdır. İnsanların hayatlarını düzenleyecek kadar kitap ve sünnet
bilgileri yoksa, yâni kitaplarından ve peygamberlerinin uygulamalarından
habersiz bir hayatın mahkumu olmuşlarsa, çaresiz başka şeylerin peşine takılmak
zorunda kalacaklardır. Başka vahiylerle, başka bilgilerle, başka kitaplarla,
başka yasalarla hayatlarını düzenlemek zorunda kalacaklardır.
Bir başka deyişle Allah’a
kulluktan kaçanlar, başkalarının ku-cağına düşmek, başkalarına kulluk etmek
zorunda kalacaklardır.
Rivâyetlere bakılırsa kâhinler bir
dönem cinlerden ve şeytanlardan öğrendikleri bilgileri kitap haline
getirmişler, büyü kitapları oluşturmuşlar. Bunu insanların arasında yaymaya
çalışmışlar. Nihâyet Süleyman (a.s) peygamber olarak gelince tüm bu kâhinleri
etkisiz hale getirmiş ve onların yazdıkları bu kitapları toplatarak bir yere
gömdürmüştür. Ama Süleyman’ın (a.s) vefatından kısa bir süre sonra şeytan, insan
sûretinde toplumun arasında görülür. Topluma der ki: Süleyman’ın yeryüzündeki
kuşa, kurda hâkimiyetinin sebebini sizlere söyleyeyim mi? İşin aslı şu ki,
Süleyman zannettiğiniz gibi bir peygamber değil, o büyük bir sihirbazdır.
Çünkü şeytanları, cinleri, rüzgarları, kuşları, hayvanları hepsini sihirle
büyüleyip teslim almıştır. Tüm bu varlıklara hükmetmesinin altında onun bu
büyük sihirbaz oluşu yatmaktadır. Yâni o ne yapmışsa bu büyük sihirle yapmıştır.
Eğer bu söylediklerimin ispatını isterseniz benden, o zaman onun kitapları işte
şurada onun kürsüsünün altında gizlidir, kazın onu bulacaksınız der. Açtılar
kürsünün altından gerçekten bir kısım büyü kitapları çıkardılar.
İşte insanlar Süleyman’ın (a.s) mülkü
üzerine şeytanların uydurdukları, ortaya çıkardıkları bâtıl şeylerin ardına
düştüler. Hz. Süleyman’ın bir sihirbaz olduğunu, onun bir peygamber olmadığını
söylüyordu yahudiler. Ama Allah bu âyetiyle bunun böyle olmadığını,
Süleyman’ın (a.s) ne sihirle, ne de küfürle ilgisinin bulunduğunu haber
veriyor. Aslında bu haliyle sihir bir küfür olup, Süleyman (a.s) sihir yaparak
asla küfretmemiştir ama ona sihirbaz diyen şeytanlar kâfir olmuştur,
denilmektedir. Çünkü bu şeytanlar, insanları peygamber yolundan uzaklaştırıp
sihir öğreterek yoldan çıkarıyorlardı. Peygamber yolunu bıraktırarak onları
sihirlerin peşine takıyorlardı.
Böylece İsrâil oğulları sihirbazlığa
yöneldiler. Zira Mısır’dan beri İsrâil oğullarının arasında sihir biliniyordu.
Bilhassa eski devletlerini kaybedip de diğer milletlerin kölesi durumuna
geldikten sonra onların bu tür şeylere sarıldıklarını
görüyoruz.
Kitaplarını arkalarına atınca
yapacakları bir şey kalmamıştı zaten. Ama utanmadan bunu Süleyman’a (a.s) izâfe
ederek buna meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlardı. Uydurdukları bu şeyin bir
kökü, bir dayanağı olmadığı için de bunu Süleyman’a (a.s) dayandırmaya
çalışıyorlardı. Din de böyle diyor efendim! Kitap da böyle buyuruyor efendim!
Peygamber de böyle demiştir! Peygamber de böyle yapmıştır efendim! Diyerek bu
işe meşruiyet kazandırmayı amaçlıyorlardı.
Günümüzde de şeytan yapımı demokrasi
gibi, karıyla kocanın arasını ayıran, babayı evlâda, evlâdı babaya düşman
yapan, kardeşle kardeşin arasını açıp onları fırkalaştıran sistemleri ortaya
çıkarıp, bunları kitabın yerine ikâme ettikten sonra, buna bir de halkın gözünü
boyayabilmek için, din de böyle diyor efendim, Kur’an da demokrasiden yanadır,
Kur’an da aynen demokratik bir sistem önermektedir diyerek ona meşruiyet
kazandırmaya çalışan insanlar gibi. Kitap ve sünneti arkasına atan müslümanlar
bu tür şeylerin peşine takılıverdiler. Başka çareleri de yoktu zaten. Amel
edebilecek ortada kitap ve sünnet olmayınca elbette bu tür şeylerin peşine
takılacaklardı.
Zira hiçbir toplum kitapsız,
kuralsız, programsız, yasasız ya-şayamaz. Kitaplarını terk eden, kitaplarını
arkasına atan bir toplum elbette başka kitaplar bulmak zorunda kalacaktır.
Peygamberlerini, yasal örneklerini terk eden insanlar elbette kendilerine başka
kulluk örnekleri bulmak zorunda kalacaklardır.
Tabi onlar böyle bir arayışın
içine girince de birileri onlara onların bu tür ihtiyaçlarını
karşılayıvereceklerdir. Kitap mı arıyorsunuz? Alın size kitap. Peygamber mi
istiyorsunuz? Alın size peygamber. Ya-sa mı arıyorsunuz? Alın size yasa
deyiverirler. Bu tarih boyunca hep böyle olagelmiştir.
Buradaki “Onlarsa kendilerine hiçbir
fayda vermeyecek şeyler öğreniyorlardı” ifadesi bir de bende şöyle bir mana
çağrıştırıyor: Yani kitaba yönelmedeki temel hedef, kitapla diyalogdaki temel
mantık İs-lâmî olmayınca, kulluk endişesi taşımayınca sonuç elbette böyle
olacaktır. Bakıyoruz bugün de Kur’an sünnet öğrenmeye çalışan nice koca ve
karılar hep kendilerine, kendi haklılıklarına delil bulabiliyorlar ve kadınsa
kocasına itaat etmemeye, kocaysa karşısındakini ezmeye yol bulabiliyorlar.
Elbette Allah’ın kitabına bu mantıkla yaklaşılırsa herkes kendi haklılığına
delil bulabilecektir.
İşte şu anda da görüyoruz ki
Kur’an sünnet okuyan, onlarla bilgilenmeye çalışan nice kadınlar okuduklarından
buna delil bulduklarını zannederek kocalarına itaatsizliği savunabilecek bir
noktaya geliyorlar. Yine aynen onlar gibi Kur’an sünnet okuduklarını iddia eden
nice erkekler de okuduklarıyla hanımlarını ezmeye, onlara insanlık dışı keyfi
davranışlarda bulunmaya yol bulabiliyorlar. Bunun sebebi vahye yaklaşış
biçiminin bozukluğudur.
Veya yine bakıyoruz bugün
insanlar kitap sünnet öğrendikçe eskiden titiz davrandıkları nafile namazlara
karşı gevşek davranmaya başlayabiliyorlar. Hatta daha da ileri giderek
kimilerinin dinin ikinci temel kaynağı olan sünneti eleştirmeye bile
kalkıştıklarını görüyoruz. İşte Allahu âlem burada bir de vahye yaklaşma
mantıklarının tersliği anlatılıyor anlıyoruz.
Yine “Onlar bu sihirle karıyla kocanın
arasını ayırıyorlardı” gerçeğinin bugün de aynen cârî olduğunu görüyoruz. İşte
şu anda kitabı bırakıp onun yerine ikame etmeye çalıştıkları tüm bilim
dallarıyla, tüm sihir araçlarıyla bu işi gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Öyle
bir ekonomik anlayışı yerleştirmeye çalışıyorlar ki bu anlayış tamamen kadını
kocasından, kocayı karısından ayırmaya, aileyi yıkmaya yöneliktir. Kadına
diyorlar ki sen özgürsün, kocana itaat etmemelisin, ona bağımlı olmamalısın, sen
de çalışıp kazanmalısın diyorlar. Sosyal bilimciler kadın erkeğe eşittir
diyorlar.
Oyun eğlence tanrıları da
karı-kocanın yatak odalarına kadar uzandıkları yayınlarıyla, ekranlarıyla
onların gözleri önüne çok güzel kadınlar, çok yakışıklı erkekler sunarak onları
birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Gece-gündüz bu programların mahkumu olmuş
kadının hayalinde başka erkekler, erkeğin kafasında başka kadınlar oluşuyor.
Sanki aynı yatakta yatan karı-koca hayalen başkalarıyla yatıp kalkmaktadır da
ama birbirlerini de idare etmektedirler Allah korusun. Bu ne korkunç bir
yıkımdır anlıyor musunuz? Elbette kitabı terk eden, kitabın kendilerinden
istediği kulluktan kaçan insanların âkıbeti işte böyle
olacaktır.
103:"Eğer onlar (yahudiler) iman edip
muttaki olabilselerdi, Allah katındaki sevap daha hayırlı olurdu. Ama keşke
bunu bir bilebilselerdi."
Evet şayet onlar Rablerine
kulluklarının bilincinde olsalardı, Allah bilgisinin, Allah programının
kıymetinin bilincine ererek yollarını Allah bilgisiyle bulmaya yönelmiş
olsalardı hem dünyaları güzel olurdu, hem âhiretleri. Ama bunu anlayamadılar
hainler. Allah bilgisi dururken başka programların peşine takıldılar da hem
dünyalarını kaybettiler, hem de âhiretlerini mahvettiler.
104:"Ey mü'minler! Peygambere "Raina"
demeyin "Unzurna" deyin ve dinleyin, inkâr edenlere elem verici bir azap
vardır."
Dikkat edersek Cenab-ı Hak daha önce
Bakara sûresinde şöyle buyurmuştu:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri
yaratan Rab-binize kulluk ediniz. Umulur ki böylece korunmuş
olursu-nuz."
(Bakara:
21)
Demişti. Ey insanlar Rabbinize kul
olun! Rabbinize kulluk edin! Buyurmuştu. Bütün insanlığı kendisine kulluğa
çağırmıştı. Daha sonra:
Ey İsrail oğulları! Buyurarak ehl-i
kitabı bu kitaba imana çağırmıştı. Şimdi de:
Buyurarak "Ey
müslümanlar!" Diyerek müslümanlara bir edep anlatmaya başlayacak.
"Ey mü'minler "RAİNA" demeyin!
"UNZURNA" deyin ve dinleyin."
Kulak verin! Dinleyin! Buyuruyor.
Raiy, riâyet; bir kimsenin başkalarının
işlerini çekip çevirmesi, yönetmesi demektir. Onun lehine olan şeyleri tedarik
edip, ona fayda sağlaması, onu gözetmesi demektir. Bu kelime hayvanlar için
kullanıldığı zaman onları gütmek anlamına gelmektedir.
Başlangıçta Allah’ın Rasûlü,
müslümanlara herhangi bir emir verdiği zaman müslümanlar, sahabe: “Raina ya
Rasûlallah!” derlerdi. Yâni bize riâyet et ey Allah’ın Rasûlü! Bizi gözet! Bize
mühlet tanı! Acele etme! Bize zaman ver ki, biz bunu anlayalım! Derlerdi.
Sonradan yahudilerin çok değişik mânâlarda kullandıkları bu tabiri
kullanmamalarını emrederek buyurdu ki Rabbimiz:
Böyle demeyin! "RAİNA" demeyin ey
müslümanlar "UNZUR-NA" deyin. Ve söze de iyi kulak verin, dikkatlice dinleyin.
Bunun sebebini şöyle izah etmişler:
1- "RAİNA" kelimesi yahudilerin kendi
aralarında bir tür sövme anlamına kullandıkları bir kelimeydi. Bu kelimeyle, bu
şifreyle Allah’ın Rasûlüne sövmeye çalışıyorlardı.
2- Veya ey bizim çoban! Ey bizim
çobanımız! Ey bizim gü-dücümüz anlamına kullanıyorlardı bunu. Peygamberi bir
çoban, bir hayvan güdücüsü konumuna düşürmeye ve böylece onunla alay etmeye,
onu alay konusu yapmaya çalışıyorlardı.
3- Veya İbrani’ce de: Duy duymaz olası!
Dinle dinlenmez olası! Dinle sözü dinlenmez adam! Gibi hakaret ifade eden bir
kelimedir. Yahudiler hem karşısındakine sövmek, hem de hakaret etmek kastıyla
bu kelimeyi kullanmaya başlayınca Cenab-ı Hak müslümanların bu kelimeyi
kullanmalarını yasakladı.
4- Bir de bu kelime: Sen bize riâyet
et, sözümüze kulak ver ki biz de sana riâyet edelim, biz de senin sözünü
dinleyelim şeklinde pazarlıklı bir ifade anlamına geliyor. Yâni böyle
Peygamberin konumunu rencide edici, anlaşmalı eşit bir riâyet talep ediyorlar.
Halbuki Rasulullah’ın ümmeti arasındaki ilişkisi, öğretmen öğrenci, usta çırak
ilişkisine asla benzemez. Bu konuda bunu anlatan başka âyetler de var
Kur’an’da:
"Sakın ha! O Rasûlü kendi aranızda
birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın!"
(Nur: 63)
Gibi âyetler vardır. İçinizden
birinize hitap ettiğiniz gibi peygambere hitap etmeye kalkışmayın. Bilesiniz ki
O Allah’ın sevgilisidir. Onu üzerseniz Allah’ı üzmüş olursunuz gibi âyetler
görüyoruz.
Ray; bir de hayvanlarla ilgili bir
sözdür. Yahudiler bu kelimeyi kullanırlarken, biz senin ne dediğini
anlayamıyoruz, biz bunu anlamaktan uzağız demeye getiriyorlardı. Biz sürüleriz
demeye getiriyorlardı da Allah buyurdu ki Ey müslümanlar! Sizler Peygamber
karşısında sürüler kesilmeyin! Dinleyin! Söze iyice kulak verin! Peygamberin
sözleri, peygamberin benden getirip sizlere duyurduğu bu mesaj anlaşılmayacak
bir mesaj değildir. O mesaj karşısında sürüler kesilmeyip iyice dinlerseniz,
kulak verirseniz mutlaka onu anlayacaksınız buyurulmaktadır. Sakın sizler o
yahudiler gibi olmayın ve onların kullandıkları bu başka mânâlara çekilebilecek
kelimeleri kullanmayın! Buyuruyordu Rabbimiz.
Rabbimiz kitabındaki bu ve benzeri âyetleriyle
biz müslüman-ların kitap ve peygamber karşısında bu alçak yahudiler gibi sürüler
kesilmememizi, bu kitabın âyetlerini ve bu peygamberin hadislerini anlayamayız
diyerek peşin bir aptallığa düşmememizi emrediyor. Kitap ve peygamber
karşısında sürüler kesilerek: Efendim biz kim bu kitabın âyetlerini anlamak kim?
Biz nerede bu peygamberin hadislerini anlamak nerede? Onu ancak büyük zatlar
anlar. Bizler onu okuyup anlamak şöyle dursun, hâşâ elimize almaya bile lâyık
değiliz tavrında olanların alçak yahudiler olduğunu haber veriyor. Ey
müslümanlar sizler böyle yapmayın! Kitap ve peygamber karşısında sürüler
kesilmeyin! Dinleyin! Söze kulak verin! Kesinlikle bilesiniz ki ben kitabımı
sizin anlayabileceğiniz ve yaşayabileceğiniz bir özellikte gönderdim. Ben
peygamberimi sizin anlayabileceğiniz ve uygulayabileceğiniz, örnek
alabileceğiniz bir özellikte gönderdim. Sakın bu konuda yahudiler gibi
davranarak bana iftira etmeye kalkışmayın buyurmaktadır.
Allah düşmanı yahudiler Rasulullah Efendimize
böyle bir hitap tarzında bulundular. Öyleyse bugün bizler de bir konunun
anlatımında kullandığımız kelimelere çok dikkat etmek zorundayız. Zira insanlar
onunla kendi nanelerine kılıf bulmasınlar. Meselâ Mevlâna aşk-ı İlâhîyi şarapla
anlatmış diye bugün insanlar onun ihtifallerine kafayı çekerek geliyorlar.
Keşke bu konunun anlatımında böyle bir şarap kelimesini kullanmasaydı da
insanlar kendi nanelerine böyle kılıflar bulamasalardı. Bilhassa İslâm
düşmanlarının değişik mânâlara kullandıkları, farklı anlamlar yükleyerek
kullandıkları kavramları kullanırken çok dikkat etmek zorundayız. Meselâ
hürriyet kavramı. Bugün bu kavramı kullanan insanlar, insanın sözleri, fiilleri
ve düşüncelerinin tamamen bağımsız olduğunu kast etmektedirler. Kapitalist
dünyaya göre insan bütün işlerinde sınırsız bir hürriyete sahiptir. Cinsel,
ekonomik, siyasal bütün ilişkilerini belirlerken hiçbir ilke
tanımamakta-dırlar. Ne din, ne iman, ne Allah tanımaz bir hürriyet kast
etmektedirler. Öyleyse bu kavramı kullanırken kullandığımız yerlere çok dikkat
etmek zorundayız. Onların yükledikleri bu mânâyı çağrıştıracak şekilde bu
kavramları kullanmaktan uzak durmalıyız.
Meselâ demokrasi kelimesi de böyledir.
Buna insanların yükledikleri İslâm dışı mânâları görmeyerek kimi müslümanların
sadece İslâm’ın şura ve seçim ilkelerinden hareketle efendim İslâm da
demok-rasidir! İslâm da demokrasiyi önermektedir! Gerçek demokrasi İslâm-dadır!
gibi lafları, onları dinin dışına çıkardığının farkına varmalıdırlar.
İşte bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki
bizler bu tür kavramları kullanırken çok dikkatli davranmak zorundayız. Bizim
inandığımız muhtevaya sahip olmayan kavramları kullanmamaya âzami gayret
göstermeliyiz, yoksa müslümanların zihinlerini idlal vebalinden kurtulamayız.
Kullandığımız kelimeleri, kavramları kullanırken çok dikkat etmek zorundayız,
aksi takdirde insanlar bizim kullandığımız bu kelimeler ve kavramlar üzerinde
kendi nanelerine kılıf bulmasınlar, kendi nanelerine delil bulmasınlar,
bulamasınlar.
105:"Kitap ehlinden olan kâfirler ve
müşrikler Rab-binizden sizin üzerinize bir hayır indirilmesini asla
iste-mezler. Ama Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük ihsan
sahibidir."
Yâni size ne din gelmesini, ne kitap
indirilmesini, ne de Peygamber gönderilmesini isterler. Veya sizin bir harbi
kazanmanızı, sizin bir nîmete ulaşmanızı asla istemezler. Sizin devlet
kurmanıza, sizin yeryüzüne hakim olmanıza onların asla rızası yoktur. Yâni
bunlar kesinlikle size bir hayrın indirilmesine, sizin bir hayra ulaşmanıza
razı olmazlar. Sizin bir başarıya ulaşmanız onların asla hoşuna gitmez. Onun
için bunlardan size hayır geleceğini, hakkınızda hayır düşüne-ceklerini sakın
ummayın. Hayatınızı bu umut üzerine bina etmeyin. Bu Amerika’dan, bu
Avrupa’dan, bu ehl-i kitap dünyadan hiçbir beklentiniz olmasın. Sakın
güvenmeyin onlara denilmektedir. Ama varsın onlar istemesinler, hayır onların
elinde değildir. Hayır Allah’ın elindedir
buyurulmaktadır.
"Ama Allah rahmetini dilediğine tahsis
eder. Allah büyük ihsan sahibidir."
O Allah ki rahmetini dilediğine
verendir. Ve Allah büyük fazıl sahibidir buyurduktan sonra devam eden
ayetlerinde onların kitabın tamamına itiraz etmek için fer'i hükümlere itiraz
ettiğini anlatır Rab-bimiz. Ehl-i kitabın, Kur’an’ın tümünü reddedebilmek için
fer'i hükümleri reddettiklerini anlatır. Kitabın bildirdiği nesih konusuna
itiraz ettiklerini gündeme getirir.
Bakın Kur’an-ı Kerîmde nasih ve mensuh
da var. Bir zamanlar bu Allah’ın emridir denilen bir hüküm, bir âyet diğer bir
zaman nesih olunuyor. Onun yerine bir başka hüküm, bir başka âyet konuluyor.
Yahudiler ve hıristiyanlar Kur’an’ın bu hükmünü reddetmeye kalkışıyorlar. Bu ne
biçim iştir? Allah’ın hükmünde, Allah’ın sözlerinde değişiklik olur mu? Eğer bu
Kur’an gerçekten Allah kelâmı olsaydı böyle bir değişikliğin olmaması gerekirdi.
Allah kendi yaptığını hiç bozar mı? Sözünü geri almak yakışır mı Allah’a?
Kur’an hem önceki kitapların, Tevrat ve İncil’in Allah’tan geldiğini söylüyor,
hem de bizzat tasdik ettiği bu kitaplardan farklı şeyler söylüyor. Kur’an
Tevrat’ta ve İncil’de olmayan şeyleri söylüyor. Kur’an Tevrat’ın ve İncil’in
hükümlerinin kal-dırıldığını, nesih olduğunu söylüyor. Kur’an Tevrat ve İncil’in
hüküm-lerinin kaldırıldığını söylüyor. Olacak şey midir bu? Allah daha önce
indirdiğini kaldırır mı? Nasıl olur da Allah farklı zamanlarda farklı şeyler
söylüyor? Dün başka şeyler söylüyordu bugün başka şeyler söy-lüyor Allah.
Olacak şey midir bu? Diyorlardı. Yâni kitaplarının Kur’an tarafından nesih
edilmesini kabullenemiyorlar, hazmedemiyorlardı. Bu mânâda nesih, önceki
kitaplardakilerin hükümlerinin kaldırılması anlamına gelecektir.
Bir de Kur’an, yahudi ve
hıristiyanların kendilerine kitapları vasıtasıyla indirilen emirlerin bir
kısmını unuttuklarını söylüyor. Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın emirlerinin
hafızalardan silinmesi nasıl mümkün olabilir? Böyle bir şey mümkün değil
diyorlardı. Kur’an’ın nesih adı altında gündeme getirdiği bu hafızalardan kimi
hükümlerin, kimi âyetlerin silinmesi konusunu reddediyorlardı. Aslında
onların bu soruları hakka ulaşmak için, hakkı bulabilmek için değil,
mü'minlerin zihinlerini idlal içindi. İstiyorlardı ki Mü'minler de bu tür
şeyleri problem yapsınlar ve kavminin bu tür sorularla Hz. Mûsâ’yı
uğraştırdıkları gibi onlar da peygamberlerini uğraştırsınlar ve yoluna
barikatlar koysunlar.
Bunu ilk söyleyenler yahudilerdi. Kur’an’ın
haber verdiği neshi ilk reddedenler, inkâr edenler yahudilerdi. Hâşâ Allah’ın
önce bilmediğini sonradan öğrenmiş olması düşünülemez. Allah’ın önce
demediğini sonradan demesi de düşünülemez. Ve buna göre Allah’ın hüküm
değiştirmesi de söz konusu olamaz diyorlardı. Nesih mümkün değildir
diyorlardı.
Böylece Tevrat’ın hiçbir âyeti, Mûsâ
dininin hiçbir hükmü değişmezmiş, Tevrat’ın hiçbir âyeti değiştirilemezmiş,
nesih edilemezmiş. Bunun için İncil de, Kur’an da Allah’ın kitabı değilmiş.
Zira Kur’-an’dan önce gelen İncil de aynı şeyi yaptığı için onu da reddediyordu
yahudiler. Daha önce gelen, Kur’an’dan önce gelen İncil de gelişiyle
kendisinden önceki meriyette olan Tevrat’ın nesih edilmiş olduğunu ilan
etmişti. Bu yüzden yahudiler kendi kitaplarını nesih etti diye İncil için de
aynı şeyi söylemişlerdi. Dün aynı sebeple İncil’i reddeden bu yahudiler, bugün
de aynı sebeple Kur’an’ı reddediyorlardı.
Hıristiyanlara gelince, onlar eskiden
yahudilere karşı neshi savunuyorlar ve bunu inkâr etmiyorlardı. Çünkü kendi
kitapları olan İncil, Tevrat’ın bazı hükümlerini nesih etmişti. Meselâ İncil’de,
Tevrat’ın cu-martesi günü iş yapmayı yasaklayan hükmünü değiştirip bunu pazar
gününe alan âyetlerin varlığını iddia ediyorlardı. Yine Hz. İsa’nın yiyecek ve
içecekler konusunda eski yasakları kaldırdığına inanıyorlardı.
Ama sonradan Kur’an gelip de ikisini de
nesih eden âyetler ortaya konulunca bu defa yahudilere karşı bu neshi savunan
hıristi-yanlar:
"Allah’ın kelimelerinde değişme
olmaz."
(Yunus: 64)
Âyetine dayanarak neshi inkâr edip bu
konuda Kur’an’ın âyetiyle müslümanlara delil getirmeye bile kalkıştılar.
Allah’ın kelimelerinde, Allah’ın âyetlerinde, Allah’ın hükümlerinde değişiklik
olmaz. Yâni Allah’ın İncil’deki âyetleri kesinlikle değişemez, değiştirilemez
diyorlar. İncil’in kendisinden önceki Tevrat’ı değiştirdiğine inanan bu
hı-ristiyanlar aynı şeyin Kur’an için geçerliliğini reddettiler. Avusturya’da
bu konuda tartıştığımız bir papaz bana bu âyeti okumaya kalktı. Ben dedim ki
eğer hıristiyanlık böyle bir âyete dayanarak İslâm’a itiraz edecek olursa, o
zaman hıristiyanlık kendi kendini inkâr etmiş olur. Çünkü hıristiyanlığın
yahudiliğe muhalif olan pek çok hükümleri vardır. Yâni hıristiyanlığın
yahudiliği nesih eden pek çok hükmü vardır. Zaten böyle olmasaydı da
hıristiyanlığın mânâsı kalmazdı. Aynı şey yahudiler için de geçerlidir.
Onların kitabı olan Tevrat da kendinden önceki kitaplarda olmayan, veya onları
nesih eden hükümlerle doludur.
Ehl-i kitabın bu itirazlarına
karşı buyurur ki Rabbimiz.
106:"Eğer biz; bir âyetin hükmünü
kaldırır, değiştirir veya unutturursak, ondan daha hayırlısını, yahut
benzerini getiririz. Bilmez misiniz ki Allah herşeye kadirdir."
Allah buyuruyor ki; ben kadirim, ben
herhangi bir emrimi değiştirebilirim. Veya onun unutulmasına izin verebilirim.
Fakat onun yerine aynı amacı sağlayacak ondan daha iyisini veya ona denk
olanını koymaya kadirim.
Ehl-i kitap, Kur’an’ın öteki kitapların
hükmünü kaldırdığını kabul edemiyorlardı. Bunun Cenab-ı Hakka hikmetsizlik
izâfesi olduğunu söylüyorlardı. Oysa bakıyoruz ki, Cenab-ı Hak bu âyet-i
kerîmesinde hem bunu söyleyenlere cevap veriyordu, hem de müslüman-lara,
hükümlerini belli aşamalar halinde belirlediğini beyan ediyordu. Yâni Cenab-ı
Hak geçici bir zaman maslahatını esas alarak bir hüküm belirleyebilir. Fakat
insanlara bunun geçici bir maslahat oldu-ğunu bildirmeyebilir. Yâni o hükmü
ilerde değiştireceğini bildirmeye-bilir. O hükümle muhatap olan insanlar da
onun sürekli bir hüküm olduğunu düşünebilirler. Ama sonradan önceki maslahat
dönemi bitip yeni bir maslahat dönemi başlayabilir ki, yeni bir hükmün gelmesine
zemin hazırlanmış olsun.
"Allah herşeye kadirdir."
Allah herşeye güç yetirendir. Veya
Allah herşeyi kadir olandır. Herşeyi takdir edendir. Herşeyin ölçüsünü koyandır.
Her konuda ölçü belirleme yetkisi elinde olandır. Böyle bir Allah neye güç
yetiremez ki? Yaptıkları konusunda Ona kim hesap sorabilir
ki?
107:"Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin
mülkünün sahibi Allah’tır. Ve size Allah’tan başka ne bir dost ne de bir
yardımcı vardır."
Bir bakın ki bu koskoca âlemde her gün,
her gece, her saat, her dakika, neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Neler icad
ediliyor? Ne imhâlâr yapılıyor? Ne hikmetler ortaya konuluyor? Yıkılanların
yerine peyderpey yenilerin geldiğini, eskiyenlerin yerini yenilerin
doldurduğunu görmüyor musunuz? Bir bahar mevsiminden sonra onun yerini bir
kışla değiştirmesine kim engel olabiliyor? Bir hayattan sonra takdir buyurduğu
bir ölüme kim müdahale edebiliyor? Bir sonraki takdiriyle bir önceki takdirini
değiştirmesine kim karşı gelebiliyor? İşte şu anda Rabbimizin sürekli yaptığı bu
nesihle karşı karşıyayız. Birini kaldırıp birini koyuyor. Birini öldürüp birini
dünyaya getiriyor. Birini soldurup birini yeşertiyor.
Bu nesih konusunu böyle anlıyoruz. Bir
önceki kitapta olanların bir sonraki kitapla kaldırılması, onun yerine onun
fonksiyonunu icra edecek, ondan daha güzel veya onun gibi başka hükümlerin
konulması gibi..
Bir de bizzat Kur’an’ın kendisinde
nesih vardır diyenler var, nesih yoktur
diyenler vardır. Bunun münakaşasına burada girmek istemiyorum. Çünkü biz
burada neshi anlatmak için değil Bakara’yı anlatmak için varız. Bence
zorlandığımız bu konu, amele yönelik bir konu olmaktan çok lüks bir tartışmadan
başka bir şey değildir.
Gariptir hiç olmayan bir Bakara
sûresinin olmamasını yadırga-mayan müslümanlar var olanın kaybolmasını
yadırgıyorlar. Çocukları yokken aman bir çocuk filan derken, nûr topu gibi bir
çocuk veriyor Allah. Bu çocuk bir an kayboluyor, ölüveriyor yâni. Alıveriyor
Allah onu geriye. O zaman da feryadı, çığlığı basıyorlar aman ne oldu? Şimdi
buradaydı? Diye. Öyle değil miydi yâni? Allah varı yok eder, yo-ku da var
ederdi ya zaten.
İşte böyle zihinlerdekini de alıveriyor
Allah. Olur mu bu? Olur elbette! Zihinlerdekini var eden Allah zihinlerdekini
yok edebilir de elbette. Bu bize göre ters geliyor belki. Sana göre tersse
fark etmez, ama eğer bu iş Allah’a göre ters ise o zaman deriz ki; Ya Rabbi sen
burada böyle demiştin, burada da böyle dedin, bu dediğine göre bu dediğin
olmadı? Diyelim tamam kabul, o zaman. Ama
bu iş Allah’a göre ters değil de sana göre tersse, o zaman sen kendin
düzelecek ve tersliği terk edeceksin o kadar.
Adam diyor ki; efendim kimi nesih
edilen âyetler amele yönelik âyetlerdir. Şimdi bu âyetler nesih edilince nasıl
amel edeceğiz yâni? Peki kim dedi bunların amele yönelik olduğunu? Eğer Allah
demişse ki “i’melu bi hazel âyeti” Bu âyetler amele yönelik âyetlerdir ve sizler
bu âyetlerle amel ediniz? diye bunu bizzat Allah söyle mişse, o zaman bizde
soralım Allah’a: Ya Rabbi bu nasıl iştir? Hem bununla amel edin dedin, hem de
bunu kaldırıp nesih ettin! Biz ne yapalım şimdi? Nasıl amel edelim? diyelim. O
zaman da Allah bize başka bir yol gösterecektir. Ama bunların amele yönelik
âyetler olduğunu Allah demiyor da biz öyle zannediyoruz.
Bir dönem sahabe de öyle zannetmişti.
Peygambere gelen mesajın Kur’an bölümü mü? Yâni namazda okunacak bölüm mü?
Yoksa Kur’an’a geçmeyecek ama o andaki ve kıyamete kadar ki hayatın
problemlerini çözecek, ama Kur’an’a intikal etmeyecek bölüm mü olduğunu sahabe
de bilmiyordu. Üstelik bunu Peygamberimiz de bilmiyordu. Gelen vahyin tamamını
Kur’an zannıyla yazıyorlardı ve ez-berliyorlardı. Sonradan her yıl Cebrâil
gelip o ana kadar gelenleri bir daha tekrar okuyup Kur’an’a geçecek, okumaya
tahsis edilecek bölüm onun aracılığıyla tescil edilince de anlıyorlardı. Yâni
bu Kuran’a geçmeyen vahiy bölümünün Kur’an’dan çıkması demek, İslâm’dan çıkması
anlamına gelmeyecektir. Yine o vahiy bölümü ameli hayatı düzenleyen, peygamber
ve müslümanlara yol gösteren ama Kur’an’a geçmeyen bölüm olarak devam
edecekti.
Bunu biraz daha düzgünce şöyle ifade
edeyim inşallah: Ce-nab-ı Hak kullarının hayatlarına karışmayı murad etmiş ve bu
konuda da peygamberi odak noktası seçmiştir. Ben insanların hayatlarına
karışacağım ve bu konuda seni sözcü seçtim buyurmuştur. Allah bu peygamberine
peygamber olduğu andan itibaren din diye, vahiy diye âyetler göndermiştir. İşte
Allah tarafından Peygamberimize gelen vahyin tamamını ikiye
ayırıyoruz.
1: Lafzan Allah tarafından korunma
altına alınan bölüm. Sıralaması bizzat Allah tarafından vaz'i olarak
belirlenip, bu sıralama modeli ile Allah tarafından korunma altına alınan
bölüm. Yâni okunması din kabul edilip, emredilen, namaza tahsis edilen, okunan
bölüm, yâni Kur’an bölümü.
2: Vahyin geri kalan bölümü. Yâni
muhtevası korunma altına alınmış, ama lafzı korunma altına alınmamış, Kur’an
bölümüne geç-memiş, okumaya tahsis edilmemiş bölüm. Hayatı düzenlemiş, o günün
problemlerini halletmiş ama Kur’an-ı Kerim’e geçmemiş vahiy bölümü. Yâni vahy-i
gayri metluv dediğimiz vahiy bölümü. Peki bu ayırımı nasıl yaptık? Yâni
delilimiz nedir bu konuda? Buna delilimiz şudur:
Allah’ın Rasûlü peygamber olarak
görevlendirildiği andan itibaren, her yıl ya bizzat Cebrâil (a.s) gelerek, veya
rüya halinde, yâni Rasulullah uykudayken Allah, peygamberine mesaj
gönderiyordu, âyetler gönderiyordu, vahiy gönderiyordu, din gönderiyordu.
Allah’ın Rasûlü bu gönderilenlerin
hangisinin Kuran bölümü, yâni okunacak bölüm olduğunu, Kur’an’a geçecek ve
namaza tahsis edilecek bölüm olduğunu, hangilerinin de Kur’an’a geçmeyecek,
laf-zan korunma altına alınmayacak, ama hayatta yaşayacak bölüm olduğunu
bilmiyordu. Kendisine bildirilmediği için bilmeside mümkün değildi zaten. İşte
bunu bilmediği için Allah’ın Rasûlü, Allah’tan kendisine gelen vahiy
birimlerinin tamamını ashabına haber veriyor, yazdırıyor, ezberliyor ve
ezberlettiriyordu. Onun bir sonraki döneme intikal edecek mi, etmeyecek mi?
Yâni korunacak mı, korunmayacak mı? Ya da Kur’an olacak bölüm mü, değil mi? Onu
bilmiyordu.
İşte vahiyle peygamberimize
bildirilen ve peygamberimizin de ashabına bildirdiği bu vahiy birimlerinin
tamamı tesbit edilmiştir. Ama her Ramazanda Allah Cebrâil’i gönderiyor, Cebrâil
o güne kadar gelmiş âyetlerden bir sonraki döneme intikal edecek, yâni lafzan
korun-ma altına alınıp, Kur’an olacak, namaza ve okumaya tahsis edilecek
bölümü baştan sona bir daha okuyarak tescil ediliyordu. Karşılıklı okuyorlardı
bu âyetleri. Allah’ın Rasulü Cebrâil’in okuduğu bölümün Kur’an bölümü olduğunu,
onun dışında kalan vahiy bölümlerinin ise mânâ olarak muhafaza edilecek, ama
Kur’an’a geçmeyecek bölüm olduğunu anlıyordu. Bu tescil işi son Ramazanda
Cebrâil ile üç defa tekrar edildi. Cebrâil son Ramazanda o ana kadar inen vahiy
birimlerinden bir bölümünü üç defa okudu ve böylece Kur’an ortaya çıkmış
oldu.
İşte vahyin bu bölümü kıyamete
kadar okumaya, namaza tahsis edilen, Kur’an olarak kıyamete kadar lafzan ve
manen Allah tarafından korunma altına alınmış bölüm oldu. Geri kalan bölüm ise
o güne kadar peygamber ve müslümanların problemlerini çözümlemiş, onlara yol
göstermiş ve kıyamete kadar müslümanlara yol göstere-cek, okunmayan, Kur’an’a
geçmeyen, namaza tahsis edilmeyen vah-y-i gayri metluv bölüm olarak yerini
almış oluyordu.
İşte neshi bir de böyle anlıyoruz.
Bakıyoruz Kur’an’da bulun-mayan vahiy birimleri var. Yâni peygambere (a.s)
vahy edilen vahiylerin bir kısmının Kur’an’da olmadığı kesindir. Meselâ bir
dönem Allah’ın Rasûlü ve müslümanlar namazlarında kıble olarak Mekke’deki
Kâbe’ye dönüyorlardı. Ama onların Kâbe’ye dönmelerini emreden âyet yok
Kur’an’da. Peki acaba Allah’ın Rasûlü ve müslümanlar kendi kafalarından mı
dönüyorlardı Kâbe’ye. Sonra Kâbe’yi bırakıp Kudüs-teki Mescid-i Aksa’ya
döndüler. Peki bakıyoruz bu değişiklik emri de yok Kur’an’da. Acaba müslümanlar
Kâbe’yi bırakıp Mescid-i Aksa’ya dönerken kim demişti onlara bunu? Elbette kendi
kafalarından yapmamışlardı bunu. Allah emretmişti, ama bu vahiy birimi
Kur’an’a geç-memiştir. Müslümanların Allah’ın Resûlü’ne bağlılıklarını
pekiştirmek için Rabbimiz peygamberle yapmıştı bu işi. Sizin Peygambere
itaatinizi denemek için böyle yaptık diyor Rabbimiz. Bu iki âyet Kur’an’da
yoktur. Nihâyet müslümanları Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki Kâbe’ye döndüren
âyetin geldiğini görüyoruz. İşte Kur’an’da sadece bu âyet vardır. Kıbleyle
alâkalı üç uygulama var, ama sadece bir âyet var Kur’an’da. Demek ki öteki iki
vahiy birimi Kur’an’a geçmemiştir.
Yine bakıyoruz Mekke’nin fethiyle
ilgili rüyada gelen vahiy birimi de Kur’an’da yoktur. Allah, rüyasında herşeyi
Resûlü’ne göstermiş. Müşriklerin kendilerini Hudeybiye denen yerde
durduracaklarını, o yıl hac için Mekke’ye sokmayacaklarını, aralarında bir
anlaşma yapılacağını, daha sonra bu müslümanlar adına ağır şartlar taşıdığı
zan-nedilen bu anlaşmayı kendilerinin bozacağı ve nihâyet Mekke’nin
fethedileceğini tümüyle rüyasında, Rabbimiz peygamberine göstermişti. Hattâ
bunu bilmeyen sahabe, Allah’ın Resûlü’ne itiraz edecek noktaya gelirken Allah’ın
Rasûlü son derece rahattı. Rabbimiz de bu konuda sadece:
"Yemin olsun ki Allah, peygamberine o
rüyayı doğru gösterdi. (Allah’ın gösterdiği rüya doğru çıktı) Yemin olsun ki,
inşallah Mescid-i Haram’a mutlaka emniyet içinde
gireceksiniz."
(Fetih
27)
Bakın, burada Allah diyor ki:
Allah’ın, peygamberine gösterdiği rüya doğru çıktı. Hudeybiye anlaşması öncesi
Rabbimiz olup bite-cekler konusunda daha bu yolculuğa çıkmadan peygamberine bir
rüya göstermiş ve rüyası aynen çıkmıştır. Biliyoruz ki rüya da vahiydir.
Allah’ın Resûlüne gelen vahiylerden pek çoğu rüya halinde gelmiştir. Ama
bakıyoruz ki, Rabbimizin sözünü ettiği bu vahiy birimi Kur’an’da yoktur. Nasıl
bir rüya gösterdiği yok kitabımızda. Sadece buyuruyor ki Rabbimiz işte sana
gösterdiğimiz o rüya aynen gerçekleşmiştir. Peki şimdi ne diyeceğiz buna?
Kur’an’da olmadığına göre bunun aslı yok mu diyeceğiz? Allah peygamberine
Hudeybiye seferi öncesinde böyle bir vahiy gönderisinde bulunmamıştır mı
diyeceğiz? Bu mümkün değildir. Çünkü işte Rabbimiz bizzat kendisi haber veriyor
ki Rasûlüne gösterdiği o rüya, o vahiy aynen
gerçekleşmiştir.
Yine meselâ, Allah’ın Rasûlü
hanımlarından birine gizlice bir şeyler söyler. Zevcesi de onu öteki
hanımlarından birilerine anlatır. Allah’ın Rasûlü o hanımını sığaya çeker.
Hanımı der ki ey Allah’ın Ra-sûlü bunu nereden öğrendin? Allah’ın Rasûlü buyurur
ki: Bunu bana herşeyi bilen Rabbim haber verdi. Âyet Tahrim
sûresindeydi:
"Hani peygamber zevcelerinden birine
gizli bir söz söyle mişti vakta ki o bunu haber verdi. Allah da onu peygambere
açıkladı. Peygamber de bir kısmını bildirmiş; Bir kısmından bahsetmemişti. Bu
şekilde anlatınca: "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. O da: "Bunu bana herşeyi bilen haberci haber
verdi." Dedi.
(Tahrîm: 3)
Neydi bu haber verilen şey? Yâni
Rabbimizin peygamberine haber verdiği bu vahiy birimi neydi? Hani nerede bu
vahiy? Kur’an’da yok böyle bir vahiy. Bu vahiy birimlerinin adı nedir yâni? Bu
vahiy birimleri Allah tarafından Rasûlullah’a bildirilmiş, hayatta pek çok
problemleri çözmüş, peygambere ve mü’minlere yol göstermiş ama Kur’a-n’a
geçmemiş, yâni okunan vahiy birimi olmamış, lafzan Allah tarafından korunma
altına alınmamış vahiy birimleridir. Bir başka ifadeyle bunun adı sünnettir ve
ben bu iki vahiy biriminin ikisinin de öğrenilme-sinden yanayım. Okunan vahiy,
okunur olmayan vahiy, hem Kur’an’ın hem de sünnetin öğrenilmesinin,
anlaşılmasının mutlaka gerekliliğine inanıyorum. Her iki vahiy birimine de
ulaşabileceğimize inanıyorum. Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesei, İbni Mace, Ebu
Dâvûd ve diğerleriyle birine, İbni Abbas, Taberî, Kurtubî, Râzî, İbni Kesîr,
Tefhim, Elmalı, Seyyid Kutup’la da okunan vahiy birimine ulaşabileceğimize
inanıyorum. İstedikten sonra her ikisine de ulaşabileceğimize ve mutlaka
ulaşmak zorunda olduğumuza inanıyorum. Çünkü bu iki bölümün ikisi de vahiydir,
ikisi de dindir ve müslümanlar olarak bizim için bağlayıcıdır. İşte neshi böyle
de anlıyoruz.
Bir de bizzat şu elimizdeki Kur’an’ın
kendisinde nesih vardır diyenler ve yoktur diyenler var. Kur’an’da neshin
yokluğunu iddia eden tarihte bir adam var. Ebu İshak El-İsfahani. Mutezilî bir
adamdır. Neshin kesinlikle olmadığını, olamayacağını iddia etmiştir.
Sonrakiler de bu konudaki dayanaklarını hep ondan almışlar. Ama aslına bakılırsa
bu zatın nesih yoktur dediği konuya zaten İslâm âlimlerinin hiçbirisi de vardır
demiyor. İslâm âlimlerinin nesih vardır dedikleri konuya da o adam yok demiyor.
Burada bir kavram kargaşası vardır. Yâni Ebu İs-hak El-İsfahani hâşâ Allah’ın
yanılması, şaşırması, cayması, önceki dediklerinden vazgeçmesi mânâsına alıyor
neshi ki orada herkes yok diyor zaten. Peki nesih vardır diyenler hangi mânâya
vardır diyorlar? Allah’ın değiştirme yetkisi vardır diyorlar. Değiştirebilir
Allah diyorlar, unutturabilir diyorlar, tedriç uygulayabilir, kimilerinin
uygulamasını öne, kimilerinin uygulamasını da sonraya alabilir diyorlar.
Meselâ:
“Yüzünü (yönünü) Mescid-i Haram
tarafına çevir”
(Bakara
144)
Âyeti Kur’an’da
varken:
"Doğu da Allah’ındır, batı da
Allah’ındır. Şimdi namaz için ne tarafa yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır.
Doğrusu Allah’ın rahmeti herşeyi kaplamıştır ve o herşeyi
bilmektedir."
(Bakara
115)
Âyetiyle de amel edelim mi? Yâni yüzünü
ne tarafa dönersen Allah’ı orada bulacaksın. Âyetiyle de amel edelim mi?
Diyorlar, o nesih olmuştur demek
zorunda kalmışlar. Kelâm bitmiştir çünkü, bu konuda uygulama böyledir. Öyle
değil mi? İkisi de vardır Kur’an’da, ikisi de âyettir, peki bu ikinciyle nasıl
amel edeceğiz? Öbürü bunu nesih etmiştir diyeceğiz, başka da çaremiz yoktur.
Meselâ bir zamanlar ilerde gelecek,
Mescid-i Aksa’ya doğru yöneliyordu insanlar, bu da nesih olmuştur diyoruz. Öyle
değil mi? Mü’minlerin bir dönem Mescid-i Aksaya yöneldikleri kesindir.
Biliyoruz ki müslümanlar önce Kâbe’ye doğru, sonra Mescid-i Aksa’ya doğru, daha
sonra da tekrar Kâbe’ye doğru dönmüşlerdir. Şimdi yâni insanlar önce Kâbe’ye
doğru namaz kılarlarken, sonra Mescid-i Aksa’ya dönmeleri kendi kendilerine
karar vererek olmamıştır. Kendi kendilerine dönmediler bu insanlar, Allah
döndürmüştür onları. Allah bu döndürmesini çevirdi ve tekrar kabeye yaptı.
Çünkü Kudüs tarafına dönenler için onların ki de doğruydu diyor Allah. Ben
onların imanlarını zayi etmedim diyor.
Peki madem ki Allah Mescid-i Aksa’ya
dönenlerinkine de doğrudur diyor, öyleyse şimdi biz de dönebilecek miyiz
Mescid-i Aksa’ya? Hayır. Niye? Mensuhtur artık o hüküm. Nesih olunmuştur artık o
hüküm. Bunu istediği kadar reddetsin adam. İstediği kadar nesih yoktur desin
fark etmeyecektir.
Ama şöyle denirse; ben de nesih yoktur
diyenlerdenim. Meselâ içkili iken namaza yaklaşmayın âyeti var mıdır Kur’an’da?
Vardır. Peki bu âyet mensuh mudur? Evet mensuhtur. Peki amel etmeyecek miyiz
bununla? Elbette amel edeceğiz. E hani mensuh demiştik, nasıl amel edeceğiz
bununla? Adamın biri camiye geldi, baktık ki ağzında içki kokuyor. Hemen camiden
çıkaracak mıyız onu? Hayır. Öyleyse mensuh değildir bu âyet. Evet mensuh değil.
Bakın adını biz koyuyoruz bunun. İster mensuh deyin, ister mensuh değil deyin
fark etmez, o âyet vardır Kur’an’da ve o âyetin izin verdiği kadar amel edelim
demeye hakkımız yoktur.
Çünkü; meselâ içki yasaktır, içkiliyken
namaz da yasaktır, içki içmek de yasaktır, hangi âyete göre? Mâide’ye göre. E bu
âyete göre hani yasak filan değil ya? Hani burada içki içmeyin denmiyor,
içkiliyken namaza yaklaşmayın deniyor. Böyle bir izin veriyor. Namazın dışında
içilebileceğini anlatıyor diyemeyiz, çünkü Mâide yasaklamıştır içkiyi.
108:"Yoksa siz daha önce toplumunun
Mûsâ’yı sorguya çektiği gibi peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Bu
küfürdür imandan sonra, bunu yaparsanız gerçekten yolunuzu sapıtmış olursunuz."
Yoksa sizler peygamberinizden daha önce
kavminin Mûsâ’dan istediğini mi istiyorsunuz? Ve onların Mûsâ’ya sorduğu gibi mi
sormak istiyorsunuz Peygamberinize? Öyle yapıyorsanız bilesiniz ki, bu
küfürdür.
Aslında sorular üç
türlüdür:
a: Yapma adına sorulan sorular.
Uygulama derdiyle, yaşama endişesiyle öğrenme arzusuyla sorulan sorular. İyi
anlayalım da hayatımızı onunla düzenleyelim niyetiyle sorulan sorular.
b: Anlama adına, öğrenme adına ve de
yaşama, amel etme adına sorulan sorular.
c: Yapmama adına, kaçma adına sorulan
sorular. Bakara sûresinin önceki âyetlerinde görmüştük; bakara hadisesinde,
kaçma adına İsrâil oğulları Hz. Mûsa’ya çok fazla soru
sormuşlardı.
Aslında seele, istemek demektir. Onlar
peygamberlerinden çok şey istemişlerdi, yoksa sizler de peygamberinizden
onların yaptığı gibi çok şey isteyip onu bunaltmak mı istiyorsunuz? Diyor
Rabbimiz.
"Bu küfürdür imandan sonra, bunu
yaparsanız gerçekten yolunuzu sapıtmış olursunuz."
Peki şimdi bu âyetin üsttekiyle ilgisi
nasıl oldu? Önce bir nesihten söz etti Rabbimiz, sonra da denildi ki; hayrola,
Mûsâ’nın kavmi gibi mi yapacaksınız? Demek ki insanlardan Peygambere ve
Peygamberin getirdiği mesaja teslimiyetleri isteniyor burada. Yâni Allah diler
öyle yapar, Rasul diler böyle, yapar buna sizler karışamazsınız. Sizler,
Allah’ın nasıl isterse öylece yapacağına inanın! Allah’a akıl ver-meye
kalkmayın. Şöyle yapmalıydın ya Rabbi! Şunları öne almalıydın! Önceki kitapları
nesih etmemeliydin! Önceki uygulamaları kaldırma-malıydın! Bizler alışmıştık
onlara! Demeye kalkışmayın! Allah nasıl yapmışsa ona öylece inanın.
Peygamberin getirdiği mesajı kendinize göre anlamaya, kendinize göre
ayarlamaya, uyarlamaya çalışmayın deniliyor burada.
Hani bir zamanlar Hz. Mûsâ’ya da
toplumu öyle yapmıştı. Biz görmeden inanmayız demişlerdi. Biz savaşmayız, biz bu
şehre girmeyiz demişlerdi. İşte onların Hz. Mûsâ’ya yaptıklarını, şimdi sizler
de Peygamberinize yapmayın deniliyor. Bir de Peygambere sorular sorarak onu
yolundan engellemeye çalışmayın demektir bunun mânâsı.
109:"Ehl-i kitaptan pek çoğu; gerçek,
kendilerine açıklandıktan sonra nefislerindeki haset sebebiyle sizi imandan
sonra küfre çevirmek isterler. Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedip
bağışlayıverin. Şüphesiz ki Allah herşeye
kadirdir."
Yâni bu ehl-i kitap bir taraftan kendi
kitaplarının hükmünün kaldırıldığı haberi, kendilerine ulaştırıldığı için
bunun üzüntüsünü yaşıyorlar, öbür taraftan da müslümanlara yeni bir kitap
gönderilmesinin hasediyle yanıp tutuşuyorlar. Size olan hasetlerinden deliye
dönen bu adamlar, imandan sonra sizin de kendileri gibi küfre düşmenizi
isterler. Zira adamların kendi dinlerine güvenleri, itimatları kalmamıştır.
Ve şu anda Avrupalının yüzde doksanı ateisttir. Dine inanan insan bulmak
gerçekten zordur. İbâdet kastıyla Kiliseye giden insan bulmak çok
zordur.
Bazı insanların çıkıp da hıristiyanlar
dinlerine şöyle bağlı, böyle bağlı demelerinin hiç aslı yoktur. Bu adamlar
aslında dinlerinin bozukluğunu, çürüklüğünü bildikleri için size haset ederler
ve sizin de kendileri gibi küfretmenizi isterler diyor âyet.
Bakıyoruz tarih boyunca bu hep
böyle olmuştur. Kâfirler hep Hakkın varlığından rahatsız olmuşlardır. Hakkın
varlığına tahammül edememiş, hakkı yok etmek için ellerinden geleni
yapmışlardır. Bakın Şuarâ sûresinde bir peygamberin varlığına tahammül
edemeyenler anlatılır:
"Dediler ki; ey Nuh! (bu davadan)
Vazgeçmezsen, iyi bil ki taşlanmışlardan
olacaksın."
(Şuarâ:
116)
Diyorlar ki Allah’ın elçisine: Eğer
vazgeçmezsen, eğer bu işe bir son vermezsen senin canına okuyacağız. Kime
diyorlardı bunu? Peygambere diyorlardı. Yâni teklifsiz bir davetçiye, hatasız
bir insana, günahsız bir insana diyorlardı bunu. Hatasızlığın doruk noktasında
olan bir örneğe, bir peygambere diyorlardı bunu. Vazgeç bu işten! Bırak bu
yolu. Peki neden diyorlardı bunu? Dertleri neydi bu adamların? Çünkü peygamber
onların aralarında var olduğu sürece, Peygamber onların arasında görevini
sürdürdükçe onlar bundan rahatsız oluyorlardı. Onun varlığından, onun
mesajından rahatsız oluyorlardı. Onun varlığından, onun konumundan, durumundan
ötürü onların programları, onların anlayışları bozuluyordu. Çünkü Hz. Nuh
vardı ortada. Nuh (a.s) oldukça, Nuh (a.s) var oldukça, Hz. Nuh mesajını etrafa
yaydık-ça, Hz. Nuh varlığını sürdürdükçe yanlışlıklar fark edilecek, herkes
kendi yanlışını fark edecekti. Hak ortada olunca tüm bâtıllar fark edilecekti.
Hz. Nuh kriter olarak, kıstas olarak bulunacak ve onun varlığıyla tüm
bozukluklar kendini gösterecek ve sırıtacaktı. İşte bunun için onun varlığına
tahammül edemiyorlar ve onu yok etmek için ellerinden gelen herşeyi yapmaya
çalışıyorlardı.
Bugün de aynen böyledir. Yeryüzünde
müslümanlar yaşadıkları sürece, misyonlarını icra ettikleri sürece kesin
biliyorlar ki bâtılların yaşamasına imkân kalmayacak. Onun içindir ki
müslümanın varlığını, hakkın varlığını ortadan kaldırabilmek için bu kâfirler
de ellerinden geleni arkalarına koymayacaktır. Kriteri, kıstası yok etmek için
ne gerekiyorsa yapmaya çalışacaklardır. Meselâ koskoca bir okulda iki tane kız
çocuğunun başını örtmesine bile tahammül edemiyorlar. Niye? Ne olacak iki bin
kişi açıkken ha iki tanesi de kapanıversin. Ne olur bundan? Yo! O zaman o
okulda açıkların varlığı anlaşılacak da onun için buna tahammül edemiyorlar.
Evet kriter olarak, kıstas olarak müslümanın varlığına tahammülleri yoktur
bunların.
Hani “alâ rivâyetin fi elsinetinnas”
anlatılır. Köyün birinde bir su çıkmış. Alışılan bir şey olmadığı için ne olur
ne olmaz diye hiç kimse içmeye cesaret edememiş ilk zamanlar bu sudan. Sonra
dayanamayıp birisi içmiş ve iyiden iyiye kafayı yemiş adam. Aman delirdi!
Kafayı oynattı! İçmeyin! Yaklaşmayın! Filan derken merak saikiyle birisi daha
içmiş, arkasından meraktan ölmek üzere olan birisi daha, birisi daha derken
köyde deliler çoğalmış. En son köyde bir karı ile koca kalmış bu sudan içmeyen.
İlk önceleri üç beş kişi delirince aman deli geliyor! Çekilin! Kaçın! Dikkat
edin! Filan derken nihâyet köyde delirmeyen iki kişi kalınca, bir karı koca, bu
sefer herkes bu ikisine deli demeye başlamışlar. A! Deli! Deli geliyor! Kaçın!
Çekilin! Filan demeye başlamış-lar. Bu ikisi diğerlerinden farklılar ya. Deli
bu adamlar be! Bunlar ötekilerinden değişikler ya. Tavırları değişik,
yürüyüşleri değişik, konuş-maları değişik olunca herkes bunlara deli demeye
başlamışlar.
Bu karıyla koca günlerce sabretmişler
bu hakaretlere, sonra nihâyet bir gün dayanamamış adam ve karısını çağırmış.
Gel hatun demiş, gel biz de içeceğiz bu sudan. Bıktım usandım ben bu adamların
hakaretlerinden demiş ve nihâyet onlar da içmişler o sudan ve onlar da bu
akıllıların arasında kaybolup gitmişler. Peygamber bu konuma kesinlikle
düşmez. Yâni bu insanların tamamı böyle düşünüyor, bunların hepsi beni
reddediyor, bunların tamamı bana deli diyor öyleyse bunların hakaretlerinden
kurtulabilmek için ben de bunlar gibi olayım demez kesinlikle. İşte bunun için
yok etmeye çalışıyorlardı onu. En azından gel ey peygamber! Hiç olmazsa bir yıl
sen bizim gibi ol, bir yıl da biz seninkine inanalım. Ya da hiç olmazsa arada
bir şöyle bizimkine bir uğrayıversen. Arada bir bizimkine şöyle bir el
sürüversen, önünden bir geçiversen diyorlardı. Niye? Çünkü o zaman onların
putları da halkın gözünde meşru olacaktı. Putlarına meşruiyet kazandırmak için
istiyorlardı bunu.
Ya da hiç olmazsa bizimkine
dokunmayıversen olmaz mı? İlişmeyiversen. Bizimkinin aleyhine konuşmayıversen,
sen kendininkini yaşasan, ama biz de kendimizinkini yaşasak. Böylece
kendilerininki hepten ortadan kaybolmayacak, ya da kendilerininki de normal
görülecek. İşte bu kâfirler kendilerininki de normal görülecek noktaya gelene
kadar müslümanları yoldan çıkarmak için ellerinden geleni arkalarına
koymayacaklar, bunu bilmek zorundayız. Bunun şuuruna vararak, o karı koca
durumuna düşmemek zorundayız. Herkes delirmiş diye biz de delirmeyi sineye
çekmek zorunda değiliz. Evet bu yahudi ve hıristiyanların derdi budur.
Müslümanları kendileri gibi kâfir yapana kadar uğraşmak.
Şunu her zaman tekrar eder bu adamlar.
Müslümanları Yahudi veya hıristiyan yapmak kesinlikle mümkün değildir. Binaen
aleyh İslâm ülkelerinde kesinlikle yahudi ve hıristiyanlık propagan dası
yapmayınız, orada küfür propagandası yapınız diyorlar. Çünkü sağlam bir yerden
çürük bir yere geçilmez. Sağlam bir yapıdan çürük bir yapı-ya geçmek gerçekten
zordur. Bu adamları sakın yahudilik veya hıristi-yanlığa çağırmayın! Çünkü her
ikisi de dindir. Yâni terk etmeye çağırdığınız İslâm da dindir, kabule
çağırdığınız yahudilik ve hıristiyanlık da dindir. Hak bir dinden bâtıl bir
dine çağırmayın! Bu konuda kesinlikle muvaffak olamazsınız! Bunları dinsizliğe,
küfre çağırırsanız o zaman muvaffak olabilirsiniz diyorlar. Bunu çok iyi
biliyor adamlar.
"Allah’ın emri gelinceye kadar onları
affedip bağışlayıverin. Şüphesiz ki Allah herşeye
kadirdir."
Onlardan vazgeçin, yüz çevirin, yâni
onlarla didişmeyi, çekiş-meyi bırakın, onlarla uğraşmayın. Peki Allah’ın hangi
emri gelinceye kadar? Çünkü biz onları bırakacağız kendi hallerine, ama onlar
İslâm dünyasını küfre sürüklemek için ellerinden geleni yapmaya devam edecekler,
olur mu böyle şey? Yâni az evvel ifade etti Rabbimiz. Bunlar ellerinden gelse
sizleri imandan sonra küfre düşürmek isterler. Bütün dertleri sizi kâfir yapmak
dedi Rabbimiz.
Yâni bunlar her türlü naneyi
yiyerek, her türlü dalavereyi yaparak bizi dinden çıkarmaya çalışacaklar, biz
de beri tarafta eli kolu bağlı seyredeceğiz. Bırakıvereceğiz bu adamları ve hiç
bir şey yapmayacağız, olacak şey midir bu? Ha, buradaki emir cihat emridir.
İşte o emir gelinceye kadar bırakıverin onları diyor Rabbimiz. Yâni bu âyet,
kıtal âyeti gelmeden önce nazil olmuş bir âyettir denmiş. Kıtal âyeti geldikten
sonra onunla bu nesih edilmiştir diyoruz. Bakın işte burada taze taze neshe
bir örnek veriverdi Rabbimiz.
110: Namazı ikâme edin, zekâtı verin.
Kendiniz için önceden ne takdim ederseniz sonunda onu Allah katında hazır
bulacaksınız. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı
görmektedir."
Namazı ikâme edin. Namazın misyonunu,
fonksiyonunu gerçekleştirin. Namazı ayağa kaldırın. Namazı Allah’ın istediği
biçimde ifa edin. Allah’la diyalog gerçekleştirecek biçimde ifa edin onu.
Hayatı düzenleyecek biçimde namazı ikâme edin. Ve de zekâtı verin.
Yâni zekâtlarınızı vererek
Allah’ın mallarınıza da karışma yetkisinde olduğunu kabullenin. Yâni Allah’la
münâsebetinizi namazla, toplumla münâsebetinizi de zekâtla icra edin. Dilenci
ifadesiyle söylersek ne verirseniz elinizle o gider sizinle. Yarınınız için
bugünden ne takdim etmişseniz onu Allah’ın yanında hazır
bulacaksınız.
Namaz gibi, oruç gibi, hac gibi, cihat
gibi, infak gibi, zaman gibi bugün ne takdim etmişseniz yarın Allah katında onu
hazır bulacaksınız. Hem de onlara en muhtaç olduğunuz bir anda kat kat
fazlasıyla Allah’ın yanında hazır bulacaksınız onları. Rabbimiz böylece bana
güzel borçlar sunun ki; o bende kalsın, yarın size en lâzım olduğu günde benden
alırsınız buyuruyor.
111:"Yahudi ve hıristiyanlar
kendilerinden başkaları cennete giremeyecek dediler. Bu onların
kuruntularından başka bir şey değildir. Onlara de ki Peygamberim eğer doğru
söylüyorsanız delilinizi getirin."
Her toplum, her din mensubu kendi
inancıyla mutmain olmuş. Herkes kendilerinin cennetlik olduğunu zannediyor.
Herkes kendi yollarının doğruluğuna inanıyor. Hiç kimse kendisinin yanlış
olduğunu, haksız olduğunu düşünemiyor. Herkes biz en doğruyuz! Biz en iyiyiz!
Biz en haklı yolda olanız! Diyorlar. Herhalde bu özellik Cenab-ı Hakkın
insanlara verdiği, ama yanlışa gittikleri zaman değiştirilmesi gereken bir
özelliktir. İnsanlar Beyyine’yle, vahiyle karşı karşıya geldikleri zaman,
kitaplarıyla tanıştıkları zaman kendi hatalarını anlayacaklar, kendi yollarını
değerlendirebileceklerdir. Bunun yolu Beyyine’yle tanışıp doğru ya da yanlışı
onunla sağlamadan geçmektedir.
Ama Beyyine’yle tanışma imkânı
bulamayanlar, kitap ve pey-gamber ile tanışma imkânı bulamayanlar, yâni
kendileri doğruda mıdır yanlışta mıdır? Bu konuda kendilerine kıstaslık
yapacak, kendilerine kesin ve doğru bilgiyi ulaştıracak bir bilgiyle, bir
vahiyle karşı karşıya gelemeyenler, elbette kendilerinin hak yolda olduğunu
savunmada ısrarlı olacaklardır.
İşte bu konuda en büyük yanılgı içine
düşmüş iki topluluk. Ya-hudi ve hıristiyanlık dünyası. Her iki grup da
kendilerinin hak yolda olduklarını, cennetlik olduklarını iddia ediyorlar. Ama
ilerdeki âyetlerde gelecek bunlar, aynı zamanda birbirlerinden farklı
olduklarını da iddia edecekler. Birbirlerini reddettiklerini, birbirlerini sapık
yolda olmakla itham ettiklerini göreceğiz. Her bir grup diğerinin yanlış yolda
olduğunu, sapık yolda olduğunu ve müslümanları da o yanlış grubun içine
katarak, sadece kendilerinin hak yolda ve cennete lâyık olduklarını iddia
edecekler.
Yahudi ve hıristiyanlar diyorlar ki;
yahudi ve hıristiyandan başkaları kesinlikle cennete giremeyecektir. İki grup
birlikte demiyorlar da, yahudiler diyorlar ki, cennete ancak yahudi olanlar
gireceklerdir. Hıristiyanlar da diyorlar ki, hayır cennete ancak hıristiyanlar
girecektir, başkaları kesinlikle giremeyecektir, diyorlar. Cennete girebilmek
için yahudi ve hıristiyan olmak gerekir, başka türlü mümkün değildir diyorlar.
Bu konuda ellerinde hiçbir delilleri olmadığı halde böyle bir iddiada
bulunuyorlar. Acaba bu konuda ellerinde gerçekten bir delil var mı, yok mu?
Bakın bu konuda delil kendisinden olan Allah buyurur ki:
"Bu onların kuruntularından başka bir
şey değildir."
Kuru ve boş bir hayaldir bu. Bu onların
kendi hülyaları ve temennileridir. Yâni kendi kendilerine, kendilerini tatmin
etmek için uydurdukları boş bir ümniyeden başka bir şey değildir. Kim demiş
onlara bunu? Onların cennetlik olduklarını ve onlardan başkalarının cennete
gidemeyecek olduğunu kim dedi onlara? Kim böyle bir taahhütte bulunmuş, kim
böyle bir garanti vermiş onlara? Ama bu sadece temenniyle olacak bir şey değil
ki. Herhangi bir akideye, bir inanca, bir düşünceye sahip olabilmek için vahiy
ölçüdür. Vahyi baz almak gerekir. Öyleyse;
"Onlara de ki; Peygamberim, eğer doğru
söylüyorsanız delilinizi getirin."
De ki onlara ey peygamberim ve sizler
de deyin ki ey peygamber yolunun yolcusu olan müslümanlar: Hanginiz bu
davanızda sâdıksanız delilinizi getirin bakalım! Böyle bir iddia ispat ister.
Hadi iddianıza bir delil getirin, ispat edin bakalım. Neye dayanıyorsunuz bunu
derken? İstinat noktalarınız neyse hadi getirin onları bakalım. Var mı bir
deliliniz bu konuda?
Bu konuda delil ancak cennetin sahibi
olan Allah’tan gelmelidir. Bu konuda delil vahiydir. Hadi kitapların bir
tanesinde Allah’tan gelmiş bir tek delil, bir tek vahiy gösterin. Eğer bunu
size Allah demiş-se, o zaman mutlaka kitapların birinde bir şey indirmesi
gerekirdi Allah’ın. Değilse sizinle direk konuşması da mümkün değildir. Ama
bakıyoruz kitapların hiçbirisinde bu yahudiler bu hıristiyanlar kesinlikle
cennete gidecekler diye bir âyet yoktur.
Bakın bu konuda hakkın sahibi olan
Allah, cennetin sahibi olan Allah, kim doğru yoldadır? Kim eğri yoldadır? Kim
cennetliktir? Kim cehennemliktir? Yahudiler mi? Hıristiyanlar mı? Yoksa bugün
bu konuda onlardan farksız duruma düşmüş müslümanlar mı? Bunu Allah anlatıyor.
Bugün gerçekten çok karmaşa haline gelmiş bu konunun çok iyi anlaşılabilmesi
için bu konuyu en güzel biçimde anlatan bu âyetleri çok iyi tanımak zorundayız.
Çok iyi ve dikkatli dinlemek zorundayız.
Zira bugün herkes bu iddiadadır. Her
aile, her grup, her hizip, her cemaat, her grup, her millet bugün bu iddianın
içindedir. Doğru yolda olan bizleriz! Bizim grup en haklı gruptur! Bizim cemaat
cennete gidecek cemaattır! Biz en doğru yoldayız! Biz cennetin da ortasına
lâyık insanlarız!!!
Öyleyse âyetin ifadesiyle söyleyelim,
bugün de herkesten delil istemek durumundayız. Eğer bizler kendimizi kesin
cennetlik olarak sunmak durumundaysak, o zaman diğer insanların da bizden bu
konuda delil isteme hakları vardır. Cennetlik olanlar bizleriz! Bizden başkası
cennete gidemez! İddiasında bulunan tüm dünya insanlarına sormamız lâzım: Eğer
iddianızda samimiyseniz, eğer doğru söylüyorsanız hadi delillerinizi getirin bu
konuda. Kim Rabbinden bir delil getirebilir ki bu konuda! Peki o zaman bu
konuda delil nedir? Yâni Allah ne diyor acaba bu konuda? Kimin cennetlik
olduğunu söylüyor acaba Rabbimiz? Kimin haklı olduğunu, kimin haksız olduğunu
söylüyor acaba Rabbimiz? Bakın onu dinliyoruz:
Hayır hayır! Mesele ne öyledir, ne de
böyledir. Yâni ne yahu-dilerin dediği gibidir mesele, ne de hıristiyanların
iddia ettiği gibi. Cen-net ne onların, ne de bunlarındır. Yâni cennet böyle özel
bir grubun, özel bir milletin değildir. Ya da sırf hıristiyan olanların
hıristiyan olmalarından ötürü, sırf yahudilerin sadece yahudi olmalarından
ötürü veya sadece müslümanların sırf müslümanız demelerinden ötürü Rabbi-miz
onlara cenneti garanti etmiyor. Hakikat şu ki:
112:"Her kim bir iyilik yapar da kendini Allah’a teslim ederse. Onun mükâfatı
Rabbı katındadır. Onun mükâfatı olan cennet Allah katında garantidir. Ve bunun
kaybolması konusunda kesinlikle onun için ne bir korku, ne de mahzun olma söz
konusu değildir."
Her kim ki Allah için yüzünü
lekeden sâlim tutar, nefsini şirkten temizleyerek ihlâs ve samimiyetle Allah’a
yönelirse. Yüz aklığı ve alın temizliği içinde Allah’a yönelirse. Peki yüz
aklığı ve alın temizliği ne demek? Yüz aklığı ve alın temizliği, kişinin içinin
ve dışının, niyetinin ve amelinin temizliği demektir. Niyet temiz olacak, amel
de temiz olacak. Bunlardan birisinin bozukluğu neticenin bozukluğu anlamına
gelecektir. Meselâ amel güzel bir amel ama niyet Allah için değilse, ya da
niyet Allah için ama amel sünnette yeri olmayan bir amelse yine netice bozuk
olacaktır.
Yâni her kim ki içiyle dışıyla
Allah’a yönelir, yâni tüm hayatını Allah’a teslim ederse, Allah için hayat
yaşamayı kendisine temel prensip bilir, hayatının tümünde Allah’ın kulu olmaya
karar verirse, iradesini Allah’a teslim ederek, Allah’ın seçimini kendisi için
seçim kabul eder, yâni hayatının tümünde müslüman olursa.
"Ve de bu halinde muhsin
olursa."
Yâni hayatının tümünde Allah’ı
görmediği halde onu görüyor-muşçasına, Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda
bulunursa, her ânının Allah’ın kontrolü altında olduğunu bilir ve böylece
yaptıklarını Allah için yapar, Allah’a lâyık olarak yaparsa, böyle bir hayat
yaşarsa, Allah kontrolünde olduğunun bilincine ererse:
"Onun mükâfatı Rabbı katındadır. Onun
mükâfatı olan cennet Allah katında garantidir. Ve bunun kaybolması konusunda
kesinlikle onun için ne bir korku, ne de mahzun olma söz konusu
değildir."
İşte delil budur, işte ispat budur.
İşte bunlara müslüman denir ve bu dine de İslâm denir. Ve işte cennete
kesinlikle girecek olanlar da bunlardır, bunlardan başkaları asla değildir.
Demek ki cennete gidecek olanların,
Allah’a tümüyle teslim olmaları, yâni müslüman olmaları ve de Allah Resûlü’nün
pratikte gösterdiği bir salih ameli gerçekleştirmeleri gerekecektir. Bunun
başka yolu yoktur. Kitap ve sünnete teslim olup sürekli bunlarla kendisini
kontrol eden kişiler ancak cennete gideceklerdir.
Allah diyor ki; cennete müslüman
olanlar girecektir. Müslüman olmayanlar kesinlikle cennete giremeyecektir. Biz
inanıyoruz ki, Hz. Mûsâ aleyhisselâm dönemindeki yahudiler de müslümandı ve
onlar da gireceklerdir bu cennete. Ve yine inanıyoruz ki Hz. İsa aleyhis-selâm
dönemindeki Hz. İsa’ya ve ona gönderilen İncil’e inanan hıristiyanlar da
müslümandı ve onlar da cennete gireceklerdir.
Ve yine Hz. Muhammed’e (a.s) ve onun
şahsında tüm insanlığı kıyamete kadar hidâyete ulaştırmak üzere inen Kur’an’a
inanan ve onunla amel eden, onun istediği şekilde bir hayat yaşayan ve onun
gösterdiği yoldan giden müslümanlar da cennete gireceklerdir. Ama bu kitabı
tahrif eden, bozan veya bu kitaptan habersiz yaşayan, ona karşı nötr davranan,
böyle bir kitap yeryüzüne ha gelmiş ha gelmemiş, fark etmez yaşayan veya bu
âyetlerin gösterdiği yolun dışında hareket edenler de cehenneme gideceklerdir
diyoruz. Rabbimizin bu konudaki yasası böyledir. Cennete sadece müslüman olanlar
girecektir buyuruyor Rabbimiz.
Bakın bu âyette; cennete ancak yahudi
ve hıristiyanlar gide-cektir, diyerek müslümanlara karşı güya birlikte hareket
eden bu insanlar bakıyoruz ki, kendi aralarında da ihtilâfa düşmektedirler.
Kendi aralarında da böyle bir beraberliğin olmadığını görüyoruz. Sanki az
evvelki sözlerini kendileri dememiş gibi, bu sözlerinin tamamen hilafına burada
da şöyle diyorlar bakın:
113:"Yahudiler, hıristiyanların
dayandığı hiç bir şey yoktur dediler. Hıristiyanlar da yahudiler
temelsizdir-ler dediler. Halbuki kendileri kitabı da okuyorlardı. Bilmeyen
bilgisizler, cahiller de onların söylediklerinin benzerini söylemektedirler.
Allah, aralarında ihtilâf ettikleri konulardaki hükmünü kıyamet günü
verecektir"
Onların dayandıkları hiç bir şey yoktur
dediler. Böylece her iki grup da birbirlerinin dinlerini kökünden çürütüp
birbirlerini sapıklık, yolsuzluk ve dinsizlikle, küfürle itham ettiler.
Birbirlerini iraptan mahalli olmamakla itham ettiler.
Rivâyetlere göre yahudi ve
hıristiyanlar Rasulullah’ın huzurunda tartışırlar. Yahudiler Hz. İsa’ya da
İncil’e de küfrederler. Buna karşılık hıristiyanlar da Hz. Mûsâ’yı ve ona
gönderilen Tevrat’ı reddederler. Bunun üzerine bu âyet iner. Ama âyet-i kerîme
bu konunun böyle ferdi bir konu olmayıp, hıristiyanlarla yahudiler arasında
cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu anlatır. Her bir grup diğerini reddeder
bir tavır sergilemektedirler. Halbuki:
"Halbuki kendileri kitabı da
okuyorlardı."
Kitabı da okuyor bunlar. Kitaplarını da
okuyup durdukları halde, Tevrat’ı her iki taraf da okuyup durdukları halde bunu
yapabilmek-tedirler. Bazı anlayışlarda bazı konularda ihtilâf etmek ayrı
şeydir, ama toptan birbirlerini reddetmek ayrı şeydir. Aslında kitap böyle bir
çelişkiye engeldir. Kitap aslında bu tip ihtilâfları ortadan kaldırmak için
vardır. Öyleyse kitaba rağmen her iki taraf da yalan söylemektedir.
Allah bunu niçin anlatıyor bize? Ey
müslümanlar bakın, bunların durumu budur, sakın ha sizler, bunlar gibi
olmayın! Bunların durumuna düşmeyin diye bunları anlatır Rabbimiz bize.
Halbuki bunlar kitabı da okuyorlar. Ama
sadece okuyorlar bunlar. Anlamıyorlar, anlamadan okuyorlar, anlamaya
yanaşmadan okuyorlar. Okuduklarıyla hayatlarını değiştirmiyorlar. Okuduklarını
amele dönüştürüp hayatlarında görüntülemeye yanaşmıyorlar. Kitap kaynaklı bir
hayata yönelmiyorlar. İşte sadece okuyorlar. Halbuki kitap anlamadan okunmak
için gelmemiştir. Kitap anlaşılmak ve amel edilmek için gelmiştir. Allah’ın
Rasûlü Müslim’deki bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle
buyurur:
"Bir topluluk Allah’ın evlerinden
birinde toplanır ve Allah’ın kitabını okurlarsa, ve de o okuduklarını kendi
aralarında ders haline getirirlerse..."
Yâni okudukları Kur’an âyetlerini
anlama ve yaşama savaşı verirlerse onlar üzerine sekînet inecek ve onlar
huzura kavuşacaklardır buyurur. Evet kitabı okumak budur işte. Ama bakın
bunlar böyle yapmıyorlar da sadece okuyorlarmış. Anlamadan okuyorlarmış. Amele
dönüştürme niyetinde olmadan okuyorlarmış.
Tıpkı şimdi hepsi de kitabı okudukları
halde, hepsi de kitaptan yana oldukları halde, her biri kitabın belli bir
bölümünü bayraklaştırıp, her biri bir bölüme sarılıp, kitabın bütününe teslim
olmayı beceremeyen, hepsi de birbirlerinin aleyhinde olan, hep kendilerini
haklı, hep kendilerini hak yolda görüp karşılarındaki grupları yanlış yolda,
bâtıl yolda gören müslüman gruplar gibi.
Öyle değil mi? Müslümanlar da
aynen onların durumuna düşmemişler mi bugün? Maalesef bugün kitabı okudukları
halde taassup, hizipçilik ve komplekslerle birbirlerini tekfir noktasına ulaşan
müslü-manlar aynen dünkü ehl-i kitabın yerini almışlardır. Bu halleriyle ehl-i
kitabın konumuyla müslümanların konumu aynıdır. Onlar da aynen ehl-i kitap gibi
kendi gruplarına pay çıkarmakta, grupçuluk bilinciyle hareket etmektedirler.
Kendilerini başka müslüman gruplardan ayıran çok basit ve cüz'i farklılıkları
sanki köklü ayrılıklarmış gibi ele almakta ve Allah korusun neredeyse
birbirlerini tekfir noktasına bile vardırmaktadırlar. Onlar böyle yapınca
da:
"Bilmeyen bilgisizler, cahiller de
onların söylediklerinin benzerini söylemektedirler."
O günkü Arap müşrikleri, putperest
insanlar da tıpkı bunların dediğini demeye başladılar. Yahudiliğin de,
hıristiyanlığın da tüm se-mavî dinlerin de hiç birisinin aslı astarı yoktur
dediler. Din bilenler böyle yaparsa ötekiler de elbette böyle diyeceklerdi. Dine
inandıklarını iddia edenler, kendilerini bir dine izâfe edenler böyle yaparsa
cahillerden de elbette beklenen buydu.
Veya bugünkü ateistler de toptan tüm
dinleri reddediverdiler. Din, insanları uyutmak ve uyuşturmak için uydurulmuş
bir afyondan farklı bir şey değildir deyiverdiler. Elbette bilenler böyle
yapınca bilmeyenler de toptan onu reddedecekti. Ama unutmayalım ki, bunun
sebebi müslümanlardır. Bunun asıl suçluları bu dini bildikleri halde
bildikleriyle amel etmeyen, bildikleri kitap bilgisini insanlara anlatmayan ve
bildiklerini sır küpü gibi toprağın altına taşıma gayretinde olanlar, kitabı
saptıranlar, kitabı kendi fikirlerine, kendi hiziplerine alet edenler, âyetleri
hep kendi görüşleri istikâmetinde yorumlama çabası içine girenler ve kitabı
okudukları halde birbirleriyle uğraşarak insanları bu dinden soğutan müslüman
gruplardır.
Peki bizim onlara benzemememizi emreden
bu âyet, ne de-memizi istiyor acaba? Biz şunu diyoruz: Mûsâ (a.s) Allah’ın hak
peygamberidir. O da aynen bizim peygamberimiz gibi Allah tarafından
gönderilmiş bir elçidir. Ona gönderilen Tevrat da Allah’tan gelişi açısından
bizim elimizdeki Kur’an’dan farklı bir şey değildir. İsa (a.s) da Allah
tarafından gönderilmiş bir elçidir, ona verilen İncil de hak kitaptır.
Allah’tan geldiği şekliyle biz Tevrat’ı da İncil’i de kabul ediyoruz. Ama
sonradan insanların onları bozduklarını, tahrif ettiklerini ve bunları
kendileriyle amel edilemeyecek duruma getirdiklerini de biliyoruz. Öyle
olmasaydı bile zaten son kitap Kur’an’ın gelişiyle bunların hükmü kaldırılacak,
nesih edilecekti ve nesih edilmiştir. Bizim müslüman-lar olarak bunları dememizi
istiyor Rabbimiz. Yine müslümanlar olarak bizden şunu da dememizi istiyor
Allah:
Biz, kesinlikle peygamberlerin arasını
ayırmayız. Peygamberler arasında böyle bir tefrik yapmayız. Birisine inanıp
ötekilerini asla reddetmeyiz, dememiz gerekiyor.
Bu âyet bir de müslümanlara,
karşılarındaki grupları tanıtmak-tadır. Ey müslümanlar! Sakın onların
çokluğuna aldanıp korkmayın! Aslında onlar dağınıktırlar, parça parçadırlar.
Bunlar kendi aralarında da bir birlik değildirler. Birbirlerinden nefret
etmektedirler bunlar. Her grup kendilerinin haklılığını, karşısındakinin
bâtıllığını ispatla meşguldürler. Her biri diğerinin saygı duyduğu, kutsadığı
şeyleri ayaklarının altına almaktadır buyurarak, müslümanlara onların öyle
korkulacak bir güce sahip olmadıklarını anlatmaktadır.
Bilmeyenler de onlar gibi deyiverdiler.
Kendilerinin ne kitapları ne de peygamberleri olmayan, kitap bilgisinden de
peygamber bilgisinden de mahrum olan Mekke’li müşrikler de aynı şeyi
söylediler. Yâni ancak bu işe bizler layığız! Cennete ancak bizler gireceğiz!
Bizden başkaları giremez dediler.
Daha önce Hz. İbrahim’in yolunu
izlediklerinden dolayı onlar da kendilerini o peygambere izâfe ederek böyle
diyorlardı. Halbuki o peygamberin üzerinden yıllar geçmişti. Hz. İbrahim’le
uzaktan ve yakından hiçbir ilgileri kalmamış, hayatlarında o peygamber
bilgisinin eseri bile kalmamış, şirke düşmüşler, Kâbe’yi putlarla doldurmuşlar,
hayatlarından Allah’ı kovup, putların egemenliği altına girmişlerdi. Ama
İbrahim’in dinindeydi ya bunlar, Kâbe’nin komşusuydu ya, Mekke’nin sahibiydiler
ya, Haniflerdi ya bunlar, öyleyse cennete bunlardan daha lâyık kimse olamazdı.
Cennete sadece kendileri gidecekti.
Dün insanlar böyleydi, toplumlar
böyleydi. Bugün Allah korusun da müslümanlar da aynen onların durumuna
düşmüşler. Bazen ikili, bazen üçlü gruplar halinde hareket eden, bazen
kendilerinden başka cennetlik olmadığını, ancak kendilerinin cennete
gideceklerini iddia eden topluluklar görüyoruz bugün de. Dün birlikte hareket
ederlerken, birlikte hareket ettikleri insanların kendilerini cennete
götüreceğini iddia ederlerken, bugün onlardan ayrılınca da onların yanlış yolda
olduklarını iddia etmeleri ne kadar da garip değil mi? Yâni yahudi ve
hıristiyanların bazen birlikte cennetlik olduklarını iddia edip, bazen de
birbirlerini sapıklıkla itham etmeleri gibi.
Öyleyse bırakalım bu dışımızdakileri de
müslümanlar bu âyetler ışığında kendilerini yeniden kontrol etmek, yeniden
hesaba çekmek zorundadırlar. Şunu kesinlikle kabul etmek zorundayız ki;
hiçbirimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz statükodan yana
olmamalıyız. Çünkü bu değişimin önüne dikilmiş en büyük engeldir.
Ben iyiyim! Biz iyiyiz! putu
bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiç
birimizin, hiçbir grubun, hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cennetlik
olduklarına dair bir senet, bir garanti yoktur. İşte âyetler bunu anlatıyor.
Hiçbir kimsenin ölünceye kadar da nasıl bir çizgi takip edeceğine dair elinde
bir garanti olmadığına göre öyleyse kendimizi garanti cennetlik görmeyelim,
halimize mutmain olmayarak sürekli Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti
ışığında hayatımızı sağlamaya alalım inşallah.
114:"Allah’ın mescidlerinde, O’nun
adının anılmasını engelleyen ve bu mescidlerin yıkılmasına sa'yeden, çaba
harcayanlardan daha zâlim kim vardır? Böyleleri o mescidlere ancak korka, korka
girebilirler. Dünyada onlar için rüsvalık var, âhirette de elim bir azap
beklemektedir onları."
Yeryüzünde zulümlerin en çirkini
Allah’ın arzında, Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasını
engellemektir. Mescidlerde Allah’ın adının anılmasını engellemek; öncelikle
Allah’ın hukukuna müdahale, sonra da müslümanların ibâdet özgürlüklerine
kısıtlama anlamına gelir ki, bundan daha büyük bir zulüm düşünmek mümkün
değildir. Evet Mescid-i Aksa’yı, Mescid-i Haram’ı ve topyekün dünya mescidlerini
bu hale getirenlerden daha zâlim kim olabilir? Yeryüzünün en büyük zâlimleri
bunlardır.
Bu adamlar ki, kendilerini hâlâ
cennetlik zannediyorlar. Kendilerinden başka kimseye de cenneti vermek
istemiyorlar. Ama bakın ki beri tarafta, Allah’ın bu mescidlerini ve yeryüzünün
her mekânı olan mescidlerinde, Rabbim Allah diyenlere hayat hakkı tanımıyorlar.
Alla-hu Ekber demelerine tahammül edemiyorlar. Namaz kılmalarına tahammül
edemiyorlar. Allah’tan başka herkesin büyütülmesine, Allah’-tan başka herkesin
hamd edilmesine razı oluyor adamlar da Allah’ın hamd edilmesine razı
olmuyorlar. Allah’tan başka herkesin düşünce-lerini sergilemesine izin
veriyorlar da Allah’ın ahkâmının uygulanma-sına tahammül
edemiyorlar.
Allah’ın kitabının okunmasına, Allah’ın
âyetlerinin anlatılmasına izin vermiyorlar. Allah kullarına, Allah’ın
mülkünde, Allah’ın istediği hayatı yaşamalarına izin vermiyorlar. Allah’ın
kullarının şu yeryü-zü mescidinde, şu arzda, Allah’ı hamd etmelerine yâni
Allah’ın istediği biçimde giyinmelerine, Allah’ın istediği biçimde bir hayat
sürmelerine izin vermiyorlar. Öylece Allah’ı övmelerine, Allah’a hamd
etmelerine izin vermiyorlar. Şimdi acaba bundan daha büyük zulüm olur mu? Onun
mülkünde ona hayat hakkı tanımıyorlar. Bu halleriyle nasıl oluyor da bu
adamlar, hâlâ cennetlik olduklarını söyleyebiliyorlar? Halbuki Allah, onlar
için zâlimlerin en kötüsü ifadesini kullanıyor.
Yâni şu Mescid-i Aksa’yı kan
gölüne çevirenler, orada Allah’ı zikretmeye çalışan Yahya (a.s) ları, Zekeriya
(a.s) ları sırf bu yüzden şehid eden ve şu anda da müslümanları namaz kılmak
için o mescide sokmayan, müslümanların sırf Rabbimiz Allah dedikleri için
kollarını, kemiklerini kırmaya çalışan bu yahudiler mi cennetlik? Nereden
çıkarıyorlar bunu? Veya o gün putlarını büyütüp, putlara hamd edip, yalnız
bunlar büyüktür, ancak Lat ve Menat büyüktür diyerek Allah’ın mescidini,
Mescid-i Haram’ı putlarla doldurup Allah’ın Rasûlü’nü ve Rabbim Allah diyen
müslümanları oraya sokmamaya çalışan bu müşrikler mi cennetlik?
Şu anda da tüm yeryüzü
mescidlerinde Allah’ın âyetlerinin açık açık gündeme getirilmesine, dünya
müslümanlarına rahat rahat Allah’ın âyetlerinin duyurulmasına ve tüm dünya
müslümanlarının bu âyetlerle eğitilmesine imkân vermeyerek, sadece kendilerinin
izin verdiği kadar âyetlerin duyurulmasına ve bunun dışındaki âyetlerin
yasaklanmasına çalışanlar, bunlar mı cennetliktir? Ya da bunlardan daha zâlim
kim olabilir? Bu adamların da kendilerini cennetlik görmelerine hayret etmemek
mümkün değildir.
Nereden alıyorlar bu adamlar bu
garantiyi? Nereden alıyorlar bu müjdeyi? Hem Allah’ın arzında Allah’ın adının
anılmasına müsaade etmiyorlar, Allah’ın ve onun sisteminin gündeme getirilerek
yüceltilmesine tahammül edemiyorlar, mescidlerde Allah’ın âyetlerinin açık açık
okunmasına, anlatılmasına tahammül edemiyorlar, böylece mes-cidleri harap
ediyorlar, mescidleri aslî fonksiyonlarının dışına çıkarı-yorlar, hem de
kendilerini cennetlik görüyorlar. Gerçekten tuhaf bir şey.
Peki acaba mescidlerde Allah’ın adının
anılması ne demektir? Mescidlerde Allah’ın adının anılması demek; gündem
maddesi olarak Allah’ın ve Allah’ın âyetlerinin açık açık konuşulması, gündeme
getirilmesi demektir. Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın kitabının mücerret
okunmasına ses çıkarmayanlar, bu âyetlerin muhtevalarının gündeme getirilmesine,
âyetlerin açıklanmasına tahammül edemiyorlar. Âyetlerin mânâlarının net bir
biçimde ortaya konulmasına tahammül edemiyorlar. Kendi kanunlarıyla, kendi
arzularıyla Allah’ınkiler çatışınca Allah’ınkilere izin vermemeye
çalışıyorlar. En iyisi mi Allah’ın arzularını duyurmayalım. Eğer insanlar
Allah’ın âyetlerini, Allah’ın arzularını duyarlarsa o zaman onunkilerle
bizimkiler çatışacak, insanlar bizimkileri mi dinleyecekler, Allah’ınkileri mi?
Bu kaostan kurtulmak için ne pahasına olursa olsun Allah’ınkilere geçit
vermeyelim diyorlar.
Kâbe’de, Allah’ın arzında, Allah’ın
mescidinde, Mescid-i Aksa’-da yine Allah’ın mescidinde, Allah’tan başka ne kadar
tanrıça, tanrı taslağı varsa bunların hepsinin adının anılmasına müsaade
ettiler, ama Allahu Teâlâ’nın adının zikredilmesine müsaade etmediler. Oralarda
herkesin arzularının, isteklerinin, emir ve yasalarının duyurulma-sına izin
verdiler de Allah’ın yasalarının açıkça ilânına yasaklar koydular. Müslümanları
oraya sokmamaya, orada namaz kılmalarına engel olmaya
çalıştılar.
Şu anda da dünyada herkesin adının
zikredilmesine evet, ama Allah’ın adının zikredilmesine hayır dedikleri gibi.
Gündem maddesi olarak herşeyin alınmasına evet ama Allah’ın adının anılmasına
hayır dedikleri gibi. Halbuki Allah’ın adının anılmasına engel koymaya hiç
kimsenin hakkı yoktur. Tüm dünya gündeminde zikredilecek tek isim, tek sistem
Allah’ın ismidir, Allah’ın sistemidir. Ve Rabbimizin gündemi olan bu kitap, bize
neleri gündeme alın diyorsa, onları gündeme almak zorundayız. Başkalarının
gündem maddelerini konuşmak zorunda değiliz. Bunu yapınca gündem maddesi olarak
sadece Allah’ın âyetlerini kabul edince, o zaman mescidleri harap olmaktan
kurtarmış oluruz.
Esasen mescidleri imar etmek demek, o
mescidlerin fonksiyonunu ve misyonunu imar etmek demektir. Mescidleri yıkmak
da sadece onların yapılarını, duvarlarını yıkmak değil, mescidlerin
fonksiyonlarını yıkmak demektir. Mescidleri aslî fonksiyonlarından çıkarıp,
başka maksatlar için kullanmaya başlamak demektir. Mescidleri harap etmek
demek, onları asr-ı saâdet’teki işlevlerinden uzaklaştırmak mescidleri cemaatsız
bırakmak, mescidlerle insanlar arasına barikatlar koyarak, insanların
mescidlere gitmesine imkân bırakmamak demektir. Mescidleri harap etmek; demek
mescidlerin hayatı düzenleme fonksiyonunu öldürmek demektir. Mescidleri harap
etmek demek; orada Allah’ın sesinin üzerinde başkalarının seslerini yükseltmek
demektir. Zira mescidlerde en gür seda Allah’ın sedası olmalıdır.
Mescidlerde Allah’ın sedası kesilmiş,
Rasûlullah’ın sedası kısılmış ve onların yerine birilerinin sesi, sedası,
talimatları yükseltilme-ye başlanmışsa bilelim ki, o mescidler harap olmuş
demektir. Mes-cidlerde birilerinin arzuları ve tâlimatları Allah’ın arzularının
ve tâli-matlarının önüne geçirilmişse, işte o zaman mescidler harap olmuş
demektir. Zahiren süslü ve görkemli olsalar da onlar yıkılmış
demektir.
Müfessirler demişler ki; bir dönem
müşrikler Allah’ın Rasûlünü ve beraberindeki müslümanları Hudeybiye denen yerde
tutup Kâbe’ye, Allah’ın mescidine sokmamışlardı da bunun üzerine bu âyet nazil
olmuştur. Gerçi bugün de müslümanlar Kâbeden engelleniyorlar.
Kâbe ile, o mescitle müslümanların
arasına barikatlar koyma-ya ve Allah’ın kulları hacdan engellenmeye
çalışılıyor. Müslümanlar da bu engeller karşısında boyun büküyorlar,
çaresizliklerini ortaya koyuyorlar. Eh ne yapalım izin yok, gidemiyoruz diyerek
boyun büküyorlar. Meselâ bizim işyerimizle evimizin arasına engeller koyup,
kendi evimize gitmemizi engelleseler ne yaparız? Eh ne yapalım engel var, biz
de evimize gitmeyiverelim der misiniz? Demeyiz değil mi? Ya-hu bu ev bizim
evimiz, ne yapıp yapıp bu engelleri kaldırıp mutlaka evimize ulaşmalıyız deriz
değil mi? Her türlü engelin bertaraf edilmesi için bu uğurda savaş veririz değil
mi? Neden? Çünkü orası bizim evimiz. Orayı da kendi evimiz bilebilsek,
Kâbe’nin de kendi evimiz olduğunu bir anlayabilsek, eminim bunun çaresini de
düşüneceğiz. Bizi birilerinin kendi evimizden menetmesi, engellemesi karşısında
boyun büküp teslim olmayacağız, bunun çarelerini araştıracağız demektir. Ama
galiba orasını kendi evimiz bilmediğimizden engel varmış diye boyun büküyor ve
bunu kabulleniveriyoruz.
Ama burada anlatılan sadece Kâbe değil,
tüm arz mescidinde Allah’ın adının anılmasının, Allah’ın âyetlerinin, Allah’ın
sisteminin gündeme getirilmesinin yasaklanması söz konusudur. Hani Allah’ın
Rasûlü buyurur ya:
"Tüm arz benim için mescid kılındı."
Öyleyse tüm arzda Allah’ın adının
anılmasını engelleyenden daha zâlim kim vardır? Her yerde, mektepte, adliyede,
iş yerinde, dükkanda, okulda, pazarda, panayırda, evde, sokakta, Allah’a
secdeyi engellemek istiyorlar. Arzın her bir makamında Allah kullarının
Rablerine secdesine izin verememeye çalışıyorlar. Peki secde neydi? Secde, o
konumda, her bir konumda Allah’ın emirlerini yerine getirmektir. Her yerde
Allah’ı ve Allah’ın emirlerini gündeme getirmek, her bir makamda Allah’a
kulluğu gerçekleştirmek zorundayız. Kimse bizi bundan engelleyemez. Kimsenin
buna hakkı yoktur. Bunu engellemek şöyle dursun, Allah düşmanları, Allah’ın
adının zikrine ve Allah’ın âyetlerinin gündeme getirilmesine tahammülü
olmayanlar:
"Böyleleri o mescidlere ancak korka
korka girebilirler."
Tüm arz mescidinde ancak korkarak
dolaşmaya mahkumdurlar. Bunlar, bu zâlimler pek kısa bir zaman sonra bu
mescidlere ancak korka korka girebileceklerdir. Yakında bunların tüm arz
mescidin-de güvenleri kalmayacak, tüm yeryüzünde ancak korka korka
dolaşabileceklerdir. Bu âyetlerin gelişinden hemen üç beş yıl sonra Mekke
putlardan temizleniyor, Kâbe’de, Allah’ın mescidinde Allah’ın büyüklüğü ilan
ediliyor, tekbir getiriliyor. Kısa bir süre sonra da Kudüs fethediliyor
Mescid-i Aksa’da da Allah’ın hâkimiyeti
gerçekleştiriliyordu.
Bununla Rabbimiz müslümanlara şunu
anlatıyor: Ey müslü-manlar, düşünün ki o gün müslümanlar bir avuçtu. Allah’ın
mescidi olan Kâbe ve Mescid-i Aksa güçlü kuvvetli kâfirlerin elindeydi. Bu
âyetler geldiği dönemde tüm dünya bunun hayal olduğunu, bu âyetlerin
gerçekleşip Kâbe’nin ve Kudüs’ün müslümanların hâkimiyetine geçmesinin mümkün
olmadığını zannediyordu. Ama bakın ki, çok kısa bir zaman içinde oldu bu
iş.
Ey müslümanlar! Şu anda da Kudüs ve tüm
arz mescidlerinde güçlü kâfirler var. A.B.D' si var, A.E.T' si var, Siyonistleri
var, bunların uşakları var, güçleri var, orduları var, imkânları var. Ama ne
gam, beri tarafta da Allah var. Bilesiniz ki çok yakın bir gelecekte tüm arzda
Allah’ın âyetlerinin pratik uygulanması hayal gibi görülebilir. Mümkün değil
gibi görülebilir. Ama bilesiniz ki, çok yakın bir zamanda Allah’ın yardımıyla
tüm yeryüzünde, tüm yeryüzü mescidlerinde yine Allah’ın adı yükselecek, yine
Allahu Ekber diyenler yeryüzüne hakim olacak, buna yine bu ihtiyar dünya şahit
olacaktır Allah’ın izniyle. Çok yakın bir gelecekte müslümanlar yine Azîz ve
şerefli olacaktır Allah’ın izniyle. Evet bu âyet bugünün müslümanlarına bu
müjdeyi veriyor.
Rabbimiz bu âyetiyle bu zulme ve
zâlimlere karşı mü'minlerin sağlam durmalarını ve onlarla savaşılarak toplumda,
onların güçlerinin kırılmasını emretmektedir.
Bu zâlimler topluma hakim konumda
olmamalıdırlar buyur-maktadır. Çünkü çok kısa bir dönem sonra İslâm’ın
egemenliği söz konusu olacak, müslümanlar hayata egemen olacaklar, Allah’ın
yer-yüzüne müslümanlar hakim olacak, bu sefer de onlar tüm arz mes-cidinde korka
korka dolaşmak zorunda kalacaklar. Çok kısa bir süre sonra. Çünkü bakıyoruz bu
âyetler hicretten bir yıl sonra filan nazil olmuş ve hicretten bir altı yıl
sonra Mekke fethedilmiş, Kâbe Rabbi-mizin adının anılması üzerine tekrar
düzenlenmiş ve Mekke’nin fethinden bir sekiz on sene sonra da Kudüs fethedilmiş
ve artık yeryüzünde sadece Allah’ın adının yüceltilmesine zemin
hazırlanmıştır. Bu âyetlerin gelişinden beş on yıl sonra o bölgelerde bir tek
müşrik, bir tek kâfir kalmamış, kimisi müslüman olmuş, kimileri de dış dünya-da
cizye vermek zorunda kalmışlar, müslümanların varlığına Allah’ın adının
anılmasına korka korka razı olmak zorunda kalmışlardır.
Eğer gerçekten bu âyetler bizlere de
nazil olmaya devam ederse, sahabeyi dirilten bu âyetler bize de konuşmaya devam
ederlerse, biz de bu âyetlerle amel edip cennete gidebilmenin yolunu
bulabilirsek, hiç şüpheniz olmasın ki, kısa bir dönem sonra yeryüzünün
kâfirleri acaba bizim bunlara yaptığımız gibi bu müslümanlar da bize mukabelede
bulunarak yaptıklarımızın hesabını soracaklar mı diye korku içine düşecekler. Zaten şu anda
tüm yeryüzü kâfirlerinin korkulu rüyası da budur. Hafakanlar geçiriyorlar,
uykularını kaybediyorlar acaba hesaplaşma zamanı geldi mi diye adamlar. Halbuki
korkmaları da gereksizdir. Çünkü biz müslümanız. Bizim onlar gibi zulmetmemiz
mümkün değildir. Bizler onlar gibi asla zalimler olamayız. Bizler asla onların
bize yaptıklarını onlara yapamayız. Aksine bizim onlara davetiyemiz şöyle
olacaktır: Gelin ey kâfirler siz de müslüman olun. Müslüman olun da dünyanın da
âhiretin de nîmetleri sizin olsun. Gelin müslüman olun da sizin de bizim de
Rabbimizin arzuları yeryüzünde hakim olsun, kulun kullara kulluğu bitsin bu
dünyada, diyeceğiz. Gelin birinin diğerine zulmü bitsin diyeceğiz. Gelin
birimizin diğerine üstün-lüğü, alçaklığı söz konusu olmadan, birimizin
diğerine hükmetmesi, itaat etmesi söz konusu olmadan hepimiz eşit kullar
olarak Rabbimize boyun bükelim. Hepimiz Rabbimize kul olalım. Hepimizin
üzerinde Allah egemen olsun. Aksi takdirde siz bilirsiniz:
"Dünyada onlar için rüsvalık var,
âhirette de elim bir azap beklemektedir onları."
Dünyada rüsva olacaktır bunlar.
Yahudiler için, hıristiyanlar için ve de Allah’ın arzularına geçit vermeyen,
kendi sistemlerinin uygulanabilmesi için Allah’ın sistemine geçit vermeyen tüm
müşrikler için dünyada rezillik ve rüsvalık vardır. Dünyada rezil ve perişan
olacaklardır onlar.
Bu âyetlerin gelmesinden hemen kısa bir
süre sonra Mekke’nin fethiyle müşrikler, Yermük’te hıristiyanlar, Kadisiye’de
mecu-siler, Kureyza savaşlarıyla veya Kudüs’ün fethiyle yahudiler, Mısır’ın
fethiyle Kıptiler, Ermeniler, Anadolu’nun fethiyle Rumlar, Hıristiyanlar, hepsi
dünyada rezil ve perişan oldular. Unutmayın ki pek yakında yine aynısı
olacaktır. İman edenler kurtulacak, iman etmeyenler de rezil ve perişan
olacaklardır. Bu dünyada rezil olmalarının yanında, öbür tarafta da onları elim
bir azap beklemektedir.
Öyleyse tüm dünya zâlimlerine haber
veriyoruz bunu. Hazırlansınlar dünyadaki rüsvalıklarına. Hazırlansınlar
âhiretteki en büyük azaplara. Geçen her saniye, attıkları her adım, aldıkları
her nefes onları bu korkunç sona, rüsvalığa ve de âhiretteki korkunç azaba
götürüyor.
115:"Doğu da Allah’ındır, batı da
Allah’ındır. Şimdi namaz için ne tarafa yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır.
Doğrusu Allah’ın rahmeti herşeyi kaplamış ve o herşeyi
bilmektedir."
Doğunun da Rabbi Allah’tır, batının da
Rabbi Allah’tır. Artık Allahu Teâlâ dilediği şekilde mü'minleri o tarafa da bu
tarafa da döndürebilir, kimsenin bu konuda Allah’a hesap sorma imkânı ve hakkı
yoktur. Bu âyetler müslümanlara yeni bir ufkun açılmasının müjdesini veren
âyetlerdir. Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a çevrileceğinin
müjdesini veren âyetlerdir.
Müslümanlar o günlerde yine Allah’ın
emriyle Kudüs’teki Mes-cid-i Aksa’ya yöneliyorlar ve namazlarını o tarafa doğru
kılıyorlardı, ama müslümanların kalplerinde İbrahim’in mescidi, yeryüzünde ilk
inşa edilen ve kıyamete kadar da kıble olarak Allah’ın ilan edeceği Mekke’deki
Kâbe vardı. Gözleri, gönülleri Kâbe’deydi müslümanların. Ama Rablerinin arzusu
Kudüs’teki Mescid-i Aksa olunca buna da itiraz edecek değillerdi elbette. Onun
için müslümanlar Kudüs’e doğru dönüyorlardı. Ama Allah o mü'minlerin arzu
ettikleri yönde onlara bir nîmet sunacaktı. Bu nîmet onların kıble olarak arzu
ettikleri Kâbe’ye yönelme nîmetiydi. İşte bu âyet, bunun müjdecisi bir âyetti.
Madem ki doğu da Allah’ın batı da Allah’ındır, madem ki zaman da Allah’ın,
mekân da Allah’ındır, o halde sizi dilediği tarafa döndürebilir o
Allah.
Namazınızı bazen böyle kılın der, bazen
böyle. Bazen bu tarafa, bazen şu tarafa dönün der. O nasıl derse, nasıl
emrederse bizim buna teslim olmamız gerekir. İşte bir dönem Kudüs’e dönün
demişti, o tarafa dönmüştü müslümanlar, sonra da Mekke’ye, Kâbe’ye dönün dedi
Allah, müslümanlar da dönüverdiler o tarafa. Ama yahudiler bunu problem ettiler,
fitne çıkarmaya çalıştılar. Cenab-ı Hak da buyurdu ki:
Doğu da Allah’ın, batı da Allah’ındır.
Nereye yönelirseniz Allah’ın zatı oradadır. Yeter ki siz Allah’ın istediğine
yönelin. Yeter ki siz Allah’ın emrine boyun bükün. Şuraya ya da buraya dönmek
mesele değil, esas mesele Allah’ın emrine boyun eğmektir.
Allah bu âyetinde tevhidi anlatıyor.
Allah bir cisim değildir. O zaman ve mekânla sınırlı değildir. Allah’ın belli
bir yeri, yurdu yoktur. Yüzünü ne tarafa dönersen onu karşında bulursun. Her
yerde, her tarafta Allah’ın yarattığı eserleriyle karşı karşıya gelirsin,
Cenab-ı Hakkın gücünü, kudretini müşahede edersin.
Acaba bu âyet kıbleyi belirlemek için
mi inmiştir? Anlayabil-diğimiz kadarıyla bu âyet kıbleyi tesbit için değil de
kıblenin değiştirilmesine itiraz eden yahudilere cevap olarak gelmiştir. Allah
belli bir zaman maslahatı gereği belli bir yöne yönelmemizi isteyebilir. Daha
sonra da başka bir zaman, başka bir maslahat gereği, başka bir tarafa
yönelmemizi isteyebilir. Bu konuda hiç kimsenin Allah’a hesap sorma hakkı
yoktur. Kaldı ki önceki kıble, Allah orada olduğu için emredilmemiştir ki
değiştirilmesi mümkün olmasın.
Binek hayvanları üzerinde namaz
kılanlar hakkında bu âyet inmiştir diyenler de vardır. Bu durumda insanlar
istediği tarafa dönebilirler.
Ya da bu âyet Cabir (r.a) hazretleri
hakkında inmiştir denmiş. Kıbleyi tespit edemeyen bir adam istediği tarafa
dönebilir denmiştir. Adam sorabileceği birileri varsa soracak, yoksa kendine
göre bir içtihat yapıp o tarafa doğru dönecektir.
Bir başka yaklaşımla bu âyetinde
Rabbimiz, kişinin kıblesini anlatmaktadır. Yâni kim, kimin kıblesine yönelirse
ona kulluk etmektedir. Kim, kimin yönetimini kabul ederse onun kölesi olmuştur.
Kim, kimin arzularını gerçekleştirmek adına hareket ederse; kim, kimin rızasını
kazanmak üzere çırpınırsa, onun kulu olmuş demektir. Yâni bizim hareket
tarzımızı, hareketlerimizin kıblesini, rotasını kim tayin etmişse, hayat
programımızı kim belirlemişse -Allah korusun- biz, onun kulu kölesi olmuşuz
demektir.
Eğer Allah, sizin için Mescid-i Aksa’ya
yönelin demişse, siz de Allah emretti diye o tarafa yöneliyorsanız, bu
yönelişiniz doğrudur. Yönünüz Allah’a yönelik, kulluğunuz Allah’a
müteveccihtir. Namazınız kabuldür, ibâdetiniz makbuldür. Ama Allah, sizi önceki
kıblenizden alıp bu defa da Mekke’deki Mescid-i Haram’a döndürüyorsa bu sefer
de kıbleniz orası olacaktır. Çünkü size bu emri veren Allah’tır. Bir amelin
yaptırıcısı kimse, kişi o ameli işlerken ona kulluk yapıyor
demektir.
Meselâ bir tür giyiniyorsunuz, bunu
size yaptıran kimse siz, ona kulluk ediyorsunuz demektir. Düğünde şunlar şunlar
yapılmalıdır diyorsunuz. Şuradan kazanılmalı, şuralarda harcanmalıdır
diyorsunuz. Şu makamlara gelinmeli, şu okullarda okunmalı diyorsunuz. Bütün
bunların yaptırıcısı kimse kişi, ona kulluk ediyor demektir. Yâni kişiyi
yönlendiren kimse, kimin için bir yerlere yöneliyorsanız kulluğunuz onadır.
Sizin kıblenizi tayin eden Allah’tan başkalarıysa, Allah’tan başkalarının
yönlendirmesine tabi olmuşsanız, o zaman sizin Allah-tan başka program yapıcı
tanrılarınız var demektir. Ve siz, size hayat tarzı belirleyen bu tanrılara
kulluk yapıyorsunuz demektir. Meselâ şöyle giyineceksiniz diye size kıble tayin
eden, program belirleyen, Allah dışında moda gibi tanrılarınız var da siz
onların, size gösterdikleri kıblelerine yöneliyorsanız bilesiniz ki, siz
onlara kulluk yapıyorsunuz demektir.
116: “Dediler ki; Allah çocuk edindi.
Sübhanallah! Allah bu tür noksanlıklardan münezzehtir. Bilâkis göklerde ve
yerde ne varsa hepsi O’nundur. Herşey O’na boyun büküp teslim olmuştur."
Üzeyr Allah’ın oğludur dediler. İsa
Allah’ın oğludur dediler. Melekler Allah’ın kızlarıdır dediler. Fe sübhanallah!
Nasıl diyebilirler bunu Allah’a? Halbuki göklerdekiler ve yerdekilerin hepsi
O’nundur. Hepsi O’nun kuludur, hepsi O’na boyun büküp itaat etmektedir. Oğullar
O’nundur, babalar O’nundur, analar O’nundur, kızlar O’nundur, gökler O’nundur,
yerler O’nundur, denizler O’nundur, yıldızlar O’nundur, herşey O’nundur. Herşey
Allah’ın kuludur. Tüm varlıklar O’nun iken, tüm yaratıklar onun kulu iken
bunlardan birini veya birkaçını kendisine oğul edinmesine ne gerek var da?
Tevbe sûresinin 30. Âyetinde anlatıldığına göre yahudiler Üzeyr Allah’ın oğludur
dediler. Hıristiyanlar da İsa Allah’ın oğludur dediler. Müşrikler de Melekler
Allah’ın kızlarıdır dediler. Bunlar bu yaratıkların sıfatları konusunda hataya
düştüler. Bunlara Allah’ın sıfatlarını vermeye kalktılar. Bunları kutsamaya
kalkıştılar. Olduğundan farklı bir konuma getirdiler bu zatları. Bunların
yaptıkları işlerin başkaları tarafından asla yapılamayacağını, başkalarının
yaptıklarını da bu zatların yapmayacaklarını iddia ettiler. Diğer varlıklardan
ayırdılar bu zatları. Bu zatların diğer varlıklardan daha fazla Allah’a yakın
olduklarını, ya da Allah’ın bu zatlarla daha fazla ilgilendiğini iddia ettiler.
Peygamberimiz için de aynı şeyleri demeye çalışmışlardı.
"Bu ne biçim peygamber ki yemek yer,
çarşı pa-zarda gezip dolaşır dediler"
(Furkân: 7)
Bu ne biçim peygamber? Bizim gibi yiyip
içiyor, bizim gibi çarşı pazarda gezip dolaşıyor, baba oluyor, koca oluyor,
olacak şey mi bu? Diyorlardı.
Kur’an söze, Allah’ı bu tür noksan
sıfatlardan tenzih ederek başlıyor.
Fe sübhanallah! O bu tür ilişkilerden
uzaktır. Zira bu tür şeyler Allah’a eksiklik ve ihtiyaç izâfesidir. Halbuki
Allah’ın varlıklarıyla ilişkisi birbirinden farklı değildir. Yâni Cenab-ı
Hakkın varlıklarından bazısına daha yakın, bazısına daha uzak olduğu asla
düşünülemez. Allah göktekilerin ve yerdekilerin sahibi iken neden bir çocuğa
ihtiyaç duysun da? Zira eninde sonunda o da Allah’ın kulu değil mi
yâni?
Aslında bunların derdi şuydu. Üzeyr
Allah’ın oğludur, İsa Allah’ın oğludur derken bu adamlar esasen Allah’a karşı
torpilli varlıklar bularak işledikleri günahlara kılıflar bulmaya
çalışıyorlardı. Allah’a veliahtlar bulmaya çalışıyorlardı ki, böylece Allah’a
yaklaşabilme, ona torpil yaptırabilme yolunu bulabilsinler. Böyle bir çabaları
vardı. Öyle ya bir insana çocuğundan daha yakın birisi olmayacağına göre, ya da
adam çocuğunun hatırından çıkamayacağına göre, bunlar da sanki Allah’ı insan
gibi, kendisine çocuğu vasıtasıyla yaklaşılabilecek bir varlık bildiklerinden
ötürü torpil yaptırma derdiyle bu herzelere yöneliyorlardı. Oğlu ve kızı
sayesinde kendimizi O Allah’a affettireceğiz diyorlardı.
Bu halleriyle nasıl cennete girecekler
de bunlar? Hem birilerini Allah yerine koysunlar, hem Allah’ın yeryüzünde
temsilcileri var desinler, hem Allah’ın yetkilerini Allah’tan başkalarına
vermeye çalışsınlar, hacılara, hocalara, hükümdarlara, meliklere, meleklere
vermeye çalışsınlar, yeryüzü tanrılarına vermeye çalışsınlar ve ondan sonra da
cennet beklesinler, olmaz bu. Cennete ancak Allah’ı Allah’ça tanıyanlar,
Allah’a Allah’ça inananlar gidecektir. Cennete ancak Allahu Teâlâ kendisini
nasıl tanıtmışsa öylece Allah’ı tanıyanlar, öylece O’na inanalar ancak
gideceklerdir. Allahu Teâlâ’yı Allah’ın burada kendisini tanıttığı gibi
tanımayanların cennete girme hakkı yoktur.
Tesbihin mânâsı da budur zaten.
Sübhanallah demenin mânâsı budur. Tesbih; Allah’ı, Allah’ın haber verdiği
sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini Bakara’da, Al-i İmran’da,
Nisâ’da nasıl anlat-mışsa, hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişse, işte
öylece Allah’a inanmak tesbihtir.
Öyle bir Allah’a inanacağız ki, O
mükemmeldir. O’nda zaaf yoktur, O’nda unutma yoktur, O’nda hata yoktur, O’nda
cehalet yoktur. İşte Allah’a böylece Allah’ın istediği biçimde iman tesbih
demektir. O’nu mükemmel tanırken, tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz.
Onu bu şekildeki sıfatlarıyla tanıdıkça da sübhanallah diyeceğiz.
Burada pek çoğumuzun içine düştüğü bir
yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında kendisini bize tanıttığı
şekilde tanımadan, onda olanlarla tanımadan veya onda olmayanları onda bilerek
her da-kika yüz bin de sübhanallah desek bunun hiçbir faydası yoktur. Bunu bir
daha söyleyelim. Allah kitabını nasıl tanıtmışsa, Allah peygambe-rini nasıl
tanıtmışsa, Allah hukukunu nasıl tanıtmışsa, Allah ekonomiyi nasıl tanıtmışsa,
Allah’ın tanıttığı gibi Allah’ı ve Allah’ın tanıttığı gibi tanıttıklarını
bileceğiz, sonra da bunları bildikçe sübhanallah diyeceğiz. Sübhanallah! Ya
Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin
diyeceğiz.
Yoksa bunları tanımadan sübhanallah
demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın, rızık konusunda Allah’a tümüyle
güvenmeyip de ikinci üçüncü derecedeki rezzaklarının korkusundan ötürü bir kısım
görevlerini yapmaktan çekinen kişinin günde yüz bin defa da ya Rezzâk demesinin
hiçbir kıymeti yoktur. Veya ilimde Allah’a tam olarak güvenmeyip, yerde onun
eksikliğini tamamlamak üzere birtakım gayb biliciler aramaya kalkışan bir
adamın, milyon kere ya Alîm demesinin bir kıymeti yoktur.
Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip, yerde
Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir
kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da kanun bilen bir
insan, günde milyon kere de ya Rab diye zikretse boştur bu. Şifa konusunda
Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şafi bilmeyip, yerde bir kısım şifa dağıtıcılar
arayan kişinin ya Şafi diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede, diriltmede,
ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin ya Muhyî, ya Mü-mît diyerek zikretmesi
boştur.
Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti
Allah’ta değil de malda, mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin ya Azîz demesi
boştur.
Mağfirette, afta, tevbede Allah’ı
ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin ya Tevvab
demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede murakabe etmede Allah’ı
ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen birisinin ya Hafız
deme-si, ya Müheymin demesi boştur.
Öyleyse Allah’ı, Allah’ın kendisini
tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da sübhanallah diyeceğiz. İşte bu
yahudiler, bu hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar, ondan sonra
da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?
İşte böyle bildiğimiz, tanıdığımız bir
Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur. Yeryüzünde temsilcileri yoktur.
Yeryüzünde yetkilileri yoktur. Kimseye de böyle bir yetki vermemiştir, buna da
ihtiyacı yoktur.
"Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı
yoktur onun."
(Kehf: 26)
"Bilâkis göklerde ve yerde ne varsa
hepsi O’nun-dur. Herşey O’na boyun büküp teslim olmuştur."
Melekler, cinler, insanlar hepsi O’nun
kullarıdır. Hiçbir varlık O’nun ulûhiyetine ve rubûbiyetine ortaklık iddia
edemez. Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka melikler, söz sahipleri varsa, o
zaman onların sınırlarına girdiğimiz zaman, onlara da kulluk yapalım. Değil mi?
Farz edin ki bir yere girdik. Soralım, burası kimin diye? Veya gökyüzüne
çıktığımız zaman burası kimin diyelim, varsa Allah’tan başka bir sahip, ona
kulluk yapalım. Yahut zamana beş dakikalığına söz geçirebilen birisi varsa ona
kulluk edelim. Meselâ güneşe beş dakikalığına sahip olabilen birisi varsa, o
beş dakikalığına biz de ona kulluk edelim. Diyelim ki, ey bu beş dakikayı bize
veren tanrılar tanrısı! Kulluk sizin hakkınızdır! Ubûdiyet sizin hakkınızdır?
diyelim. Var mı böyle yeryüzünde birileri? Yoksa, o zaman hiçbir kimseyi
rubûbiyet makamına geçirmeye hakkımız yoktur. O Allah ki:
117:"Gökleri ve yeri yoktan var eden
O’dur. O bir şeye hükmetti mi, onun için yalnızca ol! Der, o da
oluverir."
İşte bir hayat, işte bir var oluş, işte
varları var eden bir Rab. Varsa başka böyle Rabler, varsa böyle ol dediği zaman
olduracaklar, tamam onlara da kulluk edelim. Meselâ benim ağaran saçımı bana
iade edecek birileri, benim gençliğimi bana iade edecek birileri, benim ölümle karşı karşıya
kaldığım bir zamanda bana iki saatliğine ömrümü iade edebilecek birileri
varsa, tamam iki saatliğine da onlara kulluk edelim yâni.
Ya da bizim için gökten bir damla
yağmur indirebilecek birileri varsa, veya yerden bir tane buğday bitirebilecek
varsa ona da kulluk edelim yâni. Ama yok. Benim yaratılışım Allah’tansa, benim
rızkım Allah’tansa, benim ölümüm Allah’tansa o zaman başkalarının benden kulluk
beklemelerinin ne mânâsı kalacak da? Öyleyse yetki Allah’ındır ve O’ndan başka
kimsede yetki hakkı yoktur.
118: “Bilgisi olmayanlar Allah bizimle
konuşsa ya, yahut bize bir mûcize gelse ya? Dediler. Bu sözler yeni değil,
öncekiler de aynı şeyi söylemişlerdi. Nasıl da kalpleri birbirine benziyor!
Eğer gerçekten âyet istiyorsanız biz kesin bir bilgiyle inanmak isteyenlere
âyetlerimizi apaçık göstermişizdir."
Bilgisizler, cahiller dediler ki;
şu az evvel kendilerini cennetlik gören insanlar utanmadan dediler ki; Allah
bizimle konuşmalı veya bize de bir âyet gelmeli değil miydi? Yâni Allah bizim
karşımıza geçip: Bu benim elçimdir! Bu peygamberi ben görevlendirdim! Bu
elinizdeki kitap benim kitabımdır! Bu benim kelâmımdır! Onu size ben gönderdim
deseydi ya! Veya bize bir âyet getirseydi! Öncekilere yaptığı gibi bize
gözümüzle görebileceğimiz bir mûcize gönderseydi ya? diyorlar. Cahiller böyle
diyorlar. Bunlar, bunu söyleyenler cahillerdir diyor Allah.
Bu bilmeyen cahiller konusunda
müfessirler: Hıristiyanlardır demişler, yahudilerdir demişler, cahilin cahili
müşriklerdir demişler. Ama herhalde en uygunu da bu son grup olsa gerek. Allah
buyurur ki; bu yeni değil, bu sözler yeni değildir. Yâni Hz. Adem’den bu yana
müslümanlar hep böyle değişmeyen bir inancı yaşıyorlar, kâfirler de İblisin
yolsuzlaşmasından bu yana hep böyle aynı yanılgıyı devam ettiriyorlar. Yeni
bir şey değildir bu. Tarihte hep olagelmiş bir felsefedir. Madem ki Allah var,
o halde bizimle konuşsa ya bu Allah. Sesini bir duysak, gözümüzle bir görüp
elimizle bir dokunsak ya. Gözleriyle gör-medikleri, elleriyle dokunmadıkları,
duyularıyla algılamadıklarına, laboratuarın konusu olmayan şeylere inanmıyorlar
hainler. Mü’minlere açık olan gayb pencereleri bu kâfirler için kapalıdır. Yâni
sanki bir bakıma Peygamberlik bekliyorlar inanmak için. İstiyorlar ki Allah
bize de konuşsun, bizimle de konuşsun, bize de vahiy göndersin. Allah diyor ki
bakın:
"Bu sözler yeni değil, öncekiler de
aynı şeyi söylemişlerdi."
Bakın
kitabımız öncekilerin de aynı şeyleri söylediklerini şöyle
anlatıyor:
"Ey Mûsâ Allah’ı apaçık görmedikçe sana
asla inanmayacağız demişlerdi."
(Bakara:
55)
Bakın, işte Mûsâ aleyhisselâmın
toplumu da Mûsâ aleyhisse-lâma aynı şeyleri söylüyorlardı. Onlar da aynı
materyalist mantığı kullanıyorlar, apaçık görmediğimiz bir Allah’a asla
inanmayız diyorlardı.
Yine meselâ İsra sûresindeki bir
âyet-i kerime de aynı konuyu anlatarak şöyle buyuruyordu:
"Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça
sana inanmayacağız! Veya senin bağların, hurmalıkların olup, aralarından
ırmaklar akıtmadıkça sana inanmayacağız! Yahut da iddia ettiğin gibi göğü
tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve Melekleri karşımıza
getirmelisin ki sana inanalım? Demişlerdi."
(İsrâ: 90)
Yine bakın kitabımızın Mâide sûresinin
bir âyeti hıristiyanların da Hz. İsa’ya aleyhisselâm şöyle dedikleri
anlatıyordu:
"Havariler; Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin
bize gökten bir sofra indirebilir mi? Demişlerdi. Bunu becerebilir mi Rabbin?
Demişlerdi." (Mâide:
112)
Allah diyor ki; bunlar, bu sözler yeni
değil, öncekiler de aynı şeyleri söylemişlerdi. Bugünkü bilimsel, pozitivist,
modernist kâfirler de aynı şeyleri söylüyorlar. Görmediğimiz bir Allah’a
kesinlikle inanmayız, diyorlar. Laboratuarın konusu olmayan, gözlerimizle
görüp duyularımızla algılamadığımız bir Allah’a kesinlikle inanmayız diyorlar.
Ve akıllarınca bilgiçlik ortaya koyduklarını zannediyorlar. Bu konuda
peygambere ve onun yolunun yolcusu müslümanlara delil getirdiklerini
zannediyorlar. Yeni bir şey ortaya koyduklarını zannediyorlar. Hal-buki asırlar
boyu cahillerin dediğinden başkasını da demiyorlar.
"Nasıl da kalpleri birbirine benziyor!"
Nasıl da aynı şeyleri söylüyorlar!
Nasıl da ağızları ve kalpleri birbirine benziyor. Allah diyor ki bunlar hiç bir
şey bilmeyen cahillerdir. Bunların asıl gâyeleri hakkı öğrenmek, hakkı bulmak ve
kabul etmek değildir. Dertleri bu değildir adamların. Bunların tüm dertleri
hakkı kendilerine açık ve net bir biçimde sunan kişileri oyalamak ve güya zor
durumda bırakmaktır.
Bunların iman etmeyişlerinin sebebi bu
konudaki delillerin azlığından değildir. Ve bunlar esasen peygamberin
fonksiyonunu da bilemeyen zır cahillerdir. Peygamber evrendeki yasaları
değiştirmek için gelmemiştir. Bu sizin bilgisizce kendisinden istediğiniz
şeylere ancak yeryüzündeki Allah’ın koyduğu ve kendisinden başka hiç kimseye
müdahale izni vermediği kanunları değiştirmeye güç yetiren bir peygamber ancak
cevap verebilir. Halbuki peygamberin böyle bir yetkisi yoktur. Peygamber bir
beşerdir, bir kuldur. Bu iş ancak Allah’ın elindedir. Peygamberin sizin gibi bir
insan olarak görevi sadece Allah’tan geleni size duyurmaktır. Sadece size doğru
yolu, Allah yolunu göstermektir. Hal böyleyken siz ondan onun gücünün
yetmeyeceği şeyler isteyerek cahilliğinizi ortaya koyuyorsunuz. Kaldı
ki:
"Eğer gerçekten âyet istiyorsanız biz
kesin bir bilgiyle inanmak isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir."
Âyet mi istiyorsunuz? İman etmek için
âyet mi bekliyorsunuz? Elinizdeki Allah’ın şu âyetleri yetmiyor mu size?
Elinizdeki şu kitabın âyetleri yetmiyor mu? Şu kitabın işitsel âyetleri yetmiyor
mu size? Şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği meşhut âyetler yetmiyor mu?
Allah’tan âyet istiyorlar, halbuki Allah’ın âyetlerinden habersizler. Allah’ın
kendileriyle konuşmasını istiyorlar, halbuki şu âyetlerle Allah’ın
kendileriyle konuştuğunun farkında değiller. Anlıyorlar aslında da yamukluk
yapıyorlar.
Mûsa’nın toplumu konuşmaya şahit
oldular, bu defa da bizzat Allah’ı görelim dediler. Bunlar da Allah’ın
konuşmasına şahit oldular. İşte elimdeki şu kitabın âyetleriyle Allah’ın
kendilerini muhatap kabul ederek konuşmasına şahit oldular, bu defa da ne
diyeceklerdi, Allah’ı bizzat görmemiz lâzım. Onun konuşmasına muttali olmamız
yetmez, O’nu bizzat gözlerimizle görmedikçe, ellerimizle dokunmadıkça asla iman
etmeyeceğiz diyorlar.
Allah’tan yeryüzüne bir sofra
indirmesini mi bekliyorsunuz? Allah’ın yeryüzünde sizlere sunduğu şu nîmet
sofrasını görmüyor musunuz? Elmasıyla, armuduyla, buğdayıyla, yağlısıyla,
tuzlusuyla, tatlısıyla, ekşisiyle Allah’ın size sunduğu şu sofrayı görmüyor
musunuz? Kim verdi bütün bunları size? Allah’tan beklemeniz, Allah’tan
istemeniz gereken şeyleri sizin gibi bir beşer olandan mı istiyorsunuz?
Allah’la Onun kulunu mu karıştırıyorsunuz? Peygamberin görevi bu değildir. Ve
insanların bu tür cahilce isteklerini yerine getiremeyen bir peygamber
başarısız bir peygamber değildir. Öyleyse ey peygamberim! Sen onların
dediklerine aldırış etmeden yoluna devam et!
119:"Şüphesiz ki biz seni müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik. Seni hak bir kitap ile gönderdik ve sen cehennem
halkından sorumlu olmayacaksın."
İşte peygamberin konumu ve işte
peygamberin görevi. Sen bırak bu densizleri peygamberim. Uğraşma onlarla. Bu
beyinsizler için zorlama kendini. Sen sadece müjdeci ve uyarıcısın. Biz seni hak
bir kitapla gönderdik. Senin görevin sadece bu kitabı insanlara duyurmandır.
Sen bu kitapla uyar onları ve gerisine karışma. Sen seni dinlemeyip cehenneme
doğru giden insanlardan sorumlu değilsin. İllâ da cehenneme gitmek isteyenlerin
hesabını senden sormayacağız. Bu iş senin sorumluluğunda değildir. Sen sadece
sana gönderdiğimiz bu kitabın âyetleriyle insanları uyarıp uyarmadığından, benim
mesajımı kullarıma duyurup duyurmadığından sorumlu
tutulacaksın.
Rasulullah Efendimizin bu konudaki
sorumluğunun sınırlarını anlatan başka âyetler vardır:
"Ey Peygamberim artık onlara üzülerek
kendini harap etme! Allah onların yaptıklarının tamamından
haberdardır."
(Fâtır: 8)
"Peygamberim! Onların yola gelmesi
senin üzerine borç değildir. Lâkin Allah dilediğine hidâyet
eder..."
(Bakara:
272)
Peygamberim, onların hidâyeti seni
ilgilendirmez. Onların doğru yola gelmeleri sana düşmez. Dilediğini hidâyete
ulaştıran Allah’tır. Senin görevin budur. Sen sadece beşir ve nezirsin. Senin
görevin, zorla insanların kalbine imanı sokmak değildir. Gücünü aşan konulara
gelince, bunlar senin sorumluluk alanına girmez.
Kimileri bu âyeti “Vela tes’el” diye okumuşlar. O
zaman mânâ şöyle olacaktır: Ey Peygamberim! Artık o kâfirler hakkında benden
bir şey isteme, benden bir şey sorma! Sakın bu tür kâfirleri affı konusunda
benden bir talepte bulunma. Zira onlara ne yapacağımı ben bilirim, şeklinde
anlayanlar da olmuştur.
Allah’ın Resûlü’nün şahsında bize de
hitap eden bu âyetler karşısında biz de diyeceğiz ki, eğer bizler de beşir ve
nezir olarak insanlara karşı görevimizi yapmışsak, onları Allah’ın âyetleriyle
karşı karşıya getirmiş, Allah’ın cennetiyle müjdeleyip cehennemiyle, ateşiyle
uyarabilmişsek o zaman hiç korkmayalım onların akıbetlerinden biz de sorumlu
değiliz demektir. İşte bize düşen görev budur. Elimize bu kitabı alacağız ve
gece gündüz insanları bununla uyaracağız. İşimiz gücümüz bu olacak. Bunu
yaptığımız takdirde onların yola gelip gelmediklerini kendimize dert
edinmeyeceğiz. Kendimizi onların hidâyetiyle sorumlu
kılmayacağız
Ama şunu da hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmamalıyız ki Allah izin vermedikçe, Allah dilemedikçe hiç kimseyi de
hidâyete ulaştırma imkânımız yoktur. Şurada üç yaşında bir çocuk olsa,
yarılsak, yırtılsak Allah istemedikçe yine de onu hidâyet edemeyiz. Kalplerin
sahibi Allah’tır ve peygamberin bile bu konuda yetkisi yoktur. Peki ne özelliği
var peygamberin? Beşir ve nezirdir o. E ne yapsın Allah’ın Ra-sûlü? Bakıyor ki
insanlar cehenneme doğru gidiyorlar, ama elinden gelen bir şey yok, eli kolu
bağlı, Allah dilemedikçe yapabileceği bir şey yok, sadece uyarıyor. Öyleyse biz
de böyle olmaya çalışalım inşallah. Sonra diyor ki
Rabbimiz:
Yahudi ve hıristiyanlarla ilgili
bölümün sonuna doğru geliyoruz, burada Allah peygamberini ve onun şahsında
bizleri bir daha uyaracak onlar konusunda.
Ehl-i kitap yahudi ve hıristiyanlar
daima kendilerinin haklılığını iddia eden bir sistem oturtmuşlar, bunu savunarak
son elçiye inanmama konusunda direniyorlardı. Allah kendilerinden bu konuda
sıkı sıkı ahid aldığı halde yine de müslümanlığa girmeme konusunda ayak
diremişlerdi. Müslümanların onlar hakkında iyi düşünceleri vardı. Kendilerine
iyi davranılırsa, onların hoşlarına gidecek davranışlarda bulunurlarsa, onların
belki müslüman olabilecekleri zannı vardı Müslümanlarda. Öyle ya bu adamlarda
müşriklerde bulunmayan bazı özellikler vardı.
Müşrikler âhirete inanmıyorlar, ölüm
ötesi hayatı inkâr ediyor-lardı. Ama bunlar âhirete inanan insanlardı. Müşrikler
putlara tapıyor-lar, ama bunlar tek tanrılı dinin sahibiydiler, müşriklerin
kitapları yoktu, ama bunlar kitap ehli olduklarını iddia ediyorlardı. Müşrikler
peygambere de inanmıyorlardı ama bunlar Kur’an’ın da haber verdiği peygamberlere
inandıklarını iddia ediyorlardı.
Üstelik inandıkları bu peygamberler ve
sahiplendikleri bu kitaplar bu son elçinin geleceğini onların kafasında daima
canlı tutmaya çalışıyorlardı. Ve bu son peygamber geldiği zaman ona iman
edecekleri ve onu koruyacakları konusunda onlardan mîsak alındığını
hatırlatıyordu.
Üstelik şu ana kadar da çevrelerindeki
müşriklere: Hele bir gelsin, biz ahir zaman nebisinin arkasında sizin de
putlarınızın da işini bitireceğiz diye hava atıyorlar, gelişi yaklaşan son
elçiyi bekliyorlardı. İşte bu özelliklerinden ötürü müslümanlar onlara sıcak
bakıyorlardı. Ve bunların ha bugün, ha yarın mutlaka İslâm’ı kabul edeceklerini
bekliyorlardı. Ama bu adamlar müslümanların kendileri hakkındaki bu sıcak
alâkalarını ters tepiyorlar ve kalplerindeki kini hep açığa çıkarıyorlardı ve
işte bundan dolayıdır ki Rabbimiz bu adamların karakterlerini Müslümanların
gözleri önüne seriyor ve bu konuda sürekli müs-lümanları uyarmayı hedefliyordu.
Bu cümleden olarak mü'minlerin
velilerinin, mü'minlerin, dostlarının ancak Allah, Rasûlü ve müslümanlar
olduğunu, namaz kılan, rükû eden ve müslümanlarla birlikte hareket eden
kimseler olduğunu vurguluyordu. Ve hiç bir zaman da yahudi ve hıristiyanların
kendile-rinin dostu olamayacağını ısrarla anlatıyordu müslümanlara. İşte bakın
burada da şöyle buyurur Rabbimiz:
120:"Peygamberim! Sen onların milletine
girinceye kadar yahudi ve hıristiyanlar asla senden razı olacak değillerdir.
Gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın yoludur. Eğer sen sana gelen
ilimden sonra hâlâ onların heva ve heveslerine uyarsan Allah’tan sana hiçbir
dost ve yardımcı yoktur."
Sen onların milletine girinceye kadar.
Hiçbir zaman bir Yahudi, bir hıristiyan müslümandan razı olmaz, müslümanı dost
kabul etmez ve etmeyecek de. Ama ne zaman ki müslüman tevhidi, İslâm’ı, imanı,
Kur’an’ı, Rasûlü, Allah’ı, kitabı bir tarafa bırakır da yahudi ve hıristiyan
inancına girerse, bunu kesinkes ispatlar ve onlar gibi bir hayata, onlar gibi
bir imana, onlar gibi bir düşünceye boyun eğerse, işte o zaman onlar
kendilerinden razı olabilirler. Yâni o dinini terk eden Müslüman-dan ancak razı
olurlar. Aksi takdirde tarihin hiç bir devrinde, hiç bir toplumunda
gerçekleşmeyen bir şeydir bu. Yahudi ve hıristiyanların müslümanlardan razı
olması.
Zaten tarihteki tüm kavgalar, tüm
vuruşmalar din adına gerçekleşmiş kavgalardır. Tarihin başlangıcından şu ana
kadar ve şu an-da da yapılan tüm savaşları inceleyin, tahlil edin, savaşların
alt sebeplerine inin, kavgaların, dostlukların, barışların, birlikteliklerin
alt ya-pısını araştırmaya çalışın, göreceksiniz ki karşınıza din ve inanç
çıka-caktır. Aynı dinde, aynı inançta olanların birbirlerini sevdiklerine
şahit olacaksınız. Aynı inançta olanların birbirlerine karşı fedâkarlıkta
bulunduklarına şahit olacaksınız. Ama ters inançta, farklı dinde olanların
birbirlerine hep düşman olduklarını göreceksiniz.
Bugünlerde eğer böyle farklı
inançta olan insanlar arasında bir muhabbet görecek olursanız bilin ki,
bunlardan biri mutlaka ya diğerinin egemenliğini kabul etmiştir, ya da kendi
inancını onlarınkisine doğru eğip bükme eğilimi içine girmiştir. Yâni ismen
kendi dininde olsa bile karşı tarafın hayat felsefesine boyun bükmüş
demektir. Aksi takdirde böyle bir şey asla mümkün
değildir.
Tüm kavgaların temeli inançtır.
Şu anda da yapılan savaşların altında yatan dindir, inançtır. Ama bizimkilerin
sahiplenecekleri kadar bir inançları olmadığı için, inandıkları bir dinleri
olmadığı için, bunun adını koymaya cesaretleri yoktur. Israrla bu savaşların
dinle ilgisinin olmadığını söylemeye çalışıyorlar. Hem müslümanların
uyanacağından korkuyorlar, hem de kendilerinin savunacak bir dinleri olmadığı
için böyle yapıyorlar. Düşmanlarımız açık açık İsmail oğullarının kökünü
kesene kadar bu savaşımız sürecektir, dedikleri halde bizimkiler başka türlü
bakmaya zorluyorlar kendilerini.
Peygamberim, hiçbir zaman hıristiyanlar
ve yahudiler senden razı olmayacaklar, ta ki sen onların milletine girinceye
kadar.
Millet; tutulup gidilen yol demektir.
Millet; din ve şeriat demektir. İşte bu mânâda yahudilik ve hıristiyanlık
birer millettir. İslâm da bir millettir. Yâni sen kendi milletini bırakıp,
kendi dininden çıkıp onların milletine, onların dinine girmedikçe onlar senden
razı olmazlar. Sen yahudi ve hıristiyan olmadıkça asla senden razı olmayacaklar
onlar.
Evet müslümanlar bugün ne kadar onlara
benzemeye çalışırlarsa çalışsınlar, onların amellerini ne kadar taklit
ederlerse etsinler, onların düşüncelerinin yapısal özelliklerine ne kadar evet
de deseler, açıktan açığa kendi dinlerinden çıkıp, biz de yahudiyiz, biz de
hıristi-yanız demedikleri sürece, kiliselerine, havralarına girip onlar gibi
ibâdet etmedikleri sürece onlar sizden asla razı olmayacaklar. Sizi ebediyen
sevmeyecekler. Sizin hakkınızda ebediyen hayır düşünmeye-cekler.
Meselâ hakikaten şu anda İslâm
dünyasının pek çoğu, başlarındaki ne idiğü belirsiz idarecileri vasıtasıyla
yahudi ve hıristiyan-lara peşkeş çekildiği bir konumdadır. Ama şurası da bir
gerçektir ki, ne Amerika ne de yahudiler bu ülkelerden hiç birisine
güvenmemek-tedir. İşte Türkiye, Mısır, Suriye, Pakistan, Cezayir, Tunus her
şeyiyle bunlara teslim edildiği halde, bunlardan hiç birisine
güvenmemek-tedirler. İsrâil de güvenmiyor. Tamam belki dostluk anlaşmaları
imza-lıyorlar, belki ortak hareket etmeye çalışıyorlar, ama ne Amerika, ne de
İsrâil bunların hiçbirisine güvenmiyor. Niye? Çünkü şöyle bakıyorlar hadiseye:
Bugün bunlar her ne kadar bize bağlı iseler de, kanunlarıyla, eğitimleriyle,
herşeyleriyle bizim dediklerimizi yapıyorlarsa da bunların ne zaman kendilerine
gelecekleri, ne zaman uyanıp da müs-lümanlıklarının farkına varacakları belli
olmaz diye gerek bu ülkelerin müslüman halklarına, gerekse kendilerine sadâkat
yeminleri eden yöneticilerine güvenmiyorlar.
Ve fırsat buldukları zaman ilk
kesecekleri, ilk öldürecekleri kimseler olarak da bu kendilerine hizmet eden
kimseler olduklarını da zaman zaman söylemekten geri durmuyorlar. Bundan
sekiz-on yıl önceki bir A.B.D. başkanının sözü: Yeryüzünde son İsmail oğlu
kalmayıncaya kadar bizim savaşımız devam edecektir. Mümkün değil ki bu
Amerika, bu hıristiyanlar ve yahudiler karşılarında dokuz takla atan bu müslüman
ülkelerinin, müslüman ismi taşıyan idarecilerinden bile razı
olmayacaklardır.
Ama bilelim ki, bu da Allah’ın bize bir
lütfudur. Böyle olmasay-dı, bu insanların bu kadar bağlılıklarından ötürü onlar
bu idarecilere değer verselerdi, bunlar onlara daha çok bağlanacaklardı. Ve
belki de ülkelerimizi gözlerini kırpmadan onlara satmaya bile kalkacaklardı. Ama
Allah’a şükür ki bu insanlar ara ara gittikleri, katıldıkları toplantılarda bu
gâvurların gâvurluklarını, kendilerine düşmanca tavırlarını görüyorlar da
tamamen bizi onlara satmaya cesaret edemiyorlar, gözlerini açıyorlar. Bu da
Allah’ın bu gariban müslümanlara en büyük lütuflarından biridir.
Allah diyor ki: Ey Peygamberim! Boşuna
onları Allah’ın dinine kazandıracağım diye uğraşma! Kesinlikle sen onların
dinine girinceye kadar onlar senden razı olmayacaklardır. Öyleyse onları razı
etmeyi bırak peygamberim.
Rabbimizin peygamberine hitap tarzının
sertliğine bakılırsa bu meselenin gerçekten çok ciddi, gerçekten çok önemli bir
mesele olduğunu anlıyoruz. Anlıyoruz ki bu konuda peygamber bile olsa gözünün
yaşına bakılmayacaktır. Zira şahısların büyüklüğü, Allah’ın emirlerine
teslimden geçer. Allah’ın emirlerine teslim olmayanlar kim olurlarsa olsunlar,
Allah onların işini bitirir.
"Ey Peygamberim! Andolsun ki sana da
senden önceki peygamberlere de vahy olunmuştur ki, eğer Allah’a ortak koşmaya
kalkarsan tüm amellerin boşa gider ve sen hüsrana uğrayanlardan olmaktan asla
kurtulamazsın!"
(Zümer: 65)
Ve yine bakın Hâkka sûresinde 44-47.
âyetleri:
"Eğer Peygamber bize karşı bu kitaba
kendisinden bir şeyler ilave etmiş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve onun
şah damarını koparırdık!"
(Hâkka
44,47)
Buyurulur. Görüyor musunuz tehdidi?
Peygamber bile olsa bu çok önemli konuda kimsenin gözünün yaşına bakılmaz. Kimse
mazur görülemez.
Bu âyetler, Allah yolunun yolcularının
kâfirler, müşrikler ve münâfıklarla ilişkilerini belirleyen âyetlerdir.
Mü'minler kâfirlerin İslâm’a gelmesini isteyebilirler, bu tabii bir şeydir. Ama
onların zikzaklı sözleri, cıvık tavırlarına bakarak, onları razı etmek adına
onlara tavizler vermeye mü'minler asla mezun değillerdir.
Zira onların yola gelmeyişlerinin
sebebi, bu konudaki delillerin azlığından veya senin onlara İslâm’ı açıkça
anlatmayı becerememen değildir. Aksine hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak
şekilde senin açıkça İslâm’ı ortaya koyman ve onlara kendi istek ve arzularına
göre dini değiştirebilmeleri için boşluk bırakmamandır. Onun için onlara taviz
vermek çok tehlikelidir.
Eğer müslümanlar, onlara tavizler
vermeye başlarlarsa bu onların kendi dinlerinde, kendi bâtıl akideleri üzerinde
sebat etmelerine vesile olacaktır. Çünkü tavizkâr bir tutum, kesinlikle onlara
destek vermek anlamına gelecektir. Müslümanlar onlara tavizler verip onların
davranış ve inanışlarını tasvip edercesine bir tavır takınmaları, onları kendi
dinlerinde kemikleşmelerini sağlayacaktır. Bunlar bize böyle baktıklarına göre
demek ki bizim yolumuz da doğruymuş diyecekler ve yanlış dinlerine, bozuk
inanışlarına daha bir sağlam sarılmaya başlayacaklardır.
Her bir tavizi gördükçe cesaretlenip,
yeni yeni tavizler isteme-ye kalkışacaklardır. Böyle böyle seni, son tavize
kadar götürecek-lerdir. En son isteyecekleri taviz de senin onların dinlerine
girmendir.
"Gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir,
yol Allah’ın yoludur."
Artık hak bellidir, hidâyet bellidir,
yol bellidir, hayat programı bellidir. Doğrusu İslâm yoludur, doğrusu Allah
yoludur, başkalarına ihtiyacınız yoktur. E peki bizim birtakım problemlerimiz
var. Sıkıntılarımız var. Yeryüzünde yalnız yaşayamayız. Biz birilerine
muhtacız. Ekonomik, siyasî, askerî problemlerimiz var. Bizim yol göstermeye
ihtiyacımız var, bizim bir hidâyete ihtiyacımız var. E şu andaki yahudiler ve
hıristiyanlar da dünyanın en büyük dev güçleridir, ülkelerinin problemlerini
halletmişler, sanayilerini kurmuşlar, insanlarını mutlu etmişler. Hikâye bunlar
aslında, eh biz ne yapalım? dersek bakın müslü-manlara diyor ki
Rabbimiz:
Hidâyet istiyorsanız, hidâyet Allah’ın
hidâyeti, yol Allah’ın yoludur. Probleminiz varsa Allah’a havale edin, Allah’a
yalvarın, Allah’a yakarın, Allah’ın âyetlerinin tarif ettiği bir hayata
yöneliverdiniz mi, bakacaksınız ki problemleriniz kendiliğinden çözülmüştür.
Tüm problem-leriniz ama. Ekonomik, siyasî, içtimaî, askerî, eğitim, hukuk,
seçim, geçim tüm dertleriniz bitecektir. Çünkü o zaman siz yenilmez ve
ya-nılmaz bir Allah’la berabersiniz demektir. Ama öyle değil
de:
"Eğer sen, sana gelen ilimden sonra
hâlâ onların heva ve heveslerine uyarsan Allah’tan sana hiçbir dost ve yardımcı
yoktur."
Onların isteklerine, arzularına,
sevgilerine nefretlerine düşün-celerine, sosyal sistemlerine, ekonomi
anlayışlarına, eğitimlerine, ceza kanunlarına, âhiret görüşlerine yahut ahlâk,
siyaset yapılarına, her şeylerine uyarsan, artık senin için Allah’tan ne bir
dostun vardır, ne de bir yardımcın.
Sana gelen ilimden sonra. Hangi ilim gelmişti Rasulul-lah Efendimize?
Buradaki ilim Kur’an’dır. İlim vahiydir. Çünkü peygamberimize gelen vahiydi.
Eğer sen, sana gelen bu vahyi bırakır da onların ilme dayanmayan heva ve
heveslerine uyacak olursan artık dostun da yoktur, yardımcın da. Allah’ın
velâyetini, Allah’ın dostluğu-nu kaybettikten sonra artık mü'minler için
dünyada ne rahat yüzü, ne saâdet, ne bereket, ne de âhirette cennet ve devlet
olması mümkün müdür? Öyle olmamış mı diyesim geliyor?
Yıllardır bizler vahyi bıraktık,
Allah’tan gelen ilme sırt çevirdik ve bu kâfirlerin heva ve heveslerine uyduk.
Ey yahudi ve hıristiyanlar! Ey bizim efendilerimiz! Ey bizim hocalarımız! Bak
biz de sizin gibi olduk! Sizin gibi giyiniyor, sizin gibi soyunuyoruz! Eskiden
tepeden tırnağa giyinirdik, ama şimdi bak sizin hatırınıza kılık-kıyafetimizi
değiştirdik! Sizin yazınızı kullanıyor, sizin eğitiminize sahip çıkıyoruz!
Sizin kanunlarınızı, sizin tatillerinizi, sizin takvimlerinizi kullanıyoruz!
Sizin hatırınıza Nato ya girdik! Birleşmiş Milletlere üye olduk! AT’ la
nikâhlandık, İMF ile nişanlandık, bugüne kadar bir dediğinizi iki etmedik,
di-ye yalvarıp yakardığımız halde yine de kendimizi sevdiremedik. Ama beri
tarafta Allah’ın yardımı kesildiği için de gittikçe batağa battık ve bir türlü
belimizi doğrultamadık. Elbette öyle olacaktık. Ne diyor bakın
Allah:
Eğer size gelen vahyi bırakır da
onların heva ve heveslerine uyarsanız, dostunuz ve yardımcınız olarak yokum
diyor Allah. Allah’ın desteğini üzerlerinden çektiği bir toplumun akıbeti budur
işte. Ya bu kitaba evet deriz, ya bu kitapla birlikte oluruz, o zaman dostumuz
yardımcımız Allah olur. Allah desteğini hak ederiz. Ya da bu kitabı bıraktıktan
sonra, Allah desteğini kaybettikten sonra yeryüzünün tüm kâfirleriyle beraber
olsak da cehenneme kadar yolumuz var demektir. O zaman hiç kimse de bizi bu
cehennemden kurtaramaz. Zaten kâfirlerin bütün derdi bizi kendi cehennemlerine
ortak etmek. Müslümanlar var oldukları ve İslâm’ı yaşadıkları müddetçe bu
kâfirlerin aleyhinde delil vardır ve bu kâfirler bu delili yok etmek, bizi de
cehenneme sürüklemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Çünkü bunlar
başka değil sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar. Yâni bunlar bu halleriyle
din diye sadece heva ve heveslerine uyduklarından, tahrif ve bid'at ehli
olduklarından artık ehl-i kitap da değillerdir. Çünkü:
121:"Ehl-i kitabın içinde bir grup da
vardır ki bunlar kendilerine verdiğimiz kitabı gereği gibi okurlar, işte ona
iman edenler bunlardır. Ama kim de Kur an’ı küfreder, örterse işte böyleleri
zarar edenlerin ta kendileridir."
Tevrat’ı hakkıyla okuyanlar, İncil’i
hakkıyla okuyanlar, Kur’an’ı hakkıyla okuyanlar. İşte onların kitapları
kendileri için bir değer ifade ediyordur. Dün bunlar Tevrat’ı da güzel
okudular, İncil’i de güzel okudular, amel etmek üzere kitaplarına başvurdular
ve şimdi de Allah’tan gelen son kitaba tabi oldular bunlar. Yâni Kur’an’ı da
güzel okuyanlardır bunlar.
İşte ona iman edenlerdir bunlar.
Okudukları kitaba inanan ve inandıkları kitabı okuyan insanlardır bunlar.
Okudukları, bilgilendikleri, inandıkları kitaplarıyla hayatlarını düzenleyenler,
kitap kaynaklı bir ha-yat yaşayanlardır onlar. Kitaplarıyla hayatlarını
özdeşleştirenlerdir onlar. Kitapsız bir hayatla tamamen ilgilerini kesen
insanlardır onlar.
Bu âyetinde Rabbimiz kitabı hakkıyla
okuyanlardır onlar buyuruyor. Peki acaba kitabı gerçekten okumak hakkıyla
okumak ne demektir? Nasıl anlayacağız bunu? Arkadaşlar, kitabı hakkıyla okumak
demek kitaba hakkını vererek okumak demektir. Bunu şöyle kısaca bir
maddeleştirerek söyleyelim inşallah:
1- Kitabı hakkıyla okumak, onu devamlı
okumaktır. Kitapla di-yalogu hiçbir zaman kesmemektir. Hayatın her bir alanının
düzenlemesi konusunda o alanı düzenleyen âyetler kafamızda canlı olacak biçimde
sürekli onunla ilişkiyi kesmemek demektir. O kadar yoğun bir şekilde gece-gündüz
kitapla beraber olacağız ki, kitabın âyetleri hafızamızda o kadar canlı olacak
ki, belirleyeceğimiz her bir tavırı kitap eşliğinde gerçekleştireceğiz. Kitapla
yürüyecek, kitapla duracak, kitapla düşünecek, kitapla yatıp
kalkacağız.
2- Kitabı bir roman, bir hikâye okur
gibi değil de gerçekten onu anlamak, onunla yol bulmak, onunla amel etmek,
hayatımızı onunla şekillendirmek üzere okumaktır.
3- Rasûl-i Ekrem Efendimizin
hadislerinde buyurduğu gibi okudukları âyetleri kendi aralarında ders haline
getirerek, düşünerek, tartışarak, muhasebe ederek, mânâsını anlamaya,
kavramaya çalışarak okuyanlar, işte böyle yapanlar o kitaba iman ediyorlar
demektir. İşte kitap sahibi olanlar, kitap ehli olanlar bunlardır. Yoksa onun
içindekilerden habersizce bir hayat yaşayanların ben kitap ehliyim demelerinin
bir anlamı olmayacaktır.
"Ama kim de Kur’an’ı küfreder, örterse
işte böy-leleri zarar edenlerin ta kendileridir."
Kim de o Kur’an’ı örterse, örtbas
ederse, onunla ilgi kurmaz, onunla hayatını düzenlemeye yanaşmazsa işte onlar
zarardadır, dünya ve âhiretlerini kaybeden insanlardır. Ehl-i kitap içinde
gerçekten müslümanlara dost olanlar, kendi kitaplarına gerçekten iman
edenlerdir. Kendi kitaplarına samimiyetle iman eden bu insanlar kendi
kitaplarının haber verdiği son elçiye de iman etmişler ve hemen kendi
kitaplarını gönderen Allah’ın bu son mesajını da kabullenmişlerdir. Ama daha
önceden de kendi kitaplarıyla ilgisiz bir hayat yaşayanlar şimdi bu son kitaba
da aynı tavrı takınmışlardır.
122:"Ey İsrâil oğulları! Size olan
nîmetlerimi hatırlayın! Bir vakitler sizi bütün âlemlere tafdıyl
etmiştim."
"Size olan nîmetlerimi hatırlayın! Bir
vakitler sizi bütün âlemlere tafdıyl etmiştim."
Vaktiyle size lütfettiğim nîmetlerimi
bir hatırlayın! Sizi döne-minizdeki tüm akıl sahiplerine üstün kılmıştım.
Kitaplar ve peygam-berler göndererek size şan şeref bahşetmiştim. Dünyanın en
üstün toplumu oldunuz. Yusuf (a.s) döneminde Mısır’da, Dâvûd ve Süley-man (a.s)
dönemlerinde Kudüs’te, Mûsâ (a.s) döneminde Sina’da Allah’ın kitabına bağlı
olduğunuz dönemlerde sizler yeryüzünün en şerefli toplumu haline
geldiniz.
Kitap sizdeydi, risâlet sizdeydi, güç
kuvvet sizdeydi, ilim sizdeydi, izzet ve şeref sizdeydi. Şimdi bu nîmetlerime
liyakatinizi kaybettiğiniz için bu nîmetler elinizden alındı. Kaybettiniz
bunları. Bana karşı, kitabınıza ve peygamberinize karşı takındığınız bozukdüzen
tavırlarınızdan ötürü alınlarınıza zillet ve meskenet damgası vuruldu. Ve işte
tekrar eski konumunuza dönebilmeniz için bu nîmetlerimi hatırlayıp şükretmeniz
gerekmektedir. İşte şimdi bu fırsat karşınızda durmaktadır. En büyük nîmet
kitap ortada. En büyük nîmet peygamber ortada. Gelin bu kitaba, bu peygambere
iman edin. Gelin hayatınızı bunlar belirlesin. Gelin benim istediğim gibi kullar
olun. Gelin benimle yeniden barışın ve yeniden yeryüzünün en şerefli toplumu
haline gelin, diyor Rabbimiz.
İsrail oğullarına böylece seslenen
Rabbimiz, bize de diyor ki bu âyetleriyle: Ey müslümanlar! Ey yeryüzünün
perişan, derbeder insanları, sizler de size bir zamanlar lütfettiğim
nîmetlerimi bir hatırlayın hele. O Allah ki; bir zamanlar sizi, âlemler üzerine
tafdıyl etmişti. Ra-sulullah dönemindeki durumunuzu bir düşünün. Dört halîfe
dönemin-deki durumunuzu, daha sonraki dönemleri, Çin Seddinden Atlas
Okyanusu’na, Sibirya içlerinden Afrika ortalarına kadar ve Hint Okyanusu’na
kadar yeryüzünün yegâne hakimi, yegâne galibi siz olmuştunuz. Osmanlılar
zamanını, Selçuklular dönemini düşünün. Allah’a ciddi ciddi kullar olmanız,
Allah’ın size gönderdiği kitabına sahip çıkmanız sebebiyle Allah bütün bunları
size lütfetmişti. Ama sonradan Allah’a isyanınız, kitabına sırt çevirmeniz,
kitabınızı arkanıza atmanız ve peygamberinizi pratikten kaldırmanız sebebiyle
yeryüzünde zelil ve hakir bir duruma düştünüz. Tıpkı İsrail oğulları gibi
zirveden aşağıların aşağısına düştünüz. Rezil, rüsva bir hayatın mahkumu
oldunuz. Öyleyse gelin ey müslümanlar, yeniden eski durumunuzu elde etmek
isterseniz, yeryüzünün mülkünün sahibi olarak şerefli bir hayat yaşamak
istiyorsanız, gelin tekrar Allah’ın nîmetine, Allah’ın kitabına ve Rasulullah’ın
sözlerine, davetlerine kulak verin. Sizler de asla unutmayın ki sizi eski
halinize getirecek olan işte bunlar olacaktır.
Kitap ehliyiz diye tutturmuş
gidiyorsunuz. Ben size kitap ehli ne demekmiş, kitap ehli nasıl olurmuş bunu da
anlattım. Artık anlamalısınız bunu. Artık insaf edip aklınızı başınıza alın?
Değilse öyle bir zaman gelecek ki:
123:"O gün hiçbir kimse hiçbir kimse
adına ödeme yapamayacaktır. Hiçbir kimseden fidye kabul edilmeyecek. Hiçbir
şefaat fayda vermeyecek, kimseye de yardım
edilmeyecektir."
Böyle bir günün heyecanıyla tir tir
titreyin ki, o gün oğul ba-badan, baba oğuldan kaçacak. Kadın kocadan, koca
karısından kaçacaktır. Hiçbir kimseden fidye kabul edilmeyecek. Dünya kadar
malınız-mülkünüz olsa bile beş para etmeyecek. Hiçbir kimseden de fidye kabul
edilmeyecek. Hiçbir kimse de kimseye şefaat edemeyecek. Herkes Rabbinin
huzurunda bir hesabın beklentisi içinde olacaktır. Ve hiç kimseye de yardım
olunmayacaktır. Öyleyse gelin ey insanlar o günün heyecanıyla, o günün
sıkıntısıyla Allah’ın size verdiği nîmetleri hatırlayın ve hazırlıklı
olun.
Sakın ha filanların Allah’la arası
iyidir, benim de onlarla aram iyidir, o halde onlar beni kurtaracak ümitleriniz
olmasın. O gün ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kocanın karısına,
ne amirin memuruna sağlayabileceği bir şey yoktur. Herkes yardımcısız ve
yalnız olarak Allah’ın huzuruna gidecektir. Melikler yalnız, mâlikler yalnız,
hükümdarlar, krallar yalnız, hacılar, hocalar yalnız ve hattâ peygamberler bile
yalnız. Hepsi de çaresiz Allah’ın kendilerine vereceği hükme razı olacaklardır.
İsrâil oğullarına seslenen âyetler
bölümü burada bitiyor. Bakara sûresinde 40. âyetten itibaren 123. âyete kadar
ki bölüm hep İsrâil oğullarına hitap ediyordu, ama esasında bu âyetler hep
bize hitap ediyordu. Eğer bu bölüm İsrâil oğullarını anlatıyor, bunların bizimle
ilgisi yok deyip kitabımızın bu bölümünü geçseydik, bu âyetler bize hiçbir
mesaj vermeyecekti. Ama bu âyetler bizi anlatıyor.
Efendim bu âyetler yahudiler hakkında
inmiştir, şunlar hıristiyanlar için gelmiştir, bunlar müşriklere hitap ediyor,
bu şunları, bu bunları anlatır diyerek hiç bir âyeti elimizin tersiyle itmeye
hakkımız yoktur. Bileceğiz ki bu kitap bize gelmiştir ve her bir âyeti bizi
anlatıyor, bize hitap ediyor demektir.
Her bir âyet, şu anda bize yeniden
nazil oluyormuşçasına, bunlar sayesinde Allah’la konuştuğumuzu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. Bakın bu 80 kadar âyet bize şu ana kadar pek çok
mesajlar sundu. Bu 80 kadar âyetin bize şu ana kadar sunduğu bu mesajları biz
nereden ve hangi kaynaktan öğrenebilirdik? Hangi kaynaktan, hangi
üniversiteden bu kadar bilgi alabilirdik? Bu 80 âyetin bize kazandırdığı,
imanı, izzeti, şerefi kim verebilirdi bize?
Öyleyse bizim de yapacağımız iş,
belki en birinci işimiz, bize bu kadar iman ve şeref kazandıran bu âyetleri
gündeme alıp, sanki şu anda bize yeni nazil oluyormuş gibi toplumun gündemine
indirmek zorundayız. Bu toplumu bu âyetlerden başka bir şeyin dirilteceğine ben
inanmıyorum. Kaldı ki toplumun nasıl dirileceğini de biz düşünmek zorunda
değiliz. Zira bu toplumu diriltecek olan Allah’tır. Biz beşir ve nezir olarak
bize düşeni yapalım, gerisini Allah’a bırakalım, o kendine düşeni elbette
yapacaktır. Allah yardımcımız olsun. Bundan sonra bir bölüme
geldik.
Bu bölümde Hz. İbrahim’den (a.s) söz
ediliyor. Bakara sûresi-nin buraya kadar olan bölümlerinde yahudilerin, kısmen
de hıristiyan-ların Hz. Mûsâ (a.s) dönemindeki ve o Hz. Mûsâ döneminden
Rasu-lullah dönemine kadar geçen zaman içinde peygamberlerine verdikleri
ahidlerinden, onların tavırlarından, tutumlarından söz edildi. Bu arada zaman
zaman müşriklerden ve müşriklerin ehl-i kitapla pek çok hususlarda birlikte
hareket ettiklerinden söz edildi.
Bundan sonra Rabbimiz bu bölümde, Hz.
Mûsâ’dan çok önceki dönemlere, Hz. İbrahim (a.s) dönemine dönecek ve böylece
ken-dilerini Hz. İbrahim’e izâfe eden, Hz. İbrahim’in kendilerinin ataları
olduğunu, onun yolunda olduklarını iddia eden hem yahudileri hem de Mekke
müşriklerini bir de böyle yargılayacak. Yahudilerin ve müşriklerin iddia
ettikleri Hz. İbrahim’le alâkalı bütün hakikatleri gözler önüne sermeye
başlayacak Rabbimiz. Hz. İbrahim’in dininin gerçek çehresini ortaya koyarak
onun yolunda olduklarını iddia edenlerin bozuk ve tahrif edilmiş itikatlarıyla
bu ikisi arasındaki çok uzak mesafeleri anlatacak.
Aynı zamanda İbrahim’in (a.s),
onun oğulları olan İshak ve İsmail’in (a.s) ve son olarak da Yakub’un (a.s)
takip buyurdukları dinle, inanışla son peygamber Hz. Muhammed’in (a.s) dini
arasındaki benzerlikler vurgulanacak. Ve böylece ehl-i kitabın ve müşriklerin
tüm iddiaları çürütülecek, yahudi ve müşriklerin yıllardır iddia ede
geldikleri İbrahim’in torunu olmalarından ötürü üstün olma ve Hz. İbrahim’in
varisi olma meseleleri tamamen suya düşmüş olacak. Bunların İbrahim yolundan
inhiraf ettikleri andan itibaren veraset hakkını kaybettikleri ve bu yüzden de
İlahî imamet ve hilafete İbrahim (a.s)'ın tüm torunları değil, sadece âdil olan
bir kısmının lâyık olduğu ortaya konulacak.
İbrahim (a.s) kendi başına zirvede bir
peygamber. Etrafında yardımcısı yok, destekleyicisi yok, kimsesi yok, yalnız
başına bir insan. Bu kelimeler: Önce babasıyla bir imtihan veriyordu. Çünkü
babası müşrikti, puta tapan bir insandı. Babasıyla ciddi bir savaş vermişti
İbrahim (a.s). Bu imtihanı başarıyla geçti ve kazandı.
Sonra kavmiyle çatıştı. Çünkü kavmi
aya, yıldızlara ve güneşe tapınıyordu, bunu da kazandı İbrahim (a.s) . Bunların
hiçbirisinin Rab olamayacağını onlara ilan etti. Yine kavmi putlara tapıyordu,
İbrahim (a.s) onları kırarak, onların da ilâh olamayacağını ilan etti. Hattâ put
kırma savaşıyla çok büyük bir imtihanla karşı karşıya gelmişti onu da başardı.
Ve yine İbrahim (a.s) kavminin kralıyla
da bir çatışma içine girmişti, çünkü kavmin kralı Nemrut kendisini toplumuna
İlâh olarak kabul ettirmişti. İbrahim (a.s) burada da başarılı bir savaş verdi
ve nihâyet doğup büyüdüğü bölgede son imtihanı ateşe atılma idi. Ateşe atıldı
İbrahim (a.s). Ateşe atılırken bile o, Rabbine tevekkülden, bağlılıktan bir an
vazgeçmedi. Bu imtihanı da başarıyla verdi İbrahim (a.s). Ateş Allah’ın izniyle
onu yakmadı. İbrahim’e Allah’ın emriyle soğuk ve selâmet oldu ateş.
Ve yine İbrahim (a.s) doğup
büyüdüğü yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Hicrete mahkum oldu.
Mezepotomya’daki Ur şehrini terk etti. Çünkü ülkesinde kimse kendisine
inanmamıştı, sadece hanımı Sare annemiz ve yeğeni Lût (a.s) vardı. Buradan
Harran bölgesine gitti. Sonra oradan Şam’a gitti, sonra oradan da Kudüs
diyarına, oradan Mısır ve tekrar Şam bölgesine gelmişti. Bir ara da İbrahim
(a.s) Mekke’ye kadar bir ziyareti olmuştu. Rabbinden sonradan evlendiği Hacer
anamızı ve oğlu İsmail’i (a.s) burada bırakma emrini almıştı. Mekke’de bırakma
emrini almıştı. Bütün bunlar Allah’ın imtihanıydı. Bütün bu imtihanlara ek
olarak oğlunu kurban etme imtihanıyla da karşı karşıya geldi ve bunu da başardı.
Allah’ın istediği bu emri de yerine getirmek için hareket etti, ama Allah bu
emrini geri alıp bu işten onu muaf tutmuştu, fakat o bunu da
başarmıştı.
Bütün bunları yaparken o tek başınaydı.
Tek başına ortaya çıkıyor. Tüm dünya kendisine düşman, babası bile kendisine
düşman. Babil kralı kendisini ilâh olarak ilan etmiş, toplum yıldızları, ayı,
güneşi kendisine tanrı edinmiş, ortamda çeşit çeşit putların hâkimiyeti söz
konusu. Halk, devlet, millet herkes birleşmişler, İbrahim’e karşı birlikte
hareket ediyorlar. Ama bir İbrahim çıkıyor ortaya, önce babasıyla, sonra
kavmiyle, toplumuyla, sonra devletiyle, sonra putlarla, sonra yıldızla, ayla,
güneşle çetin ve onurlu bir kavga vermiş. Toplumuyla, devletiyle arası açılmış,
ateşe atılmış, ölümle tehdit edilmiş, sonra hicrete mahkum edilmiş, yurdunu
terk etmek zorunda bırakılmış.
Ve nihâyet bütün bu denemelerden
geçirildikten ve her birinden alın akıyla çıktıktan sonra, bütün bu çileler ve
ıstıraplarla yaşı uzunca yaşayan bir insanın yaşına ulaşmış ve Rabbimiz buyurur
ki:
124:"Hatırlayın hani İbrahim’i,
Rabbi birtakım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları tam olarak yerine
getirmişti. Ey İbrahim! Ben de seni tüm insanlara imam yapacağım! İbrahim ya
Rabbi zürriyetimden de dedi. Zâlimler benim ahdime ulaşamaz."
"O da bunları tam olarak yerine
getirmişti."
Bütün hayatı başarılıydı, bütün
imtihanlardan alın akıyla çıkmıştı. Hep kendi başınaydı, hiç yardımcısı ve
destekleyicisi yoktu. Ur şehrinde tek başına, babasıyla karşı karşıya gelirken
kendi başına, ateşe atılırken kendi başına, putları kırarken kendi başına,
yıldızları, ayı, güneşi doğrarken kendi başına, hicrete çıkarken kendi başına,
kralın karşısına çıkıp ona meydan okurken hep kendi başına, hiç yardımcısı ve
hamisi yoktur. Bütün bunları becerdikten sonra Rabbimiz buyuruyor
ki:
"Ey İbrahim! Ben de seni tüm insanlara
imam yapacağım!"
İbrahim başarılı olunca, yüz akıyla bu
denemelerden geçince elbette Rabbi ona bir mükâfat vermeli, onu
ödüllendirmeliydi. Rab-bimiz buyurdu ki: Ey İbrahim! Sen bu imtihanlardan
başarıyla çıktın, kelimeleri tastamam tamamladın ben de seni tüm insanlara reis
yapacağım! Tüm insanlığa lider yapacağım. Ben de seni imam yapaca-ğım. Aslında
peygamberlerin hepsi imamdır. Hattâ bakıyoruz Kur’an-ı Kerîmde küfrün
önderlerine, kâfirlerin kendilerine uyduğu insanlara da imam kelimesi
kullanılmış. İmam; buradaki imam, namazdaki imam demek değildir sadece. Buna
imamet-i suğra denilir. Bununla beraber onun dinde örnek olarak imam
kılınmasıdır. İmam önde olan, öne geçen, kendisine uyulan, iktida edilen,
muktedabih demektir.
İmam bir de devlet başkanlığı demektir.
Seni devlet başkanı yapacağım. İmam, kıyamete kadar tüm insanlığın kendisini
örnek alması gereken önder demektir. Seni imam kılacağım, seni öne geçirip
herkesi sana tabi kılacağım, seni önder yapacağım. Evet, seni tüm insanlığa imam
yapacağım. Halîfe Adem’di (a.s). Âyeti daha önce okuduk:
(Hatırlayın, hani Rabbin meleklere: Ben
yeryüzün-de bir halife yaratyacağım buyurmuştu”
(Bakara: 30)
Âyetinden anlıyoruz ki halîfe Hz. Adem
atamızdı, onun pratiğini Hz. Dâvûd gerçekleştirmişti yeryüzünde. Yâni hiçbir
peygamber bu döneme kadar bu halîfelik rolünü üstlenemedi. Yıllar sonra Cenab-ı
Hak Dâvûd’a (a.s)
diyecekti:
"Ey Dâvûd, biz seni yeryüzünde halîfe
kıldık, sen de insanlar arasında adâletle hükmet!"
(Sâd: 26)
İşte hilafetin olmadığı dönemde
de insanlığa imam olarak Hz. İbrahim’in görevlendirildiğini görüyoruz. Hilafetin
olmadığı dönemler-de bile kendisine uyulacak bir imam. Kendisine imamlık
verilince İbrahim (a.s) buyurdu ki:
"İbrahim, ya Rabbi zürriyetimden de
dedi."
Ya Rabbi beni imam seçtin, bu
nîmet sadece bana ait bir nîmet olmasın. Bana vereceğin bu nîmeti zürriyetime
de ver ya Rabbi. Soyumdan da, neslimden de! Zürriyetimden de imamlar getir ya
Rab-bi! Soyuma da bu imamlığı nasip et ya Rabbi! Bu şerefi benim zürriyetime de
lütfet ya Rabbi! Öyle ya insanlar için imam olmak, insanlar için rehber olmak,
insanlar için peygamber olmak, belki sıkıntılı bir meslek, ama en büyük bir
nîmetti ve kendi çocukları için de bunu is-tiyordu İbrahim (a.s). Mal
istemiyordu, mülk istemiyordu, saltanat is-temiyordu çocukları için. Aman ya
Rabbi onlara servetler ver, evler, arabalar, dükkanlar, mallar mülkler ver,
onları el âleme muhtaç etme demiyordu. Sadece imamet, sadece rehberlik, sadece
risâlet istiyordu kendisi için de çocukları için de. Onun bu talebine karşılık
Cenab-ı Hak buyurdu ki:
"Zâlimler benim ahdime
ulaşamaz."
Zâlimlere kesinlikle bu imamlığı, bu
reisliği vermeyeceğim. Zâlimler kesinlikle bu ahdime ulaşamayacaklar. Zâlimler
kesinlikle imam olamaz. Zâlimler kesinlikle peygamber olamaz. Zâlimler
kesinlikle müslümanların reisi olamazlar, idareci olamazlar, müslümanların
başına geçemezler. Hz. İbrahim’in oğlu da olsa zâlimlere idarecilik yok.
Kâbe’nin Hâcibi de olsan, Kâbe’nin anahtarlarına da sahip olsan, Kâbe halkının
idarecisi de olsan, yahudilerin reisi de olsan, haham da olsan, papaz da olsan,
âlim de olsan, hacı da, hoca da olsan eğer sen zâlimsen senin imamlık, önderlik
hakkın yoktur, idarecilik hakkın yoktur.
Demek ki insanların imam olabilmeleri,
önder olabilmeleri, muktedabih olabilmeleri, izinden gidilen kişiler
olabilmeleri için, idareci olabilmeleri ve de devlet nîmetine ulaşabilmeleri
için, bu yasaya uymaları gerekmektedir. Yâni âyetin ifade ettiği gibi âdil
olmaları, zâlim olmamaları ve de Cenab-ı Hakkın kelimelerini tamamlamaları
gerekmektedir. Yâni tıpkı Hz. İbrahim (a.s) gibi Allah’ın emir ve yasakları
konusunda başarılı olmaları gerekmektedir.
Zâlimler idareci olamazlar, zâlimler
devlet başkanlığına asla getirilmemelidirler. Âyet-i kerîme bize bunu
anlatmaktadır. Hattâ başlangıçta zâlim olmayıp da sonradan zâlim olanların bu
görevden alınmalarının vacip olduğunu anlatır bu âyet-i kerîme.
Realite budur, ama bugün nice zâlimler
şu anda idareci olabilmişler diyorsanız, şunu söyleyelim. Şurası bir gerçektir
ki, âdil bir toplumun başına zâlim bir idareci kesinlikle geçmemiştir,
geçememiştir. Tarih böyle bir hadise kaydetmiyor. Tarih boyunca bu hep böyle
olmuştur. Müslümanlar kendileri bizzat toplum olarak âdil oldukları hiçbir
dönemde onların başına zâlim birisi iktidar etmemiştir.
Ama, müslümanlar müslümanlıklarını
kaybettikten sonra, müs-lümanlar bu adâlet özelliklerini kaybettikten sonra
zâlimler ancak müslümanların başına geçebilmiştir. Başka türlü kesinlikle
müslü-manların başına zâlimler geçememişlerdir. Toplum zâlim olunca onların
başına zâlim idareciler geçebilmiştir. Bakın, bu hususu anlatırken Allah’ın
Rasûlü bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Siz nasılsanız öylece idare
edilirsiniz."
Siz nasılsanız, nasıl birine lâyıksanız
öylece idare olunursunuz.
Keşfü’l-Hafa’daki başka bir
hadislerinde Allah’ın Rasûlü şöyle buyurur:
“Sizin idarecileriniz sizin
devlet başkanlarınız, sizin amellerinizdir. Amelleriniz bir adam şeklinde
temessül etmiş ve sizin başınıza idareci olmuştur. Amelleriniz neyse,
idarecileriniz odur.”
Rabbimiz de Kur’an-ı
Keriminde:
"Bir
toplum kendini değiştirmedikçe, Allah kesinlikle o toplumu
değiştirmez."
(Ra’d: 11)
Toplumların yasasıdır bu. Bir toplum
değişmeye karar verip, düzelmeyi düşünmedikçe Allah asla o toplumları
değiştirecek değildir.
Rabbimiz buyuruyor ki; zâlimler imamete
lâyık değillerdir. Zâlimlerden idareci edinilmemesi ve başlangıçta zâlim
değilken idareci olmuş birisi, eğer sonradan zâlim olursa hemen bunun o
makamdan alınmasının vacip olduğunu anlatıyor âyet-i
kerîme.
İmamlık âdillerin işidir. İşte Hz.
İbrahim’in (a.s) iki hanımı var. Birisi Hacer, diğeri Sare annelerimiz.
Hacer’den İsmail (a.s), Sare’den İshak, İshak’tan Yakub, Yakub’dan Yusuf,
Yusuf’tan ileriki dönemler-de Mûsâ, Harun, onlardan sonra Dâvûd, Süleyman,
Zekeriyya, Yahya, İsa ve İsmail’den (a.s) Hz. Muhammed (a.s). İşte bizim için en
mükemmel imamlar. Hayatlarında kesinlikle falso olmayan ve bizim kendilerini
örnek alıp hayatlarını yaşadığımız zaman kendilerini taklit ettiğimiz zaman,
kesinlikle hata etmeyeceğimiz mükemmel örnekler. Hayatları Allah tarafından
kesinlikle onaylanmış insanlar.
Ama biz onları bırakıp da birbirimizi
ya da içimizden birilerini örnek aldığımız zaman, Allah’ın onaylamadığı bir
hayat bizim için örnek olamaz. Bundan dolayıdır ki, toplumun kendilerini örnek
kabul ettikleri, önder kabul ettikleri insanlar, hacılar, hocalar, mürşitler,
şeyhler daima kendilerine bir görev olarak şunu çok iyi bilmeliler:
İnsanlara, gelin peygamberlerle beraber olalım. Gelin, hayatları Allah
tarafından onaylanmış elçilere benzeyelim, gelin kitabın dediği gibi olalım
demeliyiz. Kesinlikle insanları kendimize veya kendimiz gibilere çağırmayalım.
Gelin bizim gibi olun, gelin bizim gibi yaşayın, bizi örnek alın, biz nasıl
yaşıyorsak siz de öyle yaşayın demeyelim.
Eğer insanlar bizi örnek alır, bizim
gibi olmaya çalışırlarsa bizde çakılır kalırlar ve bizi aşamazlar, ancak bizim
kadar olabilirler. Daha öteye geçemez bu insanlar.
Bir de bu âyet-i kerîme liderliğin ve
imametin yahudilerden alınıp müslüman toplumun eline geçtiğini anlatır. Sanki
bu âyetiyle ya-hudilere diyor ki Rabbimiz: Ey İsrâil oğulları! Bir zamanlar
sizler âdildiniz! Kitaba ve Peygambere sahip çıktığınız o dönemler size
yığın-larla nîmet ulaştırmış, sizi uzun bir süre nübüvvet ve İmamete nail
kıl-mıştım. Kitap sizdeydi, risâlet sizdeydi, bilgi sizdeydi, şan ve şeref
siz-deydi. O dönemlerde sizi bütün âlemlere üstün kılmıştım. Ama sonradan
kitapla, peygamberle ilginizi kestiniz ve zâlimlerden oldunuz. Hal-buki
zâlimler benim ahdime ulaşamazlar. Ben zâlimleri imam yapmam. İşte şimdi bu
imamet, bu liderlik sizden alındı; bu imamet İsmail oğullarına intikal etti
diyordu. Biraz sonra yine onların bu liderliklerinin sona erdiğini anlatmak
üzere gelecek âyetlerle de kıblenin onlardan alınıp liderliklerinin son bulduğu
bir daha vurgulanacak.
125:"Biz beyti (Kâbe’yi) insanlar için
toplanma, sevap kazanma yeri ve emniyet kıldık. İbrahim’in makamında da namaz
kılacak yer edinin. İbrahim’le İsmail’e de beytimi tavaf edenler, beytime
misa fir olanlar, oraya gelenler ve
orada ibâdet kastıyla itikafa girenler için, ve de rükû ve secde edenler için
tertemiz tutun diye emir vermiştik."
İbrahim (a.s) gündeme gelince elbette
Kâbe de gündeme gelecektir. Çünkü Kâbe’yi bina eden oydu. Kâbe’yi ilk bina eden
Adem’di (a.s). Ama ikinci olarak o beytin İbrahim (a.s) tarafından bina
edildiğini biliyoruz. Evet beyt istikrar yeridir, beyt emniyet yeridir, beyt
eman yeridir. O beyte sığınan, o beytle beraber yaşayan kişi istikrara kavuşmuş
demektir. O beyte sığınan kişi, emniyette olmuş demektir. Evet emniyet, huzur ve
istikrar mahalli.
Bakıyoruz, şu anda tüm dünyada
insanlar istikrar ve huzur arayışı içindedirler. Yeryüzünün hiçbir yerinde,
hiçbir bölgesinde huzur ve sükun kalmamış. Öyleyse biz de huzurunu kaybetmiş,
sükûnet arayan, huzur ve sükuna susamış tüm bu yeryüzü insanlığa diyeceğiz ki;
gelin ey insanlar Allah’ın istikrar, huzur ve saâdet mahalli kıldığı evini temel
kıble kabul edelim ve hayatımızı o kıbleye yönelik olarak düzenleyelim. O
kıblenin Rabbine göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin Rabbinin kitabına ve o
kitapta bize haber verilen yasalara göre bir hayat yaşayalım. O kıblenin
Rabbinin koruması altına girelim. Rab olarak, İlâh olarak sadece onu bilelim ve
sadece onun programını hayat programı olarak kabul edelim. Eğer bunu yaparsak
kesinlikle bilelim ki, o bizi istediğimiz istikrara ve huzura kavuşturacaktır.
Öyleyse kıblemizi değiştirmek
zorundayız. Washington’dan veya Paris’ten veya Pekin’den kıble edindiğimiz
sürece bizim istikrara kavuşmamız mümkün değildir. Allah’tan başkalarının
kıblelerine tabi olmaktan vazgeçersek, Allah’tan başkalarının rotasına girmeyi
terk edersek, hareket tarzımızı Allah’tan başkalarının belirlemesini
bırakırsak, Allah’tan başkalarının kanunlarına itaatten vazgeçerek kıblemiz
sadece Kâbe olursa, kesinlikle bilelim ki; tüm problemlerimiz bitecektir. Tüm
hayatımızda huzur ve sükun hakim olacaktır. Çünkü orası güvenlik yurdudur,
emniyet mahallidir.
"İbrahim’in makamında da namaz kılacak
yer edinin."
Makam-ı İbrahim’de Mûsâlla edinin.
Makam-ı İbrahim’de namaz kılın. Makam-ı İbrahim’de dua edin, yâni duanız
İbrahim’in duası gibi olsun. Yâni namazınız İbrahim’in namazı gibi olsun.
İbrahim gibi namaz kılın. İbrahim gibi hayatınıza hakim olacak bir namaz kılın.
Ha-yata hakim olan bir namaz, namaza endeksli olan bir hayat yaşayın, tıpkı
İbrahim (a.s) gibi olun, yâni herşeyinizle İbrahim gibi olun. Maka-m-ı
İbrahim’de olmak, İbrahim makamında, İbrahim konumunda olmak demektir, İbrahim
(a.s) gibi olmak demektir. İbrahim makamın-da olmak, İbrahim’in rolünü
üstlenmek demektir. İbrahim makamında olmak, İbrahim’in yaptıklarını yapmak
demektir. İbrahim’in misyonunu üstlenmek demektir.
İbrahim’in (a.s) ilk başlangıç
mücâdelesinden itibaren yâni babasıyla, kavmiyle, kralıyla, puta tapan
toplumuyla nasıl bir mücâdele yapmışsa, vatanından sürülmesi pahasına da olsa
Allah’a kulluktan nasıl vaz geçmemişse, bu imtihanlardan sonra imamet hakkına,
önderlik ve idarecilik hakkına nasıl ulaşmışsa, siz de tıpkı onun gibi onun
makamında olun ve onun ulaştığı makama ulaşın. Onun gibi ibâdet edin, onun gibi
tavır koyun, babanıza tavrınız onun gibi, toplumunuza tavrınız onun gibi, zâlim
idarecilere, onların putlarına, put sistemlerine karşı tavrınız onun gibi
olsun. Ateşe atılma, zindana tıkılma, sürgüne maruz kalma ile karşı karşıya
kaldığınızda tavrınız onun gibi olsun. Adım adım onun hayatını örnek alın emrini
veriyor Allahu Te-âlâ..
"İbrahim’le İsmail’e de beytimi tavaf
edenler, beytime misa fir olanlar, oraya gelenler ve
orada ibâdet kastıyla itikafa girenler, rükû ve secde edenler için tertemiz
tutun diye emir vermiştik."
Namaz kılanlar için temizleyin, temiz
tutun diye emir vermiştik, ahid almıştık onlardan. Allah ahid alıyordu o
ikisinden.
Çünkü Kâbe’yi onlar bina etmişlerdi.
Elbette bu beytte ilk görevliler onlar olacaktı. Beytin ilk hizmetçileri de
onlar olacaktı. Çünkü bu beyt Allah’ın eviydi, bu beyte gelenler de Allah
misa firiydi. Allah
kullarına, Allah misa firlerine de elbette
hizmeti Allah peygamberleri yapardı. Çünkü peygamberler insanlardan ücret almak
için, insanların sırtına binmek için değil insanlık için var olan insanlardı.
Çevresindeki insanlara en fazla fedâkarlık yapan, bir ihtiyar kadının bile, bir
küçük çocuğun bile hizmetinde olan insanlardı. Ve işte İbrahim (a.s), İsmail
(a.s) Allah’a bu konuda ahid veriyorlardı. Beyti Allah’ın kulları için
hazırlayacaklar, temizleyeceklerdi.
Allah’ın beyti temiz olacaktı. Beytin
temizlenmesi, temiz tutulması demek; sadece maddî pisliklerden temizlenmesi
demek değildi. Bununla beraber putlar gibi, putların egemenliği gibi, şirk gibi
her tür pisliklerden temizlenmesi gerekiyordu. Orada şirk olmayacaktı, orada
putlara yer olmayacaktı, orada krallara yer olmayacaktı, orada tâğut-ların
hâkimiyeti olmayacaktı. orada Allah’tan başkalarının sözü geçmeyecek, orada
sadece Allah yüceltilecekti, sadece Allah’ın emirleri konuşulacaktı, Allah’tan
başkalarının tâlimatlarına yer olmayacaktı. Allah’tan başkalarının sistemleri
uygulanmayacaktı. Hayat programları uygulanarak Allah’tan başkalarına hamd
edilmeyecekti. Allah’tan başkalarının arzuları, programları, emir yasakları
uygulanmayacaktı. Hayat sadece Allah için yaşanacaktı.
Evet, Allah’ın evi tüm bu
pisliklerden temizlenecekti. Ya da yıllardır biz Hz. İbrahim’in yolundayız,
biz onun torunlarıyız diyerek Kâbe’ye sahiplik iddiasında bulunan ve o güne
kadar Allah’ın beytinde olmadık pislikler gerçekleştiren müşrikler oradan
çıkarılacak, egemenliklerine son verilecek, etkinlikleri bitirilecek ve böylece
Kâbe temizlenecekti.
O gün bu konuda onlar Allah’a söz
veriyorlardı, ama onlardan sonra bu emaneti kıyamete kadar üzerine alan
müslümanlar da bu vazifeyi gerçekleştirmek üzere Allah’a söz veriyorlardı.
Öyleyse Allah evlerini şirklerden, mescidleri Allah dışındaki egemen güçlerden
ne kadar temizlediğinizi, Allah’a verdiğiniz bu sözü ne kadar
gerçekleştirdiğinizi bir düşünün.
Rükû ve secdeli namazın sadece
Muhammed’in (a.s) ümmetine mahsus bir namaz olduğu düşünülürse, Cenab-ı Hak
aslında bu ahidle Hz. İbrahim ve İsmail’den böyle bir ümmetin, Muhammed
ümmetinin geleceği konusunda ahid almıştı da diyebiliriz. Gelecek şerefli
ümmet için, Muhammed ümmeti için bu evimi temizleyin, temiz tutun diye Allah,
İbrahim ve İsmail’den (a.s) söz alıyordu.
Müşrikler Kâbe bizimdir, Kâbe’nin
sahipleri bizleriz diyorlardı. Ama hani İbrahim’den ve İsmail’den alınan bu
sözün pratiği yok. Allah, onlara orayı Allah’ın kulları için, Allah’a kulluk
yapacak olanlar için temizleyin buyurduğu halde bu müşrikler Allah’ın bu sözünü
unutmuşlar ve orasını putlarla doldurmuşlar, putların egemenliğinde bir Kâbe
haline getirmişler.
Peki bu mu Kâbe’ye sahip olmak? Bu mu
Kâbe’ye ehil olmak? Biz İbrahim’in yolundayız diyorlar. Bu mu İbrahim’in
yolunda olmak? Böyle mi yapmıştı İbrahim? Bir ömür boyu putlarla savaşan bir
İbrahim’in yolunda olmak bu olmamalıydı elbette. Hem putları yücelteceksiniz,
hem Kâbe’de putlara egemenlik tanıyıp Allah’ı unutacaksınız hem de İbrahim’in
yolunda olduğunuzu iddia edeceksiniz, olacak şey midir bu? Hem Allah’ı farklı
tanıyacaksınız, Allah’ın kulu ve Rasûlü olan bir insanı, Hz. İsa’yı Allah yerine
koyacaksınız, hem de biz İsa’nın yolundayız diyeceksiniz, olacak şey mi bu? Hem
Muhammedin (a.s) yolundan ayrılacaksınız, onun sünnetini, yolunu terk
edeceksiniz, hayatınızda ona ve sünnetine yer vermeyeceksiniz hem de onun ümmeti
olduğunuzu iddia edeceksiniz, olacak şey midir bu?
Evet, Kâbe budur ve oraya yönelerek
kılınacak namaz da budur. Öyle bir namaz ki; hayata hakim, öyle bir hayat ki;
namaza özdeş. Hayatla namaz özdeşleşmiş. Hayat namazdan ayrı değil, namaz
hayattan kopuk değil, böyle hayatla namaz iç içe olacak. Yani namaz hayata
egemen olacak. Hayatın tüm programını namaz belirleyecek. Hayata etkin olmayan,
hayat programının boşluklarına sıkıştırılmış bir namaz, yani şu anda biz
müslümanız diyen insanların kıldığı namaz Allah’ın istediği bir namaz değildir.
Yâni bir kimsenin namazıyla hayatı
doğru orantılıysa o kimse namazı ikâme ediyor demektir, o kimse namazı ayağa
kaldırmış, ya da o kimse dininin direğini dikmiş demektir. O kimsenin namazı
namaz demektir. Yâni onun namazı rükûlu ve secdeli bir namaz demektir.
Namazın rükûlu ve secdeli olması
demek, yâni namazı onun ekonomisine, ticaretine, kılık kıyafetine,
alışverişine, işine, aşına, karısına, kızına, mesleğine, meşrebine
karışabiliyorsa, yâni kişinin tüm hayatına namazı imzasını atıyorsa bir adamın,
işte o kimse rükûlu ve secdeli bir namaz kılıyor demektir. Değilse hayatına
karışmayan bir namaz, rükûsuz ve secdesiz, işte ehl-i kitabın namazı gibi bir
namaz olacaktır Allah korusun.
126:"Hatırlayın, İbrahim demişti ki
Rabbim burasını emin bir belde kıl! Ahalisinden Allah’a ve ahiret gününe iman
edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır diye dua etmişti. Allahu Teâlâ da hayır
(kâfirlerin rızık hakkı vardır) küfredenleri az bir zaman faydalandıracağım,
sonra da onları ateşin azabına uğramak zorunda bırakacağım. Ve o ateş ne kötü
bir varış yeridir."
Bu belde emin olsun! Emniyette olsun.
Yerden ve gökten gelebilecek her türlü belâ ve musîbetlerden emin olsun.
İnsanların bir-irlerini yediği, zulümlerle, haksızlıklarla birbirlerini yok
etmeye çalıştığı, birinin diğerine hak tanımadığı bir dünyada yaşadıkları
dönemlerde bile bu belde emin olsun, emniyetin sembolü olsun. Bu beldede
insanlar huzur içinde yaşasın ya Rabbi.
Ve burada oturanlardan Allah’a ve
âhiret gününe inananları çeşitli rızıklarla rızıklandır ya
Rabbi.
Niye böyle dedi Hz İbrahim? Yâni niye
Allah’a ve âhiret günü-ne iman edenleri rızıklandır dedi? Bunun sebebi şudur:
Hani Rab-bimiz; Ey İbrahim ben seni imam yapacağım, seni önder yapacağım
buyurunca İbrahim (a.s) ya Rabbi benim zürriyetimden de imamlar kıl demişti de
buna karşılık Rabbimiz buyurmuştu ki:
Ya İbrahim, ben onu, imamlığı,
idareciliği, zâlimlere nasip etmeyeceğim buyurmuştu ya, işte ondan ders alarak
böyle diyordu İbrahim (a.s). Rabbinden kendisine gelen uyarıya hemen kulak
veriyor-du. Bu uyarıyı hayatı boyunca hiç unutmuyordu. Çünkü Rabbinden daha
önce bir istek de bulunmuştu. O dersi unutmadığı için böyle
demişti.
Ya Rabbi zâlim olanlara değil, sadece
Allah’a ve âhiret günü-ne inananları rızıklandır deyiverdi. Peki biz ne
anlayacağız bundan? Biz de tıpkı atamız İbrahim (a.s) gibi Kur’an’ın
âyetleriyle, Kur’an’ın uyarılarıyla karşı karşıya kaldık mı hemen onu
algılayalım. Bilelim ve ikinci defa aynı konuda hataya düşmemeye çalışalım
inşallah.
Bakın, dedi ki İbrahim (a.s): Ya Rabbi
benim zürriyetimden olanlar da, yâni oğlum, kızım da imamlar olsun. Allah da
buyurdu ki; ben idareciliği zâlimlere vermem. İmamet konusunda, idarecilik
konusunda böyle olursa, herhalde rızık konusunda da bu böyledir, herhalde
rızık konusunda da bunlar ayrılacak zannetti ve dedi ki, ya Rab-bi madem ki sen
zâlimlere idarecilik vermiyorsun, zâlimlere idareciliği lâyık görmedin, öyleyse
bu zâlimlere rızık da vermeyeceksin, o halde onlara rızık da verme deyiverdi.
Sadece onlardan Allah’a ve âhiret gününe inananları çeşitli rızıklarla
rızıklandır deyiverdi. O zannetti ki rızık konusunda da onların hakkı
olmayacak, imametten menedilen bu zâlimler rızıktan da menedilecek. Allah
buyurdu ki:
"Allahu Teâlâ da hayır (kâfirlerin
rızık hakkı vardır) küfredenleri az bir zaman faydalandıracağım, sonra da
onları ateşin azabına uğramak zorunda bırakacağım. Ve o ateş ne kötü bir varış
yeridir."
Demek ki kâfirler rızıktan mahrum
bırakılmıyorlar. Demek ki bu ikisi arasında çok büyük fark vardır. Demek ki
imamet, önderlik, idarecilik sadece mü'minlere verilirken; dünya malı, mülkü
hem mü'-minlere hem de kâfirlere verilmektedir. Demek ki dünya metasının Allah
katında hiçbir değeri yoktur. Şu peşine takıldığımız, şu onsuz olmaz dediğimiz
dünya metası var ya eğer Allah katında sineğin kanadı kadar onun bir değeri
olsaydı kesinlikle Allah kâfirlere ondan bir damla bile tattırmazdı. Ama dünya
işte, Allah onu kâfirlere de veriyor, mü'-minlere de.
Âyet-i kerîme bize bir de şunu anlatır:
Bir adamın dünya malından, mülkünden pek çok şeye sahip olması Allah’ın
kendisinden razı olduğu anlamına gelmemektedir. Eğer öyle olsaydı yeryüzünde
mü'minlerden çok daha fazla rızıklandırılan kâfirlerin Allah’ın en sevgili
kulları olmaları gerekeceklerdi. Zira bakıyoruz ki dünya malı mü'-minlerden çok
kâfirlere verilmiş. Âyetin ifadesine bakıyoruz:
Onlara azıcık bir şeyler vereceğim.
Allah azıcık bir şeyler vereceğim diyor, ama bizim de gördüğümüz gibi,
görüyoruz ki çok şey veriliyor bu kâfirlere. Şu anda müslümanlara verilenlerden
çok daha fazlası verilmiş kâfirlere. Saltanatları, imkânları, evleri, barkları
bize verilenlerden çok fazla. Bizler baygın baygın onların bu saltanatlarını
seyrediyoruz. Kâfirlere bu kadar dünya mülkü verilmiş, bu nasıl bir iş
dersek:
Bütün dünyayı kâfire verse, hattâ her
kâfire ayrı ayrı bir dünya verilse yine de azdır. Bize de hiç bir şey verilmese,
yarım ekmek bile bulamasak yine de onlarınkinden çoktur. Bunu böyle biliyor ve
böyle inanıyoruz. Ama bu rıza asla şu anlama gelmemelidir. Kâfirlerin zulmüne
razı olmak, kâfirlerin egemenliğine ses çıkarmamak, onların zorla zulümle bizim
elimizdekileri almalarına razı oluş değil, bu Allah’ın vermesine razı olup,
hedefi cennetleştirmektir.
Ne verilirse verilsin, ne kadar
verilirse verilsin, değil mi ki hayat bir gün bitecektir. Biten bir dünyanın
nîmetlerine meyletmektense yarım ekmek de olsa bitmeyecek bir hayatın
nîmetlerine ulaşmayı hedefleyelim, onun peşinde olalım. Cennet var mı? Devlet
var mı? Mükâfat var mı? Hasene var mı? Benim de hiç bir şeyim olmasın, yarım
ekmekle huzur var mı? Elhamdülillah. İşte mülk, işte saltanat. Beni cennete
götürecek bir hayat yaşıyorsam elhamdülillah..
Çünkü bu kâfirler neye sahip olurlarsa
olsunlar, yarın bu mülkleri onları cehennem ateşinden kurtaramayacaktır.
Âyetlerde görüyoruz, yarın bu kâfirler dünya kendilerinin olsa, hattâ dünyanın
bir misli daha ellerinde olsa, bunu fidye olarak verecekler; ama bu fidyeleri
kabul edilmeyecektir. Demek ki bugün onlara verilen tüm saltanatlar, tüm güçler,
tüm mallar, tüm ekonomik, askerî ve siyasal güçler yarın hiçbir işe
yaramayacaktır. Öyleyse onların şu anda sahip oldukları kesinlikle sizi üzmesin,
sizi imrendirmesin. Siz hesabınızı bu anlayışa bina etmişseniz, bilesiniz ki
üstün sizsiniz, kazanan sizsiniz. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın.
Ama planınızı, programınızı buna göre
yapmamışsanız, hesabınızı sadece dünyaya göre yapmışsanız, Konya’nın bir
numaralı adamı olacağım diye yapmışsanız, Türkiye’nin bir numaralı adamı
olacağım diye plan program yapmışsanız, dünyada adımı yücelteceğim, herkes
sofrasında beni konuşsunlar, herkes beni alkışlasınlar diye düşünüyorsanız onu
mutlaka bulursunuz, ama öbür tarafta eliniz boş kalabilir Allah
korusun..
127:"Hani İbrahim (a.s) ve İsmail (a.s)
Beytin (Kâbe’nin) temellerini yükseltirken şöyle dua etmişlerdi: Rab-bimiz
bizden kabul buyur, şüphesiz ki sen işiten ve
bilen-sin."
Ya Rabbi biz bunu senin için yapıyoruz,
bunu bizden kabul buyur! diyorlardı. Şüphesiz ki sen, işiten ve bilensin ya
Rabbi! diyorlardı. Çünkü amel, çünkü hareket, çünkü niyet Allah içindi.
Bakın İbrahim (a.s) ve oğlu İsmail
(a.s) Kâbe’nin, yeryüzünde-ki Allah’a kulluk evinin unutulmuş, terk edilmiş
temellerini yükseltiyorlardı. Öyleyse bize düşen de hayatımızda bu tür kulluk
temellerini açığa çıkarmak ve yükseltmektir.
Meselâ evlilik hayatımızda, nişan,
nikâh ve düğün merasimle-rimizde, kazanma ve harcama yollarında, ticaret
hayatımızda, aile ha-yatımızda, ev tefrişlerimizde, çocuklarımızın eğitimi
anlayışlarımızda, büyük, küçük, sevgi, saygı anlayışlarımızda, unutulmuş, terk
edilmiş, belki izleri bile toplumdan silinmiş kulluk temellerini açığa
çıkarmak, yükseltmek, yüceltmek zorundayız. Kaldı ki namaz, oruç, hac, zekât
gibi yıkılmış, ciddi bir tamire muhtaç olan İslâm binalarını bile zaten
yenilemekle, tamir etmekle mükellefiz. Eğer adım başına bir binayı ayağa
kaldırma derdiyle hem dert olursak, o zaman bilelim ki bizim de İbrahim gibi
Allah’a dua etmeye hakkımız olacaktır. Allah’a el açmaya yüzümüz olacaktır.
Ey Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur!
Sen her yapılanı duyan ve görensin demeye hakkımız olacaktır. Öyle değil mi?
Hz. İbrahim bir şeyleri kaldırdı, bir şeyleri yükseltti. Sonra da haklı olarak
Allah’a el kaldırıp dua etme şerefine erdi.
Peki ey müslüman! Sen ne yaptın ki; ey
Rabbim, bunu bizden kabul buyur diyeceksin? Hangi temelleri yükselttin? Eğer
yıkmadıysan tabii. Hangi unutulmuş kulluk temellerini yükselttin ki; onun gibi
el kaldırıp dua etme hakkını elde edesin.
Evet, o makamın sahibi olan Hz.
İbrahim’e Kur’an (HANİF) diyor. Allah’a tam teslim. Aklı işin içine
karıştırmadan Allah’a teslim olan bir peygamber. Ya da tüm şirkleri reddetmiş,
tüm tâğutlara savaş açmış bir peygamber. Sen de öyle misin? Devam ediyor
duaları:
128:"Ya Rabbi, bizi yalnız sana itaat
eden kullarından kıl! Ve neslimizden de yalnız sana itaat eden müs-lüman bir
ümmet getir! Ya Rabbi, bize ibâdet yerlerimizi de göster. Bizim tevbelerimizi
de kabul buyur. Sen tev-vabsın, sen tevbeleri kabul edensin."
Bizim zürriyetimizden de herşeyiyle
sana teslim olmuş ve senin istediğin hayat tarzından başka hayat tarzlarına
razı olmayan, sana imandan başka imanları olmayan, sana kulluktan başka
başkalarına kulluk yapmayan bir ümmet çıkar ya Rabbi, diyorlar.
Gerçekten aradan uzun zamanlar geçiyor.
Bu duanın üzerinden asırlar geçiyor, asırlar sonra Rabbimiz İbrahim (a.s) ve
İsmail’in (a.s) sulbünden bir ümmet
çıkarıyordu. Bu ümmet, Mekkede bu beyti
yapan İbrahim ve İsmail (a.s) ların ilk kurdukları kentte gerçekleşiyordu.
Böylece bu iki peygamberin duaları da gerçekleşmiş oluyordu.
"Ya Rabbi bize ibâdet yerlerimizi de göster.
Bizim tevbelerimizi de kabul buyur."
Ya Rabbi, biz burada nasıl hac
yapacağız? Sana nasıl kulluk yapacağız? Sana nasıl ibâdet edeceğiz? Bize bunu
da göster. Ve bizim tevbelerimizi kabul buyur. Bütün varlıklardan soyutlanarak
sana yöneliyoruz. Kendimizden, çevremizden, toplumdan, insanlardan, herkesten
ve herşeyden arınarak sana döndük, seni memnun etmek istiyoruz, senden başka da
güvenebileceğimiz birileri de yoktur ya Rabbi, bizi kabul buyur
diyorlardı.
"Sen tevvabsın, sen tevbeleri kabul
edensin."
Sen dönüşleri kabul edensin. Sen günaha
doğru giderken kıblesini, programını değiştirip sana dönenleri seversin. Sen
hatalardan vaz geçip sana yönelen kullarının günahları ne olursa olsun hiç
bakmadan affedensin.
129:"Ey Rabbimiz, onlara içlerinden bir
peygamber gönder ki; o senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti
öğretsin ve onları iyice temizlesin. Muhakkak ki sen azîz ve hakîmsin"
Onlara bir elçi gönder ki; o, müslüman
ümmeti toparlasın. Ve o Rasul onlara önder ve örnek olsun. Ve bu peygamber senin
âyetlerini okusun, hikmeti öğretsin ve böylece tertemiz hale getirsin onları.
Böyle bir peygamber gönder ya Rabbi diye dua ediyorlar.
Peygamberin görevleri sayılıyor bu
âyet-i kerîmede:
1- Ümmetine Allah’ın âyetlerini okumak,
kendisine Allah’tan gelen âyetleri okumak.
2- Kitabı
öğretmek.
3- Hikmeti öğretmek.
Hikmet amel-i
salihtir.
Hikmet, kavilde ve fiilde
isa bettir. Hikmet, kişinin sözüyle
a-melinin birleştirilmesidir. Yalnız sözde isa bet hikmet olmadığı gibi, sadece
fiilde isa bet de hikmet değildir.
Hikmet, fıkıh demektir. Yâni dindeki
emir ve nehiylerin maksa-dını kavramak demektir. Kişinin lehinde ve aleyhinde
olan şeyleri bilmesi demektir.
"Allah kimin için hayır murad buyurursa
onu dinde fakih kılar."
Hadisi bunu
anlatır.
Hikmet, sünnet demektir. Yâni kitabın
pratiği olan sünnet demektir. İşte bu peygamber onlara Kur’an’ın pratikte
uygulanışını göstermektedir.
4- Bir de Peygamber (a.s)'ın görevi,
ümmetini tezkiye etmek, insanları tertemiz hale getirmektir. Küfürden,
şirkten, nifaktan cahili-yeden insanları arındırmak; vicdanlarını, kalplerini,
düşüncelerini, niyet ve amellerini, aile hayatlarını, içtimaî yaşantılarını
temizlemektir. Tezkiye, bir müslüman yirmi dört saatlik hayatını Allah’ın şu
kitabına göre yaşaması demektir. Bir müslüman hayatını bu kitabın istediği
şekilde yaşarsa, o kişi hayatını temizlemiş demektir. Bir toplum da hayatını bu
kitaba göre yaşarsa, o toplum da temizlenmiş demektir. Öyleyse tezkiye bu kitaba
göre bir hayat yaşamaktır. Kitaptan habersiz yaşayan bir kişinin tezkiyeden,
temizlikten söz etmesi mümkün değildir.
İşte peygamberin görevleri bunlardır.
Öyleyse bizim de görevlerimiz bunlardır. Biz de topluma Allah’ın âyetlerini
okuyacağız, toplumda bu âyetleri öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz. Okumak
herkese, kadın erkek, genç, ihtiyar herkese. E peki zaten bu insanlar Kur’an’a
iman ediyorlar, onlara niye okuyacağız? demeyeceğiz. Çünkü Kur’an müslümana da
uyarıdır, kâfire de uyarıdır. Bilelim ki Kur’an müslümana hatırlatmadır, kâfire
de uyarıdır.
Bunu mutlaka biz de gerçekleştireceğiz.
Bu okuduğumuz insanlar arasından öğrenmek isteyenlere öğreteceğiz, Kur’an’ı
pratikte yaşamak isteyenlere de işte kitabın pratiği budur diye onun pratiğini
de göstereceğiz ve böylece o insanların temizlenmesini de sağlayacağız. Ve
işte Peygamber (a.s) insanları her türlü bâtıl düşüncelerden, efsanelerden
temizleyerek onları apaçık imana ve hidâyete ulaştırıyor. İşte İbrahim’in (a.s)
duası böylece yerini bulmuş oluyordu.
Gerçekten çok güzel bir duaydı ve bu
dua kabul ediliyordu. Yıllar sonra dünyanın en kutsal bir şehrinde bir ümmet ve
bu ümmet içinde bir peygamber ve o peygamber onlara Rabbinden gelen âyetleri
okuyor, kitabı öğretiyor ve bu kitabın pratikteki uygulamasını, yâni sünneti
sunuyor, hikmeti sunuyor ve bu peygamber dünyanın en vahşi bir toplumunu,
dünyanın en medeni toplumu haline getiriyordu. Gerçekten o sırtlanları
sırtlanlıkta geride bırakacak kadar ileri gitmiş insanları her türlü
pisliklerden temizliyor, zâlim olanları âdil hale getiriyordu. Belki dünyanın
en cahilleri olan bir toplumu dünyanın en âlimleri, haline getiriyor, dünyanın
hocası haline getiriyor. Ve onları tertemiz hale getiriyordu.
"Şüphesiz ki, azîz ve hikmet sahibi ancak
sensin."
Ya Rabbi sen azîzsin; izzet ve
şeref sana aittir. Sen güçlüsün; senden başka güçlü, senden başka izzet ve
şeref sahibi yoktur. Senden başka güveneceğimiz, senden başka dayanacağımız
yoktur. Sen hakîmsin, hikmet sahibisin, hâkimiyet sahibisin; senden başkalarına
hâkimiyet hakkı tanımayız, sen hayatımıza yegâne hakim olansın, ha-yatımıza
hükmedensin, hayat programımızı tesbit edensin diye dua-ları devam
ediyor.
130:"İbrahim (a.s) 'ın dininden
(yolundan) ancak sefihler (kendini bilmeyenler) yüz çevirir. Çünkü biz onu
dünyada seçtik o âhirette de gerçek salihlerdendir."
İslâm literatüründe sefih, hayrını
şerrini, kârını zararını ayırt edemeyen kimse demektir. Öyle değil mi? Hangi
akıl sahibi bu saâdetten mahrum olmak ister? Hangi akıl sahibi İbrahim’in
yolundan yüz çevirir? Olsa olsa akılsız, beyinsiz, menfaatini, kârını,
zararını, hayrını şerrini hesap edemeyen ve bu yüzden de kendini hakir bir
duruma düşürmek isteyen beyinsizler bundan yüz çevirir.
İbrahim (a.s), kendi zürriyetlerinin
içinden bir toplum çıkarılması ve onların içinden bir peygamber çıkıp onlara
kitabı öğretmesi, hikmeti öğretmesi ve onları tertemiz hale getirmesi
konusunda dua etmişti. Allah da bu duayı kabul etmişti. Mekke’de onun soyundan
bir toplum çıkmış, onların içinden bir nebi çıkmış ve bütün insanlığı hakka
davet ediyordu. Bu Peygamberin daveti Adem’e (a.s), İbrahim’e (a.s), Mûsâ ve
İsa’ya (a.s) kadar uzanıyordu.
Bu elçi İbrahim neslinden, İbrahim
milletindendi. Bu peygam-berin daveti de İbrahim’in davetinin aynısıydı. Zira
Hz. İbrahim’in insanlığa sunduğu din İslâm’dı. Onun oğulları olan İsmail’in ve
İshak’ın dinleri de İslâm’dı. İslâm tüm peygamberlerin ortak diniydi.
Öyleyse önceleri müslüman olup da
sonradan İslâm’dan çıkan, kendilerine yahudi ve hıristiyan adını takan bu
insanların kabul ettikleri İsa ve Mûsâ (a.s) lar da birer müslümandı.
Kendilerini bu pey-gamberlere izâfe eden bu yahudi ve hıristiyanlar tarih içinde
bu peygamberlerin yolundan ayrıldıktan sonra, bu peygamberleri de kendilerine
alet etmeye çalıştılar. Kendileri saptıkları, sapıttıkları gibi bu
peygamberleri de saptırmaya çalışmışlardır. Kendileri müslümanlıktan çıktıkları
gibi bu peygamberleri de müslümanlıktan çıkarmaya
çalışmışlardır.
Hattâ İbrahim’in (a.s) müslüman
olmadığını bile ortaya koymaya çalıştılar. Halbuki Kur’an sık sık onların bu
sapıklıklarını reddederek İbrahim’in ne müşrik, ne de onların yolunda
olmadığını anlatarak İbrahim’in gerçek müslüman olduğunu vurgular. Yine
hatırlayacaksanız sûrenin önceki bölümlerinde gördük; bu adamlar, Hz.
Süleyman’ın da bir peygamber olmadığını, onun bir sihirbaz olduğunu da iddia
etmişlerdi.
İşte şu anda da Allah’ın son peygamberi
Hz. Muhammed (a.s) insanlığı aynı İslâm’a davet ediyordu. Üstelik onların
inandıkları peygamberlerin hiçbirisini reddetmeden, onlarla arayı açmadan.
Şöyle diyordu Hz. Muhammed (a.s) ben yeni bir din getirmiş değilim! Ben benden
önceki peygamberlerden farklı, onları reddeden yepyeni bir din getirmiş değilim.
Benim bu getirdiğim din ta Hz. Adem’e kadar dayanan köklü bir dindir. Benim
getirdiğim bu dine girenler aynı zaman-da Hz. Adem’den bu yana Hz. İbrahim’in,
Hz. Yakub’un, Hz. Mûsâ’nın ve Hz. İsa’nın dinine de girmiş, onların davetine de
icâbet etmiş olurlar diyordu.
İşte Bakara sûresinin bu âyeti bunu
söylüyordu.
İbrahim’in milletinden, İbrahim’in
dininden, İbrahim’in yolundan ve İbrahim’in getirdiği İslâm’dan kim yüz
çevirir? Ki o din, o millet, aynı zamanda İsmail’in diniydi, aynı zamanda
İshak’ın diniydi, Yakub’un, Yusuf’un, Mûsâ’nın, İsa’nın ve Hz. Muhammed’in
(a.s) diniydi. İşte böyle bir dinden, böyle bir milletten ancak kendini
bilemeyen, hayrını şerrini bilemeyip, kendini boşa harcayan kimseden başkası
asla yüz çeviremez. Öyle değil mi? Bakın Allah diyor ki şöyle yaparsanız
temizlenirsiniz, şöyle yaparsanız cennete gidersiniz. Eh adam bundan yana
değilse, temizlikten yana, temizlenmeden yana değilse, pis kalmak istiyorsa,
cennetten yana değil de cehenneme hevesliyse, işte o kişi sefihtir, akılsızdır,
beyinsizdir.
Evet biz İbrahim milletindeniz. Bunu
her zaman söylemek ve ilan etmek zorundayız. Bakın Allah’ın Rasûlü bir
hadislerinde bu hususu şöyle anlatır:
Biz İslâm fıtratı üzerine sabahladık,
ihlâs üzere, Muhammed’in (a.s) dini ve İbrahim’in (a.s) milleti üzere hanif ve
müslüman olarak sabahladık. Her sabah, her akşam, her ân bunun bilinci içinde
olmamız isteniyor bizden. Yâni biz tüm hayata bakışımızda ve tüm hayatımızın
problemlerini çözüşümüzde ya Hz. İbrahim (a.s) örnekliği, ya Hz. Muhammed’in
(a.s), ya Mûsâ’nın (a.s), ya İsa’nın (a.s) örnekliğiy-le çözmek zorunda
kalacağız. Bizim örneklerimiz bunlardır. Ve işte bi-zim hayatımızda peygambere
imanın mânâsı budur yâni peygamber-ler bizim için örnektir. Onlara iman demek
de pratikte onların bize örnek olmalarını da zorunlu kılacaktır.
İbrahim milleti. Peki nedir İbrahim
milleti? Kimdir İbrahim milleti olan? İbrahim’in milleti, onun ırkı veya nesli
değildir. İbrahim milleti, İbrahim’in bağlı bulunduğu İslâm dinidir. Çünkü
millet, din demektir. İşte bu dine, bu İslâm dinine bağlı olan insanların
meydana getirdikleri topluluğa da İbrahim milleti denir. Hz. İbrahim’in
İslâm’ı kabul etmeyen babasını ve kavmini terk ederek, onları kendi milletinden
saymaması gösteriyor ki; bu millet öyle kan bağına dayanmayan bir millettir.
Din bağına, akide bağına bağlı olan bir millettir. İslâm milleti tek millettir.
Küfür de tek millettir. Bir kimse kanı, rengi, dili, ırkı ne olursa olsun, İslâm
dinine girdiği andan itibaren o İslâm milletinin, İbrahim milletinin üyesidir.
Kendi milletini İslâm milletinden üstün tutmaya çalışan kişi de İslâm milletine
girmemiştir.
"Çünkü biz onu dünyada seçtik, o âhirette de
gerçek salihlerdendir."
İbrahim’i dünyada seçtik. Onu
seçkinlerden kıldık. Onu eğitip güzel huylarla donattık. İbrahim ailesi
mükemmel ve seçilmiş bir ailedir. Bizim kendilerini örnek almamız gereken bir
ailedir. Her zaman "Allahümme salli ala seyyidina Muhammed" derken dikkat
ederseniz ısrarlar gündeme getirilen ailelerden birisi de İbrahim ailesidir. "Ve
alâ âli İbrahim diyoruz" Çünkü Kur’an-ı Kerim bütün peygamberlerin bize örnek
olduğunu bildirirken, ayrıca İbrahim’in (a.s) bize örnek olduğunu
bildirmektedir.
Yeryüzünde İbrahim gibi ve onun
kardeşleri Salih, Nuh, Hûd, Mûsâ, İsa ve Muhammed (a.s) gibi başka birilerini
bulabilir misiniz? Bunların hepsi de dünya üzerinde Allah’ın seçip yetiştirdiği
kullarıdır. Örnek şahsiyetler bunlardır. Allah bunları Kur’an’ıyla insanların
gözleri önüne çıkarmış ve buyurmuş ki; işte siz de bunlar gibi olun! Örnek
alacağınız, peşinden gideceğiniz insanlar bunlar olsun! Gerçekten de tüm dünya
şahittir ki, onlardan daha iyi bize örnek olabilecek başka insan yoktur.
Onlardan daha güzel, bizi hidâyete ulaştırabilecek başka insan görülmemiştir
yeryüzünde. Çünkü bu seçimi yapan Allah’tır. Bu seçimi Allah yaptı. Onları
Allah seçti ve Allah eğitip yetiştirdi.
Onları seçip eğiten ve bize örnek yapan
Allah’tır. Allah’ın seçiminin üzerine kim seçim yapabilir? Allah’ın
eğittiğinden daha iyi kim eğitebilir? İnsanlar bugün olduğu gibi Allah’ın
seçimini reddederek, Allah’ın seçtiği bu insanlardan başkalarını da kendilerine
örnek kabul edebilirler, başkalarına uyabilirler, ama bilsinler ki bu seçim
onlar için hayırlı olmayacaktır. Nitekim seçenler de
olmuştu.
Meselâ Adem’i (a.s) değil de İblis’i,
İbrahim’i değil de Nemrutu, Mûsâ’yı değil de Firavunu, Muhammed’i (a.s) değil de
Ebu Cehil’leri kendilerine örnek seçenler ve onlara uymaya çalışanlar olmuş
tarihte. Ama gördük ki Peygambere uyanlar hep cennete giderken bunlara uyanların
hepsi de cehenneme gitmiştir. Tarih bunun en canlı şahididir. Bugün de öyle,
serbesttir insanlar. Dileyen Peygamberleri, dileyen de peygamber karşıtı
güçlerin örnekliğini seçsin. İsteyen cennete gitsin, dileyen de cehenneme
gitsin.
İbrahim (a.s) dünyada seçilmişlerden
olmasının yanında, ahi-rette de o yine salihlerden olacaktır. Ama müslümanlara
bahşedilen bu büyük şerefe bakın ki, müslümanlar hem dünyada, hem de ahiret-te
bu Peygamberlerle beraber olma imkânına sahiptirler. Eğer müs-lüman, dünyada
onların örnekliliğini kabul edip onlar gibi yaşayabi-lirse hem dünyada aynen
peygamberler gibi seçilmişlerden olurken hem de âhirette tıpkı onlar gibi
salihlerden olma imkânına sahiptirler. O da onlarla beraber
olacaktır.
131:"Hani ona Rabbi (benim emrime) teslim
ol! buyurmuş, o da âlemlerin Rabbine teslim oldum!
demişti."
Rabbi İbrahim’e (a.s) dedi ki; Ey
İbrahim teslim ol! Müslüman ol! İbrahim (a.s) dedi ki; ben müslüman oldum, ben
âlemlerin Rabbine teslim oldum. Ben kendimi, içimi dışı mı, irade mi, boynumdaki
ipin ucunu âlemlerin Rabbine teslim ettim. Benim ondan başka bağlanacağım,
ondan başka kendimi teslim edeceğim kimsem yoktur? Diyor-du. Zira müslüman
olmayan, Allah’a teslim olmayan kişi mutlaka bir başkasına teslim olmuş
demektir. Çünkü insan mutlaka boynunda bir iple dünyaya gelmektedir. Kulluğa
müsait yaratılmaktadır ve mutlaka bir şeylere kulluk yapacaktır. Boynundaki
doğuştan getirdiği kulluk ipini mutlaka birilerine teslim edecektir. Ama
nefsine, ama şeytana, ama topluma, ama tâğutlara, ama âdetlere, törelere, ama
modaya, ama ağasına, patronuna bir şeylere kulluk
yapacaktır.
Rabbine teslim olmaktan kaçanlar;
Rabbin kullarına, Rabbin yaratıklarına teslim olmak zorundadır. Başka çaresi
yok, o mutlaka birilerine kulluk yapmak zorundadır.
İşte görüyoruz yağmurdan kaçarken
insanlar doluya tutul-muşlardır. Allah’a kulluktan kaçan bu insanlardan
kimileri, toplumun kulu, kimileri modanın kulu, kimileri âdetlerin, törelerin
kulu olmuşlar ve bunları razı edebilmek için bir ömür boyu çırpınıp
durmaktadırlar.
Evet, teslim ol dedi Rabbi Hz.
İbrahim’e, o da âlemlerin Rab-bine teslim oldum, dedi. Bu teslimiyet kişinin
ruhuyla, bedeniyle, içiyle dışıyla, gecesiyle gündüzüyle, ailesiyle,
toplumuyla, herşeyiyle bir teslimiyetti. Ruhu onun emrinde olmalıydı, içi ve
dışı onun emrinde olmalıydı. Gecesinde ve gündüzünde söz sahibi o olmalıydı.
Bedeninde o söz sahibi olmalıydı. Malı onun emrinde olmalıydı, çocukları
konusunda onun sözü geçmeliydi, hanımı konusunda onun dediklerini dinlemeliydi.
Teslimiyet budur işte.
Öyle bir teslimiyetti ki bu, ateşe
atılırken bile Rabbinden başka birine teslim olmayıp güvenmemeliydi. Rabbinden
başka sığınacak bir kucak aramamalıydı. Oğlunu kurban emrini alsa bile
Rabbinden, yine ona teslim olmalıydı. Rabbi ondan hanımını, kucağında küçücük
çoğuyla beraber susuz, yiyeceksiz çorak bir arazide terk etmesini istese bile,
başkalarına değil, Rabbinin emrine teslim olması gerekiyordu.
Ve öylece yapmıştı İbrahim (a.s).
Öyle bir teslimiyet ki, onun teslimiyeti, hanımına da etkili oluyordu. Ondan bu
teslimiyeti gören hanımı da onun gibi Allah’a teslim oluyordu; “Var git ya
İbrahim! Değil mi ki bu emri sana veren Rabbimizdir, bizi hiç düşünme! O Rab,
beni ve oğlumu koruyacaktır” diyordu. İbrahim’in teslimiyeti, hanımını da teslim
olmaya götürüyordu. Onun bu teslimiyeti oğlu İsmail’e de tesir ediyordu.
Babasının Allah’a bu teslimiyetini gören İsmail de tıpkı onun gibi ona ve
Allah’a teslimiyet gösteriyordu. İbrahim, Rabbinin emrini yerine getirmek üzere
kesmek için onu yere yatırınca: Babacığım em-rolunduğun şeyi çekinmeden yerine
getir, inşallah beni sana ve Allah’ın emirlerine teslim olanlardan bulacaksın
diyordu. İbrahim’in teslimiyetini gören oğlu da aynen onun gibi Allah’a teslim
oluyordu. Öy-leyse hanımlarından kendilerine teslimiyet isteyen insanlar,
hanımlarından Allah’a teslimiyet isteyen insanlar buna çok dikkat etmek
zorundasınız. Şunu hiçbir zaman unutmayın ki, siz Rabbinize ne kadar teslim
iseniz, siz Rabbinizin emirlerine ne kadar teslimseniz bilesiniz ki,
hanımlarınız da size o kadar teslim olacaklardır. Bilesiniz ki hanımlarınız da
Allah’ın emirlerine o kadar teslim olacaklardır. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan
çıkarmayın. Çocuklarından kendilerine ve Allah’a teslimiyet isteyen insanlar
şunu kesinlikle bilmelidirler ki; kendileri Allah’a ne kadar teslimlerse, onlar
da o kadar teslim olacaklardır. Kendileri Allah’ın emirlerine teslim
olmayanların hanımlarından, çocuklarından ve çevrelerinden teslimiyet istemeye
hakları yoktur. İbrahim (a.s) herşeyiyle Allah’a teslim olmuş ve bu
teslimiyetini, bu bağlılığını bakın oğullarına da tavsiye ediyordu.
132:"İbrahim ve Yakup bunu oğullarına
vasiyet etti. Oğullarım! Şüphesiz ki Allah size bu dini seçti. O halde siz de
zinhar müslümanlar olarak can verin."
Yakub, İbrahim’in (a.s) torunudur.
İbrahim’in (a.s) oğlu olan İshak’ın (a.s) oğludur. Yeğeni Lût’un (a.s) kavmini
helâk için gider-lerken meleklerin müjdeledikleri oğuldu İshak. Hz. İshak’ı
hayatının son günlerinde vermişti Rabbimiz İbrahim’e. İbrahim (a.s) yaşlanmış
Sare annemiz de yaşlanmıştı. İbrahim’in (a.s) yeğeni Hz. Lût’un (a.s) kavmini
helâk emrini alan melekler, o kavmi helâke giderken İbrahim (a.s) 'ın evine
geldiler. İşte bu gelişlerinde telaşa kaplan Hz. İbrahim’e ve Sare annemize bir
oğul müjdelediler. Çok yaşlanmış durumda olan Hz. İbrahim ve karısı Sare
annemiz: Bizim nasıl oğlumuz olacak, biz ikimiz de çok yaşlanmış bulunuyoruz
dediler. Bu yaştan sonra hiç bu olur mu? diyorlar. Ama bu Allah’a göre çok
kolaydı. Allah takdir etmişse bu iş olacaktır. Adem’in (a.s) olduğu gibi,
İsa’nın (a.s) olduğu gibi Allah dileyince bu da olacaktır. Evet onlardan hem
İshak’ın doğa-cağını hem de üstelik onun da oğlu Yakub’un da müjdesini veriyordu
melekler. Hem bir evlât hem de bir torun müjdeliyorlardı.
İşte İbrahim (a.s) da onun torunu olan
Yakub (a.s) da çocuk-larına bakın şunu vasiyet
ediyorlardı:
"Oğullarım! Şüphesiz ki Allah size bu
dini seçti. O halde siz de zinhar müslümanlar olarak can
verin."
Her iki peygamber de kendi
teslimiyetlerini oğullarına da tavsiye ediyorlar ve diyorlardı ki; oğullarım
biz teslim olduk, Allah’a siz de teslim olun. İbrahim’in (a.s) oğulları kimdi?
Birisi İshak (a.s), o Sare annemizden dünyaya gelmişti, ötekisi de İsmail, o da
Hacer annemiz-den doğmuştu. İki oğlu vardı Hz. İbrahim’in. Bu iki oğlu
kendisinden sonraki dönemlerde iki kol olarak peygamberlerin geldiği kol
oldular. İsmail (a.s) Mekke bölgesine yerleşti. O bölgede peygamber oldu. Ama
bu bölgede ondan sonra peygamber geldi mi gelmedi mi, bunu bilmiyoruz. Onun
soyundan son peygamber Hz. Muhammed (a.s) gelecekti. Ve risâlet onunla
tamamlanacaktı. İbrahim (a.s) 'ın öteki oğlu Hz. İshak (a.s) ise Halil’ur Rahmân
kentine yerleşmişti, Kudüs yakınlarında bir şehir. Yakub (a.s) son dönemlerinde
oğlu Yusuf sebebiyle Mısır’a göç ediyordu. On oğluyla birlikte Mısır’a gitmişti
tüm aile efradıyla birlikte. Burada uzun süre yaşadı Yakub (a.s). Yakub’un
(a.s) Kur’an’da geçen bir adı da İsrâil’dir, böylece onun oğulları olan İsrâil
oğulları tarih sahnesinde yer alır. Ve yeryüzünde hiçbir kimseye verilmemiş
nîmetler İsrâil oğullarına verilmiştir.
İşte burada Yakub’un (a.s) oğullarına
tavsiyesini anlatıyor Rabbimiz. On iki oğluna diyordu ki: Allah size din olarak
bu dini seçti. İslâm dinini seçti. Öyleyse sizler de ancak müslümanlar olarak
can verin. Allah’ın İbrahim için seçtiği din İslâm’dı, İbrahim (a.s)
müslü-mandı, Yakup (a.s) müslümandı ve Allah’ın gönderdiği din de İslâm-dı. Ve
Yakub’un (a.s) oğullarına tavsiyesi ise İslâm’dı. Şimdi, biz İsrâil oğullarıyız
diyen ve İslâm’ı bırakıp sapıklık içine düşen bu yahudi ve hıristiyanlara ne
demek lâzım? Bu adamlar nasıl olur da biz haklıyız deme hakkına sahip oluyorlar?
Nasıl olur da biz Yakub’un oğullarıyız dedikleri halde ki, Yakup (a.s) bizim
atamızdır ve Yakup (a.s) müslü-mandı. Bunlar İslâm’dan, haktan ayrılıp, sapık
yollara girerek bu peygamberlerin yolunu terk ettikleri halde nasıl olur da
Yakub’un (a.s) ve İbrahim’in (a.s) yolunda olduklarını iddia edebiliyorlar?
Buna hiçbir zaman hakları olamaz, çünkü İbrahim (a.s) müslümandı, çünkü Yakup
(a.s) müslümandı ve oğullarını İslâm’a davet ediyordu.
Evet, İbrahim ve Yakup (a.s) oğullarına
İslâm’ı vasiyet ediyor-lardı. Allah’ın bu yüce peygamberleri kendileri müslüman
olmakla yetinmeyip, cennete tek başına gitmeye razı olmayıp, Allah’ın
kendilerine lütfettiği bu dini, teslimiyet dinini çocuklarına da vasiyet edip,
onların da müslüman olmalarını istiyorlardı. Mısırlıların türlü türlü putlara
tapındıklarını gören Hz. Yakup son nefesinde oğullarına İslâm’a teslim
olmalarını bir daha tavsiye ediyordu.
133:"Yoksa ey yahudiler! (o dönemde)
ölüm Yaku-b’a geldiği zaman siz orada mıydınız? Dedi ki oğullarına: Benden
sonra neye ibâdet edersiniz? Onlar dediler ki bizler senin İlâhına ve senin
ataların olan İbrahim’in, İsmail’in ve İshak’ın İlâhı olan tek İlâha ibâdet
edeceğiz. Ve biz O’na teslim olduk, müslüman olduk
demişlerdi."
Ölüm esnasında siz yanında mıydınız
Yakub’un? Bu âyette Cenab-ı Hak kendilerini Yakub’un oğlu sayan Medine’deki
yahudilere ve hıristiyanlara sesleniyor. Bir olay ki bu olayı tarihler tesbit
etmemiş. Bir olay ki, başka hiç bir kaynaktan öğrenme imkânı yoktur insanlığın.
Bir olay ki, Yakub (a.s) ölüm döşeğinde. Biraz sonra ayrılacak dünyadan. Ve
oğulları etrafında toplanmış. Bu konuşmaya Rabbimiz bizi şahit tutuyor. Ve bu
şehâdet bizim aynı zamanda Yakub’un yoluna, İbrahim’in yoluna, İsmail’in yoluna
da gittiğimizin ifadesidir, tescilidir. Ve artık tüm insanlık bilmelidir ki;
Adem’in, İbrahim’in, İsmail’in, İs-hak’ın, Yakub’un, Mûsâ’nın, İsa’nın getirdiği
din İslâm’dır.
Bu peygamber silsilesinin son halkasını
da Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed (a.s) teşkil etmektedir. Öyleyse bu
dine uymayan, bu dine inanmayan, bu son peygambere tabi olmayan kim olursa
olsun, onun doğru yolda olduğunu iddia etmesi bâtıldır, asılsızdır. Bakın ne
diyordu çocuklarına: Bakın ey yahudiler, ey hıristi-yanlar bizim peygamberimiz
dediğiniz, biz onun yolundayız dediğiniz atanız, ölüm döşeğindeyken oğullarına
ne diyordu:
"Dedi ki oğullarına: Benden sonra neye
ibâdet edersiniz?"
Ey oğullarım, ben hayatta iken Allah
ibâdet ediyordunuz. Ben öldükten sonra sizler kime ibâdet edeceksiniz? Kimin
arzularına uyacaksınız? Kimin kanunlarını din kabul edeceksiniz? Ve kendi
çocuklarınıza kimi vasiyet edeceksiniz? Kendi çocuklarınızı kime ibâdet
ettireceksiniz? Ben sizinle beraberken Allah’a ibâdet ediyordunuz, şimdi ben
sizden ayrıldıktan sonra kulluğunuz kime olacak? Oğulları derler
ki:
"Onlar dediler ki; bizler, senin
İlâhına ve senin ataların olan İbrahim’in, İsmail’in ve İshak’ın İlâhı olan tek
İlâha ibâdet edeceğiz. Ve biz O’na teslim olduk, müslü-man olduk
demişlerdi."
İşin enteresan tarafı bu sıralama dır.
Bir defa ilk olarak senin İlâhın diyorlar, yâni Yakub (a.s)’ın İlâhı olan
Allah. Yanında yardımcıya ihtiyacı olmayan bir tek İlâh. Ve sonra atalarının
İlâhı diyorlar. Zaten tüm peygamberlerin İlâhı tek İlâhtır. İbrahim (a.s)’ın
İlâhı. Büyük atanın İlâhı. Adem atamız, bizim nesep atamızdır; ama İbrahim
(a.s) bizim din atamızdır. Bunu Rabbimiz söylemiştir.
Atanız İbrahim’in milleti diyor Allah.
Evet ilk önce ataları İbrahim’i söylediler. Ve sonra İsmail’in İlâhı diyerek,
ikinci olarak İsmail (a.s)’ı zikrettiler. İshak (a.s)’ı ondan sonra zikrettiler.
Halbuki Yakub (a.s)’ın babası İshak (a.s) dır. İsmail Yakub (a.s)’ın amcasıdır. Ama bakın Yakub (a.s)’ın oğulları
İsmail (a.s)’a hürmeten İshak (a.s) dan önce onun ismini zikrediyorlar. Zira son
elçi Muhammed (a.s), Hz. İsmail’in soyundan gelecekti. İşte buna hürmeten ve
buna dikkat çekmek üzere İsmail (a.s)’ı öne almışlardır.
Sanki burada bütün peygamberlerden
alınan mîsaka, İsmail (a.s) vasıtasıyla işaret ediliyor. Allahu Teâlâ bütün
elçilerden son pey-gamber konusunda ahid alıyordu. Bu ahitte elbette Hz.
Yakub’un oğulları da vardı ve bakın burada sanki bu ahdi tekrarlama adına
İsmail (a.s) öne alınıyordu. Sanki bu ifadeleriyle haktan sapan yahudi ve
hıristiyanlara ta o günden bir mesajda bulunuyorlardı. Son elçiye iman etmeleri
konusunda yahudi ve hıristiyanlara bir mesaj sunuluyordu. Bakın ne diyordu
Yakub’un çocukları:
Biz müslümanız diyorlar. Ataları biz
müslümanız derken, şimdi bir yahudi diyebilir mi ki biz, yahudiyiz? Hayır hayır,
kesinlikle bunu demeye hakları yoktur. İsrâil’in çocukları, biz müslümanız
derlerken şimdi bir hıristiyan diyebilir mi ki, biz hıristiyanız. Kesinlikle
onların da bunu demeye hakları yoktur. Diyeceğiz ki onlara; ey yahudiler ve Ey
hıristiyanlar! Sizin asıl dininiz İslâm’dır, bak ecdadınız biz müslümanız
dediler.
İşte büyük dedeniz İbrahim; ben
müslümanım demişti, Yakub; ben müslümanım demişti ve onun oğulları, İsrâil
oğulları, sizin atalarınızın hepsi de biz müslümanız demişlerdi. Şimdi siz
nasıl olur da atalarınızın dinini terk edip, başka bir dine girersiniz? Nasıl
olur da İslâm’ı terk edip, müslümanlığı terk edip de başka bir isimle
anılırsınız? Nasıl olur da biz müslüman değiliz, biz hıristiyanız, biz
yahudiyiz diyebilirsiniz? Nasıl olur da siz müslüman olmadığınızı
söyleyebilirsiniz? Diyeceğiz onlara.
Şimdi ataları biz müslümanız dedikleri
halde bu yahudi ve hı-ristiyanlar, İslâm’a karşı çıkarak, İslâm’ı reddederek
nasıl olur da bunun haklılığını savunabilirler? Bunun mantığı da yoktur,
savunulabilecek bir yanı da yoktur. Yâni sormak lâzım bu konuda delilleri
nedir acaba? İşte bizim delilimiz. Yakub (a.s) oğullarını toplamış, İsrâil
oğullarını toplamış ve onlara İslâm’ı vasiyet etmiştir. Ve onlar da bizler
müslümanız demişlerdir.
Öyleyse tek din İslâm’dır, başka
hiçbir dinin yasallığı yoktur. Ya yeryüzü insanlığı, özellikle yahudi ve
hıristiyanlar ya bu dine teslim olur öncekiler gibi cennete giderler ya da
cehenneme gitmeyi göze alır cehenneme giderler, başka çaresi yoktur
bunun.
Hani daha önce yahudi olursanız cennete
gidersiniz! Hıristiyan olursanız cennete gidersiniz! Cennete gidebilmek için
mutlaka yahudi ve hıristiyan olmak zorundasınız, bunun başka çaresi yoktur
diyorlardı ya; işte biz de onlara bunu diyeceğiz.
Müslümanlara da aynı şeyi söyleyeceğiz.
İşte kitabın aslı da bu dinin aslı da budur. Hal böyleyken ey müslümanlar, nasıl
olur da sizler tıpkı yahudi ve hıristiyanlar gibi kitabı ve peygamberi bırakıp
da kendinize yeni yeni önderler bulmaya, önderler aramaya kalkışırsınız? Nasıl
olur da kitabı ve peygamberleri tanımak ve tanıtmak dururken, başka önderleri
anlatıp onları tanıtmaya çalışıyorsunuz? Bu ümmet kitabı tanıdı, kitabı gündeme
getirdi, Kur’an’ı tanıdı da başkalarının kitaplarına mı geldi sıra? Bu ümmet
peygamberleri tanıdı, peygamberlerin sîretlerini tanıdı, öğrendi de
peygamberleri gündeme getirdi de artık sıra başkalarına mı kaldı? Nasıl oluyor
da Allah’ın kitabını henüz tanımadan başka kitapları tanımaya yöneliyorsunuz?
Başka kitapları tanıtmayı gündeme getirmeye çalışıyorsunuz?
Ve nasıl oluyor da Peygamberleri
tanımadan başkalarını tanımaya yöneliyorsunuz? Yoksa sizler de bu İsrâil
oğulları gibi sözde kitap, peygamber deyip de, kendinizi sözde kitaba ve
peygambere izâfe edip de başka şeylerin peşine mi takılıyorsunuz? Tıpkı İsrâil
oğulları gibi biz peygamberlerin yolundayız deyip de peygamberlerin
örnekliliğini bırakıp, başkalarının örnekliğini mi gündeme getirmeye
çalışıyorsunuz?
Öyleyse gelin ey müslümanlar!
Birilerini gündeme mi getirmek istiyorsunuz? Hafta mı kutlamak istiyorsunuz?
Yahut birilerinin anma gecesini mi yapacaksınız? Birini gündeme mi getirmek
istiyorsunuz? Size örnek ve önderler olarak Allahu Teâlâ’nın kitabında
peygamberler var. Gündeme getirecekseniz onları gündeme getirin,
tanıtacaksanız onları tanıtın, gece yapacaksanız onların gecelerini yapın.
Peygamberler ve bir de Kur’an-ı Kerîmde tanıtılan kahramanlar var. As-hab-ı
Kehf, mü'min insan, Yâsîn sûresinde anlatılan kahraman. İşte gündeme getirmek
zorunda olduğunuz ve yasal olarak önder kabul edeceğiniz, bunlardan başka
hiçbir kimse yoktur.
Yâni sizler, sözlerinizi ve
fiillerinizi birilerinin sözleriyle, birilerinin hareketleriyle desteklemek mi
istiyorsunuz? Amellerinizi bazı insanlara benzetmek mi istiyorsunuz? Gelin bu
örneklere benzetin. Zira bunlardan başkası Allah katında yasal değildir
diyelim. Öyleyse kesinlikle insanları, insanlara çağırmayalım. İnsanları
kendimize çağırmayalım. Gelin ey insanlar bizim gibi olun, bize benzeyin, bizi
örnek alın demeyelim. Çünkü eğer insanlar bizi örnek alırlar ve bize benzemeye
çalışacak olurlarsa, bizde çakılıp kalacaklar, bizi bir adım öteye
aşamayacaklardır. Olsa olsa ancak bizim kadar olabileceklerdir. Biz de hiçbir
zaman dinde temel değiliz, örnek değiliz. Gerçek örnekler, yasal örnekler
Allah’ın seçtiği ve kitabında bizim için örnek olarak sunduğu peygamberler ve
kahramanlardır.
Yakub (a.s) çocuklarına bunu tavsiye ediyordu.
Biz de böyle yapmalıyız. Ama bakıyoruz, pek çok müslüman, çocuklarını Allah’ın
dinine hizmete yatırım yapmaktan ziyâde dünyaya yatırım yapmaktadırlar. Kendi
çocuklarıyla, başkalarının çocukları arasında ayırım yap-maktadırlar. Allah’ın
dinine hizmet noktasında tehlikeli bir durum söz konusu olduğu zaman kendi
çocuklarını emniyete almaya çalışıyorlar. Onu başkalarının çocuğu yapsın,
benimki emniyette olsun diyorlar. Halbuki peygamberler böyle
yapmıyorlardı.
134:"Onlar bir ümmetti geldi geçti.
Onların kazandıkları kendilerinedir. Sizin kazandıklarınız da sizedir ve
sizler onların yaptıklarından sorumlu
tutulmayacaksınız."
Yâni onların yaptıklarından sizler
hesaba çekilecek değilsiniz, yâni biz Peygamberin yolundayız diyerek, onun
yolunun dışında bir hayat sürmek, biz Muhammed (a.s) 'ın yolundayız diyerek
onun yolunun dışında bir hayat sürmek hiçbir mânâ ifade etmeyecektir. Biz
İbrahim’in yolundayız, biz Yakub’un yolundayız, biz İsrâil oğullarıyız, biz
Mûsâ’nın, biz İsa’nın yolundayız diyerek, onların yolunun dışında bir yol
izlemek hiçbir mânâ ifade etmeyecektir.
Sizler ey yahudiler ve ey
hıristiyanlar, onların torunları olmanıza rağmen onlarla aranızda gerçek bir
bağ yoktur, kalmamıştır. Onların yolundan saptıktan, onların dini olan İslâm’ı
terkettikten sonra onlarla aranızda bir bağ iddia etmeye hakkınız yoktur. Biz
filan peygamberin torunlarıyız, biz falan peygamberin yolundayız diye
öğünmeye hakkınız yoktur. Zira Allah size atalarınızın ne yaptığını değil,
sizin ne yaptığınızı soracaktır. Onlar başka, siz başkasınız. Siz hiçbir zaman
onlar değilsiniz, onlar da sizden değildir. Sizler, onların evlâtlarıyız diye
kuru bir nesep iddiasındasınız. Bu iddia sizi asla kurtarmayacaktır.
Atalarınızın tarihiyle öğünmeyi bırakın da siz nesiniz ona bakın. Sizler,
kendiniz iyi ameller işlemezseniz tarihinizle öğünmeniz size hiç bir şey
sağlamayacaktır.
Yine aynen bunun gibi sizden öncekiler
kötü şeyler yapmışlarsa, ama sizler onların bu kötülüklerine uymamışsanız,
onların günahları da sizden sorulmayacaktır.
"İnanan, soyları da imanda kendilerine uyan
kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiç bir şey
eksiltilmez. Herkes kazancına bağlıdır."
(Tûr: 21)
Yâni herkes kendi yaptıklarıyla rehin
tutulur. Herkes kendi yaptıklarından hesaba çekilir. Öncekilerin ne iyilikleri,
ne de kötülükleri sizi ilgilendirmeyecektir.
"İnsan için ancak sa’y ettiği şey vardır ve
insan sonunda onu bulacaktır."
(Necm: 39)
"Sur’a üfürülünce artık aralarında ne
soy sop kalır, ne de hal hatır soracak halleri
kalır."
(Mü’minûn:
101)
Biz de öyleyiz. Eğer bugün bizler de bu
peygamberlerin yolundayız, iddiasında bulunur da amelimizle, imanımızla,
hayatımızla, ailemizle, toplumumuzla onların yolundan ayrılır ve bunu sadece
dilimizle söyler; ama hayatımızla yalanlarsak, biz de onların gittiği yere
gitme hakkını kaybedenlerden oluruz Allah korusun.
Onların gerçekleştirdiği bir imanı,
onların gerçekleştirdiği bir hayatı, onların gerçekleştirdiği bir teslimiyeti
bizim de gerçekleştirmemiz şarttır. Bunu yaparsak biz de onlarla beraber
oluruz, ama aksi takdirde atalarıyla öğünen insanlardan oluruz ki; bu asla bizi
kurtarmayacaktır.
135:"Yahudi ve hıristiyanlar diyorlar
ki; yahudi ve hıristiyan olunuz, kurtulursunuz. De ki; hayır biz hak yol üzere
bulunan İbrahim’in dinindeyiz. O hiçbir zaman müşriklerden
olmadı."
Bin dört yüz sene önce Medine’deki
yahudi ve hıristiyanlar diyordu ki; “Yahudi ve hıristiyan olursanız,
kurtulursunuz.” Günümüzde yahudi ve hıristiyanlar da diyorlar ki; yahudi ve
hıristiyan olursanız, kurtulursunuz. Sizin ekonominiz bozuk, ticaretiniz bozuk,
eğitiminiz iflas etmiş durumda, siyasal yapınız bozuk, aile düzeniniz bozuk.
Her-şeyiniz tefessüh etmiş durumdadır. Tabi önce kendileri bir bozdular, kendi
düzenlerini önce bir bozdular, sonra bizimkini de bozdular, bizi böyle bir
boşlukta bıraktılar, sonra da diyorlar ki bu durumdan kurtulmak için yahudi ve
hıristiyan olmak zorundasınız, başka çareniz yoktur. Ya yahudi olacaksınız,
yahut da hıristiyan olacaksınız başka çareniz yoktur. Eğer yahudi veya
hıristiyan olursanız, tüm bu bozuk düzen hayatınız düzelecek diyorlar.
Önce kendileri bir bozdular, yâni
kendileri önce İslâm’dan uzaklaştılar, yahudi ve hıristiyan oldular. Sonra bize
yöneldiler, bizi de bozdular, bizi de İslâm’dan uzaklaştırdılar. Bizi de aynen
kendileri gibi yaptılar. Hemen hemen herşeyimizi bozdular, herşeyimizi felç
ettiler. Yâni önce bizi ortada bıraktılar ve sonra da şimdi diyorlar ki: Bakın
herşeyiniz bozuldu. Hukukunuz, aile düzeniniz, eğitiminiz, sanayiiniz
herşeyiniz iflas etti. Şu anda çıkmazdasınız. Başka çareniz yok; bu durumdan
kurtulabilmek için yahudi veya hıristiyan olmak zorundasınız. Bizim gibi olmak
zorundasınız.
Aslında bizi olduğumuzdan çok fazla
bozuk göstermeye çalışıyorlar. Kendilerinin işleri yolunda da bizler çok kötü
durumdaymışız gibi gösteriyorlar. Mübâlağa yapıyorlar, halbuki İslâm dünyası
onlar kadar bozulmadı elhamdülillah. Onların hayatı bizden çok daha bozuk
aslında. Tüm hayatları bozuk. Aile hayatları kalmamış, sosyal hayatları bozuk,
insanî ilişkileri bozuk, ahlâkları bozuk, her şeyleri bozuk. Kokuşmayan bir tek
şeyleri kalmamış, ama şimdi tam yol ayırımına geldiğimiz bir dönemde, kendileri
gibi bizi de bozup sap gibi ortada
bıraktıkları bir dönemde diyorlar ki: Eğer yahudi veya hıristiyan olursanız her
şeyiniz düzelecek, başka da çareniz yoktur. Ortak pazara gireceksiniz, başka
çareniz yoktur. A.E.T. ye üye olacaksınız, İ.M.F. nin denetimine gireceksiniz,
gümrük birliğine gireceksiniz, herşeyinizi değiştireceksiniz, herşeyinizle bize
teslim olacaksınız, başka çareniz yoktur diyorlar.
Bunu denedik biz. Bu dediğinizi yıllardır
denedik biz. Yıllardır herşeyimizi değiştirdik bunlar hatırına. Yazımızı
değiştirdik, hukukumuzu değiştirdik, cumamızı, tatilimizi değiştirdik,
tarihimizi, kültürümüzü değiştirdik, âdetlerimizi, kılık kıyafetimizi
değiştirdik, kanunlarımızı değiştirdik, herşeyimizi değiştirdik bunlar
hatırına. Ama bakıyoruz ki düzelmek, iyiye gitmek şöyle dursun battıkça battık,
gömüldükçe gömüldük. Öyleyse şimdi de sıra bizdedir. Artık söz söyleme sırası
bize gelmiştir. Ümmet aklını başına aldı elhamdülillah. Biz de onlara diyeceğiz
ki, yok yok, yok artık sizi dinlemeyeceğiz. Artık sizin dediklerinize kulak
vermeyeceğiz. Artık sizin akıntınıza, sizin kıblenize gitmeyeceğiz. Sizi kıble
edinmeyeceğiz. Sizin yörüngenize girip sizin gittiğiniz yere gitmeyeceğiz.
Sizi dinleyip sizin gibi pisliğe batmayacağız. Hayır hayır:
"Hayır, biz hak yol üzere bulunan
İbrahim’in dinindeyiz. O hiçbir zaman müşriklerden
olmadı."
Bizler tek olan Allah’a inanan
İbrahim’in milletine, İbrahim’in fıtrat dinine, dosdoğru dinine tabi oluyoruz
ki; o İbrahim sizler gibi müşriklerden de değildir, diyeceğiz. Peki niye böyle
dememizi istedi Rabbimiz. Yâni neden bizler Muhammed (a.s)’ın getirdiği İslâm
dini üzere olacağız denmedi de İbrahim’in dini, İbrahim’in milleti üzerineyiz
dendi? Neden onlara böyle dememizi istedi Rabbimiz? Bunun sebebi şudur Allahu
âlem: Çünkü yahudiler de, hıristiyanlar da Hz. İbrahim’i biliyorlar, onlar da
Hz. İbrahim’i seviyorlar, onlar da ona inandıklarını iddia ediyorlar ya, işte
onun için böyle ortak bir paydada birleşme teklifi için böyle dememiz
isteniyor. Onlara cevap verirken bile onları hakka davet etmemizi istiyor
Rabbimiz. Onlara acımamızı, mer-hamet etmemizi istiyor. Bizim onlar gibi
yapmamamızı, onlara benzememizi, onların bize yaptıkları gibi büyüklük
taslamamızı istemiyor Rabbimiz.
Yâni biz, onların bize yaptığı
gibi onlara hava atmamalıyız. Onların yaptığını yapmamalıyız. Zira müslüman,
birilerine rağmen, birilerine binaen tavır belirlemez. Onlar bize böyle yaptı,
o halde biz de onlara bunu yapalım mantığı yanlıştır. Evet, biz onlara bunu
derken, onların bize yaptığı gibi onların hayatını bozmak, onları sap gibi
ortada bırakmak için değil, ya da onlara biz doğru yoldayız diyerek hava atmak
için değil, gerçekten onları hayra, hakka davet etmek için diyeceğiz. Onlarla
ortak bir payda bulabilmek için böyle diyeceğiz. Hani Âl-i İmrân’da da aynı
teklifi görüyoruz:
"De
ki: Ey kitap ehli! Gelin hep beraber aramızda ortak bir kelimede bir araya
gelelim. O da Allah’a kulluk etmek, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamak, Allah’ı
bırakıp birbirimizi Rab olarak benimsememektir. Eğer yüz çevirirlerse "Bizim
müslüman olduğumuza şahit olun" deyin."
(Âl-i İmrân:
64)
Gelin ey yahudi ve hıristiyanlar,
Allah’tan başka İlâh kabul etmeyerek asgari bir müşterekte birleşelim
deniyordu. Burada da aynısını görüyoruz. Gelin ey yahudiler! Ey hıristiyanlar!
İbrahim’in milletinde, İbrahim’in dininde birleşelim. Zira İbrahim sizin de
bizim de kabul ettiğimiz bir peygamberdir. İsrâil oğullarının da İsmail
oğullarının da atasıdır İbrahim. Sizin de bizim de atamız olan Hz. İbrahim’in
dininde, Hz. İbrahim’in milletinde birleşelim. Çünkü İbrahim’in (a.s)
kimliğini Rabbimiz şöyle anlatıyordu:
"İbrahim (a.s) ne yahudi ne de
hıristiyan’dı, lâkin o hanif ve müslümandı."
(Âl-i İmrân:
67)
Âyetiyle İbrahim’in (a.s) kimliği de
anlatılıyordu.
Şu anda bir teklifte bulunalım
müslümanlara. Ülkenin geleceği konusunda söz sahibi olan, düşünen, bu konuda
kafa yoran herkese. Allah’ın kitabını bir kenara bırakıp, peygamberin sünnetini
bir kenara bırakıp, şu veya bu vadide çözüm arayanlara, yazarlara, çizerlere,
düşünürlere, idarecilere, yöneticilere, tüm ülke insanına diyelim ki: Gelin ey
insanlar! İnsanlığın çözüm aradığı, çare aradığı, huzur ve sü-kun aradığı, güven
aradığı şu ortamda unuttuğunuz, nazar-ı itibara al-madığınız bir gerçeği
söyleyelim. Hidâyet Allah’ın hidâyetidir, yol Allah’ın yoludur, çözüm Allah’ın
çözümüdür, çözüm İslâm’dır. Gelin yıllar yılı başka yerlerde çözüm aradık, ama
bulamadık. Gelin bir de Allah’a müracaat edelim. Şu ana kadar hep ondan
başkalarına gittik, ondan başkalarına müracaat ettik, hep başkalarının kapısını
çaldık. Şimdi de Allah’ın istediği bir hayata talip olalım, Allah bizi sahil-i
selâmete çıkaracaktır. Gelin şöyle diyelim:
"Biz Allah’a, Allah’tan bize
indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Mûsâ ve
İsa’ya verilenlere, peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Biz,
onlar arasında herhangi bir ayırım yapmayız, ve biz Allah’a teslim olmuşuz
deyin."
Yâni sizler gibi din konusunda,
peygamberler konusunda ırkçılar değiliz biz. Zira yahudiler sadece Hz. Mûsâ’ya
ve ona indirilen Tevrat’a inandıklarını iddia ediyorlar ve diğerlerini
reddediyorlardı. Hıristiyanlar da sadece Hz. İsa’ya ve ona indirilen İncil’e
inanıyorlar ve başkalarını reddediyorlardı. İsa’dan başka peygamber, İncil’den
başka kitap yoktur diyorlardı. Böylece dinde ırkçılık yapıyorlardı. Biz diyo-ruz
ki; biz onlara da iman ediyoruz. Mûsâ’ya da iman ediyoruz, Mûsâ’ya gönderilen
Tevrat’a da iman ediyoruz. İsa’ya da iman ediyoruz, İsa’ya gönderilen İncil’e
de iman ediyoruz. Muhammed’e (a.s) da iman ediyoruz, ona gönderilen son kitap
Kuran’a da.
Böylelikle bizler dinde ırkçılık
yapmıyoruz. Peygamberler arasında da böyle bir ayırım yapmıyoruz. Hz. İsa bizim
peygamberimizdir, Hz. Mûsâ bizim peygamberimizdir. Hz. Mûsâ, Hz. İbrahim, Hz.
İs-mail, İshak, Yahya, Zekeriyya, Harun, Dâvûd hepsi de bizim
peygam-berimizdir. Biz hepsine inanıyoruz. Bunların hepsi de aynı kaynaktan
gelen peygamberlerdir. Bunların hepsi de aynı ağacın dalları ve meyveleridir.
Tarihin değişik zamanlarında insanlığa Allah tarafından sunulmuş meyvelerdir
bunlar.
Ama şunu söyleyelim burada: Kur’an’a
iman etmekle; Tevrat’a ve İncil’e iman etmek ayrıdır. Bunu Bakara’nın başında
demeye çalışmıştım. Bizler Kur’an’a iman ederken, onu pratikte uygulamak
üzere iman ediyoruz. Amel etmek üzere, hayatımızda uygulamak üzere iman
ediyoruz. Yine öteki peygamberlere gönderilip de Kur’an’da zikredilenlere de,
onları da hayatımızda uygulamak üzere iman ediyoruz. Onlarla da sorumlu
olduğumuza iman ediyoruz. Ama önceki kitaplarda indirilip de bizim kitabımızda
zikredilmeyenlerin de gerçekliliğini kabul ediyoruz. Yâni Allahu Teâlâ böyle
bir kitap göndermiştir; böyle bir kitap gelmiştir diye buna da inam ediyoruz.
İşte bizim bu imanımız Hz. Adem’le başlayan, Hz. Muhammedle son bulan köklü ve
mükem-mel bir imandır. Böyle köklü bir din, böyle köklü bir iman başka dinde
yoktur. Böyle bir iman ne hıristiyanlarda, ne yahudilerde, ne de başka
birilerinde vardır.
137:"Eğer onlar, sizin inandığınız gibi
iman ederlerse, onlar da doğru yolu bulurlar, hidâyete ererler. Eğer size karşı
yüz çevirip küfredecek olurlarsa onlar mutlaka bir şikakın, ayrılığın,
parçalanmanın içinde olacaklardır."
Onlar bize diyorlar ki; gelin, yahudi
ve hıristiyan olun, kurtulun. Biz de onlara diyeceğiz ki; hayır öyle değil,
sizler eğer müslüman olursanız kurtulursunuz, başka çareniz yoktur. Âyet-i
kerîmenin ifade tarzından anlıyoruz ki; Müslüman hiçbir zaman savunmada
kalamaz. Dikkat ederseniz bugün müslümanlar hep savunmada kalmaktadırlar. Hep
savunmada ve suskunlukta kalmaktadırlar. Çoğunlukla Müslümanlarda hâlâ bu
kompleksi atamamak vardır.
Yâni adam müslüman, ama hâlâ gavurun
karşısında kompleks içinde. Adam hem müslüman hem de aşağılık duygusu içinde;
meselâ gâvura sen cehennemliksin diyemiyor adam. Sen yanlış yoldasın diyemiyor.
Halbuki gâvura sen yanlış yoldasın, bu halinle cehennemliksin, cehenneme
gideceksin demek ona en büyük merhamettir aynı zamanda. Yâni ona yanlışını
söyleyelim ki adam hiç olmazsa yanlışını anlasın ve cennete gitmenin yollarını
arasın. Diyemi-yor adam ona bunu. Hiç bir şeyine dokunmuyor. İşte gel beraber
yaşayalım, gül gibi geçinip gidelim diyor, adam onun yanlışını gündeme
getirmiyor. Tamam o zaman cehenneme kadar yaşarsın beraber.
Madem ona acıyorsun, aynı
mahallede yaşıyorsun, aynı şehirde yaşıyorsun, aynı iş yerinde bulunuyorsun,
aynı apartmanda oturuyorsun, hattâ o gavurun işinde, işyerinde çalışıyorsun, o
zaman adama; arkadaş, sen yanlış yoldasın, bozuk yoldasın, bu halinle sen
cehenneme gidiyorsun, sana acıdığım için söylüyorum, gel müslüman ol da bu
azaptan, cehenneme gidişten kendini kurtar, demelisin. Bu ona kötülük değil ki.
Bu onu üzmek ve kırmak da değildir.
Aslında onun hayatını sorgulamamak ona kötülüktür. Onu bu gittiği yolda
uyarmamak, ona acımamak onun ateşe gidişine göz yummak ona kötülüktür. Aynı
zamanda onun hayatını sorgulamamak bize de kötülüktür. Çünkü o zaman müslüman
hep savunmada kalıyor demektir. Biz savunmada kaldığımız sürece hep kaybeden
oluruz. Meselâ soruluyor müslümana: Niye namaz kılıyorsun? E, kusura bakma işte
kılıyoruz. Niye örtünüyorsun? Kusura bakma alışkanlık işte ne yapalım. Niye
oruç tutuyorsun? E, kusura bakma filan. Böyle böyle sonunda da kusura bakma sen
nasıl istersen öyle yapayım demek zorunda kalacaktır müslüman. Sen nasıl
istersen öyle yaşayayım demek zorunda kalacaktır müslüman. Karşısındaki
gavuru uyarmayan, kendi kimliğini net bir biçimde ortaya koyamayan müslüman,
sonunda susmaya ve savunmada kalmaya mahkum olacaktır. Halbuki müslüman tek
başına da olsa hep hücumdadır, kesinlikle o savunmada olamaz. Olur mu bu?
Bakın ilk gelen âyetlerde Allah buyurur ki:
"Sen onlara birazcık mühlet ver
peygamberim."
(Müzzemmil:
11)
Sen mühlet ver onlara. Kim mühlet verir
aslında? Güçlü kuvvetli olanlar mühlet verir değil mi? Ama bakın bu âyetler
geldiği zaman peygamberimizin yanında üç beş müslüman ya var, ya yok. Zahiren
hiçbir gücü kuvveti yokken, tek başınayken bile Allah’ın Rasûlü hep hücumdadır.
Hiçbir zaman savunmada ve suskunlukta değildir. Öyleyse biz de insanları
sürekli uyaracağız, bakın sizin bu hayatınız çıkmazdadır, gelin aklınızı
başınıza alın da hayatınızı düzeltin, size acıdığım için bu uyarıda
bulunuyorum, yarın bu gidişin sonu perişanlıktır diyelim inşallah. Hasbel kader
dar’ul harpte gâvurların işinde çalışıyor olsak bile kesinlikle savunmada ve
suskunlukta olmayalım, onları açık ve net bir biçimde uyarmaya devam edelim.
Evet, yahudi ve hıristiyanlara diyelim ki; gelin müslüman olun,
kurtulacaksınız.
"Eğer size karşı yüz çevirip küfredecek
olurlarsa; onlar mutlaka bir şikakın, ayrılığın, parçalanmanın içinde
olacaklardır."
Yâni asıl olan İslâm’dır. Demin anlattı
Rabbimiz; Hz. Ademden ve Hz. İbrahim’den bu yana kök İslâm’dır dedi. Kim ondan
ayrılırsa, onlar ayrılığın içine düşmüş olacaklardır. İslâm asıl olunca, nerede
olursa olsun İslâm’dan yana olan, İslâm’dan söz eden kişi, birlikten ve
beraberlikten söz ediyor demektir. Ama ne gariptir ki, bugün birileri bir
yerlerde İslâm’dan bahsedince, dinden bahsedince hemen birileri onun ayrılıkçı
olduğunu, ayrılık tohumları ekmeye çalıştığını söylüyor-lar. Dinden,
İslâm’dan bahsedenlere fitne çıkarıyorsunuz, ayrılık yap-maya çalışıyorsunuz
diyorlar. Allah diyor ki; bakmayın siz onlara asıl ayrılıkçı olanlar, asıl
fitne çıkaranlar, asıl bölücü olanlar kendileridir. İslâm, asıl olduğuna göre
İslâm’dan kopanlar, İslâmdan ayrılanlar ayrılık tohumları ekenlerin ta
kendileridirler.
Meselâ bu milletin yüzde doksan sekizi
bir araya gelip, biz İslâm’ı istiyoruz, biz Allah’ın dinini istiyoruz, biz
Allah’ın sistemini yaşamak istiyoruz deseler, yine de bu hak onlara verilmez.
Niye? Çünkü onlar ayrılıkçıdır. Ötekiler toplumun yüzde ikisini teşkil etseler
bile bu yüzde ikiyi teşkil edenler ayrılıkçı değil, ama yüzde doksan sekiz
ayrılıkçıdır. Yüzde ikiyi teşkil edenler birlikten yanadır, ama bu yüzde
doksan sekizi teşkil edenler bölmeden yanadır, bölücülükten yanadır. Halbuki
ayrılıkçının kim olduğunu Allah söylüyor. İslâm’dan ayrılan kişi ayrılıkçıdır.
İslâm köktür, İslâm asıldır kim ondan ayrılmışsa, kim onu terk etmiş başka
şeylerin peşine takılmışsa işte o ayrılığa düşmüş demektir. Öyleyse peygamberin
ve ey peygamber yolunun yolcuları, gözünüzü açıp iyi
dinleyin:
"Varsın ayrılsınlar Peygamberim sen
üzülme, onlara karşı sana Allah yeter."
Ayrılırlarsa ayrılsınlar. Ne olurlarsa
olsunlar, ne kadar çok olurlarsa olsunlar, güçleri kuvvetleri medeniyetleri ne
kadar olursa olsun hiç fark etmez, onlara karşı sana Allah yetecektir. Yetmiş
de. Bakıyoruz; Mekke’deki Allah’ın Rasûlü’nü ve müslümanları bir düşünün.
Kimleri vardı onlara yardım edecek? Kimleri vardı onları koruyacak? Ama
bakıyoruz ki; çok kısa bir süre sonra Medine’de devlet kurmuşlar, Bedir’de 313
kişiyle müşriklere galip gelmişler, üç beş yıl sonra on bin kişilik bir orduyla
Mekke’yi fethetmişlerdir. Allah onlara yardım etmiş ve tüm düşmanlarına karşı
Allah onlara yetmiştir. Allah onlara karşı sana yeter demişti Rabbimiz, yetti de
gerçekten. Bu âyetler aynı zamanda bize de hitap ediyor. Eğer bugün bizler de
Allah çizgisinde, peygamber çizgisinde bir hayat yaşayacak olursak hiç kimseden
korkmayalım, çünkü Allah bize de yetecektir. Ama şunu da hiçbir zaman
unutmayalım ki Allah’ın dininden yüz çevirmenin sonucu, parça parça olmaktır,
ayrılık içine düşmektir. Bakın bu yahudiler, bu hıristi-yanlar asıldan,
İslâm’dan koptukları için ayrılık içine düşmüşlerdir. İşte şu anda yeryüzü
müslümanları bu durumu yaşamaktadır. Allah’ın kitabını terk etmelerinin sonucu
olarak parçalanmanın, ayrılığa düşmenin en talihsiz derecesini yaşamaktadır.
Müslüman ülkeler sun'i sınırlarla birbirlerinden ayrılmışlar, hattâ kendi
ülkelerinde bile kendi sınırları içinde bile ne kadar paramparça olmuşlardır.
Bilelim ki tekrar asıl olan dinlerine tekrar kitaplarına dönecekleri güne kadar
da bu durumdan kurtulmaları mümkün olmayacaktır.
138:"Allah’ın boyasıyla boyanın.
Allah’tan daha güzel boyası olan kim var? Biz ancak ona ibâdet edenleriz."
Allah’ın boyası İslâm’dır. Şekil olarak
kişiye Allah’ın boyası vurulmadı mı, onun yüzü simsiyahtır. En güzel boyayı, en
güzel boya ile birleştirmeliyiz. Allah’ın boyasıyla boyanmalıyız. Yâni Allah
dinine girmek, sadece ben de müslümanım diye dille söylenecek bir iddiadan
ibaret değildir. Allah’ın boyasına, İslâm’ın boyasına boyanmak lâzımdır. Boya
nasıl ki onunla boyanan şeyi değiştiriyor ve kendi rengine büründürüyorsa İslâm
da böyledir. Kim İslâm’a girdiğini, Allah’ın boyasıyla boyandığını iddia
ediyorsa, bu boyanın eseri onda görülmelidir. Bu boyanın eseri onun tüm
hayatında kendini göstermelidir. İslâm’a giren kişi de bu dine bağlı olduğunu
her hareketinde göstermelidir. Çünkü hem Allah’ın boyasında hem de başkalarının
boyasında olmak Allah korusun şirktir. İslâm boyası tek bir boyadır tek renk
boyadır ve damla kadar da olsa başka hiçbir boyayı kabul etmez. Bu boya yalnız
Allah’a ibâdet edip ona hiçbir otoriteyi, hiçbir gücü ortak koşmamayı
gerektirir. İslâm ona boyanan kişinin şahsında açıkça görülmelidir. Ben
müslümanım dedikleri halde, ben İslâm boyasına, ben Allah boyasına boyandım
dedikleri halde üzerlerinde bu boyanın eserini bile göstermeyenler kesinlikle o
boyada değiller demektir. Evet, boya
Allah’ın boyasıdır. En güzel boyayı Allah vurur. Yahudilerin boyası mı, yoksa
hıristiyanların vaftiz boyası mı, yoksa Allah’ın İslâm boyası mı? Hayır Allah’ın
boyası en güzel boyadır.
Biz ancak O’na ibâdet ederiz. Biz
sadece Allah’ın boyasıyla boyanırız. Biz Allah boyasının yanında başka
boyalarla da boyanarak Allah’tan başkalarına da kulluk etmeyiz. Böylece şirke
düşmeyiz. Biz sadece O’na kulluk ederiz.
39:"De ki; Allah konusunda
bizimle tartışıyor musunuz? Allah konusunda bizimle tartışmaya mı
giriyorsunuz? Halbuki o Allah, bizim de sizin de Rabbinizdir. O zaman bizim
amellerimiz bize ait sizinkiler de sizin olsun. Biz ancak O’na muhlis
kullarız”
O
Allah sizin de bizim de Rabbimiz olduğu halde bu konuda tartışmak mı
istiyorsunuz? Ey
yahudiler ve ey hıristiyanlar Allah konusunda bizimle tartışmaya mı
giriyorsunuz? Allah öyle demediği halde, biz öyle inanmadığımız halde sizler
Allah’a oğullar mı izâfe etmeye kalkışıyorsunuz. Halbuki bizim inandığımız
Allah, bize indirdiği kita-bında bize anlattı ki; bunun gibi tüm noksan
sıfatlardan münezzehtir. Onun ne oğlu
var, ne kızı ne de karısı. Ne yardımcıları var, ne de yetkilileri.
Buna yetkiniz olmadığı halde, Allah’ın
yetkileri konusunda, Allah’ın sınırları konusunda, Allah’ın hayata karışması
konusunda hâlâ bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz? Allah’ın rubûbiyeti
konusunda, Allah’tan başkalarının da rubûbiyet hakkına sahip olduğu konusunda,
Allah’tan başkalarının da kanun koyma yetkisine sahip oldukları konusunda
bizimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Allah’ın İlâhlığı konusunda, yâni
Allah’tan başkalarına da kulluk edilmesi konusunda bizimle tartışmaya mı
giriyorsunuz? Allah’ın hayata karışması konusun-da bizimle tartışmak mı
istiyorsunuz? Allah hayata karışmaz mı demeye çalışıyorsunuz? Ya da Allah
hayatın sadece bazı bölümlerine karışır, öteki bölümlerine karışacak başka
İlâhlarımız var demeye mi çalışıyorsunuz?
Eğer böyle yaparsanız, gökleri ve
yerleri yaratması konusun-da, sizleri var etmesi konusunda Allah’ı kabul eder,
Allah’ı yetkili kabul eder; ama yeryüzündekileri yönetmesi konusunda, emirler
ve kanunlar göndererek hayatımıza karışması konusunda, hâkimiyeti konusunda
Allah’ı kabul etmemeye mi çalışıyorsunuz? Vazgeçin bu sevdadan. Bizimle bu
konuda tartışmaya girmeyin. Çünkü O Allah, hepimizin Rabbidir. Ve hepimiz O’na
teslim olmak zorundayız. Biz Allah’a inanırken, onun sadece bizim Rabbimiz
olduğunu iddia etmiyoruz. Bizim Rabbimiz olan Allah’ın aynı zamanda sizin de
Rabbiniz olduğuna inanıyoruz.
Bizimle Allah konusunda tartışmak mı
istiyorsunuz? Eğer bizim size tanıdığımız düşünce özgürlüğünü, fikir
özgürlüğünü, ibâdet özgürlüğünü siz de bize tanısanız, bu tartışma kolayca
çözülecektir. Çünkü biz din ve vicdan hürriyetine, düşünce hürriyetine
inanıyoruz. Başka din sahiplerinin inanışlarına, düşüncelerine, ibâdetlerine
karışmıyoruz. Çünkü bakın bundan sonra gelecek âyet-i kerîmede zaten bu
anlatılacak. Ey yahudi ve hıristiyanlar! Eğer bu şekildeki tavırlarınıza devam
edecek olursanız: Tamam göklerin ve yerlerin yaratıcılığı onun olsun, gökler ve
yerler onun olsun, ama bizim hayatımıza karışmasın. Bizim kılık kıyafetimize,
bizim hukukumuza, bizim eğitimimize, bizim kazanmamıza, harcamamamıza, bizim
hayatımıza karışmasın demeye devam edecek olursanız, o zaman biz de size deriz
ki:
"O zaman bizim amellerimiz bize ait,
sizinkiler de sizin olsun."
Sizin dininiz, sizin inanışınız, sizin
hayat programınız, sizin kulluk anlayışınız sizin olsun, bizimki de bizim
olsun. Sizin amelleriniz sizin, bizim amellerimiz de bizim olsun. Öldüğünüz
zaman siz kendi amellerinizle, biz de bizim amellerimizle karşılaşalım. Siz,
sizinkiler-den sorumlu olun, biz de bizimkilerden. Siz sizin amellerinizin
karşılığı olan cehennemden, biz de bizim amellerimizin sonucu olan cennetten
razı olalım. Kâfirun sûresinde müşriklere ne demişti Rabbimiz?
"Sizin dininiz sizin olsun, bizim
dinimiz de bizim olsun"
(Kâfirun:6)
Yâni sizler hem Allah’a, hem de
putlara; hem Allah’a, hem de Allah’tan başkalarına kulluk yaparak bir din, bir
yol, bir hayat tarzı sergileyebilirsiniz. Yâni yaşadığınız Hayatınızın bazı
bölümlerine Allah’ı, bazı bölümlerine de başkalarını karıştırabilirsiniz.
Hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, bazı bölümlerinde ise Allah’tan
baş-kalarının kanunlarını uygulayarak müşrikçe bir yol tutabilirsiniz. Hem
Allah’ı, hem de başkalarını razı etmeye çalışabilirsiniz. Hem Allah’a, hem de
başkalarına kulluk edebilirsiniz. Ama bize gelince biz:
Ama bizler taviz vermeden, ihlâsla,
katışıksız bir şekilde Al-lah’a ibâdet
edicileriz. Biz sadece Allah’ı Rab bilip, sadece onu dinler ve sadece ona kulluk
ederiz. Yâni böyle hem Allah’a kulluk edip, hem de binde bir de olsa başkalarını
da dinlemeden yana olmayız, başkalarına da kulluktan yana olmayız. Bin gramlık
bir temiz suya bir gramlık da zehir katarak onu içmeden yana olmayız. Biz şirk
koşmadan, hayatı parçalamadan Allah’a ibâdet ederiz. Sizler gibi hayatın bazı
bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını memnun etme-den yana
olmayız.
140:"Yoksa sizler (İbrahim milletine
tabi olmamak ve bu konuda bizimle mücâdele etmek için) İbrahim, İsmail,
İshak, Yakub ve torunlarının, bunların hepsinin yahudi ve hıristiyan olduklarını
mı iddia ediyorsunuz?De ki. Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa
Allah mı? Allah hakkındaki, (Allah yanındaki) şehâdeti, (yâni Allah tarafından
bildirilmiş bir bilgiyi) gizleyenden daha zâlim kim vardır? Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir."
Bu soru, bu büyük peygamberlerin yahudi
ve hıristiyan olduk-larını iddia eden kendileri saptığı gibi bu peygamberleri
de kendi sapıklıklarına alet etmeye çalışanlara yöneltiliyor. Bu yahudi ve
hıristi-yanlar Allah’ın kitabında müslüman olarak haber verdiği bu
peygam-berlerin yahudi ve hıristiyan olduklarını söylüyorlar. Halbuki bundan
önceki âyetlerde son derece açık bir şekilde bu peygamberlerin, hepsinin birer
müslüman olduklarını anlattı Rabbimiz. Bunlar, bu peygamberlerin müslüman
olduklarını resmen söyleyemiyorlar. Neden? Çünkü o zaman otomatikman kendi
kendilerini reddetmiş olacaklar da ondan.
"De ki."
Bakın yine hücum var. Kur’an
hiçbir zaman savunmada değildir.
"Söyleyin bakalım, siz mi daha iyi
bilirsiniz yoksa Allah mı?"
Allah biliyor ve şahitlik ediyor ki; o
peygamberler ne yahudi’ydi ne de hıristiyan’dı. Bunu bize Allah bildiriyor.
İnsanların bilgisi Allah’tandır. Bunu bize bildiren Allah’tır. Eğer bunu bize
Allah bildirmeseydi biz de bilemezdik. Yâni bu kitaba dayalı olmayan,
peygambere dayalı olmayan hiçbir bilgi, gerçek bilgi değildir. Öyleyse gaybi
konularda, gaybi meseleler konusunda Allah’ın bildirdiklerinin dışında söz
söylenmemelidir. Yâni bu konularda söz söyleme hakkı sadece Allah’a aittir.
Allah’tan başka hiç kimsenin söz söyleme hakkı yoktur. Evet, Allah bu konudaki
bilgiyi kitapları ve Peygamberleri vasıtasıyla onlara da bildirmişti ama yoldan
çıkan bu yahudi ve Hıristiyanlar bu bilgiyi gizlediler. Bakın Allah buyurur
ki:
"Allah hakkındaki, (Allah yanındaki)
şehâdeti, (yâni Allah tarafından bildirilmiş bir bilgiyi) gizleyenden daha zâlim
kim vardır?"
Allah’ın peygamber göndereceğini, bu
peygamberin Kureyşten çıkacağını, bu peygamberin Mekke’de dünyaya geleceğini,
doğmadan babasını kaybedeceğini, kendisine Kur’an isimli bir kitap ineceğini
ve bu kitabın kıyamete kadar tüm insanlığa hidâyet rehberi olacağını, kıyamete
kadar hüküm fermanı olacağını, kıyamet sonrası da insanlığın bu kitapla
yargılanacağını gizleyenden, saklayandan daha zâlim kim
vardır?
Bildiği bir konuda şehâdeti, şahitliği
gizleyen kişiden daha zâlim birisi olamaz. Bunlar bildikleri halde hak
konusunda şahitliği gizlemişlerdi, böylece zâlimlerden olmuşlardı. Ve böylece:
"Zâlimler benim ahdime ulaşamazlar!"
Evet, bildiğiniz bu gerçeği, bildiğiniz
bu hakkı gizleyerek zâlim olan sizler, ey yahudiler ve ey hıristiyanlar
kendilerine uyulacak, ardından gidilecek ümmet olma vasfınızı kaybettiniz.
Sizler bu duruma düşmüşken, size uyanlar nasıl olur da hidâyete ulaşabilirler?
Sizin gibi olanlar nasıl kurtulabilirler? Evet, Rabbimizin bu âyeti gereğince bu
yahudiler ve bu hıristiyanlar kendilerine uyulacak, arkalarından gidi-lecek
lider ümmet olma vasıflarını kaybetmişlerdi. Onlara uyanlar, onlarla beraber
olanlar, onlar kaynaklı bir hayat yaşayanlar kesinlikle sapmak zorunda
kalacaklardır. Onlarla ortak pazarlara, ortak eylemlere girmeye çalışanlar
kesinlikle onların gittikleri cehenneme gitmekten kendilerini asla
kurtaramayacaklardır.
Peki onların bu bozukluğunu anlatan bu
âyet bize ne diyor? Biz de okulda, çarşıda, pazarda, evde her yerde bildiğimiz
hakkı gizlemeyelim. Hakka şahitlik görevimizi hakkıyla yerine getirelim ki;
bizler de onların durumuna düşmeyelim inşallah. Bildiğimiz kitap bilgisini,
peygamber bilgisini insanlardan saklamayalım, kafamızdaki Kur’an bilgisini,
peygamber bilgisini kafamızda sır küpü gibi toprağın altına götürme durumunda
olmayalım ki bu yahudi ve hıristiyanların konumuna düşmeyelim. Ne biliyorsak
anlatalım hanımlarımıza, anlatalım çocuklarımıza, anlatalım herkese ve şehâdeti
gizleyenlerden olmayalım inşallah. Kıyamet gününde ağzına ateşten gem
vurulanlardan olmayalım.
"Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir."
Yoksa sizler, ey yahudiler ve ey
hıristiyanlar, bu bile bile yanınızdaki hakkı gizlemenizden Allah gafil mi
zannediyorsunuz? Halbuki Allah gizlediklerinizden de haberdardır, açığa
vurduklarınızdan da ha-berdardır.
141:"Onlar bir ümmetti geldi geçti,
onların yaptıkları onlara, sizin kazandıklarınız da sizedir."
Yâni bunlar, bu hıristiyan’dı,
yahudi’ydi dediğiniz peygamberler sizden önce yaşamış kimselerdir. Ve onların
yaşadıkları dönemlerde ne yahudilik vardı ne de hıristiyanlık. Demek ki, siz
yalan söylüyorsu-nuz. Bu saydığınız peygamberlerin bir tek dinleri vardı; o da
İslâm’dı ve hepsi de birer müslümandı. Sizler bildiğiniz bütün bu gerçekleri
gizleyerek, insanlara duyurmayarak saklayabileceğinizi sandınız. Biz gizlersek
insanlar bunu bilemezler, anlayamazlar sandınız. Halbuki Allah, sizin
yaptıklarınızın tamamından haberdardır.
142: İnsanların içinden beyinsiz takımı,
müslü-manları öteden beri döndükleri kıbleden Kâbe’ye çeviren nedir? diyecekler.
De ki; doğu da Allah’ındır, batı da. Allah dilediğini doğru yola hidâyet eder,
doğru yola iletir."
Âyet-i kerîme bu zâlimlerden
liderlik alındıktan sonra kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan Mekke’deki
Mescid-i Haram’a çevrilmesini anlatır. İşte bu kıblenin değişikliğinin asıl
önemini anlayamayan bazı beyinsizlerin müslümanların zihinlerini idlâl için,
müslümanların kalplerinde şüphe uyandırabilmek için söyledikleri sözleri
anlatır. İnsanlardan bir kısım beyinsizler, sefihler, kârını, zararını
bilemeyen insanlar, onları bu üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?
Diyecekler. De ki; doğu da, batı da Allah’ındır. Allah dilediğini doğru yola
iletir.
Kıblenin değişmesiyle bu sefihlerin ne
diyeceklerini Allah biliyordu. Bunlar aynen Allah’ın buyurduğu gibi sözler
söylemişlerdir. Bu beyinsizler Allah’ın böyle belli bir yönle, belli bir nokta
ile sınırlı olduğunu, bu şekilde kıble değişince de sanki bunun Allah’tan yüz
çevirme anlamına geldiğini düşünüyorlardı.
Halbuki doğu da Allah’ındır, batı da.
Diler doğuya döndürür sizi, dilerse batıya döndürür. Allah’ın emriyle sizin
doğuya, ya da batıya dönmeniz, Allah’ın orada olduğu anlamına gelmez.
Kendilerine hidâyet edilenler, hidâyete ulaştırılanlar asla bu tür sapıklıklarla
meşgul olmazlar. Rabbimiz bu konuda hazırlıklı olması bakımından önceden
peygamberimizi uyarıyor, bu işe hazırlıyordu. Peygamberim, bu adamlar bir
şeyler söyleyecekler, bu işin dedikodusunu yapacaklar, sen hiç üzülme, ne
derlerse desinler, sen hiç aldırış etme, diyor sanki Rabbimiz.
Yâni, sanki bu müslümanlar kıble olarak
Mescid-i Aksâ’ya döndükleri zaman Allah’ın emrinden başka bir şeye mi
uymuşlardı? Müslümanlar bu işi yaparlarken kendi heva ve heveslerine göre bir
kıble oluşturmamışlardı.
Mescid-i Aksa’dan sonra Mescid-i
Haram’a dönerlerken de yine Allah’ın emrine boyun eğiyorlardı. Allah onlardan
nasıl bir hayat tarzı istiyorsa, öylece pratikte uyguluyorlardı. Şimdi
birilerinin şöyle demeye hakkı yoktur: Sen niye Mescid-i Aksa’ya döndün? Eh
Allah dedi ben de döndüm. Şimdi niye Mescid-i Haram’a dönüyorsun? Eh, yine
Allah dedi onun için dönüyorum. Kıbleyi belirleme hakkı Allah’ındır, yönelişi
belirleme hakkı Allah’a aittir. Öyleyse müslümanları bu konuda sorgulamaya da
kimsenin hakkı yoktur.
Görüyoruz ki kıblenin değişikliği
problemi, Medine’de müslü-manları gerçekten uzun süre uğraştırmıştır. Medine’de
yeni oluşan müslüman toplumu sarsmaya çalışan dış güçler vardı. Bu problem,
kıble meselesi, ehl-i kitabın da, müslümanların da beklemedikleri bir hadise
olmuştur. Zira müslümanlar o güne kadar hep Kudüs’e, Mes-cid-i Aksa’ya doğru
dönüp namaz kılmışlardı. Üstelik bu durum ehl-i kitabı ayağa kaldırmıştı. Zira o
güne kadar müslümanlar kendi kıblelerine doğru döndükleri için liderliğin
kendilerinde olduğunu iddia ederek gururlanıyorlardı. Müslümanlar ise alışık
oldukları bir uygulamadan, farklı bir uygulamaya geçince, ehl-i kitabın da
saldırılarıyla bu olayın gerçeğini kavrayıncaya kadar, bu işin doğru yoldan bir
sapma olduğunu zannettiler.
Hiçbir müslümanın da bu konuda
savunmaya geçmesine gerek yoktur. Aman efendim şöyleydi de böyleydi de
demesinin anlamı yoktur. Allah böyle diyor, ben de böyle yapıyorum, o kadar.
Yâni dinimi ben kendi kafama
göre oluşturmuyorum ki; birilerine bu konuda savunmada bulunayım. Hayatımı ben
belirlemedim ki birileri bu konuda bana hesap sorsun. Yâni namazımı, orucumu,
haccımı, zekâtımı, hayatımı, kılık kıyafetimi, soframı, ekonomimi ben değil,
Allah belirlemiştir. Ben bir müslüman olarak, Rabbime teslim olmuş bir mü’min
olarak tüm hayatımı, tüm pozitif ve negatif eylemlerimi Rabbimden alıyorum. Ben
irademi ona teslim etmişim. Onun seçi-mini seçim kabul ediyorum. Ben sadece Onun
çektiği yere gidiyorum. Öyleyse benim dinimi, benim hayat programımı
sorgulayanlara karşı benim diyeceğim: bunu Allah istedi ben de yapıyorum o
kadar.
Eğer insanlar sorgulayacaklarsa, Allahu
Teâlâ’yı sorgulasınlar. Hiç kimsenin Allah’ı sorgulamaya hakkı da, yetkisi de
yoktur, dolayı-sıyla kimsenin de bizi dinimiz konusunda sorgulamaya hakkı
yoktur.
Evet doğu da Allah’ın, batı da
Allah’ındır. Allah diler bu tarafa döndürür, diler öbür tarafa döndürür; o onun
bileceği bir iştir. İşte müslümanlar 13-15 aya yakın bir zaman Mescid-i Aksa’ya
dönerek namaz kılmışlar ve nihâyet hicretin ikinci senesine doğru Mekke’ye,
Kâbe’ye döndürüverdi Rabbimiz.
"Allah dilediğini doğru yola hidâyet
eder, doğru yola iletir."
Yâni Allah hidâyet olunmak isteyen
kişiyi dilediği şekilde hidâyete ulaştırır. Hidâyeti isteyeni hidâyete
ulaştırır, dalâleti isteyeni de dalâlette bırakır Allah.
Buradan anlıyoruz ki kıblenin
değişikliğiyle Cenab-ı Hak önderliği, liderliği İsrâil oğullarından alıp İsmail
oğullarına devrediyordu. Bundan sonra artık müslümanlar bu işe hazırlanmalıydı.
Üzerlerine kıyamete kadar şeriat yükü yüklenen bu ümmet, kıyamete kadar tüm
insanlığa örnek ve önder olacak bu ümmet, Muhammed ümmeti, artık şahit bir
ümmet olacaktı. Kıyamete kadar tüm insanlık için vasat, denge unsuru bir ümmet
olacaktı. İnsanlık kulluğu, teslimiyeti, adâleti, tevhidi bu ümmet şahsında
görecek, sapak noktalarını onlardan öğrenecekti. Tüm yeryüzü insanlığı bu ümmete
bakarak hayatını sağlamaya alacaktı.
Bakın Rabbimiz buyurur
ki:
143:"Böylece sizi, insanlara şahitler
olasınız diye vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir.
Vaktiyle dönmekte olduğun ciheti şimdi sana kıble yapmamız ancak peygambere
uyanlarla ona uymayıp geri dönenlerin arasını ayırt etmek içindir. Bu zor bir
iştir, (bu büyük bir iştir). Ancak Allah’ın kendilerine doğru yolu gösterdiği
kişilere zor değil. Allahu Teâlâ sizin imanlarınızı zayi edecek değildir.
Muhakkak ki Allah insanlara karşı çok Rauf ve çok
merhametlidir."
İslâm ümmeti vasat bir ümmettir. Bir de
şahit bir ümmettir. Sizi dünya üzerinde vasat ve şahit bir ümmet yaptık.
Evet, böylece kıblenin
değiştirilmesiyle liderlik ve önderlik İsrâil oğullarından alınmış; İsmail
oğullarına, yâni müslümanlara verilmiştir. Size verilmiştir. Demek ki bu
kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan alınıp Mekke’deki Mescid-i Haram’a
çevrilmesi, bazı beyinsizlerin anladığı gibi sadece bir yön değişikliği değil,
aynı zamanda liderliğin, ön-derliğin İsrâil oğullarından alınıp Muhammed
ümmetine, müslüman-lara verilmesinin ifadesidir. Allah diyor ki; böylece sizi
diğer insanlara şahitler olasınız diye vasat bir ümmet
yaptık.
Peki bu vasat ve şahit kavramlarından
ne anlıyoruz?
Vasat; adl, adâlet, doğruluk demektir.
Öyleyse ey müslüman-lar, sizi adâlet sahibi, doğruluk sahibi bir ümmet
yaptık.
Vasat; denge unsuru demektir. Ruh ve
madde konusunda, dünya ve âhiret konusunda, toplumcu ve bireyci görüşün arasında
ifrat ve tefritin arası demektir. Ey müslümanlar sizi bu konularda orta yolu
takip edecek vasat bir ümmet yaptık. Komünizm gibi toplumcu, toplumu
putlaştıran, toplumun menfaatlerini ön plana çıkaran, toplum adına ferdi ve
ferdin haklarını öldüren, kapitalizm gibi bireyi putlaştıran, bireye her türlü
davranışlarında özgürlük tanıyan, kapitali putlaştıran ve bu konuda hiçbir
sınır tanımayan bir ümmet değildir İslâm ümmeti.
Madde ve ruh arasında da dengeyi
sağlayan bir ümmettir İslâm ümmeti. Hani Fâtiha sûresinde öyle dememiz
isteniyordu:
“ Ya Rabbi, bizi doğru yola ilet.
Kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap ettiklerinin ve
dalâlette bıraktıklarının yoluna değil”
(Fâtiha
6-7)
Ya Rabbi bizi sırat-ı müstakime hidâyet
buyur. O sırat-ı müstakim ki, kendilerine nîmet verdiklerinin yoludur.
Kendilerine gazap ettiklerinin ve dalâlette bıraktıklarının yolu değil ya Rabbi
diye burada iki istisnadan söz ediliyor. Sıratı müstakimden iki belirgin sapma
olmuştur. Bunlardan birisi yahudi’nin sapması, ötekisi de hıristiyanların
sap-ması. Birisi maddeye ağırlık vererek, mânâyı görmezden gelerek, maddeyi
putlaştırıp ruhu diskalifiye ederek materyalistçe bir sapmadır ki, bu yahudi’nin
sapmasıdır. Hıristiyanlar da madde aleyhine ve ruh lehine dengeyi bozdular.
Hıristiyanlar maddeyi yok farz ederek ruhu ve mânâyı putlaştırdılar. İşte bunun
ikisi de sapmadır, ikisi de dengesizliktir. İslâm ümmeti maddeyi de, mânâyı da
kabul ederek bu ikisi arasında denge unsuru olmuştur.
Ayrıca bir de yahudilerin sapması
bildikleriyle amel etmemeleri biçiminde bir sapmaydı. Hıristiyanların sapması
da bilgisizce amel etmeleri türünde bir sapmaydı. Yâni birinde bilgi var amel
yok, bunlar yahudiler, ötekilerde de amel var ama bilgi yok bu da
hıristiyanlardır. Bu ümmetten bildikleriyle amel işlemeyenler yahudilere,
bilgisizce amel işleyenler de hıristiyanlara benzemektedir. Allah bu konuda da
bu ümmeti denge unsuru yapmıştır. Bu ümmet bilgiyle ameli, düşünceyle hayatı
birleştiren bir ümmettir.
Vasat ümmet; bir de hükmüne tüm
insanlığın boyun eğmesi gereken ümmet demektir. Ey müslümanlar, sizi hükmüne
tüm insanlığın boyun eğeceği, tüm insanlığın size bakıp hizaya geleceği,
sapıkların sapıklık noktalarını sizde anlayacağı, hakkı bulmak isteyenlerin
size bakarak hakkı bulabilecekleri denge unsuru bir ümmet yaptık.
Ancak bu özelliklere sahip olan bir
ümmet, tüm insanlık üzerinde şahitler olabilir. Zira bu ümmet, herkesin
kendisine dönmek zorunda olduğu denge unsuru bir ümmettir. Dünya üzerindeki
toplum-ların dengesi sizin vasıtanızla kurulacaktır. Yeryüzü insanına,
insanlık, adâlet, özgürlük, müsavat sizin vasıtanızla ulaşacaktır. Eğer sizler
yeryüzüne hakim duruma gelirseniz, yeryüzünde Allah’ın istediği bir hayat
yaşarsanız dünyanın dengesi düzelecektir. Ama sizler dünyanın yönetimi
konusunda egemen olamazsanız dünyanın egemenliğini başkalarına kaptırır da başka
güçler dünyanın dengesine egemen olursa, bilesiniz ki o başka güçler de dünyanın
anasını ağlatır. İşte görüyoruz dünya siyasetinden müslümanların çekildikleri
günden bu yana kan gölüne çevirdiler dünyayı. Hem ülkemizde bu böyledir hem de
tüm dünyada.
Bir de insanlara şahitler olasınız diye
sizi vasat bir ümmet yaptık diyor Allah. Bunun için sizi önder ve lider yaptık
diyor. Önderlik, liderlik çok şerefli
bir konum olmakla birlikte yanında bu şerefle orantılı olarak çok büyük ve
şerefli sorumlulukları da olan bir görevdir. Bu görev tıpkı peygamberin
ashabına ve diğer insanlara kendisine vahy olunan dini anlatma ve yaşama
konusunda şahitlik etmesi gibi bir görevdir. Çok şerefli ama o nisbette de
sorumluluğu olan bir görevdir. Ümmeti içinde peygamberin görevi, sorumluluğu ve
şerefi neyse, diğer toplumlara karşı bizim de sorumluluğumuz ve şerefimiz odur.
Bizler, müslümanlar olarak şu
anda tıpkı peygamber gibi tüm insanlık önünde İslâm’ın yaşanırlılığını,
pratiğini göstermek zorundayız. Bu konuda peygamberin ümmetine karşı şahit
olduğu gibi biz de tüm insanlara şahitler olmak zorundayız. Şimdi biz,
insanlara şahitler olmak zorundayız. Peki nasıl şahit olunur insanlara? Bunun
yolu, bütün insanlara bu dini götürür, Kur’an âyetlerini bütün insanlara
ulaştırır, dünya üzerinde Allah’tan ve onun yeryüzünü düzenlemek üzere
gönderdiği âyetlerinden, cennetten, cehennemden haberdar edilmedik bir tek
insan kalmayacak biçimde herkesi haberdar ederiz, işte o zaman biz insanlara
şahitlik görevimizi yapmışız demektir. Tıpkı Ra-sulullah’ın bu ümmet üzerine
şahitlik yaptığı gibi.
Evet, bu öyle bir şeref ki Allah bunu
bize nasip etmiştir. Ama öyle büyük sorumlulukları da vardır ki; bu ümmet kendi
döneminde işlenen bütün suçlardan da sorumludur. Yâni şu anda tüm dünyada
işlenenlerden sorumluyuz. Meselâ şu anda dünyanın en ücra bir köşesinde, en
kuytu bir köyünde bir adam bir günah işliyorsa, bilelim ki biz müslümanlar yarın
ondan sorumlu tutulacağız. Neden? Çünkü ona İslâm’ı götüremedik, ona hakkı
duyuramadık, ona Allah’ı anlatamadık. Nasıl ki Allah’ın Rasûlü gerek kendisine
Allah’tan gelen âyetleri tebliğ etme konusunda, onun bir harfini bile
gizlemeden onu insanlara, ashabına tebliğ etmişse, biz de bu kitaptan haberdar
olmayan bir tek insan kalmayacak biçimde bunu onlara duyurmak zorundayız.
Nasıl ki Allah’ın Rasûlü, Allah’ın insanlardan istediği kulluğu bizzat
yaşayarak ashabına tam ve mükemmel bir örnek olmuşsa, biz de Allah’ın
insanlardan istediği kulluğu tüm dünya insanlığının gözleri önünde yaşayıp
pratikte onu göstermek zorundayız.
Soralım şimdi müslümanlara, ey
müslümanlar Allah size bir peygamber göndermiş ve o peygamberin şehâdetiyle
sizi bu kitap konusunda bilgilendirmiş, peki şimdi siz de bu bilgilendiğiniz
kitapla bütün insanları bilgilendirebildiniz mi? Peygamberin (a.s) size yaptığı
görevi sizler de insanlara yaptınız mı? Diğer insanları bunun sorumluluğuyla
karşı karşıya getirebildiniz mi? Bütün dünya insanlığına Kur’an’ı ve peygamberi
duyurabildiniz mi? Böyle bir soru gelecek yarın bize. Allah peygamberine
diyecek ki, ey peygamberim sen, sana gönderdiğim bu mesajı toplumuna duyurdun
mu? Duyurmak da yetmez, onlara şahit olarak bu dinin pratikte nasıl uygulanması
gerektiğini gösterdin mi? Bize de Allah diyecek ki; ey müslümanlar siz de
peygamberinizden devraldığınız bu mesajı döneminizdeki tüm insanlığa
duyurabildiniz mi? Bu dinin pratikte nasıl uygulanması gerektiğini hayatınızla
onlara gösterebildiniz mi?
Biz diyeceğiz ki; ya Rabbi biz
duyurduk. Bütün insanlığa ilan ettik bunu. Savaşımızla, kavgamızla,
düşüncemizle, imanımızla, sözümüzle, davranışlarımızla evet ya Rabbi, biz seni
ve senin dinini bu insanlara duyurduk diyeceğiz. Ya da aksini söyleyeceğiz
tabii.
Bugün sağındakine solundakine, bugün
evindekilere, bugün emmisine dayısına bile bu kitabı duyurmayan, duyuramayan
insanların ne kadar sorumlu olduklarını varın siz düşünün. Karşımızdakiler
ister kabul etsin, ister reddetsin bundan biz sorumlu değiliz ama onlara
mutlaka bunu duyurmak zorundayız Allah bize böyle bir yük yüklemiş. Bu yük, bu
görev aynı zamanda bizim dünya üzerinde söz sahibi olmamızı da beraberinde
getirecektir. Bu güce sahip olmak zorundayız, çünkü bizler insanlığa mesaj
sunacağız. Yasal yönden böyle bir güce sahip olmasak bile bütün dünya
insanlığına bu kitabın kavgasını vermekle mükellefiz bunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmamalıyız. Dünyanın en uzak bölgesine veya Konya’nın en ücra
köşesine kadar bunu götürmek zorundayız. Biz götüreceğiz, götürülen ister kabul
eder, ister kabul etmez bu bizim sorumluluğumuz değildir. İnsanlar ya müslüman
olurlar ya da olmazlar, bu bizim sorumluluğumuz değildir. Bizim sorumluluğumuz
bununla insanları karşı karşıya getirmektir.
Tıpkı Rasulullah’ın size şahit olduğu
gibi. Rasulullah bunu bize nasıl duyurmuştu? Ya Rabbi senin peygamberin bize bir
şey duyur-madı diyebilir miyiz? Hakkımız var mı buna? Hayır o gerçekten
vazifesini yaptı. Evet, müslümanlar lider ümmettir, müslümanlar önder
ümmettir. Müslüman şunun bunun arkasından gidemez. Müslüman şunun bunun
uyuntusu olamaz. Müslüman tüm dünya insanlığına nü-mune-i
imtisa l olacak insandır bunu hiçbir
zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Bu müslümanların şahit olmaları
konusunu, yine Rasulullah’ın bir hadisine dayanarak şöyle de anlayabiliriz:
Kıyamet günü tüm ümmetler, tüm toplumlar Allah huzurunda toplanacaklar
başlarında peygamberleri olduğu halde. Allah her peygamberin toplumuna soracak.
Söyleyin bakalım bu peygamber size benim âyetlerimi tebliğ etti mi? Bu
peygamberim size karşı görevlerini yaptı mı? diye soracak. Meselâ Nuh’un (a.s)
toplumuna soracak Allah. Bu peygamber size benim mesajımı ulaştırdı mı? Nuh’un
(a.s) toplumu Allah karşısında kötü bir konuma düşmemek için diyecekler ki
hayır ya Rabbi, biz böyle birini tanımıyoruz. Nuh diye bir peygamber bize ne
geldi ne de senin mesajını sundu. Eğer böyle bir şey olsaydı elbette biz ona
icâbet ederdik diyecekler. Sonra Allah Nuh’a (a.s) dönecek: Ey Nuh bak bunlar
senin kendilerini uyarmadığını, kendilerine karşı benim mesajımı iletmediğini
söylüyorlar. Ne dersin? Sen bunlara karşı benim görevimi ifa ettin mi? Hakkı
bunlara anlattın mı? Nuh (a.s) buyuracak ki ya Rabbi sen şahitsin ki ben bunlara
dokuz yüz küsur yıl hakkı anlattım. Sövdüler anlattım, dövdüler anlattım. Peki
ey Nuh bu konuda şahidin var mı? Buyuracak Rabbimiz. Hz. Nuh şahit için etrafına
bakınınca Muhammed ve ümmeti ileri atılıp biz şahidiz ya Rabbi! Biz Hz. Nuh’un
toplumuna senin mesajını sunduğuna, senin emirlerini duyurduğuna şahidiz ya
Rabbi diyecekler. Siz bunu nereden biliyorsunuz? denince de ya Rabbi sen bize
bir kitap gönderdin ve kitabında Nuh’un çektiği sıkıntıları, toplumunun ona
karşı tavırlarını anlattın. Biz bunu senin son kitabın olan Kur’an’dan öğrendik
diyecekler ve Hz. Nuh’a şahitlik yapacaklar. Tüm peygamberlere şahitlik
yapacağız inşallah. İşte bu şahitliği bir de böyle
anlıyoruz.
"Vaktiyle dönmekte olduğun ciheti şimdi
sana kıble yapmamız, ancak peygambere uyanlarla ona uymayıp geri dönenlerin
arasını ayırt etmek içindir."
Biz senin üzerinde olduğun
kıbleyi şunun için yaptık. Ökçeleri üzerinde dönüp dinden uzaklaşan kimseleri,
peygambere tabi olanlardan ayırdedelim diye biz kıbleyi Mescid-i Aksa’dan
Mescid-i Hara-m’a çevirdik.
Demek ki bunun sebebi şuymuş: Acaba bu
insanlar kıblelerini gerçekten değiştirecekler mi, değiştirmeyecekler mi? Acaba
bu konuda peygambere itaat edecekler mi, etmeyecekler mi? Acaba peygamberin
dinde temel odak nokta olduğunu kabullenecekler mi, etmeyecekler mi? Allah ve
peygambere güvenleri devam edecek mi et-meyecek mi? Ya bu nasıl iş böyle? Bu
nasıl Allah? Bu nasıl peygam-ber? Bizi dün bu tarafa döndürüyordu, bugün de bu
tarafa döndürü-yor, olacak şey midir bu? Mu diyecekler yoksa Allah ve
peygambere tam teslim mi olacaklar, bunu ayırmak için böyle yaptık diyor
Allah.
Demek ki onların, peygamberin
fonksiyonunu kabul edip etmeyeceklerini denemek için bunu yapmış Allah. Yâni
peygambere imanlarını, peygambere teslimiyetlerini peygambere güvenlerini
denemek için bu kıble işini peygamber eliyle yaptırmış Allah.
Evet bu, peygamberin dinde temel
olduğunu gösterir. Pey-gamber bizim hayatımızda âmir ve nâhiydir. Peygamberin
bizim haya-tımızda evet veya hayır deme, emretme ve yasaklama yetkisi vardır.
Hakkı vardır. Zaten peygamberin, peygamber oluşunun hikmeti de buradadır. Bakın
çocukluğumuzdan bu yana bize bir peygamber öğ-rettiler.
İşte sıdk sahibi, ismet sahibi,
emanet, fetanet ve tebliğ sıfatla-rının sahibi bir peygamber anlattılar. Bu
sıfatlar onun kendisiyle ilgili yönüdür. Bunları zaten kabul etmek zorundayım
ve kabul etmişim ben. Yâni peygamberin doğru sözlü olduğunu, doğru söylediğini,
günahsız olduğunu, emin olduğunu, zeki olduğunu, kendisine gelen âyetleri
gizlemeden eksiksiz olarak insanlara tebliğ ettiğini kabul ettim ve inandım
ben. Bunu kabullenivermem benim birini peygamber olarak kabullenmen mânâsına
gelmeyecektir.
Benim birini peygamber kabul etmem
demek, bunları kabullenmekle beraber, onu bu sıfatların sahibi bilmek ve
inanmakla beraber aynı zamanda onun benim hayatımda amir ve nahiy oluşunu da
kabul etmem demektir. Eğer ben peygamberi bu sıfatların sahibi olarak kabul
eder; ama onu hayatımda amir ve nahiy olarak kabul etmezsem, yâni hayatımda
emredici ve nehyedici biri olarak bilmezsem onu peygamber olarak kabul etmiş
sayılmayacağım demektir.
Zira peygamberin peygamber olarak
kabul edilmesi demek; onun hayata hakim olması demektir. Benim hayatımda bir şey
kabul edilecekse, bir şey reddedilecekse evet veya hayır denecekse, bu
ol-malı, bu olmamalı; bu yapılmalı, bu yapılmamalı denecekse, bunu o demelidir
ve ben yapmalıyım. Yâni benim birini peygamber kabul etmem demek; herşeyimle
adım adım onu takıp etmem demektir. İzinden gitmem demektir. Herşeyimle
kendisine benzemem ve kendisine her konuda teslim olmam demektir. Değilse işte
bir zamanlar böyle bir peygamber yaşamış, adı şuymuş, babası şuymuş, doğum
tarihi şuymuş, şurada doğmuş, şurada vefat etmiş bunları bilmek değildir
peygambere iman.
İşte hakiki müslüman Allah’a ve
Resûlü’ne tam teslim olandır. Bu nasıl olur demenin anlamı yok. Şimdi İslâm’ın
sahibi sen ve ben değilim ki, keyfime göre imtihan olsam. Dinin sahibi,
imtihanın sahibi olan Allah böyle imtihan ediyor. Kabul edecek misin, etmeyecek
misin? Mescid-i Aksa’ya evet de Mescid-i Haram’a hayır mı? Mescid-i Haram’a
evet de eskisine hayır mı? Bakın aynı zamanda bu işin zor olduğunu da haber
veriyor Rabbimiz:
"Bu zor bir iştir, (bu büyük bir
iştir). Ancak Allah’ın kendilerine doğru yolu gösterdiği kişilere zor değil."
Bu gerçekten zordur diyor Rabbimiz. Ama
bu konuda, her konuda Allah’ın hidâyet ettiği, Allah’ın yollarını açtığı
kimselere bu iş gâyet kolaydır. Namaz için de aynı şeyi söylemişti
Rabbimiz.
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi
unutur musunuz? Üstelik kitabı da okuduğunuz halde. Aklınız yok mu
sizin?
(Bakara: 44)
Ama bu sizin Allah’tan yardım
isteyeceğiniz namaz gerçekten çok ağır ve zor bir konudur. Allah’a bağlanmanın
özünü kavrayama-mış, Allah’ın ulûhiyeti ve rubûbiyeti karşısında tam teslimiyet
gösterememiş insanlara namaz ağır gelir, zor gelir. Lâkin huşu erbabı için zor
değildir namaz. Yâni kalpleri Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini anmakla yumuşamış,
Allah’ı ve Allah’ın âyetlerini hatırlamaktan zevk alan huşu sahipleri için zor
gelmez deniyordu. Bakın burada da öyle deniyor peygamberin kıbleyle alâkalı bu
uygulamasını bir anda kabul etmek ve alışkanlıklarından bir anda vazgeçmek
zordur, ama Allah’ın kendilerine hidâyet ettikleri için gâyet kolaydır
buyuruluyor.
Yâni böyle günde bin defa da peygamber
farklı bir emirle karşımıza çıksa; gerçekten mü'min olan bir kimse, gerçekten
Allah’a teslim olan bir kimse, Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğdi mi,
tamam artık bu ona zor gelmeyecektir.
Bu arada müslümanlar üzerinde büyük bir
spekülasyon da vardı. Kendi kıbleleri terk edilip, liderlikleri ellerinden
alınan yahudiler de feryadı basmışlardı. Birinci olarak şöyle dediler; Eğer bu
yeni döndüğünüz kıble doğruysa, sizlerin daha önce kıldığınız namazlar ne
olacak? Şimdiye kadar Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılan insanların durumları
ne olacak. İkinci olarakta; Bundan sonra hadi siz Mescid-i Haram’a döndünüz,
bundan önce ölüp gidenlerin durumu ne olacak dediler. Böyle problemler
oluşturup müslümanların akıllarını karıştırmaya çalıştılar.
Bu münâsebetle iki grup denenmiş
oldu.
1- Önce ırkçılar denendi. Daha önce
Mekke’de müslümanlar Kâbe’ye dönerek namaz kılarlarken bir anda kendi
kıblelerini, kendi Kâbe’lerini bırakıp Mescid-i Aksa’ya dönme emri ile karşı
karşıya gelince henüz buna hazır olmayan ırkçı Araplar denendi. Bunların
içinden samimi müslümanlar imtihanı kazanıp karşıya geçerken, kavmiyetçilik
putuna tapanlar, biz geleneklerimizden vazgeçmeyiz, biz atalarımızın kabul
ettikleri, atalarımızın kutsâdıkları Kâbe’den vazgeçmeyiz diyenler döküldü.
2- Şimdi de Mescid-i Aksa’dan Mescid-i
Haram’a dönülürken de müslümanlar ve Allah’a inandıklarını iddia eden yahudi ve
hıris-tiyanlar deneniyorlardı. Bu defa da statükocular, âdetlerine bağlı
olanlar, alışkanlıklarının esiri olanlar imtihanı kaybederken, Allah ve Resûlüne
gerçekten bağlı olanlar kazanıyordu bu imtihanı.
Allahu Teâlâ buyurdu
ki:
"Allahu Teâlâ sizin imanlarınızı zayi
edecek değildir."
Demek ki âyet-i kerîmeden anlaşılan o
ki; iman namazmış. Demek ki iman, amelmiş, amel de imanmış. Halbuki burada bu
adamların zayi oldu, boşa gitti dedikleri şey namazdı. Halbuki Allahu Teâlâ
Allah sizin namazlarınızı zayi edecek değildir demiyor da Allah sizin
imanlarınızı zayi edecek değildir buyuruyor. Öyleyse Rabbimiz, Allah sizin
imanlarınızı zayi edecek değildir derken, sizin namazlarınızı zayi edecek
değildir buyurdu.
Öyleyse anlıyoruz ki amel
imandır, iman da ameldir. Efendim iman amel midir değil midir? Amel imandan bir
cüz müdür, değil midir? Tartışmasını da bitiriveriyor burada Rabbimiz. O halde
İmanla amel birbirinden ayrılmayan bir bütündür. İmanla amel bir kişide karar
kılmış iki ikiz kardeş gibidir. Birinin yokluğu halinde ötekisini Allah’ın kabul
etmeyeceği bir bütün olarak anlamak en iyisidir Allahu âlem. Yâni amellerimiz
iyi oldukça imanlarımız da iyi olacaktır, imanlarımızın güzelliği,
amellerimizin de iyiliği anlamına gelecektir. İmanımızın dışa yansıyan bölümü
amelimiz olacaktır.
Siz benim amelime bakmayın, benim
imanım çok güçlüdür, diyen adama diyeceğiz ki; amel imanın dışa yansıyan
bölümüdür, sende iman olsaydı mutlaka bu dıştan görünecekti diyeceğiz. Daha iyi
amel işleyenlerin imanları daha iyi demektir diyeceğiz.
"Muhakkak ki Allah insanlara karşı çok
Rauf ve çok merhametlidir."
Bundan sonra Rabbimiz kıblenin değişme
olayının nasıl gerçekleştiğini anlatmaya başlıyor.
144:"Biz görüyoruz ki Peygamberim, sen
yüzünü semaya doğru çeviriyorsun. İşte şimdi seni razı olacağın bir kıbleye
çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Ve sizler de artık
nerede olursanız olun yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin. Kendilerine
kitap verilenler bilirler ki bu Rablerinden kendilerine verilen bir haktır.
Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."
Bundan anlıyoruz ki; Allah’ın Rasûlü bu
kıble değişikliğini bek-liyordu. Ve bu yüzden de dua dua Allah’a yalvardığını
anlıyoruz. Dua ediyordu Allah’ın Rasûlü. Çünkü Allah’ın Rasûlü liderliğin
İsrâil oğullarından alındığını ve liderliğin İslâm ümmetine verildiğini
biliyordu. Bu yüzden de kıble değişikliğinin gerçekleşeceğini de biliyordu.
Doğup büyüdüğü, yakînen tanıdığı, İbrahim (a.s)’ın bina ettiği Kâbe’yi
biliyor-du Allah’ın Rasûlü. Yahudilerin de Rasulullah’a karşı psikolojik
baskıları vardı. Allah’ın Rasûlü bunu âdeta bekliyordu. Bekliyordu ki, kıyamete
kadar insanlığın Kâbe’si olacak Mekke’deki Mescid-i Haram’a çevirsin Allah.
Bunu âdeta bekliyor ve bu konuda Allah dua ediyordu. Böylece yahudilerin
kıblesine dönmekten de kurtulacaktı Allah’ın Rasûlü. Allah buyurur ki; biz bunu
biliyoruz peygamberim.
"İşte şimdi seni, razı olacağın bir
kıbleye çevireceğiz."
Sen razı olacağın bir kıbleyle, yâni
Kâbe’yle karşı karşıya geleceksin.
"Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına
döndür."
Şatr’al Mescid’il Haram. Kâbe’ye döndür
değil, Kâbe şatrına, yâni Kâbe tarafına döndür denmiş. Çünkü uzakta olanlar için
tam Kâbe’yi isa bet ettirmek mümkün olmayabilir.
Onun için Kâbeye denme-yip, Kâbe tarafına denmiştir. Yâni mümkün olduğunca Kâbe
tarafına döndür demek olacaktır bunun mânâsı.
Ayet-i kerîmenin ifadesinden anlıyoruz ki;
dünyanın her tarafındaki mü'minlerin tam olarak Kâbe’ye yönelmeleri mümkün
değildir. Onun içindir ki Rabbimiz, noktası noktasına Kâbe’ye dönmemizi değil,
gücümüz yettiğince Kâbe’ye doğru dönmemizi istiyor.
Bera bin Azib (r.a) Hazretlerinin
rivâyet ettiğine göre bu olay, namaz esnasında olmuştur. Allah’ın Rasûlü Beni
Seleme Mescidinde ashabıyla birlikte öğle namazını kılarlarken bu âyet geldi.
İlk iki rekatını Mescid-i Aksa’ya doğru kılmışlardı, âyet gelince hemen
Allah’ın Rasûlü Mescid-i Haram’a doğru döndü ve geriye kalan iki rekatı da
Mescid-i Haram’a doğru tamamladı. Bundan dolayıdır ki bu mescide “Mescid-i
Kıbleteyn” denmiştir. Derhal etrafa haberler gitmiş, Kuba Mescidinde müslümanlar
namazda iken biri gelip haber verince, ben peygamberin yanından geliyorum,
onunla birlikte Mescid-i Haram’a doğru namaz kıldık deyince; onlar da hemen
Mescid-i Haram’a doğru dönüverdiler.
Sahabenin peygambere itaatine bakın,
peygamberin sahabesinin birbirlerine güvenine bakın. Kıble gibi çok önemli bir
meselede bir müslüman, ben Rasulullah’ın arkasında namaz kıldım, o Kâbe’ye
doğru namaz kıldı dediği an hepsi de namazlarında olduğu gibi dönüyorlar ve
Kâbe’ye doğru namazlarını devam ettiriyorlar. Aynı zamanda bu âyet-i kerîme bize
bir tek müslümanın verdiği habere de güveneceğimizi anlatıyor. Yâni işte
haber-i vahid dir, acaba delil olur mu olmaz mı? Filan diye tartışıyorlar ya
bugün müslümanlar, akıllı güvenilir bir müslümanın verdiği habere göre bakın
müslümanlar kıblesini değiştiriyorlar.
İşte bu âyetle müslümanların kıblesi
meselesi kesinlik kazanmıştır. Bundan önce okuduğumuz âyet, yâni kıble
meselesinin ilk konu edildiği âyet:
"Doğu da Allah’ındır, batı da
Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın zatını, yüzünü orada
bulacaksınız."
(Bakara:
115)
Âyetiyle başlayan kıble meselesi bu son
âyetle kesinlik kazanmıştır. Yâni artık namazda Kâbe’ye yönelmek farz olarak
kesinlik kazanmıştır. Bu son âyetle bu önceki âyet de nesih edilmiştir
deniyor.
"Artık bundan böyle yüzünü Mescid-i
Haram tarafına çevir!"
Âyetiyle nesih olmuştur
diyoruz.
"Ve sizler de artık nerede olursanız
olun yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin."
Öncekinde, sen nerede olursan ol yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir denmişti, burada da deniliyor ki; sizler nerede
olursanız olun yüzünüzü kıbleye doğru çevirin deniyor.
"Kendilerine kitap verilenler bilirler
ki bu Rablerinden kendilerine verilen bir haktır."
Yâni müslümanların kıblelerinin Kâbe
olması konusunda ne yahudilerin, nede hıristiyanların kesinlikle en ufak bir
şüpheleri yoktur. Bildikleri halde, bunu anladıkları halde bile bile Rasûl-i
Ekrem (a.s) 'a ve müslümanlara düşmanlık yapıyorlar. Aslında bu âyetler
Rasulul-lah’ın ve müslümanların kendilerine güvenlerini de arttırıyordu. Ve bu
âyetler yahudi ve hıristiyanların yalancılıklarını da ortaya koyuyordu. Çünkü;
zaman zaman, müslümanlar acaba biz sorumlu muyuz? Biz şu ana kadar bu yahudi ve
hıristiyanlara bu İslâm mesajını ulaştırabildik mi, ulaştıramadık mı? Biz ne
yapacağız? Acaba bu konuda bize düşen bir şey var mı? Veya acaba bu adamlar
sorumluluktan kurtulur mu? Filan diye kimi müslümanlar kendilerini sorumlu
tutmaya çalışıyorlar.
Ama bakın âyetlerinde Allah diyor ki;
eymüslümanlar bunu asla kendinize dert etmeyin. Böyle bir problemle kendi
kendinizi meşgul etmeyin. Çünkü onlar bunu biliyorlar, bu konuda onlara yeterli
bilgi ulaştırılmıştır diyor.
Bırakalım bu mesajı onlara ulaştırıp
ulaştıramadığımızı da. Yukarıda gördük biz mü'minler olarak insanlara şahit
olacağız, bu bizim problemimiz, bu bizim
sorumluluğumuzdur.
Ama biz bu ehl-i kitaba şahitler
olmasak bile, bu insanlar bu bilginin sahibidirler. Onlar kesinlikle biliyorlar
ki, Kâbe’yi ataları İbrahim bina etti. Onlar kesin biliyorlar ki; İbrahim oraya
yönelmişti, İsmail oraya yöneldi, İshak (a.s) oraya yöneldi, ataları Yakub oraya
yöneldi. Bir de bildikleri, tanıdıkları son peygamber de oraya yönelmişti.
Bildikleri peygamber onlara geldiği zaman iman etmeliydiler onlar.
Bekledikleri peygamber gelmişti,
biliyorlardı. Bu peygamberin adı Ahmet’ti, biliyorlardı; bekledikleri
peygamberin kitabı Kur’an olacaktı, bunu biliyorlardı; kıblesi Kâbe olacaktı,
Mekke’de zuhur edecekti, bunlarıda biliyorlardı; kavmi onu zorlayacak ve
sonunda Medine’ye göç edecekti bunu da biliyorlardı. Oğullarından şüpheleri
vardı; ama bu peygamberden şüpheleri yoktu, şimdi bu adamlara müs-lümanların
kitabı götürüp götürmemesi müslümanların problemi, bizim kendi
problemimiz.
Bu adamlara; kusura bakmayın, madem ki
size kitap duyurulmadı, madem ki din size duyurulmadı, öyleyse buyurun cennete
denilmeyecek kesinlikle. Bu konuda bir endişeniz olmasın. Kaldı ki bir
yahudi’nin, İsa (a.s) 'la karşı karşıya kaldığı andan itibaren İsa (a.s)’ı
kabul edip ona inanması gerekecekti. Bir hıristiyanın Hz. Muhammed (a.s) la
karşı karşıya geldiği andan itibaren Muhammed (a.s)’a iman etmesi gerekecekti.
Onların sorumluluktan kurtulma problemi ayrı, ama bizim problemimiz ayrıdır
tabii, bu ikisini ayrı düşünmek zorundayız. Biz sadece onlara değil, tüm dünya
insanına bu mesajı götürmek zorundayız. Ama biz gerçekten yahudi ve
hıristiyanlarla bir kavganın içine giremedik. Yâni onları bu âyetlerle karşı
karşıya getiremedik, onları bu âyetlerle uyarıp, bu âyetlerle İslâm’a davet
edemedik, bu doğru. Biz kendi kendimizi yemekten, kendi kendimizle didişmekten
biraz başımızı alabilirsek, belki bunu onlara götürmeye zaman bulabileceğiz.
Ama ne zaman ki kâfirlerle, yahudi ve hıristiyanlarla karşı karşıya gelip
Bakara’yı ve Al-i İmran’ı onların üzerine bir uyarıcı ve hattâ bir silah olarak
döndürebilirsek; bakınız o zaman bizim imanlarımız ne kadar güçlenecektir. Ama
şimdi kime okuyoruz bu âyetleri? Sen bir âyet okuyorsun, karşındaki on âyet
okuyor. Sen hadis okuyorsun, karşındaki hadis okuyor ve kavga müslümanların
kendi aralarında sürüp gittiği için de müslümanlar negatif kalıyor ve hiç bir
şey yapamıyorlar. Ne yapacaksın da zaten karşındaki
müslüman.
"Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir."
Ne yaptığınızı ne ettiğinizi Allah
apaçık bilmektedir. Allah sizin kıblelerinizin ne yöne olduğunu, nasıl bir
hedefinizin olduğunu ve nasıl bir hayat yaşadığınızı biliyor. Mekke’ye
döndüğünüzü de biliyor, Mekke’nin dışında bir dünyaya döndüğünüzü de biliyor.
145:"Celâlim hakkı için sen, o ehl-i kitaba
her türlü mûcize ve delili getirsen de yine senin kıblene tabi olmazlar. Sen de
onların kıblesine tabi olacak değilsin. Zaten onlarda birbirlerinin kıblesine
tabi değiller. Eğer sen, sana gelen ilimden sonra onların heva ve heveslerine
uyarsan işte o zaman sen de zâlimlerden olursun."
Bu adamların bütün bunları
bilmelerine rağmen, kendilerine kitap verilenlere bir sürü âyet de getirsen
onlar senin kıblene tabi olacak değillerdir. Kur’an âyetleri, gök âyetleri, yer
âyetleri ne tür âyet getirirsen getir, onlar asla buna iman etmeyeceklerdir.
Gerçeği ispat etmek için bütün
delilleri, bütün belgeleri onların önüne de sersen yine de onlar senin kıblene
tabi olacak değillerdir. Aslında sen onlara aklî, naklî en açık âyetleri, en
açık delilleri gösterdin. Kâbe’nin tarihini anlattın, Kâbe’nin ilk inşasını
anlattın, İbrahim’i İsmail’i anlattın. Aslında bu adamların iman
etmeyişlerinin sebebi delillerin azlığı değil, anlamak istemiyorlar, imandan
yana değil bu adamlar.
Senin ortaya koyduklarını nazarı
itibara almıyorlar. Aslında bu adamlar şu anda döndükleri kıblelerine âdet
olduğu için dönüyorlar. Baba ve ecdatlarından kendilerine intikal eden bir
mîras olduğu için dönüyorlar, Allah’ın emri olduğu için değil. Dolayısıyla sen
onlara Allah’tan ne getirirsen getir, onlar yine uymayacaklar. Onlar için
önemli olan âdetlerdir. Öyleyse ey peygamberim, sen boşuna uğraşma. Onların
gönlünü edeceğim diye sakın sen de onlara hoş görünmeye kalkma. Sen ne yaparsan
yap, onlar asla senden razı olmayacaklardır.
Peki madem ki bu insanlar ebedîyen
müslümanların kıblesine gelmeyecekler, peki biz ne yapacağız? Bize düşen nedir
burada? Bize düşen bir iş var: Biz elimizdeki bu kitapla peygamberin örnek
hayatını insanlara duyuracağız. Buna rağmen gerek eski ehl-i kitaptan, gerekse
bizim ehl-i kitaptan kimileri bunu kabul etmezlerse diyeceğiz ki; Rabbim
selâmet versin.
Bu konuda gevşekliğe düşmeyeceğiz,
ümitsizliğe düşmeyeceğiz. O kabul etmezse berikisi kabul edecektir, biz bu işe
devam edeceğiz. Kabul ederler etmezler, bu onların problemidir, bizim
problemimiz değildir, bunu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayacağız.
"Sen de onların kıblesine tabi olacak
değilsin."
Farz edin ki yeryüzünde tek başına
kaldık, bizden başka hiçbir müslüman kalmadı, yahudi ve hıristiyanların
kıblesine tabi olur musunuz? Eğer bu hidâyetten sonra kişi onların kıblelerine
tabi olursa; o zaman tabi cehenneme kadar yolu var
demektir.
Ekonomimiz bozukmuş, dünyamız bozukmuş,
gideriz dağ başında mağara kovuklarında bir hayat yaşar yine de onlara tabi
olmayız değil mi? İsterse bu kâfirlerin evleri altın olsun, kapıları gümüş
olsun, teknikleri, sanayileri dünyayı değil arşı da kuşatsın, yine de onların
kıblelerine tabi olamayız. Onların hiçbir yollarına tabi olamayız, onlar gibi
yaşayamayız, onlar gibi giyinemeyiz, onlar gibi ticaret yapa-mayız, onlar gibi
düşünüp, onlar gibi iman da edemeyiz. Benim izze-tim, benim şerefim herşeyim bu
dinimdedir. Hayır burada, yücelik burada, üstünlük buradadır. Hem de
zaten:
"zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi
değiller."
Yahudiler sahraya, hıristiyanlar da gün
doğusuna dönmekte-dirler. Onların kendi aralarında bir birlik sağlamaları da
mümkün değildir zaten. Yahudiler hıristiyanlara tabi değiller, hıristiyanlar da
Yahudilere tabi değiller. Hıristiyanların Ortodoksları Katoliklere, Katolikler
Protestanlara tabi değiller. Şu anda beraber gibiler görünüyorlar; ama bir
bakarsın bir anda birbirlerini yemeye başlamışlardır. Tarih bo-yunca hep
birbirlerini yemişlerdir zaten. Hıristiyanların mezhep kavgaları,
hıristiyanların yahudileri kesmeleri, fırınlara doldurup yakmaları, tarih
bununla doludur ve Allah, bunların arasına düşmanlık ve bağza atmıştır, bunu çok
iyi biliyoruz.
Bunlar da zaten birbirlerinin
kıblelerine tabi değildir, sen niye onların kıblesine tabi olacaksın? Şu anda
müslümanlar boyuna kıble tartışması içindeler. Kime dönelim, nereye gidelim?
Hep bunun tartışması içindeler. A.B.D' yi mi seçsek? A.E.T' yi mi kabul etsek?
Avru-pa’yı mı seçsek? Kimin kıblesine tabi olsak acaba? Allah tarafını mı
seçsek? Yoksa başkalarını mı seçsek? Allah buyurur ki
bakın:
"Eğer sen, sana gelen ilimden sonra
onların heva ve heveslerine uyarsan, işte o zaman sen de zâlimlerden olursun."
Sana gelen ilimden sonra. İlim nedir?
İlim Allah tarafından Resûlü’ne gönderilen şu Kur’an’dır, ilim
vahiydir.
Eğer siz, size gelen bu kitaptan sonra,
elinizdeki bu vahiyden sonra, bunu bırakır da onların heva ve heveslerine
uyarsanız, kendi hukukunuzu bırakır onların hukuklarına uyarsanız, kendi kılık
kıyafetinizi bırakır onların kılık kıyafetlerini benimserseniz, kendi
yazılarınızı bırakıp onların yazılarını kullanırsanız, onların icad ettikleri
sistemlere uyarsanız, yâni her halinizle onların kıblelerine tabi olursanız, o
zaman siz de onlar gibi olursunuz.
Siz de onlar gibi parça parça
olursunuz. Hizip hizip, grup grup olursunuz, tıpkı onlar gibi birbirini yiyen
parçalar, birbirini tüketen gruplar olursunuz. Ümmet olma özelliğinizi
kaybedersiniz. Ve de en kötüsü sizler zâlimlerden olursunuz.
Hani:
Zâlimler ahdime ulaşamazlar, zâlimler
idareci olamazlar, zâlimler iktidara gelemezler deniyordu ya, o zaman sizler
ebedîyen buna ulaşamazsınız, iktidar mevkiine gelemezsiniz diyor Rabbimiz.
146:"Kendilerine kitap verilenler, o peygamberi
tanıyorlardı oğullarını tanıdıkları gibi. Ama onlardan bir grup bilir
oldukları halde hakkı gizlerler."
Bildikleri halde hakkı gizliyorlardı.
Meselâ Abdullah İbni Selam, yahudi âlimlerindendir. Hz. Ömer kendisine bu âyetin
mânâsını sorunca der ki; “vallahi ben onu kendi evlâtlarımdan daha kesin
bilirim. Çünkü onu Rabbim haber verdi. Ama kendi çocuklarıma gelince; ne
bileyim, onlar benim çocuklarım da olabilir, onların anası beni kandırmış da
olabilir!” deyince Hz. Ömer, onun alnından öper ve çok güzel söyledin, çünkü
Allah da böyle buyuruyor der.
Yâni bizim ehl-i kitabın, bizim hoca
takımının en büyük tehlikesi buradadır. Hani oğlumuzu bildiğimiz gibi
bileceğiz, ama dünyamız, menfaatlerimiz dinimizi pratikte ortaya koymamıza
engel olacak. Bu çok tehlikeli bir durumdur Allah korusun. Bugün en
kalitelimizin aldığı maaş, bir arabanın yıllık fâizi kadar bir şey tutuyor.
Yahudi âlimleri hakkı gizledikleri zaman kendilerinin gazaba uğrayacaklarını da
biliyorlardı. Bunu da bildikleri halde yine de gizlemeye devam ettiler.
Bir de bu âyetten şunu anlıyoruz ki
hakkı bilmekle, hakka iman etmek; ayrı ayrı şeylerdir. Hakkı bilmek, hakka iman
etmek demek değildir. Bakın bunlar biliyorlardı, ama iman etmiyorlardı. Bilgi ve
iman pratiğe dökülmedikçe hiç bir şey ifade etmez.
Efendim işte mârifet yeterlidir, onlar
bunun mârifetine ermişlerdir filan diye birtakım sözlerin de hiç bir kıymeti
yoktur.
147:"Hak Rabbindendir. (Hak Rabbinden
gelendir.) Sakın ha, sakın bu konuda şüpheye düşenlerden olma Peygamberim!"
Hak kelimesi kitabımızda çok geçer.
Rabbimiz hak, kitabı hak, peygamberi hak, cennet hak, cehennem hak, sırat hak,
mizan hak, hepsi haktır. Ama bakıyorsunuz, müslümanlar hak problemini gündeme
getiriyorlar; lâkin problemi bu hakka göre çözme konusunda kimse doğru dürüst
iki kelime bile söylemiyor. Meselâ insan haklarını gündeme getiren müslümanlar,
öncelikle Allah’ın haklarını gündeme getirmek zorundadırlar. Allah’ın hakkını
gündeme getiremeyen müslü-manlar, kesinlikle hiçbir zaman kullarının hakkını
gündeme getireme-yeceklerdir.
Kaldı ki kulların hakkını da
değerlendirebilmek için hak bir kitaba, hak bir mizana muhtaç olacaklardır, hak
bir peygambere kulak vermek zorunda olacaklardır. İşte tüm problemlerin çözümü
buradadır. Yâni bu kitaba göre bizim hakkımız nedir? Bunu bilmek zorundayız.
Bulunduğunuz her bir ortamda hangi hak gündeme gelirse gelsin, kadın hakkı mı?
Erkek hakkı mı? İşçi hakkı mı? İş veren hakkı mı? Ana hakkı, baba hakkı mı?
Allah hakkı mı, kulların hakkı mı? Bunu ancak bu kitap çözecektir. Bunun dışında
bunları çözeceğine inandığımız başka bir kaynak
bilmiyoruz.
"Haktan başka sadece dalâlet
vardır."
(Yunus: 32)
Problemlerinizin çözümünü bu kitabın
dışında ararsanız, başka yerlerde ararsanız mutlaka bâtıla düşmek zorunda
kalacaksınız.
Hak, Rabbinden gelendir. Kâbe konusu da
olsa, kıble konusu da olsa hangi konu olursa olsun hak; Rabbinden gelendir.
Sakın ha, sen şüpheye düşenlerden olma. Rasûl-i Ekrem Efendimizin zaten bu
konuda bir şüphesi yoktu.
Eğer sen, sana indirdiklerimiz
konusunda şüphede isen hadi senden önceki kitap ehlinden soruver. Kitap ehli
olan, zikir ehli olan yahudi ve hıristiyanlarla bu işin sağlamasını bir yapıver,
buyurmuştu da Rabbimiz, Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştu.
"Ne şüphe ederim, ne de bu konuda
onlara bir şey sorarım."
Halbuki biz, bugün herşeyimizi onlara
soruyoruz. Herşeyimizi onlara danışıyoruz. Onlara danışmadan en küçük bir karar
bile vere-miyoruz. Tarihimizi onlardan öğreniyoruz, geçmişimizin sîretlerini
onların etütlerinden öğreniyoruz, gençlerimiz onların üniversitelerinde okuyup
akılları ve vicdanları karışmış olarak dönüyorlar ülkemize ve Avrupa’da tahsil
görmüş aydınlar olarak yapmadıklarını bırakmıyorlar bize. Hak Avrupa’dan gelen
değil, hak A.B.D nin dediği değil, hak babamın dediği değil, hak hocamın dediği
değil, hak bizim cemaatın dediği değil, hak Allah’tan gelendir. Hukuk Allah’ın
hukukudur, yasa Allah’ın yasasıdır.
(Hakk kavramıyla ilgili bir soru
soruldu)
Hakk kavramıyla alâkalı bu dersimizde
de, önceki derslerimizde de epey söz ettik zannederim. Ama madem ki anlaşılmadı
biraz daha söz edelim.
Arkadaşlar,
Kur’an bu kelimeyi bir kaç anlamda kullanmaktadır:
1- Bir
şeyi hikmetin gereğine göre (nasıl gerekiyorsa ona göre) yapan anlamında. Bu
anlamda ‘hakk’ Allah’ın bir sıfatıdır.
2-
Hikmetin gereği olarak var edilen şeyler. Allah (c.c) fiilleri bu anlamda
‘hakk’tır. Güneşin ve ayın yaratılması hakkında
‘…Allah, bunları ancak hakk ile
yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetlerini böyle birer birer
açıklamaktadır.”
(Yunus,
5)
3- Bir
şey hakkında aslına uygun olarak inanç taşıma anlamında. Bir kimse hakkında
‘onun yeniden diriliş ve cennet konusundaki inancı hakk’tır’ dememiz gibi.
“….Allah iman edenleri, ayrılığa
düştükleri hakk’a, kendi izniyle eriştirdi.”
(Bakara,
213)
âyetinde
insanların inanç ilkeleri ve ibadetler konusunda ihtilaf ettikleri gerçek
anlamında geçmektedir.
4-
Gereğine göre, gerektiği kadarıyla ve gerektiği zamanda meydana gelen söz veya
iş anlamında. Bir kimse için ‘senin sözün hakk’tır’ dememiz gibi.
“Eğer hakk, onların hevâ (istek
ve tutku)larına u-yacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde
olan herkes ve her şey fesada (bozulmaya) uğrardı…”
(Mü’minûn,
71)
5-
Borç anlamında kullanılmıştır
(Bakara,
282).
6-
Hisse, pay anlamında kullanılmıştır.
“Ve onların mallarında belirli
bir hakk vardır; isteyenler ve yoksul olanlar için.”
(Meâric,
24)
7-
Adalet anlamında kullanılmıştır.
“Allah hakk ile hükmeder. Oysa
O’nu bırakıp ta tapmakta oldukları ise, hiç bir şeye hükmedemezler. Şüphesiz
Allah işitendir, görendir.”
(Ğâfir,
20).
Yine
‘el-Hakk’, Rabbimizin güzel isimlerinden biridir. Allah’ın bir adı olarak Hakk,
inkârı mümkün olmayan, varlığı kabul edilmesi gereken, gerçek var olan, varlığı
ve ilâhlığı kesin olan, hikmetinin gereğine göre eşyayı yaratan, hakkı ortaya
koyan, sözünde doğru olan, her hakkın kendisinden alındığı gerçek var olan
Mevcut manalarına gelir. Kur’an bu ismi bazen sıfat şeklinde (Kehf, 44; Tâhâ,
114), bazen haber (Allah (c.c) hakk’tır) şeklinde (Hacc, 6; Lokman, 30)
kullanmaktadır.
Evet Rabbimiz hakk’tır. Her şeyi yerli
yerince yaratandır. Her şeyin hakimi O’dur. O’nun dışındaki her şey, O’nun
yaratmasıyla ‘ta-hakkuk’ eder. Allah, her bir varlığa belli bir şekil, ecel ve
görev vermiştir. Bunların hepsi de yerli yerindedir. Her bir varlığın âlemde
‘Allah’a bağlı olarak’ bir hakikati (gerçekliği), bir sınırı ve birbirlerinin
kar-şı hukukları vardır. Allah (c.c) ‘bizâtihi vücut’tur. Yani O’nun varlığı,
kendi Mevcut oluşunun gereğidir, hiç kimseye muhtaç değildir. Diğer varlıklar
ise ‘hakk’ oluşlarını Mutlak Varlık ve Gerçek (el-Hakk) olan Cenab-ı Hakk’a
borçludur. Onların varlığı Allah’a bağlı olarak ‘liğayrihi vücut’tur, hak
oluşları başkasına bağlıdır. ‘Hakk’ aslında sabit ve aklın inkar edemeyeceği
derecede gerçek olan şey demektir. O aynı zamanda doğrudur,
isa betlidir,
maksada uygundur, arzu edilene denk düşen şeydir. Bu bakımdan her an ve yerde
sabit olan (mevcut olan) Allah (c.c) gerçek Hakk’tır. O, yarattıklarını hakk
üzere yarattığı için, onlar da Allah’a göre hakk’tırlar. Hakk’tan gelen, O’ndan
kaynaklanan her şey de tıpkı O’nun zatı gibi hakk’tır. O’ndan gelen vahiy de
hak-k’tır. O’nun gönderdiği din de hakk’tır. O’nun peygamberi hak, yasaları
haktır.
Hakk’ın
tam karşıtı ‘batıl’dır. Batıl hakk’a göre temelsiz, boş, gerçek olmayan, uymayan
ve geçersizdir. Hakk, suyun kendisi, batıl ise onun üzerinde biriken köpüktür.
Köpük kaybolur gider, su kalır. (Ra’d, 17) Hakk, her zaman kalıcıdır,
yerindedir, uygundur, üstündür. Hakk gelince zaten batıl yok olup gider. Batıl
hakk’ın karşısında tutu-namaz. Zaten yok olmak (tıpkı köpük gibi) onun doğasında
vardır. Çünkü onun bir gerçekliği ve geçerliliği yoktur (İsrâ,
81).
148:"Her ümmetin bir kıblesi vardır, ona
yönelir. Sizler hayırda yarışın. Ve nerede olursanız olun Allah (Kıyamet
gününde) sizi bir araya getirir. Allah herşeye kadirdir."
Herkesin bir yönü vardır. Her
milletin kendine mahsus yöneldiği bir yönü, bir kıblesi vardır. Dünyanın
yuvarlaklığını düşünürsek Avustralya’dan, Çin’e, Alaska’ya kadar, Japonya’dan
Atlas Okyanu-suna kadar bakıyoruz ki bütün müslümanlar Kâbe’yi merkez kabul
etmiş ve hepsi de o tarafa doğru yöneliyorlar. Kâbe’nin doğusundakiler
batısındakiler, kuzey ve güneyindekiler hepsi de o tarafa doğru yöneliyorlar.
Her ülkenin kıblesi farklıdır, ama hepsi de Kâbe’ye yönelmektedirler.
Veya herkesin kıblesi, yönelişi
farklıdır. Herkesin hayatının hedefi, programı farklı farklıdır. Kıble, kişinin
yöneldiği yön demektir. Kiminin kıblesi kadındır, kiminin kıblesi paradır,
kimininki makamdır, kimininki dünyadır. Peki şimdi biz, bizim kıblemize
yöneliyoruz, acaba bizim kıblemize yönelmeyenlerin de kendilerine mahsus
kıbleleri var mıdır? Allah diyor ki herkesin bir kıblesi vardır. Bakıyoruz
inadına Kâbe’ye yönelmeyen insanlardan kimileri Moskova’ya yöneliyor, kimileri
Washington’a yöneliyor, kimileri Paris’e, kimileri başka yerlere yöneliyorlar.
Yâni insanlar mutlaka bir yerlere yöneleceklerdir, zira bu bir ihtiyaçtır.
Peygamberi inkâr edenler mutlaka kendilerine bir peygamber buluyorlar,
kitaplarını reddedenler mutlaka kendilerine bir kitap buluyorlar. Marks’ın
kitabı veya falanın kitabı gibi.
Asıl mesele yüzünü o tarafa, ya da bu
tarafa döndürmek değil, namazla elde edilecek güzel bir sonuçtur. Yâni asıl
mesele namazın ruhunu ve sağlayacağı amacı yakalayabilmektir.
Bâtıl ehli; bâtıl sembol ve işaretlere
yönelir, hak ehli de hakkın sembol ve işaretlerine yönelir. İyilik ehli;
iyilikte yarışır, kötülük ehli de kötülük yolunda yarışır. İyilik ve kötülükte
kıstas, Allah’ın vahyidir. Zira sonunda hesabı görecek olan Allah’tır. Mükâfat
veya ceza verecek olan Allah’tır.
"Ve nerede olursanız olun, Allah
(Kıyamet günün-de) sizi bir araya getirir."
Kâbe’de bizi bir araya getirdiğini
biliyoruz. Şimdi de bir araya getirir değil mi Allah bizi? Yâni şu anda
yeryüzündeki müslümanların tamamı bir yere taş atsalar
yâni:
Ancak sana ibâdet eder ve ancak senden
yardım bekleriz, biz kesinlikle senden başkasını dinlemeyiz, kesinlikle senin
dediklerinden başkalarının gösterdikleri yola gitmeyiz, sözünü gerçekten
bilerek ve inanarak söyleseler, inanın onların birleşmeleri bir an meselesi bile
değildir.
Diyelim ki tüm dünya müslümanları bir
saat ayakta dursalar, bir gün yürüseler, bir saat bir yerlere doğru yürüseler,
hep birden ellerinde taşlarla oyuncak oynasalar, yâni aynı hareketi yapsalar;
tüm dünya yerinden oynayacaktır. Ama gelecek inşallah o günler.
"Muhakkak ki Allah herşeye kadirdir."
Yâni olur mu bu ya? Biri dağda, biri
bayırda olacak şey mi bu? Bu müslümanlar dirilecek ha! Bu müslümanlar zincirleri
kırıp birleşecekler ha! Aralarına konmuş bu barikatları aşıp bir gün bir araya
gelecekler ha! Üzülmeyin Allah herşeye güç yetirendir, olmazı oldurandır. Bu
müslümanların kalplerini bir anda birleştirmek Allah’a aittir. Ve bu Allah’a
hiçte zor bir şey değildir.
149:"Her nereden (yola) çıkarsan çık yüzünü
Mes-cid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah
sizin yaptıklarınızdan gafil değildir."
Bu emir, bu kıble meselesi önemine
binaen tekrar tekrar bir daha bir daha gelecek. Birincisi 144. âyetteki hüküm,
Mescid-i Aksa’-ya yönelmeyi nesih etmek için gelmiştir. İkincisi bu 149.
âyetteki hüküm, bu Kâbe’ye yönelme hükmünün artık bir daha kıyamete kadar nesih
olmayacağını belirtmek için gelmiş. Artık bu Rabbinden gelen bir hak olmuştur ve
kıyamete kadar baki olacaktır. Üçüncüsü 150. âyetteki hüküm de gerek
yahudilerin, gerekse hıristiyanların ve müşriklerin, müslümanların aleyhine
ellerinde bir delil kalmasın diye indirilmiştir. Bir başka görüşe göre
de;
1- Birinci âyet, Mekke’de oturanlar
için kıbleye dönme emridir.
2- İkinci emir, Mekke dışında diğer
şehirlerde oturanlar için bir emirdir.
3- Üçüncü âyetteki emir de seferde,
yolculukta olanlar içindir denmiş.
150:"Her nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i
Haram tarafına çevir. Ve sizler de
nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin ki insanların
sizin aleyhinize bir delilleri olmasın, (bir delilleri kalmasın.) Ancak
onlardan zulmedenler müstesna. Onlardan korkmayın benden korkun. Ta ki size olan
nîmetimi tamamlayayım, umulur ki hidâyete
erersiniz."
Bu âyet, peygamber (a.s) 'ın Kâbe’ye
yönelerek namaz kılacağına dair bilgi önceki kitaplarda haber verilmiştir.
Yahudiler de, hı-ristiyanlar da bunun böyle olacağını biliyorlardı. Biliyorlardı
ki, Allah’ın son elçisi Kâbe’ye yönelerek namaz kılacaktı. Bu sefer peygamber
Kâbe’ye yönelerek namaz kılmayınca da şüpheye düşeceklerdi. Şimdi bu iş
gerçekleşince, artık onların hiçbir şüpheleri, hiç bir aleyhte delilleri
kalmamıştı.
Ama onlardan zâlimler, zaten yola
gelmeyecek. Zâlimler de bu sefer şöyle diyeceklerdi: Peki şimdi o zaman, şimdiye
kadar Mescid-i Haram’a niye dönmediniz? Madem bu işin doğrusu buydu da peki niye
şimdiye kadar Kudüs’e doğru namaz kıldınız? Niye yahudilerin kıblesine doğru
döndünüz bugüne kadar? Yahudiler ve hıristiyanlar di-yorlar ki; bak şimdiye
kadar aramız iyiydi, bizim kıblemize dönüyordu-nuz, Mekke’li müşrikler
diyorlar ki; şimdiye kadar madem Mescid-i Haram doğruydu da niye dönmediniz?
Sevinecekleri yerde bunlar da böyle diyorlardı. İnsanların biri böyle diyor,
öbürüsü farklı söylüyor, halbuki Allahu Teâlâ’nın değer yargısına göre durum
bunların hepsinin dediklerinden farklıdır ve Allah bunlardan hiç birisinin
arzularına uyacak da değildir.
"Onlardan korkmayın, benden korkun. Ta
ki size olan nîmetimi tamamlayayım, umulur ki hidâyete
erersiniz."
Mü'min hiç kimseden değil, Allah’tan
korkacak. Çünkü rızık Allah’tan, ölüm Allah’tan, hayat Allah’tan. Onlardan
korkmayın, çünkü onların size yapabilecekleri hiç bir şey yoktur. Korkmak bir
ibâdettir ve bu ibâdet yalnızca Allah’a yapılmalıdır. Eğer bir mümin, Allah’ın
izni olmaksızın birilerinin kendisine zarar verebileceğine inanarak, ondan
korkarsa; Allah korusun, Allah’a şirk koşmuş olacaktır.
151:"Nitekim size, sizin aranızdan âyetlerimizi
okuyacak, sizleri arıtacak, size kitap ve hikmeti öğretecek ve size
bilmediklerinizi öğretecek bir peygamber gönderdik."
Elçinin ilk görevi âyetleri okumak.
Daha pratik uygulamaya geçmeden ilk önce bu âyetleri okuyacağız. Kitap ve
sünneti öğretmek. İnşallah biz de şimdi bizim gibi olun demeyeceğiz, bizi
pratikte uygulayın, biz nasılsak öyle olun, bizim ev düzenimiz nasılsa siz de
öyle yapın demeyeceğiz, bizim hayat anlayışımız, bizim ekonomi anlayışımız
nasılsa siz de öyle olun, öyle yapın demeyeceğiz. Peki ne diyeceğiz? İşte bu
Rasul gibi olun diyeceğiz. İşte örnek budur. Bu peygamber gibi olun, bu kitabın
istediği gibi olun diyeceğiz. Çünkü biz gibi olun desek; insanlar bizi
aşamayacaklar, bizde takılıp kalacaklardır. Bizi aşamayan müslümanların da
yamuk bir Müslümanlıktan kurtulmaları asla mümkün olmayacaktır. Biz, bize
değil, kitap ve sünnete çağıralım ki; doğru dürüst müslümanlar çıksın
içimizden. Beni aşamazsınız, beni geçemezsiniz; ancak peygamberi bende
göreceksiniz, ben nasıl yaşıyorsam öylece yaşayacaksınız dedi mi insanlar,
ötekiler de onda çakılıp kalacaklardır Allah korusun.
"Size bilmediklerinizi de öğretiyor (o
peygamber)."
Peygamber bilmediklerini Kur’an’dan
öğrenmedi mi? Biz de bilmediklerimizi bu kitaptan öğrenmedik mi? Öyleyse biz de
insanlara Kuran’ı tavsiye etmek zorundayız.
152:"Beni zikredin, ben de sizi
zikredeyim. Bana şükredin, küfretmeyin."
Bana kulluk edin, benim için yaşayın.
Allah’ı zikretmenin, Allah’a şükretmenin en güzel yollarından biri de Allah
için hayatı fedâ etmektir. Canı verenin yolunda canı fedâ etmek, malı verenin
yolunda malı fedâ etmek, hayatı verenin yolunda kişinin hayatını fedâ etmesinin
adına şükür diyoruz.
1- Zikir Kur’andır.
"Andolsun Biz Kur’an’ı zikir için düşünüp
öğüt alsınlar diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok
mu?"
(Kamer: 22)
"(Resûlüm) Sana bu mukaddes kitabı
âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar (zikretsinler) diye
indirdik."
(Sâd: 29)
"Kim de benim zikrimden yüz çevirirse,
muhakkak ki onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak
haşr edeceğiz. O: Rabbim! Beni niçin kör olarak haşr ettin? Oysa ben hakikaten
görür idim! Der. Allah da buyurur ki: "İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi
de sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen
unutuluyorsun!"
(Taha: 124)
Bunun gibi pek çok âyette zikir, Kur’an
olarak anlatılır.
2- Zikir namazdır. Çünkü namazda da
kıraat vardır.
3- Zikir hutbedir. Çünkü
Rabbimiz:
"Ey iman edenler! Namaza çağrıldığınız
(Ezan okunduğu) zaman, hemen zikre koşun ve alışverişi
bırakın."
(Cum’a: 9)
Âyet-i kerîmede geçen zikrullahtan
kasıt Cuma hutbesidir.
Öyleyse zikir, Allah’la beraber
olmaktır. Zaten her ân Allah bizimle beraber de, bizim tarafımızdan bunun
zihinde canlı tutulmasının adına zikir diyoruz. İşte bu zikrin anlaşılabilmesi
adına onu şöyle gruplandıracağız:
1- Lisa nın zikri.
2- Kalbin zikri.
3- Bedenin, eczamın
zikri.
Aslında genel mânâda zikir ikiye
ayrılır. İnsanın zikri ve canlı cansız diğer varlıkların zikri. Biz burada zikri
üçe ayırırken, bu ayırımı insanın zikri açısından yaptık.
1- Lisa nın zikri, Bu da üç çeşit muteala
edilebilir.
a: Birincisi mahza zikir olan Kur’an’ın
tilavetidir, Kur’an’ın kıraatidir.
Meselâ ben:
Kur’an’dan bir bölüm okumaya başladık mı, işte
bu zikirdir. Zira Kur’an mahza zikirdir. Efendim işte şunu beş kere
okuyacaksın, bunu on kere okuyacaksın, bunu yüz kere söyleyeceksin demek değildir zikir. Kur’an okumaya
başladınız mı, işte bu zikirdir. Hangi âyet, hangi bölüm olursa olsun fark
etmez.
b: Lisa nın ikinci zikri, Allah’ın
esmasını telaffuz etmektir. Allah’ın esmasını tekellüm de zikirdir.
“Allahu ekber” “La İlâhe
illallah
Gibi. Bu da dilin
zikridir.
c: Dilin üçüncü zikri de vahyin
sözcülüğünü yapmak adına söylediği herşey zikirdir.
Yâni kişinin din adına konuşması,
vahyin sözcülüğü adına söz söylemesi, Kur’an ve sünnetin anlatımı adına dilin
hareket etmesi de zikirdir. Din adına konuşmak, Allah’ın istediğini Allah’ın
istediği yerde söylemek, emr-i bil’marûf ve nehy-i ani’l münker yapmak,
öğretmek, anlatmak, emretmek, nehyetmek, duyurmak, sevdirmek, tanıtmak gibi
meşru sebeplerle dili hareket ettirmek de zikirdir.
Meselâ şu anda benim konuşmam zikirdir.
Sizin çocuklarınıza nanazı öğretmeniz zikirdir. Hattâ kişinin hanımıyla
yatağında şakalaşması da zikirdir. Bunların hepsi dilin zikridir ki; müslüman
asla bun-dan fariğ olmamalıdır. Çünkü Allah’ın Rasülünün bir hadisine göre bu
zikirden fariğ olan adamın kalbi kaskatı kesilecektir.
Zâlim bir hükümdar karşısında hakkı
söyleyen mü'minin dili bi-lelim ki; o anda zikrediyor demektir. Mü'minlere
Kur’an öğreten, hadis öğreten kişinin, çocuğunu terbiye eden kişinin dili o
anda zikrediyor demektir.
2- Kalbin zikrine gelince, kalbin
zikri, kalbin fonksiyonu, kalbin eylemi olan niyetin Allah’a ait kılınmasıdır.
Niyetin Allah’a ait kılınma-sı, yâni bir hayat boyu kalbin Allah’ı hatırlayarak
niyet sahibi olması demektir. Zira kalp iman ve küfür, kabul ve red
makamıdır. Kalp niyet makamıdır. Kalp hadiseler karşısında kişinin meylinin
değerlendirilme merkezidir. Yâni kişi diliyle ne söylerse söylesin, kalpten ne
geçirdiği önemlidir. Çünkü kalp fesat ve salah olabilme özelliğine sahiptir.
İşte bu iki özelliğe de sahip olabilen kalp, eğer Allah’ın istediği gibi bir
özelliğe sahipse, yâni Allah için niyet taşıyorsa; o zaman işte bu kalp, zikir
halindedir diyoruz.
3- Üçüncüsü de bedenin zikri. Bedenin
zikri de bütün ecsamıyla, tüm cevarıhıyla bedenin Allah’ın kulluğunda istihdam
edilmesidir. Yâni göz hakkı görür, kulak hakkı işitir, dil hakkı konuşur, mide
helâl yer, kafa meşru bilgiler öğrenir, ayak meşru yerlere gider, el meşru
şeylere uzanırsa, tüm azalar Allah’a kulluk işinde istihdam edilirse, işte bu
da bedenin zikridir; yâni tüm azaların yaratılış gâyeleri istikâmetinde
kullanılması. Allah azaları ne için yaratmışsa; onu, ona tahsis etmek bu
azaların zikridir. Eğer bu azaları yaratılış gâyelerinin dışında kullanmaya
kalkışırsak, Allah korusun o zaman zâlim durumuna düşeriz. Allah buyurur
ki:
Sizler beni zikredin ki, ben de sizi
zikredeyim. Beni, bana itaatle zikredin ki; ben de sizi rahmetimle zikredeyim.
Beni dualarınızla zikredin ki; ben de sizin dualarınızı kabul edeyim. Beni
dünyada zikredin ki; ben de sizi âhirette zor zamanınızda zikredeyim. Beni
sıhhatteyken zikredin ki; ben de sizi zor günlerinizde zikredeyim. Beni benim
yolumda cihadla zikredin ki; ben de sizi zaferle
zikredeyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder